Daha ileri bir örgütsel bilinçle, daha ileri görev ve sorumluluklara doğru

Devrimci sınıf hareketinin son üç-dört yılı, sınıfın ileri kesimlerinin açık ve bağımsız bir parti olarak örgütlenmesinde, sınıfın giderek artan kesimleri arasında ve sendikalarda politik etkinliğinin artmasında ve ayırt edilir hale gelmesinde, yeni ve ileri bir aşamayı ifade eder.
Sınıfın ileri kesimleri, doğrudan kendi tecrübeleri ve bunun beslediği sınıf sezgileriyle; ortak bir parti disiplin ve sorumluluğunun, mücadelede taşıdığı önemi hızla anladığı gibi; disiplin ve sorumluluk fikrinin kendisi de, sınıf bilinçli işçilerin şahsında daha ileri ve somut bir anlam kazanmaya başladı. Hareketin kapsamı genişleyen görevleri karşısında, yeteneksizlikleri daha açık bir şekilde ortaya çıkarak parti dışına düşen bazı çevrelerin, bütün bir tasfiyeci akımlar güruhunun kışkırtmalarıyla yeltendikleri ve ancak karşıdevrimin yakın ‘ilgi’ gösterdiği “tasfiyeci ve bölücü” girişimlerin, “vakayı adliye”den alelade bir bozgunculuk olarak sönüp gitmesi; sınıfın ileri kesimlerindeki “Parti”ye sahiplenme bilincinin de bir göstergesidir.
Ama, öte yandan, tam da çapsızlıklarına yaraşır bir şekilde; bütün “umudunu ve faaliyetini” (eğer kalmışsa!) devrimci sınıf hareketi saflarında karışıklık ve bulanıklık yaratmaya bağlamış olan müzmin-marjinal tasfiyeci grupların basit aracı durumuna düşen bozguncu girişimler ve kullandıkları adi yöntemler; bir ucu burjuvaziye bağlanan, burjuvazinin yedek gücü durumuna gelen tasfiyeciliğe karşı mücadelenin önemini de ortaya koymaktadır.
Eğer, “proletaryanın, egemenliği ele geçirme uğrundaki savaşımında örgütten başka bir silahı yok”sa; ve eğer; “Burjuva dünyasında anarşik rekabetin baskısı altında ayrılığa düşürülen, sermayeye kölecesine çalıştırılarak ezilen ve sürekli olarak koyu yoksulluk, gerilik ve yozlaşmanın ‘derinliklerine’ itilen proletarya, ancak, Marksizm ilkelerine dayanan ideolojik birliğinin milyonlarca emekçiyi işçi sınıfının ordusunda sıkı sıkıya toplayan örgütün maddi birliğiyle perçinlenmesi sayesinde… yenilmez bir güç durumuna” (Bir Adım İleri İki Adım Geri-Lenin) gelecekse; tasfiyeciliğe karşı mücadele; proletarya saflarında irade ve eylem birliğinin, sorumluluk ve disiplinin korunup geliştirilmesinde, saflara katılan yeni güçlerin eğitiminde her zaman tayin edici bir öneme sahip olacaktır.
Bu yazının amacı da, işçi sınıfı hareketinde tasfiyeciliğin yerini kısaca özetleyerek, özel olarak günümüz koşullarında tasfiyeciliği besleyen etkenlere ve konunun önemine dikkatleri çekmektir.

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNİN POLİTİK VE ÖRGÜTSEL GELİŞİMİ VE TASFİYECİLİK
Komünist Manifesto’nun ilanıyla birlikte, Marksizm’in, bir sınıf ideolojisi olarak, şekillenmesi işçi sınıfını, sadece amaçlarını ortaya koyan bir programa kavuşturmakla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda, işçi hareketindeki gelişme ve yaygınlaşmaya birlikte, onun politik ve örgütsel gelişimini de hızlandıran bir rol oynadı. Bolşevizm adıyla tarihe geçecek olan ve “Ekim Devrimi”nin ve sosyalizmin inşasında tayin edici bir rol oynayan “Leninist Parti” anlayışı bu gelişmenin doğal ve mantıki bir sonucu ve ileri bir ifadesidir. Böylece Rus işçi sınıfı, ileri ülkelerin deneylerinden de yararlanarak, ama kendi öz deneyleriyle; tarihsel amaç ve sorumluluklarını yerine getirebilmek için, mücadelenin değişen koşullarında yolunu şaşırmadan, en ağır yenilgiler karşısında davaya ve sınıfa olan inanç ve sorumluluğunu yitirmeden güçlerini yeniden birleştirme yeteneğine sahip bir partinin inşası için mücadelenin, burjuvaziye karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğunu kavradı, işçi sınıfı tarihindeki en büyük başarılara damgasını vuran Bolşevizm’in tarihi, aynı zamanda, mücadelenin her kritik dönemecinde, “sağ” veya “sol” biçimler ve sloganlar altında ortaya çıkan, teorik planda revizyonizme, taktik planda oportünizme ve örgütsel planda tasfiyeciliğe, yani örgüt yıkıcılığına karşı uzlaşmaz bir mücadelenin tarihidir. Bolşevizm’i karakterize eden irade ve eylem birliği, sorumluluk ve demirden disiplin, bu mücadeleler içinde gelişti ve sağlamlaştı.
1905 Devrimi’nin yenilgisinden 1912 yılına kadar geçen süre, yenilginin deneyleri üzerinden, tasfiyeciliğin belli başlı biçim ve özelliklerde ortaya çıkışına sahne oldu ve bu mücadelelerden çıkarılan sonuçlar dünya işçi hareketine mal oldu. Bu sonuçların en önemlilerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
İlk olarak; tasfiyeciliğin, işçi hareketindeki “burjuva etki” olduğu, hangi biçimi alırsa alsın, sınıfın bağımsız çıkarları uğruna mücadeleden vazgeçmek, devrimin temel amaç ve yöntemleri hakkında inanç yoksunluğu, teorik açıdan revizyonizme yöneldiği somut örnekleriyle ortaya çıktı.
İkinci olarak; tasfiyeciliğin, devrimin yükselme döneminde saflara katılmış, küçük mülk sahibi sınıflardan gelme sınıf-dışı unsurların yenilgi karşısında içine düştükleri küçük burjuva sınıf özelliklerini, ruh hallerini, kararsızlık ve yalpalamalarını, politik planda oportünizmi yansıttığı, somut örnekleriyle ortaya çıktı.
Üçüncü olarak; tasfiyeciliğin, örgütün geçmişinin inkârı, başta merkez komitesi olmak üzere yönetici organların karar ve direktiflerinin ihlali, bunlara karşı her türden ilke ve karakterden yoksun bir mücadele anlamına geldiği, yani bir bütün olarak, örgütsel sorumluluk ve disiplinin ihlal edilmesi ve baltalanması anlamına geldiği, somut örnekleriyle ortaya çıktı.
Son olarak; yaşanan deneyler, tasfiyeci eğilimlerin, özellikle, sınıf ve güç ilişkilerinde belirgin bir değişime denk düşen, yeni bir platforma geçişin önem kazandığı dönemlerde ortaya çıkan sorunlardan cesaret aldığını gösterdi. Bu nedenle ortaya çıkan sorunlar karşısında tutum; devrimci sınıf çizgisiyle, tasfiyeciliği ayıran en önemli mihenk taşlarından biri olarak ortaya çıktı. Devrimci sınıf partileri, hiç sorunları olmayan partiler değil, sorunlarını sınıfa ve davasına duyduğu sorumluluk bilinciyle ve örgütsel sorumluluklarının gerektirdiği disiplin içinde, partinin meşru araç ve kurumlarında ele alan ve onları ilerlemesinin bir koşulu ve irade ve eylem birliğini sağlamlaştırmanın bir aracına dönüştürerek aşan, aşmayı hedefleyen tutumlarıyla, mücadelenin ileriye gidişini, geleceğe olan inanç ve kararlılığı temsil eden partiler oldular. Buna karşılık, tasfiyeci akımlar ise, partinin her dönemde karşılaşabileceği sorunları, parti çizgisine ve başta merkez komitesi olmak üzere yönetici organlarına karşı güvensizlik yaymanın, devrime ve sosyalizme karşı inançsızlığını ve umutsuzluğunu örtmenin, parti birliğini ve disiplinini çiğnemenin bir aracına dönüştürerek, yani, sorunları istismar ederek burjuvaziye hizmet eden gerici bir rol üstlendiler.
İşçi sınıfı hareketinin tarihindeki en büyük başarılarda, revizyonizme ve oportünizme karşı verilen kesintisiz mücadelenin yanı sıra, devrimci sınıf partilerini karakterize eden ilke ve özelliklerin korunup geliştirilmesi için, tasfiyeci eğilimlere karşı verilen uzlaşmaz mücadelenin tayin edici önemi ve tamamlayıcı rolü, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ve milyonlarca işçinin kendi öz deneyleriyle kanıtlanmış nedenlere dayanmaktadır.
Devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadelenin bir unsuru olarak, özellikle işçi sınıfının iktidar koşullarında, emperyalist burjuvazi, tasfiyeci akımları daha sinsi ve bilinçli bir şekilde kullanmayı öğrendi. Onları, karşı-devrimci girişimlerinin dayanağı haline getirdi. Tasfiyeci akımların faaliyeti şu veya bu şekilde karşı-devrimin amaçlarına bağlandı.
Stalin’in ölümünden sonra sinsi bir şekilde partiye ve iktidara çöreklenen Kruşçev-Brejnev kliğinin başını çektiği modern revizyonizmin egemenliği, örgütsel planda, tarihin en büyük başarılarına damgasını vurmuş bir partinin ideolojik siyasi çizgisini olduğu kadar örgütsel ilke ve değerlerini de yozlaştırarak, kan ve can pahasına inşa edilmekte olan sosyalizmin yozlaştırılmasına yol açan ve uluslararası işçi hareketini de etkisi altına alan bir ihanet ve tasfiye sürecini başlattı. İşçi sınıfı hareketinin son 40 yılına, emperyalizmle açık işbirliği ve Marksizm’e, işçi hareketine cepheden saldırıyla sonuçlanan, bu ihanet ve tasfiye hareketi damgasını vurdu.

’80 SONRASI YENİLGİ VE TASFİYE DALGASI
Sınıf hareketinde yenilen her ciddi saldırı ve alınan yenilgilerin ardından özellikle küçük burjuvaziden gelme tabakalarda tasfiyeci bir eğilimin ortaya çıkması olağan sayılabilir. Ama ülkemiz koşullarında ’80’li yılların ortalarından itibaren boy gösteren ideolojik saldın ve örgütsel tasfiye dalgası, ortaya çıktığı tarihsel dönem açısından uluslararası koşullar tarafından beslenen farklı özellikleri de içinde barındırmaktadır. Bütün sonuçlarıyla ortaya çıktığı ’90’lı yılların ortalarına kadar, sınıflar arasındaki ilişkiler açısından, Türkiye tarihindeki en büyük çözülme ve altüst oluşun yaşandığını kabul etmek gerekir. Bu dönem boyunca ideolojik yalpalama ve savrulmaların, politik ve örgütsel saf değiştirmelerin, hiçbir örgütsel ve politik sorumluluğa sahip olmadan örgütlerin geleceği üzerinde söz sahibi olmanın, politik ve ideolojik karakter yoksunluğunun böylesine zengin çeşitleri, belki de, dünyada eşine az rastlanır şekilde boy verdi. Kendisine “piyasa” oluşturdu. Kendine özgü “yıldızlar” ortaya çıkardı.
Bütün bu gelişmeleri besleyen birbirine bağlı iki temel olgu ve gelişmeden söz edilebilir.
Birincisi, ’80 darbesi sadece devrimci harekete yönelen saldırılarla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda mevcut burjuva partilerin de çözülmesine yol açan ekonomik ve sosyal gelişmelerin de yolunu açtı. Köylülük ve küçük burjuvazinin belli başlı tabakaları arasında, çözülmeyi ve yeni tabakaların oluşmasını hızlandırmak, emperyalist ve işbirlikçi sermayenin dizginsiz bir şekilde talanını, yeniden ve daha ileri boyutlarda yoğunlaşmasını teşvik eden “liberalizasyon” politikaları izlendi. Bu gelişme, bir yandan, işçi sınıfına yeni tabakaların katılmasına ve işçi hareketinde mücadele öğelerinin birikmesine yol açarken, öte yandan, küçük burjuvaziyle proletarya arasındaki ilişkinin çözülmesini hızlandırdı, böylece de, zaten yenilginin etkisi altında bulunan küçük burjuva akımlarda uç veren tasfiyeci eğilimin maddi temellerini güçlendirdi.
İkinci olarak emperyalist burjuvazinin sosyalizme ve işçi hareketine karşı sürdürdüğü mücadelenin bir unsuru olarak Gorbaçovculuğun açıktan emperyalist propagandaya bağlanan ve onu güçlendiren bir kampanyaya dönüştürülmesi ve ’91’de emperyalist sistemle aradaki bütün biçimsel bağların kaldırılmasının “sosyalizmin çöküşü” olarak ilan edilmesi ve belli başlı revizyonist partilerin ve küçük burjuva akımların genel bir çöküş biçimini alan çözülmesi, Türkiye’deki tasfiye dalgasına yeni boyutlar kazandırdı. İnkârcılık ve örgüt yıkıcılığını meslek edinen, hiçbir ideolojiye ve örgüte karşı hiçbir ciddi sorumluluk taşımayan tasfiyecilik şampiyonları, uğursuz dönemin “yıldız”ları olarak ün kazandılar. İşçi ve emekçi sınıflar hareketine karşı görev ve sorumluluklar yerine getirilmeden, Kürt işçi ve emekçilerine destek olunamayacağı gerçeği göz ardı edilerek, Kürt ulusal hareketine dalkavukluk, işçi sınıfı hareketine; devrime ve sosyalizme inançsızlık ve saldırının örtüsü haline getirildi. Örgütten ‘kurtulmak’, hiçbir örgütsel ve siyasal sorumluluk taşımadan uluorta eleştiri ve ahkâm kesmek marifet sayıldı. Bireysel sorumsuzluk baş tacı edildi. Tasfiyeciliğin ideolojik ve örgütsel saldırıları, adeta emperyalist demagojinin tamamlayıcısı olma işlevi kazandı.
İşte bu koşullar altında, egemen sınıfların Kürt ulusal hareketini bahane ederek başlattıkları dizginsiz terör kampanyası karşısında, küçük burjuva sol akımların hemen hemen tümü, tasfiyecilik üzerinden ve birbirini izleyen birleşme ve bölünmelerle marjinal sınırları aşamadan dejenerasyon sürecine girdiler. Revizyonist ve diğer küçük burjuva reformist akımlar ise, parti olmayan bir partide birbirine tutunarak varlıklarını idame ettirmeye çalıştılar. Devrimci sınıf hareketi dışında hiçbir akım, ideolojik-siyasi çizgisini ve örgütsel varlığını koruyup geliştirme ve platformunu daha ileri bir çizgide yenileme yeteneği gösteremedi.

DEVRİMCİ SINIF HAREKETİ VE TASFİYECİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Devrimci sınıf hareketinin bu süreçten platformunu daha ileri bir mevzide yenileyerek çıkmasında, ’80’li yılların ortalarından itibaren tasfiyeci saldırılara karşı mücadeleyi ilan edilmiş çizgisinin tereddütsüz savunulmasıyla, sorunlarını, meşru organlarına dayanarak ve sınıf hareketine, sınıfın günlük mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere bütün güçlerini seferber etme göreviyle birleştirmesi belirleyici oldu. Tasfiyeci platforma karşı alınan kesin ve kararlı tutum, devrimci sınıf hareketinin gelişiminin ve sınıfın ileri kesimleriyle birleşmesinin, hata ve eksiklerini, saflarındaki irade ve eylem birliğini yenileyip güçlendirerek aşmasının temel koşullarından biri oldu.
Açık ve bağımsız bir işçi partisinin örgütlenmesi gündeme getirildiğinde, sınıfın politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir aşamayı ifade eden böylesi bir partinin kendi platformunda gelişip güçlenmesine, her kademede sınıf bilinçli işçilerin kendi geleceğini eline almasına, başta merkezi yönetimi olmak üzere meşru organlarının nüfuz ve hâkimiyetine yardımcı olmayan, sınıfın ileri kesimleriyle birleşme yeteneği gösteremeyen hiç kimsenin, “devrimci” ve “komünist” sıfatına layık olarak kalamayacağı açıkça ilan edildi. Bu, aynı zamanda yeni bir platforma geçiş sürecinin yarattığı sorunlardan yararlanarak tereddüt ve bulanıklıklar yaratma girişimlerine karşı açık ve kesin bir tavrı da ifade ediyordu. Sınıf bilinçli işçiler, partinin örgütlenme sürecinde giderek daha kararlı ve kendine güvenli bir şekilde işleri eline aldıkça, yeni sürece ayak uyduramayan sınıf-dışı bazı çevrelerin kışkırtmaları, sınıfın politik ve örgütsel gelişimi karşısında panikleyen dar kafalı küçük burjuvazinin umutsuz hezeyanları olarak kaldı ve bundan sonra da böyle kalmaya mahkûm olacak.
Böylece, 12 Eylül gericiliğinin yarattığı yenilgi ve yılgınlık üzerine, uluslararası planda emperyalist gericiliğin kampanyalarıyla desteklenen ve giderek çürüme ve yozlaşmaya varan ve toplumun bütün kesimlerini saran bir çözülme süreciyle birleşen Türkiye “sol” hareketine egemen olan tasfiyeci akıma karşı, emek hareketi, her geçen gün sınıfın ve emekçi sınıfların daha geniş kesimlerinin, bağımsız sınıf çıkarlarının en tutarlı savunucusu olan bir parti olarak şekillendi. Sadece işçi sınıfının değil, bütün emekçi sınıfların, ülkenin ve halkın geleceğine karşı sorumluluk duyan aydınların ve gençliğin, giderek daha fazla yöneldiği, güç ve destek verdiği bir özellik kazanmaya başladı. Bu gelişme, devrimci sınıf hareketinin, uluslararası ölçekte öneme sahip yeni mevziler ve olanaklar elde etmesini sağladığı gibi, sınıfın ileri kesimlerinin daha çok kendine güven kazanmasını, tarihsel görev ve sorumluluklarının daha çok bilincine varmasını hızlandıran öznel ve nesnel etkenleri güçlendirdi.
Bugün, devrimci sınıf hareketinin tarihine ve ideolojik temellerine yaraşır bir şekilde ve hiçbir dönemde olmadık derecede, partinin çizgisi, işçi ve emekçi yığınların daha geniş kesimlerine mal olmakta, parti örgütlerinin bileşimi ve niteliği hiçbir dönemde olmadık derecede, sınıfın ve halkın mücadele ve örgütlenmelerinden süzülüp gelen temsilcilerine dayanmaktadır. Açıkça görülüyor ki, partinin bütün organları her geçen gün daha çok bu gerçeğin farkına varmakta, bunun gerektirdiği sorumlulukları omuzlamakta tereddüt göstermemektedir.
Böyle bir partinin çizgisini ve kararlarını, yönetici organlarının otorite ve disiplinini, sinsi ve hizipsel yöntemlerle aşındırmaya yeltenenler, işçi sınıfının dostu olarak kalamazlar. Ve elbette ki, sınıf partisi böylesi unsurları saflarından temizlemekte, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, tereddüt göstermeyecektir.
İşçi sınıfı tarihinin gösterdiği ve yaşanan olayların yeniden ve yeniden kanıtladığı gibi, tasfiyeciliğin kökleri, çözülen burjuva toplumunun bağrında ve burjuvaziye karşı bağımsız bir sınıf olarak örgütlenme ve mücadelenin karmaşık koşullarında yatmaktadır. İşçi sınıfı hareketinin politik ve örgütsel gelişiminde, tasfiyeciliğe karşı kesintisiz bir mücadelenin, hareketin geleceğinde tayin edici öneme sahip ve birbirine bağlı iki temel nedenini yeniden vurgulamak gerekirse: .
Birincisi; tasfiyeciliğe karşı kesintisiz mücadele, partinin meşru platformlarında kabul ve ilan edilmiş çizgisi, kararları ve oluşturulmuş organları etrafında irade ve eylem birliğinin, otorite ve disiplinin sağlanması ve geliştirilmesinin, sınıf ideolojisinin yön verdiği maddi örgüt birliğinin önkoşuludur. İdeolojik-siyasi çizgisine dayanan ve mücadelenin her dönemecinde yenilenip geliştirilen bir irade ve eylem birliği olmadan, sınıfa ve davaya karşı bilinçli bir sorumluluk temeline dayanan otorite ve disiplin olmadan, işçi ve emekçi yığınları egemen sınıflara karşı ortak bir mücadele çizgisinde birleştirmek ve her koşul altında mücadeleyi sürdürüp başarıya ulaştırmak mümkün değildir. Dolayısıyla da, tasfiyeciliğe karşı tutum, aynı zamanda, tarihsel amaçlarına ve sınıfsal özelliklerine uygun bir parti yaşantısının güvencesi olan parti ilke ve değerlerinin de bir gereğidir.
İkincisi; parti, aynı zamanda sınıfı iktidara hazırlayan, onun politik ve örgütsel eğitimini, doğrudan sınıf mücadelesinin canlı deneyleri içinde gerçekleştiren bir okul olacaksa, partiye yönelen sınıfın yeni ve taze güçlerinin sağlam bir politik ve örgütsel karakter edinmeleri, partinin geleceğinin en önemli güvencelerinden biridir. Bu nedenle, baştan sona politik ve örgütsel açıdan ahlak ve karakter yoksunluğunun, ilkesizliğin ve hizipçiliğin bir ifadesi olan tasfiyeciliğine karşı tutum, partinin kendine özgü karakteristik özelliklerinin kristalize olmasının temel koşuludur. Ancak bu sayede, sınıfın en geniş kesimleri parti kadrolarının şahsında partiyi karakterize eden özellikleri ayırt edebilir, partinin neleri yapıp neleri yapmayacağı konusunda bir kanaat ve güven duygusu edinirler. Yığınların, partiyi, kendi öz çıkarlarının temsilcisi olarak benimsemelerinin temel koşullarından biri de budur. Ancak bu sayede, parti yaşantısının güvencesi olan parti ilkeleri, genel ve soyut kurallar olmaktan çıkar ve mücadelenin ayrılmaz parçası haline gelirler. Bu, aynı zamanda, parti çizgisi etrafında irade ve eylem birliğinin, otorite ve disiplinin geliştirilip güçlendirilmesine dayanak teşkil eder.
Gerek ülkenin içinde bulunduğu koşullar, gerekse bölgedeki gelişmeler, Türkiye işçi sınıfını, her geçen gün daha açık bir şekilde emperyalizme ve onun dayanaklarına karşı, tarihindeki en ileri sorumluluklarla karşı karşıya bırakırken, Türkiye işçi sınıfı da, her geçen gün daha çok, saflarından en iyilerinin kendi bağımsız partisinde örgütlenmesini sağlayarak, taşıdığı tarihsel sorumlulukların daha çok farkına varmakta olduğunu, uluslararası işçi hareketinin en ileri müfrezelerinden biri olmaya aday olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette ki, belli bir temele ve dayanaklara sahip olan tasfiyeci akım her fırsatta şu veya bu gerekçeyle, şu veya bu güçlere dayanarak partide bulanıklıklar yaratmayı, işçi hareketini de kendi düzeyine geriletip yedekleme girişimlerini elden bırakmayacaktır. Ama bugün sınıfın partisi, böylesi girişimleri bertaraf ederek, tasfiyeciliğe karşı kesintisiz mücadeleyi, partinin politik ve örgütsel gelişiminin bir parçası olarak sürdürebilecek bilinç ve olgunluk düzeyine sahiptir. Yaşanan olaylar, partinin, daha ileri bir örgütsel ve politik bilinçle, daha ileri görev ve sorumlulukları omuzlamakta olduğunu kanıtlamaktadır.

Ağustos 1998

“Asker partisi” kuyruğunda “solcu” yükselişi!

“ASKER PARTİSİ” NEDİR, KİMİN PARTİSİDİR?
“Susurluk”un bir kaza değil, planlı bir tasfiye hareketinin başlangıcı olduğu iddiası, bir “Asker Partisi”nin bulunduğu yolundaki kanaatlerin de başlangıcı oldu. Varsayıma göre, ordu, MGK ile ya da eskiden olduğu gibi SKB (Silahlı Kuvvetler Birliği) gibi kurumlaşmalarla yetinmiyor, gündelik politikaya doğrudan ve etkili bir program-plan çerçevesinde müdahale edebileceği yeni bir örgüt kurmuş bulunuyordu. Bu örgüt, “çalışma grupları” biçiminde organlaşmış ve ordunun “krize müdahalecinin aracı olarak faaliyete geçmişti. Burjuvazi, “temsiliyet ve yönetim krizi” içindeydi; “kapitalizmin kendi işleyiş mekanizmalarının ayak bağı durumuna gelen” karşı-devrimin ağırlığını tasfiye amacıyla ordu, bu koşulların aşılmasını sağlayacak bir restorasyon sürecini başlatmıştı. Ana hedef, “kontrgerilla yapılanmasının tasfiyesi ve şeriatçı/faşist yoğunluğun azaltılması”ydı. Bunun bir sonucu, “gericiliğin dibine çekilen toplumun, bir yeniden yapılanma gündemi ile kaçınılmaz biçimde yüzünü sola dön”mesiydi. “Bizim için” önemli olan, “restorasyon programının kendi iddiaları değil, bu sürecin topraklarımızdaki emekçi ve devrimci dinamikler için yeni bir yükselişin yolunu açması” idi.
Tekelci burjuvazinin ve bir bütün olarak devlet kurumlarının bugüne kadarki programlarının ve eylem çizgisinin bilinmesine karşın, en sonunda gelip tıkanılan nokta, bütün doğru saptamaların üstünü örten ve hepsini belirleyen “ordunun gerici ve faşist yoğunluğu tasfiyeye yöneldiği ve bunun işçi ve emekçi hareketinin yükselişinin yolunu açacağı” teziydi. “Siyasetin önünde sonunda sınıflar mücadelesi” olduğu da, “Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı” da, havada kaldı. “Gericiliğe ve faşizme karşı mücadele”de ordunun jakobenizme doğru evrileceğine inanılmaya başlandı ve bundan sevinç duyuldu. Safiyane, şu sözler edildi: “Restorasyonun dönemeçleri jakobenizme davetiye çıkarmaktadır. Jakobenizmin, çağımızda burjuva öznelerin elinde faşizmle akraba haline gelen yanları vardır, olmasına, ama Türkiye siyasetinde jakoben girdiler bir yandan da topraklarımızın Leninist girdilere alıcı hale gelmesini sağlayacaktır.”(1)
12 Eylül’ün uzun yıllar süren karanlığının kör ettiği devrimci içgüdülerin yerini, çok eski geçmişin kavramlarıyla yürütülmeye çalışılan bir “uyanıklık” almıştı. 27 Mayıs’ın bir “devrim” olduğu, Kemalizm’e atfedilen eski ve eskimiş misyonla birlikte yeniden hatırlandı. Bununla birlikte, Marksizm’in temel tezlerinin bir biçimde üstünün örtülmesi, bunlara sarılarak muhalefet edenlerin de “körlük”le suçlanması gerekiyordu. Bu da yapıldı; “Devrimci harekette, ‘ordu egemen sınıfın baskı aracıdır’ sözünden başka bir şey bilmeyenler, tarihteki birçok devrimci sıçramanın nasıl gerçekleştiğini hâlâ kavrayamayanlardır. Bu kavrayışsızlığın arkasında, ‘iktidar perspektifinden nasibi almamak yatar.”(2)
Bu ifadeden çıkarılabilecek anlam şudur: “Asker Partisi”, en azından şu anda, orduyu, egemen sınıfın baskı oracı olmaktan öte bir işlevle yönetmektedir ve birçok devrimci sıçrayıştan birini daha ya gerçekleştirmektedir ya da gerçekleştirmek üzeredir.
Yazı şöyle devam ediyor: “Türkiye’de gerici odakları, faşist hareketi budamaya dönük adımlar atan Asker Partisi’nin aynı zamanda çok büyük bir sermayedar haline geldiği, Türkiye’nin silah alım ve teçhizat satımında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olduğu, Asker Partisi’nin programının başında ‘özelleştireceğiz’ yazdığı, bu ülkede karşı-devrimci odakların iplerinin bir kural gereği, bu partide toplandığı unutulmamalıdır.”
Bu iki paragrafın birlikte ele alınmasını şöyle özetleyebiliriz: “Asker Partisi”, “silah ve teçhizat alım satımının başında bulunan en büyük sermayedar partisi” olsa da, “gerici odakları ve faşist hareketi” budamaktadır. Marksizm’in temel tezlerine bağlı kalmak, bunun görülmesini engelliyor! Bu yüzden, “tarihteki birçok devrimci sıçrayışın” nasıl gerçekleştiğini bize anlatan, daha farklı perspektiflere başvurulmalıdır! Yazıda kaynak gösterilmiyor ama biz bunun örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Türk ordusunun devrimci atılımlarını” en kapsamlı bir biçimde teorize eden “ordu tezi” gibi perspektifler olduğunu tahmin edebiliriz.
Marksizm’in devlet teorisini bir kenara bırakarak, bir an için, Türkiye solu içinde defalarca eleştirilmiş ve artık neredeyse devlet konusundaki bütün oportünist görüşlerin temel referansı olduğu bilinir olmuş Kıvılcımlı’nın teorisi açısından bakmaya çalışsak veya yalnızca Gelenek yazarının sözlerinden hareket etsek bile, bu analizin çelişmeleri bize doğru yolu göstermeye yetecektir. Önce, şu doğru saptamaya bakalım: “Asker Partisi”nin programının başında “özelleştireceğiz” yazmaktadır ve “kural olarak”, “ülkedeki bütün gerici odakların ipleri” bu partinin elinde toplanmaktadır. Bu, günümüzün başlıca mücadele alanlarından birisine, emek ve sermaye güçleri arasındaki özelleştirme alanına dikkat çekmektedir. Gerçekten işçi ve emekçi mücadelesinin odaklaştığı, mücadelenin diğer alanlarını da kendisine bağlayarak ilerleyen burjuva programın özeti budur. Özelleştirme, yalnızca belli başlı kaynakların talan edilmesi ve işçi ve emekçi kitlelerin daha da yoksullaşması anlamına gelmiyor, aynı zamanda, işçi ve emekçi kitlelerin örgütsüzleştirilmesi, sınıfın parçalanması, başlıca mücadele olanaklarının da yok edilmesini de içeriyor. Bu, aynı zamanda, programın yürütülebilmesi için, sürecin sonucunda kendiliğinden doğabilecek aleyhte sonuçları, sürecin içinde gerçekleştirebilmeyi de zorunlu kılıyor: Örgütsüzleştirme, parçalanma, kendiliğinden doğacak bir sonuç olarak beklenmiyor, şimdiden sınıfın bir özelliği haline getirilmek isteniyor. Bunun için de, gericiliğin, resmi ya da gayrı resmi örgütler, planlar ve teoriler biçiminde seferber edilmesi gerekiyor. Programının ilk maddesinde “özelleştireceğiz” yazan bir “parti”nin, vaadini gerçekleştirebilmesi, gerçekten bütün gerici odakların kontrolünü elinde tutmasına, ama aynı zamanda bunları işçi-emekçi direnişine karşı seferber edebilmesine de bağlıdır.
“Bütün gerici odaklar”, hemen akla gelebileceği gibi, birkaç siyasi partiden, kasaba teşkilatlarından, tarikatlardan, sendika bürokrasilerinden ibaret değildir. Emperyalizmin, uzun yıllar boyunca geliştirdiği ve kullana-geldiği bütün sosyal ve siyasal güçler, iletişim araçları ve örgütler bu cümleye dahildir. Bunlar arasında, kuşkusuz, Gelenek, Y. Küçük vs. tarafından “tasfiye edildiği” söylenen her türden faşist ve gerici, mafyatik ve resmi örgüt ve kurum da vardır. Ama daha önemlisi, bunlar arasındaki bağlantılardan oluşan muazzam bir sosyal ve ideolojik mekanizma vardır. Yukarıda değindiğimiz “atmosfer”in kurucu unsurları da bunlar içinde oluşmaktadır. “Asker Partisi”nin başlıca dayanakları ve eylem araçları da bunlar içinden derlenmektedir.
Öyleyse, Fethullah Hoca’nın bile hedefe konulmuş olmasına, döküntü birkaç “ülkücü mafya” özentisinin tutuklanmasına, Çillerdin ürkütülmesine bakarak bu araçların kullanılmasından tümüyle vazgeçildiği sonucunu çıkarmak, inanılmaz bir saflıktır.
Susurluk’la başlayan şey, öteden beri “başarıyla” kullanılan “gerici ve faşist” kimi odakların, “denetim dışı” ve “kendi hesaplarına” iş yapmaya başlamalarının önüne geçilmesidir. Bununla birlikte, bugüne kadar yaptıkları “vatan hizmeti”nin onaylanmadığına, bunlardan ötürü kovuşturulabileceklerine, hele cezalandırılacaklarına dair en küçük bir belirti yoktur. Dolayısıyla, özellikle, “örtülü savaş” operasyonlarının “sahipsiz” olduğu hiç hayal edilmemelidir. Aksine, eylemciler ve yöneticilerinin, “lazım olurlar” diye bir kenarda, ama olup bitenlerden de ders almış olarak şimdilik oturmaları uygun görülmüştür. Kutlu Savaş Raporu’nun içeriği budur ve bunun Kutlu Savaş’ın şahsi görüşleri olduğunu sanmak yanlıştır. “Akıllarına estiği gibi” iş tutamayacakları, Akın Birdal olayında bir kere daha gösterilmiştir. Burada, “sınıfın baskı aracı”nı, “devrimci sıçramanın” öznesi olarak görüp heyecanlanmayı gerektirecek hiçbir şey yoktur.
Gelenek’in Haziran ’98 tarihli 57. sayısında, Aydın Giritli, analizi derinleştiriyor ve kısa, orta ve uzun vadede “AsPe”nin eğilimlerinin neler olabileceğini yazıyor: Buna göre, “28 Şubatçılar” (daha önce kullanılan deyimle AsPe), Kemalist bir silkinişe “kesinlikle” ihtiyaç duyuyorlar. Bu silkiniş, faşist olmayan ve anti-emperyalizmle tanımlanacak (ama “elbette”, bu anti-emperyalizm iktisadi, siyasi ve askeri alanlara taşınmayacak!) bir “ulusçuluk” özelliği gösterecek, anti-şeriatçılık özelliği baskın olacak, kısaca, ordu, Kemalist geleneklere, Aydınlık’ın deyişiyle “Cumhuriyet devrimi mevzilerine” geri dönecek. Bu tahmin, yalnızca sürecin özelliklerinin ortaya çıkardığı kimi eğilimleri kalıcı ve sürekli bir program olarak değerlendirme hatasından kaynaklanmıyor; aynı zamanda, benzeri analizleri yapanların, Kemalizm hakkındaki kalıcı ve köklü yanılgılarından da besleniyor.

KEMALİZMLE SOLUN UZUN MACERASI
Sosyalist hareketin tarihi, sosyal temelleri ve başlıca hedefleri bakımından en başta işçi ve emekçi sınıfların egemen sınıflara karşı mücadelesinin tarihidir. Bununla birlikte, kendisini sosyalist olarak tanımlayan, eşitlik ve adalet kavramlarıyla sınıf ayrılıklarının ve sömürü ilişkilerinin en azından bazı biçimlerine karşı çıkan bütün ilerici düşüncelerin kaynağında, genel olarak burjuva demokratik gelenekler bulunur. Bir bakıma, burjuvazi, aristokrasiye karşı kullandığı bütün silahlan proletaryaya devretmesi gibi, bizzat kendi içinden çıkan, kendi ilerici-devrimci süreçleri içinde yetişmiş kadrolarının bir kısmını da proletaryaya devrede-gelmiştir. Bizde ve bütün dünyada, sosyalizmin ilk kadroları, ilk teorisyenleri ve örgütçüleri, önce burjuva demokratik ilerici hareketler içinde ya da en azından etkisinde siyasal mücadeleye girmişler, zamanla proletarya sosyalizmine doğru ilerlemişlerdir.
Bizim gibi özellikle kapitalizmin gelişme özellikleri bakımından gerilikler gösteren, feodal üretim biçiminin ve kültürünün etkisinin süregittiği, burjuva demokratizmi ile toplumsal ve siyasal çapta bir hesaplaşmayı toplum olarak tamamlayamayan ülkelerin koşulları, burjuva demokratizmi ile sosyalizm arasında, sürekli bir ilişkiyi de zorlamıştır. Bu ilişki kendisini, kimi zaman sosyalistlerin taktik ittifak planlarında teknik-siyasal bir etki biçiminde, kimi zaman da sosyalist hareketin aleyhine ideolojik ve siyasal etkilenmeler biçiminde göstermiştir.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme özellikleri, “burjuva demokratizmi”nin içerik ve biçim değiştirmelerine yol açmıştır. Başlangıçta ilerici burjuva hareketin ideolojisi ve siyasal pratiğinin aracı olagelmiş olan görüşler ve kurumlar, değişen koşullarda iktisadi ve siyasi gericiliğin aracı olarak da fol oynayabilmiş, özellikle sınıf karakteri dolayısıyla bu gericiliğin hedefi daima işçi ve emekçi kitleler olmuştur. Bu aynı zamanda işçi sınıfının bir sosyal güç olarak gelişmesinin de sonucudur. Dolayısıyla, sosyal gelişmesini bir siyasal güç olarak tamamlamak yolunda ilerleyen işçi sınıfı, bunun olanaklarının yine burjuva demokratizmi tarafından harcandığı ya da engellendiği bir durumla karşılaşmıştır. Bu yüzden de, işçi sınıfından yana aydınların devrimci komünizme doğru ilerleyişi, her adımında, burjuva siyasal geleneklerden, burjuva ilericiliğin, işçi sınıfının güncel ve stratejik çıkarlarına aykırı özelliklerinden kopmaya doğru attığı adımların tarihi olmuştur. Özdeşlik ve uzlaşma noktalarının kırılmadığı her durumda ise, reformizm, siyasal oportünizm ve revizyonizm egemen olmuştur.
Türkiye’de ‘ burjuva demokratizminin, tarihsel zorunluluklar dolayısıyla geçmişte her ileri hamlenin başında bulunması ve ilk kuşak sosyalist kadroların bu hareketle bir biçimde bağlarının olması, sınıf hareketi ve sosyalist örgütlenmeler içine bu gelenekten pek çok özelliğin, siyasal görüşün ve perspektifin akmasına yol açmıştır. Komünist Partisi ve değişik sol partilerin kuruluş ve gelişmesinde, yalnızca Kemalizm’in değil, Jön Türk hareketinin ve ittihat ve Terakki Partisi’nin de etkisi vardır.
Bu hareketler, Türkiye’de kapitalizmin gelişme koşullarına bağlı olarak, ulusalcılık, Batıcılık, halkçılık, kalkınmacılık gibi eğilimler taşımış, fakat özellikle de anti-emperyalizm ve anti-feodalizm konusunda son derece cılız ve etkisiz bir yönelim göstermiş, sosyalistler de, onları özellikle bu noktalarda aşmaya gayret göstermişlerdir. Dolayısıyla, asıl niteliği kapitalizme karşı mücadele içinde belirecek olan sol, “en tutarlı anti-feodal, anti-emperyalist” olmakla yetinmiştir. Kendi sınırlarını böylece belirlemiş olan ilk komünistler de, Milli Mücadele sürecinin anti-emperyalist ve halkçı özelliklerinin ve yine bu süreçte Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki olumlu ilişkilerin de etkisiyle, Kemalist harekete ve önderlerine abartılmış bir önem vermişlerdir. Aslında son derece konjonktürel olan ve bu bakımdan anlaşılabilecek olan bu değerlendirme, henüz Milli Mücadele sürerken karşılaşılan büyük kıyımlara, yasaklamalara ve baskılara karşın, sonraki kuşaklar boyunca da devam etmiştir.
27 Mayıs askeri darbesinden sonraki dönem içinde, bu ilişki daha heyecanlı bir biçimde hatırlanmış, Dr. Hikmet’in “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” broşüründen başlayıp, Mihri Belli’nin “Milli Demokratik Devrim” teorisine, Mahir Çayan’ın “Cephe”sine, THKO’nun “İkinci Milli Kurtuluş Savaşımız” sloganına, TKP’nin “ileri demokrasi” taktiğine, ve irili ufaklı birçok fraksiyonun kendinden menkul “ittifaklar siyaseti”ne renk vermiştir.
60–80 arasındaki yirmi yıllık sürede, solun teorisi ve pratiği içinde bu ilişkinin yarattığı gerilikler, açmazlar ve belirsizlikler derinleşmiş, ’80 sonrasında buna bir de, “Kürt baskısı” eklenmiş ve Türkiye solu hazırlıksız bir Kemalizm eleştirisine zorlanmış, bu kez de “toptan inkâr” kalesine savrulmuştur. Başlangıcından itibaren Kemalizm’i faşizme eşitleyen Kaypakkaya devamcıları bir yana bırakılacak olursa, çoğu kez kendileriyle Kemalizm arasındaki özdeşlikle övünenlerinin birçoğu da “Kürt baskısıyla eleştiri” kervanına katılmışlardır.
THKO’nun ’70’li yılların ortasına doğru özeleştiri dönemini tamamlarken ulaştığı Kemalizm eleştirisi boyutu, Şefik Hüsnü’nün 1928 Programını da kapsayarak geliştirilmiş bulunduğundan, böyle bir savrulmaya karşı en dayanıklı siyasi hareket, bu geleneğin devamı olmuştur.
Tarihte tekrarların, birinci kez trajedi, ikinci kez ise komedi biçiminde göründüğünü Marx, 18. Brumaire diye bilinen eserinin girişinde söylemişti. Türkiye solunun, Kemalizm’le ilişkisinin geçmiş dönemlerde birçok kez gerçek trajedilere sahne olduğu biliniyor. Bugün, yeniden Kemalizm’le “sıkı” ittifaklar arayışının ise, geçmişteki bütün trajediler hatırlandığında bir komedi biçimini aldığından kuşku duyulamaz.
Günümüzün siyasal gelişmeleri, solda yeni bir Kemalizm tartışması başlatmış bulunuyor. Bu tartışmada eskiden söylenmiş birçok söz, ister istemez yeniden hatırlanacak.
Kemalizm’le sosyalistlerin ittifakı sorunu, geçmişte, Milli Demokratik Devrim kavramı ekseninde teorize edilmişti. Görünürde, son derece ciddi bir Kemalist iktidar hareketi vardı. Gazetesi, örtülü partisi, gençlik içinde bağları ve iyi işlenmiş teorisi ile bu hareket, Doğan Avcıoğlu tarafından temsil ediliyor, sol içinde en hararetli destekçisini de, bugün “Kemalizm’le ittifak” politikalarının teorisyenliğini yapanların en çok saldırdıkları Mihri Belli’nin kişiliğinde buluyordu.
Bugün, bunca badireden sonra, teorik-politik bilincin kazandığı bunca deneyden sonra, bu ilişkinin niteliğini, ittifak kavramı içinde değerlendirme olanağı artık bulunamaz.
Mihri Belli, kontrolündeki gençlik hareketinin TİP’ten kopmasında etkili olmuş, sonra da bu gücü Baas tipi darbeciliğin kuyruğuna takmış, sözde “asgari proram”ını da, Avcıoğlu kliğine olan bağımlılığından dolayı, onların programının daha gerisinde tanımlamıştı. Bütün umutların bağlandığı ordu, kendi hiyerarşisi içinde, en yüksekteki komutanının ifadesiyle, “sosyal uyanışla ekonomik kalkınma” arasındaki çelişmeyi çözmeye giriştiğinde, açıkçası, düzenin temel ihtiyaçlarını gözeten bir darbe ile, mücadeleyle kazanılmış haklarını ve örgütlerini, burjuvazinin beklentilerinin ve hazırlıklarının çok ötesine taşımış bulunan işçi ve emekçi kitleleri yeniden “hizaya getirmeye” kalkıştığında, sol için bir özeleştiri dönemini de başlatmış bulundu. O sol ki, 15–16 Haziran büyük işçi kalkışmasında bile, “ordu-işçi el ele” sloganını atabilmişti.
Bu özeleştiri süreci, 12 Eylül öncesinde tamamlandı sanılırken, yeni darbe, solun ufkunda “yeni perspektifler” açtı! Kürt ulusal uyanışı, hemen hemen bütün fraksiyonlar ve partiler için Kemalizm eleştirilerini neredeyse zorunlu hale getirdi ve “çubuğu tersine bükme” modası başladı. Kemalizm’in tarihi, kimi siyasi gruplar tarafından baskı ve zulümden ibaret bir diktatörlük tarihi halinde yeniden yazılırken, en çok küçümsenen de, onun anti-emperyalizmi oldu. Çubuğun bükülüşü, Sevr Antlaşması’nın halkların lehine olduğu noktasına kadar getirildi. Kürt milliyetçiliği, sözde eleştirdiği Kemalizm’in bütün milliyetçi geriliklerini kendi özelliği olarak yeniden inşa ederken, kimi solcu gruplar ve kişiler de bunu onayladı ve derinleştirdi. Bu savruluşta, kuşkusuz, genel olarak “sol” adı altında toplanan akımların pek çoğunun sorunu bir milliyetler meselesi temelinde ele alışı ve emek sermaye çelişmesini, proleter dünya görüşünü analizlerinin temeli yapamayışları rol oynadı. “Sol”un önemli bir bölümü, kendisini bir sınıf hareketinin temsilcisi olarak tanımlayacak örgüt ve eylem düzeyini kaybettiği ve sonra da yakalayamadığı için, “ideolojik bir hareket” olarak göründü ve siyasi mücadeledeki yerini de, bunun sonucunda genel olarak tepkici bir biçimde seçmeye zorlandı. Salt ideolojik mücadele, teorik, felsefi eleştiri, asla sınıf mücadelesinin tamamı değildir ve sınıf mücadelesinin ekonomik ve özellikle de siyasi biçimleriyle birleşip tamamlanmadıkça, aydın tepkisi niteliğini aşamaz. Bugün gelinen noktada, yalnızca işçi hareketinin sendikal sorunlarının, ekonomik hedeflerinin küçümsenmesinde değil, büyük siyasi sorunlarda, örneğin “AsPe”nin “devrimci bir sıçrama” yaptığının sanılmasında olduğu gibi, yalpalamanın ve belirsizliğin kaynağında bu özellik vardır. İdeolojik mücadele, siyasi ve ekonomik mücadeleden ayrılmış ve soyut ve kavramsal bir düzeye düşmüştür.

