“Konsept” değişiklikleri, anti-emperyalizm ve devrimcilik

Bir yılı aşkın bir zamandan beri “şeriat” ve “irtica” ile yatılıp kalkılıyor.
Başlangıçta, “askerin takıntısı” gibi piyasaya sürülen “irtica” ve “şeriat” kavramları, giderek, MGK’nın asker kanadının öncülüğünde, ekonomik ve siyasal sistemin yenilenmesinin manivelası olarak kullanılmaya başlandı.
Şablonculukla malul ve artık modası geçmiş bir çevre olduğuna inanan, bu yüzden de büyük bir hayal kırıklığı içindeki sözde Atatürkçü çevreler, askerin “çıkışı”yla birlikte yeni bir umutla ortaya afaldılar. Yeni Dünya Düzencileri karşısında teslim olan aydın çevreler, solda, sosyalizmde aradığını bulamayanlar; askerin şemsiyesi altında kendilerine dokunulmazlık edinmeye yönelip devrimcilik oynamaya soyundular. Süngünün temizlediği alanda politika yapmanın kolaylığı ile askerlere, askerlerin bile aklından geçmeyen ileri iddialar ve görevler yüklemeye koyuldular. Dahası, askeri müdahaleye teorik ve siyasal gerekçeler uydurarak asker müdahalesine, mantıksal ve siyasal bir meşruiyet kazandırma görevini üstlendiler. Öyle ki; askerin “şeriata karşı giriştiği cihadı” milat kabul ettiler ve gelişmeleri, “karanlık kuvvetlere karşı cumhuriyet ordusunun başkaldırısı”; “Cumhuriyet Devrimi Programı’nın yeniden ilan edilmesi” olarak değerlendirdiler. Hızını alamayanlar, askerlerin şeriata bayrak açmakla, ABD emperyalizminin Ortadoğu planlarını bozduğunu; artık TSK’nın sistemin, düzenin değil “devrimin ordusu” olduğunu ilan ettiler.
Örneğin, askerlerle ve askeri müdahalelerle tarihi yakınlığa sahip İlhan Selçuk, “ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra durum değişti. ‘Soğuk savaş’ başladı. Türkiye’de Amerikancı görüş ağır basınca, kırk yıl boyunca süregelen karşı devrimin ağırlığı demokrasiye de fırsat tanımadı. 12 Eylül 1980’den sonra öyle bir noktaya gelindi ki Sovyetler yıkılmasaydı Türkiye’de ‘Aydınlanma Devrimi’ belli ki karşı-devrimin karanlığında boğulacaktı… Devletin ‘Nato Gladio’sundan ve ‘Türk-İslam sentezinden kurtulması, demokrasi için birinci koşuldur; … 28 Şubat MGK toplantısı bu yolda tarihsel bir dönemeci vurguluyor.” (Cumhuriyet, 25 Mart’98)
“… Devlet derini de olsa sığı da olsa, artık değişiyor. Neden? Çünkü soğuk savaş bitti. Vaktiyle ‘komünizm canavarı’ ile uğraşan ‘derin devlet’ bu kez ‘irtica canavarı’nın en büyük tehlike olduğunu ayrımsadı. O irtica canavarı ki komünizm canavarına karşı vaktiyle devlet eliyle beslenip büyütülmüştü; şimdi mürteci, herkese Dr. Frankeştayn’ın laboratuarından kaçıp ortalığa çıkmış gibi geliyor.” (Cumhuriyet, 3 Nisan ’98)
Kendisi daha çok bir bilim ve kültür adamı, bir aydın olarak tanınan Emre Kongar, gelişmeleri dünyadaki “değişimle” açıklayarak; İlhan Selçuk’la aynı sözcükleri kullanarak şunları yazabildi: “Sovyetler çöktü. Soğuk savaş bitti. Devir değişti. Yani bugünkü kavga, askerlerle siviller arasında değil, 1970’li ve 1980’li yıllardaki asker-sivil ittifakı ile oluşturulan ‘dinci-çeteci’ devlet modeline karşı ‘demokratik hukuk devleti modelini’ savunan örgütlerin mücadelesidir.” (Cumhuriyet, 30 Mart ’98)
Yine Cumhuriyet’in ezeli köşe yazarlarından ve askerin nabzını ve tarafını tutmakta tutarlı Ahmet Taner Kışlalı ise; 1960’lardaki “cuntacılığın teorisi”ne dönerek gelişmeleri şöyle açıklıyor: “Asker 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün askeri olmaktan çıkmış…  yeniden 27 May ıs’ın askeri olmuş… Cumhuriyetin temel değerlerini benimsemiş olan sivil ve asker aydınlar yeniden aynı cephede buluşmuşlar… (Bunun) Neresi kötü?” (Cumhuriyet, 29 Mart ’98)
