İlker Belek “Postkapitalist Paradigmalar” adlı kitabında, “Post-kapitalist” (“Kapitalizm ötesi”) teorisyenlerin kapitalizmin mevcut durumu ve girmekte olduğu ‘yeni’ aşamasına ilişkin yaptıkları tanımlamaları şöyle özetliyor: ‘”Bilgi ekonomisi’ (Machlup), ‘teknokratik çağ’ (Brzezinski), ‘post-kapitalizm’; ‘hizmet sınıfı toplumu’ (Dahrendorf), ‘post-endüstriyel dönem’ (Bell), ‘bilgi toplumu’ (Masuda, Giddens), ‘ne anti-kapitalist ne de non-sosyalist toplum’ (Drucker), ‘üçüncü dalga toplumu’ (Toffler), ‘postmodern dönem’ (Etzioni, Habermas, Jameson, Lyotard), ‘burjuva sonrası toplum’ (Lichtheim), ‘ekonomi sonrası toplum’ (Boulding), ‘disorganize kapitalizm’ (Offe, Lash ve Urry), ‘ikinci endüstriyel bölünme dönemi’ (Piorre ve Sabel).”(1)
Kapitalizmi gölgesinin üzerinden atlattıran bu pek “çalımlı ama, çelimsiz” tanımlamaların sahiplerine göre, “belli bir dönem kapanmış”, “yeni bir dönem başlamıştır”: “Biten; sanayiye dayalı bir üretim modeli/standartlaştırılmış bir alt-üst yapı bütünlüğü/yabancılaşma/kesinlikler/sınıflar/ çelişkili-çatışmalı ilişkiler ile tanımlı endüstriyalist/modernist paradigma”. Başlayan ise; “bilgiye/esnekliğe/standartları dinlemeyen bir belirsizliğe/yaratıcılığa/kendini aşmaya/karşılıklı yumuşamaya/sınıfsızlığa/yeni toplumsal hareketlere dayalı ve çevreyle barışık bir ‘post’ paradigma.”(2)
“Kapitalizm ötesi” bir toplumun önünü açan gelişmeler ise şu kategorilerde yaşanan değişikliklerde ifadesini bulduğu söyleniyor: “1) Emek-araçları. 2) Emek-gücü. 3) Endüstriyel ilişkiler. 4) Üretimin yapısı. 5) İşletme yapıları. 6) Ekonominin sektörel yapısı. 7) Mesleki yapıdaki değişimler. 8) Üretim döngüsü içindeki ilişkiler ve sınıfsal ilişkiler. 9). Toplumsal formasyon. 10) Bölüşüm ve tüketim ilişkileri. 11) Sermayenin egemenlik biçiminin ifadesi olan siyasal erk sorunu (ulus devlet, uluslar-aşırı siyasi denetim mekanizmaları gibi). 12) Özel, bireysel yaşam. 13) Sağlık, eğitim, sanat gibi rekreasyon alanları.”(3)
“Post-kapitalist” teorisyenlerin kendilerine dayanak yaptıkları gelişmelere getirdikleri yorum, yaklaşık olarak şöyle özetlenebilir: İşçi sınıfının klasik ülkelerinde, yani ileri kapitalist ülkelerde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bilim ve teknikteki devrimler, başta bu ülkeler olmak üzere tüm dünya ekonomisini altüst eden gelişmelerin önünü açtı. Mikro-elektronikler, enformasyon teknolojisi ve biyo-teknoloj isinde kaydedilen gelişmeler sayesinde, yeni emek araçları ve yeni maddelerin yanı sıra, yeni işkolları ve yeni meslekler ortaya çıktı. Mülkiyet ile yönetim ilişkilerinin ayrılması sonucunda ise, sermayenin yöneticilik işlevini üstlenen yeni bir orta sınıf gelişti. Üretim artık doğrudan dünya pazarına yönelik ve dünya ölçeğinde gerçekleştiğinden, ulusal ekonomiler ve ulusal devletler eski önemini yitirdi. Dünya ekonomisi küreselleşti. Devasa çokuluslu şirketler ortaya çıktı. İleri kapitalist ülkelerin ekonomik yapıları altüst oldu. Klasik ağır sanayi kolları (çelik, maden, tersane sanayisi vb.) istihdam ettikleri sanayi işçileriyle birlikte tasfiye sürecine girdi. Bu ülkelerde artık sanayi değil, hizmet ve bilgi toplumu giderek önünü açmakta. Yeni iş sahaları bu işkollarında yaratılmakta. Dolayısıyla gelişen meslekler de bu işkollarının gereksinim duyduğu mesleklerdir (bilgisayar programcıları, hastabakıcıları, ticari ve mali meslekler, kültürel ve sosyal hizmet çalışanları vb.; yani beyaz yakalılar). Sanayide ise, emek-süreci esnek uzmanlaşmaya göre yeniden örgütlendiğinden, ancak vasıflı işçiler çalıştırılmakta. Sanayideki eski hiyerarşiler ortadan kalkmakta, işçiler kendi üretim biriminin planlamasına ve yönetimine doğrudan katılmakta vb.
Nesnel gelişmelerin, kısmen tek yanlı açıklanmasına, kısmen de çarpıtılmasına dayanan böylesi bir yorumundan çıkartılan sonuç ise şudur: Sosyalizm, SB’nin çöküşüyle birlikte alternatif olamayacağı kanıtlanıp, tarihe karışırken, kapitalizm; çürümek şöyle dursun, hızla gelişmiş, dahası; kabuk değiştirerek yepyeni, daha modern ve daha ileri bir topluma doğru hızla yol alabildiğini göstermiştir!
Burjuva ekonomi politiğin bilinen en önemli özelliklerinden birisi, “üretim ilişkilerinin tarihsel hareketi”nin teorik ifadesinden başka bir şey olmayan ekonomik kategorileri, somut tarihsel -dolayısıyla geçici- özellikleriyle değil de, mutlak ve değişmez olarak ele almaktır. Bundaki amaç bellidir: Kapitalist üretim tarzını ve onun ilişkilerini ebedi göstermek. Esasında soruna bu açıdan yaklaşan burjuvazinin bu “bilimsel savunucuları”, teknolojide olsun, bilimde olsun, ya da şu veya bu ekonomik-politik gelişmede olsun, -bir yerde teşekkül etmesi kaçınılmaz olan- şu veya bu gelişmeyi ya da değişikliği haliyle kutsayarak açıklamaktadırlar. Bu değişiklikler ve gelişmeler aslında tam da savundukları sistemin temellerini oymasına karşın, onlar bunu her defasında bu sistemin kendisinin yenilemesinin ve yepyeni, daha üstün ve ileri bir aşamaya ulaşmasının kanıtı olarak muştularlar. Olguların bu şekilde ele alınışına bakılarak denilebilir ki, burjuva ekonomi politiğin tarihsel evrimi; bilimsel sadakat ve önyargısızlıktan (klasik dönemi) vülgerleşmeye, vülgerleşmeden ise kaba demagoji ve yaygaracılığa varan bir evrimdir.
Bu yazının amacı, sözü edilen iddiaları tek tek ele almak değildir. Konunun bu şekilde ele alınışına bizce bir ihtiyaç yoktur. Zira iddialar ortada olduğu gibi, her türlü “spekülasyonun bittiği gerçek yaşam” da ortadadır. İşin özünü vurgulamak gerekirse, bu çığırtkanların bütün külliyatının, tekelci kapitalizmin kendi gelişme yasaları tarafından belirlenen eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı biçimlerin anlık resimlerini, dönemsel görüntülerini dondurarak, bunun üzerinden ahkâm kesmekten ibaret olduğu söylenebilir. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kaynaklık ettiği dönemsel görüntülerin üzerine inşa edilen teoriler ile gerçek yaşam arasındaki çelişkiye ilişkin sayısız örnek verilebilir. Örneğin: Gerz’un ‘80’li yıllardaki “Elveda Proletarya” safsatası ve 95 Fransası’ndan bugüne gelişen işçi hareketi; Giddens’in “klasik refah devleti uygulamaları” sınıf çatışmasının önemini yitirtmiştir, çünkü “toplu pazarlık sistemi işçi muhalefetini refah devleti sınırları içine absorbe etmiş ve işçi sınıfı militanlığını sistem içinde eritmiştir” doğrultusundaki tezi, ve refah devleti uygulamalarını bir tarafa atmak zorunda kalan uluslararası burjuvazinin ekonomik ve politik saldırılarıyla kışkırttığı işçi emekçi direnişlerinin gelişme doğrultusu; ya da “orta sınıfın genişlemesi sınıf temelli politikaların etkisini yok etmektedir” tezi ile başta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerdeki ‘orta sınıfın hızla erimesi süreci…
“YENİ GELİŞMELER”
İleri sürülen teorilerin “yeni” ve “eski” kavramlarına oturtularak geliştirilmesi, aslında baştan bir yanılsama yaratmaktadır. Oysa tartışma konusu Marksizm açısından hiçbir zaman “yeni”nin varlığı ya da yokluğu temelinde sürdürülemez. Diyalektiğin en temel yasalarından birisi, her şeyin hareket halinde olduğu, değişimin sürekliliğidir. Geriye, söz konusu olanın, bir özün yeni bir biçimdeki ifadesi mi, yoksa yeni bir özün ortaya çıkması mı olduğu kalmaktadır. Kabul edilir ki, öncesinin aynısı olmama durumu, her iki durumda da söz konusudur.