KEMALİZM YENİDEN KEŞFEDİLİYOR
Gelenek’te Aydın Giritli, “Asker Partisinin politik öncülüğünün, bütün eski Kemalistlere hayat verdiği, sosyalizan, sosyalist-Kemalist “sayısız versiyonu”nun birleştiğini saptıyor. Özellikle ’80’den sonra Kemalizm, sosyal tabanı olmayan, taraftarları Ahmet Yıldız gibi, yalnız ve inatçı emeklilerden ve birkaç köşe yazarından ibaret, ölmüş bir parti durumundaydı. Evren rejimi, bütün siyasi partileri kapatıp bütün siyasetleri tekeline aldığı gibi, Kemalizm’in de resmi örgütler dışında örgütü ve üniformalılar dışında da taraftarı ve militanı olmasını istemedi. Bütün istenen, onaylama ya da boyun eğme idi. Dolayısıyla, zaten 71 sonrasında en önde gelen örgütçüsü Doğan Avcıoğlu hareketinin yenilgisiyle dağılmış ve büyük ölçüde sosyal demokrat partilere sığınmış bulunan Kemalistler, 12 Eylül tarafından “gereksizleştirildiler.” Sonra, yalnızca sosyal demokratlar değil, ANAP ve DYP de, hâlâ kendilerini Kemalist olarak tanımlayan ev kadınlarının, emekli subay ve öğretmenlerin, doktorların, avukatların, mühendislerin önemli bir bölümünü paylaştı. Çiller bile, geleneksel olarak CHP gibi partileri süsleyen bu katmanı kendi partisinin kenar süsü haline getirebildi. Refah-Yol hükümeti sahneye çıkıncaya kadar, bu dağınıklık sürdü. Onlara yeni bir hedef gösterip yeni bir mücadele heyecanı veren, bu hükümetin bileşimi ve Refah Partisi sözcülerinin ne oldum delisi hallerini bilinçli bir şekilde kullanan karşı-propaganda oldu.
Bugün ortalığı kaplayan ve her gün çoğalan akımlar, kişiler, gruplar, dergiler, dernekler, “kendiliğinden” ortaya çıkmış değillerdir. Özellikle bugün bir siyasi parti gibi, ilçeler düzeyinde dahi örgütlenen ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), bir tür parti olarak ortaya çıkma yoluna, son derece açık bir güdüleme ile girmiş, her il ve birçok ilçede, eskiden olsa kolayca örneğin TİP gibi bir partinin kurucusu ve yöneticisi olabilecek mahalli aydınlar, bu derneklerin kurucusu ve yöneticisi olmuşlar, Cumhuriyet gazetesini resmi yayın organları ilan etmişler, CUMOK (Cumhuriyet okuyucuları) teşkilatları kurmuşlar, Çevik Bir’i de, çoktan beri kendi “merkez komitesi başkanları” olarak görmeye alışmışlardır. Yekta Güngör Özden gibi sembolik isimleri bağrında toplamak, Onuncu Yıl Marşı’nı topluca söylemek gibi “ritüeller” icat etmek, her boydan ve renkten Atatürk rozeti, posteri, fotoğrafı, büstü vs. takmak, takıştırmak, satmak, hediye etmek gibi gelenekler geliştirmek, geçmişte “gereksizleştirilenlerin”, şimdi yeniden ve resmen aynı kanallardan göreve çağrılmalarının sonucudur. Bunun bir emirname ile gerçekleştiğini söylemiyoruz. Bu türden sosyal ve siya-sal oluşumlarda, yaratılan atmosferin adeta “kendiliğinden” gibi görünen etkileri işlemektedir ve bu her türlü “göreve çağrı kâğıdından daha sonuç alıcıdır. Bugün Ankara’nın bütün seyyar satıcı tezgâhlarında, Atatürk’tü nesneler, “Amme Cüzü”nden de, “Mızraklı İlmihal”den de, üç hilalli-bozkurtlu anahtarlıklardan da, Zülfikar kolyelerinden ve Hazreti Ali resimlerinden de, Tarkan ya da İbrahim Tatlıses posterlerinden de fazla alıcı buluyor. Çünkü bütün bu nesneleri ayrı ayrı satın alanlar, yanında bir de Atatürklü nesne satın alabiliyorlar, İstanbul Kadıköy’de, İzmir’de de durum farklı değil. Bu havanın nasıl oluştuğu, bir popüler kültür konusu olarak ayrıca incelenmelidir. Siyasi ilişkiler ve araçlar açısından bakıldığında, soyut, genel ve kapsayıcı bir simgenin doğmuş olması ve çevresinde, en azından büyük kentlerin orta sınıflarını kapsayan toplumsal denilebilecek bir birliğin oluşması önemlidir. Satılan her rozet, her fotoğraf, her masa süsü, sonuçta ordunun her eyleminde haklılık ve zorunluluk bulunduğuna inanmaya hazır bir vatandaş demektir. “Sol”un, sözünü ettiğimiz kesimleri de, yaratılan bu iklimden etkilendiler. Kızgın havanın bir prizma gibi görüntüleri kırıp yansıtmasında olduğu gibi, ortalığı kaplayan Atatürk silueti de, dönemin özellikleri gereği olağan sayılması gereken her “askeri girişim”i, bunlara olağanüstü bir yenilenmenin başlangıcı gibi göstermeye başladı. Bu atmosferden, “Her neye inanırsan inan, hangi partiden ve ideolojiden yana olursan ol, Atatürkçü ol” içeriğini taşıyan bir bildiriyi kitlelere ulaştıran ve ordunun “Atatürkçülüğün tek ve sarsılmaz bekçisi” olduğu inancının yerleştirilmesinde sayısız hizmeti bulunan TÜSİAD’cı burjuvazinin kazançlı çıktığı da, aynı bunaltıcı hava dolayısıyla görülemedi.

“ASPE”NİN GELECEĞİ VE BU PARTİYE OYNAMANIN SAKINCALARI
Y. Küçük’ün deyimiyle, “Restorasyon paşaları”nın hemen hemen hepsinin emekliliğinin gelmiş olmasına ve bir süre telaffuz edilen Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanlığının sağlanması planının gerçekleşmemesine bakarak, iki olasılık düşünülebilir: Birincisi, “AsPe”nin yönetici kadroları, emekli edilmekle tükenecek gibi değildir; bu yüzden yöneticilerinin üniformasızlaşmaları önem taşımıyordur. Önemli olan program ve planların kurum düzeyinde yürütülmesidir; gidenlerin yerine gelecek olanlar da bunu sağlayacaklardır! Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık çevrelerinin bel bağladığı güçlü olasılık budur. “Restorasyon” ya da “Cumhuriyet Devrimi çizgisine dönüş” programı, döneme ve kişilere bağlı olmaksızın sürdürülecek, gericilik ve faşizm tasfiye edilecek, “solun yükselişinin de önü açılacaktır.”
Bir “yükselişe” geçebilmek için, sınıf hareketinin dışında, sınıf hareketinin başlıca kurumlaşmış engeli durumunda bulunan devletin programlarında yol arayanlar, bu hayali olasılığı tek ve zorunlu gerçek gibi görüyorlar.
İkinci olasılık ise, bu kadar dümdüz değil ve siyasal alanda egemenliğin mutlak olarak “AsPe”nin elinde olmadığını göz önünde tutmayı gerektiriyor. Olup bitenleri, mutlak olarak “AsPe”nin planları ve taktikleri çerçevesinde görenleri uyandıracak birçok olgu var. Her şeyden önce, ordu, şu anda ne kadar kendi hiyerarşisi içinde hareket ederse etsin, birçok çelişik ve hatta çatışan siyasi eğilimi ve bunların rütbeli sözcülerini içinde taşımaya devam etmektedir. Bütün kademelerde tayin ve terfilerin, esas olarak bir Genelkurmay tasarrufu olduğu gerçekse de, özellikle, ordu komutanlıklarından başlayarak üst rütbelerin belirlenmesinde, kararların tümüyle, muhayyel “AsPe” siyasetlerinin gerektirdiği biçimde olamayacağı da, ordu-siyaset ilişkilerinin bütün tarihi tarafından gösterilmektedir. Burjuva siyasetin çok değişkenli karmaşık yapısı içinde ordu yönetimi, bütün bunlardan bağımsız bir unsur olarak görülemez. Türkiye’nin siyasi tarihi göstermektedir ki, siyasetin belli başlı profesyonellerinin ihtiyaçları ile “yöneten-yönetilen” ilişkisinin zorunlu sonuçlan, gerici bir yönetim biçimini de zorlamaktadır. Şu anda haksız yere “radikal”, “restorasyoncu”, “devrimci” diye adlandırılan ve komik bir biçimde “İslamcı sermayenin kontrolü”, “sekiz yıllık eğitim” gibi “Tanzimatçı” önlemlerle karakterize olan ve bundan daha fazlasını asla vaat etmeyen gidişat, yıllar boyu yine aynı eller tarafından sürdürülen bilinçli gericileştirme etkinliğinin özelliklerine teslim olacaktır. Çünkü, Türkiye tekelci burjuvazisi için olduğu kadar, onun bölge çapında ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” olan coğrafyada yürütmek istediği ve pek çok kurumuyla angaje olduğu emperyalizm uzantısı “mega proje”, diğer bütün konjonktürel eğilimlerin üzerindedir. Özetle söylenecek olursa, Türkiye ile Amerikan emperyalizmi arasındaki bağlar ciddi biçimde tasfiye edilmedikçe, emperyalistlerin bölge politikaları değişmedikçe, Türkiye’nin iç siyasetinde, devlet kurumlarının yapısında ve özelliklerinde “solun önünü açacak” reformlar, restorasyonlar gerçekleşemez. Şu anda son derece cılız ve çoğu propagandaya dönük uygulamaların da, bu kapsamda değerlendirilmesi gerekir ve bu çerçeve, yapılanların ve yapılmak istenenlerin içeriğini de sınırlarını da önemli ölçüde etkilemektedir. Buradan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kontrgerilla diplomasisinden, Orta Asya üzerinde “tarikat yoluyla” etkinlik kurma girişimlerinden, Ortadoğu’da Amerikan-İsrail kombinasyonunun gerektirdiği şiddet politikasından vazgeçmesi nasıl çok özel koşullara bağlıysa, bunların etkili aracı olarak her zaman gerekli görünen örgütlerden ve ilişkilerden de vazgeçmeyecektir. İşte bu yüzden, “gericilik ve faşizmin tasfiyesi, Cumhuriyet Devrimi mevzilerine dönüş, restorasyon vb.”, İmam Hatip Mekteplerinin sınırlanması, Kur’an kurslarının resmileştirilmesi ve Ağar kliğinin tatile gönderilmesinden ibaret bir program olarak kalmaya mahkûmdur.

BÜROKRASİ VE BURJUVAZİ
“Asker Partisi Ne İstiyor?” başlıklı derlemenin girişinde, doğru bir saptama bulunuyor: “Askerlerin toplam dinamiklerden etkilenen ve o toplumsal dinamikleri etkileyen önemli bir unsur olduğu, bu unsurun iç yapısının kimi kesitlerde yarılmalara gebe olduğu…” hatırlatılıyor. Bu sözler, askerlerle egemen sınıf arasındaki ilişkiyi anlatırken söyleniyor. Etkileme ve etkilenme ilişkisinin çerçevesini, egemen sınıfın siyasal partileri, TBMM grupları, işveren sendikaları, Odalar ve Borsalar Birliği, mevcut işçi sendikalarının konfederasyon yönetimleri gibi kuruluşları da katarak genişletmek gerekir. Bu, “restorasyon”un olanaklarının ve engellerinin içeriye ilişkin listesidir. Ama bu yetmez, böyle bir yönelimin, başta ABD olmak üzere, bütün emperyalistlerin programları bakımından da bir yeri olmalıdır. Egemen sınıf, Gelenek yazarlarının nedense hesaba katmadıkları kadar örgütlü ve etkilidir. Elbette bu ilişkide, “emir komuta” hiyerarşisi yoktur ama, egemen sınıfın asıl “emredici” gücü, dünya çapındaki ilişkileriyle belirledikleri “ihtiyaç listesi”nden gelmektedir.
Devletin görevi, bütün bu bağlantı noktalarının ördüğü ağdan oluşan düzeni “korumak ve kollamak”, kapitalizmin devamı için gerekli koşulları yaratmak ve geliştirmektir.
Türkiye solunda, bürokrasi ile egemen sınıf arasındaki ilişkilerde, neredeyse “uzlaşmaz” bir çelişme bulunduğu yolunda temel bir yanlış yapıla-gelmiştir. Bu perspektif, görünüşte farklı, özünde aynı iki sonuç doğurmuştur:
Birincisine göre, burjuvazi demokratik-liberal bir tarzda kapitalizmin geliştirilmesinden yanadır, bürokrasi ise, tutucu ve gelenekçi politikalarla buna direnir.
İkincisi ise, bürokrasinin (özellikle ordunun) ilerici bir konumda durduğunu ve burjuvaziyle çelişmesinin temelinde “devletçilik” programlarının bulunduğunu ileri sürmektedir.
Aynı teori, kimin ilerici olduğu noktasında ayrılan görüşlere kaynaklık etmektedir.(3)
Oysa tarihte yaşanan siyasi olayları, bürokrasi ve burjuvazi arasındaki çelişmenin değil de, emek ve sermaye arasındaki çelişmenin ve burjuvazinin değişik sektör ve klikleri arasındaki çelişmenin sonuçları olarak görmek de mümkündür ve kimi olayların anlaşılması, bu yoldan gidildiğinde daha kolay, elde edilen sonuçlar da devrimci olacaktır.
Türkiye’de bürokrasi ile burjuvazi arasındaki ilişkileri yorumlamak için, şöyle bir model kurulabilir: Türkiye’de burjuvazinin farklı sektörleri ve klikleri arasındaki belirleyici kapışma, siyasi temsilcileri aracılığıyla gerçekleşir ve siyasi temsilciler arasındaki çatışmalar, burjuva kliklerin kendi aralarındaki çelişkilerinin gerçek içeriğini aşan biçimler alabilir. Bunun nedenini, siyasi partilerin işlevlerinde, yapılarında ve sınıfla olan ilişkilerinin hareketli değişkenliğinde aramak gerekir. Devlet, siyasi partilerin üzerinde durur ve onların işlevlerini yitirdiği ve sınıfın temel ve kalıcı çıkarlarını temsil etmekte yetersizliğe düştüğü noktada devreye girer. Egemenlik aracı olmak bakımından etki ve gücünü yitirmiş siyasi temsilciler, parti, lider ya da kadro düzeyinde yeni bir statü kurulmasının zorunlu olduğu hallerde, kelimenin tam anlamıyla harcanırlar. Devlet, sınıflar ve partiler ayrı ayrı kurumlar olarak görünse de, sonuçta bunların tümü aynı sınıf egemenliğinin değişik aygıtlarıdır.
Devletin, egemen sınıftan bağımsız görünmesine yol açan, birkaç görüngü sayılabilir: Devlet, çoğu zaman, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmaların üzerinde yer alır. Devletin genel ya da bir soruna özgü politikası, egemen sınıf sözcüleri tarafından, hatta kimi zaman sınıfın neredeyse tüm temsilcileri tarafından eleştirilebilir. Devlet politikaları ile egemen sınıfın tamamına yakınının tercih ettiği politikalar arasında farklılıklar bulunabilir. Bunun kimi örneklerini, TÜSİAD, TOBB raporlarında gördük.
Bunun kaynağı, egemen sınıf fraksiyonları arasındaki farklılık ve çelişmelerin, devlet politikalarına doğrudan doğruya yansımamasındadır. Burjuva klikler arasındaki gerilimlerde ve zaman zaman su yüzüne çıkan çatışmalarda da, işçi sınıfının mücadele düzeyi etkili olmakta, burjuva sınıf içi uzlaşmaların ya da çatışmaların içeriği, işçi sınıfıyla o andaki ilişkinin düzeyi ve biçimi tarafından yönlendirilmektedir.
Devletin değişik alanlara ilişkin politikalarının hedeflerini ve içeriğini de belirleyen, esas olarak, bu temel çelişmedir. Doğrudan bürokrasinin ya da daha açık görünüşüyle ordunun müdahalelerinin çıkış noktasında, egemenlik sistemiyle işçi ve emekçilerin talepleri arasındaki çelişki bulunmaktadır. Her askeri darbenin, eninde sonunda kapitalizmin bir tıkanıklığını gidermek, ya da bunalımını aşmak gibi bir misyonu bulunduğu, genel olarak işçi sınıfına ve emekçi halka yönelik siyasi ve iktisadi baskı içeren önlemlerden, darbe dönemi hükümetlerin tümüyle buna yönelik programlarından, plan tercihlerinden görülebilir. Devlet politikaları, burjuvazinin güncel ve orta vadeli çıkarlarının gerekleri karşısında, görece daha uzun vadelidir ve fraksiyonlar arasındaki farklılıkların ya bir ortalaması, ya da uzun vadedeki kesişme noktaları üzerine kuruludur. Devletin asıl görevi, kimi istisnai durumlar dışında, burjuvazinin şu ya da bu hizbine hizmet etmek değil, doğrudan doğruya burjuvazinin emirlerini yerine getirmek değil, kurulu düzeni korumak ve devam ettirmektir. Devlet örgütünün kimi birimleri, hiç kuşkusuz, sermaye birikiminin ve dolaşımının günlük ihtiyaçlarının karşılanmasına, burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına acil çözümler üretilmesine ayrılmıştır (Kamu bankaları, maliye ve ticaret işlerini düzenleyen bakanlıklar gibi) ve burada, burjuvaziyle bürokrasi arasında kimi zaman bir “emir komuta” ilişkisinin bulunduğu da gözlenebilir. Ama bu ilişkiyi, devletin bütünü içinde ve her zaman aramak, bulamayınca da, bürokrasinin burjuvaziden bağımsız bir sınıf olduğu sonucuna ulaşmak yanlıştır.
Devletin genel ve uzun vadeli programlarını belirleyen başlıca unsurları şöyle özetleyebiliriz:
– Egemen sınıfların temel ve genel çıkarları,
– Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki çatışmanın muhtemel eğilimleri ve bu eğilimlerin genel düzen açısından taşıdığı anlam,
– Egemen sınıf fraksiyonları arasındaki uzlaşma noktaları ve genel çıkar bakımından bunların rolü,
– Uluslararası durum.
Bütün bunlar, “kurulu düzenin korunması ve sürdürülmesi” genel hedefine bağlı olarak, her özel durumda göz önünde tutulan parametreler rolü oynar.
Bunlar arasında, karşılıklı etkileşme vardır ve her bir unsur, diğerinin alacağı yeni bir nitelik karşısında, yeniden biçim ve içerik kazanabilir. Kuşkusuz bunlar içinde, diğerlerinin biçimini, etki gücünü ve diğerleriyle bağıntısını belirleyen esas unsur, temel sınıflar arasındaki çatışmanın güncel, tarihsel ve geleceğe ilişkin eğilimleriyle oluşturduğu genel niteliktir.
Dolayısıyla, devleti, burjuvazinin günlük hesaplarını tutan ve her durumda onun en acil ihtiyacını tespit edip günlük kararlar veren bir memurlar örgütü olarak göremeyiz. Bu takdirde, burjuvazinin tümünün ya da bir kesiminin o andaki yönelimleriyle devletin görece uzun vadeli “koruma ve kollama” görevi arasında görülebilen farklılıklar, bürokrasinin bağımsız davrandığı kanısını uyandırabilir.
Burjuvazinin programlarının devlet programı halini alması, bir dizi dolayımdan geçerek gerçekleşir. Burada, çoğu zaman egemen sınıfın gelişme koşullarıyla bire bir çakışmayan devletin kuruluş tarzı, gelenekleri, görece kalıcı ve bir sürekliliği olan ideolojisi, yukarıda saydığımız diğer faktörlerle birlikte, egemen sınıfın plan ve programlarının devlete yansıması koşullarını birlikte belirler.
Bu farklılıklar, devletin egemen sınıfın baskı ve zor aygıtı olması gerçeğini değiştirmez.
Günümüzde, “AsPe”nin plan ve programlarında, gündelik tavır alışlarında, bu modeli geçersiz kılan bir sapma yoktur. Tekelci burjuvazinin genel eğilimleriyle, uzun vadeli çıkarları, ordunun ve polisin içinden geçmesinin zorunlu görüldüğü reform süreciyle çakışmaktadır.
Eğer Gelenek yazarı Aydın Giritli’nin dediği gibi, “uzun süreli bir karşı-devrimci yozluk birikiminin tasfiyesi” söz konusu ise, bunun bir başka kaynağını en azından ünlü TÜSİAD raporunda bulabiliriz.
Örneğin “Rapor”un, Diyanet İşleri ile Alevilerin ilişkisinin yeniden düzenlenmesine ilişkin bölümünün, “şeriatçı-laik saflaşmasını veri olarak kabul ettiğini ve bu saflaşmada Alevilerin laik cepheyi güçlendirmek üzere sermayeye bağlanması gereğine işaret edildiğini görüyoruz ve bu, bugün “AsPe”nin de gündemindedir.
Yine, Özel-Tim’in Emniyet Müdürlüğü’nden alınıp Genelkurmay’a bağlanması görüşü de, “Rapor”da yer alıyordu. Kürt sorununa ilişkin olarak o gün için “erken” bulunan ve raporu yazanın, yazdıranların, Sabancı’nın “azarlanmasına” yol açan kimi önerilerin de, eğer hâlâ bir çare olmak bakımından geçerlilik koşulları bulunuyorsa, bir süre sonra “devlet görüşü” halini almasını bekleyebiliriz. Yukarıda da değindiğimiz gibi, burjuvazinin kimi talepleri ve perspektiflerinin “devlet politikası” halini alması, birçok dolayımdan geçerek ve devletin temel politikalarıyla bunlar arasında bir uyumun doğmasını sağlayacak koşullar ortaya çıktığında gerçekleşir. Bu, “Türkiye’de, demokrasi ideolojisinin esas olarak iktidar olamaması” (bkz: Aydın Giritli; “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.15.) ile açıklanamaz. Dolayımlar, ilişkiler ve devlet politikasının belirleyici parametreleri, kendi süreçlerini yaşarlar ve kendi sonuçlarına bu etkiler içinde ulaşırlar. Bugün, “AsPe”ye indirgemeden söylemek gerekir, devlet için, tekelci burjuvazinin orta ve uzun vadeli siyasal özlemlerinin gerçekleştirilmesi için uygun koşulların kısmen oluştuğu bu süreç başlamıştır. Bu süreçte, AB ilişkileri, ABD’nin değişken eğilimleri, Türkiye tekelci burjuvazisinin kendi kaynaklarıyla (emperyalizmle) siyasal ve ekonomik bakımından tam entegrasyon talepleri, iç pazar kaygıları vs. rol oynamaktadır.
Dolayısıyla ortada bir “Asker Partisi”nden söz edilecekse bile, bunun asıl kimlerin partisi olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır. Ne var ki, Gelenek, Y. Küçük ve Aydınlık bakımından, “hamle”yi (restorasyonu) Asker’e havale edince, onda “anti-faşist, anti-şeriatçı” özellikler görmek ve göstermek ve bunu geleneksel ilerici damarlara bağlamak, tekelci burjuvaziye aynı misyonu yüklemekten daha kolay ve kimileri için daha inandırıcı oluyor. “Devlet denilince, onda hâkim sınıfların baskı aygıtı olmaktan başka özellikler görmeyenler” böylece “mat oluyorlar”!

İLERİCİ-GERİCİ
Tarih incelemelerinde, diğer bütün zorunlu yöntemsel ve mantıksal araçların yanı sıra, siyasal tutum da belirleyici bir ağırlık taşır. Siyasal tutum, geçmişe bugünün ilişkileri ve ihtiyaçları açısından bakmayı gerektirir. Teoriyi, ister olumlu anlamda geliştirmek için, isterse gündelik çıkar hesaplarıyla bozmak için “gözden geçirmek”, dar ya da fazla geniş bulmak, doğrudan doğruya siyasal tutumla ilgilidir. Bugün, orduya “faşizmi ve gericiliği tasfiye eden Rönesans gücü” misyonu biçebilmek için, Marksist devlet teorisini “dar” bulmak kaçınılmazdır. Ama bunun doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu söylemek için, Marksizm’in katledildiğini saptamak yetmez. Bu, “doğruluk” “yanlışlık” ölçütlerini kullanmak için yeterince güçlü bir çıkış noktasıdır, ama bundan daha önemlisi, önermenin, emek sermaye karşıtlığı bakımından ne anlama geldiğini saptayabilmektir. Yalçın Küçük, Gelenek ve Aydınlık, bugün bir “restorasyon” süreci yaşandığında birleşmektedir. Bu birliğin ortak paydası, “gericiliğin”, faşizmden, kapitalizmden, emperyalizmden ayrı bir şey olarak anlaşılmasıdır. Dinci gericiliğin “PKK’den daha tehlikeli” bir güncel baş düşman olarak ilan edilmesi ve Ağar kliğinin kızağa çekilmesi, Çiller-Uçuran çetesinin hırsızlıklarının artık ayyuka çıkması karşısında, “yeter, kazı bağırtmayın” denmesi, onlar açısından bugüne kadar uygulanan bütün politikaların kökten değiştiğinin işaretidir. Örneğin, Gelenek, bütün ihtiyat kayıtlarını kullanarak, “Kapitalizm çağında, tutarlı bir anti-emperyalizm, içten bir anti-faşizm ve kimsenin kuşkusu olmasın, çekincesiz ve ilkeli bir gericilik karşıtlığı, burjuva düzeninin herhangi bir kanadının ya da kurumunun işi olamaz” diyor, ama hemen ardından, gericiliği salt ideolojik ve dinci ideoloji ile sınırlı bir tutum olarak tanımlıyor. “Net ve kesin bir özetle, Türkiye’de ilericilik gericilik saflarının kendi içlerindeki önderleri, Kemalizm ve şeriatçılıktır.”(4)
Yine aynı yazıda, ilericilik, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” temalar üzerinde “genel bir hegemonyanın” sahibi olan Kemalizm’e mal ediliyor. Sosyalizm ise, “bir ideolojik çizgi” olarak, bu unsurlarla tanımlanan “ilericilik alanını” paylaşıyor; ama “bu alanda başı çeken bir unsur olmayı bir türlü beceremediği de” kesin!
Toplumsal ve siyasal anlamda, “ileri-geri” kavramlarına Marksizm tarafından yüklenen içeriğinin, sınıflar mevzilenmesi dışında bir ölçü tanımadığı görülmüyor. Bir sınıfın, partinin, kurumun ilerici olup olmadığını belirleyen tek ölçü, sınıflar savaşında tuttuğu yerdir, “kamucu/devletçi, yurtsever/anti-emperyalist, ilerlemeci/devrimci” kavramlarını, güncel sınıf mücadelesinin başlıca alanlarından bağımsız olarak tanımlamaya olanak yoktur. Taktiğinin birinci maddesinde “özelleştirmeye hayır” yazan işçi ve emekçi kitleleriyle, yine programının birinci maddesinde “özelleştireceğiz” yazan burjuvazinin bu kavramlara verdiği içerik aynı olamaz. Kavramların dışsal benzerliğine bakarak, “aynı alanın paylaşıldığı” kanısına ulaşmak, sadece sınıf kıstaslarını unutmakla mümkün olabilir.
Bugün gelinen noktada, “ileri-geri” kavramları, Türkiye solunun ’60’lı yılların sonunda terk etmeye başladığı “laik-şeriatçı” ikilemine yeniden oturtulmuştur, birçokları için “gerici”, kimi karikatürlerde görünen takkeli, çember sakallı, tespihli, şalvarlı bir adamdır. Bu kalıba göre, Eczacıbaşı, Koç, Garih, Alaton gibi tekelci sermaye temsilcilerinin gerici sayılması akla bile gelmez. Aynı şekilde, siluetinde daima keskin bir Mustafa Kemal profili görünen herhangi bir general de gericiliğin baş düşmanı namıyla taçlandırılmayı peşinen hak etmiştir.
Bu karikatür düşman, Refah-Yol hükümeti sürecinde yeniden ve çok daha etkili bir biçimde “ilericiliğin” tanımlanmasında rol oynamaya başladı. Kuşkusuz bu yeniden dirilişte, hükümet olmuş dinci gericiliğin uygulamalarının payı vardı; karikatürdeki adam, Fatih-Çarşamba’dan Batman çarşılarına kadar, İstiklal Caddesi’nden, Kızılay’a, Kordonboyu’na, memleketin yüzde doksanında aynı kıyafetle ve son derece ciddi bir biçimde dolaşıyordu. Ama ileri-geri, sağ-sol gibi kavramlar ekseninde bir ayrışmanın aktörü haline getirilmesinde, onun cübbesinin ve sarığının altına gizlenen bir başka kimlik rol oynadı.
Sürecin başlangıç noktası, “Susurluk’tur. “Bir Dakika Karanlık” eylemini, “çetelere karşı vatandaş inisiyatifi” biçiminden, büyük bir başarıyla “şeriatçı saldırıya karşı laik direnişi” haline sokanlar ve hükümetteki dinci gericiliği, hedef saptırmanın aracı olarak abartanlar, cübbenin, sarığın, çember sakalın ardına gizlenenlerdir. Bu komik korkuluğun ortalığa salınmasıyla, önce, “çete”nin üstü örtüldü ve arızi, bireysel suç kapsamına sıkıştırılması sağlandı. İkinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin esas olarak dış politikası ve merkezî önem taşıyan Ortadoğu ilişkileri bakımından gerçek bir ayak bağı durumunda bulunan Refah Partisi’nin hükümetten uzaklaştırılması için uygun psikolojik ortam yaratıldı. Ve son olarak, devlet iktidarının kimin elinde olduğu ve “olması gerektiği” yolundaki sorunun cevapsız olmadığı, bunun tek sahibinin ordu olduğu düşüncesi, bir kere daha kabul ettirildi. O kadar ki, ordunun 12 Eylülden sonra büyük itibar kaybına uğradığını saptayan bütün burjuva gözlemciler ve medyanın “etkili kalemleri”, “televizyon yorumcuları”, itibarın iade edilmekte olduğunu “sevinçle müşahede etmeye başladılar.” Bu sonuncu kazanç, ilk ikisinden daha önemliydi. Egemenlikte en vazgeçilmez koşul, “onay” mekanizmalarını işletebilmektir. İktidarı meşru ve isterse kural dışı olsun, bütün uygulamalarını gerekli gösterebilmek için bu, ilk ve zorunlu adımdır. Diğer ilk iki hedef, çetenin üstünün örtülmesi ve Refah’a karşı cepheden saldırı, bu amacın elde edilmesinde kullanıldı. Yalçın Küçük’e, “ordumuz” dedirtmek, Doğu Perinçek’i yıllar sonra nihayet açıkça yeniden ve büyük bir aşkla “Cumhuriyetimiz”in savunuculuğunu pervasızca yapabilecek koşullara kavuşturmak, anlı şanlı sosyalistleri “ordu, faşizmi ve şeriatçı gericiliği tasfiye ediyor” hülyalarına sokabilmek, başarının büyüklüğünü yeterince gösteriyor.
Tam da bu noktada, “Türkiye solunun Kemalizm’le hesaplaşması” için, kendi sınıf köklerini tanımasının ve kendisini bir işçi hareketi olarak inşa edebilmesinin belirleyici önem taşıdığını yeniden görebiliriz. İdeolojik netlik, münzevi bir aydın çabasının ürünü olamaz. Kimi soyut kavramlar arasında dışsal özdeşlikler bulmak, aynı zamanda sınıf politikaları arasında geçişler, bağlantılar ve özdeşlikler bulmaya yol açar. Her toplumsal kavram, ancak yine toplumsal pratik tarafından somutlanabilir. Özgürlük, demokrasi, eşitlik, adalet vb. ilericilik, yurtseverlik, devrimcilik gibi kavramların da, hangi sınıf açısından ne anlama geldiği, kimin politikasını temsil ettiği, ancak sınıfların mücadele içinde netleşen hedefleri ve ihtiyaçları açısından anlaşılabilir. Karşıt sınıfların aynı kavramları kullanıyor olmalarından, onların gerçekten “aynı alanı paylaştıkları” sonucunu çıkarabilmek, en temizinden idealizme özgüdür. Bundan kurtulmanın tek yolu, maddeye, toplumun maddesine, sınıflar gerçeğine başvurmaktır.
Belki ancak o zaman, üniversitelerdeki kışlalaştırma saldırısının içeriği görülebilir ve bütün ilerici öğrenci gençliğin, yalnızca YÖK sisteminin değil, MGK’nın da en militan temsilcisi olarak tanıdığı İstanbul Üniversitesi Rektörü gerici Kemal Alemdaroğlu’na selam çakılmaz. O zaman, öğrencilere sakallarını keserek bu saldırıya sırf “gericilerin de yüzü görünsün” diye katlanmaları önerilmez, “tarihimizde de yazılıdır, sakal kesildikçe güzelleşir” gibi başçavuş babacanlıkları yapılmaz.(5)

Ağustos 1998

Dipnotlar

1) Aydemir Güler, “Jakobenizmin Güncelliği”, Asker Partisi Ne İstiyor, s.164
2) Gelenek’in Notu, “Asker Partisi Ne İstiyor”, Mart 1998, s.5
3) Bu noktada, daha önce Çağlar Keyder’in “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar” broşürü dolayısıyla söylediklerimizi tekrarlamak zorundayız. Bkz: Özgürlük Dünyası, “Devlet ve Sınıflar”, sayı 76, Şubat 1995, s.6
4) Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizm’i”, Gelenek, 57, s.
5) Bütün bu kuyrukçu açıklamalar için bkz: Y. Küçük, 1 Mart tarihli “Basın Açıklaması”, Hepileri, sayı 12, s.28

Talepler üstünden mücadele mi, masa başı çözümler mi?