12 Mart ve 12 Eylül’ün mağduru Server Tanilli de, Cumhuriyetteki köşesinde askerlerin girişimlerine destek veriyor: “Çok istenirdi ki önce partiler uyansın ve bu gidişe ‘dur’ desinler. Ama böylesi bir uyanış olmadı. Asıl girişim, bir süredir ordudan geliyor; açık seçik görülen bu. Duruma bakıp kaygılananlar var. Ancak, ne Cumhuriyetimiz ‘Muz Cumhuriyeti’ ne de ordumuz böyle bir cumhuriyetin ordusudur. ‘Cumhuriyetin değerleri’ siviller kadar ordunundur da. ’50’lerden beri sürüp gelen karşı devrimin işgal ettiği mevzileri yeniden ele geçirme hareketi başlamıştır.” (Cumhuriyet, 27 Mart ’98)
Biraz kımıltı olan her yere külahını atıp yardakçılık yapmayı politik kariyer edinmiş Doğu Perinçek, askerin “şeriata karşı mücadele” çıkışında ezeli ittifakını bulmuş olmanın sarhoşluğu ile mesnetsiz atıyor. Askerin her açıklamasında, anti-Amerikan, devrimci, cumhuriyetçi yönler keşfedip, askerlerin devrimciliğine dair sayfalar dolusu methiyeler dizerek, “iktidara” yürüyor: “Artık Cumhuriyet Devrimi kuvvetleri ayağa kalkmıştır. Yeni bir döneme girdik. Bunu anlamak ve bilince çıkarmak her şeyden önemlidir.”(25 Mayıs ’97 Basın toplantısı) “Türkiye’de artık Devrimci Cumhuriyet Programını uygulayacak bir iktidarın ordusu vardır. Ordusu olmayan ‘iktidarlar’, bugün de görüldüğü üzere zaten iktidar değildir… Şeriatçıların ordusu yoktur; iktidar olamazlar… Artık bizim ordumuz vardır…” (10 Mayıs ’97, Basın açıklaması)
“1937 yılında Anayasa’nın 2. maddesine devletin nitelikleri olarak yazılan Altı Ok, bugün de Türkiye Devrimi’nin programıdır… İçine girdiğimiz Devrimci Cumhuriyet sürecinde hiçbir güç Altı Ok’un karşısında duramaz. (Doğu Perinçek, Sol Güçbirliği, Sol iktidar, Mart ’98)
Türk-İş, DİSK, TİSK, TESK, TOBB’dan oluşan “beşli” sözde sivil inisiyatif, Atatürkçü Düşünce Dernekleri (ADD), CHP gibi partiler ve örgütler de aynı platformda hareket ediyorlar. Bunlara göre de “Askerin şeriata karşı mücadele platformu” gerçekten şeriatçıları devletten temizlemeye ve püskürtmeye yöneliktir. “Devrimci cumhuriyet yasalarının yürürlüğe sokulmasından başka bir strateji ve amaca sahip değillerdir.     İçeride ve dışarıda olup bitenlerin bu askeri müdahaleyle bir ilişkisi yoktur. Tersine, ordu; durup dururken birden, “cumhuriyet”in, bir irtica tehdidiyle karşı karşıya geldiğini görmüş; bu yüzden de “Şeriata karşı mücadele bayrağı açmış”tır. Özellikle de, ordu bu girişimiyle, Türkiye’yi NATO’nun, ABD’nin sürüklediği “ılımlı İslam” ve “şeriat” batağından kurtarmak istemektedir. Bu yüzden bütün devrimci, ilerici güçler ordunun girişimine destek verip, demokratik, sosyal hukuk devletinin korunmasına yardımcı olmalıdır. Aksi halde modern cumhuriyet, ortaçağ karanlığına sürüklenecektir. Ordunun müdahalesine karşı çıkanlar ise; dönekler, Amerikan mandacıları, irticanın müttefikleridir vs. vs.

AMERİKAN İCAZETLİ ŞERİAT KARŞITLIĞI
İlhan Selçuk’tan D. Perinçek’e, Ahmet Taner Kışlalı’dan Emre Kongar’a kadar kendilerini Kemalist, hatta yerine göre sosyalist ilan eden kimi güçler, “beşli sivil inisiyatif”çiler, büyük patronların sözcüleri; özü ve kapsamı, Türkiye’nin uluslararası sermayeye, emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne tamamen bağlanması olan sermayenin yeniden yapılanma operasyonunu, “Devrimci cumhuriyet atılımı” olarak değerlendirip; bütün, ileri, devrimden, demokrasiden, Türkiye’nin bağımsızlığından yana olan güçleri bu askeri müdahalenin arkasında toplanmaya çağırmaktadırlar.
Bütün bu, askerin gündelik politikaya giderek derinleşen müdahalesine destek veren çevreler; kendi tutumlarının haklılığını kanıtlamak için, ABD ve NATO’nun İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ı destekleyerek, bu ülkelerde İslamı komünizme karşı kullandığını, bu yüzden de bu ülkelerde şeriatın güç kazandığını öne sürüyorlar.