Esas olarak ekonomik ve teknolojik alandaki gelişmelerin bu şekilde ele alınışı ve yorumunun bizce ayrıntılarda boğulmadan yakından irdelenmesini gerektiren iki boyutu vardır: Birincisi; nesnel sürecin aslında tersyüz edilmiş bir yorumuyla yansıtılan bu gelişmelerin, kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartan, yeni bir toplum ve dünya düzeni olarak nitelenmesini gerekli kılan bir gelişme olarak açıklanması. İddialara göre, bu, aynı zamanda, Marksizm’in kapitalizm üzerine olan teorisinin, kapitalizmin kendi nesnel gelişmesi tarafından çürütülmesinin tartışma gerektirmeyecek bir ifadesidir. İkincisi; bu gelişmelerin sınıflar açısından (bu durumda işçi sınıfı) taşıdığı anlam. Nitekim savunulan görüşlere bakılacak olunursa, bu alandaki değişiklikler, Marksizm’in “muğlâk olan sınıf teorisi”ni savunulamaz hale getirmiştir.
SB’nin çöküşü, özellikle teknoloji ve sanayideki gelişmelerden yola çıkarak kapitalist sistemin niteliksel bir değişime uğradığını savunanlar açısından, kapitalizmin; Marksistlerin savunduğu gibi, çürüyen ve genel olarak toplumsal gelişmenin ayak bağı haline gelmiş bir sistem olmadığının; “ölü ilan edilenler daha çok yaşarlar” deyimini yeniden doğrularcasına kapitalizmin çürümek bir yana, üretici güçleri hiçbir sistemin yapamadığı kadar geliştirdiğinin, üretim tekniğini sürekli yenilediğinin, yeni işkollarını yarattığının tarihsel bir kanıtıdır aynı zamanda.
Kuşkusuz, mutlak anlamda; üretici güçlerin ve üretimin teknik temelinin geliştiği, yeni işkollarının ortaya çıktığı bir gerçektir. Bu gerçeğin; kapitalizm ve kapitalist toplumdaki sınıflar açısından niteliksel değişikliklerin bir kanıtı olarak sunulmasının bilimsel tutarlılığını ileride ele alacacağız. Ancak önce şunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Bütün bu gelişmeler, Marksizm’in, kapitalizm hakkındaki teorisini geçersiz kılmakta mıdır? Bu nokta, bu farfaracı takımı tarafından ciddiye alınabilir herhangi bir veri ve kanıt bile gösterilmeden, öylesine, tartışma gerektirmeyecek bir olgu olarak kabul edilerek geçiştirilmektedir. Sanki Marksizm, ancak kendilerinin anladıkları (ya da anlamak istedikleri) ve yorumladıklarıdır!
Öyleyse bu aşamada ilk yapılması gereken, Marksizm’in tanımladığı kapitalizmin “doğasına aykırı”, “tarihsel gelişmesinin öngörülmeyen aşamaları” olarak açıklanan belli başlı gelişmelerin (özellikle de üretici güçlerle üretimin teknik temelinin gelişmesiyle ilgili olanların), iddia edildiğinin aksine, kapitalizmin doğasına aykırı düşmediğini ve bu özelliği itibarıyla Marksizm tarafından öngörülmeyen gelişmeler olmadığını ortaya koymaktır. Örneğin emperyalizmin bugünkü ideolojik propagandasının silahlarına dönüşmüş ve “yeni gelişmeler”in ifade edildiği belli başlı kavramlarla (“küreselleşme”, “dünya pazarı”, “sermayenin uluslararasılaşması”, “ulusal sınırların ortadan kalkması”, “teknolojik devrim”, vb.) ilgili Marksizm’in görüşlerinin açıklanmasına, yayınlanışının 150. yıldönümündeki Komünist Manifesto’dan başlayalım. Görülecektir ki, Marks ve Engels bilimsel çalışmalarının ilk eserlerinden olan Komünist Manifesto’da bile kapitalizmin tahlili ve tarihsel evrimiyle ilgili oldukça derin saptamalarda bulunmaktadırlar. Bu gerçek, Komünist Manifesto’nun bu açıdan da titizlikle irdelenmesi gereken bir eser olduğunu göstermektedir.
Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz. Buna karşılık, eski üretim tarzının değişmeksizin korunması da tüm eski sanayi sınıflarının ilk varoluş koşuluydu. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir. Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.
Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. (…) Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. (…)
Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. (…)
Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. (…) Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları burjuva halklara, Doğuyu da Batıya bağımlı halé getirdi.
(…)
Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları -daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir! (4)
Aslında, bu satırlardan sonra, sorunun bu yönüne ilişkin söylenmesi gereken pek bir şey kalmıyor. Fakat yine de altını çizmek gerekirse: Bugün kapitalist üretim tarzının egemen olduğu koşullarda; sanayide, bilim ve teknolojide, ulaşım ve iletişim araçlarında kaydedilen tüm gelişmeler, genel olarak, “kapitalizmin doğasına aykırı” gelişmeler değildir, tam tersine onun niteliğini belirleyen gelişme yasalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu anlamda, yeni değildir; bu gelişmelerin olabilmesi için kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıkması gerekmemektedir, ya da bu gelişmeler kendi başlarına kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartmamaktadırlar. Bunun da ötesinde, bütün bu gelişmeler; kapitalizmin temel çelişkisini (üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişki) bizzat daha da keskinleştirdiği için, bu üretim tarzının geçici olduğu, yerini -söz konusu gelişmelerle aslında maddi koşullarını daha da olgunlaştırdığı-daha ileri ve yeni bir topluma (sosyalizme) bırakmak zorunda olduğu gerçeğini yeniden vurgulamaktadırlar. Bu anlamda denilebilir ki, bu gelişmelerin muştuladığı yeni bir şey varsa, bu, maddi koşulları ve güçleri daha da gelişen sosyalist toplumdur.
Açıktır ki, “Post-kapitalist” tezlerin sivri ucu, bir yönüyle de, Lenin’in emperyalizm teorisine dönüktür. Böylelikle, emperyalizmi aynı zamanda “kapitalizmin özel bir tarihsel evresi” olarak değerlendiren Lenin’in, tekelci kapitalizmin özellikle asalak ve can çekişen kapitalizm olduğu görüşü çürütülmek istenmektedir.
Oysa tekel olgusuyla birlikte rekabetin tümden ortadan kalktığı savı ne derece saçma ise, aynı şekilde emperyalizmin, asalak ya da çürüyen kapitalizm olması nedeniyle üretici güçlerin gelişmesinin tümden durduğu ve bilim ve teknikteki yeniliklerin artık söz konusu olmadığı görüşü de o kadar aptalcadır. Nasıl ki, emperyalist kapitalizmdeki tekel olgusu, rekabetin kendisini ortadan kaldırmadığı, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğu bir gerçekse, aynı şekilde kapitalizmin özel bir tarihsel aşaması olarak emperyalizmin asalak ya da çürüyen kapitalizm olması da, üretici güçlerin artık gelişmemesi ve bilim ve teknikteki yeniliklerin bundan böyle imkânsız hale gelmesi anlamına gelmemektedir. Leninist emperyalizm teorisinde de bunun aksi savunulmamaktadır. Böylesi bir görüşü ancak Marksizm-Leninizm’i kaba materyalist bir bakış açısıyla kavrayanlar savunur, ya da bu durumda olduğu gibi, bu, burjuva ideologların özel olarak Leninist emperyalizm teorisini çarpıtmak amacıyla başvurdukları kaba bir demagojidir.