Talepler üstünden yürütülecek bir mücadele mi, yoksa “masa başı” çözümlerin emekçilere empoze edilmesi mi tartışması, sınıf partisi ile çeşitli türden “sol”, “sosyalist” partiler arasında bir ayrım olmaya devam ediyor. Ancak bu ayrım sadece teorik bir ayrım değil, aynı zamanda pratik mücadeleye yaklaşım bakımından da giderek derinleşiyor. Özellikle, özelleştirmeye karşı mücadelede bu ayrım çok daha yakıcı bir karakter kazanmış bulunuyor. “Somutluk” adına “masa başında” “özelleştirmeye alternatif” geliştirdiğini iddia eden ÖDP ve İP gibi partiler, tam da işçilerin, kamu emekçilerini, sendika ve bilim çevrelerini de etkileyip “Özelleştirmeye Hayır” sloganı etrafında peşlerine taktıkları koşullarda; “özelleştirme değil özerkleştirme”, “özelleştirme değil kamulaştırma” gibi çıkışlarla işçiler, emekçiler arasında ve bilim çevrelerinde 1990’lı yıllar boyunca mücadeleyi saptıran görüşlerini, yeniden gündeme getirerek, emekçiler arasında, bilim çevrelerinde kargaşa yaratacak bir tutumu benimsemiş bulunuyorlar.
Bu tutumun, düzen partilerinin politika tarzı ve sorunu düzen içi çözümlere mahkûm eden reformcu bir tutum olduğu ortadadır. Şöyle ki;
Düzen partilerinin halk yığınları karşısındaki tutumu bir yanıyla halk dalkavukluğu, bir yanıyla da halkın aklının hiçbir şeye yetmediği, kendi başına bir şey yapamayacağı biçimindedir. Bu yüzden de halkın karşısına çıkan düzen partileri, halkı övüp göklere çıkarıyor. Kimine göre “köylü milletin efendisi”, kimine göre, “halk iradenin gerçek sahibi”, kimine göre, “halk isterse odunu bile milletvekili yapar” vs.
Halkı böylesine öven bu partiler, iş, parlamentoya gitmeye gelince birden keskin bir “U dönüşü” yapıyor ve “oyunuzu bana verin size yol, su, elektrik getireyim”, “siz beni seçin ben de sizi çektiğiniz sıkıntılardan kurtarayım” safhasına geçiyorlar.
Düzen partileri ve liderleri, seçim meydanlarında, hele muhalefetteyse, halkın bütün istek ve özlemlerinin savunucusu kesilirler. Bu partilerin bir başka özelliği de seçimden sonra bütün söylediklerini unutmalarıdır. Bir de iktidara gelmişlerse; artık bütünüyle “devlet partisi”, “devlet adamı” olup çıkarlar. Seçim meydanlarındaki vaatlerini unutur, ülke ve devletin çıkarları uğruna emekçilerin, halkın taleplerini önemsiz, hatta savunulmasını tehlikeli gören bir tutumu benimserler.
Sonuçta oylarıyla birilerini Meclis’e gönderen, bazı partileri iktidara getiren işçiler, emekçiler; yine kendi talepleriyle baş başa kalıp, eğer az çok örgütlüyseler, o talepler için grevler, gösteriler, direnişler, mitingler yapmaya devam ederler. Ama yığınlar örgütsüzse; bir dahaki seçimde o parti olmadı bu partiye, o kişi ihanet etti öyleyse bu kişiye oy verip “kurtuluş” umutlarını sürdürmeye çalışırlar. Tabii ki; hâlâ denemedikleri bir düzen partisi kalmışsa!
Burjuva düzen partilerinin bu vaatçi, “oyunuzu bana verin ben de siz kurtarayım” tarzı, ilerici, devrimci, “sosyalist” çevre ve partileri de etkilemiş, bu parti ve çevreler bütün işçi sınıfı ve halk kavramı üstüne, devrim ve sosyalizm üstüne edebiyat parçalamalarına karşın, iş, çalışma tarzı ve talepler üstünden mücadele yürütmeye gelince aynı tarzı benimsemişlerdir. Kendilerine sosyalist, işçi, emekçi partisi sıfatı yakıştıran bu partiler, halka dönüp, bir yandan kendilerine destek verir ve partileri iktidara getirirlerse emekçileri çektikleri sıkıntılardan kurtaracaklarını, hatta kendi iktidarlarının işçilerin emekçilerin iktidarı olacağını iddia etmektedirler. Ama sadece bununla da kalmayıp; işçilerin, emekçilerin taleplerini düzen içi formüller haline getirerek, “reformlar uğruna mücadele” gibi saçma bir formülasyonla işçi sınıfının, emekçilerin taleplerini, bu talepler üzerinden yürütülen mücadeleyi iğdiş edip düzen içi hale getirmeye çalışmaktadırlar.

TALEPLER ÜSTÜNDEN MÜCADELE VE VAAT SİYASETİ
Bir partinin sistem içi mi, yoksa” sisteme karşı mücadele içinde mi olduğunun başlıca göstergelerinden birisi de talepleri ele alış tarzlarıdır.
İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi, talepler üzerinde yükselir. Bir talebi kazanmak isteyen emekçiler, amaçlarına varmak için kendi aralarında birleşir ve değişik eylem biçimleriyle harekete geçerler. Bu mücadele; kimi zaman bir yenilgiyle sonuçlanır, kimi zaman talebin kısmen elde edilmesi mümkün olur, kimi zaman da talep, eğer sistem içinde kazanılması mümkün bir talepse bütünüyle gerçekleşebilir.
İşçi sınıfının ve diğer emekçilerin uğruna mücadeleye atıldığı taleplerin bazıları, “hemen kazanılabilir talepler”dir, Örneğin; toplusözleşmelerde öne sürülen taleplerin büyük çoğunluğu, taban fiyatları, maaş zamları vb. talepler bu kategoriye dâhil taleplerdir. Bazı talepler ise, sistem içinde en azından teorik bakımdan gerçekleşebilir taleplerdir. Örneğin; işçilerin dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev hakkı, özelleştirmenin durdurulması, DGM’lerin kaldırılması, OHAL’in kaldırılarak bölgedeki koşulların normalleştirilmesi, işsizlik sigortasının çıkarılması, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin önlenmesi, kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendikal hakkının tanınması gibi talepler bu türden taleplerdir. Eğer emekçiler, demokratik güçler, yeterince güçlü bir biçimde mücadeleye atılmışsa, bu talepler kazanılabilir hale gelirler. Ancak, emekçiler yeterince örgütlü ve birleşmiş değillerse, bu türden talepler sistem içinde gerçekleşemeyebilir ve ancak bir toplumsal devrim günlerinin talebi olarak rol oynamaya devam ederler. Örneğin sistem yıkılmadığı halde OHAL kaldırılabilir, DGM’ler kaldırılabilir ya da işçilerin genel grev hakkı, siyasi grev hakkı tanınmak zorunda kalınabilir. Kimi talepler ise, sistem içinde gerçekleşemez taleplerdir. “Bağımsız, Demokratik Türkiye”, “Sosyalist Türkiye” talepleri bu türden taleplerdir.
Gündelik taleplerde işçiler ve emekçilerin istemleri somuttur. Örneğin bir toplusözleşmede işçiler; şu kadar ücret zammı istiyoruz; çalışma koşullarımızın şöyle düzeltilmesini istiyoruz; disiplin kurulunda işçilerin temsilcilerinin çoğunlukta olmasını istiyoruz; işçi sağlığına ilişkin şu önlemlerin alınmasını istiyoruz… gibi istemlerini çok net bir biçimde formüle eder ve bunları elde etmek için de grev, direniş, gösteri vb. yollara başvururlar. Yani bu türden talepler çerçevesindeki mücadelede, patronların dayatmalarına hayır diyen işçiler ve emekçiler kendi “alternatiflerini” de net bir biçimde ifade ederler, edebilirler.
Sistem içinde gerçekleşmesi teorik olarak bile mümkün olmayan talepler için de durum nispeten açıktır: Bugünkü çürümüş, emekçilerin örgütlenme ve siyaset yapma imkânlarını yok eden, ülkeyi emperyalizmin kölesi haline getiren egemen sınıfların diktatörlüğüne hayır; emekçilerin bağımsız demokratik Türkiye’sini istiyoruz, ya da sömürücü kapitalist sisteme hayır, sosyalizm istiyoruz der ve bugünkü sistemin yerine koyacağı sistemi de açıkça tarif eder. Bu talepler için de işçilerin, emekçilerin “alternatifi” nettir. Örneğin bu durum, EMEP’in programında açıkça ifade edilmiş; bugünkü sistemin yerine nasıl bir sistemin geçmesi gerektiği, işçi sınıfının sömürüden kurtulması mücadelesinde, nasıl bir Türkiye’nin (Bu, bağımsız demokratik Türkiye’dir.) zorunlu bir geçiş aşaması olduğu açıkça tarif edilmiştir.
Sistem içinde teorik olarak gerçekleşebilir ama pratikte gerçekleşmesinin hangi ölçüde ve hangi biçimler altında olacağı burjuvazi ile işçi sınıfının, hatta bütün halkın karşı karşıya gelmesi ve karşılıklı mücadelenin belirlediği talepler, devrimci parti ile her türden reformculuk arasındaki başlıca ayrımlardan birisidir. Bu taleplerden bazıları, örneğin 8 saatlik işgününün her yerde uygulanması, genel grev hakkının yasallaştırılması gibi taleplerde, bugünkü uygulamanın karşısına açıkça, bugün yaygın söyleyişle bir alternatif hemen konulabilir. DGM’lerin kaldırılması, MGK’nın kaldırılması talebi, açıkça DGM’siz bir yargı düzeni, MGK’sız bir siyasi düzen istemektir. Ya da genel grev hakkı talebinde olduğu gibi, bugün grev yasasında genel grevi yasaklayan maddenin kaldırılması talebidir. Yine kamu emekçilerinin 10 yıllık mücadelelerinde açıkça ifade edildiği gibi, bir yasa ile grevli toplusözleşmeli sendika hakkının tanınmasıdır. Ama bu kategorideki bazı talepler için bu kadar basitçe “alternatifler” getirilemez. Örneğin, “özelleştirmeye hayır” diyenlere, bugün kimi “devrimci” ve “sosyalist” çevreler soruyor: “Peki, ‘özelleştirmeye hayır’ da, yerine ne getiriyorsun?” Yanıt olarak da ya “bugünkü gibi sürüp gitsin”, ya “kamulaştırma yapılsın”, “ya özerkleşsin”, ya “özyönetim”, ya “KİT’lerde işçi yönetimi” ya da “mülkiyetin (Karabük örneğinde olduğu gibi) çalışan işçilere devri” gibi “somut alternatif” getirilmesini istiyorlar.
Bu “alternatifçi” reformculuk, kimi talepler karşısında ise; birden keskinleşebiliyor. Örneğin bunlar, “MGK kaldırılsın” talebi karşısında, “ne olacak yani, MGK kaldırıldı diye ülkeye demokrasi mi gelecek” diyebiliyorlar.

ÖZELLEŞTİRMENİN ALTERNATİFİ, İŞÇİ DENETİMİ
Son 10 yıl içinde, özelleştirmeye karşı mücadele içinde, “özelleştirmeye karşı alternatifin ne olacağı” sorusu sıkça gündeme geldi. Bir yandan büyük patronların sözcüleri, öte yandan da çeşitli “sol”, “sosyalist” çevreler işçilere aynı soruyu yönelttiler: “Peki, özelleştirmeyelim de ne yapalım?” Bu soru, tuzak soruydu. Ve sendikacılar başta olmak üzere, aydın-demokrat çevreler, “Kemalistler”, kendisini “sosyalist”, “devrimci” diye adlandıran çeşitli siyasi çevre ve “partiler” (İP, ÖDP) bu tuzağa büyük bir hevesle atladılar. Çünkü burjuva partilerinin bir ceplerinde “her konuda kolay çözüm reçetesi taşıma” geleneği bu çevrelerde devam ediyordu. Dahası, “sol” gelenek, cumhuriyet tarihi boyunca sıkıştığı her konuda burjuvazinin yerine “çözüm üretme” misyonunu da yerine getiren bir politika tarzını benimsemişti.
Bütün bunlardan öte; bu çevreler halk adına konuşma, halkın yerine çözüm üretme konusunda burjuva partilerinden hiç de geri kalmayan bir alışkanlığa sahipti. Masa başına oturulur, işçilerin, köylülerin, memurun, esnafın, işportacının, ulusal azınlıkların “talebi nedir” tespit edilir, bunların nasıl çözülebileceği de bir çırpıda belirlenip kalkılır. Sonra da burjuvazinin karşısına geçilir; “o sorun öyle çözülmez, böyle çözülür” deyip “yol gösterme” görevine soyunulur.
Özelleştirmeye karşı mücadele yılları boyunca da bu mekanizma işledi. Özelleştirmeyi dünya ölçüsünde programına alan uluslararası burjuvazinin ve yerli işbirlikçilerinin, onların hükümetinin özelleştirmeyle varmak istedikleri hedeflere bakılmaksızın; burjuvazinin, uluslararası sermaye temsilcilerinin tuzak sorusunun; “peki özelleştirmeyelim de ne yapalım” sorusunun üstüne atlandı. “Kemalist’i”, “sosyal demokratı”, “sendikacısı”, sözde “solcusu”, “sosyalisti”, gelişmelere politik bakmayı epeydir terk etmiş bilim çevreleri; sendikal bürokrasi ve büyük patron örgütleri tarafından masrafları karşılanan lüks mekânlarda “özelleştirmeyelim de ne yapalım?” sorusunu tartışmaya koyuldular. Tartışma büyük bir “ciddiyetle” sürdü. Sanki burjuvazi, onlara gerçekten fikirlerini sormuş gibi, hevesle bütün bildiklerini ortaya döktüler. Bu dönem yaklaşık 5 yıl sürdü. Salonlardan çıktıklarında, kimisi özerkleştirmeyi, kimisi “kamulaştırmayı”, kimisi “sendikalara danışılarak özelleştirme yapılmasını”, kimisi “işçi haklarının korunarak özelleştirmenin yapılmasını” savunuyorlardı. Ama bu kritik 5 yıl boyunca; burjuvazi, yasal ve teknik hazırlıklarını yapmış; Sümerbank, çimento fabrikaları, ORÜS gibi işletmelerde özelleştirmeyi başlatmıştı bile.
Elbette bu salon tartışmaları sadece salonda kalmadı. Salonda konuşulanlar, dergiler, gazeteler, TV kanalları, kitaplar ve benzeri araçlarla işçiler emekçiler arasında yayılarak özelleştirmeye karşı mücadele eden saflarda kafa karışıklığı yaratıldı. Düzen içi bir alternatif öne sürmeden “özelleştirmeye hayır” diyerek özelleştirmeye cepheden karşı çıkanlar; “işçilerin önüne ‘alternatif getirmemekle”, “KİT’lerin bugünkü gibi arpalık olarak kalmasını” savunmakla suçlandı. Hükümet ve büyük patronlar bu kafa karışıklığından yararlanarak, saldırılarını sürdürdü.
Ancak, özelleştirmenin sadece bir mülkiyet değişikliği değil, uluslararası sermayenin ülkeleri köle derekesine düşürmek olduğunun işçiler tarafından anlaşılması ve bunun Yatağan-Yeniköy-Kemerköy santral işçilerinin, “özelleştirme sorunu ülkemizin bağımsızlığı sorunudur” diye yüksek sesle haykırıp yeni bir direniş barikatı kurmasından sonra özelleştirme süreci, yeni bir safhaya girdi. Sendikal çevreler, aydın demokrat çevreler ve bilim çevreleri, ancak işçilerin bu çıkışından sonra, düştükleri tuzağı az çok da olsa fark ederek yeni bir pozisyon aldılar. Sistem içi çözümler tartışmak yerine “özelleştirmeye cepheden hayır” demeye yöneldiler. Ne var ki; sınıf hareketinin seyri, işçilerin ne dediğine bakmayan ÖDP ve İP gibi partiler, kendi “masa başı çözümlerini” yeniden gündeme getirerek özelleştirmeye karşı şalter indirmeye, işyerlerini işgal etmeye hazırlanan işçiler ve kamu emekçilerinin önünü karartan tutumlarını çeşitli platformlarda yinelemeye giriştiler.
ÖDP’ye göre, özelleştirme olmamalı ama “özerkleştirme” yapılmalıdır. İP’e göre ise, özelleştirme yapılmamalı, “kamulaştırılmaya” gidilerek, özel işletmeler de kamulaştırılmalıdır.
Bu “kolay” “alternatifleri üretenler (ya da üretilen tampon görüşleri sahiplenenler) soruyor: Özelleştirme karşısında EMEP’in alternatifi nedir?
Kuşkusuz ki; EMEP’in, sistem içinde, özelleştirmeye karşı masa başında hazırlanmış bir reçetesi yoktur. Ama “EMEP iktidara geldiğinde KİT’leri nasıl organize edecek?” diye soruluyorsa, elbette EMEP’in bu konudaki görüşü açıktır. EMEP, programı gereği bu işletmeleri sosyalist ekonominin ana dayanakları olacak bir biçimde yeniden organize edecektir. Ama sorulan, bu değildir. Sorulan EMEP’in şu anda özelleştirme karşısında bir “alternatif çözüm” getirip getirmediğidir.
Peki; EMEP, işçilerin “özelleştirmeye hayır” diyen tutumunu desteklerken, düzen içi çözüm üretenlerin iddiasında olduğu gibi KİT’lerin bugünkü, “arpalık” konumunun devamından mı yanadır? Elbette değil! Çünkü KİT’ler, özellikle son yıllarda özelleştirmeciler tarafından batırılmakta, özelleştirmeyi kolaylaştırmak için her bakımdan tahrip edilmektedir. Ama bu sorunun en basit yanıdır. Asıl sorun ve EMEP’in özelleştirmeye karşı tutumunu belirleyen, özelleştirmenin uluslararası sermayenin, emperyalizmin dünya egemenliğini pekiştirmenin bir koçbaşı olarak kullanılıyor olması gerçeğidir.
Şöyle ki;
1- Özelleştirme; Türkiye’nin büyük patronları ve hükümetleri tarafından icat edilmiş, ekonomiyi şöyle ya da böyle düzenlemek için başvurulan bir araç değildir.
2- Özelleştirme; sonuçları itibariyle işçi haklarını tahrip etmek, kimi işçileri işsizliğe mahkûm etmekle sınırlı bir operasyon da değildir.
3- Özelleştirme; uluslararası sermayenin dünya ekonomisini yeniden yapılandırmasının en önemli araçlarından birisidir. Başka bir söyleyişle özelleştirme, uluslararası tekeller ve emperyalist ülkelerin dünyayı kendileri için dikensiz gül bahçesi yapmak için giriştiği operasyonun omurgasıdır. Bu yüzden de özelleştirmeye karşı mücadele, özelleştirmeyi engelleyecek emekçi talepleri, örneğin bir toplusözleşmede öne sürülen talepler gibi “gündelik talepler kategorisinden değildir. Tersine, bağımsız Türkiye talebine sıkı sıkıya bağlanmış bir taleptir.
4- Uluslararası sermaye, yerli ortakları ve hükümetleri, özelleştirmeyi tartışmak, özelleştirmenin yerine şu ya da bu tarzda bir çözüme mantıksal bakımdan ikna edildiğinde özelleştirmekten vazgeçmek niyetinde değildir. Evet, bu çevreler “özelleştirme olmasın da ne olsun?” tartışması açmışlardır ama burada tartışma açmaları yeni önerilere açık olduklarından değil, emekçilerin kafasını karıştırmak içindir. Kendilerinin masa başı tartışmalarında verecekleri hiçbir tavizleri yoktur. Elbette hükümetlere, sistem içinde, özelleştirmede geri adım attırmanın imkânı vardır. Ama bu masa başında olacak bir iş değil, işçi ve emekçi yığınlarının özelleştirmeye karşı kuracakları cephenin direnişi karşısında mümkün olacak bir şeydir.
Yukarıdan beri söylenenler nedeniyle özelleştirmeye karşı mücadele, aynı zamanda sisteme karşı bir mücadele olarak ele alındığı ölçüde anlamlı olabilir. Bu yüzden de özelleştirmenin sistem içinde, sözü edilen tarzda her zaman geçerli “alternatifi”nden, hazır bir reçeteden söz etmek sadece reformculuktur. Çünkü özelleştirmeye karşı mücadelenin boyutlarının ne olduğu ile KİT’lerin nasıl bir yapıya kavuşacağı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Örneğin bir-iki yıl önce “özelleştirmeye hayır” demenin ötesinde çözüm için çok şey söyleme imkânına sahip değildik. Ama Yatağan işçilerinin başlatıp sonra da diğer bazı termik santraller ve işyerlerinde olduğu gibi işçilerin, sorunu “bağımsızlık sorunu” olarak ele almaları, özelleştirme karşısında işyerlerini işgal edeceklerini, şalter indireceklerini dünya âleme duyurmaları ve kimi işyerlerinde işçiler ve kamu emekçilerinin özelleştirmeye karşı mücadele komiteleri olarak birleşmeleri çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu söylenenlere, işçilerin ve kamu emekçilerinin KİT’lerin arpalık olmaktan kurtarılması, teknoloji yenilenmesi, atıl kapasitenin kullanılması için yeni yatırımlar yapılması ve işçi alınması talepleri eklenince; KİT’lerde İŞÇİ DENETİMİ (işçi ve kamu emekçilerinin denetimi) talebi de gündeme gelmiştir.
“İşçi denetimi” bugün özelleştirmeye karşı mücadelenin geldiği aşamada, işçileri, kamu emekçilerini birleştiren, mücadelenin önünü açan bir talep olarak ortaya çıkmaktadır. İşçi istemlerinin, “olmazsa şalter indirip işyerlerini işgal edeceğiz” dedikleri taleplerin gelip dayandığı nokta, KİT’lerde işçi denetimini mümkün kılacak gelişmelerin ipuçlarını vermekteydi. Ama önümüzdeki günlerde mücadele ileri bir atılım gösterip hareket yeni mevziler kazandığı ya da kazanma eğilimine girdiğinde, “işçi denetimi” talebi geri kalabilir. Emekçiler, özelleştirmecileri güçlü bir biçimde geriye ittiği ölçüde de KİT’lerin yapılandırılmasının emekçilerin isteğine yakın bir biçimde gerçekleştirilmesini mümkün kılar. Eğer özelleştirmecilere, sadece özelleştirmeden cayacak kadar geri adım attırılmışsa, KİT’ler bugünkü durumlarına yakın bir organizasyonda kalacaktır; yok, emekçiler burjuvaziyi çok daha gerilere püskürtmüşse, KİT’ler emekçilerin o an kazandıkları pozisyona göre yeniden organize edilebilir. Ya da örneğin özelleştirmeye karşı mücadele genişlemiş, emekçiler iktidara adımlarını atmış bir pozisyona gelmişlerse; işçi denetimi ve yönetimi gibi çözümler geri, gerici çözümler olur ve KİT’lerin sosyalist mülkiyetin ilk biçimleri olarak yeniden organize edilmesi, özelleştirmenin alternatifi olarak gündeme gelebilir…
Kısacası; bugün esas olan, özelleştirmeye karşı olan bütün güçleri birleştirmektir. İşçinin örgütlenme düzeyi ve talepleri kavrayışının seviyesi öne sürülecek çözümle doğrudan bağlantılıdır. Ve burada kriter, öne sürülen “çözüm”ün, işçileri, emekçileri birleştirmede bir araç olup olmayacağı, hareketi toparlayıcı ve ilerletici bir role sahip olup olamadığıdır. Nitekim bugün özerkleştirme ve kamulaştırma “çözümleri”nin, işçilerin, emekçilerin birleşmesine bir katkısı olmayacağı gibi, tersine, özelleştirmeye karşı mücadele eden saflarda kafa karıştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu yüzdendir ki, bu tür masa başı çözümler sadece üreticilerinin marifeti olarak kalmamakta, patronlara, hükümetlere de manevra imkânı sağlamaktadır.

TALEPLERİN KENDİ BAŞINA ANLAMI VAR MIDIR?
Düzen içi reformlar için mücadele ile sisteme karşı mücadele arasındaki fark da burada şekillenmektedir. Hiçbir devrimci parti, hiçbir sınıf partisi birtakım reform paketleri uğruna mücadeleyi esas almaz. Tersine, sınıf partisi, sisteme karşı mücadele eder ve kimi reform talepleri bu sisteme karşı mücadelenin yan ürünleri olarak ortaya çıkar. Söz konusu olan, özelleştirmenin engellenmesiyse; burada mücadelenin hedefi, özelleştirmeyi kendi dünya hegemonyasını pekiştirmenin bir aracı olarak kullanan emperyalizmdir. Emekçiler bu saldırıyı püskürttükleri ölçüde, ülkede özelleştirmenin yol açacağı sonuçları ortadan kaldırmanın imkânını elde ederler. Ya da özelleştirmeyi gerçekleştirmeyi amaçlayan büyük patronlar ve hükümetin bu alandaki politikalarına karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleyle birleşmediği ölçüde ciddi anlama sahip olamaz. Nitekim işçilerin, özelleştirmeye karşı çıkmayı ülkenin bağımsızlığı olarak ele almaya başlamalarıyla birlikte, özelleştirme mücadelesi sisteme karşı bir çıkış olmaya yönelmiş, bu da mücadelenin radikalleşmesinin önünü açmıştır. Burada kararlılık ve direniş noktası “özelleştirmeye hayır” sloganıyla ifade edilmektedir. Emekçilerin mücadelesi, özelleştirmecilerin saldırısını püskürttüğü ölçüde özelleştirmeye karşı mücadele de yeni mevziler kazanır; birtakım “çözümlere” varır ama bu, çözümü belirleyen karşılıklı güçlerin çarpışmaları sonucu elde ettikleri mevzilere uygun bir çözümdür. Ve asıl amaca varılıncaya kadar da bu çözümlerden hiçbiri nihai bir çözüm olarak kalamaz. Çünkü özelleştirmecilerin geri adım atmış olması, emekçilerin kimi taleplerini kabul etmiş olması, emekçilerin tüm taleplerini alması anlamına gelemez; çünkü özelleştirme, yukarıda da belirtildiği gibi, uluslararası tekellerin, emperyalistlerin dünya egemenliği amaçlarının önemli bir aracıdır ve uluslararası sermaye püskürtülmeden Türkiye’nin bağımsızlığı yolunda önemli adımlar atılmadan, özelleştirmecilerin kalıcı olarak geri çekilmesi de mümkün olamaz. Dolayısıyla “KİT’lerin ne olacağı”, özelleştirmenin gerçek alternatifinin KİT’lerin burjuva devlet mülkiyetinden kurtarılması ve sosyalizme giden yolda önemli ekonomik kurumlar olarak yeniden organizasyonunun koşulları ancak o zaman doğar. Bu aşamaya kadar bütün “ara çözümler”, mücadelenin daha ileri atılımı için dayanak olan, geçici emek cephesinin gücünün daha ilerisine yetmediği için razı olduğu çözümlerdir.
Benzer kategoriden bir diğer talep de “MGK kaldırılsın” talebidir. Keskin takımı, “MGK kaldırılırsa demokrasi mi gelecek” diyor. Ya da benzer bir biçimde “DGM kalkarsa adil yargı mı olacak” diyorlar. Örneğin burjuvazinin çeşitli fraksiyonları, “artık MGK’ya ihtiyaç kalmadı kaldıralım” diye aralarında anlaşıp MGK’yı (ya da DGM’yi) kaldırırsa elbette bunun, ne ülkenin demokratikleşmesine ne de adaletin adilliğine bir katkısı olamaz. Ama bugün, emekçiler, işçiler, burjuvazinin çözülme içinde olmayan tek kurumu MGK’nın kaldırılması için mücadeleye atılır ve MGK’yı kaldırtacak bir bilinç ve örgütlenme düzeyine ulaşırsa, elbette ki; bu ülkenin demokratikleşmesi açısından dev bir adım olur. Çünkü bu boyutta birleşmiş ve ileri atılan bir emekçi hareketi karşısında, burjuvaziyi MGK’yı kaldırtacak kadar zorlayan bir emekçi hareketi karşısında hiçbir burjuva kurum, burjuva devlet sisteminin diğer kurumları, oldukları gibi kalamazlar. Bu yüzden de MGK’nın kaldırılması talebinin, eğer su katılmamış idealistler değilseniz, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinde önemli bir talep olduğunu inkâr edemezsiniz.
Kısacası taleplerin kendi başlarına ifade ettikleri anlam, çoğu zaman yanıltıcıdır. Talepler, ancak diğer taleplerle içsel bağlantısı içinde ele alındıkları, çözümleri bu bağlantılarla birlikte değerlendirildikleri ölçüde anlamlıdır. Gerçek hayatta olan da budur.
Talepler üstünden yürütülen mücadelenin bir diğer işlevi de: emekçilerin kendi talepleri uğruna mücadele içinde eğitilmesi; dünyada olup bitenleri kavraması; örgüt ve bilinç düzeylerinin ilerlemesidir. Örneğin işçilerin, emekçilerin mücadelesi, bugünkü düzeyinde iken, burjuvazi işletmeleri özerkleştirse de, işçilerin yönetimine vermeye kalksa da, bugünkü haliyle bıraksa da sonuç çok değişmeyecek; kısa bir süre sonra özelleştirmeden beklediği sonuçlan elde edebileceği bir pozisyon kazanacaktır. Karabük Demir Çelik Fabrikaları 4 yıl önce işçilere devredildi. İşçiler, “artık bizim fabrikamız oldu” yanılsaması içinde “sıfır zam”la çalıştılar. Ama aradan geçen kısa süre içinde fabrikanın hisse senetlerinin yüzde 60’ının Sabancı Holding tarafından toplandığı ortaya çıktı. Demek ki; işçiler, emekçiler, burjuvazinin politikalarına müdahale eden bir pozisyona geçemedikçe, özerk ya da işçi yönetimindeki KİT’leri bugünkünden bile beter duruma getirip “çözümü” çözümsüzlüğe götürmek için burjuvazinin elinde sayısız olanaklar olmaya devam edecektir.
Eğer bugün burjuvazi ve hükümetleri, bocalıyorsa bunun nedeni masa başı çözümlerinin kafa karıştırmasından değil, “özelleştirmeye hayır”, “sorun bağımsızlık sorunu” diye “şalter indirme “ye hazırlanan, işletmelere sahip çıkan işçilerin, kamu emekçilerinin tutumundan dolayıdır. Bugün görev, emperyalizmin dünya hegemonyasının en önemli araçlarından birisi olan özelleştirmeye karşı, mümkün bütün güçleri birleştirmek, ülkenin bağımsızlığı ile özelleştirmeye karşı mücadelenin ilişkisini aydınlatmak, bunun işçiler ve emekçiler için anlamını yaygınlaştırmak belirleyici bir öneme sahiptir. Emek cephesi, ancak gericiliğin, emperyalizmin özelleştirme saldırısını püskürttüğü, püskürtme yolunda adımlar attığı, mücadelede yeni pozisyonlar kazandığı ölçüde kendi nihai hedefine giden yolda geçici çözümlerin ne olduğunu tartışabilecektir.

Ağustos 1998

“Kapitalizm ötesi” tezler ve işçi sınıfı

İlker Belek “Postkapitalist Paradigmalar” adlı kitabında, “Post-kapitalist” (“Kapitalizm ötesi”) teorisyenlerin kapitalizmin mevcut durumu ve girmekte olduğu ‘yeni’ aşamasına ilişkin yaptıkları tanımlamaları şöyle özetliyor: ‘”Bilgi ekonomisi’ (Machlup), ‘teknokratik çağ’ (Brzezinski), ‘post-kapitalizm’; ‘hizmet sınıfı toplumu’ (Dahrendorf), ‘post-endüstriyel dönem’ (Bell), ‘bilgi toplumu’ (Masuda, Giddens), ‘ne anti-kapitalist ne de non-sosyalist toplum’ (Drucker), ‘üçüncü dalga toplumu’ (Toffler), ‘postmodern dönem’ (Etzioni, Habermas, Jameson, Lyotard), ‘burjuva sonrası toplum’ (Lichtheim), ‘ekonomi sonrası toplum’ (Boulding), ‘disorganize kapitalizm’ (Offe, Lash ve Urry), ‘ikinci endüstriyel bölünme dönemi’ (Piorre ve Sabel).”(1)
Kapitalizmi gölgesinin üzerinden atlattıran bu pek “çalımlı ama, çelimsiz” tanımlamaların sahiplerine göre, “belli bir dönem kapanmış”, “yeni bir dönem başlamıştır”: “Biten; sanayiye dayalı bir üretim modeli/standartlaştırılmış bir alt-üst yapı bütünlüğü/yabancılaşma/kesinlikler/sınıflar/ çelişkili-çatışmalı ilişkiler ile tanımlı endüstriyalist/modernist paradigma”. Başlayan ise; “bilgiye/esnekliğe/standartları dinlemeyen bir belirsizliğe/yaratıcılığa/kendini aşmaya/karşılıklı yumuşamaya/sınıfsızlığa/yeni toplumsal hareketlere dayalı ve çevreyle barışık bir ‘post’ paradigma.”(2)
“Kapitalizm ötesi” bir toplumun önünü açan gelişmeler ise şu kategorilerde yaşanan değişikliklerde ifadesini bulduğu söyleniyor: “1) Emek-araçları. 2) Emek-gücü. 3) Endüstriyel ilişkiler. 4) Üretimin yapısı. 5) İşletme yapıları. 6) Ekonominin sektörel yapısı. 7) Mesleki yapıdaki değişimler. 8) Üretim döngüsü içindeki ilişkiler ve sınıfsal ilişkiler. 9). Toplumsal formasyon. 10) Bölüşüm ve tüketim ilişkileri. 11) Sermayenin egemenlik biçiminin ifadesi olan siyasal erk sorunu (ulus devlet, uluslar-aşırı siyasi denetim mekanizmaları gibi). 12) Özel, bireysel yaşam. 13) Sağlık, eğitim, sanat gibi rekreasyon alanları.”(3)
“Post-kapitalist” teorisyenlerin kendilerine dayanak yaptıkları gelişmelere getirdikleri yorum, yaklaşık olarak şöyle özetlenebilir: İşçi sınıfının klasik ülkelerinde, yani ileri kapitalist ülkelerde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bilim ve teknikteki devrimler, başta bu ülkeler olmak üzere tüm dünya ekonomisini altüst eden gelişmelerin önünü açtı. Mikro-elektronikler, enformasyon teknolojisi ve biyo-teknoloj isinde kaydedilen gelişmeler sayesinde, yeni emek araçları ve yeni maddelerin yanı sıra, yeni işkolları ve yeni meslekler ortaya çıktı. Mülkiyet ile yönetim ilişkilerinin ayrılması sonucunda ise, sermayenin yöneticilik işlevini üstlenen yeni bir orta sınıf gelişti. Üretim artık doğrudan dünya pazarına yönelik ve dünya ölçeğinde gerçekleştiğinden, ulusal ekonomiler ve ulusal devletler eski önemini yitirdi. Dünya ekonomisi küreselleşti. Devasa çokuluslu şirketler ortaya çıktı. İleri kapitalist ülkelerin ekonomik yapıları altüst oldu. Klasik ağır sanayi kolları (çelik, maden, tersane sanayisi vb.) istihdam ettikleri sanayi işçileriyle birlikte tasfiye sürecine girdi. Bu ülkelerde artık sanayi değil, hizmet ve bilgi toplumu giderek önünü açmakta. Yeni iş sahaları bu işkollarında yaratılmakta. Dolayısıyla gelişen meslekler de bu işkollarının gereksinim duyduğu mesleklerdir (bilgisayar programcıları, hastabakıcıları, ticari ve mali meslekler, kültürel ve sosyal hizmet çalışanları vb.; yani beyaz yakalılar). Sanayide ise, emek-süreci esnek uzmanlaşmaya göre yeniden örgütlendiğinden, ancak vasıflı işçiler çalıştırılmakta. Sanayideki eski hiyerarşiler ortadan kalkmakta, işçiler kendi üretim biriminin planlamasına ve yönetimine doğrudan katılmakta vb.
Nesnel gelişmelerin, kısmen tek yanlı açıklanmasına, kısmen de çarpıtılmasına dayanan böylesi bir yorumundan çıkartılan sonuç ise şudur: Sosyalizm, SB’nin çöküşüyle birlikte alternatif olamayacağı kanıtlanıp, tarihe karışırken, kapitalizm; çürümek şöyle dursun, hızla gelişmiş, dahası; kabuk değiştirerek yepyeni, daha modern ve daha ileri bir topluma doğru hızla yol alabildiğini göstermiştir!
Burjuva ekonomi politiğin bilinen en önemli özelliklerinden birisi, “üretim ilişkilerinin tarihsel hareketi”nin teorik ifadesinden başka bir şey olmayan ekonomik kategorileri, somut tarihsel -dolayısıyla geçici- özellikleriyle değil de, mutlak ve değişmez olarak ele almaktır. Bundaki amaç bellidir: Kapitalist üretim tarzını ve onun ilişkilerini ebedi göstermek. Esasında soruna bu açıdan yaklaşan burjuvazinin bu “bilimsel savunucuları”, teknolojide olsun, bilimde olsun, ya da şu veya bu ekonomik-politik gelişmede olsun, -bir yerde teşekkül etmesi kaçınılmaz olan- şu veya bu gelişmeyi ya da değişikliği haliyle kutsayarak açıklamaktadırlar. Bu değişiklikler ve gelişmeler aslında tam da savundukları sistemin temellerini oymasına karşın, onlar bunu her defasında bu sistemin kendisinin yenilemesinin ve yepyeni, daha üstün ve ileri bir aşamaya ulaşmasının kanıtı olarak muştularlar. Olguların bu şekilde ele alınışına bakılarak denilebilir ki, burjuva ekonomi politiğin tarihsel evrimi; bilimsel sadakat ve önyargısızlıktan (klasik dönemi) vülgerleşmeye, vülgerleşmeden ise kaba demagoji ve yaygaracılığa varan bir evrimdir.
Bu yazının amacı, sözü edilen iddiaları tek tek ele almak değildir. Konunun bu şekilde ele alınışına bizce bir ihtiyaç yoktur. Zira iddialar ortada olduğu gibi, her türlü “spekülasyonun bittiği gerçek yaşam” da ortadadır. İşin özünü vurgulamak gerekirse, bu çığırtkanların bütün külliyatının, tekelci kapitalizmin kendi gelişme yasaları tarafından belirlenen eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı biçimlerin anlık resimlerini, dönemsel görüntülerini dondurarak, bunun üzerinden ahkâm kesmekten ibaret olduğu söylenebilir. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kaynaklık ettiği dönemsel görüntülerin üzerine inşa edilen teoriler ile gerçek yaşam arasındaki çelişkiye ilişkin sayısız örnek verilebilir. Örneğin: Gerz’un ‘80’li yıllardaki “Elveda Proletarya” safsatası ve 95 Fransası’ndan bugüne gelişen işçi hareketi; Giddens’in “klasik refah devleti uygulamaları” sınıf çatışmasının önemini yitirtmiştir, çünkü “toplu pazarlık sistemi işçi muhalefetini refah devleti sınırları içine absorbe etmiş ve işçi sınıfı militanlığını sistem içinde eritmiştir” doğrultusundaki tezi, ve refah devleti uygulamalarını bir tarafa atmak zorunda kalan uluslararası burjuvazinin ekonomik ve politik saldırılarıyla kışkırttığı işçi emekçi direnişlerinin gelişme doğrultusu; ya da “orta sınıfın genişlemesi sınıf temelli politikaların etkisini yok etmektedir” tezi ile başta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerdeki ‘orta sınıfın hızla erimesi süreci…