Lenin’in bu konuda altını çizdiği ve savunduğu görüş esasında şudur: Tekel olgusu; üretici güçlerin gelişmesini yavaşlatmaktadır, bilim ve teknikteki gelişme ve buluşların tüm toplumun yararına kullanılmasını engellemektedir. Dolayısıyla tekelci kapitalizmde, üretici güçler gelişemez, bilim ve teknikte yenilikler artık olamaz denilmemekte, aksine bu alandaki gelişmeler, emperyalizmle birlikte, -yani kapitalizmdeki her tür gelişmeyi belirleyen kâr hırsı ve rekabeti bir o kadar daha ağırlaştıran tekel olgusu nedeniyle-, bu gelişmeler, öncesine (serbest rekabetçi döneme) göre bir açıdan daha elverişli koşullar bulmasına karşın (üretimdeki merkezileşme, yoğunlaşma ve bunun da bir sonucu olarak üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerlemenin yaşanması), göreceli olarak daha yavaş, daha sınırlı ve daha çarpık olmaktadır. Lenin bu görüşünü çok açık bir şekilde belirtir:
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı, ‘rantiye-devlet’in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.”(5)
Öte yandan bugün yeni bir olgu olarak lanse edilen pek çok şey yeni de değildir. Örneğin; “dünya pazarı”, “uluslararasılaşma”, “uluslararası işbölümü” vb. olgulara dayanılarak dünya işçileri arasında kışkırtılan rekabeti ele alalım. Ne birisi, ne de diğeri, kendi başlarına yeni bir olgudur. Marx’a göre dünya pazarı, uluslararasılaşma, uluslararası işbölümü kapitalizmden ayırt edilmez olgulardır. Aşağıdaki alıntılar Marksizm’in bu konudaki görüşlerinin net olduğunu göstermektedir:
“Meta dolaşımı, sermayenin çıkış noktasıdır. Meta üretimi dolaşımı ve ticaret denen daha gelişmiş dolaşım biçimi, sermayenin doğup büyüdüğü tarihsel temeli oluştururlar. 16. yüzyılda dünyayı saran ticaret ile yeryüzüne yayılan pazar, sermayenin modern tarihinin başlangıcı olmuştur.”(6) “Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçokların başını yer. Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider.”(7)
“… Fabrika eylemi belli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle, teknik temeli olan makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz; kömür ve demir madenciliği ile meta sanayileri ve ulaştırma araçlarında köklü bir devrim olur olmaz; kısacası, modern sanayi sistemiyle üretim için gerekli genel koşullar kurulur kurulmaz, bu üretim tarzı bir esneklik kazanır ve yalnızca hammadde ve sürüm pazarları bulunması dışında hiç bir engel tanımayan ani sıçramak bir genişleme olasılığına ulaşır. Bir yandan, makine, aynı şekilde hammaddeyi çoğaltıcı bir etki yaratır; örneğin, çırçır makinesinin pamuk üretimini artırması gibi. Öte yandan, makineyle üretilen malların ucuzluğu ile birlikte, ulaştırma ve iletişim araçlarındaki gelişmeler, dış pazarların ele geçirilmeleri ile silah sağlamış olur. Başka ülkelerdeki el zanaatlarını ortadan kaldırarak buraları zorla hammadde ikmal alanları haline getirir. Doğu Hindistan, bu yolla, Büyük Britanya için, pamuk, yün, kenevir, jüt, indigo üretmek zorunda kalmıştı. Büyük sanayi, işçilerin bir kısmını sürekli bir şekilde ‘fazlalık’ haline getirerek, kök saldığı bütün ülkelerde, büyük çapta göçlere ve yabancı toprakların sömürgeleştirilmelerine yol açar ve bu ülkeleri anayurt için hammadde yetiştiren yerleşme yerleri haline getirir; örneğin Avustralya’nın, yün yetiştiren bir ülke haline sokulması gibi. Yeni ve uluslararası bir işbölümü, büyük sanayinin başlıca merkezlerinin gereksinmelerine uyan bir işbölümü ortaya çıkarır ve yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı haline getirir.”(8)
Marx, ekonomi politik ile ilgili hemen her yazısında, sermayenin işçiler arası rekabeti kızıştırmaya çalıştığını ve bunu salt ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de yaptığını vurgulamıştır. Örneğin bugün nasıl ki Alman ya da İngiliz sermayesi bu ülkelerin işçilerine geri ülkelerin işçilerini örnek ve dolayısıyla hedef olarak gösteriyorsa, o dönem de İngiliz sermayesi İngiliz işçilerine, daha geri olan Almanya’nın işçilerini örnek ve hedef olarak göstermekteydi. Çok çarpıcı bir örneği sunduğundan şu alıntıyı aktarmakta fayda vardır:
“Bugün, dünya pazarlarında; o zamandan beri yerleşen rekabet sayesinde, daha da ilerlemiş durumdayız. Parlamento üyesi Mr. Stapleton seçmenlerine şöyle diyor: ‘Çin, eğer, büyük bir sanayi ülkesi haline gelirse, Avrupalı işçi nüfusunun, rakiplerinin düzeyine inmeksizin savaşımı nasıl sürdürebileceklerini anlamıyorum.’ (…) İngiliz sermayesinin arzu ettiği hedef, artık Kıta Avrupası’ndaki ücretler değil, Çin’deki ücretlerdir.”(9)
Demek ki, kapitalizmin “uluslararası bir nitelik” kazanması yeni bir olgu değildir. Geriye, sermayenin uluslararasılaşması olgusu kalıyor. Bu olgu ise, bazı “Post-kapitalist” teorisyenlerin savunduğunun aksine, “Neo-liberalizmle” birlikte ortaya çıkmamıştır. Aksine, bu olgu, geçtiğimiz yüzyılın sonlarından bu yana var olagelen, başka bir deyişle kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte söz konusu olan bir olgudur. Emperyalist kapitalizmin karakteristik özelliklerinden birisi, sermaye ihracının, “meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem” kazanmasıdır. Sermaye ihracı ise, sermayenin uluslararasılaşmasının en bariz belirtisidir. Dolayısıyla, sermayenin uluslararasılaşması olgusunu bugünden başlatmak demek, emperyalizmin yüzyıllık varlığı ve hâkimiyetini reddetmek demektir.
ÜRETİMİN TEKNİK TEMELİNİN GELİŞMESİ, İŞBÖLÜMÜ VE EMEK-SÜRECİ
Yüzyıl öncesiyle bugün arasında bir kıyaslama yapıldığında, bugün; üretim araçlarında belli başlı iyileşmelerin, yeni işkollarının ve bu gelişmeyle birlikte yeni meslek türlerinin ortaya çıktığı söylenebilir. Sözü edilen burjuva ideologlarının bu olgulardan sınıf sorunuyla ilgili çıkardıkları sonuçları ileride ele alacağımızdan, önce yine şunun altını çizelim ki, bu alandaki gelişmelerin kendisinin de kapitalizmin doğasıyla çelişen bir yanı yoktur.
Bu gelişmeler, kapitalizmdeki özü sermaye birikimi olan genişletilmiş ölçekteki yeniden üretimin kaçınılmaz sonuçlarındandır. Nitekim kâr hırsı ve rekabet sermayeyi, üretim tarzını ve üretim araçlarını durmaksızın değişime zorlar. Bu dürtü ve zorunluluk sermayenin kulağına, Marx’in tabiriyle, “sürekli olarak ‘yürü! yürü!’ diye fısıldar.”
Bu durumda, üretici güçlerdeki her gelişme, işbölümünün yeni bir biçimlenmesini beraberinde getirir. Başka bir deyişle, işbölümünün düzeyi-ölçeği, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Ve bunun tersi de doğrudur. Üretici güçlerin gelişmesi, belirli bir noktadan itibaren, toplumsal işbölümünün değişimini beraberinde getirir; yeni üretim dalları ve işkolları ortaya çıkar. Bu ise, bu sefer, üretici güçlerin gelişmesi açısından yeni ilişki ve koşulları yaratır ki bu da üretici güçlerin gelişmesi üzerinde somut belli başlı etkide bulunur. Bu karşılıklı etkileşim, mekanik ve sırasına göre gerçekleşmez, tersine diyalektiktir ve nedensellik bakımından sürekli yer değiştirir. (Burada önemli olan, bu karşılıklı etkileşimin, kendisine özgü ve üretici güçlerle çelişkiye düşmüş üretim ilişkilerine sahip belirli bir toplumsal formasyonun sınırları içinde gerçekleşiyor olmasından çıkan sonuçlardır.) Üretici güçlerle işbölümü arasındaki bu karşılıklı etkileşimin en önemli sonuçlarından birisi de, gerçekleştiği sanayi dalındaki üretim tarzında çeşitli değişikliklere yol açmasıdır. Bu açıdan manifaktür dönemiyle büyük sanayinin gelişimini ele alan Marx şunları belirtmektedir:
“Sanayinin bir alanında üretim tarzındaki köklü bir değişme, diğer alanlarda da benzer değişiklikleri birlikte getirir. Bu, ilk önce, bir sürecin ayrı ayrı evreleri olmaları nedeniyle aralarında ilişki bulunmakla birlikte, her biri bağımsız bir meta imal edecek şekilde toplumsal işbölümü sonucu ayrılmış sanayi kollarında olur. Böylece, makineyle iplik eğrilmesi, dokumacılığın da makineyle yapılmasını gerektirmiş ve bunlar da, bir arada, ağartmada, basmada ve boyacılıkta, mekanik ve kimyasal devrimi zorunlu hale getirmişlerdir. Gene aynı şekilde, pamuk ipliği eğrilmesindeki devrim, tohumların liflerden ayrılması için, çırçır makinesinin bulunmasına yol açmıştır; bugünün büyük ölçüdeki pamuk üretimi, ancak bu buluşla mümkün olabilmiştir. Ama sanayinin ve tarımın üretim tarzlarındaki devrim, özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, örneğin iletişim ve ulaştırma araçlarında bir devrimi zorunlu hale getirir. Fourier’nin bir deyimiyle, ekseni, yardımcı ev sanayisi ve kent zanaatları ile birlikte küçük ölçekte tarım olan bir toplumda, iletişim ve ulaştırma araçları, manifaktür döneminin geniş toplumsal işbölümü, emek araçları ile işçilerin yoğunlaşması ve sömürge pazarları yönünden üretici gereksinmeleri için o kadar yetersizdi ki, hepsi de köklü bir değişikliğe uğradılar. Aynı şekilde, manifaktür döneminden devralınan iletişim ve ulaştırma araçları, baş döndürücü üretim hızı, üretimin ulaştığı dev boyutlar, bir üretim alanından diğerine sürekli sermaye ve işçi aktarılması, ve bütün dünya pazarları ile kurulan yeni bağlar nedeniyle, modern sanayi için çok geçmeden taşınması olanaksız ayak bağları halini almışlardı. Bu yüzden, yelkenli teknelerin yapımında uygulanan köklü değişikliklerden başka, nehir ulaşımı, demiryolları, okyanus vapurları ve telgrafların oluşturduğu bir sistemde, iletişim ve ulaştırma araçları, giderek, mekanik sanayinin üretim tarzlarına uyarlandı. Ne var ki, büyük demir kütlelerinin, şimdi artık, dövülmesi, birbirlerine kaynatılması, kesilmesi, delinmesi ve şekillenmesi için manifaktür döneminin yöntemleri tamamen yetersiz kalıyor, dev makinelerin kullanılmasını gerektiriyordu.
Bu yüzden büyük sanayi, karakteristik aracı olan makineyi ele almak ve makineyle makine yapmak zorunda kalmıştı. Ancak bundan sonradır ki, kendisine uygun teknik bir temel kurabilmiş ve kendi ayakları üzerinde durabilmiştir.”(10)
Ve büyük sanayi bu noktada durup kalmaz. Aksine: “Büyük sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla (bunlara bugün bilgisayar, dijital ve biyo-teknolojisini vs. eklemek gerekir -A.C.), yalnız, üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”(11)
Demek ki, kapitalizmde “üretimin teknik temelinde sürekli değişiklikler” yaşanır ve bu değişiklikler gerek emek-gücünün kendisinde, gerekse “emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”
Açıktır ki, eğer bütün bu değişiklikler, ortaya çıkmış olmaları itibarıyla, kapitalizmin doğasına aykırı değilse, kapitalist üretim tarzının gelişmesini belirleyen yasalara aykırı bir gelişmeye tekabül etmiyorsa, fakat buna rağmen, söz konusu gelişmelerden kapitalizmin niteliğinin değiştiği sonucu çıkartılıyorsa, (Drucker’in iddia ettiği gibi “kapitalistleri olmayan bir kapitalizm” söz konusuysa), o zaman, kanıtlanması gereken, bu gelişmelerin kapitalist üretim ilişkilerinin kendisini alt üst edip etmediğidir. “Post-kapitalist” tezlerin bu konuda ileri sürdüğü herhangi ciddi bir kanıt var mıdır? Bir kelimeyle söylersek, yoktur!
Marx Kapital’in 3. Cildinde, burjuva iktisadının, kapitalizmdeki emek-sürecini, soyut ele aldığını, yani “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi” olduğunu reddettiğini vurgular. Burjuva iktisadının buradaki yanlışı, verili toplumsal üretim sürecini basit emek-süreciyle karıştırması, birbirleriyle özdeşleştirmesidir. Oysa “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder.”(12) Bu nokta, emek-sürecindeki değişikliklere, kendi başına yeni bir toplumu yaratma kudreti veren görüşlerin eleştiri açısından tayin edici önemdedir, çünkü bu görüşler, mevcut emek-sürecinin kapitalist üretim ilişkilerine tekabül eden özelliğini, ya da daha doğrusu bu ilişkiler tarafından nihayetinde koşullandırıldığını reddetmektedirler. Bu ilişkinin reddinin insanı ne tür saçmalıklara sürükleyebileceğinin belki de en çarpıcı örneğini, teknoloji fetişizmine tekabül eden burjuva teorileri sunmaktadır. Bu teorisyenlere göre, sınaî ve teknolojik gelişme kapitalist üretim tarzından ve sınıflardan tümüyle bağımsız olup toplumsal gelişmenin asıl motor güçleridir. Bu takımın bütün hokkabazlıkları aslında şundan ibarettir: Gerek teknoloji, gerekse bu teknolojinin uygulandığı emek-süreci soyut olarak ele alınmakta. Teknolojinin kapitalist uygulanışı reddedildiğinden ötürü, başta bilgisayar olmak üzere son teknolojik buluşlar ve genel olarak teknoloji, mevcut toplumsal ilişkileri altüst eden özgün ve özerk bir üretici güç olarak görünmektedir. Denilebilir ki, bu burjuva teorilerinin, özünde, işçilerin içine sürüklendiği sefaletin ve işsizliğin sorumlusu olarak yerlerini alan makineleri gören Ludist harekete egemen olan düşüncelerden bir farkı yoktur. Aslında bu zat-ı muhteremler, bugünün modern proletaryasının karşısına, işçi sınıfını, emekleme zamanında bir süre etkilemiş görüşlerle çıkmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar (işçiler teknolojide yıkıcılığı görürken, bunlar her türlü ilerlemenin kaynağını görmektedirler, aralarındaki fark bundan ibarettir).
Öte yandan teknoloji konusunda sürekli göz ardı edilen diğer bir husus da, kapitalizmde, teknolojik yeniliklerin üretim sürecine somut uyarlanışının sınırsız olamayacağı olgusudur. “Salt ürünü ucuzlatmak amacıyla makine kullanılması, makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla yerini aldığı emekten daha az olması gerekir ilkesiyle sınırlandırılmıştır. Kapitalist için bu tür kullanım daha da sınırlıdır. Kapitalist, emeğin karşılığını ödeyeceği yerde, yalnızca kullanılan emek-gücünün karşılığını ödemektedir; bunun için de, makineyi bu amaçla kullanmasının sınırı, makinenin değeriyle, makinenin yerine geçtiği emek-gücünün değeri arasındaki fark tarafından saptanmıştır.”(13) Teknolojinin kendi başına sunduğu ya da potansiyel olarak sunma aşamasında olduğu teknik olanaklar ile somut uygulanışı arasında kapitalizmde bu nedenle her zaman bir uçurum vardır. Kapitalizmin tekelci aşamasında ise, bu uçurum, tekel olgusuyla birlikte, daha da büyümüştür. Örneğin İngiliz mali-sermayesi üzerine yayınladığımız araştırmada, kişisel birliklerin anlatıldığı bölümdeki verileri dikkatlice inceleyen okur, otomobil tekelleriyle petrol tekellerinin nasıl iç içe geçtiğini fark etmiştir. Bu ilişkinin amacı ve niteliği karşısında, çevreye hiçbir zararı olmayan yakıtla çalışan ya da petrol tüketimi 100 kilometrede 1 veya 2 litreyi aşmayan otomobillerin bugün teknik olarak üretilebilir olmasına karşın, üretilmemesinin nedeni bir sır olmasa gerek!
Özelde emek-sürecinde, genelde üretim sürecinde kapitalizmin tarihi boyunca ve bugün de yaşanan değişikliklere (yeni iş-kolları, yeni meslek türleri), geliştirilen yeni örgütlenme biçim ve modellerine (“Taylorizm”, “Fordizm”, “Post-fordizm”, “esnek çalışma” vb.) gelince. Bilindiği gibi, kapitalizmde emek-süreci, bir bütün olarak değer ve artı-değerin yaratıldığı süreçtir. Emek-sürecinin teknik temelinde ve örgütlenme şeklinde ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, eğer bütün bunlar; emek-sürecinin somut tarihsel biçimini, yani bu durumda, sermayenin değerini yaratma ve artırma sürecine tabi olma niteliğini (ki, bu süreç, aynı zamanda emeğin sermayeye tabi kılındığı süreç olduğundan, sınıflar-arası ilişkilerin de yeniden üretildiği süreçtir) değiştirmiyorsa, kapitalist üretim tarzının özü açısından hiçbir değişikliği ifade etmiyorlar demektir. “Post-kapitalist” yazarlar, söz konusu yeni örgütlenme biçim ve modelleriyle ilgili ne tür iddialarda bulunurlarsa bulunsunlar, bütün bunların asıl işlevinin artı-değer sömürüsünü artırmak ve sermayenin emek üzerindeki hâkimiyetini perçinlemek olduğu gerçeği ortadan kaldırılamaz. Her şey bir yana, bu tür modellerle karşı karşıya kalan işçiler; çok kasa bir sürede, bu uygulamaların gerçek işlevinin ne olduğunu (artı-değer sömürüsünün artırılması, işçiler-arası rekabetin kışkırtılması, örgütlenme eğiliminin etkisiz kılınması, işçinin yaşantısının kapitalist üretimin konjonktürel dalgalanmalarına doğrudan bağlanması vb.), yol açtığı tahribatlarıyla birlikte, pratik çalışma hayatlarında günbegün görmektedirler. Bu nedenledir ki, bu tür uygulamaların birçoğu, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin seyrine göre değişkenlik gösteren konjonktürel uygulamalardır.
Bu tür model ve uygulamalara, “kapitalizm ötesi” bir topluma geçişin temelleri olarak anlam yüklenmesiyle ilgili ise, sorunun ayrıca şu yanını vurgulamak gerekir: Bu alandaki gelişmeler, kapitalistlerin keyfi icatları değildir şüphesiz. Bunlar, bir yönüyle de, mevcut üretim ilişkileriyle -bu kapitalist ilişkiye rağmen gelişmeye devam eden- üretici güçler arasındaki uzlaşmaz çelişkinin kaynaklık ettiği sorunlara getirilen kapitalist “çözümler”dir.
Nitekim üretim sürecinde gerçekleşen her yeni örgütlenmenin gerisinde, (üretimin teknik temelindeki gelişmenin sağladığı yeni olanakların yanı sıra) esasında, mevcut üretim ilişkilerinin karakterinden ileri gelen sınırlılıkları muhafaza etme ve (bunlarla çelişen) üretici güçlerin mevcut düzeyini kendi karakterine hizmet eder bir biçime sokma çabası yatmaktadır. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişki, üretim ilişkilerinin her defasında üretici güçleri bu verili ilişkinin niteliğine daha uygun bir örgütlenmeye zorlayan bir rol oynamasını engellemez, tersine şart koşar. Emek-süreci ve sermayenin değerini büyütme süreci, kısaca bir bütün olarak kapitalist üretim süreci, sadece kapitalist üretim ilişkilerini her defasında yeniden üretmez, aynı zamanda, bunu yaptığı ölçüde, üretim sürecinin kendisinin, yeniden, üretim ilişkilerinin niteliğine uygun bir biçim ve sekile sokulmasının ihtiyacını ya da zorunluluğunu yeniden üretir. Görüldüğü gibi, kapitalizmin tarihi, burada karşımıza, aynı zamanda, burjuvazinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerle olan çelişkisine her defasında yeni biçimler verme tarihi olarak çıkmaktadır. Kuşkusuz, burjuvazi böylelikle bu uzlaşmaz çelişkiyi ortadan kaldırmış olmamaktadır. Tersine: O bunu (yeni biçimler vermeyi) ‘başardıkça’, süreklilik arz eden bu uzlaşmaz çelişkiyi, bu sefer daha geniş bir düzlemde, esasında daha da keskinleştirmektedir. Şöyle de denilebilir; burjuvazi, göreceli başarılarıyla mutlak başarısızlığının koşullarını olgunlaştırmaktadır.