“YENİ GELİŞMELER”
İleri sürülen teorilerin “yeni” ve “eski” kavramlarına oturtularak geliştirilmesi, aslında baştan bir yanılsama yaratmaktadır. Oysa tartışma konusu Marksizm açısından hiçbir zaman “yeni”nin varlığı ya da yokluğu temelinde sürdürülemez. Diyalektiğin en temel yasalarından birisi, her şeyin hareket halinde olduğu, değişimin sürekliliğidir. Geriye, söz konusu olanın, bir özün yeni bir biçimdeki ifadesi mi, yoksa yeni bir özün ortaya çıkması mı olduğu kalmaktadır. Kabul edilir ki, öncesinin aynısı olmama durumu, her iki durumda da söz konusudur.
Esas olarak ekonomik ve teknolojik alandaki gelişmelerin bu şekilde ele alınışı ve yorumunun bizce ayrıntılarda boğulmadan yakından irdelenmesini gerektiren iki boyutu vardır: Birincisi; nesnel sürecin aslında tersyüz edilmiş bir yorumuyla yansıtılan bu gelişmelerin, kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartan, yeni bir toplum ve dünya düzeni olarak nitelenmesini gerekli kılan bir gelişme olarak açıklanması. İddialara göre, bu, aynı zamanda, Marksizm’in kapitalizm üzerine olan teorisinin, kapitalizmin kendi nesnel gelişmesi tarafından çürütülmesinin tartışma gerektirmeyecek bir ifadesidir. İkincisi; bu gelişmelerin sınıflar açısından (bu durumda işçi sınıfı) taşıdığı anlam. Nitekim savunulan görüşlere bakılacak olunursa, bu alandaki değişiklikler, Marksizm’in “muğlâk olan sınıf teorisi”ni savunulamaz hale getirmiştir.
SB’nin çöküşü, özellikle teknoloji ve sanayideki gelişmelerden yola çıkarak kapitalist sistemin niteliksel bir değişime uğradığını savunanlar açısından, kapitalizmin; Marksistlerin savunduğu gibi, çürüyen ve genel olarak toplumsal gelişmenin ayak bağı haline gelmiş bir sistem olmadığının; “ölü ilan edilenler daha çok yaşarlar” deyimini yeniden doğrularcasına kapitalizmin çürümek bir yana, üretici güçleri hiçbir sistemin yapamadığı kadar geliştirdiğinin, üretim tekniğini sürekli yenilediğinin, yeni işkollarını yarattığının tarihsel bir kanıtıdır aynı zamanda.
Kuşkusuz, mutlak anlamda; üretici güçlerin ve üretimin teknik temelinin geliştiği, yeni işkollarının ortaya çıktığı bir gerçektir. Bu gerçeğin; kapitalizm ve kapitalist toplumdaki sınıflar açısından niteliksel değişikliklerin bir kanıtı olarak sunulmasının bilimsel tutarlılığını ileride ele alacacağız. Ancak önce şunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Bütün bu gelişmeler, Marksizm’in, kapitalizm hakkındaki teorisini geçersiz kılmakta mıdır? Bu nokta, bu farfaracı takımı tarafından ciddiye alınabilir herhangi bir veri ve kanıt bile gösterilmeden, öylesine, tartışma gerektirmeyecek bir olgu olarak kabul edilerek geçiştirilmektedir. Sanki Marksizm, ancak kendilerinin anladıkları (ya da anlamak istedikleri) ve yorumladıklarıdır!
Öyleyse bu aşamada ilk yapılması gereken, Marksizm’in tanımladığı kapitalizmin “doğasına aykırı”, “tarihsel gelişmesinin öngörülmeyen aşamaları” olarak açıklanan belli başlı gelişmelerin (özellikle de üretici güçlerle üretimin teknik temelinin gelişmesiyle ilgili olanların), iddia edildiğinin aksine, kapitalizmin doğasına aykırı düşmediğini ve bu özelliği itibarıyla Marksizm tarafından öngörülmeyen gelişmeler olmadığını ortaya koymaktır. Örneğin emperyalizmin bugünkü ideolojik propagandasının silahlarına dönüşmüş ve “yeni gelişmeler”in ifade edildiği belli başlı kavramlarla (“küreselleşme”, “dünya pazarı”, “sermayenin uluslararasılaşması”, “ulusal sınırların ortadan kalkması”, “teknolojik devrim”, vb.) ilgili Marksizm’in görüşlerinin açıklanmasına, yayınlanışının 150. yıldönümündeki Komünist Manifesto’dan başlayalım. Görülecektir ki, Marks ve Engels bilimsel çalışmalarının ilk eserlerinden olan Komünist Manifesto’da bile kapitalizmin tahlili ve tarihsel evrimiyle ilgili oldukça derin saptamalarda bulunmaktadırlar. Bu gerçek, Komünist Manifesto’nun bu açıdan da titizlikle irdelenmesi gereken bir eser olduğunu göstermektedir.
Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz. Buna karşılık, eski üretim tarzının değişmeksizin korunması da tüm eski sanayi sınıflarının ilk varoluş koşuluydu. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliğidir. Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyorlar.
Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. (…) Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. (…)
Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. (…)
Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. (…) Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları burjuva halklara, Doğuyu da Batıya bağımlı halé getirdi.
(…)
Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları -daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir! (4)
Aslında, bu satırlardan sonra, sorunun bu yönüne ilişkin söylenmesi gereken pek bir şey kalmıyor. Fakat yine de altını çizmek gerekirse: Bugün kapitalist üretim tarzının egemen olduğu koşullarda; sanayide, bilim ve teknolojide, ulaşım ve iletişim araçlarında kaydedilen tüm gelişmeler, genel olarak, “kapitalizmin doğasına aykırı” gelişmeler değildir, tam tersine onun niteliğini belirleyen gelişme yasalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu anlamda, yeni değildir; bu gelişmelerin olabilmesi için kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıkması gerekmemektedir, ya da bu gelişmeler kendi başlarına kapitalizmi kapitalizm yapmaktan çıkartmamaktadırlar. Bunun da ötesinde, bütün bu gelişmeler; kapitalizmin temel çelişkisini (üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişki) bizzat daha da keskinleştirdiği için, bu üretim tarzının geçici olduğu, yerini -söz konusu gelişmelerle aslında maddi koşullarını daha da olgunlaştırdığı-daha ileri ve yeni bir topluma (sosyalizme) bırakmak zorunda olduğu gerçeğini yeniden vurgulamaktadırlar. Bu anlamda denilebilir ki, bu gelişmelerin muştuladığı yeni bir şey varsa, bu, maddi koşulları ve güçleri daha da gelişen sosyalist toplumdur.
Açıktır ki, “Post-kapitalist” tezlerin sivri ucu, bir yönüyle de, Lenin’in emperyalizm teorisine dönüktür. Böylelikle, emperyalizmi aynı zamanda “kapitalizmin özel bir tarihsel evresi” olarak değerlendiren Lenin’in, tekelci kapitalizmin özellikle asalak ve can çekişen kapitalizm olduğu görüşü çürütülmek istenmektedir.
Oysa tekel olgusuyla birlikte rekabetin tümden ortadan kalktığı savı ne derece saçma ise, aynı şekilde emperyalizmin, asalak ya da çürüyen kapitalizm olması nedeniyle üretici güçlerin gelişmesinin tümden durduğu ve bilim ve teknikteki yeniliklerin artık söz konusu olmadığı görüşü de o kadar aptalcadır. Nasıl ki, emperyalist kapitalizmdeki tekel olgusu, rekabetin kendisini ortadan kaldırmadığı, ama Lenin’in de belirttiği gibi “onun üstünde ve yanında” var olduğu bir gerçekse, aynı şekilde kapitalizmin özel bir tarihsel aşaması olarak emperyalizmin asalak ya da çürüyen kapitalizm olması da, üretici güçlerin artık gelişmemesi ve bilim ve teknikteki yeniliklerin bundan böyle imkânsız hale gelmesi anlamına gelmemektedir. Leninist emperyalizm teorisinde de bunun aksi savunulmamaktadır. Böylesi bir görüşü ancak Marksizm-Leninizm’i kaba materyalist bir bakış açısıyla kavrayanlar savunur, ya da bu durumda olduğu gibi, bu, burjuva ideologların özel olarak Leninist emperyalizm teorisini çarpıtmak amacıyla başvurdukları kaba bir demagojidir.
Lenin’in bu konuda altını çizdiği ve savunduğu görüş esasında şudur: Tekel olgusu; üretici güçlerin gelişmesini yavaşlatmaktadır, bilim ve teknikteki gelişme ve buluşların tüm toplumun yararına kullanılmasını engellemektedir. Dolayısıyla tekelci kapitalizmde, üretici güçler gelişemez, bilim ve teknikte yenilikler artık olamaz denilmemekte, aksine bu alandaki gelişmeler, emperyalizmle birlikte, -yani kapitalizmdeki her tür gelişmeyi belirleyen kâr hırsı ve rekabeti bir o kadar daha ağırlaştıran tekel olgusu nedeniyle-, bu gelişmeler, öncesine (serbest rekabetçi döneme) göre bir açıdan daha elverişli koşullar bulmasına karşın (üretimdeki merkezileşme, yoğunlaşma ve bunun da bir sonucu olarak üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerlemenin yaşanması), göreceli olarak daha yavaş, daha sınırlı ve daha çarpık olmaktadır. Lenin bu görüşünü çok açık bir şekilde belirtir:
“Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları gitgide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, gitgide artan bir ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve ‘kupon kırpmak’la yaşadığı, ‘rantiye-devlet’in, tefeci-devletin yaratılması, gitgide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak, kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir. Bu gelişme, yalnızca genellikle gitgide daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir.”(5)
Öte yandan bugün yeni bir olgu olarak lanse edilen pek çok şey yeni de değildir. Örneğin; “dünya pazarı”, “uluslararasılaşma”, “uluslararası işbölümü” vb. olgulara dayanılarak dünya işçileri arasında kışkırtılan rekabeti ele alalım. Ne birisi, ne de diğeri, kendi başlarına yeni bir olgudur. Marx’a göre dünya pazarı, uluslararasılaşma, uluslararası işbölümü kapitalizmden ayırt edilmez olgulardır. Aşağıdaki alıntılar Marksizm’in bu konudaki görüşlerinin net olduğunu göstermektedir:
“Meta dolaşımı, sermayenin çıkış noktasıdır. Meta üretimi dolaşımı ve ticaret denen daha gelişmiş dolaşım biçimi, sermayenin doğup büyüdüğü tarihsel temeli oluştururlar. 16. yüzyılda dünyayı saran ticaret ile yeryüzüne yayılan pazar, sermayenin modern tarihinin başlangıcı olmuştur.”(6) “Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçokların başını yer. Emek-sürecinin, gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider.”(7)
“… Fabrika eylemi belli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle, teknik temeli olan makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz; kömür ve demir madenciliği ile meta sanayileri ve ulaştırma araçlarında köklü bir devrim olur olmaz; kısacası, modern sanayi sistemiyle üretim için gerekli genel koşullar kurulur kurulmaz, bu üretim tarzı bir esneklik kazanır ve yalnızca hammadde ve sürüm pazarları bulunması dışında hiç bir engel tanımayan ani sıçramak bir genişleme olasılığına ulaşır. Bir yandan, makine, aynı şekilde hammaddeyi çoğaltıcı bir etki yaratır; örneğin, çırçır makinesinin pamuk üretimini artırması gibi. Öte yandan, makineyle üretilen malların ucuzluğu ile birlikte, ulaştırma ve iletişim araçlarındaki gelişmeler, dış pazarların ele geçirilmeleri ile silah sağlamış olur. Başka ülkelerdeki el zanaatlarını ortadan kaldırarak buraları zorla hammadde ikmal alanları haline getirir. Doğu Hindistan, bu yolla, Büyük Britanya için, pamuk, yün, kenevir, jüt, indigo üretmek zorunda kalmıştı. Büyük sanayi, işçilerin bir kısmını sürekli bir şekilde ‘fazlalık’ haline getirerek, kök saldığı bütün ülkelerde, büyük çapta göçlere ve yabancı toprakların sömürgeleştirilmelerine yol açar ve bu ülkeleri anayurt için hammadde yetiştiren yerleşme yerleri haline getirir; örneğin Avustralya’nın, yün yetiştiren bir ülke haline sokulması gibi. Yeni ve uluslararası bir işbölümü, büyük sanayinin başlıca merkezlerinin gereksinmelerine uyan bir işbölümü ortaya çıkarır ve yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı haline getirir.”(8)
Marx, ekonomi politik ile ilgili hemen her yazısında, sermayenin işçiler arası rekabeti kızıştırmaya çalıştığını ve bunu salt ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de yaptığını vurgulamıştır. Örneğin bugün nasıl ki Alman ya da İngiliz sermayesi bu ülkelerin işçilerine geri ülkelerin işçilerini örnek ve dolayısıyla hedef olarak gösteriyorsa, o dönem de İngiliz sermayesi İngiliz işçilerine, daha geri olan Almanya’nın işçilerini örnek ve hedef olarak göstermekteydi. Çok çarpıcı bir örneği sunduğundan şu alıntıyı aktarmakta fayda vardır:
“Bugün, dünya pazarlarında; o zamandan beri yerleşen rekabet sayesinde, daha da ilerlemiş durumdayız. Parlamento üyesi Mr. Stapleton seçmenlerine şöyle diyor: ‘Çin, eğer, büyük bir sanayi ülkesi haline gelirse, Avrupalı işçi nüfusunun, rakiplerinin düzeyine inmeksizin savaşımı nasıl sürdürebileceklerini anlamıyorum.’ (…) İngiliz sermayesinin arzu ettiği hedef, artık Kıta Avrupası’ndaki ücretler değil, Çin’deki ücretlerdir.”(9)
Demek ki, kapitalizmin “uluslararası bir nitelik” kazanması yeni bir olgu değildir. Geriye, sermayenin uluslararasılaşması olgusu kalıyor. Bu olgu ise, bazı “Post-kapitalist” teorisyenlerin savunduğunun aksine, “Neo-liberalizmle” birlikte ortaya çıkmamıştır. Aksine, bu olgu, geçtiğimiz yüzyılın sonlarından bu yana var olagelen, başka bir deyişle kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte söz konusu olan bir olgudur. Emperyalist kapitalizmin karakteristik özelliklerinden birisi, sermaye ihracının, “meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem” kazanmasıdır. Sermaye ihracı ise, sermayenin uluslararasılaşmasının en bariz belirtisidir. Dolayısıyla, sermayenin uluslararasılaşması olgusunu bugünden başlatmak demek, emperyalizmin yüzyıllık varlığı ve hâkimiyetini reddetmek demektir.

ÜRETİMİN TEKNİK TEMELİNİN GELİŞMESİ, İŞBÖLÜMÜ VE EMEK-SÜRECİ
Yüzyıl öncesiyle bugün arasında bir kıyaslama yapıldığında, bugün; üretim araçlarında belli başlı iyileşmelerin, yeni işkollarının ve bu gelişmeyle birlikte yeni meslek türlerinin ortaya çıktığı söylenebilir. Sözü edilen burjuva ideologlarının bu olgulardan sınıf sorunuyla ilgili çıkardıkları sonuçları ileride ele alacağımızdan, önce yine şunun altını çizelim ki, bu alandaki gelişmelerin kendisinin de kapitalizmin doğasıyla çelişen bir yanı yoktur.
Bu gelişmeler, kapitalizmdeki özü sermaye birikimi olan genişletilmiş ölçekteki yeniden üretimin kaçınılmaz sonuçlarındandır. Nitekim kâr hırsı ve rekabet sermayeyi, üretim tarzını ve üretim araçlarını durmaksızın değişime zorlar. Bu dürtü ve zorunluluk sermayenin kulağına, Marx’in tabiriyle, “sürekli olarak ‘yürü! yürü!’ diye fısıldar.”
Bu durumda, üretici güçlerdeki her gelişme, işbölümünün yeni bir biçimlenmesini beraberinde getirir. Başka bir deyişle, işbölümünün düzeyi-ölçeği, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Ve bunun tersi de doğrudur. Üretici güçlerin gelişmesi, belirli bir noktadan itibaren, toplumsal işbölümünün değişimini beraberinde getirir; yeni üretim dalları ve işkolları ortaya çıkar. Bu ise, bu sefer, üretici güçlerin gelişmesi açısından yeni ilişki ve koşulları yaratır ki bu da üretici güçlerin gelişmesi üzerinde somut belli başlı etkide bulunur. Bu karşılıklı etkileşim, mekanik ve sırasına göre gerçekleşmez, tersine diyalektiktir ve nedensellik bakımından sürekli yer değiştirir. (Burada önemli olan, bu karşılıklı etkileşimin, kendisine özgü ve üretici güçlerle çelişkiye düşmüş üretim ilişkilerine sahip belirli bir toplumsal formasyonun sınırları içinde gerçekleşiyor olmasından çıkan sonuçlardır.) Üretici güçlerle işbölümü arasındaki bu karşılıklı etkileşimin en önemli sonuçlarından birisi de, gerçekleştiği sanayi dalındaki üretim tarzında çeşitli değişikliklere yol açmasıdır. Bu açıdan manifaktür dönemiyle büyük sanayinin gelişimini ele alan Marx şunları belirtmektedir:
“Sanayinin bir alanında üretim tarzındaki köklü bir değişme, diğer alanlarda da benzer değişiklikleri birlikte getirir. Bu, ilk önce, bir sürecin ayrı ayrı evreleri olmaları nedeniyle aralarında ilişki bulunmakla birlikte, her biri bağımsız bir meta imal edecek şekilde toplumsal işbölümü sonucu ayrılmış sanayi kollarında olur. Böylece, makineyle iplik eğrilmesi, dokumacılığın da makineyle yapılmasını gerektirmiş ve bunlar da, bir arada, ağartmada, basmada ve boyacılıkta, mekanik ve kimyasal devrimi zorunlu hale getirmişlerdir. Gene aynı şekilde, pamuk ipliği eğrilmesindeki devrim, tohumların liflerden ayrılması için, çırçır makinesinin bulunmasına yol açmıştır; bugünün büyük ölçüdeki pamuk üretimi, ancak bu buluşla mümkün olabilmiştir. Ama sanayinin ve tarımın üretim tarzlarındaki devrim, özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, örneğin iletişim ve ulaştırma araçlarında bir devrimi zorunlu hale getirir. Fourier’nin bir deyimiyle, ekseni, yardımcı ev sanayisi ve kent zanaatları ile birlikte küçük ölçekte tarım olan bir toplumda, iletişim ve ulaştırma araçları, manifaktür döneminin geniş toplumsal işbölümü, emek araçları ile işçilerin yoğunlaşması ve sömürge pazarları yönünden üretici gereksinmeleri için o kadar yetersizdi ki, hepsi de köklü bir değişikliğe uğradılar. Aynı şekilde, manifaktür döneminden devralınan iletişim ve ulaştırma araçları, baş döndürücü üretim hızı, üretimin ulaştığı dev boyutlar, bir üretim alanından diğerine sürekli sermaye ve işçi aktarılması, ve bütün dünya pazarları ile kurulan yeni bağlar nedeniyle, modern sanayi için çok geçmeden taşınması olanaksız ayak bağları halini almışlardı. Bu yüzden, yelkenli teknelerin yapımında uygulanan köklü değişikliklerden başka, nehir ulaşımı, demiryolları, okyanus vapurları ve telgrafların oluşturduğu bir sistemde, iletişim ve ulaştırma araçları, giderek, mekanik sanayinin üretim tarzlarına uyarlandı. Ne var ki, büyük demir kütlelerinin, şimdi artık, dövülmesi, birbirlerine kaynatılması, kesilmesi, delinmesi ve şekillenmesi için manifaktür döneminin yöntemleri tamamen yetersiz kalıyor, dev makinelerin kullanılmasını gerektiriyordu.
Bu yüzden büyük sanayi, karakteristik aracı olan makineyi ele almak ve makineyle makine yapmak zorunda kalmıştı. Ancak bundan sonradır ki, kendisine uygun teknik bir temel kurabilmiş ve kendi ayakları üzerinde durabilmiştir.”(10)
Ve büyük sanayi bu noktada durup kalmaz. Aksine: “Büyük sanayi, mevcut üretim sürecini hiç bir zaman son ve değişmez bir biçim olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim tarzları özünde tutucuydu. Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla (bunlara bugün bilgisayar, dijital ve biyo-teknolojisini vs. eklemek gerekir -A.C.), yalnız, üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yol açmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle, emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”(11)
Demek ki, kapitalizmde “üretimin teknik temelinde sürekli değişiklikler” yaşanır ve bu değişiklikler gerek emek-gücünün kendisinde, gerekse “emek-sürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yol açar.”
Açıktır ki, eğer bütün bu değişiklikler, ortaya çıkmış olmaları itibarıyla, kapitalizmin doğasına aykırı değilse, kapitalist üretim tarzının gelişmesini belirleyen yasalara aykırı bir gelişmeye tekabül etmiyorsa, fakat buna rağmen, söz konusu gelişmelerden kapitalizmin niteliğinin değiştiği sonucu çıkartılıyorsa, (Drucker’in iddia ettiği gibi “kapitalistleri olmayan bir kapitalizm” söz konusuysa), o zaman, kanıtlanması gereken, bu gelişmelerin kapitalist üretim ilişkilerinin kendisini alt üst edip etmediğidir. “Post-kapitalist” tezlerin bu konuda ileri sürdüğü herhangi ciddi bir kanıt var mıdır? Bir kelimeyle söylersek, yoktur!
Marx Kapital’in 3. Cildinde, burjuva iktisadının, kapitalizmdeki emek-sürecini, soyut ele aldığını, yani “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi” olduğunu reddettiğini vurgular. Burjuva iktisadının buradaki yanlışı, verili toplumsal üretim sürecini basit emek-süreciyle karıştırması, birbirleriyle özdeşleştirmesidir. Oysa “bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder.”(12) Bu nokta, emek-sürecindeki değişikliklere, kendi başına yeni bir toplumu yaratma kudreti veren görüşlerin eleştiri açısından tayin edici önemdedir, çünkü bu görüşler, mevcut emek-sürecinin kapitalist üretim ilişkilerine tekabül eden özelliğini, ya da daha doğrusu bu ilişkiler tarafından nihayetinde koşullandırıldığını reddetmektedirler. Bu ilişkinin reddinin insanı ne tür saçmalıklara sürükleyebileceğinin belki de en çarpıcı örneğini, teknoloji fetişizmine tekabül eden burjuva teorileri sunmaktadır. Bu teorisyenlere göre, sınaî ve teknolojik gelişme kapitalist üretim tarzından ve sınıflardan tümüyle bağımsız olup toplumsal gelişmenin asıl motor güçleridir. Bu takımın bütün hokkabazlıkları aslında şundan ibarettir: Gerek teknoloji, gerekse bu teknolojinin uygulandığı emek-süreci soyut olarak ele alınmakta. Teknolojinin kapitalist uygulanışı reddedildiğinden ötürü, başta bilgisayar olmak üzere son teknolojik buluşlar ve genel olarak teknoloji, mevcut toplumsal ilişkileri altüst eden özgün ve özerk bir üretici güç olarak görünmektedir. Denilebilir ki, bu burjuva teorilerinin, özünde, işçilerin içine sürüklendiği sefaletin ve işsizliğin sorumlusu olarak yerlerini alan makineleri gören Ludist harekete egemen olan düşüncelerden bir farkı yoktur. Aslında bu zat-ı muhteremler, bugünün modern proletaryasının karşısına, işçi sınıfını, emekleme zamanında bir süre etkilemiş görüşlerle çıkmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar (işçiler teknolojide yıkıcılığı görürken, bunlar her türlü ilerlemenin kaynağını görmektedirler, aralarındaki fark bundan ibarettir).
Öte yandan teknoloji konusunda sürekli göz ardı edilen diğer bir husus da, kapitalizmde, teknolojik yeniliklerin üretim sürecine somut uyarlanışının sınırsız olamayacağı olgusudur. “Salt ürünü ucuzlatmak amacıyla makine kullanılması, makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla yerini aldığı emekten daha az olması gerekir ilkesiyle sınırlandırılmıştır. Kapitalist için bu tür kullanım daha da sınırlıdır. Kapitalist, emeğin karşılığını ödeyeceği yerde, yalnızca kullanılan emek-gücünün karşılığını ödemektedir; bunun için de, makineyi bu amaçla kullanmasının sınırı, makinenin değeriyle, makinenin yerine geçtiği emek-gücünün değeri arasındaki fark tarafından saptanmıştır.”(13) Teknolojinin kendi başına sunduğu ya da potansiyel olarak sunma aşamasında olduğu teknik olanaklar ile somut uygulanışı arasında kapitalizmde bu nedenle her zaman bir uçurum vardır. Kapitalizmin tekelci aşamasında ise, bu uçurum, tekel olgusuyla birlikte, daha da büyümüştür. Örneğin İngiliz mali-sermayesi üzerine yayınladığımız araştırmada, kişisel birliklerin anlatıldığı bölümdeki verileri dikkatlice inceleyen okur, otomobil tekelleriyle petrol tekellerinin nasıl iç içe geçtiğini fark etmiştir. Bu ilişkinin amacı ve niteliği karşısında, çevreye hiçbir zararı olmayan yakıtla çalışan ya da petrol tüketimi 100 kilometrede 1 veya 2 litreyi aşmayan otomobillerin bugün teknik olarak üretilebilir olmasına karşın, üretilmemesinin nedeni bir sır olmasa gerek!
Özelde emek-sürecinde, genelde üretim sürecinde kapitalizmin tarihi boyunca ve bugün de yaşanan değişikliklere (yeni iş-kolları, yeni meslek türleri), geliştirilen yeni örgütlenme biçim ve modellerine (“Taylorizm”, “Fordizm”, “Post-fordizm”, “esnek çalışma” vb.) gelince. Bilindiği gibi, kapitalizmde emek-süreci, bir bütün olarak değer ve artı-değerin yaratıldığı süreçtir. Emek-sürecinin teknik temelinde ve örgütlenme şeklinde ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, eğer bütün bunlar; emek-sürecinin somut tarihsel biçimini, yani bu durumda, sermayenin değerini yaratma ve artırma sürecine tabi olma niteliğini (ki, bu süreç, aynı zamanda emeğin sermayeye tabi kılındığı süreç olduğundan, sınıflar-arası ilişkilerin de yeniden üretildiği süreçtir) değiştirmiyorsa, kapitalist üretim tarzının özü açısından hiçbir değişikliği ifade etmiyorlar demektir. “Post-kapitalist” yazarlar, söz konusu yeni örgütlenme biçim ve modelleriyle ilgili ne tür iddialarda bulunurlarsa bulunsunlar, bütün bunların asıl işlevinin artı-değer sömürüsünü artırmak ve sermayenin emek üzerindeki hâkimiyetini perçinlemek olduğu gerçeği ortadan kaldırılamaz. Her şey bir yana, bu tür modellerle karşı karşıya kalan işçiler; çok kasa bir sürede, bu uygulamaların gerçek işlevinin ne olduğunu (artı-değer sömürüsünün artırılması, işçiler-arası rekabetin kışkırtılması, örgütlenme eğiliminin etkisiz kılınması, işçinin yaşantısının kapitalist üretimin konjonktürel dalgalanmalarına doğrudan bağlanması vb.), yol açtığı tahribatlarıyla birlikte, pratik çalışma hayatlarında günbegün görmektedirler. Bu nedenledir ki, bu tür uygulamaların birçoğu, emek ile sermaye arasındaki mücadelenin seyrine göre değişkenlik gösteren konjonktürel uygulamalardır.
Bu tür model ve uygulamalara, “kapitalizm ötesi” bir topluma geçişin temelleri olarak anlam yüklenmesiyle ilgili ise, sorunun ayrıca şu yanını vurgulamak gerekir: Bu alandaki gelişmeler, kapitalistlerin keyfi icatları değildir şüphesiz. Bunlar, bir yönüyle de, mevcut üretim ilişkileriyle -bu kapitalist ilişkiye rağmen gelişmeye devam eden- üretici güçler arasındaki uzlaşmaz çelişkinin kaynaklık ettiği sorunlara getirilen kapitalist “çözümler”dir.
Nitekim üretim sürecinde gerçekleşen her yeni örgütlenmenin gerisinde, (üretimin teknik temelindeki gelişmenin sağladığı yeni olanakların yanı sıra) esasında, mevcut üretim ilişkilerinin karakterinden ileri gelen sınırlılıkları muhafaza etme ve (bunlarla çelişen) üretici güçlerin mevcut düzeyini kendi karakterine hizmet eder bir biçime sokma çabası yatmaktadır. Demek ki, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz çelişki, üretim ilişkilerinin her defasında üretici güçleri bu verili ilişkinin niteliğine daha uygun bir örgütlenmeye zorlayan bir rol oynamasını engellemez, tersine şart koşar. Emek-süreci ve sermayenin değerini büyütme süreci, kısaca bir bütün olarak kapitalist üretim süreci, sadece kapitalist üretim ilişkilerini her defasında yeniden üretmez, aynı zamanda, bunu yaptığı ölçüde, üretim sürecinin kendisinin, yeniden, üretim ilişkilerinin niteliğine uygun bir biçim ve sekile sokulmasının ihtiyacını ya da zorunluluğunu yeniden üretir. Görüldüğü gibi, kapitalizmin tarihi, burada karşımıza, aynı zamanda, burjuvazinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerle olan çelişkisine her defasında yeni biçimler verme tarihi olarak çıkmaktadır. Kuşkusuz, burjuvazi böylelikle bu uzlaşmaz çelişkiyi ortadan kaldırmış olmamaktadır. Tersine: O bunu (yeni biçimler vermeyi) ‘başardıkça’, süreklilik arz eden bu uzlaşmaz çelişkiyi, bu sefer daha geniş bir düzlemde, esasında daha da keskinleştirmektedir. Şöyle de denilebilir; burjuvazi, göreceli başarılarıyla mutlak başarısızlığının koşullarını olgunlaştırmaktadır.
Bütün bu belirttiklerimizle kuşkusuz, emek-araçları, emek-güçleri ve emek-süre-cinde ve dolayısıyla genel olarak üretim sürecinde ortaya çıkmış bulunan ve çıkmakta olan değişikliklerin hiçbir öneminin bulunmadığını söylemiyoruz. Aksine, buradaki değişiklikler, her şey bir yana, tarihsel görevi kapitalizmi yıkmak ve sınıfsız toplumu kurmak olan işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesi açısından önem arz eden değişikliklerdir.(Yazımızın konusu, bu değişikliklerden sınıf mücadelesi açısından çıkarılması gereken sonuçların irdelenmesi olmadığından sorunun bu yönüne değinmiyoruz; yoksa bu anlamda üzerinde durulmasında fayda olan hususlar yok değil. Örneğin; tekel olgusunun ve yanı sıra ulaşım ve iletişim araçlarındaki hızlı gelişmenin, sermayenin dolaşım giderlerini azaltması ve genel olarak sermayenin devri zamanını kısaltması itibarıyla, sermaye sınıfına sunduğu çeşitli yeni olanaklar veya iletişim ve bilgi teknolojisinin, işçi sınıfının özellikle kültürel bakımdan köleleştirilmesinde tekelci burjuvaziye verdiği yeni imkânlar. Tersinden ise, bu teknolojinin işçi sınıfının uluslararası mücadelesine sunabileceği olanaklar. Ya da bilgisayar teknolojisinin, toplumsal üretimi ihtiyacına göre düzenleyen sosyalist topluma bunu planlamada sunduğu olanaklar ve tasarruf edilen emek-gücünün daha verimli kullanılmasının yeni olanaklarının böylece doğması veya üretimin teknik temelinde bugün kaydedilen gelişmelerin, sosyalist bir topluma kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiyi aşmak için sunduğu yeni olanaklar, vs, vs.) Ancak, şunu savunmaya devam ediyoruz: Bu değişiklikler, ne emek-sürecinin, ne de üretim sürecinin kapitalist karakterini değiştirmektedir; dünya ölçeğinde gerçekleşen kapitalist üretimin dün olduğu gibi bugün de amacı, değer ve artı-değer üretimidir (daha doğrusu, tekelci kapitalizm döneminde azami kâr elde etme dürtüşüdür). Ve dün olduğu gibi bugün de, sermaye bu nitelikli üretimi örgütledikçe ve sürdürdükçe kendi karşıtı ve mezar kazıcısı olan proletaryayı da üretmekte, nicel ve nitel olarak geliştirmektedir.
İster emek gücünün nitelikleri, ister emek araçlarının değişimi, isterse de mesleki yapıdaki değişiklikler olsun, “Post-kapitalist” tezlerin genel karakteristiği, belli başlı nesnel gelişme ve değişiklikleri (örneğin bilgisayar teknolojisi, ya da bilgisayar programcılığı gibi), bir yandan soyut, kendinden menkul ele alması, diğer yandan ise toplumsal ve tarihsel boyutlarını ideolojik bir amaçla çarpıtması ya da en azından abartılı yorumlamasıdır. Bütün bunlar kapitalizmi kutsayan bir ruhla yapıldığından, Marksizm’in büyük sanayinin bilimsel tahliline dayanarak saptadığı pek çok şey bugün yeni bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Çarpıcı olduğundan burada “Post-kapitalist” tezlerde söz konusu edilen “işlevsel esneklik” örneği verilebilir.
“Teknolojik gelişme gerçekleştikçe, ‘işlevsel esnekliğin’ işletme düzeyinde sağlanması başlıca iki boyuttaki düzenlemelerle sağlanmaktadır. Bunlardan ilki, mesleki bileşim ve becerilerin değiştirilmesi; ikincisi de işlerin beceriye ilişkin içeriğinin ve çalışmanın organizasyonun değiştirilmesidir. Her ikisi de meslek ve iş yapılarının daha becerili, daha çok yönlü kılınmasını hedeflemektedir. Teknolojinin genel etkisi beceri düzeyinin artırılması yönündedir. Örneğin Volvo otomobil fabrikasında, eskiden var o-lan beş iş kategorisi tek bir kategoride birleştirilmiştir ve bugün, bütün işçilerin bu sonuncu işin uzmanı olması beklentisi hâkimdir. Bu durum emek gücüne ‘esneklik’ kazandırmakta ve onların birimler arasındaki rotasyonunu daha olanaklı kılmaktadır. Birimler arasındaki rotasyon ise, daha baştan belirtildiği gibi, ‘işlevsel esnekliği’ geliştirici ve kurumsallaştırıcı bir işlev görmektedir.”(14)
Üretimde bilgisayar teknolojisinin kullanılmasıyla birlikte emek gücünün niteliklerinde temelli değişikliklerden biri olarak örnek gösterilen “bilgi işçileri”ni (örneğin teknisyenler, bilgisayar programcıları, uzmanlar vb.) bir tarafa bıraktığımızda (çünkü bunlar çok küçük bir azınlığı teşkil ettikleri gibi, emeğin genel olarak zamanla vasıfsızlaşması sürecinin de dışında değildirler), kapitalist üretimde yer alan emek-gücünün ezici çoğunluğu açısından, yani işçiler açısından bu süreç iki yönlü işlemektedir: Bir yandan makineli üretimin kaçınılmaz sonucu olarak emeğin “niteliksizleşmesi”, türdeşleşmesi, “özel ustalığın” ortadan kalkması, diğer yandan üretimin teknik temeli geliştikçe çok yönlü eğitilmiş emeğe olan gereksinimin artması. Marx bu diyalektik süreci şöyle açıklamaktadır:
“… Büyük sanayi, niteliği gereği, bir yandan, emekte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. Büyük sanayinin teknik zorunlulukları ile bu kapitalist biçim içinde yatan toplumsal niteliği arasındaki mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; emek araçlarını elinden alarak, gerekli geçim araçlarından da yoksun bıraktığını ve parça-işlerine bile el atıp onu nasıl gereksiz duruma getirdiğini görmüş bulunuyoruz. Bu uzlaşmaz karşıtlığı daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; emek-gücünü har vurup harman savurmasında ve her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, büyük sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin, bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim tarzını, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte, toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.
Bu devrimi gerçekleştirmeye doğru kendiliğinden atılmış bir adım, teknik ve tarım okulları ile ‘mesleki öğrenim okulların’ kurulmasıdır; buralarda işçi çocuklarına biraz teknoloji bilgisi ile çeşitli emek araçlarının nasıl kullanılacağı öğretilir.”(15)
Bu sürecin önemi nereden ileri gelmektedir? Birincisi; ne tür teknolojik yenilenme olursa olsun, teknoloji, “Post-kapitalizm”in çeşitli teorisyenlerinin savunduklarının aksine, hiçbir zaman “tüm diğer toplumsal ilişki biçimlerini belirleyen kendinden menkul bir güç” değildir. İkincisi; teknolojik yenilenmelerle birlikte emek-sürecinde gerçekleşen değişiklikler, bu teknolojinin kapitalist uygulanışını (artı-değer sömürüsünü artırma) ortadan kaldırmamaktadır. Ve üçüncüsü; işçiyi ‘parça-insan’ haline getiren kapitalist işbölümünün ortadan kalkması, Engels’in de belirttiği gibi, artık “büyük sanayi ile”, “üretimin kendisinin koşulu durumuna gelmiştir.”(16) Bundan dolayıdır ki, bilgisayar teknolojisinin üretimde kullanılması, ana gövdesini “bilgi işçileri”nin oluşturduğu ‘daha ileri bir zanaatçılığa geçiş’ten çok (bu, iddia edilen boyutlarda olmasa da, söz konusudur, ama belirtilen nedenlerle geçicidir), esas olarak proleterlerin yukarıda sözü edilen niteliklerinin gelişmesini daha da kolaylaştırıp hızlandırmaktadır.
Demek ki, her ne kadar teknolojik yenilenmeyle birlikte her defasında yeni meslek türleri ortaya çıksa da, söz konusu süreç, (bunun geçici olmasının kaçınılmaz oluşu gerçeğinin yanı sıra, çünkü makineleşme ilerledikçe o zamana kadarki her nitelikli emek-gücü de süreç içinde ‘vasıfsızlaşmakta’dır) -bu sürecin gelişme doğrultusuna bir bütün olarak bakıldığında- aslında proletaryanın niteliksel gelişimini daha da pekiştirdiğini göstermektedir. Bu, şüphesiz, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin tümden ortadan kalkması değildir (kapitalist işbölümü bu çelişkiyi her defasında yeniden ürettiğinden, kapitalizmde bu mümkün değildir). Ancak, kapitalist işbölümünü ortadan kaldıracak sosyalist toplum için, bu çelişkiyi aşmanın bir o kadar kolay olacağı anlamını taşımaktadır.
Kısacası; “Post-kapitalist” tezler, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerini, ortaya çıkış biçimlerinden ayırt etmemekte, tersine, ortaya çıkış biçimlerindeki değişiklikleri, kapitalizmin genel ve zorunlu eğilimlerinin ortadan kalkmasının kanıtı olarak sunmaktadır. Bu yöntemi etkili kılan özellik şudur ki, bir yandan herkesçe görülebilen olgulara dayanılmakta (çünkü süreklilik arz eden biçimlerdeki değişim nesnel bir gerçekliktir), diğer yandan bu “nesnellik” sayesinde, bu nesnelliğin kaynağı ortadan kaldırılmaktadır. Başka bir deyişle, çelişkinin kendisini ifade ediş biçimi, çelişkinin kendisinin inkârına dayanak yapılmakta! Gelgelelim, değişim sürekli olduğundan, bir süre kendisine dayanak yaptığı biçimlerdeki değişim, bir adım ötesinde ayaklarının altındaki toprağın kaymasına neden olabilmektedir. İşte bu nedenledir ki, özellikle işçi hareketinin dibe vurduğu koşullarda ‘sınıf çıkarma dayalı kitle hareketleri ve mücadeleleri artık geride kalmıştır’ derken, bir anlık, sanki tartışmasız bir gerçeği dile getiriyormuş gibi görünür (görünür diyoruz, çünkü sınıflar var oldukça aralarındaki mücadele de hiçbir zaman ortadan kalkmaz), ama hemen ertesinde, bugünlerde Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, kapitalist toplumdaki en örgütsüz kesimi teşkil eden işsizlerin örgütlü mücadele hareketi karşısında şaşkın ördek gibi bakıp durur!

“HİZMET SEKTÖRÜ”NÜN BÜYÜMESİ
“Post-kapitalist” tezlerde, işçi sınıfının eridiği ve devrimci sınıfsal özelliklerini yitirdiğine dair ileri sürülen en güçlü argümanlardan birisi, ileri kapitalist ülkelerdeki “hizmet sektörü”nün büyümesidir.
“Genel olarak üzerinde görüş birliği olan konu bütün sektörler içinde maddi mal üretimine yönelik sektörlerin oranının azalmasına karşılık, hizmet sektörlerinin oranının artışıdır. Braverman’ın verdiği rakamlara göre, maddi mal üretiminde yer alan emek-gücünün oranı 1920 yılında % 46,6 iken, 1970yılında % 33’e inmiştir. Aynı düşme tarım sektörü için de geçerlidir. Tarımdaki emek gücünün oranı 1880’de % 50 iken, 1970 yılında yalnızca % 4 kalmıştır, Bu rakamlar ABD’ye aittir.”
“Hizmet sektörü ‘tüketici hizmetleri’ni, ‘sosyal hizmetler’ ve ‘iş hizmetleri’ni içermektedir. Kısaca bütün sağlık, eğitim, finans, bankacılık, ticaret, reklâm sektörleri bu grupta yer almaktadır.”(17)
“Post-kapitalist” teorisyenler buradan şu sonuca ulaşıyorlar: Maddi mal üretiminin gerçekleştiği sektörler küçülmekte. Dolayısıyla, küçülen bu sektörlerle birlikte, işçi sınıfı da erimektedir! (Ve tabii bu arada da burjuva ekonomi tarihçilerinin 40’lı yıllardan beri kapitalizmin üç aşamalı gelişmeyi -tarım ekonomisinden sanayiye, sanayiden hizmete; bazılarına göre de hizmetten bilgi toplumuna- tamamlayacağına dönük öngörüleri de gerçekleşmiş oluyor!)
Öncelikle şunu vurgulayalım ki, emperyalist ülkelerde maddi mal üretiminde çalışanların sayısının göreceli olarak azalması olgusu, iddia edildiği gibi yeni bir olgu değildir, tersine, bu gelişmeye Lenin 80 yıl öncesinde dikkat çekmiştir. “Emperyalizm” ile ilgili çalışmasında, İngiltere’den verdiği somut rakamlara dayanarak, “üretimle uğraşanların sayısında azalma” olduğunu tespit eden Lenin, bu olguyu, emperyalist kapitalizme özgü asalaklığın ve çürümenin bir göstergesi olarak tahlil etmiştir.(18)
Şu bir gerçektir: Emperyalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısı (genel olarak işçilerin değil), özellikle son 15–20 yıldır, mutlak ve oran olarak azalmaktadır. Örneğin The Economist’e (Britain in Figures,1997) göre, İngiltere’de imalat sanayisinde çalışanların sayısı azalmaktadır: 1900 yılında (nüfus 38 milyon 240 bin) imalat sanayisinde toplam 5 milyon 990 bin kişi çalışırken, bu rakam 1955 yılında (nüfus 50 milyon 230 bin) 9 milyon 222 bine çıkar. 1970’de (nüfus 55 milyon 930 bin) 8 milyon 342 bine düşer. 1985’de (nüfus 56 milyon 350 bin) 5 milyon 365 bine geriler. 1995’de ise (nüfus 58 milyon 500 bin) 3 milyon 863 bin olarak hesaplanır. Sınaî ürünleri ihracatıyla ünlü Almanya’da bile imalat sanayisinde çalışan işçilerin sayısı gerilemektedir. Örneğin imalat sanayisinde ücretli ya da maaşlı çalışanların sayısı 1950’de yaklaşık 5 milyondu (bunun 4,16 milyonu işçiydi). Bu sayı 1970 yılına kadar -6,5 milyonu işçi olmak üzere- 8,6 milyona yükselir. Bundan sonra düşmeye başlar: 1993’de 4,3 milyonu işçi olmak üzere 6,7 milyona geriler. Mart 1997’de ise sadece 5,6 milyon kişiyi kapsar, bunun yaklaşık 3,7 milyonu sanayi işçisidir.(19)
Fakat hemen belirtelim ki, bu gerileme, gerçekte, aktarılan rakamlarda dile geldiği kadar değildir. Zira çeşitli uygulamalar, durumu olduğundan daha farklı yansıtmaktadır. Örneğin son yıllarda şoför, dış servis elemanı ya da dağıtıcı olarak kendi adına bir büyük şirkete çalışanların (“serbest çalışanlar” kategorisi) sayısındaki artış, burada o sanayi işletmedeki işçilerin sayısında bir “düşüşe” tekabül ediyor. Üretimdeki konumunda fiiliyatta hiçbir değişiklik olmaksızın işçi statüsünden çıkarılanların bir diğer örneğini ise, çeşitli işkollarında faaliyet gösteren taşeron firmalarının çalışanları teşkil etmektedir. Kısacası, sanayi dalında çalışan işçi sayısı çeşitli istatistiklerde yansıtıldığı boyutlarda olmasa da düşmektedir. Nitekim Federal Almanya Çalışma Bakanlığının 1997 istatistik elkitabında yayınladığı verilere göre, üretken sektörde çalışanların sayısı 1960 yılında 12 milyon 506 bindir. 1970’de ise 13 milyon 24 bindir. 1980’de 11 milyon 600 bine düşer. 1990’da 11 milyon 51 bine geriler. Almanya’nın birleşmesinin ardından 14 milyon 207 bine çıkar, ardından yeniden düşmeye başlar. 1996’da ise, 11 milyon 691 bini geçmez.
Konunun, büyüyen “hizmet sektörü”nün proletaryanın ileri kapitalist ülkelerde genel olarak eridiğinin bir göstergesi olarak ele alındığı göz önünde bulundurulduğunda, faal sanayi işçilerinin sayısındaki bu azalma, genel olarak bu ülkelerdeki proletaryanın sayısının azaldığı anlamında yorumlanamaz mı? Şüphesiz ki, hayır! Zira çalışmakta olan sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısının mutlak anlamda azaldığı anlamına gelmemektedir.
Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, “Post-kapitalist” teorisyenler, tekelci kapitalizmin çeşitli eğilimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı dönemsel görüntüleri mutlak olarak ele almaktadırlar. Fakat gelişmelere birbirinden kopuk ve mutlak değil de, birbirleriyle ilişkili ve hareket halinde bakıldığında şu gerçek görülecektir: Son 15–20 yılda emperyalist ülkelerde bu konuda göze çarpan en önemli gelişmelerden birisi, bu dönemin, ileri kapitalist ülkelerin sermaye ihracında ve dış ülkelerdeki doğrudan yatırımlarında olağanüstü bir büyümenin yaşandığı bir dönem olmasıdır. Bu büyümenin, kaçınılmaz olarak, emperyalist ülkelerdeki gelişmeyi “bir parça durdurma eğilimi” taşıdığı son derece açıktır. Açıktır ki, sermaye ihracı ve doğrudan yabancı yatırımlardaki gelişmeler; başta dünya pazarındaki konjonktürel gelişmeler olmak üzere, emperyalistler arası rekabet, emek ile sermaye arasındaki mücadele gibi pek çok uluslararası gelişmelere bağlı olarak yön ve alan değiştiren gelişmelerdir. Görüldüğü gibi, ‘uluslararasılaşma’ ve ‘globalizm’i diline dolayan “Post-kapitalist” teorisyenler, iş kendi kof teorilerine dayanak bulmaya gelince, rahatlıkla ileri kapitalist ülkeleri dünya pazarından soyutlayabilmektedirler. Oysa gerek emperyalizm çağında olmamız nedeniyle olsun, gerekse de sermayenin uluslararasılaşmasında bugün varılan nokta olsun, bugün, hiçbir gelişme ve olgu dünya ölçeğinde ele alınmadan açıklanamaz.
Öte yandan, yakından bakıldığında sözü edilen ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüşün gerisinde duran en önemli olgunun, emperyalist ülkelerdeki -artış hızını bugüne dek genelde yitirmeyen- kronik işsizlik olduğu görülür (işsizliğin ise, bir yandan esas olarak sermayenin organik bileşiminin büyümesi ve dolayısıyla üretkenliğin artışıyla, diğer yandan ise yukarıda belirtilen nedenlerle belli başlı işletmelerin yurtdışına kaydırılmasıyla bir ilgisi olduğunu belirtmeye gerek yok). Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaklaşık 20 milyon insan işsizdir. Ye bu 20 milyonun ezici çoğunluğu işçidir; işçilerin arasında da sanayi işçileri başı çekmektedir. (Örneğin Almanya’da İş ve İşçi Bulma Kurumu bugün işsizlerin üçte ikisini işçi kategorisinde değerlendirmektedir. Bu kuruma göre, B. Almanya’da 1975’de yüzde 6 olan işçiler arasındaki işsizlik oranı 1994’de yüzde 13,6’ya fırlamıştır. Kaldı ki, başka sınıf ve ara tabakalardan işsizlerin de önemli bir kısmı, çoğu kez yeniden iş bulamadıklarından, işsiz proleterlere dönüşmektedirler.) Peki, işsizler ordusu, proletarya ordusuna dâhil değil midir? Açıktır ki, dâhildir; Marx işçi sınıfından söz ederken, faal ve yedek sanayi ordusunu sürekli birlikte ele almıştır.
Demek ki, kronik işsizlik olgusu, Lenin’in tekelci kapitalizminin rantiye-asalak karakterine dönük tespitinin bugün çok daha somut biçimler kazandığının bir ifadesidir. Milyonlarca üretici gücü sürekli üretimden uzaklaştırmak zorunda kalan, bir metal sendikacısının da belirttiği gibi, ‘ömür boyu çalışmama cezası’na çarptıran bir toplumsal sistemin çürüdüğüne dair başka bir kanıt göstermeye gerek var mıdır?
“Hizmet sektörü”ndeki büyümeye gelince. Bu sektördeki büyüme de, işçi sınıfının mutlak sayısının azaldığı anlamına gelmemektedir. Zira bize göre, sermaye, bu sektörde de önemli bir kitlesi objektif olarak işçi sınıfına dâhil olan milyonlarca yeni ücretli işçileri yaratmaktadır.
Burada sorunun iki yönü üzerinde durmak gerekir. Birincisi, “hizmet sektörü” olarak adlandırılan işkolunun bu denli gelişmesinin, kapitalizme egemen olan toplumsal işbölümünün bir yerde ‘doğal’ evriminin bir sonucu olmasıdır. İkincisi ise, kapitalist toplumda ortaya çıkmış ve paranın sermaye olarak yatırıldığı bir işkolundaki ilişkilerin bu nedenle başkalaşmış olmasının işçi sınıfının bileşimi açısından taşıdığı anlamın doğru kavranmasıdır.
Birinci noktaya ilişkin: Emperyalist ülkelerde “hizmet sektörü” diye tanımlanan sektörün büyümesinde rol oynayan önemli etkenlerden birisi, şüphesiz, tekelci kapitalizme has olan asalaklık ve çürüme eğilimidir. Ancak, bununla bağlantılı olmakla birlikte, sorunun bir de şu yönü vardır ki, bu büyüme; sermayenin uluslararasılaşmasında kaydedilen gelişme sonucu bugün düne göre çok daha sıkı dünya pazarına endekslenen toplumsal işbölümünün (bunu, uluslararası işbölümüyle toplumsal işbölümünün bir yere kadar iç içe geçmesi olarak da ifade edebiliriz), üretimin teknik temelindeki gelişmelerle birlikte, düne göre daha çok ayrıntılaşıp derinleştiğinin bir ifadesidir aynı zamanda. (Belirtelim ki, kapitalizmin ve emperyalizmin uluslararası işbölümünün karakteri hiçbir dönem değişmedi. Değişen, her defasında, bu işbölümünün biçimidir. Ancak, biçimdeki değişiklikler, kapitalizmin uluslararasılaşması ve dolayısıyla proletarya ordusunun gelişmesi açısından çok önemli değişikliklere yol açmıştır. Örneğin “yeryüzünün bir bölümünü, temel olarak sanayi alanı halinde kalan, öteki bölümünü hammadde sağlayan tarımsal üretim alanı hali” biçimindeki şekillenmesi büyük değişime uğramış, “yeryüzünün öteki bölümü” de giderek “sanayi alanı haline” gelmiştir. Örneğin Hindistan bugün bölgesinin en büyük bilgisayar üreticisi konumundadır. Bu üretimde yatırılan sermayenin esas olarak Hindistan işbirlikçi burjuvazisine ait olmaması, emperyalist ülke tekellerinin sermayesine dayanması, Hindistan’ın uluslararası işbölümündeki konumunu değiştirmemektedir.)
Tekelci kapitalizmdeki işbölümünün özünün kavranması için, üretimdeki tekel olgusu ile üretimin teknik temelindeki gelişmelerin yol açtığı değişiklikler dikkate alınmalıdır. Nitekim üretimden tümüyle ayrı gösterilen “hizmet sektörü”ne yakından bakıldığında, bu sektörde ortaya çıkan pek çok işletme ve çalışma türlerinin esasında üretim sektörüne, hatta imalat sanayisine bağlı olduğunu, varlığını buraya dayandırdığı görülecektir. Örneğin ileri kapitalist ülkelerdeki birçok otomobil tekelinin -ya doğrudan kendi şirketi adına ya da başka bir şirket adı altında-, burjuva istatistiğinde “hizmet sektörü”ne dâhil edilen “pazarlama”, “finans” ve “servis” hizmetleri götüren şirketleri bulunmaktadır. Ya da elektrik tekellerinin, “enerji danışmanlığı” yapan ayrı şirketleri vardır. İnşaat şirketlerinin finansman kolları bulunmaktadır. Temizlik bile (özel temizlik şirketleri aracılığıyla) başta sanayide olmak üzere sermaye ile emek-gücü arasında bir sömürü ilişkisinin kurulduğu özgün bir iş alanı haline gelmektedir. Örnekler çoğaltılabilir; ancak şurası açık olmalıdır ki, “hizmet” ayrı bir işkolu haline gelir gelmez, salt “bir kullanım-değerinin yararlı etkisi” olmaktan çıkmıştır ve bu başkalaşma süreci geliştikçe daha çok doğrudan üretime ve sanayiye bağlanmaktadır.
Demek ki, “hizmet sektörü”nün bir işkolu haline gelmesi ve dolayısıyla sermaye ilişkisinin egemen halé gelmesi; işçi sınıfının erimesi bir yana, o zamana kadar işçi sınıfına dahil olmayan pek çok emekçiyi de proleterleşme sürecine sokmakta, modern proletaryaya daha da yaklaştırmaktadır. Dolayısıyla, “hizmet sektöründeki büyümenin sınıf sorunu açısından taşıdığı anlam, yakın zamana kadar “işçi sınıfı meslekleri” sayılmayan mesleklerin de “işçi sınıfı meslekleri” olmasıdır. İleri kapitalist ülkelerdeki sanayi işçilerinin sayısındaki düşüş, işçi sınıfının sayısal olarak azaldığı anlamına gelmemekte; olsa olsa -belirtilen nedenlerle- işçi ‘tipleri’nin çeşitlerinin arttığını göstermektedir. En sonu, işçi sınıfının artı-değeri yaratan sınıf olarak özelliğinde de bir sınırlama değil, aksine bir genişleme yaşanmaktadır.
Büyüyen “hizmet sektörü”, ne maddi mal üretiminin anlamsızlaşıp yerini “hizmet” ya da “bilgi” üretiminin aldığının bir ifadesidir, ne de geleceğin “hizmet” ya da “bilgi toplumu” olduğunun bir göstergesidir; aksine “hizmet sektörü”nün büyümesi, bir yandan tekelci kapitalizmdeki tekel olgusunun temelini oluşturduğu asalaklık ve çürümenin dolayımsız bir yansıması, diğer yandan ise özellikle 50-60’lı yıllarda sanayinin üretim tarzındaki “teknik devrimi”nin işbölümü ölçeğinde yol açtığı değişikliklerin bir sonucudur.
Nereden bakılırsa bakılsın, “Post-kapitalist” tezlerin kapitalizmin çeşitli eğilimleriyle ilgili ileri sürdükleri iddialarının aksine, proleterleşme süreci, öncesinden daha geniş emekçileri kapsayarak ilerliyor. Modern proletaryaya bağlanan emekçi kitlelerin proletarya ile birlikte mücadele ve örgütlenme olanakları genişliyor.
Bütün bunlar ise, kapitalizmin mezar kazıcısı modern proletaryanın toplumsal konumunu, zayıflatmak şöyle dursun, daha da güçlendiriyor.

İŞÇİ SINIFI ORDUSU KÜÇÜLMÜYOR, AKSİNE BÜYÜYOR
Kapitalizmi kutsayan tüm burjuva tezleri, bu sömürü sistemin mezar kazıcısı proletaryanın bugün düne göre hem nicel ve hem de nitel bakımdan daha da geliştiğini aslında istemeyerek de olsa itiraf etmektedirler. Zira uluslararası sermayenin gelişmesi, dünyanın en ücra köşelerine kadar, akla gelebilecek her türlü ekonomik-politik-ulusal engeli aşarak ya da en azından etkisiz hale getirmeye çalışarak sömürü ağını örmesi demek, ücretli emek ordularının yaratılması demektir.
Marx ve Engels bu konuda “Komünist Manifestoca şu bilimsel görüşü ileri sürdüler:
“Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişirse, ancak iş buldukları sürece yaşayan ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulan proletarya da, yani modern işçi sınıfı da o oranda gelişiyor.”(20)
Burjuvazi-proletarya ilişkisiyle ilgili benzer şeyi Marx, “Ücretli Emek ve Sermaye” adlı çalışmasında da yineler:
“Sermaye, ancak emek-gücü karşılığında değişilmek suretiyle, ancak ücretli emek yaratarak çoğalabilir. Ücretli-işçinin emek-gücü, sermaye ile ancak sermayeyi artırarak, kölesi olduğu gücü kuvvetlendirerek değişilebilir. O halde, sermayenin artması demek, proletaryanın artması, yani işçi sınıfının artması demektir.”(21)
Kapital’in 1. cildinde ise bu konuyu şöyle açıklar:
“Ücretli işçi sınıfının, şu ya da bu derecede uygun koşullar altında yaşamını sürdürmesi ve çoğalmaya devam etmesi, kapitalist üretimin temel niteliğini hiç bir şekilde değiştirmez. Tıpkı basit yeniden-üretimin, sermaye-ilişkisinin kendisini, yani bir yandan kapitalistlerin, öte yandan ücretli işçilerin ilişkilerini, sürekli olarak yeniden-üretmesi gibi, gittikçe büyüyen bir ölçekte yeniden-üretim, yani birikim de, büyüyen bir ölçekte sermaye ilişkisini, bir kutupta daha çok kapitalistleri ya da daha büyük kapitalistleri, öteki kutupta da daha çok ücretli işçileri yeniden üretir. Sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan ve sermayeden kopup ayrılması olanaksız, bulunan, sermayeye köleliği, yalnızca, kendisini sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmalarıyla gözlerden saklanan bu emek-gücü kitlesinin yeniden-üretimi, aslında sermayenin kendisinin yeniden-üretiminin kökü ve esasıdır. Bu yüzden sermaye birikimi, proletaryanın çoğalması demektir.”(22)
Şimdi bu tezin, bütün “Post-kapitalist” iddialara rağmen, tartışmasız bir gerçeği dile getirdiğini ortaya koyan somut verilerin incelemesine geçebiliriz.
Dünya Bankası’nın (DB) “1995 Dünya Gelişme Raporu”na göre, çalışanların sayısı dünya ölçeğinde özellikle son otuz yıl içinde hızlı bir gelişme kaydetti. 1995 yılında dünya işgücü potansiyelini meydana getiren 15 ila 64 yaş arasındaki kadın ve erkeklerin sayısı 2,5 milyar olarak tahmin ediliyor. Bu sayı, 1965 yılıyla (yaklaşık 1,4 milyar) kıyaslandığında yaklaşık iki misli bir artışa tekabül ediyor. DB’nin esas aldığı tahminlere göre, dünya ölçeğindeki işgücü sayısı 2025 yılına kadar 1,2 milyar artarak, 3 milyar 656 milyonu bulacaktır.
1965 ile kıyaslandığında göze çarpan diğer önemli bir fark da, işgücü arzındaki artışın coğrafi dağılımındaki değişikliklerdir. Nitekim işgücü arzındaki artış 1965 ile 1995 arasında “yüksek gelirli ülkeler”de yüzde 40 oranındayken, Güney Asya’da yüzde 93 ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise yüzde 176 oranındadır.
Ve yine işgücü sayısında 2025 yılma kadar tahmin edilen artışın (1,2 milyar) yüzde 99’nun (!) “düşük ve orta gelirli ülkeler”de (yani emperyalist veya ileri kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelerde) gerçekleşeceğinden yola çıkılmaktadır.
19. yüzyılın sonlarında dünya proletaryasını meydana getiren işçi sayısının 80 milyon civarında olduğu göz önünde tutulursa, tek başına bu genel rakamların bile, dünya proletarya ordusunun, kof burjuva demagojilerinin aksine, hem nicel ve hem nitel olarak hızla geliştiğini kanıtlamaktadır. Aynı şekilde, yüzyılımızın başında dünya proletaryasının önemli kısmı Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yoğunlaşırken, bugün bu devrimci ordunun ezici çoğunluğu Latin Amerika, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da toplanmaktadır. Uluslararası İşçi Hareketi Enstitüsü tarafından 1986 yılında Moskova’da yayınlanan “Günümüz dünyasında işçi sınıfı (istatistik veriler)” adlı belgeye göre, yüzyılın başından 80’li yılların ortalarına kadar ‘dünya işçi sınıfının mevcudu sekiz kattan fazla artmıştır, oysa aynı sürede dünya nüfusu sadece üç kat artmıştır.’ DB’nin verileri, dünya işçi sınıfının hem mutlak ve hem de dünya nüfusuna oranla sayısal artış hızının 80’li yıllardan bu yana daha da arttığını ortaya koymaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizm, yığınları bugüne dek görülmemiş bir hız ve genişlikte proleterleşme sürecine sokmuş bulunmaktadır. Özellikle 70’li yılların sonlarından itibaren güçlenerek gelişen bu süreç, öylesine hızlı bir proleterleşme sürecini ifade etmektedir ki, hemen her bir ülkenin toplumsal-ekonomik yapısını temelli dönüştürmektedir. Bu sürecin; sömürge, yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerin sınıfsal yapısını nasıl kökünden değişime uğrattığının pek çok belirtileri gösterilebilir. Ama kuşkusuz bu sürecin en çarpıcı yönünü, bir taraftan bu ülkelerin yakın zamana kadar tek yönlü ya da zayıf gelişen sanayilerinde istihdam edilen proletaryanın bizzat kendisinin, hem nicel hem de nitel olarak gelişmesi, diğer taraftan ise, tarım ekonomisinin ve dolayısıyla köylü sınıfının geçirdiği köklü altüst oluş teşkil etmektedir. Tarım alanındaki bu altüst oluşun karakteristiği; uluslararası sermayenin ya doğrudan ya da işbirlikçi sömürücü sınıf ve devletlerin dolaylı yardımlarıyla, bir yandan bu ülkelerin tarımındaki kapitalist ilişkileri -tarım ekonomisinde bir yönüyle üretici güçleri tahrip edici yeni bir merkezileşme ve yoğunlaşmanın önünü açarak- hızla yaygınlaştırması, diğer yandan ise, bu süreç sonucunda üretim araçlarından uzaklaştırılan köylü sınıfının milyonlarca kitlesini proleterleşme sürecine sokması; faal ya da yedek sanayi ordusunun saflarına katmasıdır. (Bu konuda en çarpıcı örneklere özellikle Güneydoğu Asya ve Çin’de rastlanmaktadır. Bugün Çin’de şu veya bu yoldan toprağından köyünden uzaklaştırılarak proleterleşmiş, iş bulmak için kent kent dolaşan milyonlarca yoksul işçi kitleleri bulunmaktadır. Bu proleterleşme sürecinin en bariz göstergesi, dünya ölçeğinde artan yoksulluk ve açlıktır. Dünya çapındaki kitlesel göçler, proleterleşme ve yoksulluğun diğer bir belirtisidir.)
Yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerdeki işçilerin sektörel dağılımı bu sürecin çeşitli sonuçlarını ortaya koymaktadır. Örneğin Güney Kore’de 1966 yılında tarım alanında çalışanların sayısı yaklaşık 4,5 milyondu. Bu sayı 1975’e kadar 6 milyona yükseliyor, ancak 1975’den 1990’na kadarki sürede hızla düşüyor. Nitekim 1990 yılında tarımda çalışanların sayısı ancak 3,2 milyon civarındadır. Aynı yıllarda sanayide ve hizmet sektöründe çalışanların sayısında kesintisiz bir yükseliş gerçekleşiyor:
1966’da hizmet sektöründe (buraya, herhangi bir sektöre dâhil edilemeyenler de eklenmiştir, örneğin ayakkabı boyacısı, seyyar satıcı vb.) çalışanların sayısı 2 milyon iken 1990’da 8 milyonu geçiyor. Yine sanayide istihdam edilen işçilerin sayısı 1966’da 1,2 milyon civarındayken, 1990’da 6,5 milyona ulaşıyor. Sadece çalışanların sayısı değil, çeşitli sektörlerin Güney Kore tipi ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hâsılası’ndaki (GSYİH) konumlarında da gözle görülür değişiklikler yaşanmaktadır. Örneğin G. Kore’de tarım ekonomisinin GSYİH’daki payı 1970’de yüzde 25 iken, 199,3’de bu oran yüzde 7’ye düşüyor. Aynı yıllar arasında sanayinin GSYİH’daki payı yüzde 29’dan yüzde 43’e çıkıyor. (Sanayide de imalat sanayinin oranı yüzde 21’den yüzde 29’a yükseliyor. Bu arada imalat sanayinin yapısındaki değişiklikler de irdelendiğinde, en hızlı büyümenin makina yapımı, elektro-teknolojisi ve motorlu araçları kapsayan işkollarında yaşandığı görülüyor.) Vurgulayalım ki, Güney Kore burada sadece bir örnek; kapitalist sanayi ve ilişkilerin gelişmesinin doğrultusu G. Kore tipi ülkelerde hemen hemen aynıdır.
Güney Kore’de çalışanların sayısının artış oranının nüfusun artış oranıyla ilişkisi bakımından ise şu rakamlar dikkat çekicidir: Güney Kore nüfusunun yıllık ortalama büyüme oranı 1970–80 arasında yüzde 1,8 iken, 1980–93 arasında yüzde 1,1’dir. 1993–2000 yılları arasında ise bu oranın yüzde 0,9 olması tahmin ediliyor. Aynı yıllar arasında çalışanlar sayısının ortalama yıllık artış oranının sırasına göre; yüzde 2,6 (70–80 arası), yüzde 2,3 (80–93 arası) ve yüzde 1,8 (93–2000 arası) olarak hesaplanmaktadır. Görüldüğü gibi, G. Kore’deki çalışanların sayısının artış oranı, nüfusun artış oranından çok daha yüksektir. Denilebilir ki,” Güney Kore gibi nispeten hızlı bir sanayileşme yaşayan tüm gelişmekte olan ülkelerdeki gelişme doğrultusu aynıdır.
Özcesi, her ne kadar burjuva istatistiklerinde pek çok işçi; memur ya da müstahdem olarak gösterilse de (bu yanıltma özellikle ulaşım, iletişim ve hizmet işkollarıyla ilgili istatistiklerde yapılmakta), ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mutlak sayısı, büyümeye devam etmektedir. Emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, proletaryanın sayısı katlanarak artmaktadır. Söz konusu ülkelerin emperyalizm ile ekonomik ilişkileri; sermaye birikimini ve artı-değer sömürüsünü çok daha hızlandıran ve kolaylaştıran bir sürece girmiştir. Toplumsal sonuç ve tahribattan bağımsız olarak, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması ve bu ülkelerin ekonomik-toplumsal yaşantısının tüm gözeneklerine girmesi süreci, yeni bir ivme kazanmıştır.
Tekelci burjuvazi ve Post-kapitalist” ideologları, sosyalizmin geçici yenilgisi üzerinden kazandıkları moral üstünlüğüyle, istedikleri gibi bir dünyayı nihayet yarattıklarını zannediyorlar. Bu büyük bir yanılgıdır. Bütün yazımız boyunca dikkat çekilen olguların kanıtladığı gerçek şudur ki, uluslararası proletarya; bugün nicel olarak daha büyük, nitel olarak daha gelişkin ve enternasyonal özelliği daha belirginlik kazanmış bir sınıftır. Başka bir deyişle, burjuvazi, kendi mezar kazıcısını, bugün dünkünden daha hızlı ve ileri bir düzeyde üretmektedir.

Ağustos 1998

Dipnotlar:

(1) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar”, Sorun Yay., s.9
(2) age, s.10
(3) age, s19
(4) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, çev. Yılmaz Onay, s. 50-52, abç
(5) Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yay. S.150 abç.
(6) Karl Marx Kapital 1. Cilt, Sol Yay. S.160, abç. Marx bu gelişmeyi başka bir yerde ‘dünya pazarının devrimi’ olarak da açıklar. Bununla 15. yy’ın sonuna doğru gerçekleşen jeografik keşiflerin (Hindistan deniz yolunun bulunması, Batı Hindistan adalarıyla Amerika Kıtasının keşfedilmesi) ekonomik sonuçlarını kasteder.
(7) age, s.782. abç.
(8) age, s.462, abç.
(9) age, s.617.
(10) age, s.397.
(11) age, s.497, abç.
(12) Karl Marx, “Kapital”, 3. Cilt, Sol Yay., s.921
(13) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.406
(14) İlker Belek, “Post-kapitalist Paradigmalar’, s.70
(15) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, Sol Yay., s.497-98, abç.
(16) Friedrich Engels, “Anti-Dühring”, Sol Yay. S.463
(17) İlker Belek, age, s.76-77
(18) Lenin, “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, s.128 – Başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist ülkelerde özellikle ‘80’li yıllardan bu yana peş peşe 100 ya da 150 yıllık fabrikalar kapanmaktadır. Bu süreç bugün de devam etmektedir. Örneğin WW dergisine göre, Almanya’da 2005 yılına kadar100 milyon metrekarelik sınaî alanı, yani yaklaşık 15 bin futbol sahası büyüklüğünde bir alan boş kalacaktır. Kapanan fabrikaların yerine ise, alışveriş mağazaları, mültimedya, kültür veya eğlence parkları inşa edilmektedir. İşlerinden olan sınaî işçilerinin bir kısmı buralarda iş bulurken, ana kitlesi işsizler ordusuna katılmaktadır.
(19) Rakamlar, KPD’nin “İşçi Sınıfının Durumu ve Komünistlerin Görevi adlı belgesinden alınmıştır.
(20) Karl Marx-Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu” Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, s. 54
(21) “Ücretli Emek ve Sermaye”, Sol Yay. s.38
(22) Karl Marx, “Kapital”, 1. Cilt, s.631, abç

Sermaye ihracının bugünü üzerine bir inceleme Doğrudan yabancı yatırımlar ve borçlar

Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan mali sermayelerinin bugünkü yapıları genel hatlarıyla da olsa tek tek ele alınarak irdelendi. Ancak bu incelemelerde, söz konusu ülke mali sermaye gruplarının kendi ülkeleri dışına yaptıkları yatırımlar, verdikleri borç ve krediler, askeri ve “sivil”, karşılıklı ya da “karşılıksız” “yardım”lar, diğer ülkelerle giriştikleri ilişkiler ve kurdukları bağlantılar, IMF ve Dünya Bankası gibi mali sermayenin uluslararası finans kurumlarının vb. dış ilişkileri yeterince, ya da esas olarak irdelenmedi… Oysa kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşıp mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte bu uluslararası bağlantı ve dış ilişkiler çok önemli hale geldi. Ve bunun sonucunda, Lenin’in “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı broşüründe belirttiği gibi serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi, eski kapitalizm’de meta ihracı tipik iken, tekellerin egemen hale geldiği tekelci, emperyalist kapitalizmde meta ihracının yerine sermaye ihracı tipik ve belirgin bir karakter kazandı.
Sermaye ihracı, az sayıda büyük tefeci devletin dünyanın çok büyük bir bölümünü azgınca sömürdüğü emperyalist baskı ve sömürü sisteminin temellerinden birisidir. Sermaye ihraç etmeyen, çok çeşitli dış ilişki ve bağlantılara sahip olmayan bir emperyalizm emperyalizm olamaz. Emperyalizmin bu en büyük ve önde gelen mali sermaye gruplarının yapıları incelenirken onların dış ilişki ve bağlantıları ile yaptıkları sermaye ihracını göstermek günümüzde daha da önemli olmuştur. Bu açıdan, girişilen ve daha önce yayınlanan incelemelerin, özellikle eksik bırakılan bu önemli yanlarını da tamamlamak gerekmektedir.
1800’lü yılların sonlarına doğru, tekel öncesi kapitalizm, tekelci, emperyalist aşamaya girerken en zengin kapitalist ülkelerde sermaye birikimi muazzam boyutlara ulaştı. Bunun sonucunda büyük bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı.
Sermaye esas olarak iki nedenden ötürü “fazla”laşır: Bu nedenlerden birincisi, kitlelerin açlık ve yoksulluk içindeki yaşamlarının üretimin daha da büyümesini ve yeni yatırımların yapılmasını sınırlaması; ikincisi ise, giderek daha fazla olmak üzere tarımın, sanayinin gerisinde kalması ve çeşitli ekonomi dallarının gelişmesinin bir bütün olarak dengesizleşmesi ve eşitsiz büyümesidir.
Böylece tarımın az gelişmesi ve kitlelerin yoksulluğu koşulları altında “aşırı olgunlaşmış”, “verimli” bir faaliyet alanı için yeterince hareket serbestisine sahip olamayan kapitalizmin “fazlalaşmış” sermayesi en kolay ve en çabuk yoldan, en fazla kârı elde etmek için ülke dışına çıkmaya çalışır ve çıkar. Bunun sonucunda serbest rekabetin egemen olduğu tekel öncesi kapitalizmde tipik olan meta ihracının yerine, tekellerin egemenliğinin tamamlandığı emperyalist kapitalizmde sermaye ihracı oldukça önem kazanır ve tipik bir hal alır. Bu böyle olmakla birlikte, tekelci kapitalizm meta ihracını ortadan kaldırmaz ya da sermaye ihracının tipik bir hal alması meta ihracının yok olduğu anlamına gelmez. Sermaye ihracı meta ihracının büyümesine sıkı sıkıya bağlıdır. Kapitalizmin en yüksek ve özel, tarihsel bir aşaması olan emperyalizm, eski kapitalizmin temellerini ortadan kaldırmaz, kaldıramaz.
19. yüzyılın sonlarında en gelişmiş ve en zengin kapitalist ülkelerde ortaya çıkan devasa boyutlardaki sermaye “fazla”sı, ülke dışına, -tercihen ve çoğunlukla, sermayenin az, ücretlerin düşük, hammaddelerin ucuz, toprak ve menkul fiyatlarının kısmen düşük olduğu geri ülkelere- ihraç edilmeye başlandı. Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşması ile birlikte, bu sermaye ihracı tipikleşti ve emperyalizmin ana ve belirgin özelliklerinden birisi oldu.
Sermaye ihracı, kârın en fazla ve en az riskle sağlanacağı, teknolojik temelin ve altyapının uygun olduğu, ücretlerin düşük, hammadde kaynaklarının bol olduğu alanlara doğru gerçekleşir. Sermaye ihraç eden emperyalist ülkeler ve mali gruplar arasında, birbirlerini anavatanda vurmak ve bağımlı ülke pazarlarına hâkim olmak için kıyasıya bir mücadele yürütülür. Konjonktürel gelişmelere göre sermaye akışının hangi alanlara daha fazla gerçekleşeceği, değişmeler gösterebilir. Doğrudan yabancı yatırımlar da, bu bakımdan son on yıl içinde bazı değişmeler dikkat çekicidir ve kapitalizmin ana ülkelerine yatırımlarda bir artış görülmektedir.
Doğrudan yabancı yatırımların dağılımı ülkeler ve bölgeler arasında farklılık göstermekte ve kimi ülke ve bölgelere daha fazla, kimilerine ise daha az yatırım yapılmaktadır. Sermaye, doğası gereği her zaman en güvenli, en kolay ve en çabuk yoldan gerçekleşecek en fazla kâra yönelir. Yatırımların nerelere yapılacağını belirleyen temel etken budur. Kapitalist sermaye akışında, pazarların en fazla kârın elde edilmesine uygunluğu ve rakipleri kendi alanında vurma ve geriletme rol oynamaktadır. Altyapı ve ulaşım kolaylıkları, faiz ve vergi oranları, gümrük ve “koruyucu tedbirler”, teşvik tedbirleri, ücretlerin düşüklüğü, iş yasalarının ve sendikal yasaların tekel kârlarına daha elverişli olması, tarihi ve kültürel bağlar; hammadde ve kaynak bolluğu vb. çok çeşitli etkenler sermaye akışında rol oynar. Örneğin Avrupa’da birinci, dünyada ise bazen ikinci bazen de üçüncü sırada en fazla yabancı yatırım yapılan ülkenin İngiltere olması boşuna ve tesadüfî değildir. (Avrupa’da şirket vergi oranlarının ve işçi ücretlerinin seviyesinin en düşük, bürokratik engellerin en az ve işçi ve sendika yasalarının sermaye açısından en uygun, işçiler açısından ise en kötü düzeyde olduğu ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Önde gelen emperyalist kapitalist ülkeler arasında saat ücretlerinin en düşük olduğu ülke İngiltere’dir. Bu konuda İngiltere’nin ardından ABD gelmektedir. İngiltere, resmi yayın organlarında bu özelliğiyle açıktan övünmekte ve bu özellikleri nedeniyle kendisinin yatırımlara en uygun ülke olduğunu saklamaya gerek görmeden açıktan ilan edip çokuluslu tekellere yatırım çağrısında bulunmaktadır.)
Dış borç ve krediler açısından ise, sermaye ihracının önemli bir kısmı hâlâ geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere gitmektedir. Bu ülkeler bugün 2 trilyon doları aşan borç yükü altında ezilmekte, emperyalist tekeller ve mali sermaye gruplarına her geçen gün biraz daha fazla olmak üzere sıkıca bağlanmakta, geri ve gelişmekte olan ülke burjuvazilerinin el koyduğu ve kendi işçi sınıflarının yarattığı artı değerin önemli bir kısmına da yine bu emperyalist, rantçı asalak tekeller tarafından faiz, borç ve kredi geri ödentisi adı altında el konulmaktadır. Sonuçta geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler emperyalist, tefeci, rantçı tekeller tarafından çok çeşitli yöntemlerle son kuruşlarına kadar tepeden tırnağa soyulmakta; yarattıkları bütün değer ve kaynakların önemli kısmı bu tekellerin kasalarına akmaktadır.
Sermaye ihracı, belirgin bir hal kazandığından itibaren iki ana biçimde gerçekleşti: Doğrudan yabancı yatırımlar yolu ile üretken sermaye biçiminde ve borç ve krediler yolu ile borç verilen sermaye, faiz getiren sermaye biçiminde. Bu yüzden biz, incelememizde daha çok bu ikili cereyan ediş biçimini temel alacak ve başta Amerikan, Japon ve İngiliz mali sermayesi olmak üzere en büyük mali sermaye gruplarının doğrudan yatırımları ile faiz getiren sermayelerini ya da diğer bir ifade ile verdikleri borç ve kredileri irdelemeye çalışacağız. Doğrudan yabancı yatırımları ortaya koyarken yalnızca üretken ya da sınai sermaye alanındaki yatırımları değil, üretim, ticaret ve finans alanında, gerek spekülatif sermaye olarak, borsa yoluyla hisse senedi ve tahvil satın alma, hisse ya da pay sahibi olma, gerekse de dolaysız, kendi adını kullanarak ya da kendisine bağlı şirket ve ortaklıkları da kullanarak doğrudan yatırıma yönelme biçiminde olsun imalat ve hizmet sektöründe yapılan bütün yatırımları doğrudan yabancı yatırımlar ya da yabancı yatırımlar (Foreign Direct Investment -FDI-) başlığı altında toplamaya çalışacağız.(İncelememizde kimi kez yatırımlar ya da yabancı yatırımlar, kimi kez doğrudan yatırımlar, kimi kez de doğrudan yabancı yatırımlar isimlendirmelerini kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu isimlendirmelerin tümünü de aynı anlamda, İngilizcede Foreign Direct Investments (FDI) denilen Doğrudan Yabancı Yatırımları tanımlamak için kullanmaktayız. Farklı isimlendirmeler, farklı yatırım ve sermaye türleri ile anlamlarına denk düşmemektedir.)

DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLAR (FOREİGN DİRECT INVESTMENTS -FDI-)
Dünya Bankası verilerine göre, 1996 yılı sonunda dünyaya yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 3,2 trilyon dolara ulaştı. Oysa aynı miktar 1993’te 2 trilyon, 1987’de ise 1 trilyon dolar idi. 1987–1996 arasındaki 10 yıl içinde yatırımların toplamı üç kattan fazla, yüzde 320 artmış oldu. 1982 -1994 arasında dünya bütününde GSYİH’lar ancak yüzde 9 artış gösterirken, doğrudan yabancı yatırımlar toplamı dört kat, yani yüzde 400 arttı.
Yalnızca 1996 yılında gerçekleştirilen doğrudan yabancı yatırım miktarı ise bir önceki yıla göre yüzde 10 artarak 349 milyar dolara erişti. 1995 yılında yapılan yabancı yatırım miktarı ise 317 milyar dolar idi. 1996’daki yaklaşık 350 milyar dolarlık yabancı yatırımın yüzde 85’ini oluşturan 295 milyar dolarlık bölümünü kapitalizmin anavatanı gelişmiş emperyalist kapitalist ülkeler doğrudan kendileri gerçekleştirdiler.
Bu yıllarda çoğu emperyalist ülkelere ait olmak üzere dünyadaki 45 bin (44 bin 508) ana şirket ve tekel (yaklaşık 36 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 8 bini gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) 350 milyar dolarlık yatırım yaptı. Bu şirket ve tekellere bağlı, değişik ülkelerdeki işbirlikçileri, temsilcileri, yan kuruluşları ya da ortakları durumunda bulunan 280 bin (276 bin 659) şirket (yaklaşık 94 bini gelişmiş kapitalist ülkelerde, 130 bini ise geri ve gelişmekte olan ülkelerde kayıtlı) ise 1,4 trilyon dolarlık yatırım gerçekleştirdi. Bütün bu ana ve bağlı şirket ve tekeller 1995 yılında dünyada, meta ve hizmet sektörü ürünü ihracı şeklinde gerçekleşen toplam 7 trilyon dolarlık yabancı satış ya da diğer bir ifadeyle ihracat yaptılar.
Yabancı yatırımlarda gelişmelere göre dönemsel iniş, çıkış ve patlamalar oldu. Marshall Planı dönemini bir yana bırakırsak 2. Savaş sonrasında yabancı yatırımların patlama, gösterdiği üç ana dönem ortaya çıktı: 1979–81 yükselişi, 1986–90 yükselişi ve günümüzdeki (1995’ten bu yana ki) yükseliş.
1979–81 yükselişi: 1970’lerin sonlarında sona eren ikinci petrol krizinin ardından ortaya çıktı. 1975-77’lerde yabancı yatırımlarda görülen gerilemeden sonra hızlı bir yükseliş gözlendi. Yatırımların yönü özellikle petrol üreten ülkelere kaydı. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yabana yatırımların oranı yüzde 25’lerden yüzde 45’lere fırladı. Petrol üreten ülkeler içinde Suudi Arabistan, ABD’nin ardından dünyada en fazla yatırım yapılan ikinci ülke haline geldi. En fazla yatırım yapan ülkeler ise Hollanda, İngiltere ve ABD oldu. Bu yükseliş sırasında yatırımların büyük çoğunluğunu esas olarak belli başlı çokuluslu petro-kimya tekelleri yapıyorlardı. Yükselme olmasına rağmen yabancı yatırımlar toplamı günümüzle kıyaslandığında oldukça düşük miktarlarda seyrediyordu.
1986–90 yükselişi: Japonya en büyük yabancı yatırım yapan ülke durumuna yükseldi. Özellikle telekomünikasyon alanındaki yatırımlar önem kazandı. Yatırımlar esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelere ve daha çok füzyonlar ve şirket birleşmeleri yoluyla yapılıyordu. Kapitalist ülkelere yapılan yatırımların toplam içindeki oranı yüzde 86’lara kadar çıktı.
Günümüzdeki yükseliş: Yabancı yatırımlar gerek toplam açısından, gerekse de tek tek ülkeler açısından rekor düzeylere yükseldi. 1995’te başlayan ve hâlâ sürmekte olan bu yükselişte yatırım yapılan ülkeler içinde iki ülke, ABD ve Çin, öne çıkmaktadır. Hemen ardından İngiltere gelmektedir. ABD ve Çin’e toplam yatırımların üçte biri gitmektedir. En fazla yatırım yapan ülkeler arasında ise yine iki ülke, ama bu kez ABD ve İngiltere öne çıkmaktadır. ABD ve İngiltere birlikte dünyaya yapılan toplam yabancı yatırımların yüzde 40’ını gerçekleştirmektedirler. Bir önceki yükseliş sırasında en fazla yabancı yatırım yapan ülke konumuna gelen Japonya gerilemeye başlamıştır. Almanya, Fransa ve öteki Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin yaptıkları yabancı yatırımlarda belirgin yükselişler göze çarpmaktadır. Geri ve bağımlı ülkelere yapılan yatırımlar yeniden yüzde 30’ların üzerine çıkmaya başlamıştır. Bu geri ve bağımlı ülkeler arasında Latin Amerika ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda yeniden yükseliş göstermektedir.