Bütün bu belirttiklerimizle kuşkusuz, emek-araçları, emek-güçleri ve emek-süre-cinde ve dolayısıyla genel olarak üretim sürecinde ortaya çıkmış bulunan ve çıkmakta olan değişikliklerin hiçbir öneminin bulunmadığını söylemiyoruz. Aksine, buradaki değişiklikler, her şey bir yana, tarihsel görevi kapitalizmi yıkmak ve sınıfsız toplumu kurmak olan işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesi açısından önem arz eden değişikliklerdir.(Yazımızın konusu, bu değişikliklerden sınıf mücadelesi açısından çıkarılması gereken sonuçların irdelenmesi olmadığından sorunun bu yönüne değinmiyoruz; yoksa bu anlamda üzerinde durulmasında fayda olan hususlar yok değil. Örneğin; tekel olgusunun ve yanı sıra ulaşım ve iletişim araçlarındaki hızlı gelişmenin, sermayenin dolaşım giderlerini azaltması ve genel olarak sermayenin devri zamanını kısaltması itibarıyla, sermaye sınıfına sunduğu çeşitli yeni olanaklar veya iletişim ve bilgi teknolojisinin, işçi sınıfının özellikle kültürel bakımdan köleleştirilmesinde tekelci burjuvaziye verdiği yeni imkânlar. Tersinden ise, bu teknolojinin işçi sınıfının uluslararası mücadelesine sunabileceği olanaklar. Ya da bilgisayar teknolojisinin, toplumsal üretimi ihtiyacına göre düzenleyen sosyalist topluma bunu planlamada sunduğu olanaklar ve tasarruf edilen emek-gücünün daha verimli kullanılmasının yeni olanaklarının böylece doğması veya üretimin teknik temelinde bugün kaydedilen gelişmelerin, sosyalist bir topluma kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiyi aşmak için sunduğu yeni olanaklar, vs, vs.) Ancak, şunu savunmaya devam ediyoruz: Bu değişiklikler, ne emek-sürecinin, ne de üretim sürecinin kapitalist karakterini değiştirmektedir; dünya ölçeğinde gerçekleşen kapitalist üretimin dün olduğu gibi bugün de amacı, değer ve artı-değer üretimidir (daha doğrusu, tekelci kapitalizm döneminde azami kâr elde etme dürtüşüdür). Ve dün olduğu gibi bugün de, sermaye bu nitelikli üretimi örgütledikçe ve sürdürdükçe kendi karşıtı ve mezar kazıcısı olan proletaryayı da üretmekte, nicel ve nitel olarak geliştirmektedir.
İster emek gücünün nitelikleri, ister emek araçlarının değişimi, isterse de mesleki yapıdaki değişiklikler olsun, “Post-kapitalist” tezlerin genel karakteristiği, belli başlı nesnel gelişme ve değişiklikleri (örneğin bilgisayar teknolojisi, ya da bilgisayar programcılığı gibi), bir yandan soyut, kendinden menkul ele alması, diğer yandan ise toplumsal ve tarihsel boyutlarını ideolojik bir amaçla çarpıtması ya da en azından abartılı yorumlamasıdır. Bütün bunlar kapitalizmi kutsayan bir ruhla yapıldığından, Marksizm’in büyük sanayinin bilimsel tahliline dayanarak saptadığı pek çok şey bugün yeni bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Çarpıcı olduğundan burada “Post-kapitalist” tezlerde söz konusu edilen “işlevsel esneklik” örneği verilebilir.
“Teknolojik gelişme gerçekleştikçe, ‘işlevsel esnekliğin’ işletme düzeyinde sağlanması başlıca iki boyuttaki düzenlemelerle sağlanmaktadır. Bunlardan ilki, mesleki bileşim ve becerilerin değiştirilmesi; ikincisi de işlerin beceriye ilişkin içeriğinin ve çalışmanın organizasyonun değiştirilmesidir. Her ikisi de meslek ve iş yapılarının daha becerili, daha çok yönlü kılınmasını hedeflemektedir. Teknolojinin genel etkisi beceri düzeyinin artırılması yönündedir. Örneğin Volvo otomobil fabrikasında, eskiden var o-lan beş iş kategorisi tek bir kategoride birleştirilmiştir ve bugün, bütün işçilerin bu sonuncu işin uzmanı olması beklentisi hâkimdir. Bu durum emek gücüne ‘esneklik’ kazandırmakta ve onların birimler arasındaki rotasyonunu daha olanaklı kılmaktadır. Birimler arasındaki rotasyon ise, daha baştan belirtildiği gibi, ‘işlevsel esnekliği’ geliştirici ve kurumsallaştırıcı bir işlev görmektedir.”(14)
Üretimde bilgisayar teknolojisinin kullanılmasıyla birlikte emek gücünün niteliklerinde temelli değişikliklerden biri olarak örnek gösterilen “bilgi işçileri”ni (örneğin teknisyenler, bilgisayar programcıları, uzmanlar vb.) bir tarafa bıraktığımızda (çünkü bunlar çok küçük bir azınlığı teşkil ettikleri gibi, emeğin genel olarak zamanla vasıfsızlaşması sürecinin de dışında değildirler), kapitalist üretimde yer alan emek-gücünün ezici çoğunluğu açısından, yani işçiler açısından bu süreç iki yönlü işlemektedir: Bir yandan makineli üretimin kaçınılmaz sonucu olarak emeğin “niteliksizleşmesi”, türdeşleşmesi, “özel ustalığın” ortadan kalkması, diğer yandan üretimin teknik temeli geliştikçe çok yönlü eğitilmiş emeğe olan gereksinimin artması. Marx bu diyalektik süreci şöyle açıklamaktadır:
“… Büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, emekte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; emek araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; emek-gücünü har vurup harman savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim tarzını, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.
Bu devrimi gerçekleştirmeye doğru kendiliğinden atılmış bir adım, teknik ve tarım okulları ile ‘mesleki öğrenim okulların’ kurulmasıdır; buralarda işçi çocuklarına biraz teknoloji bilgisi ile çeşitli emek araçlarının nasıl kullanılacağı öğretilir.”(15)
Bu sürecin önemi nereden ileri gelmektedir? Birincisi; ne tür teknolojik yenilenme olursa olsun, teknoloji, “Post-kapitalizm”in çeşitli teorisyenlerinin savunduklarının aksine, hiçbir zaman “tüm diğer toplumsal ilişki biçimlerini belirleyen kendinden menkul bir güç” değildir. İkincisi; teknolojik yenilenmelerle birlikte emek-sürecinde gerçekleşen değişiklikler, bu teknolojinin kapitalist uygulanışını (artı-değer sömürüsünü artırma) ortadan kaldırmamaktadır. Ve üçüncüsü; işçiyi ‘parça-insan’ haline getiren kapitalist işbölümünün ortadan kalkması, Engels’in de belirttiği gibi, artık “büyük sanayi ile”, “üretimin kendisinin koşulu durumuna gelmiştir.”(16) Bundan dolayıdır ki, bilgisayar teknolojisinin üretimde kullanılması, ana gövdesini “bilgi işçileri”nin oluşturduğu ‘daha ileri bir zanaatçılığa geçiş’ten çok (bu, iddia edilen boyutlarda olmasa da, söz konusudur, ama belirtilen nedenlerle geçicidir), esas olarak proleterlerin yukarıda sözü edilen niteliklerinin gelişmesini daha da kolaylaştırıp hızlandırmaktadır.
Demek ki, her ne kadar teknolojik yenilenmeyle birlikte her defasında yeni meslek türleri ortaya çıksa da, söz konusu süreç, (bunun geçici olmasının kaçınılmaz oluşu gerçeğinin yanı sıra, çünkü makineleşme ilerledikçe o zamana kadarki her nitelikli emek-gücü de süreç içinde ‘vasıfsızlaşmakta’dır) -bu sürecin gelişme doğrultusuna bir bütün olarak bakıldığında- aslında proletaryanın niteliksel gelişimini daha da pekiştirdiğini göstermektedir. Bu, şüphesiz, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin tümden ortadan kalkması değildir (kapitalist işbölümü bu çelişkiyi her defasında yeniden ürettiğinden, kapitalizmde bu mümkün değildir). Ancak, kapitalist işbölümünü ortadan kaldıracak sosyalist toplum için, bu çelişkiyi aşmanın bir o kadar kolay olacağı anlamını taşımaktadır.
Kısacası; “Post-kapitalist” tezler, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerini, ortaya çıkış biçimlerinden ayırt etmemekte, tersine, ortaya çıkış biçimlerindeki değişiklikleri, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerinin ortadan kalkmasının kanıtı olarak sunmaktadır. Bu yöntemi etkili kılan özellik şudur ki, bir yandan herkesçe görülebilen olgulara dayanılmakta (çünkü süreklilik arz eden biçimlerdeki değişim nesnel bir gerçekliktir), diğer yandan bu “nesnellik” sayesinde, bu nesnelliğin kaynağı ortadan kaldırılmaktadır. Başka bir deyişle, çelişkinin kendisini ifade ediş biçimi, çelişkinin kendisinin inkârına dayanak yapılmakta! Gelgelelim, değişim sürekli olduğundan, bir süre kendisine dayanak yaptığı biçimlerdeki değişim, bir adım ötesinde ayaklarının altındaki toprağın kaymasına neden olabilmektedir. İşte bu nedenledir ki, özellikle işçi hareketinin dibe vurduğu koşullarda ‘sınıf çıkarma dayalı kitle hareketleri ve mücadeleleri artık geride kalmıştır’ derken, bir anlık, sanki tartışmasız bir gerçeği dile getiriyormuş gibi görünür (görünür diyoruz, çünkü sınıflar var oldukça aralarındaki mücadele de hiçbir zaman ortadan kalkmaz), ama hemen ertesinde, bugünlerde Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, kapitalist toplumdaki en örgütsüz kesimi teşkil eden işsizlerin örgütlü mücadele hareketi karşısında şaşkın ördek gibi bakıp durur!
“HİZMET SEKTÖRÜ”NÜN BÜYÜMESİ
“Post-kapitalist” tezlerde, işçi sınıfının eridiği ve devrimci sınıfsal özelliklerini yitirdiğine dair ileri sürülen en güçlü argümanlardan birisi, ileri kapitalist ülkelerdeki “hizmet sektörü”nün büyümesidir.
“Genel olarak üzerinde görüş birliği olan konu bütün sektörler içinde maddi mal üretimine yönelik sektörlerin oranının azalmasına karşılık, hizmet sektörlerinin oranının artışıdır. Braverman’ın verdiği rakamlara göre, maddi mal üretiminde yer alan emek-gücünün oranı 1920 yılında % 46,6 iken, 1970yılında % 33’e inmiştir. Aynı düşme tarım sektörü için de geçerlidir. Tarımdaki emek gücünün oranı 1880’de % 50 iken, 1970 yılında yalnızca % 4 kalmıştır, Bu rakamlar ABD’ye aittir.”
“Hizmet sektörü ‘tüketici hizmetleri’ni, ‘sosyal hizmetler’ ve ‘iş hizmetleri’ni içermektedir. Kısaca bütün sağlık, eğitim, finans, bankacılık, ticaret, reklâm sektörleri bu grupta yer almaktadır.”(17)
“Post-kapitalist” teorisyenler buradan şu sonuca ulaşıyorlar: Maddi mal üretiminin gerçekleştiği sektörler küçülmekte. Dolayısıyla, küçülen bu sektörlerle birlikte, işçi sınıfı da erimektedir! (Ve tabii bu arada da burjuva ekonomi tarihçilerinin 40’lı yıllardan beri kapitalizmin üç aşamalı gelişmeyi -tarım ekonomisinden sanayiye, sanayiden hizmete; bazılarına göre de hizmetten bilgi toplumuna- tamamlayacağına dönük öngörüleri de gerçekleşmiş oluyor!)
Öncelikle şunu vurgulayalım ki, emperyalist ülkelerde maddi mal üretiminde çalışanların sayısının göreceli olarak azalması olgusu, iddia edildiği gibi yeni bir olgu değildir, tersine, bu gelişmeye Lenin 80 yıl öncesinde dikkat çekmiştir. “Emperyalizm” ile ilgili çalışmasında, İngiltere’den verdiği somut rakamlara dayanarak, “üretimle uğraşanların sayısında azalma” olduğunu tespit eden Lenin, bu olguyu, emperyalist kapitalizme özgü asalaklığın ve çürümenin bir göstergesi olarak tahlil etmiştir.(18)
Şu bir gerçektir: Emperyalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısı (genel olarak işçilerin değil), özellikle son 15–20 yıldır, mutlak ve oran olarak azalmaktadır. Örneğin The Economist’e (Britain in Figures,1997) göre, İngiltere’de imalat sanayisinde çalışanların sayısı azalmaktadır: 1900 yılında (nüfus 38 milyon 240 bin) imalat sanayisinde toplam 5 milyon 990 bin kişi çalışırken, bu rakam 1955 yılında (nüfus 50 milyon 230 bin) 9 milyon 222 bine çıkar. 1970’de (nüfus 55 milyon 930 bin) 8 milyon 342 bine düşer. 1985’de (nüfus 56 milyon 350 bin) 5 milyon 365 bine geriler. 1995’de ise (nüfus 58 milyon 500 bin) 3 milyon 863 bin olarak hesaplanır. Sınaî ürünleri ihracatıyla ünlü Almanya’da bile imalat sanayisinde çalışan işçilerin sayısı gerilemektedir. Örneğin imalat sanayisinde ücretli ya da maaşlı çalışanların sayısı 1950’de yaklaşık 5 milyondu (bunun 4,16 milyonu işçiydi). Bu sayı 1970 yılına kadar -6,5 milyonu işçi olmak üzere- 8,6 milyona yükselir. Bundan sonra düşmeye başlar: 1993’de 4,3 milyonu işçi olmak üzere 6,7 milyona geriler. Mart 1997’de ise sadece 5,6 milyon kişiyi kapsar, bunun yaklaşık 3,7 milyonu sanayi işçisidir.(19)
Fakat hemen belirtelim ki, bu gerileme, gerçekte, aktarılan rakamlarda dile geldiği kadar değildir. Zira çeşitli uygulamalar, durumu olduğundan daha farklı yansıtmaktadır. Örneğin son yıllarda şoför, dış servis elemanı ya da dağıtıcı olarak kendi adına bir büyük şirkete çalışanların (“serbest çalışanlar” kategorisi) sayısındaki artış, burada o sanayi işletmedeki işçilerin sayısında bir “düşüşe” tekabül ediyor. Üretimdeki konumunda fiiliyatta hiçbir değişiklik olmaksızın işçi statüsünden çıkarılanların bir diğer örneğini ise, çeşitli işkollarında faaliyet gösteren taşeron firmalarının çalışanları teşkil etmektedir. Kısacası, sanayi dalında çalışan işçi sayısı çeşitli istatistiklerde yansıtıldığı boyutlarda olmasa da düşmektedir. Nitekim Federal Almanya Çalışma Bakanlığının 1997 istatistik elkitabında yayınladığı verilere göre, üretken sektörde çalışanların sayısı 1960 yılında 12 milyon 506 bindir. 1970’de ise 13 milyon 24 bindir. 1980’de 11 milyon 600 bine düşer. 1990’da 11 milyon 51 bine geriler. Almanya’nın birleşmesinin ardından 14 milyon 207 bine çıkar, ardından yeniden düşmeye başlar. 1996’da ise, 11 milyon 691 bini geçmez.
Konunun, büyüyen “hizmet sektörü”nün proletaryanın ileri kapitalist ülkelerde genel olarak eridiğinin bir göstergesi olarak ele alındığı göz önünde bulundurulduğunda, faal sanayi işçilerinin sayısındaki bu azalma, genel olarak bu ülkelerdeki proletaryanın sayısının azaldığı anlamında yorumlanamaz mı? Şüphesiz ki, hayır! Zira çalışmakta olan sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısının mutlak anlamda azaldığı anlamına gelmemektedir.
Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, “Post-kapitalist” teorisyenler, tekelci kapitalizmin çeşitli eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı dönemsel görüntüleri mutlak olarak ele almaktadırlar. Fakat gelişmelere birbirinden kopuk ve mutlak değil de, birbirleriyle ilişkili ve hareket halinde bakıldığında şu gerçek görülecektir: Son 15–20 yılda emperyalist ülkelerde bu konuda göze çarpan en önemli gelişmelerden birisi, bu dönemin, ileri kapitalist ülkelerin sermaye ihracında ve dış ülkelerdeki doğrudan yatırımlarında olağanüstü bir büyümenin yaşandığı bir dönem olmasıdır. Bu büyümenin, kaçınılmaz olarak, emperyalist ülkelerdeki gelişmeyi “bir parça durdurma eğilimi” taşıdığı son derece açıktır. Açıktır ki, sermaye ihracı ve doğrudan yabancı yatırımlardaki gelişmeler; başta dünya pazarındaki konjonktürel gelişmeler olmak üzere, emperyalistler arası rekabet, emek ile sermaye arasındaki mücadele gibi pek çok uluslararası gelişmelere bağlı olarak yön ve alan değiştiren gelişmelerdir. Görüldüğü gibi, ‘uluslararasılaşma’ ve ‘globalizm’i diline dolayan “Post-kapitalist” teorisyenler, iş kendi kof teorilerine dayanak bulmaya gelince, rahatlıkla ileri kapitalist ülkeleri dünya pazarından soyutlayabilmektedirler. Oysa gerek emperyalizm çağında olmamız nedeniyle olsun, gerekse de sermayenin uluslararasılaşmasında bugün varılan nokta olsun, bugün, hiçbir gelişme ve olgu dünya ölçeğinde ele alınmadan açıklanamaz.
Öte yandan, yakından bakıldığında sözü edilen ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüşün gerisinde duran en önemli olgunun, emperyalist ülkelerdeki -artış hızını bugüne dek genelde yitirmeyen- kronik işsizlik olduğu görülür (işsizliğin ise, bir yandan esas olarak sermayenin organik bileşiminin büyümesi ve dolayısıyla üretkenliğin artışıyla, diğer yandan ise yukarıda belirtilen nedenlerle belli başlı işletmelerin yurtdışına kaydırılmasıyla bir ilgisi olduğunu belirtmeye gerek yok). Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaklaşık 20 milyon insan işsizdir. Ye bu 20 milyonun ezici çoğunluğu işçidir; işçilerin arasında da sanayi işçileri başı çekmektedir. (Örneğin Almanya’da İş ve İşçi Bulma Kurumu bugün işsizlerin üçte ikisini işçi kategorisinde değerlendirmektedir. Bu kuruma göre, B. Almanya’da 1975’de yüzde 6 olan işçiler arasındaki işsizlik oranı 1994’de yüzde 13,6’ya fırlamıştır. Kaldı ki, başka sınıf ve ara tabakalardan işsizlerin de önemli bir kısmı, çoğu kez yeniden iş bulamadıklarından, işsiz proleterlere dönüşmektedirler.) Peki, işsizler ordusu, proletarya ordusuna dâhil değil midir? Açıktır ki, dâhildir; Marx işçi sınıfından söz ederken, faal ve yedek sanayi ordusunu sürekli birlikte ele almıştır.
Demek ki, kronik işsizlik olgusu, Lenin’in tekelci kapitalizminin rantiye-asalak karakterine dönük tespitinin bugün çok daha somut biçimler kazandığının bir ifadesidir. Milyonlarca üretici gücü sürekli üretimden uzaklaştırmak zorunda kalan, bir metal sendikacısının da belirttiği gibi, ‘ömür boyu çalışmama cezası’na çarptıran bir toplumsal sistemin çürüdüğüne dair başka bir kanıt göstermeye gerek var mıdır?
“Hizmet sektörü”ndeki büyümeye gelince. Bu sektördeki büyüme de, işçi sınıfının mutlak sayısının azaldığı anlamına gelmemektedir. Zira bize göre, sermaye, bu sektörde de önemli bir kitlesi objektif olarak işçi sınıfına dâhil olan milyonlarca yeni ücretli işçileri yaratmaktadır.