YABANCI YATIRIMLARIN DAĞILIMI
Gerek Dünya Bankası (WB), gerekse de Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996 yılında en fazla yabancı yatırım gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere yapıldı. 1996’da 208 milyar dolarlık yatırım (dünya toplamının yüzde 60’ı) kapitalizmin anavatanlarına gitti.
En fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı. Dünyada yapılan her 4 dolarlık yatırımın mutlaka 1 dolarının gittiği ABD’ye 1996’da 85 milyar dolarlık yabancı yatırım (dünyaya yapılanın yüzde 25’i, kapitalist ülkelere yapılanın ise yüzde 40’ı) aktı. Gelişmiş kapitalist ülkeler içinde bölge olarak ise en fazla yatırım Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yapıldı. Başını İngiltere, Almanya ve Fransa’nın çektiği ve eski ve yaşlı kapitalist ülkelerin yer aldığı Batı Avrupa’nın bu ülkelerine, 105 milyar dolar ile bütün emperyalist kapitalist ülkelere yapılan yabancı yatırımların yarısı yapıldı. AB ülkeleri içinde de yatırımların yüzde 40’ına yakını, en yaşlı ve en eski kapitalist ülkeye, İngiltere’ye gitti. İngiltere’den sonra AB ülkeleri içinde en fazla yatırım sırasıyla Fransa, Belçika-Lüksemburg, Hollanda ve İspanya’ya yapıldı.
Dünyadaki yatırımları tek tek ülkeler açısından inceleyecek olursak çok farklı bir tablo ile karşılaşmadığımızı görmekteyiz. Toplam yabancı yatırımların dörtte birini oluşturan 85 milyar dolarlık yatırım ile en fazla yatırım yine ABD’ye yapıldı, ikinci Çin’e 43 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. İkinciliği bu kez Çin’e kaptıran İngiltere üçüncü oldu. Ardından gelenler ise sırasıyla: Fransa, Belçika-Lüksemburg, Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Kanada, ispanya, Hollanda, Avustralya, İsveç, Malezya, Arjantin, Peru, Şili, Kolombiya, Polonya, Almanya, Avusturya, İtalya, Norveç, Yeni Zelanda ve İsviçre.
Kapitalist ülkeler arasında ekonomik güçleri ve kendilerinin yaptıkları yabancı yatırım miktarı ile kıyaslandığında en az yatırım yapılan ülkeler ise Japonya, Almanya, İtalya ve İsviçre oldu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü ve emperyalist ülkesi Japonya, başta ABD ve İngiltere olmak üzere özellikle kapitalizmin anavatanları emperyalist kapitalist ülkeler ile Uzak Doğu ve Pasifik ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmasına karşın, ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında bu ülkeyle birlikte Almanya ve İtalya’ya daha az dış yatırım yapılmaktadır.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkeler: 1996 yılında gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerden sonra toplamın yüzde 37’sini oluşturan 129 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım bağımlı ülkelerin oluşturduğu geri ve gelişmekte olan ülkelere gitti. 1990’larda yüzde 20 civarında olan geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırım miktarı yeniden artışa geçerek 1995’te yüzde 30 ve 1996’da yüzde 37’ye kadar yükseldi. Bu ülkelere yapılan toplam yabancı yatırım oranları 1970 ile 1996 arasında yüzde 14 ile 45 arasında (1982’de yüzde 45 ve 1989’da yüzde 14) değişim göstermesine rağmen, bu dönemler arasında hiçbir zaman gelişmiş kapitalist ülkelerden daha fazla olmadı. Örneğin, bu geri ülkelere yapılan yatırımlar 1970’de yüzde 19, 1975’te yüzde 37, 1980’de yüzde 26, 1982’de yüzde 45, 1986’da yüzde 20, 1989’da yüzde 14, 1990’da yüzde 20, 1994’te yüzde 37, 1995’de yüzde 30 ve 1996’da da yüzde 37 oldu.
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere giden yabancı yatırımları ülkelere göre ayıracak olursak, bu ülkelere giden bütün yabancı yatırımların yüzde 33’ünün yalnızca Çin’e, yüzde 43’ünün Brezilya, Singapur, Endonezya, Meksika, Malezya, Arjantin, Peru, Şili ve Kolombiya’dan oluşan 9 ülkeye, geriye kalan yüzde 23,5’lik payın ise öteki 100’ün üzerindeki ülkelere gittiğini görmekteyiz. Sınıflandırmayı ülkelere değil de bölgelere göre yaptığımızda da yine benzer bir tablo ile karşılamaktayız. Bölgede en fazla yabancı yatırım Asya-Pasifik ülkeleri ile Latin Amerika-Karayip ülkelerine gitmektedir. 1996 itibarı ile sadece bu iki bölgeye geri ve gelişmekte olan ülkelere giden bütün yabancı yatırımların 120 milyar dolar ile yüzde 93’ü gitmektedir. Geri kalan yüzde 7’lik kısım ise, Afrika ile Orta Doğu ve Batı Asya ülkelerine girmektedir. Bu miktardan biraz fazlası da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine akmaktadır.
Yatırımların yönü dönemsel gelişmelere, koşullara ve olaylara göre de değişmektedir. Kapitalist emperyalizmin sıçramalı ve dengesiz gelişme yasası uyarınca, sermaye akışı değişiklikler göstermekte, bazen emperyalist büyük devletlerden ve uluslararası tekellerden kimileri atak yaparken, başka bir zaman ve farklı koşullarda diğer bazıları öne geçebilmektedir. Farklı koşullara ve gelişmelere göre sermaye akış alanları da değişebilmektedir. Örneğin 1970’li yılların ortalarında ortaya çıkan petrol krizinin ardından artan petrol ihtiyacını karşılayabilmek için Ortadoğu ve Batı Asya, sektör olarak da petrol ve petro-kimya alabildiğine ilgi çekici bir yatırım alanı olmuştu. Bu bölgeye o dönem tüm geri ve bağımlı bölgelere yapılan yatırımların yüzde 30’u gitmeye başlamıştı. Ancak, bugün bu bölgeye eskisi kadar yatırım yapılmamaktadır. Yine 1990’lı yılların başlarında en fazla yatırım yapılan bölge haline gelen Latin Amerika ülkelerine, özellikle 1982 ve 1994’lerdeki Meksika para krizinin etkisi ile sonraki yıllarda daha az yatırım yapıldı. Latin Amerika’daki krizden sonra yatırımların yönü Uzak Doğu-Pasifik bölgesine kaymakla birlikte, son dönemlerde Latin Amerika’nın yeniden çekici hale gelmeye başladığı görülmektedir. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinde geçtiğimiz yaz ortaya çıkan ve sürmekte olan kriz ve bölge ekonomilerinde görülen yıkım ve “tepe taklak” gidişin, Uzak Doğu-Pasifik bölgesine yapılan yatırımların hızını azaltması ve yeni ilgi çekici alanlar ortaya çıkması mümkün görünmektedir. Sermaye ihracının hangi alanlara ve ne miktarda gerçekleşeceği, yukarıda belirtilen koşul ve etkenler nedeniyle konjonktürel bir özellik göstermektedir.
Asya-Pasifik Ülkeleri: Doğu yarım kürenin Güney, Doğu ve Güney Doğu Asya bölgelerinde yer alan Asya-Pasifik ülkelerine, 81 milyar dolarlık yatırım ile geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan bütün yatırımların yaklaşık üçte ikisi (yüzde 63) yatırıldı. Bu bölgeye bir önceki yıla göre giden yabancı yatırım oranı yüzde 25 arttı. Bu bölge ülkeleri içinde de tek başına Çin’e 42 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım yapıldı. Çin’e 1995 yılında 16 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı.
Bu bölgede, Çin’den sonra, Asya-Pasifik bölgesinde en fazla yatırımın yapıldığı ülke 9 milyar dolar ile Singapur oldu. Ardından, Endonezya, Malezya, Filipinler ve Tayland gibi ülkeler geldi. Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerinin yanı sıra bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler arasında elbette ki Hindistan da yer aldı. Asya-Pasifik bölgesine yapılan yabancı yatırımlar böylesine artarken, bölgenin ihracatı ve GSYİH’larında çok keskin düşüşler olduğu görüldü.
Asya-Pasifik bölgesine en fazla yatırım yapan ülkeler başta Japonya olmak üzere ABD ve İngiltere’dir. Bununla birlikte Almanya da son yıllarda bölgeye girmek için büyük çabalar harcamaktadır. Hindistan’ın da içinde bulunduğu Güney Asya’ya yatırım yapan esas güç ise yine İngiltere ve ABD’dir.
Latin Amerika-Karayip Ülkeleri: Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerin yer aldığı bölgeler içinde ikinci olarak en fazla yatırım Latin Amerika ve Karayip ülkelerine gitti. Latin Amerika ve Karayip ülkelerine yapılan yabancı yatırımlar 1995’e göre yüzde 52 artarak 39 milyar dolara ulaştı. Bölge ülkeleri içinde en fazla yatırım, Brezilya’ya (yaklaşık 10 milyar dolar), ikinci olarak Meksika’ya (8 milyar dolar) ve ardından da Arjantin’e yapıldı. Bu üç ülkeye, bölgeye yapılan toplam yatırımların yüzde 58’i ile yandan fazlası gitti. Ardından gelen öteki bölge ülkeleri ise Peru, Şili, Kolombiya ve Venezuela gibi ülkeler oldu.
Latin Amerika ve Karayip ülkelerine en fazla yatırım yapan ülkelere gelince: 1996 verilerine göre, bölgeye en fazla yatırımı yine ABD yapmakta ve Latin Amerika ve Karayip ülkeleri ABD’nin arka bahçesi olarak kalmaya devam etmektedirler. ABD özellikle Brezilya’ya yeniden çok yoğun yatırımlar yapmaya başlamıştır. İkinci sırada Kanada gelmektedir. ABD ve Kanada’nın oluşturduğu Kuzey Amerika ülkelerinden sonra bölgeye en fazla yatırımı yapan emperyalist ülkeler arasında da Batı Avrupalı kapitalistler -özellikle Almanya ve İspanya- yer almaktadır. Japonya’nın bölgedeki yatırımları diğer emperyalist ülkelerle kıyaslandığında hâlâ çok düşüktür ve daha çok Karayip ülkeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bununla birlikte Japon Mitsubishi’nin özellikle Brezilya’daki yatırım atakları dikkat çekmektedir.
Latin Amerika ve Karayipler’e yapılan yatırımların yarısından fazlası, yeni yatırım yapma ya da yeni tesisler kurma yerine, hazır kurulu bulunan ve son yıllarda özelleştirme furyası ile birlikte hızla özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının hisselerinin satın alınması yoluyla gerçekleşmektedir.
Afrika Ülkeleri: Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller tarafından talan edilen bu bölgeye olan sermaye akışında son yılarda belirgin bir düşüş görülmektedir. 1996 yılında Afrika ülkelerine sadece 5 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı (dünya toplamının yüzde 1,5’i, bağımlı ülkelere yapılanın ise yüzde 3,8’i). Bu ülkelerdeki altyapı yetersizliği, siyasi istikrarsızlık, bölge ülke ve kabileleri arasındaki çatışma ve savaşlar, iç yatırımların düşük düzeylerde seyretmesi ve sık sık değişen hükümetler ve ekonomik politikaları gibi nedenler de sermaye akışı üzerinde rol oynayan etkenler arasındadır.
Afrika’ya en fazla yatırımı eski sömürgeci ilişkilerinin yardımıyla, iki eski sömürgeci emperyalist olan Fransa ve İngiltere yapmaktadır. 1996’da da Afrika’ya en fazla yatırımı yine Fransa yaptı. Ardından İngiltere geldi. Bununla birlikte özellikle son yıllarda ABD bölgeye girmeye çabalamakta ve bunun için bizzat Başkan Clinton nezdinde diplomatik ataklar yapmaktadır.
Batı Asya-Orta Doğu Ülkeleri: Özellikle petrol krizinin etkisi ile 1970’lerin sonu ile 1980’lerin ilk yarısında tüm geri ve gelişmekte olan ülkelere yapılan yatırımların yüzde 30’unun gittiği Batı Asya ve Orta Doğu ülkelerine 1996’da sadece geri ülkelere yapılanın yüzde 1,5’u aktı. Daha çok petrol ihraç üreten ülkelerin yer aldığı bu bölgede yeni yapılan yatırımların hızı -özellikle Suudi Arabistan ve Yemen’de- düşmeye devam etmektedir. 1996’da bölgeye sadece 2 milyar dolarlık yatırım yapıldı. Bu yatırımlar içinde en fazla yatırım, İsrail’e 2 milyar dolar, Türkiye’ye 1,1 milyar dolar yatarım yapıldı. Türkiye’den sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Suriye ve Kıbrıs (Güney) başı çekti. Ancak bu ülkelere yapılan yatırımlar sadece birkaç milyon dolar ile ölçülmektedir. Suudi Arabistan ve Yemen’e yapılan yatrımlarda 1996’da bir önceki yıla göre yüzde eksi 1877 ve eksi 218’e varan gerilemeler gözlendi.
Bölgeye yapılan yatırımların türlerine gelince: Petrol üreten ülkelere yapılan yatırımlar yine petrol sektöründe olurken, Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelere yapılan yabancı yatırımlar imalat sanayi ve başta telekomünikasyon olmak üzere hizmet sektöründe gerçekleşti.
Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri: Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist biçimlere geri dönen eski halk demokrasili ülkelerine yapılan yatırımlar son yıllarda 1990’ların başlarındaki hızını kaybetti ve gerilemeye başladı. Bölgeye 1996’da 12 milyar dolarlık yabancı yatırım yapıldı. 1995 yılında 14 milyar dolarlık yatırım yapılmıştı. Yatırımların hızının azalmasında, özellikle Macaristan ve Çek Cumhuriyetinde gerçekleşen özelleştirme bağlantılı yatırımların azalması etkili oldu. Buna rağmen son yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yapılmış olan doğrudan yabancı yatırım stokları toplamı 46 milyar dolara erişti. Bölgede en fazla yatırım yapılan ülkeler sırasıyla Polonya, Macaristan, Rusya, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Ukrayna ve Letonya oldu.
Bölgeye en fazla yatırımı Batı Avrupalı emperyalistler, özellikle Almanya, Fransa ve İtalya yaptı. Ardından ABD geldi. Japonya Afrika ve Latin Amerika’ya olduğu gibi, Orta ve Doğu Avrupa’ya da çok az yatırım yapmaktadır. İncelememizin ileriki bölümlerinde göreceğimiz gibi, Japonya daha çok gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelere -özellikle ABD ve İngiltere’ye- ve başta Çin olmak üzere, Uzak Doğu Asya ülkelerine yatırım yapmaktadır.

YABANCI YATIRIMLARI KİMLER, NERELERE YAPIYOR?
Bazı şeyleri tekrarlama pahasına şimdi de bu yabancı yatırımları kimlerin yaptığına göz atalım:
1996’da dünyaya yapılan bütün doğrudan yabancı yatırımların yüzde 62’lik bölümünü sadece en büyük 5 emperyalist kapitalist ülke (ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa) gerçekleştirdi. En fazla yabancı yatırımı iki büyük emperyalist güç, ABD ve İngiltere yaptı. İngiltere, 1979’lar-da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasından sonra sermaye ihracının özellikle doğrudan yatırımlar alanında olmak üzere, atağa geçti. 1990’ların başlarına kadar en fazla doğrudan yatırım yapan ve yapılan ülkelerden biri olan İngiltere, bugün ABD ile birlikte ilk iki sırayı paylaşmakta, kapitalizmin bu en yaşlı anavatanı, eski sömürgeci ve ilk kapitalist olmanın avantajlarını kullanmaktadır. İngiltere ile birlikte, 1980’li yılların sonları ile 1990’h yılların başlarında yabancı yatırım atağına kalkan bir diğer güç, Japonya oldu. Japonya özellikle ABD, İngiltere ve Uzak Doğu -Pasifik bölgesine yaptığı yatırımlarla 1988–1991 yılları arasında en fazla yatırım yapan ülke haline geldi. Ancak son yıllarda Japonya’nın yabancı yatırımlarının hızı düştü ve bu ülke 1996’da en fazla yatırım yapan ülkeler sıralamasında 5. sıraya geriledi. Tablo 1’den de görüleceği gibi, ABD 1992’de Japonya’yı yakalayarak 1. sırayı yeniden ele geçirdi ve o günden bu yana da 1. sırayı kimseye kaptırmadı. ABD bugün dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ve yapılan, ya da en fazla doğrudan yabancı yatırım ihraç ve ithal eden emperyalist ülke konumundadır.

5 EMPERYALİST ÜLKENİN YILLARA GORE YABANCI YATIRIMLARI – Tablo-1
(milyar dolar)
1985     1987     1989     1991     1993     1995     1996
ABD        12,7    28,9    37,6    32,6    77,2    93,4    85,4
Japonya    12,2    33,6    67,5    41,5    36,0    44,0    23,0
İngiltere    14,8    31,9    35,8    15,5    28,1    43,4    54,0
Almanya    6,7    8,0    15,8    21,8    14,1    30,8    28,0
Fransa        3,3    8,7    22,0    23,6    18,6    13,1    25,0
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report “Dünya Yatırım Raporu”, 1997) (*) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir. Çevrilme sırasında çapraz kurlar tarafımızdan, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1:1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y.)

Daha önce de gördüğümüz gibi 1996 yılı itibariyle ve BM-Dünya Yatırım Raporu verilerine göre, doğrudan yabancı yatırımların yüzde 85’ini oluşturan 295 milyarlık bölümünü emperyalist kapitalist ülkelerin tekelleri doğrudan kendileri yaptılar. Geri kalanının çok önemli bir kısmını da bu emperyalist ana tekellerin diğer, özellikle de Asya-Pasifik ve Latin Amerika ülkelerindeki yan kuruluşları olan 130 bin bağlı şirket ve tekel gerçekleştirmektedir. Emperyalist kapitalist ülkeler içinde en fazla yabancı yatırımı ise yüzde 29 ile dünyadaki her dört dolarlık yatırımdan birini ABD yapmaktadır. 85 milyar dolarlık yabancı yatırım ile dünyada gerçekleştirilen yabancı yatırımların yüzde 25’i tek başına ABD tarafından yapıldı. İkinci sırayı İngiltere almaktadır. İngiltere toplam 54 milyar dolarlık yatırım ile toplam yatırımların yüzde 12,5’unu gerçekleştirdi. Bu ikilinin ardından sırasıyla Almanya, Fransa ve Japonya gelmektedir. 1996’da, en fazla yatırım yapan 5 büyük emperyalist ülkeden sonra, yatırım büyüklüğüne göre, Hong Kong, Hollanda, İsviçre, Belçika-Lüksemburg, Kanada, İtalya, Singapur, Güney Kore, Tayvan ve Çin, sıralamada yer almaktadır.
Bölgeler açısından bakarsak: dünyadaki yabancı yatırımların yaklaşık yarısını yapan ve yine yarısının yapıldığı bölge Avrupa Birliği oldu. 176 milyar dolarlık yabancı yatırım ihracı, 105 milyar dolarlık da ithali yapan ve çoğunluğunu Batı Avrupalı kapitalistlerin oluşturduğu Avrupa Birliği’nde de yine yatırımların yarısından fazlasını -ABD’ye yapılanın dışında- geçtiğimiz on yıl içinde Avrupa Birliği ülkeleri birbirlerine yaptılar. Yani İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre ve kısmen de Almanya ve İtalya gibi ülkelere yabancı yatırım yaparken; Almanya, öteki Avrupalı ülkelere, yani İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya, Finlandiya ve İsveç gibi ülkelere; Fransa da yine İngiltere, Hollanda. Belçika, Almanya vb.ne büyük miktarlarda yatırımlar yaptı. Tablo 2’den de göreceğimiz gibi Avrupa Birliği ülkelerinden olan Almanya toplam yatırımlarının yüzde 62,4’ünü, İngiltere yüzde 37,0’ını ve Fransa da yüzde 26’sını yine Avrupa Birliği ülkelerine yaptı.

5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yaptığı Yabancı Yatırımların Bölge ve Bazı Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-2
(1995 ve yüzde)
ABD         Japonya     Almanya     İngiltere     Fransa
%        %        %        %        %
Gelişmiş Kapitalist Ülkelere        66,5        66,5        82,5        84,5        46,5
Avrupa Birliği’ne            43,0        15,8        62,4        37,0        25,8
ABD’ye                –        44,0        10,2        40,0        11,9
Japonya’ya                3,9        –        0,8        0,6        0,2
Almanya’ya                3,6        1,0        –        5,7        7,0
Fransa’ya                7,3        3,1        8,9        5,1        –
Kanada’ya                9,4        1,1        0,3        0,6        0,5               
Geri ve Gelişmekte Olan Ülk.        29,1        33,3        12,5        14,0        5,8
Afrika’ya                1,0        0,2        0,5        2,1        1,7
L. Amerika-Karayipler’e        19,7        7,7        5,7        5,9        1,7
Asya-Pasifik’e                7,5        24,0        5,2        4,5        3,9
Batı Asya-Ortadoğu’ya        0,7        1,2        1,1        0,7        0,9

Orta ve Doğu Avrupa’ya        1,9        0,2        4,5        1,5        7,6

Bölüştürülemeyen            0,0        0,1        0,0        0,9        37,5
Topl. Yat. Mikt. (milyar dolar, 1996)     85,4        23        28        54        25
(Kaynak: Dünya Bankası, World Investment Report, “Dünya Yatırım Raporu”)

5 büyük emperyalist güç yabancı yatırımlarının çoğunu birbirlerine yapmaktadır. Almanya, İngiltere ve Fransa ile öteki büyük güç Japonya birbirlerine ve diğer AB ülkelerine yaptıkları yatırımların yanı sıra en fazla yatırımlarını ABD’ye yapmaktadırlar. ABD ve Japonya da yine birbirlerinin yanı sıra AB ülkelerine büyük miktarlarda yatırım yapmaktadırlar. Japonya’nın dış yatırımlarının % 44’ü, İngiltere’nin % 40’ı ABD’ye yapılmaktadır. ABD ise yatırımlarının % 43’ünü AB ülkelerine, AB ülkeleri içinde de üçte birinden fazlasını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. AB ülkelerinin ABD’ye yaptıkları yatırımların % 40’ına yakını ise tek başına İngiltere tarafından gerçekleştirilmektedir
Şimdi de en fazla yabancı yatırım yapan 3 büyük emperyalist kapitalist ülkeyi tek tek ele alarak kısaca incelemeye çalışalım:

ABD
ABD’nin 1995’de, o zamana kadar yapmış olduğu toplam doğrudan yabancı yatırım stoklan toplamı 711 milyar dolara erişti. Bunun 257 milyar doları -yüzde 36- imalat sanayi alanında, 374 milyar doları hizmet sektöründe -yüzde 52- (bunun yüzde 33’lük bölümünü oluşturan 240 milyar dolarlık yatırım tek başına finans alanında) ve yüzde 9,7’sini oluşturan 69 milyar dolarlık bölümü ise tek başına petrol alanında yapıldı.
ABD’ye ait 711 milyar dolarlık yatarımın ve diğer ülkelerin bugüne kadar yapmış oldukları yatırım stokları toplamının ülke ve bölgelere göre genel dağılımı Tablo 3’te yer alıyor.

5 Büyük Emperyalist Ülkenin Yabancı Yatırım Stoklarının Bölge ve Ülkelere Göre Dağılımı – Tablo-3
(Milyar Dolar ve 1995)
ABD         Japonya(1)     İngiltere(2)     Almanya(2)     Fransa(2)
Gelişmiş Kap. Ülkeler            506.187    316.465    262.016    174.403    124.992
Avrupa Birliği’nde            315.378    84.283        118.539    115.270    82.448   
ABD’de                –        194.429    102.927    39.442        29.422
Japonya’da                39.198        –        4.106        3.820        0.598
Almanya’da                43.001        8.061        15.019        –        8.289
İngiltere’de                119.938    33.830        –        20.187        14.321
Fransa’da                32.645        6.392        22.327        14.996        –
Kanada’da                81.387        8.261        3.565        8.714        1.868
Hollanda’da                37.421        19.447        46.808        18.236        22.608
Avustralya’da                24.713        23.932        19.535        2.097        1.404

Geri ve Gelişm. Olan Ülkeler        195.957    44.244        63.117        21.194        10.846
Afrika’da                6.516        7.697        8.046        11.993        3.792
Latin Amerika’da            122.765    55.077        27.371        6.108        2.866
Asya-Pasifik’te            57.527        76.219        23.927        0.272        2.947
Batı Asya-Ortadoğu’da        9.149        5.251        1.628        0.527        1.238
Türkiye’de                1.167        0.515        0.322        6.311        0.493
Orta ve Doğu Avrupa’da        5.694        0.765        1.513        6.311        1.348

Bölüştürülemeyen            3.477        2.132        1.798        0.151        14.141   

Toplam                711.621    463.606    326.295    202.059    150.583
(Kaynak: OECD Dünya Doğrudan Yabana Yatırımları 1997)
(1) Japonya’nın verileri 1994’e aittir.
(2) İngiltere, Almanya ve Fransa için veriler İngiliz Sterlini (£), Alman Markı (DM), ve Fransız Frank’ından (FF) ABD dolarına ($) çevrilmiştir.. Tarafımızdan yapılan çevrilme sırasında çapraz kurlar, £ için £ 1: $ 1.67, DM için $ 1: 1.79 DM ve FF için $ 1: 6.00 FF üzerinden hesaplanmıştır.(K.Y)

ABD tarihi boyunca uzun yıllar sermaye ithal eden durumundaydı. 19. yüzyılın ikinci yansında ve özellikle de Kuzey – Güney Savaşı olarak da adlandırılan iç savaştan sonra, Amerikan burjuvazisi sanayisini ve demiryollarının inşasını finanse etmek için büyük miktarlarda yabancı sermayeye ihtiyaç duydu ve yabancı sermaye ithal etti. 19. yüzyılın özellikle son 10 yılında Amerikan mali sermayesi emperyalist güç haline geldi ve diğer rakipleriyle boy ölçüşebilmek için miktarı giderek büyümek üzere yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı. İşgücü ve hammadde kaynaklarının daha ucuz ve bol, daha az sermaye gerektiren yerlere sermaye akıtmaya başladı. Sürekli sermaye ihraç etmesine rağmen esas olarak 2. Emperyalist Savaştan sonra, Marshall Planı ile giriştiği ve 1970’ler-de özellikle hızlandırdığı sermaye ihracı atağı ile dünyanın en fazla sermaye ihraç eden ülkesi haline geldi. Daha sonra giderek ele geçirdiği üstünlüğü kimseye kaptırmadı.
Marshall Planı
ABD emperyalizmi 2. Dünya Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıkmasının da avantajıyla, savaşta yıkıma uğramış ülkelerin pazarlarına hâkim olmak üzere atağa geçti. Bu ülkelerin ekonomilerinin yeniden inşası zorunluluğu ABD sermayesine yeni olanaklar sağladı. Başkan Truman ve Dışişleri Bakanı Marshall “in mimarlığını yaptıkları ve Marshall Planı adı verilen bir plan dahilinde, bu ülkelere büyük bir sermaye ihracı atağı başladı. 5 Haziran 1947 tarihinde Dışişleri Bakanı Marshall “Avrupa Kalkınma Program: (ERP)” başlıklı bir program sundu. Bu yüzden ABD’nin başlattığı bu sermaye ihracı atağı bundan sonra hep “Marshall Planı” adıyla anıldı. Esas olarak 1948-52 yılları arasında uygulanan Marshall Planı Avrupa pazarlarını temel almasına rağmen bununla sınırlı kalmadı ve başta Japonya olmak üzere diğer ülkeleri de kapsadı. (Bkz. Tablo 4)

ABD Sivil “Yardım”ları ve Uzun Dönemli Devlet Borçları – Tablo-4
(1946–50 ve milyon dolar)
İngiltere    Fransa        Almanya    İtalya        Japonya
1946-47        1.722        948        371        474        419
1948-50        857        668        847        378        373
1946-50 (Toplam)    2.579        1.616        1.218        852        792
(Kaynak: ABD Hükümet Belgeleri, 1962, Ödemeler Dengesi, Tablo 46.)

Marshall Planı’nın dışında, aynı sırada uzun yıllar “soğuk savaş” diye adlandırılacak bir dönem daha başlatıldı. Sosyalizmi ve sosyalist ve halk demokrasili ülkeleri ablukaya alarak tecrit etmeyi, etraflarında bir çember örmeyi ve geri ve bağımlı ülkelerin tamamen ABD’ye bağlanmasını hedefleyen bir program daha uygulamaya sokuldu. 12 Mart 1947’de Başkan Truman kongreye yaptığı konuşmada Yunanistan ve Türkiye’ye ekonomik ve askeri “yardım” çağrısında bulundu. Başkan Truman konuşmasında: “Birleşik Devletler”in politikası, silahlı azınlıklar ya da dış baskı yoluyla boyunduruk altına alınma girişimlerine karşı direnen özgür halklara yardım etme politikası olacaktır.” dedi. (Yergin’den aktaran Philip Armstrong, Capitalism Since 1945, “1945’ten Bu Yana Kapitalizm” 1994, s.68) Bu konuşmayla başlatılan ABD’nin bu diğer atağı da o günden sonra “Truman Doktrini” adıyla anıldı.
Marshall Planı ilan edilir edilmez Uluslararası Para Fonu (IMF) borç verme koşullarını kolaylaştırdı. Sonraki 12 ay içinde Dünya Bankası ile birlikte IMF Avrupa’ya 1 milyar dolardan fazla, uzun vadeli borç verdi. Aralık 1947’de Başkan Truman Kongre’den Fransa, İtalya ve Avusturya’ya 600 milyon dolar acil yardım paketini geçirdi. Hemen ardından Kongre 13 milyar dolarlık borç paketini kabul etti. Marshall Planı ile emperyalist kapitalist ülkelere, Truman Doktrini ile de geri ve bağımlı ülkelere muazzam bir sermaye ihracı yapıldı. ABD öteki emperyalistlerin pazarlarını büyük oranda ele geçirdi, ekonomik ve politik üstünlüğünü ve dünya egemenliği konumunu esas olarak bu dönemin ardından kurdu. Bu durumu bir örnekle, petrol alanlarındaki İngiltere’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrolünü kırıp onun pazarlarını ele geçirmesi örneğiyle somutlayalım:
Savaş öncesi dönemde Ortadoğu petrolleri esas olarak İngiltere’nin kontrolünde idi. Savaşla birlikte bu kontrol ABD’nin eline geçmeye başladı ve savaşın ardından kısa bir süre içinde ABD bu kontrolü tamamlayarak üstünlüğü sağladı. Savaştan zayıflayarak çıkan İngiltere’nin pazarlarını onu büyük oranda saf dışı ederek eline geçirdi. Ortadoğu petrollerindeki hâkimiyet ve kontrol, İngiltere’den ABD’ye geçti. ABD’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki egemenlik ve kontrol payı 1939’da yüzde 16 iken 1946’da yüzde 33’e, 1953’te ise bu pay yüzde 60’a çıktı. İngiltere’nin payı da buna karşılık azaldı.
Dış ülkelere yapılan sermaye ihracı devlet eliyle yapılanla sınırlı değildir. Hükümetlerin doğrudan yaptığı sermaye ihracının ötesinde, onu kat kat aşan miktarlarda sermaye ihracı ABD tekelleri tarafından yapıldı. Başta Morgan Grubu ve Rockefeller Grubu olmak üzere ABD’nin en büyük sermaye grupları milyarlarca dolarlık sermaye ihraç ettiler. 1950’de 12 milyar olan ABD’nin dünya yabancı yatırım stokları 1970’de 78 milyar, 1995’te ise 711 milyar dolara erişti.
Marshall Planı’yla Avrupa’ya başlayan ABD yabancı yatırımları giderek hızlandı ve bu hızını günümüze kadar artırarak sürdürdü. Avrupa’ya savaş sonrası verilen borç ve kredilerin dışında yapılan doğrudan yabancı yatırımların miktarı da özellikle Avrupa Ortak Pazarı’nın 1958’de kurulması ile hız kazandı. Avrupa’ya yapılan yabancı yatırım miktarı 1950’de 1 milyar dolar iken 1970’de 14 milyar dolara erişti. Avrupa’ya (Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelere) yapılan yabancı yatırımlar ABD’nin dünya yatırımlarının toplamının 1955’te yüzde 15’ini oluştururken bu oran, 1970’de yüzde 3l’e, 1995’te ise yüzde 43’e yükseldi. Avrupa’ya yapılan yatırımlar artarken Latin Amerika’ya yapılan yatırımlar buna bağlı olarak düştü. Latin Amerika’nın ABD yatırımları içindeki 1955’te yüzde 38 olan payı 1970’te yüzde 19’a indi. Bu oran günümüzde de (1995’te) yüzde 19,5 ile devam etmektedir.
Bugün için dünyaya en fazla sermaye ihraç eden emperyalist güç, emperyalist kapitalist dünyanın en büyüğü ve en güçlü ekonomisine ve kontrol alanlarına sahip olan ABD’dir. Bu muazzam gücü elinde bulunduran da ABD’deki sekiz ana büyük sermaye grubu ve bu grupların sahibi olan ve esas olarak 1800’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkmış olan parmakla sayılabilecek kadar az sayıdaki ailedir. (Daha önce ele aldığımız ve dergimizin 89. sayısında yayınlanan “Amerikan Mali Sermayesinin Yapısına Genel Bir Bakış” adlı incelememizde geniş olarak ortaya koymaya çalıştığımız gibi, ABD’nin büyük sermaye grupları, değil yalnızca ülke içinde, ABD’nin dünya egemenliğinin sonucu olarak bütün dünyada da zenginliklerin önemli miktarının sahibi ve kontrol edeni durumundadırlar. Bu gruplar içinde özellikle en büyük 8 sermaye grubu -Morgan Grubu, Rockefeller Grubu, Du Pond Grubu, Mellon Grubu, Kuhn-Loeb Grubu, Chicago Grubu, Cleveland Grubu ve Boston Grubu- iyice birbirinin içine girmiş, alabildiğince karmaşıklaşmış ve dal budak salmış iştirakler ve karşılıklı hisse sahipliği sisteminin yardımıyla, ülkenin tümüne ve dünyanın da önemli bir kısmına hâkimdir. 1948 yılında ABD’nin en büyük ilk dört sermaye grubunun kontrol ettiği sermaye miktarları: Morgan Grubu için 55 milyar dolar, Rockefeller Grubu için 26,5 milyar dolar, Du Pond Grubu için 6,5 milyar dolar ve Mellon Grubu için de 6 milyar dolar idi. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, C.1, s.319) Bu sıralama bugün de değişmemiştir. Yani ilk dört büyük sermaye grubu yine aynı gruplar, birinci yine Morgan grubu, ikinci yine Rockefeller grubu, üçüncü yine Du Pond grubu ve dördüncü yine Mellon grubu olmasına karşın bu grupların her birinin kontrol ettikleri sermaye miktarları artık öyle milyarlarla değil trilyon dolarlarla ifade edilmektedir.)

JAPONYA
ABD’den sonra dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım stoku bulunan ülke Japonya’dır. Japonya’nın 1994 yılı sonuna kadar yabancı yatırım stoklan toplamı 463 milyar dolara erişti. Japonya 1995’te yaptığı yatırımların üçte ikilik bölümünü gelişmiş kapitalist ülkelere, yüzde 33’lük bölümünü ise geri ve bağımlı ülkelere gerçekleştirdi. Japonya’nın en fazla yatırım yaptığı ülke ve bölgeler sırasıyla, ABD (yüzde 44), başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik ülkeleri (yüzde 24), İngiltere (yüzde 6,7) ve ardından Avustralya ve Hollanda gelmektedir. Japonya’nın Latin Amerika ülkelerine yaptığı yatırım oranı ise 1995’te toplamın yüzde 7,7’sine erişmiştir. Görüldüğü gibi Japonya dünyanın her yanına henüz yatırım yapmamakta, özellikle tercih ettiği ülke ve bölgeler bulunmaktadır. Bu ilgi çekici alanların başında ABD gelmektedir. ABD’den sonra Avrupa’da İngiltere ve Hollanda ve kendisine coğrafi yakınlığının da etkisiyle Avustralya gelmektedir. Kapitalist dünya içinde yatırım yaptığı bu dört ülkeden sonra esas olarak Uzak Doğu’nun “Kaplan” ekonomilerine ve Çin’e yatırım yapmaktadır. Uzak Doğu ülkelerine en fazla yatırım yapan emperyalist ülke, Japonya’dır.
1989 yılında yaptığı 67,5 milyar dolar •yabancı yatırım ile birinci sırada yer alan Japonya 1996’da gerçekleştirdiği 23 milyar dolarlık yatırım ile 5 büyük emperyalist kapitalist ülke içinde sonuncu sıraya düştü. Japonya’nın yatırımları 1980’li yılların sonları ile 1990’lann başlarında başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelere yapılırken bu durum son yıllarda değişerek yatırımlarının yönü daha çok Asya ve Uzak Doğu ülkelerine doğru kaymaya başladı.
Savaştan yenilgiyle çıkan ve ekonomisi yıkıma uğrayan Japonya’ya buna ek olarak Almanya’ya olduğu gibi ağır tazminatlar dayatıldı. Ayrıca 1945–52 arasında 7 yıl ABD işgali altında kaldı. ABD Japonya’nın gücünü yok etmek için finans ve sanayi merkezlerine yani en büyük Japon holding grupları olan Zaibatsu’lara vurma kararı aldı. ABD Birleşik Genelkurmay Komutanlığı, Zaibatsuları dağıtma kararı aldı. İşgal altındaki Japon hükümeti de buna uyarak “anti-tekel” yasalar çıkarmak zorunda kaldı ve Zaibatsular dağıtıldı. Ancak savaşın etkisinin geçmesi, dünyanın altıda birinin halk demokrasili yönetimlere geçmesi ve sosyalizmin ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin prestijinin alabildiğine artması üzerine Truman Doktrini kapsamında zayıf bir Japonya’dan çok, “demokratik” -sosyalist olmayan- bir hükümete sahip, ekonomik olarak güçlü ama ABD’nin Uzak Doğu’daki yakın bir müttefiki Japonya’nın ABD çıkarlarına daha uygun olacağı görüşüne varıldı. İşgal kaldırıldı, ABD’nin onayı ile Japon devletinin doğrudan desteği altında dağıtılan Zaibatsular yerine bu sefer Keiretsu denilen, en büyük tekellerin yanı sıra irili ufaklı binlerce şirketi bünyesinde toplayan ve en köklü ailelere ait olan büyük holding tekel grupları kuruldu. Bu keiretsuların güçlenmesi için hükümet, gerekli yasal düzenlemeleri yaptı. ABD, üzerine düşeni Marshall Planı kapsamında sermaye ihraç ederek karşıladı. Japon emperyalizmi savaşın etkisini kısa zamanda üzerinden atarak yeniden toparlanmaya başladı. İhtiyaç duyulan sermayenin önemli kısmı Marshall Planı kapsamında ABD’den alındı ve 1955’lerden itibaren, özellikle de 1955-61 arası dönemde üretimde yeniden hızlı bir yükseliş baş gösterdi. (Özellikle işçiler arasında doruğa çıkartılan şovenizm ve yükseltilen “Vatan-Millet-Sakarya” edebiyatı eşliğinde yoğun bir işgücü sömürüsü yaratıldı, işçiler üretimi artırmak için grev, direniş yapmaksızın son güçlerine kadar çok düşük ücretlerle uzun saatler boyunca çalıştırıldılar. Fazla mesaiye kalmak istemeyen işçiler ve işçi önderleri “sabotajcı” denilerek işten atıldı. Grev çağrısı yapan işçi önderi ve sendikacılar tutuklandı, sendikalar kapatıldı. Tekeller tarafından hemen tüm fabrikalarda, “ikinci sendika” denilen işveren yanlısı sendikalar kurduruldu. Bilinen Japon tipi üretim, işçi-işveren ve kalite kontrol modeli ve “Toyotaizm” yaratıldı. Kâr oranları devasa boyutlara ulaştı. Bu oranlar 1955’te yüzde 31,1961’de yüzde 39 ve 1970’te ise sanayide yüzde 52,7, ticaret ve finans alanında ise yüzde 34,8’lere kadar yükseldi. Kan, ter ve acılara bulanmış işçilerin sırtına diğer emperyalist ülke tekellerinden daha acımasızca basan Japon tekelleri bu “marifet” ve “beceriklilik”leri sayesinde “Japon Mucizesi”ni gerçekleştirdiler. “Japon Modeli”, “Japon Mucizesi” ve Japon tekellerinin “altın yılları”nın temelleri 1955–61 arasında atıldı. 1970’lerde doruğa çıktı ve 1970’lerden başlayarak da Japon tekelleri özellikle yabancı yatırımlar alanında olmak üzere sermaye ihracı atağına giriştiler.)
Kapitalist emperyalizmin dengesiz ve sıçramalı gelişmesi, aşın üretim ve bunun sonucu ortaya çıkan sermayenin yeni pazarlara ihtiyaç duyması, emperyalistler-arası pazar paylaşım mücadelesini kızıştırmakta ve bunlar, ekonomik güçlerine (bununla bağlantılı askeri ve siyasi güçler) bağlı olarak birbirlerinin anavatanlarına ve bağlı ülkelerin pazarlarına egemen olmak üzere birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmektedirler. Sermaye ihracında görülen konjonktürel dalgalanmalarda ve büyük emperyalist ülkelerin durumunda görülen değişikliklerde bu faktör, temel bir rol oynamaktadır. Japonya’nın durumu da bundan bağımsız değildir.
Japonya’nın 70’lerde başlattığı ve 1980’li yılların ikinci yarısı -özellikle 1985’te yeni yasal düzenlemelere gidilerek Japon tekellerinin yabancı yatırım yapmalarını kısıtlayan engellerin kaldırılmasından sonra- ile 1990’lı yılların ilk yarısı arasında en üst boyutlarına ulaşan sermaye ihracı atağı etkisini gösterdi. Örneğin 1985’te 6 milyar dolar olan Japon yabancı yatırımları 1988’de 34, 1989’da ise 67,5 milyar dolara yükseldi. Japonya, yabancı yatırımlar alanında dünyada 1. sıraya yükseldi. 1993 yılında ABD’nin kendisini geçmesine kadar 4–5 yıl boyunca dünyada en fazla yatırım yapan emperyalist ülke oldu. Özellikle ABD içinde çok büyük yatırımlar yaptı, büyük miktarlarda hisse senedi, tahvil, üretim tesisi, fabrikalar kompleksi ve menkuller satın aldı. Örneğin 1989’ların sonuna kadar ABD’de Japon tekellerinin 10 dev otomobil üretim kompleksi olmuştu. (Bunlardan dört tanesi ABD tekelleri ile ortaklık halinde idi.) Japonların bu üretim tesislerinde yılda 2 milyon araba üretiliyordu. 1970’li yıllardan başlayan ve giderek hızlanan ölçülerde, başta Almanya olmak üzere, öteki Avrupalı emperyalistlerin yanı sıra ama onlardan çok daha fazla olmak üzere Japon tekellerinin ABD’ye yatarım yapmaları ve neredeyse ellerine geçirdikleri her şeyi satın almalarına Amerikan tekelleri sessiz kalmadılar. Rakiplerine karşı, ama esas olarak da Japon ve biraz da Alman tekellerine karşı, büyük bir karşı kampanya başlattılar. Tekeller-arası rekabet ve pazar kavgası ABD içinde alabildiğine şiddetlendi. Medyası, basını, televizyonu, filmi vb. ile Amerikan tekelleri her türlü kitle etkileşim araçlarını kullanarak özellikle Japonya’ya karşı korkunç bir savaş açtılar. Soğuk savaş dönemindeki komünizm, Sovyet ve KGB tehlikesinden sonra yeni bir tehlike, “Japon tekellerinin ABD’yi ele geçirme tehlikesi” ve yeni bir düşman olarak Japon tekelleri düşmanı yaratıldı. Artık romanlardan sinema ve televizyon filmlerine ve hatta “Brezilya Dizilerine” kadar her yerde bir Japon tehlikesi boy gösteriyordu. Sokaktaki Amerikalı emekçinin beynine Japonların ABD’de tehlikeli boyutlara varan miktarlarda menkul ve fabrika satın aldıkları; Amerika’nın ulusal simgesi olmuş Rockefeller Center’ın bile Japonların eline geçtiği; çok geçmeden Los Angeles’ta Amerikan sahipli hiçbir yer kalmayacağı; her şeyin, Hollywood stüdyolarının bile yakında Japonların eline geçeceği ve eğer buna dur denilmezse ABD’nin yakında boydan boya Japon tekeli Nippon’un yarı sömürgesi haline geleceği düşüncesi kazındı. Japon arabası, televizyonu, bilgisayarı alınmaz oldu. Bu propaganda bombardımanın da etkisi ile Japon tekellerinin ABD’deki yatırımları giderek düştü ve Japon doğrudan yatırımlarının ABD ve bununla birlikte de dünyadaki hızı kesildi. Örneğin yalnızca 1995 yılında Japon tekellerine bağlı 75 şirket ve tekel satıldı ya da kapatıldı. Japon tekellerinin kısmen boşalttığı yeri, anında ABD tekelleri yeniden doldurdu. Japon yatırımlarının özellikle ABD’deki hızı düşmesine rağmen durmadı. ABD’den ayrılan Japon tekelleri Asya ve Uzak Doğu ülkelerine daha fazla kaydılar. Japon tekelleri Uzak Doğu’da bugün ABD ve Avrupa’da elde ettikleri gelirin iki katından fazlasını elde etmektedirler.
Japonya bugün Uzak Doğu ve Pasifikler’e ABD ve İngiltere’nin üç katından fazla yabancı yatırım yapmaktadır. Ama doğrudan yabancı yatırımlarının kat kat fazlasını incelememizin ileriki bölümlerinde daha geniş göreceğimiz gibi, bu bölge ülkelerine faizle borç ve kredi olarak vermektedir. Japonya 1996’da Asya ülkelerine verdiği 213 milyar dolarlık borç ile ABD’nin verdiğinin 4,5 katini, Almanya’nın 3,5 katım, İngiltere’nin 4,8 katını ve Fransa’nın ise 225 katını verdi. Ve yine Japonya verdiği toplam borç miktarının yüzde 2’sini Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 98’ini ise geri ve bağımlı ülkelere, geri ve bağımlı ülkelere verdiğinin ise yüzde 76,5’luk kısmını Asya ülkelerine verdi. Buna karşılık ABD, verdiği toplam borçlarının yüzde 6,5’unu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 25,8’lik kısmını Asya ülkelerine; İngiltere 3,7’lik kısmım Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 43,4’lük bölümünü Asya ülkelerine; Almama yüzde 28,8’lik kısmını Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, yüzde 27’Iik bölümünü Asya ülkelerine; Fransa ise 1996 yılında verdiği toplam borçlarının, yalnızca yüzde 16,8’ini Asya ülkelerine verdi. Bugün büyük bir krizin pençesinde kıvranan Uzak Doğu ülkelerine, gelişmiş emperyalist kapitalist ülke bankalarının verdiği borç ve kredi miktarı, 1996 sonunda 338 milyar dolara ulaşmıştı. Bu rakam 1993 rakamlarının iki katını aşmıştı. Uzak Doğu krizinin merkezindeki 5 ülkeye sadece Japon bankalarının verdiği miktar, 1997 yılı verileriyle 270 milyar dolar idi. Bölgede gerek borç ve kredi, gerekse de yatırım olarak yabancı sermayenin payına baktığımızda, Japonya’nın yüzde 34,5, dört ASEAN ülkesinin (Tayland. Filipinler, Malezya ve Endonezya, birbirlerinin pazarlarına yatırım yapıyorlar.) yüzde 43. Almanya’nın yüzde 14,3, İngiltere’nin yüzde 9,8, Fransa’nın yüzde 8, ABD’nin yüzde 6,3, Kanada’nın ise yüzde 1,6’dır. 1998 rakamlarına göre Japon tekellerinin Uzak Doğudaki zararları, daha şimdiden yarım trilyon doların üzerine (550 milyar dolar) çıkmıştır. Bu krizden Japonya dışında, HSBC Holdingleri tekelinde daha belirgin olmak üzere İngiltere; J.P. Morgan ve IBM’de özellikle belirginleşmek üzere ABD, Deutsche Bank’ta dışa vurmak üzere Almanya ve Société Générale’de daha belirgin olmak üzere Fransa da büyük zararlara girdiler. Ama diğerleriyle kıyaslandığında kriz bölge ülkelerinin dışında etkisini en fazla Japonya üzerinde gösterdi. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon ekonomisinde boy gösteren resesyon, “Kaplan” krizinin de üzerine eklenmesi ile daha da derinleşti ve Japonya’da yeni ve oldukça derin bir krizin bütün etkileri görülmeye başlandı. Bugün ABD ve İngiltere’de bir yükselme görülürken Japonya’da hızlı bir gerileme gözlenmektedir. Sonuç olarak Brezilya, Arjantin, Meksika ve ardından da Kore ve Singapur gibi “Kaplan Ekonomileri” balonundan sonra “Japon Mucizesi” balonunun başına da, fazla şişirilen her balonun başına gelecek olanlar gelmiş ve patlamıştır.
Japonya kapitalizminin girdiği büyük kriz ve hızlı gerilemeyi daha açık belgelemek için her ne kadar kesin ve net bir gösterge olmasa da yine de bir fikir vermesi için ABD’de yayınlanan Business Week adlı haftalık derginin yaptığı borsa değerlerine göre dünyanın en değerli 1000 şirketi sıralamasına bir göz atarak Japonya’yı tamamlayalım. Kapitalist dünyanın doğrudan kendi dergi ve gazeteleri olan Fortune, Forbes, Business Week, Economist, European ve Financial Times gibi yayınlar her yıl sıralamalar yapmakta ve dünyanın en büyük tekellerini birbirleriyle kıyaslamaktadırlar. Business Week de 13 Temmuz 1998 tarihli sayısında 22 kapitalist ülkedeki 2700 şirketi inceleyerek yaptığı sıralamasında borsa değerleri açısından dünyanın en büyük 1000 şirketini ve gelişmekte olan ülkeler içinde de en büyük 200 şirketini yayınladı. Yayınlanan sıralama en büyük 1000 şirket arasına ABD’nin 480, Japonya’nın 116, İngiltere’nin 115, Fransa’nın 51, Almanya’nın 46, Kanada’nın 31, İtalya ve Hollanda’nın 24, İsveç’in 22 ve İsviçre’nin de 20 tekeli girdi. ABD tekelleri her zamanki gibi açık farkla önde bulunuyorlar. Ancak esas sorun, Japon tekellerinde. Japon tekelleri önceki yıllarda 3. ülkenin açık farkla çok önünde olurlarken bu yılki sıralamada İngiliz tekelleriyle başa başlar. 116 ve 115. Diğer ülke tekellerinin sayısında artışlar olurken Japon tekellerinin sayısında yüzde 20 düşüş olmuş. Öte yandan borsa değerleri açısından ülkelere göre yapılan başka bir sıralamada ise Japon tekelleri, İngiliz tekellerinin ardından 3. sıraya düşmüş. Oysa önceki yıllarda Japonya sürekli ABD’nin arkasından 2. gelirdi. Bu sıralamada 1. olan ABD tekellerinin toplam borsa değerleri 8,9 trilyon dolar, 2. olan İngiliz tekellerinin borsa değerleri 1,7 trilyon, 3. Japonya 1,4 trilyon, 4. Almanya 906 milyar dolar, 5. Fransa 704 milyar dolar. Geri kalan öteki 5 ülkeyi ise sırasıyla İsviçre, Hollanda, İtalya, Kanada ve İsveç oluşturmuşlar. Buradan da görüldüğü gibi Japon tekellerinin borsalardaki değerlerinin düşmesi üzerine toplam Japon tekellerinin değerleri İngiltere’nin ardında kalarak 3. sıraya düşmüş.
Bu yüzdendir ki, en büyük Japon bankalarından üçü, girdikleri borç krizinden kurtulmak için, doğrudan kendileri ABD’nin en büyük sermaye grubu Morgan’ın ana bankası olan J.P. Morgan’a kendilerini satın alma teklifi götürmüşlerdir. Yakın zamanda olması muhtemel ABD’li ve Avrupalı tekellerin büyük Japon tekellerini satın alma, yutma ya da onlarla füzyon yapma olaylarına şaşırmamalıdır.

İNGİLTERE
İngiltere uzun bir “savaşım için donanma” ve hazırlık döneminden sonra en eski ve tecrübeli kapitalist olmanın avantajlarını da kullanarak yeniden yükselişe geçmekte ve sanayi temelini yenilemeye yönelik atılımlarını hızlandırmaktadır. İngiliz kapitalizminin, son 19 yıllık sürecine baktığımızda en dikkat çekici özelliği, sermaye birikimini hızla büyütme gayretidir, İngiliz mali sermayesi bu gayretlerine uygun olarak yeniden bir yapılanma sürecinden geçmektedir. Bütün çabalan bu sermaye birikimini daha da artırmak amacıyla bankaların rolünü güçlendirecek yapı değişikliklerine gitme yolundadır.
İngiltere 1979’da Kuzey Denizi’nde petrol bulmasının ardından elinde hızla biriken sermayeyi ülke içine yatırmak ve sanayisini yenilemek yerine ihraç etme yolunu seçti ve sonuçta 1987’de Japonya ve ABD’nin kendisine yetişip geçmelerine kadar dünyada en fazla yabancı yatırım yapan ülke oldu. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Japon yatırımlarının hızının kesilmesi ile birlikte ABD’nin ardından dünyada ikinci en fazla yabancı yatırım yapan emperyalist ülke konumuna geldi ve bu konumunu bugün de korumaktadır.
İngiltere’nin yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar 1914’te 6,5 milyar dolar iken 1960’da 10,8 milyar dolar oldu. Bu miktar 1971’de 23,7, ’80’de 80, ’85’de ise 90 milyar dolara yükseldi. 1980’lerin ortalarından itibaren DYY’lerde hızlı bir yükseliş başladı. DYY stoklan 1990’da 213,9 milyar dolara, ’92’de 287,2 milyar dolara, 1995’te ise 326 milyar dolara ulaştı. ’95’te gerçekleşen bu oran ’81-’85 arasına göre 6 kat daha fazlaydı. Oysa aynı dönemde ticaret sadece yarım kat artmıştı. (UNCTAD, 93 Verileri)
Başını 5 büyük emperyalist ülkenin çektiği gelişmiş kapitalist ülkeler yalnızca DYY yapmakla kalmadılar, aynı zamanda kendi ülkelerine de büyük miktarlarda DYY yapılmasını sağladılar. Bunların arasında ABD ve İngiltere, başı çekmektedir. ABD’ye en fazla DYY yapan iki ülke Japonya ve İngiltere oldu. Yine İngiltere’ye en fazla DYY yapan iki ülke, ABD ve Japonya oldu. ABD Avrupa’ya yaptığı DYY’lerin yüzde 40’ını tek başına İngiltere’ye yapmaktadır. Aynı şekilde Avrupa’nın ABD’ye yaptığı DYY’lerin da yüzde 40’ından fazlasını tek başına İngiltere gerçekleştirmektedir. ’81-’91 arasında İngiltere’nin ABD’ye yaptığı DYY miktarı 244 milyar dolar, ABD’nin İngiltere’ye yaptığı ise 167 milyar dolar olmuştur. Son bir örnek daha: Dünyada kendisine en fazla DYY yapılan iki ülke, ABD ve İngiltere. Aynı şekilde dünyaya en fazla DYY yapan iki ülke de, yine ABD ve İngiltere. (Rakamlar Birleşmiş Milletler, 1992 verilerine ait, s. 14, 16)
Aynı şeyi ihracat ve ithalatında da görüyoruz, İngiltere ihracatının büyük kısmını başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa Birliğine (yüzde 57,7), ikinci olarak da ABD’ye (yüzde 13,4) yapıyor. Aynı şekilde ithalatını da sırasıyla Avrupa Birliği (yüzde 55). ABD (yüzde 13,8) ve Japonya’dan (yüzde 5,8) yapıyor.
En gelişkin 5 büyük emperyalist ülke arasında -özellikle de İngiltere, Almanya ve Fransa arasında- tam ve doğru bir sıralama yapmak her ne kadar güçse de, yine de yaklaşık bir sıralama yapmak mümkün. Buna göre, İngiltere ekonomik güç ve sanayi alanında ABD, Japonya, Almanya ve hatta Fransa run ardında yer alırken, sermaye birikimi, borsada görülen işlem hacmi, para piyasalarındaki gücü ve DYY’ler açısından ABD ve Japonya’nın ardından geliyor. Rantiye-spekülatif sermaye ve para piyasalarındaki bu güçlü konumunun sanayiye yansımaması elbette beklenemezdi.
İngiltere’de yayınlanan The Guardian ve The Observer gazetelerinin ekonomi servisleri şefliğini yapan Neo-Keynesci ve Blairci Will Hutton. 1995’te yayınlandığında büyük yankılar yapan The State We’re In (İçinde Bulunduğumuz Durum) adlı kitabında “Bir zamanlar dünyanın atölyesi olan İngiltere bugün Avrupa’da Almanya, Fransa ve İtalya’dan sonra dördüncü sırada yer alıyor. Bazı şeylerimizi de İspanya’da yaptırmak zorunda kalıyoruz” diyerek feryat ediyor. Ancak özellikle 1995’ten sonraki verilere bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı ve bir zamanlar “topraklarında güneşin batmadığı” dünyanın ilk ve en tecrübeli kapitalist ülkesinin meydanı öyle kolaylıkla bırakmayacağı görülüyor.
İngiliz mali sermayesi giriştiği atılım yolunda tutucu ve geleneklere bağlı muhafazakâr hükümetle bu atağını yeterince uygulayamayacağına ve ağır kalacağına kanaat getirmiş olduğundan İşçi Partisi’ni (Labour) iktidar yaptı. İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu (CBI) 1997’deki kongresinde açıkladığı araştırmada İngiliz mali sermayesinin Avrupa içinde yer almak istediği ortaya çıktı. Söz konusu araştırmada İngiliz tekellerinin yüzde 72’si Avrupa’ya girmek isterken yüzde 16’sı karşı çıkıyordu. Yüzde 12’lik bölüm ise henüz kararını vermemişti. Oysa Muhafazakâr Parti CBI kongresinden önce açıkça Avrupa’ya, Avrupa Birliği ve Ortak Para Birliğine karşı olduğunu açıklamıştı. 18 yıllık Avrupa karşıtı Muhafazakâr hükümetten sonra seçimi kazanarak iktidar olan İşçi Partisi’ni, tekel medyasının yanı sıra British Petrol’den (BP) Barclays Bank’a kadar İngiliz mali sermayesinin ve onların tekellerinin neredeyse tümünün gizlemeye gerek görmeden açıktan desteklemesinin nedenleri böyle bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır.
İngiliz mali sermayesi rantiye kapitalist olması ile övünüyor. 1982–85 arasında demiryolu altyapı yatırımlarının GSYİH içindeki oranı Almanya’da yüzde 0,8 ve Fransa’da 0,65 olmasına karşın İngiltere’de 0,4 olması ile demiryolu onarım ve bakım harcamaları oranının İtalya’da 0,26 ve Belçika’da da 0,29 olmasının yanında İngiltere’de sadece 0,09 olmasını İngiliz Demiryolları’nın (British Rail) eski başkanı Sir Robert Reid: “Onlar demiryolu yaparken biz para yaptık.” diyerek açıklıyor.
İngiltere’nin otomotiv, madencilik vb. sektörlerini terk etmesi onun belli alanlarda güç toplama çabası ve rantiye özelliklerinin daha da artmasıyla da ilişkilidir. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm adlı eserinde Schulze-Gaevernitz’ten aktardığı pasajda şunları belirtmektedir: “Avrupa genel olarak çalışmayı -önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı- beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (age, s.108)
Yine Lenin, aynı eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonominin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır” (Lenin, age, s. 105)
Özetleyecek olursak, dün olduğu gibi, bugün de Avrupa’nın rantiye özellikleri en fazla gelişmiş mali sermayesi esas olarak İngiliz mali sermayesidir. Avrupa’nın en rantiye ve en asalak emperyalist kapitalist ülkesi İngiltere’dir. Bir farkla ki, bugün bu özellikleri düne göre çok daha fazlalaşmıştır. Bu durumdan diğer Avrupalı emperyalist kapitalist ülkelerin rantiye-asalak olmadıkları, böyle bir yan taşımadıkları anlamı çıkarılmamalıdır. Öteki Avrupalı emperyalist kapitalistlerin rantiyeci-asalak özellikleri de her geçen gün giderek daha da çoğalarak artmaktadır.

ULUSLARARASI TEKELLER VE YABANCI YATIRIMLAR
Doğrudan Yabancı Yatırımları gerçekleştiren tekelleri, Birleşmiş Milletlerin alt kuruluşu olan UNCTAD’ın Erasmus Üniversitesi ile işbirliği halinde yaptığı ve 1995 yılı sonu itibarı ile kayıtlı oldukları ülke dışındaki mal varlıkları -aktifleri- baz alınarak yapılan sıralamada en büyük 100 tekelin durumuna göz atarak biraz daha yakından inceleyelim: Birleşmiş Milletler verilerine göre ülke dışında en fazla mal varlığı olan ilk çokuluslu olarak belirtilen 100 tekelden 30’u, ABD tekeli. Geri kalanların 18’i Japon, 11’i Fransız, 11’i İngiliz (bunların 2 tanesi İngiliz-Hollanda ve 1’i de İngiliz-Avustralya ortaklığı durumunda), 9’u Alman, 5’i İsviçre, 4’ü Kanada, 3’ü İsveç, 2’si İtalyan, 2’si Avustralya ve yine 2’si de Belçika ve arta kalan 3 tanesi de tek tek Hollanda, Güney Kore ve Venezuela’ya ait tekeller.
Bu toplam 100 tekelin 4 trilyon dolara yakın (3 trilyon 981 milyar) toplam malvarlıklarının yüzde 40’nı oluşturan 1,5 trilyon (1 trilyon 575.6 milyar) doları kendi ülkeleri dışında yatırılmış durumda. (Ülke dışındaki maş varlıkları açısından bu 100 tekelden7 tanesinin verileri elimizde olmadığından 100 yerine 93’ünün verilerinin toplamını almak zorunda kaldık. Cirolar ve çalıştırdıkları kişi açısından rakamlar 93 değill, 100 tekele aittir.) Örneğin Shell’in 117,6 milyar dolarlık mal varlığının 80 milyarı, Ford ve General Electric’in 70’er milyarlık malvarlıkları ve General Motora, Volkswagen, IBM ve Toyota’nın da sırasıyla 54, 50, 42 ve 36 milyar dolarlık malvarlıkları ülke dışında bulunuyor.
100 tekelin 1995 yılındaki bir yıllık toplam ciroları 4 trilyon 189,6 milyar dolan bulmuş ve bu 100 tekelin ülke dışına yaptıkları satışları toplam satışlarının yarısını oluşturarak 2 trilyon 72 milyar dolara erişmiş. Bu 100 tekelden Shell 110 milyar dolarlık cirosunun 80 milyarını diğer ülkelerden sağlamış. Aynı şekilde Rockefeller’in Exxon’u 97 milyar, Japon Mitsui 67, Sumitomo 58, Mitsubishi 51 ve Toyota 50 milyar ve Amerikan General Motors da 48 milyar dolarlık cirolarını ülke dışında gerçekleştirmişler.
Çalıştırdıkları işçi ve diğer personel sayısı açışından ise yine bu 100 çokuluslu tekel çalıştırdıkları toplam 12 milyon (12 milyon 98 bin 832) kişinin yüzde 48’ini, yani 5,8 milyonunu ( 5 milyon 825 bin 701) kendi ülkeleri dışında istihdam etmekteler. Bu tekellerin içinde örneğin İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ama aslında hisselerinin çoğunluğunu İngiliz, ABD ve Hollanda olmak üzere çeşitli emperyalist ülke tekellerinin aralarında paylaştıkları petrol devi Royal Dutch-Shell’in 104 bin işçisinden 81 bini, İsviçre tekeli Nestle’nin 220 bin işçisinden 214 bini, yine İsviçre tekeli ABD’nin 210 bin işçisinden 197 bini, İngiliz-Hollanda ortaklığı Unilever’in 307 bin işçisinden 276 bini, Hollanda tekeli Philips’in 265 bin işçisinden 221 bini, Alman ilaç ve kimya tekeli Hoechst’in 161 bin işçisinden 100 bini, İngiliz tütün-sigara tekeli B.A.T.’ın 170 bin işçisinden 155 bini yurtdışındaki fabrikalarında çalıştırılıyor. Yine Amerikan tekellerinden General Motors ülke dışındaki üretim tesislerinde 252 bin, Ford Motor 103 bin, Pepsi 142 bin ve General Electric 72 bin kişi çalıştırıyor.
Yabancı yatırımların ezici çoğunluğunu en büyük tekeller gerçekleştirmektedir. Örneğin Japon yabancı yatırımlarının yüzde 80’inin çoğu 6 büyük keiretsuya (Japon tipi “holdingler grubu) ait olan 200 tekel tarafından yapılmaktadır. Aynı durum ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve öteki emperyalist kapitalist ülkeler açısından da geçerlidir.

FÜZYONLAR VE DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLARDAKİ ROLÜ
Doğrudan yabancı yatırımları yaptıkları sırada emperyalist tekeller çeşitli yollar kullanmaktadırlar. Bu yolların en önemlilerinden birisi de füzyon denilen, şirket birleşme ve yutmalarıdır. Emperyalist ülke tekelleri çoğu kere bir ülkeye gidip yatırım yapma ve pazara girme mücadelesi verme yerine, daha önceden o pazar ya da pazarlara yerleşmiş tekelleri satın almakta, birleşme adı altında o tekel ya da tekelleri yutarak tekelin bütün pazar ve ilişkilerini de ele geçirmiş olmaktadır.
1996’daki verilere bakıldığında gerçekleşen yabancı yatırımların neredeyse yarıya yakınının füzyon yolu ile gerçekleştiği görülecektir. Dünyada bütün bölgelerde, özellikle de ABD ve Batı Avrupa’da füzyonlar yabancı yatırım akışında çok önemli bir rol oynadılar. 1990’lann başlarından itibaren son 6–7 yıllık süreç içinde çok uluslu tekellerin birbirleriyle birleşmeleri ya da daha doğru tanımla birinin diğerini yutması, “cross-border” füzyon denilen ve çok uluslu, çapraz sınırlı ya da sınır ötesi füzyonlar diye çevirebileceğimiz şirket birleşmeleri oldukça arttı. 1995’te gerçekleştirilen çokuluslu füzyonların yüzde 86’sında en azından bir Amerikalı ortak, yüzde 42’sinde en azından bir AB’li ortak ve yüzde 31’inde ise en azından bir Japon ortak yer aldı. 1996 yılında toplam 275 milyar dolar tutarında bu tür füzyon gerçekleşti. 1996’da, yalnızca başka bir ülkeye ait tekelin bir diğer ülkedeki tekel içinde çoğunluğu ele geçirdiği füzyonları ele aldığımızda bu tür füzyonların değerinin 165 milyar dolara ulaştığını görüyoruz. Bu rakam da yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 47’sini oluşturmaktadır.
Bu füzyonlar içinde özellikle ABD ve İngiltere’ye ait tekeller büyük bir rol oynadılar. Çoğunluğun ele geçirildiği, ya da bir diğer ülke tekelinin yutulduğu füzyonların yüzde 40’ını bu iki ülke tekelleri gerçekleştirdiler. 1997’de dünyada gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı füzyonlarda meydana geldi.

ÖZELLEŞTİRMELER
Bir ülkeye yabancı yatırım yapmanın bir diğer yolu da, özellikle 1980’li yıllarda başlayan ve 90’lı yıllarda iyice hızlanan özelleştirmelerdir.
OECD ve Dünya Bankası verilerine göre, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelerde yalnızca 1994 ve 1995 yıllarında 1500’den fazla KİT özelleştirildi. 1988–95 yıllan arasında gerçekleşen toplam 129 milyar dolar tutarındaki özelleştirmelerin ezici çoğunluğu 1991–95 arasındaki 4 yıl içinde yapıldı. Bu süre içinde 114,5 milyar dolarlık kamu kuruluşu ve sanayi tesisi özelleştirilerek yağmalandı. (Bkz. Tablo: 5)

1988-1995 yılları arasında, dünyada gerçekleştirilen
özelleştirmelerin sektörel dağılımı (milyon dolar) – Tablo-5
Altyapı         47.079
Telekomünikasyon     24.744
Enerji             14.033
Sanayi         31.258
Demir-Çelik         9.002
Kimya             4.007
İnşaat-Yapı         4.145
Diğer imalat sanayi     14.035
Primer Sektor         24.335
Petrol             14.979
Madencilik         4.896
Finans         19.740
Bankacılık         17.306
Diğer Hizmetler     7.176
Toplam         129 588
(Kaynak: World Bank Privatization Database 1997, International Economics Department)

1988–1995 yılları arasında 129 milyar 288 milyon dolarlık özelleştirilme programları içinde yabancı ülke tekelleri bunun yüzde 45,2’sini oluşturan 58 milyar 458 milyon dolarlık kısmını elde ettiler. Dünya Bankası’nın 1997 verilerine göre, emperyalist tekellerin yağmaladıkları bu 58 milyarlık bölümün 37 milyar 636 milyonu doğrudan yabancı yatırımlar, 20 milyar 822 milyon doları ise portföy yatırımları şeklinde gerçekleşti. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi (Bkz. Tablo: 6), 1989–94 yılları arasında, geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere yapılan doğrudan yabancı yatırımların yüzde 5.6’sı özelleştirmeler yoluyla gerçekleşti. Bu oran Latin Amerika ve Ka-rayip ülkelerinde yüzde 14.2, Orta ve Doğu Avrupa’nın eski halk demokrasili ülkelerinde ise yüzde 48.5’a kadar yükseldi.
Geri ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Özelleştirme Yoluyla Yapılan – Tablo-6
Doğrudan Yabancı Yatırımlar (DYY)
(1989–94, milyon dolar ve yüzde)
Özelleştirme sonucu yapılan DYY Özelleştirmelerin DYY içindeki payı
Doğu Asya – Pasifik (*)         2.739,0     % 1,5
Orta, Doğu ve Diğer Avrupa (**)          8.578.0     % 48,5
Latin Amerika-Karayipler         13.391.6     % 14,2
Orta Doğu – Kuzey Afrika         447,3         % 2,9
Güney Asya                 87,0         % 2,1
Aşağı Sahra Afrikası             948,4         % 7.6
Toplam (Tüm Geri Ülkeler)         17.613.3     % 5,6
(Kaynak: Dünya Bankası, Privatization Database and World Bank, 1996) (*) Çin dâhil değildir
(**) Yalnızca 1991–94 verileridir.

FAİZ GETİREN SERMAYE OLARAK DIŞ BORÇLAR
Sermaye ihracının bir diğer önemli kısmını da dış borç ve krediler oluşturur. En kısa yoldan, en çabuk ve en kolay bir şekilde azami kâr peşinde koşan sermaye için faizle borç ve kredi vermek her zaman cazip olagelmiştir. Bu durum bugün daha da artmış bir şekilde sürmektedir.
Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve OECD verilerine göre dünyadaki borç miktarı 2 trilyon doların oldukça üzerine çıkmış durumdadır. 1996 sonu itibarı ile toplam dünya borç tablosu 2 trilyon 177 milyar dolardır ve bugün rakam çok daha artmıştır. (Bkz. Tablo: 7, s. 70) Emperyalist ülkelerin verdikleri borç miktarları 1994 yılında 2 trilyon dolara ulaştı. Borçlu ülkeler borç veren ülkelerin bankalarına sadece 1982-1987 arasındaki yıllarda 140 milyar dolar faiz ödediler.

Geri ve Gelişmekte Olan Bağımlı Ülkelerin Toplam Dış Borç Stokları – Tablo-7
(milyar dolar, 1980-1996)
Borçlu Bölgeler    1980        1989        1990        1994        1995        1996
Coğr Bölg. Göre Ülk.    
Doğu Asya ve Pasifik    64.600        207.233    239.099    326.518    404.458    451.847
Orta ve D. Avrupa (*)    87.919        236.228    262.306    396.679    425.319    451.432
L. Amer. Karayipler    257.266    452.794    491.720    585.841    636.594    656.543
O.doğu ve Kzy. Afr.    83.7931    89.005        182.548    210.168    216.046    220.801
Güney Asya        38.014        116.770    130.034    161.073    156.778    160.999
Aşağı Sahra Afr.    84.119        172.153    191.291    211.221    226.483    235.425

Gelirlerine Göre Ülk.
Düşük Gelirli Ülk    106.209    356.880    405.622    512.185    535.794    548.282
Orta Gelirli Ülk.    509.503    1.017.302    1.074.548    1.414.756    1.530.883    1.628.765
Türkiye        19.131        41.447        49.238        66.391        73.592        79.748   
Bütün Ülkeler (Topl.)     615.711    1.374.182    1.480.170    1.926.941    2.065.676    2.177. 047
(Kaynak: WB -Dünya Bankası-, World Debt Tables -Dünya Borç Tabloları- ,1997, s, 14–46, 536)
(*) Orta ve Doğu Avrupa içinde Orta Asya’daki Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri de yer almaktadır

1986’daki 1,2 trilyon dolarlık toplam borcun 228 milyar dolarlık kısmı Afrika ülkelerine aitti. Bu rakam Afrika kıtasının toplam yıllık GSMH’nın yarısına eşitti. 17 Aşağı Sahra Afrikası ülkesinin borç tutarları yıllık GSMH’larının yüzde 100’ünden, 5 ülkesinin ise yüzde 200’ünden fazlaydı. Afrika kıtasının toplam ihracatının yüzde 40’ı faiz ödemelerine gidiyordu.
Aynı dönemde Latin Amerika ülkeleri 410 milyar dolarlık borçlarının faizlerini ödeyebilmek için ihracat gelirlerinin üçte birini emperyalist bankalara vermek zorunda kaldılar. 1982–1987 arasında Meksika tek başına 50 milyar dolar faiz ödedi. Meksika ihracat gelirlerinin yüzde 40’ını, Brezilya yüzde 28’ini, Arjantin ise yarısını faiz olarak ödemek zorunda kaldı. Arjantin borcunun bir kısmını ödeyebilmek için kamu kuruluşu olan telefon ve haberleşme kurumu ile havaalanlarının yüzde 40’ını yabancı sermayeye sattı. Aynı şekilde Meksika’nın borçları GSYİH’nın yüzde 54’üne. Brezilya’nın ise yüzde 37’sine denk düşüyordu.
1973 petrol krizi ile 1982 Meksika borç krizi arasında kalan dönem içinde emperyalist kapitalist ülkelerden geri ve bağımlı ülkelere akan borç miktarı korkunç boyutlara ulaştı. 1973’te geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin toplam borcu 42 milyar dolan Latin Amerika ülkelerine ait olmak üzere 100 milyar, 1975’te ise 165 milyar dolar idi. 1979 da toplam borç 300 milyara, 1982’de ise 540 milyar dolara ulaştı. Bunun yüzde 75’i yine Latin Amerika ülkelerine aitti.. 1988’de 877 milyar dolara ulaşan toplam borcun 378 milyar doları Latin Amerika, 325 milyar doları Asya ve 174 milyar dolan da Afrika.ülkelerine aitti. 1994 yılında ise toplam borç miktarı 2 trilyon dolar oldu. Görüldüğü gibi 21 yıl içinde borç miktarı 20 kat artış gösterdi. 1975 ile 1987 arasında verilen borçların yıllık faizleri yüzde 5,6 ile yüzde 9,6 arasında değişim göstermekteydi. Bugünkü faizler de vadenin uzunluğuna bağlı olarak yüzde 5 ile yüzde 11,325 arasında değişmektedir.

Bazı Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Dış Borç Tutarları: – Tablo-8
(Milyar ABD doları,1993–1996)
1993        1994        1995        1996
Japonya        241,1        245,1        298,0        284,4
Almanya        142,9        152,6        206,1        214,3
ABD            142,8        151,5(*)    162,0        183,4
Fransa            101,6        111,9        141,3        55,8
İngiltere        62,3        81,1        62,4        100,6
İtalya            47,9        44,2        48,6        45,2
Hollanda        25,8        31,7        36,8        42,7   
(Kaynak: OECD Dış Borç İstatistikleri 1994, 95, 96, 97 yıllıkları)
(*)OECD’nin verdiği borç tabloları ile ABD Merkez Bankası konumundaki Federal Reserve System’n verileri birbirlerini tutmamaktadır. Bu çelişkiye karşın biz OECD’nin verilerini esas aldık.

Tablo 8’den de görüldüğü gibi dünyada en fazla borç veren ülke Japonya’dır. Japonya bu konuda uzun süredir birinciliği kimseye kaptırmamaktadır. Japonya’nın ardından Almanya ve ABD gelmektedir. Bu ikilinin arkasından da Fransa ve İngiltere sıralanmaktadır. Bu iki en yaşlı kapitalist ülke yer yer birbirlerinin önüne geçmektedirler. Bu en büyük 5 emperyalist ülkenin sadece 1996’da verdikleri toplam borç miktarı 840 milyar dolardır. Japonya, ABD ve Almanya’dan oluşan üç emperyalist ülke toplam borçların yüzde 70’ini vermektedirler. 5 büyük emperyalist ülkeden ABD daha çok Latin Amerika’ya, Japonya Asya, Uzak Doğu ve Pasifiklere, Almanya, Fransa ve İngiltere Afrika’ya, Almanya ve İtalya Orta ve Doğu Avrupa’ya ve yine İngiltere Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerine borç vermektedirler. Dikkatli bakıldığında görüleceği gibi borç verilen yerlerin dağılımında eski sömürge ilişkileri, tarihi ve kültürel bağlar, coğrafi yakınlık gibi etkenler özellikle önemli olmaktadır.

Emperyalist Ülkelerin Verdikleri Borçların Bölge ve Ülke Gruplarına Göre Dağılımı – Tablo-9
(Milyar dolar, 1996)
Topl.Kap.Ülk. Geri, goüvb Toplam    EFBAÜ    Asya Ülk.    L.A. Ülk    ASA    EYÜ
ABD        183,4        11,9             171,5    129,8        47,3        77,8         7,3    5,0
Japonya    284,4        5,9             278,5    218,8        213,0        32,4         9,1    9,0
Almanya    214,3        61,7             152,6    137,6        58,4        41,7        14,5    7,8
İagiltere    100,6        3,8             96,8    61,5        43,7        24,1         11,0    4,1
Fransa        55,8        3,7             52,1    22,8        9,4        7,6         19,5    16,0

5 ülk. Topl.    833,5        87,0             751,5    570,5        371,8        183,6         61,4    31,9

İtalya        45,2        8,1             37,1    27,3        6,0        14,5         5,1    3,5
Hollanda    42,7        5,1             37,6    27,9        15,2        16,1         3,1    1,0
Kanada    28,3        0,9             27,4    17,9        9,9        12,6         1,3    1,0

OECD Ülk.    1610,5        161,7             1448,8    1072,4        654,5        419,5        106,3    72,3
Büt.Brç.Ver.Ü.    2138,3        207,7             1931,6    1277,5        840,2        553,3        192,4    188,2

Top. İç. Oran%100        09,7             90,3    59,7        39,2        25,8        08,9    08,8
Geri ülk iç. Or% –        –             100    66,1        43,5        28,6        10    9,7
(Kaynat OECD Dış Borç İstatistikleri, 1997)
(The Maturity. Sectorial  and Nationality Distribution of International Bank Lending, Second Half 1996,)
(Bank for International Settlements, July 1997, p: 16-20)
Kısaltmalar:
Kap. Ülk: Kapitalist ülkeler,
EFBAÛ: En Fazla Borç Alan Ülkeler (Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Tayland, Filipinler, Mısır, Cezayir, Meksika, Brezilya, Arjantin ve Türkiye gibi en fazla borç alan 15 ülke)
Asya Ülk: Asya ve Pasifik Ülkeleri
L. A. Ülk:Latin Amerika ve Karayip Ülkeleri
ASA: Aşağı Sahra Afrika ülkeler
EYÜ: En Yoksul Ülkeler (Çoğu Afrika’da olan gelir düzeyi en düşük ülkeler)
Geri ve GOÜEV: Geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borçlar.