Burada sorunun iki yönü üzerinde durmak gerekir. Birincisi, “hizmet sektörü” olarak adlandırılan işkolunun bu denli gelişmesinin, kapitalizme egemen olan toplumsal işbölümünün bir yerde ‘doğal’ evriminin bir sonucu olmasıdır. İkincisi ise, kapitalist toplumda ortaya çıkmış ve paranın sermaye olarak yatırıldığı bir işkolundaki ilişkilerin bu nedenle başkalaşmış olmasının işçi sınıfının bileşimi açısından taşıdığı anlamın doğru kavranmasıdır.
Birinci noktaya ilişkin: Emperyalist ülkelerde “hizmet sektörü” diye tanımlanan sektörün büyümesinde rol oynayan önemli etkenlerden birisi, şüphesiz, tekelci kapitalizme has olan asalaklık ve çürüme eğilimidir. Ancak, bununla bağlantılı olmakla birlikte, sorunun bir de şu yönü vardır ki, bu büyüme; sermayenin uluslararasılaşmasında kaydedilen gelişme sonucu bugün düne göre çok daha sıkı dünya pazarına endekslenen toplumsal işbölümünün (bunu, uluslararası işbölümüyle toplumsal işbölümünün bir yere kadar iç içe geçmesi olarak da ifade edebiliriz), üretimin teknik temelindeki gelişmelerle birlikte, düne göre daha çok ayrıntılaşıp derinleştiğinin bir ifadesidir aynı zamanda. (Belirtelim ki, kapitalizmin ve emperyalizmin uluslararası işbölümünün karakteri hiçbir dönem değişmedi. Değişen, her defasında, bu işbölümünün biçimidir. Ancak, biçimdeki değişiklikler, kapitalizmin uluslararasılaşması ve dolayısıyla proletarya ordusunun gelişmesi açısından çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Örneğin “yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı hali” biçimindeki şekillenmesi büyük değişime uğramış, “yeryüzünün öteki bölümü” de giderek “sanayi alanı haline” gelmiştir. Örneğin Hindistan bugün bölgesinin en büyük bilgisayar üreticisi konumundadır. Bu üretimde yatırılan sermayenin esas olarak Hindistan işbirlikçi burjuvazisine ait olmaması, emperyalist ülke tekellerinin sermayesine dayanması, Hindistan’ın uluslararası işbölümündeki konumunu değiştirmemektedir.)
Tekelci kapitalizmdeki işbölümünün özünün kavranması için, üretimdeki tekel olgusu ile üretimin teknik temelindeki gelişmelerin yol açtığı değişiklikler dikkate alınmalıdır. Nitekim üretimden tümüyle ayrı gösterilen “hizmet sektörü”ne yakından bakıldığında, bu sektörde ortaya çıkan pek çok işletme ve çalışma türlerinin esasında üretim sektörüne, hatta imalat sanayisine bağlı olduğunu, varlığını buraya dayandırdığı görülecektir. Örneğin ileri kapitalist ülkelerdeki birçok otomobil tekelinin -ya doğrudan kendi şirketi adına ya da başka bir şirket adı altında-, burjuva istatistiğinde “hizmet sektörü”ne dâhil edilen “pazarlama”, “finans” ve “servis” hizmetleri götüren şirketleri bulunmaktadır. Ya da elektrik tekellerinin, “enerji danışmanlığı” yapan ayrı şirketleri vardır. İnşaat şirketlerinin finansman kolları bulunmaktadır. Temizlik bile (özel temizlik şirketleri aracılığıyla) başta sanayide olmak üzere sermaye ile emek-gücü arasında bir sömürü ilişkisinin kurulduğu özgün bir iş alanı haline gelmektedir. Örnekler çoğaltılabilir; ancak şurası açık olmalıdır ki, “hizmet” ayrı bir işkolu haline gelir gelmez, salt “bir kullanım-değerinin yararlı etkisi” olmaktan çıkmıştır ve bu başkalaşma süreci geliştikçe daha çok doğrudan üretime ve sanayiye bağlanmaktadır.
Demek ki, “hizmet sektörü”nün bir işkolu haline gelmesi ve dolayısıyla sermaye ilişkisinin egemen halé gelmesi; işçi sınıfının erimesi bir yana, o zamana kadar işçi sınıfına dahil olmayan pek çok emekçiyi de proleterleşme sürecine sokmakta, modern proletaryaya daha da yaklaştırmaktadır. Dolayısıyla, “hizmet sektöründeki büyümenin sınıf sorunu açısından taşıdığı anlam, yakın zamana kadar “işçi sınıfı meslekleri” sayılmayan mesleklerin de “işçi sınıfı meslekleri” olmasıdır. İleri kapitalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısal olarak azaldığı anlamına gelmemekte; olsa olsa -belirtilen nedenlerle- işçi ‘tipleri’nin çeşitlerinin arttığını göstermektedir. En sonu, işçi sınıfının artı-değeri yaratan sınıf olarak özelliğinde de bir sınırlama değil, aksine bir genişleme yaşanmaktadır.
Büyüyen “hizmet sektörü”, ne maddi mal üretiminin anlamsızlaşıp yerini “hizmet” ya da “bilgi” üretiminin aldığının bir ifadesidir, ne de geleceğin “hizmet” ya da “bilgi toplumu” olduğunun bir göstergesidir; aksine “hizmet sektörü”nün büyümesi, bir yandan tekelci kapitalizmdeki tekel olgusunun temelini oluşturduğu asalaklık ve çürümenin dolayımsız bir yansıması, diğer yandan ise özellikle 50-60’lı yıllarda sanayinin üretim tarzındaki “teknik devrimi”nin işbölümü ölçeğinde yol açtığı değişikliklerin bir sonucudur.
Nereden bakılırsa bakılsın, “Post-kapitalist” tezlerin kapitalizmin çeşitli eğilimleriyle ilgili ileri sürdükleri iddialarının aksine, proleterleşme süreci, öncesinden daha geniş emekçileri kapsayarak ilerliyor. Modern proletaryaya bağlanan emekçi kitlelerin proletarya ile birlikte mücadele ve örgütlenme olanakları genişliyor.
Bütün bunlar ise, kapitalizmin mezar kazıcısı modern proletaryanın toplumsal konumunu, zayıflatmak şöyle dursun, daha da güçlendiriyor.
İŞÇİ SINIFI ORDUSU KÜÇÜLMÜYOR, AKSİNE BÜYÜYOR
Kapitalizmi kutsayan tüm burjuva tezleri, bu sömürü sistemin mezar kazıcısı proletaryanın bugün düne göre hem nicel ve hem de nitel bakımdan daha da geliştiğini aslında istemeyerek de olsa itiraf etmektedirler. Zira uluslararası sermayenin gelişmesi, dünyanın en ücra köşelerine kadar, akla gelebilecek her türlü ekonomik-politik-ulusal engeli aşarak ya da en azından etkisiz hale getirmeye çalışarak sömürü ağını örmesi demek, ücretli emek ordularının yaratılması demektir.
Marx ve Engels bu konuda “Komünist Manifestoca şu bilimsel görüşü ileri sürdüler:
“Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişirse, ancak iş buldukları sürece yaşayan ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulan proletarya da, yani modern işçi sınıfı da o oranda gelişiyor.”(20)
Burjuvazi-proletarya ilişkisiyle ilgili benzer şeyi Marx, “Ücretli Emek ve Sermaye” adlı çalışmasında da yineler:
“Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O halde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması, yani işçi sınıfının artması demektir.”(21)
Kapital’in 1. cildinde ise bu konuyu şöyle açıklar:
“Ücretli işçi sınıfının, şu ya da bu derecede uygun koşullar altında yaşamını sürdürmesi ve çoğalmaya devam etmesi, kapitalist üretimin temel niteliğini hiç bir şekilde değiştirmez. Tıpkı basit yeniden-üretimin, sermaye-ilişkisinin kendisini, yani bir yandan kapitalistlerin, öte yandan ücretli işçilerin ilişkilerini, sürekli olarak yeniden-üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden-üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, öteki kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir. Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız, bulunan, sermayeye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden-üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir.”(22)
Şimdi bu tezin, bütün “Post-kapitalist” iddialara rağmen, tartışmasız bir gerçeği dile getirdiğini ortaya koyan somut verilerin incelemesine geçebiliriz.
Dünya Bankası’nın (DB) “1995 Dünya Gelişme Raporu”na göre, çalışanların sayısı dünya ölçeğinde özellikle son otuz yıl içinde hızlı bir gelişme kaydetti. 1995 yılında dünya işgücü potansiyelini meydana getiren 15 ila 64 yaş arasındaki kadın ve erkeklerin sayısı 2,5 milyar olarak tahmin ediliyor. Bu sayı, 1965 yılıyla (yaklaşık 1,4 milyar) kıyaslandığında yaklaşık iki misli bir artışa tekabül ediyor. DB’nin esas aldığı tahminlere göre, dünya ölçeğindeki işgücü sayısı 2025 yılına kadar 1,2 milyar artarak, 3 milyar 656 milyonu bulacaktır.
1965 ile kıyaslandığında göze çarpan diğer önemli bir fark da, işgücü arzındaki artışın coğrafi dağılımındaki değişikliklerdir. Nitekim işgücü arzındaki artış 1965 ile 1995 arasında “yüksek gelirli ülkeler”de yüzde 40 oranındayken, Güney Asya’da yüzde 93 ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise yüzde 176 oranındadır.
Ve yine işgücü sayısında 2025 yılma kadar tahmin edilen artışın (1,2 milyar) yüzde 99’nun (!) “düşük ve orta gelirli ülkeler”de (yani emperyalist veya ileri kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelerde) gerçekleşeceğinden yola çıkılmaktadır.
19. yüzyılın sonlarında dünya proletaryasını meydana getiren işçi sayısının 80 milyon civarında olduğu göz önünde tutulursa, tek başına bu genel rakamların bile, dünya proletarya ordusunun, kof burjuva demagojilerinin aksine, hem nicel ve hem nitel olarak hızla geliştiğini kanıtlamaktadır. Aynı şekilde, yüzyılımızın başında dünya proletaryasının önemli kısmı Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yoğunlaşırken, bugün bu devrimci ordunun ezici çoğunluğu Latin Amerika, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da toplanmaktadır. Uluslararası İşçi Hareketi Enstitüsü tarafından 1986 yılında Moskova’da yayınlanan “Günümüz dünyasında işçi sınıfı (istatistik veriler)” adlı belgeye göre, yüzyılın başından 80’li yılların ortalarına kadar ‘dünya işçi sınıfının mevcudu sekiz kattan fazla artmıştır, oysa aynı sürede dünya nüfusu sadece üç kat artmıştır.’ DB’nin verileri, dünya işçi sınıfının hem mutlak ve hem de dünya nüfusuna oranla sayısal artış hızının 80’li yıllardan bu yana daha da arttığını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizm, yığınları bugüne dek görülmemiş bir hız ve genişlikte proleterleşme sürecine sokmuş bulunmaktadır. Özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren güçlenerek gelişen bu süreç, öylesine hızlı bir proleterleşme sürecini ifade etmektedir ki, hemen her bir ülkenin toplumsal-ekonomik yapısını temelli dönüştürmektedir. Bu sürecin; sömürge, yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerin sınıfsal yapısını nasıl kökünden değişime uğrattığının pek çok belirtileri gösterilebilir. Ama kuşkusuz bu sürecin en çarpıcı yönünü, bir taraftan bu ülkelerin yakın zamana kadar tek yönlü ya da zayıf gelişen sanayilerinde istihdam edilen proletaryanın bizzat kendisinin, hem nicel hem de nitel olarak gelişmesi, diğer taraftan ise, tarım ekonomisinin ve dolayısıyla köylü sınıfının geçirdiği köklü altüst oluş teşkil etmektedir. Tarım alanındaki bu altüst oluşun karakteristiği; uluslararası sermayenin ya doğrudan ya da işbirlikçi sömürücü sınıf ve devletlerin dolaylı yardımlarıyla, bir yandan bu ülkelerin tarımındaki kapitalist ilişkileri -tarım ekonomisinde bir yönüyle üretici güçleri tahrip edici yeni bir merkezileşme ve yoğunlaşmanın önünü açarak- hızla yaygınlaştırması, diğer yandan ise, bu süreç sonucunda üretim araçlarından uzaklaştırılan köylü sınıfının milyonlarca kitlesini proleterleşme sürecine sokması; faal ya da yedek sanayi ordusunun saflarına katmasıdır. (Bu konuda en çarpıcı örneklere özellikle Güneydoğu Asya ve Çin’de rastlanmaktadır. Bugün Çin’de şu veya bu yoldan toprağından köyünden uzaklaştırılarak proleterleşmiş, iş bulmak için kent kent dolaşan milyonlarca yoksul işçi kitleleri bulunmaktadır. Bu proleterleşme sürecinin en bariz göstergesi, dünya ölçeğinde artan yoksulluk ve açlıktır. Dünya çapındaki kitlesel göçler, proleterleşme ve yoksulluğun diğer bir belirtisidir.)
Yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerdeki işçilerin sektörel dağılımı bu sürecin çeşitli sonuçlarını ortaya koymaktadır. Örneğin Güney Kore’de 1966 yılında tarım alanında çalışanların sayısı yaklaşık 4,5 milyondu. Bu sayı 1975’e kadar 6 milyona yükseliyor, ancak 1975’den 1990’na kadarki sürede hızla düşüyor. Nitekim 1990 yılında tarımda çalışanların sayısı ancak 3,2 milyon civarındadır. Aynı yıllarda sanayide ve hizmet sektöründe çalışanların sayısında kesintisiz bir yükseliş gerçekleşiyor:
1966’da hizmet sektöründe (buraya, herhangi bir sektöre dâhil edilemeyenler de eklenmiştir, örneğin ayakkabı boyacısı, seyyar satıcı vb.) çalışanların sayısı 2 milyon iken 1990’da 8 milyonu geçiyor. Yine sanayide istihdam edilen işçilerin sayısı 1966’da 1,2 milyon civarındayken, 1990’da 6,5 milyona ulaşıyor. Sadece çalışanların sayısı değil, çeşitli sektörlerin Güney Kore tipi ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hâsılası’ndaki (GSYİH) konumlarında da gözle görülür değişiklikler yaşanmaktadır. Örneğin G. Kore’de tarım ekonomisinin GSYİH’daki payı 1970’de yüzde 25 iken, 199,3’de bu oran yüzde 7’ye düşüyor. Aynı yıllar arasında sanayinin GSYİH’daki payı yüzde 29’dan yüzde 43’e çıkıyor. (Sanayide de imalat sanayinin oranı yüzde 21’den yüzde 29’a yükseliyor. Bu arada imalat sanayinin yapısındaki değişiklikler de irdelendiğinde, en hızlı büyümenin makina yapımı, elektro-teknolojisi ve motorlu araçları kapsayan işkollarında yaşandığı görülüyor.) Vurgulayalım ki, Güney Kore burada sadece bir örnek; kapitalist sanayi ve ilişkilerin gelişmesinin doğrultusu G. Kore tipi ülkelerde hemen hemen aynıdır.
Güney Kore’de çalışanların sayısının artış oranının nüfusun artış oranıyla ilişkisi bakımından ise şu rakamlar dikkat çekicidir: Güney Kore nüfusunun yıllık ortalama büyüme oranı 1970–80 arasında yüzde 1,8 iken, 1980–93 arasında yüzde 1,1’dir. 1993–2000 yılları arasında ise bu oranın yüzde 0,9 olması tahmin ediliyor. Aynı yıllar arasında çalışanlar sayısının ortalama yıllık artış oranının sırasına göre; yüzde 2,6 (70–80 arası), yüzde 2,3 (80–93 arası) ve yüzde 1,8 (93–2000 arası) olarak hesaplanmaktadır. Görüldüğü gibi, G. Kore’deki çalışanların sayısının artış oranı, nüfusun artış oranından çok daha yüksektir. Denilebilir ki,” Güney Kore gibi nispeten hızlı bir sanayileşme yaşayan tüm gelişmekte olan ülkelerdeki gelişme doğrultusu aynıdır.
Özcesi, her ne kadar burjuva istatistiklerinde pek çok işçi; memur ya da müstahdem olarak gösterilse de (bu yanıltma özellikle ulaşım, iletişim ve hizmet işkollarıyla ilgili istatistiklerde yapılmakta), ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mutlak sayısı, büyümeye devam etmektedir. Emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, proletaryanın sayısı katlanarak artmaktadır. Söz konusu ülkelerin emperyalizm ile ekonomik ilişkileri; sermaye birikimini ve artı-değer sömürüsünü çok daha hızlandıran ve kolaylaştıran bir sürece girmiştir. Toplumsal sonuç ve tahribattan bağımsız olarak, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması ve bu ülkelerin ekonomik-toplumsal yaşantısının tüm gözeneklerine girmesi süreci, yeni bir ivme kazanmıştır.
Tekelci burjuvazi ve Post-kapitalist” ideologları, sosyalizmin geçici yenilgisi üzerinden kazandıkları moral üstünlüğüyle, istedikleri gibi bir dünyayı nihayet yarattıklarını zannediyorlar. Bu büyük bir yanılgıdır. Bütün yazımız boyunca dikkat çekilen olguların kanıtladığı gerçek şudur ki, uluslararası proletarya; bugün nicel olarak daha büyük, nitel olarak daha gelişkin ve enternasyonal özelliği daha belirginlik kazanmış bir sınıftır. Başka bir deyişle, burjuvazi, kendi mezar kazıcısını, bugün dünkünden daha hızlı ve ileri bir düzeyde üretmektedir.
Ağustos 1998
Dipnotlar:
(1) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar”, Sorun Yay., s.9
(2) age, s.10
(3) age, s19
(4) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, çev. Yılmaz Onay, s. 50-52, abç
(5) Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yay. S.150 abç.
(6) Karl Marx Kapital 1. Cilt, Sol Yay. S.160, abç. Marx bu gelişmeyi başka bir yerde ‘dünya pazarının devrimi’ olarak da açıklar. Bununla 15. yy’ın sonuna doğru gerçekleşen jeografik keşiflerin (Hindistan deniz yolunun bulunması, Batı Hindistan adalarıyla Amerika Kıtasının keşfedilmesi) ekonomik sonuçlarını kasteder.
(7) age, s.782. abç.
(8) age, s.462, abç.
(9) age, s.617.
(10) age, s.397.
(11) age, s.497, abç.
(12) Karl Marx, “Kapital”, 3. Cilt, Sol Yay., s.921
(13) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.406
(14) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar’, s.70
(15) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.497-98, abç.
(16) Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Sol Yay. S.463
(17) İlker Belek, age, s.76-77
(18) Lenin, “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, s.128 – Başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist ülkelerde özellikle ‘80’li yıllardan bu yana peş peşe 100 ya da 150 yıllık fabrikalar kapanmaktadır. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Örneğin WW dergisine göre, Almanya’da 2005 yılına kadar100 milyon metrekarelik sınaî alanı, yani yaklaşık 15 bin futbol sahası büyüklüğünde bir alan boş kalacaktır. Kapanan fabrikaların yerine ise, alışveriş mağazaları, mültimedya, kültür veya eğlence parkları inşa edilmektedir. İşlerinden olan sınaî işçilerinin bir kısmı buralarda iş bulurken, ana kitlesi işsizler ordusuna katılmaktadır.
(19) Rakamlar, KPD’nin “İşçi Sınıfının Durumu ve Komünistlerin Görevi adlı belgesinden alınmıştır.
(20) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu” Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, s. 54
(21) “Ücretli Emek ve Sermaye”, Sol Yay. s.38
(22) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, s.631, abç