Tablo 9’a bakıldığında şu sonuçlar rahatlıkla görülmektedir: 1996 yılında verilen toplam dış borçların yüzde 90’ı geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere, sadece yüzde 10’u ise bu geri ve bağımlı ülkelerin dışındaki çoğunluğunu Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin eski halk demokrasili ülkelerinin oluşturduğu kapitalist ülkelere yapılmıştır, Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkeler arasında ise borçların büyük çoğunluğu (toplam borçların yüzde 60’ı) sayıları ancak 15’i bulan ülkelere gitmektedir. (Bkz. Tablo: 10, s. 72) 2 trilyonu aşan borçların yüzde 60’ı Meksika, Çin, Brezilya, Endonezya, G. Kore, Tayland, Rusya, Hindistan, Arjantin, Türkiye, Filipinler, Malezya, İsrail, Mısır ve Cezayir’den oluşan 15 ülkeye giderken geri kalan yüzde 40’lık bölüm 160 ülke arasında dağılmaktadır.

En Fazla Borç Verilen 15 Ülkenin Toplam Dış Borç Miktarları – Tablo-10
(Milyar ABD doları, 1995)
1995    1996
Meksika        165,7    147,0
Çin            118,1    128,1
Brezilya        159,1    115,8
Endonezya        107,8    111,3
G. Kore        –    112,6
Tayland        56,8    109,1
Rusya            120,4    104,5
Hindistan        93,7    95,5
Arjantin        89,7    88,1
Türkiye        73,6    79,7
Filipinler        39,4    49,1
Malezya        34,3    38,1
İsrail            –    36,2
Mısır            34,1    34,8
Cezayir        32,6    34,7
(Kaynaklar: 1995 rakamları Dünya Bankası’na, 1996 rakamları ise OECD’ye aittir.)
Özellikle borç tablolarında Dünya Bankası ile OECD rakamları yer yer birbirlerini tutmamaktadır. Bu yüzden bizim verdiğimiz tabloda da, özellikle Meksika, Brezilya, Tayland ve Rusya gibi ülkelerde, büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Dünya Bankasına göre 1996 dünya toplam borç miktarı 2 trilyon 177 milyar dolar, OECD’ye göre ise 2 trilyon 139 milyar dolardır. Farklılıklar olmasına rağmen bir fikir vermesi için her iki kaynağa da başvurmayı uygun bulduk. Hata payları bize değil, belirtilen kaynaklara aittir.

1980’lerin sonu ile 1990’ların başlarında toplam borç tutarları 100 milyar doların üzerinde olan yalnızca iki ülke, Meksika ve Brezilya bulunmaktaydı. Oysa bugün bu ikiliye Çin, Tayland, Endonezya, Güney Kore ve Rusya da eklenmiştir. Hindistan da hemen arkadan gelmektedir.
Toplam borçlar içinde ise toplamın yüzde 10’u Orta ve Doğu Avrupa’nın kapitalist ülkelerine, yüzde 60’ı büyük çoğunluğu gelişmekte olan 15 ülkeye, kalan yüzde 30’luk kısmı ise öteki bütün geri ülkelere gitmektedir. Bölgelere göre baktığımızda ise, verilen her 10 dolarlık dış borcun 9 dolarının gittiği geri ve gelişmekte olan ülkelere verilen borcun yarıya yakınını oluşturan yüzde 43,5’lik kısım Asya ve Pasifik ülkelerine, dörtte birinden fazlası, yüzde 28,6’sı Latin Amerika ve Karayip ülkelerine, yüzde 10’u da Aşağı Sahra Afrikası ülkelerine gitmektedir. Geriye kalan yüzde 20’ye yakın kısım da, çoğu Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkeler olmak üzere, dünyanın öteki bölgelerine akmaktadır.
ABD’nin 1994 yıkıda diğer ülkelere verdiği borç toplamı 254 milyar 534 milyon dolar oldu. Bu miktarın yüzde 34 “ünü oluşturan 87 milyar 174 milyon dolarlık bölüm doğrudan bankalar tarafından verildi. Devlet ve kamu kuruluşları 60 milyar 916 milyon dolar (yüzde 24) ve sigorta şirketi, yatırım şirket ve bankaları, borsa aracı ve simsar kuruluşları, emekli fonları gibi bankaların dışındaki diğer “finans kurumlan” da 106 milyar 465 milyon dolar (yüzde 42) borç verdiler. Verilen bu borçların nerelere ve ne kadar verildiği konusunda genel bir fikir edinebilmek için de örnek olarak, yaklaşık 190 milyar ile en fazla borç verilen ilk 20 ülkeyi ABD’nin Board of Governors ofthe Federal Reserve System’in verilerine dayanarak sıralayalım: İngiltere’ye 32,3 milyar dolar, Japonya’ya 18,5, Meksika’ya 18,3, Brezilya’ya 14,8, Arjantin’e 11,3, Cayman Adaları’na 10,1, Fransa’ya 9,7, Güney Kore’ye 8,1, Almanya’ya 8,0, Belçika-Lüksemburg’a 7,5, Kanada’ya 7,4, Hong Kong’a 7,4, Singapur’a 6,4, İtalya’ya 6,1, Hollanda’ya 6,0, İspanya’ya 4,9, Tayland’a 4,3, Şili’ye.4,3 ve İsviçre’ye 4,1 milyar dolar. Geri kalan 65 milyar dolarlık kısım ise başta Latin Amerika ile Uzak Doğu ve Asya Pasifik ülkeleri ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer ülkeler ile Çin, Rusya, Doğu Avrupa ve eski SSCB ülkelerine verilmiş durumda. Tek tek bu ülkelere verilen borç miktarları 4 milyar, doların altında bulunuyor.
Emperyalist tekellerin geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verdikleri borçlara örnek teşkil etmesi için Amerikan J P Morgan ve Alman Deutsche Bank’ın Deutsche Morgan Grenfell yatırım bankası’nın son yıllarda verdikleri borçlarından sadece bazılarını sıralayalım:
ABD mali sermaye grupları içindeki en büyük grup olan Morgan grubunun 1886’da kurulan ilk şirketi ve grubun ana bankası olan dünyanın en büyük, en eski ve en köklü yatırım bankalarından J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında da İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermektedir. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru devletine 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar (Körfez Savaşının hemen ardından hasar gören alt yapının onarılması gerekçesi ile), Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.
J.P. Morgan’ın öteki bazı ülkelere verdiği krediler ise: Ekim 1996’da Filipinler Cumhuriyetine 2016 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,75 faiz ile 690 milyon dolar, Şubat 1997’de Arjantin Cumhuriyeti’ne 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11,375 faiz ile 2 milyar dolar, Şubat 97’de 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,625 faiz ile 750 milyon ve yüzde 8,625 faiz ile 250 milyon dolar, Mart 97’de Umman Sultanlığı’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,125 faiz ile 225 milyon dolar, Mayıs 97’de Çek Cumhuriyetinin garantisi ile Çek İhracat Bankası’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7 faiz ile 250 milyon dolar ve Haziran 97’de Rusya Federasyonu’na 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 10 faiz ile 2 milyar dolar. JP Morgan’ın Çin Kalkınma Bankası, Kore Kalkınma Bankası, Çin’de Jingyuan barajını yapan MPC şirketine, Malina Su Kurumu’na, Endonezya Negara Bankası’na, Malezya Telekom’una, Hindistan’ın ICICI Korporasyonu, Çin’in Huaneng Elektrik Kurumu’na, COCO şirketi ve daha birçoğuna verdiği kredilerini ise anmakla yetinelim. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, JPMorgan’ın kendi ilanı)
ABD’nin bir diğer dev tekeli Citicorp’un (şimdi Citigroup oldu) ise 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği ülkelerden bazıları: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del-Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinler’in FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
Alman Deutsche Morgan Grenfell Şubat 1997’de Meksika devletine 2009 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,25 faiz ile 500 milyar Meksika Lit’i, Mayıs 97’de, Arjantin Cumhuriyetine 2004 yılında geri ödenmek koşulu ile 500 milyar Arjantin Lit’i, Haziran 97’de, Romanya Cumhuriyetine 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,75 faiz ile 600 milyon Alman markı, yine Haziran 97’de Brezilya Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11 faiz ile 50 milyar Lit. Bunların dışında bu Alman yatırım şirketinin Şubat ayında Belle Korporasyonuna 2002 yılına kadar verdiği 150 milyon ABD doları ile Temmuz ayında Eskom şirketine 2027 yılına kadar verdiği 8 milyar dolar diğerlerinin yanında küçük kalıyor. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, Deutsche Morgan Grenfell’in kendi ilanı)
Bir diğer örnek de Alman Dresdener Bank’ın 1990’lı yıllarda Türkiye’ye verdiği borçlar: Alman Dresdener Bank’ın Türkiye’ye verdiği borç miktarı 1990 sonu itibarı ile 6,3 milyar dolar, 91 sonu itibarı ile 5,7, 92 sonunda 5,8, 93 sonunda 6,3, 94 sonunda 8,3 ve 1995 sonunda ise 10,4 milyar dolara ulaştı. (Dünya Bankası verileri, 1997)
Emperyalist ülkeler yalnızca verdikleri borç karşılığında aldıkları faiz ve keskin faiz artışları ile geri kalmış ve gelişmekte olan ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerin değerlerine el koymakla yetinmemekte, daha birçok yolla bu ülkelerin ürettiklerine acımasızca el koymaktadırlar. Bu yollardan birisi de hiç kuşkusuz para ve kur oyunlarıdır. Amerikan doları, Japon yeni, İngiliz sterlini, Alman markı, Fransız frankı gibi emperyalist ülke paralarındaki kur oyun ve dalgalanmaları yine bu ülkelerin başta hammadde olmak üzere ürünlerine emperyalistler tarafından yok pahasına el konulması sonucunu getirmektedir. Geri kalmış ülkeler emperyalist ülkelerden yiyecek ve mamul madde satın almakta ve genellikle de hammadde satmaktadırlar. Sömürge ve yarı sömürge ülkeler, emperyalist ülke paraları karşısında sürekli değer kaybeden alım gücü düşük paraları sonucu her yıl bir önceki yıla göre sattıkları ürünlerini daha ucuza satmakta ve buna karşılık aldıkları aynı ürünü her yıl çok daha pahalı bir fiyata satın almaktadırlar. Örneğin 1979 ile 1986 arasındaki yıllar içinde Afrika ülkelerinin ihracat gelirlerinin satın alma gücü yüzde 30, Latin Amerika ülkelerinin yüzde 25 ve Japonya hariç Asya ülkelerinin ise yüzde 10 azalma gösterdi. Yani örneğin Latin Amerika ülkeleri sattıkları aynı miktar ve kalemdeki mal karşılığı dörtte bir daha az ürün satın alabildiler. Emperyalist ülkelerin geri ülkelerle bu ilişkisinde verilen kredi ve borçlar, emperyalist ülkeler lehine bağımlılık ilişkilerinin güçlendirilmesine, yeni imtiyazların elde edilmesine ve zorunlu meta ihracının aracı olarak kullanılmasına yol açmaktadır.
Dünya pazarlarının ve ticaret borsalarının kontrolü de emperyalist tekellerin elindedir. Geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri de bu az sayıdaki emperyalist tekelin kontrolü altında, ya doğrudan onlar aracılığı ile ya da yine onların denetimi altında satılabilmektedir. Örneğin, bugün dünyada üretilen ve büyük oranda da geri ve bağımlı ülkelerin ürünleri olan pamuk, kahve, çay, kakao, şeker, ananas, muz ve benzer ürünlerde ticaretin dünya pazarındaki yüzde 60 ile 90 arasındaki kontrolü 3 ile 6 arasında değişen ve çoğunlukla ABD tekellerinin ağırlığını oluşturduğu çokuluslu emperyalist tekelin elindedir.
Sömürge ve yarı sömürge ülkeler dünya pazarlarında metaların fiyatlarını belirleyen emperyalist ülke ve kurumların hammadde fiyatlarını sürekli düşürmeleri yolu ile de soyulmaktadırlar. Dünya pazarlarında, ticaret borsalarında emperyalist ülkelerin mamul madde ve ileri teknoloji ürünü ürünlerinin fiyatları sürekli yükselmekte yan sömürge ülkelerin çoğu hammadde olan ürünlerinin fiyatları ise sürekli düşmektedir. Dünya Bankası raporlarına göre 1986’da dünya pazarındaki ham madde fiyatları (petrol hariç) 1930’lardan bu yana ki en düşük seviyesine indi.
Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu süreç bugün de aynen devam etmekte ve sömürge ve yarı sömürge ülkeler emperyalistler tarafından iliklerine kadar sömürülmekte, kaynaklarına yok pahasına el konulmaktadır.
Emperyalist ülkelerden geri kalmış ve bağımlı ülkelere akan ve borç ve krediler şeklinde gerçekleşen sermaye ihracı 1980’lerden itibaren yabancı yatırımlarla kıyaslandığında göreceli olarak bir düşüş gösterdi. Borç miktarı artmasına rağmen artış oranı doğrudan yabancı yatırımların artan oranına göre azalma gösterdi. Bunun yanı sıra emperyalist ülkelerden “üçüncü dünya ülkeleri” olarak tanımlanan geri ve gelişmekte olan ülkelere (bağımlı ülkeler) yapılan sermaye ihracının biçimi de değişti. Bu ülkelere akan emperyalist sermayenin yüzde 75’i hisse senedi, tahvil vb. almaya gitti. Gelişmiş kapitalist ülkelerin dışındaki ülkelere yapılan sermaye ihracının dörtte üçü, “Gelişmekte Olan Ülkeler” denilen, Çin, Meksika, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Endonezya ve Malezya gibi Latin Amerika ve Uzak Doğu Ülkelerinin oluşturduğu ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen az sayıdaki ülkeye gitti. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülke tekelleri yeni yatırımlar yapmak ve yeni yeni üretim alanları açmak yerine hazır kurulmuş ve üretim yapmakta olan üretim tesisleri ve diğer iş alanlarını yok pahasına ele geçirmeye giriştiler. Ya bu ülkelerdeki özel sektöre ait şirket ve üretim tesislerinin ya da özelleştirilen eski kamu kuruluşlarının tümünü ya da hisselerinin bir kısmını satın aldılar. Bu sömürge ve yarı sömürge ülke devletlerine -kaba kuvvet de dâhil- doğrudan açık-gizli her türlü baskıyı uygulayarak kamu kuruluşlarını (KİT’leri) özelleştirip emperyalist tekellerin yağmasına hazır hale getirmeleri ve sahiplik ve kontrolünü doğrudan emperyalist mali sermayeye bırakmaları dayatıldı. Uluslararası sermayenin işbirlikçileri olan bu ülkelerin iktidardaki yönetici sınıf ve hükümetlerine de bu dayatmaları kabullenmekten ve uygulamaktan başka yol bırakılmadı.
Bugün uygulanmaya çalışılan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması – MAI de bu dayatmaların en sonuncularından ve en yenilerinden, ama en azgın ve en pervasızlarından birisidir.

“BRETTON WOODS İKİZLERİ”: IMF VE DÜNYA BANKASI
Geri ve gelişmekte olan bağımlı ülkelere verilen borç ve kredilerin tümü doğrudan emperyalist ülke hükümetleri ve tekelleri tarafından verilmemektedir. Borçların bir kısmı da her ne kadar kâğıt üzerinde çok sayıda üye ülkeye ait uluslararası bir kuruluş olarak gösterilse de aslında başta ABD olmak üzere uluslararası mali sermaye grupları ve tekellerin tam denetimi ve kontrolü altında olan emperyalist dünyaya ait iki uluslararası finans kuruluşu, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası tarafından da verilmektedir.
Her iki kuruluş da borç verdiği geri ve bağımlı ülkeleri çok sıkı olarak denetlemekte ve söz konusu ülke politikalarının emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olması için yoğun baskı ve dayatmalarda bulunmaktadırlar. Başından beri bu iki ikiz kardeşin varlık nedeni ve temel görevi emperyalist tekellerin çıkarlarını korumak ve sağlama almaktır. Bu iki uluslar arası emperyalist para ve finans örgütünü kısaca tanıyalım:
2. Savaşın sonuna doğru. 1 – 22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD’nin New Hampshire şehrine bağlı Bretton Woods’da, savaş sonrasında ekonomik işbirliğini planlamak için 44 Birleşmiş Milletler üyesi ülke ve Danimarka’nın katılımıyla Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı yapıldı. Bretton Woods Konferansının son günü olan 22 Temmuz 1944’te tüm katılanların oy birliği ile Uluslararası Para Fonu (IMF) ve kamuoyunda Dünya Bankası olarak bilinen ama resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan iki örgüt kurulması kararlaştırıldı. Aynı gün ve aynı anda kurulan bu iki örgüte yani IMF ve Dünya Bankası’na bu yüzden “Bretton Woods Gözleri” adı takıldı.

IMF
İlk yönetim kurulu toplantısını 6 Mayıs 1946’da yapan ve ilk para verme operasyonlarına 1 Mart 1547de başlayan IMF’ye süreç içinde kanlan üye ülkelerin sayısı giderek arttı. Üye ülke sayısı 1946 sonunda 40, 1951 sonunda 50, 1956 sonunda 60, 1961 sonunda 75, 1963 sonunda 100, 1971 sonunda 120, 1977 sonunda 131, 1986 sonunda 151, Nisan 1991’de 155 ve Eylül 1991 sonunda ise 174 oldu.
Yönetim Kurulu: IMF yönetim kurulu atanan ve seçilenler olmak üzere 20 kişiden oluşur. Atanan yönetim kurulu üyelerini ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa oluşturur. Atanan üyeler arasında Suudi Arabistan da bulunmaktadır Merkezi ABD başkenti Washington da bulunan IMF yönetim kurulu yılda bir kere toplanır ve bu toplantıya Dünya Bankası yönetim kurulu da katılır.
Atananlar: IMF yönetim kurulunda iki ayrı statü bulunuyor. Kontenjandan atanan daimi üyeler ve seçimle gelenler. ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’nin oluşturduğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkenin temsilcileri, her birinden biri asıl biri yedek olmak üzere ikişer kişi daimi yönetim kurulunu oluştururlar. 30 Nisan 1977 günü itibarı ile IMF yönetim kuruluna atama ile gelenler: Karin Lissekers ve Barry S. Newman (ABD), Bend Esdar ve Wolf-Dieter Donecker (Almanya), Yukio Yoshimura ve Hideaki Ono (Japonya), Marc-Antoine Autheman ve Ambroise Fayolle (Fransa) ve Gus O’Donnell ve Jon Shields (İngiltere). Bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF yönetim kurulundaki oy güçleri de şöyle: ABD toplam 265 bin 518 oy hakkı ile yüzde 17,78, Almanya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Japonya 82 bin 665 oyu ile yüzde 5,54, Fransa 74 bin 396 oyu ile yüzde 4,98 ve İngiltere de 74 bin 396 oy hakkı ile yüzde 4,98. (IMF 1997 Yıllık Raporu). Görüldüğü gibi bu beş büyük emperyalist ülkenin IMF içindeki -dolaylı olanların dışında- doğrudan kendi adlarıyla oy hakları yüzde 38,74’ü buluyor. Bunun yarısı, toplamın yüzde 17,78’i, tek başına ABD’ye ait. IMF içinde her şeyi belirleyen en büyük 5 emperyalist ülke, bu ülkeler içinde de özellikle ABD’dir. IMF yönetim kurulu şimdiye kadar uygulanan genel pratik uygulama gereğince Avrupalı birisi olması gerekmesine rağmen yine de bu Avrupalı başkan ABD’nin onayladığı Amerikancı bir Avrupalı olur. Bu yüzden uzun süredir IMF başkanlığı yapan Michel Comdessus Avrupalı ve Fransız olmasına rağmen aslında ABD çıkarlarını savunmaktadır. ABD’nin IMF içindeki bu açık üstünlüğünden öteki emperyalist ülkeler, özellikle de Japonya ve Almanya oldukça rahatsızdırlar ve bir süreden beri yüksek sesle oy haklarının artırılması isteğini dile getirmektedirler.
“Seçilenler”: IMF yönetim kurulunda seçimle gelenlere gelince: 30 Nisan 1977 tarihi itibarı ile Suudi Arabistan tek başına 51 bin 556 toplam oyu ve yüzde 3,45’lik oy hakkı ile Abdulrahman A. Al-Tuwayiri ve Süleyman M. Al-Turki (yedek); 34 bin 102 toplam oyu ve yüzde 2,28’Iik oy hakkı Çin’in temsilcileri Zhang Zhixihang ve Han Mingzhi ve 43 bin 381 toplam oyu ve yüzde 2,90’lık oy hakkı ile Rusya adına Aleksei V. Mozhin ve Andrei Vernikov. Suudi Arabistan, Rusya ve Çin dışındaki bütün ülkeler 6 ile 24 arasında ülkenin oluşturduğu gruplar halinde temsilci seçebiliyorlar. Tek başlarına oy kullanma ve temsilci seçme hakları yok. Avusturya, Belarusya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Kazakistan, Lüksemburg, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu grup adına toplam 75 bin 993 oy ve yüzde 5,09’luk oy hakkı ile grup adına Belçika’dan Willy Kiekens ve Avusturya’dan Johann Prader (yedek) grubu temsil ediyorlar. Bu grupta, Türkiye’nin toplam oy gücü 6 bin 670 (ABD’nin 265 bin) ve tek başına temsilci seçme hakkı yok. Türkiye’nin kendi temsilcisini seçtirebilmesi için grubunda bulunan Belçika’nın -31 bin oy- ve Avusturya’nın -12 bin oy- toplam 43,4 bin oyluk ittifakını sadece 6 bin oyu ile “aşabilmesi” (!) gerekiyor.
Aynı şekilde, İspanya ve Meksika, İtalya ve Yunanistan, İsveç ve Danimarka, Kanada ve İrlanda, Zimbabwe ve Angola, Avustralya ve Güney Kore, Mısır ve Bahreyn, Malezya ve Endonezya, İsviçre ve Polonya, İran ve Fas, Brezilya ve Trinidad ve Tobago, Arjantin ve Şili ile Fil Dişi Sahilleri ve Gabon içinde bulundukları grupları “temsil ediyorlar”. (Bütün veriler IMF 1997 Yıllık Raporuna ait)
30 Nisan 1991 tarihi itibarı ile ise IMF’nin seçimle gelen 16 kişilik yönetim kurulunu Avustralya, Belçika, Brezilya, Kanada, Cape Verde, Çin, Finlandiya, Hindistan, Endonezya, İran, İtalya, Lesotho, Libya, Hollanda, İspanya ve Uruguay, atanan yönetim kurulu üyelerini ise ABD, İngiltere, Almanya Fransa, Japonya ve Suudi Arabistan oluşturmuşlardı.

Dünya Bankası
Yukarıda belirttiğimiz gibi Dünya Bankası da IMF ile birlikte 1944’de Bretton Woods Konferansında kuruldu. Resmi adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) olan Dünya Bankası’nın da bütün üyeleri (hisse sahipleri) kişiler değil, devletlerdir. Dünya Bankasına üye olmanın koşullarından birisi de IMF üyesi olmaktır. Böylece IMF üyesi olanlar aynı zamanda Dünya Bankası üyesidirler. IMF gibi Dünya Bankası’nda da belirleyici 5 en büyük emperyalist ülke ve bunların içinde de esas olarak ABD’dir. Dünya Bankası’nda ABD, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Japonya’nın oy toplamları yüzde 55.57’dir. 8 gelişmiş emperyalist kapitalist ülke (G7 ülkeleri ve Hollanda) oy toplamı yüzde 50,2 ve en büyük 5 emperyalist ülke ABD, İngiltere, Almanya Fransa ve Japonya’nın oy toplamları ise yüzde 40,59’dur. Dünya Bankası içindeki bazı ülkelerin oy hakları şöyledir: ABD yüzde 17,37 (1947’de yüzde 35,07 ve 1990’da ise yüzde 15,12 idi), Japonya yüzde 7,22 (1990’da yüzde 8,74 idi), Almanya yüzde 5,30 (1990’da yüzde 6,47 idi), İngiltere ve Fransa’nın ise yüzde 5,35 (İngiltere’nin oy hakkı da 1990’da Almanya gibi yüzde 6,47 idi). (Veriler Dünya Bankası – IBRD -1992 Yıllık Raporuna aittir.) Rusya’nın katılmasından sonra 30 Haziran 1992’de ABD kendi oyunu yüzde 2,25 artırarak yüzde 17,37’ye çıkarırken diğer 3 en fazla oy hakkına sahip Japonya, Almanya ve İngiltere’nin oylarını sırasıyla yüzde 1,52,-1,17 ve 1,12 düşürdü. Bunun yanında Fransa, Kanada ve İtalya’nın oy oranlarını ise artırdı.
Yönetimi: Dünya Bankası yönetim kurulunda da ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dan sonra kalan bütün üyeler 15 gruba ayrılır ve her bir grup kendi arasında oy oranına göre bir temsilci seçer. Resmi olarak gerek IMF, gerekse de Dünya Bankası başkanını yönetim kurulu seçiyor görünmesine rağmen, pratikte her zaman Dünya Bankası başkanı ABD’li, IMF başkanı ise Avrupalı olur. Dünya Bankası başkanı olacak kişiyi doğrudan ABD başkanı büyük banka tekellerinden birisinin başından seçer.
ABD’nin IMF’de olduğu gibi Dünya Bankası’nda da veto hakkı bulunmakta ve IMF gibi Dünya Bankası’ndan da ABD’nin istemediği bir karar çıkamamaktadır. Küçük de olsa ABD’ye tavır alan hiçbir hükümet Dünya Bankası’ndan kredi alamamaktadır. Örneğin Banka 1970’lerde Allende yönetimindeki Şili’ye, Nasır yönetimdeki Mısır’a, Goulart yönetimdeki Brezilya’ya, Sukarno yönetimdeki Endonezya’ya, Nkrumah yönetimindeki Gana’ya, Manley yönetimindeki Jamaika’ya, Peronist yönetim altındaki Arjantin’e ve yine 1973″e kadar Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e kredi vermemiştir. Ama öte yandan Vietnam Savaşı sırasında düşmesinden bir kaç gün öncesine kadar Amerikancı Saygon yönetimine büyük miktarlarda kredi vermeye devam etmiştir. IMF gibi Dünya Bankası emperyalist ülkeler ve tekellerinin bankasıdır. Gerek IMF ve gerekse de Dünya Bankası (IBRD) içinde her şeyi belirleyen aslında ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın oluşturduğu 5 en büyük emperyalist ülke, bunların içinde de esas ve asıl patron olan aslında ABD’dir. Diğer emperyalist ülkeler bu durumdan oldukça rahatsızdırlar ve söz ve oy haklarının artmasını istemektedirler.
Dünya Bankası “Dünya Banka Grubu” olarak da adlandırılır. Bu banka grubu içinde esas olarak üç kuruluş yer alır: 1944’de IMF ile birlikte kurulan Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD), 1956’da kurulan Uluslararası Finans Korporasyonu (IFC) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA). Bunların dışında, emperyalist dünyanın öteki mali kuruluşları ise MIGA (Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı), ICSID (Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarını Çözme Merkezi), IIC (Uluslararası Yatırım Merkezi) ve dört ayrı yerel kalkınma bankası: Asya Kalkınma Bankası (ADB), Afrika Kalkınma Bankası (AfDB), Amerika Kalkınma Bankası (IDB) ve Karayip Kalkınma Bankası CDB gibi emperyalist kuruluşlardır. ((Veriler IBRD, Annual Report, 1992 ve Kunibert Raffer, H. W. Singer, The Foreign Aid Business. 1996, USA, s. 45–57 ye aittir.)

RANTİYE-ASALAK VE ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM OLARAK EMPERYALİZM
Emperyalizm asalak ya da çürüyen kapitalizm, bu yüzden de can çekişen kapitalizmdir. Kapitalizmin çürümüşlüğü kendisini asalaklık ve rantiyeliğin artışında gösterir. Özellikle tekellerin egemenliğinin tamamlanmasıyla kapitalist sınıf giderek üretim süreciyle ilişkisini yitirir. Şirketlerin teknik işlerinin yönetimini kendisine bağlı ve kendisini temsil eden ücretli teknik personelin, direktör ve menajerlerin elinde bulundurur. Kapitalist sınıfın ezici çoğunluğu ise üretimden koparak rantiye durumuna, kıymetli evraklara sahip olan ve bu kıymetli evraklardan gelen gelirle para içinde yüzen, zevk sefa içinde yaşayan asalaklar durumuna gelir.
Rantiye tabakasının üretimden tamamen kopukluğu, sermaye ihracıyla, yurtdışındaki sermaye yatırımlarından gelen gelirlerle daha artar. Sermaye ihracı, geçimini diğer ülkelerin sömürülmesinden sağlayan ülkelere asalaklık damgasını vurur. Yurtdışına ihraç edilen sermaye emperyalist ülkelerin zenginliklerinin giderek artan bir bölümü, bu sermayelerden gelen kârlar da emperyalist mali sermayenin gelirlerinin gittikçe artan bir kısmını oluşturur.
Emperyalist ülke tabloları bu söylenenleri tümüyle doğrulamaktadır. Örneğin ABD’de özellikle 1982’lerden sonra spekülatif ve rantiye sermayede öncekilerle kıyaslanması bile zor ölçülerde muazzam bir büyüme ortaya çıktı. 1990’ların ilk yansında ticari bankalar -yatırım bankası olarak tanınmayanlar bile-kârlarının dörtte birinden fazlasını borsalarda yükselen hisse fiyatları ve spekülasyonlardan ettiler. ABD devletinin iç borç miktarı 1980’lerin sonları ile 1990’ların başları arasındaki 6 yıl içinde 1 trilyon dolardan 2,5 trilyon dolara yükseldi. ABD Federal bütçesinin her yıl yüzde 20’si, devlet tahvilleri almış olan varlıklı tahvil sahiplerine faiz ödentisi olarak gitmektedir. ABD’nin yurt dışındaki devlet tahvilleri 1980’lerde 7 milyar dolar iken bu rakam 1987’de 13 kat artarak 90 milyar dolara ulaştı. Bugün ise bu rakam trilyon dolara dayanmıştır.
Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiye-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi Olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolar iken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı. Oysa dünya ticaretindeki yıllık büyüme hacmi 1963–73 arasında yüzde 9, 1973–88 arasında düşerek ancak yüzde 4 oldu. Günümüzde de aynı oranlarda seyretmektedir.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiye-asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bugünkü işlem hacmi dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi.
1996 itibarı ile dünya yabancı yatırım stokları 3,2, dış borç stoklan da 2,2 trilyon doları bulmuştur. İkisi birlikte sermaye ihracı stokları 5,5 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu rakamın ezici çoğunluğu 5 büyük emperyalist kapitalist ülkeye, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan oluşan tefeci, rantiye asalak devlete aittir. İşte bu şekilde az sayıdaki rantiye, tefeci devlet dünya halklarının yarattığı değerlere krediler, borçlar ve yabancı yatırımlar yoluyla el koyar, bu ülkelerden devasa boyutlarda kârlar sızdırır ve bunları ekonomik ve politik açıdan kendilerine bağlı kılar.
Tefeci, rantiye devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir. Tekellerin azami kârlarının ana kaynaklarından birisi olan sermaye ihracı yoluyla bağımlı ülkelerin sömürülmesi az sayıdaki zengin, tefeci, rantiye ülkeyi geri kalan bütün insanlığın sırtına yapışmış ve onun gövdesinden geçinen bir kene, parazit haline getirir. Emperyalizm bu yüzden asalak kapitalizmdir.
Emperyalist sömürü ve talanın had safhalara ulaşması dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının emperyalizmi başlarından defetmesinin şartlarını olgunlaştırmaktadır. Dünya yeniden bir toplumsal alt üst oluşlar, devrimler ve karşı devrimler, savaşlar ve anti-emperyalist mücadeleler dönemine doğru hızla yol almaktadır. Karamsar olmak için hiçbir neden yoktur, aksine iyimser olmak için çok sayıda neden ve belirti vardır. Çağımız dün olduğu gibi bugün de emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır.

Ağustos 1998

Komünist Manifesto ve işçiler

Komünist Manifesto, bir devrimin içine doğdu ve ilk yıllarda işçilerin ancak küçük bir kesimi kurtuluşlarının formülünün bu eserde içerili olduğunu sezdiler. Galina Serebryakova’nın Ateşi Çalmak romanındaki işçi kahraman Johann Stock gibi. 19. yüzyıl işçi mücadelelerini Marx ve Engels’in yaşamı ekseninde romanlaştıran Ateşi Çalmak’tan Manifesto’ya ilişkin küçük bir bölümü okuyucuların dikkatine sunuyoruz. Eserin bütününün Manifesto’nun yazılış koşullarını anlaşılır kılması gibi aşağıya aldığımız bölüm de o dönemki Avrupa işçilerinin gelişkinlik düzeyi, sezgileri ve kavrayışları hakkında fikir vermekte, Manifesto’nun derin teorik sorunları nasıl işçilerin anlayacağı bir dille ifade ettiğini de gözler önüne sermektedir.

Stock ve Genevieve de Fransa’ya gitmeye hazırlanıyorlardı. Johann, Paris’te bir devrim olduğunu duyduğu an, şimdiye dek hiç hissetmediği ölçüde büyük bir heyecana kapılmıştı. Devrim! Ne kadar uzun süre ve ne kadar gergin bir şekilde onu beklemişti. Bu düşünce, nabzını hızlandırıyordu. Geçmişi yeniden canlanıyordu belleğinde. Lyon Ayaklanması, ‘İnsan Haklan Komitesi’, iki yıllık hücre hapsi. Bu, onun bir politik eylemci olarak sermayesi idi, devrimci adını taşımak için kazanılmış bir haktı. Prusya zindanında geçirdiği öldürücü yılları bile bir kayıp olarak saymıyordu. Orada sağlığını kaybetmiş ama kendisini tanımış ve bir savaşçı olarak güçlenerek çıkmıştı.
Cezaevinde geçirdiği korkunç yıllar için pişman değildi. Bu yıllar, en az gizli komplolar ve Auguste Blanqui’nin ‘Mevsimler Birliği’ne katılmak kadar çok şey kazandırmıştı ona. “Düşünmeyi ve hissetmeyi bilen bir insanın yaşamında hiçbir şey boşa gitmez,” diye düşünüyordu Stock.

(…)
Nihayet gidiş günü belirlendi. Belçikalı işçiler, Brüksel’i daha geç terk etmeyi düşünen Alman ve Polonyalı işçiler onları bir gün öncesinden uğurlamaya geldiler. Bira ve kahvaltılık getirdiler. Stock’un küçük odası kısa bir sürede gürültü ve dumanla doldu. Biraz içip kahvaltı ettikten sonra yapılacak yolculuğu konuştular, daha sonra ise birileri şarkı söylemeye başladı. Birden heyecanlanıp kızaran ve gençleşen Genevieve, Marseillaise’i tutturdu. Orada bulunanlar, marşın sözlerini çok iyi bilmiyorlardı ama nameler o kadar ateşliydi ki çağrısına aldırmaz davranamadılar ve hep bir ağızdan söylemeye başladılar
Genç Johann da büyüklerle birlikte, Büyük Fransız Devrimi’nin marşını söylüyordu. Garip bir sevinç ve endişe duygusu içini bürüdü.
Küçük Catherine, odayı dolduran sesleri şaşkınlıkla dinliyordu. “Şarkı diye buna derler işte! Onunla; yaşamak da, savaşmak da, ölmek de güzel,” dedi Stock. Şarkıdan sonra bir suskunluk oldu. Herkes, yolcuları ve çok şeyler vaat eden geleceği düşünüyordu. Aniden bir şeyi hatırlamış gibi, Stock, ceplerini karıştırdı ve bahar çimenlerindeki sarı sütlü otların renginde küçük bir kitap çıkardı. İşçilerden bazıları kitabı tanıdılar:
“Komünist Partisi Manifestosu!” Kitap elden ele dolaşmaya başladı; insanlar, kitaba dokunmadan önce, ince kabını kirletmemek için yara bere içindeki yorgun ellerini siliyorlardı. Basılı söze karşı her zaman özel bir saygı duyan Genevieve, kitabı karıştıran ve inceleyen işçilere endişeyle bakıyordu.
“Johann, eski dostum, sen ünlü bir kitap kurdusun. Ne olur, biraz oku,” dedi beyaz sakallı bir arabacı ve ekledi: “Otuz sayfa ya var ya yok ama söylediklerine göre, bütün kutsal kitaplardan daha bilgeymiş.”
Johann, lambayı kendisine yaklaştırdı ve okumaya başladı. Giriş, bütün dinleyicileri derinden etkiledi.
“Demek ki, şu komünizm, zenginler için çok korkunç,” dedi, beyaz sakallı aynı ihtiyar, sesli düşünerek.
Stock, gittikçe sesini yükseltiyor ve daha büyük bir zevkle okuyordu, işçiler ve zanaatkarlar, ‘Komünist Partisi Manifestosu’nun her sözcüğünü, her düşüncesini kavramaya çalışarak masaya yaklaştılar. Stock, okuyordu: “… Toplum gittikçe daha çok iki büyük düşman kampa, açıkça birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünür: Burjuvazi ve proletarya.” Okunanlara dalan Geneviève, büyük bir endişeye kapıldı. Zaman, onun için sanki hızla geriye döndü ve o, Lyon’un Croix-Rousse kenar mahallesindeki köprüde, kurşun yağmuru altında ipek parçaları ve su kabıyla nasıl süründüğünü gördü. Çatışma vardı. Yaralılar onu yardıma çağırıyordu…
Stock okumaya devam ediyordu: “… Modern devletin yönetimi, bütün burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komitedir yalnızca. … O; dinsel tutkunun, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın kutsal heyecanını, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel onuru değişim değerine indirgedi ve güvence altına alınmış ve kazanılmış sayısız özgürlüklerin yerine sadece tek bir özgürlük getirdi. Ticaretin insafsız özgürlüğü.”
“Gerçeğin ta kendisi,” dedi birkaç ses.
“… O; doktoru, hukukçuyu, papazı, şairi, bilim adamını kendi ücretli, emekçileri durumuna indirgedi.”
“Baba,” diye dayanamayarak sordu Johann, “demek ki, biz onu asla yenemeyeceğiz. Burjuvazi güçlü mü, dünyadaki her şeyden daha mı güçlü?”
Stock oğluna, Manifesto’nun sözleriyle cevap verdi:”… Burjuvazi, kendisine ölüm getirecek silahları yaratmakla kalmadı; bu silahı ona doğrultacak insanları da yarattı: Modern işçi sınıfını, proleterleri.”
“Görünüşe göre, her zaman olduğu gibi, yılanı öldürmek bizim görevimiz, bizim işimiz,” dedi aynı arabacı. Arabacı, kısa bir süre önce, Cabet sempatizanlığından vazgeçip komünistlerin saflarına geçmişti.
“Tabii ki! Başka kime güvenebiliriz?” diye bağırıştılar diğer dinleyiciler.
“Komünistler, diğer işçi partilerine karşı duran ayrı bir parti oluşturmazlar,” diye okumaya devam etti Stock. “Tüm proletaryanın çıkarları dışında ayrı çıkarları yoktur.”
“Dostum, bekle biraz,” diye rica etti, yakınlarda yaşayan, Stock’un dostu Kölnlü bir nalbant “Söyle bakalım bize, şu emekçilerin İncilini kim yazmış? Bu şarkıların şarkısını kim yazmış? Kabında hiçbir şey yazmıyor.”
“Komünist Partisi Manifestosu, bizim birliğimizin programı,” diye cevap verdi Stock. “Yazarları Karl Marx ve Friedrich Engels. Çok gençler ama bütün sorunlara çözüm yollarını bulmuşlar, çünkü onlar gerçek birer bilim-adamı.” “Altın kitap!” diye bağırdı birden birkaç kişi.
İhtiyar arabacı Stock’un omzuna vurdu ve konuşmaya başladı: “Kitabın başında şöyle diyor: ‘Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor.’ Çok güzel, şimdi bu hayalet Fransa’da ete kemiğe büründü. Ama Stock, umarım, burjuvazi, bizi, işçileri yine atlatmaz.” Geç saatlerde, Stock, masanın başında, kendi düşünceleriyle baş başa kaldı. Geneviève ve çocuklar derin bir uykuya dalmışlardı. Johann, bir kutsal kitap gibi değer verdiği ‘Manifesto’yu okumaya başladı.
Hayatı boyunca aradığı şeyi bulmuştu: Ona göre ‘Manifesto’, okuduğu bütün kitapların, duyduğu bütün sözcüklerin toplamı kadar değerliydi. Politik ve toplumsal yaşamın bütün alanlarını kapsayarak, Stock’a, mücadeleyi ve zaferi öğretiyordu. Terzi artık emindi ki; o, onun çocukları, onun sınıfı, ‘Manifesto’nun resmen ilan ettiği yeni, komünist toplumun yaratıcıları olacaklar. Gururlu bir sevinç, terzinin ruhunu sardı.
Ve uzun bir hapislikten sonra açılan hapishane kapısından çıkan bir mahkûmun ruh haliyle gülümseyerek tekrarladı:
“Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

(Ateşi Çalmak-2, Galina Serebryakova, Evrensel Basım Yayın, çev: N. Özkan, sf. 254-258)

Ağustos 1998

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