Kuşkusuz, iddianın bu bölümü doğru. ABD ve NATO, 1950’lerden itibaren “Komünizmin yayılmasını önlemek için” İslam ülkelerindeki en gerici güçlerle birleşmiş, şeriatçılık da dâhil her tür dini eğilimi destekleyerek, anti-komünist bir platformda birleştirmiş, Türkiye’den Pakistan’a kadar uzanan hatta komünizmin güneye doğru yayılmasını önleyecek, bir “Yeşil Kuşak” inşa etmeyi amaçlamıştır. Bunda da bir hayli başarılı olmuştur.
Bugün ilericilik adına askeri müdahale şakşakçılığına soyunan hemen herkes, buraya kadar hemfikirdir. Ancak Sovyetler Birliği (SB)’nin yıkılmasından sonraki gelişmeleri açıklarken, Doğu Perinçek ile İlhan Selçuk, A. Taner Kışlalı, Emre Kongar gibi Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanan geleneksel “Kemalistler” arasında farklı bir değerlendirme ortaya çıkmaktadır.
Selçuk, Kışlalı, Kongar gibi düşünenlere göre; SB’nin yıkılmasından sonra ABD ve NATO, artık İslam’a ihtiyacı kalmadığı için şeriatçılara desteği kesmiştir. Bu yüzden de Türk ordusu, Amerikan baskısından kurtulduğu için yeniden Kemalist ilkelerine dönme ve şeriatı, 1930’larda olduğu gibi baş düşman ilan etme imkânı yakalamıştır. Eğer SB yıkılmasaydı, Türkiye’nin Cumhuriyet Devrimi, “Şeriatın karanlığında boğulup gitmiş” olacaktı. Allahtan SB yıkılmıştır! Nasıl ki; SB’nin kurulması cumhuriyetin kurulmasına yardımcı olmuşsa, yıkılması da cumhuriyetin ortaçağ karanlığında boğulmasını engellemiştir. Ordu artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün ordusu değildir; 27 Mayıs’ın, Kurtuluş Savaşı’nın ordusudur.
Bu yazarlardan yukarıda aktarılan görüşlerden açıkça anlaşıldığı gibi; kendilerine Kemalist diyenler, askerin yeniden kendisine dönmesini, şeriata karşı savaş açmasını, Amerika’nın icazetine bağlamaktadırlar. Yani, “eğer komünizm yıkılmasaydı”; ABD İslam’ı desteklemekten vazgeçmeseydi, ne ordu irticaya karşı savaş açabilir ne de Cumhuriyet Devrimi ilkelerini savunmak mümkün olabilirdi. Tersine, “Cumhuriyet ortaçağ karanlığında yok olup gider”di. İşte bugün, Cumhuriyet gazetesi, ADD ve çeşitli partiler içindeki bu geç kalmış sözde Kemalistlerin yeni cumhuriyet devrimi, “bağımsızlıkçılık” stratejisi, ne yazık ki, bu Amerikan icazetli strateji üstüne oturtulmuştur. Yani, bu keskin şeriat karşıtları ve anti-emperyalistler; bugün şeriata karşı bayrak açmış olmalarını; ABD’nin şeriatçılara destek vermeye artık ihtiyacı kalmadığı için mümkün olduğunu itiraf etmektedirler.
Bu Amerika’dan icazetli şeriat karşıtlarıyla arasından su sızmayan Doğu Perinçek gibilerine göre ise; dün olduğu gibi bugün de İslamcı partiler, tarikatlar, cemaatler ABD tarafından, asli müttefik olarak görülüp desteklenmektedir. Özellikle de Türkiye’de durum böyledir. Bu yüzden de askerlerin müdahalesi, şeriata karşı çıkmaları aynı zamanda Amerikancılığa da karşı; Cumhuriyet Devrimlerine sahip çıkma, Türkiye’nin bağımsızlaştırılması yönünde atılmış son derece önemli adımlardır. Bu temel nedenden dolayı, bugün askerlerin müdahalesine karşı çıkmak Amerikancılıktır, mandacılıktır, vs. vs.
Kuşkusuz, Perinçek asıl gerçeği biliyor ama burada bir gözbağcılık yaparak kendi postal yalayıcılığını gizlemeye çalışıyor. Şöyle ki; İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam ülkelerindeki irticai akımları ABD ve NATO’nun desteklediği; bu akımların her yolla palazlandırılmaya çalışıldığı doğrudur. Ama özellikle SB’nin yıkılmasından sonra, yani ABD’nin bir “Yeşil Kuşak” ihtiyacının kalmamasından sonra, ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin kendi dönemsel taktiklerinin asli unsuru olarak, bütün İslam ülkelerinde bu akımları destekledikleri tezi ise, doğru değildir.
Elbette ABD ve diğer emperyalist ülkeler, SB’nin yıkılmasından sonra da, çeşitli ülkelerde, işçi sınıfı ve halkı boyunduruk altında tutmak, demokrasi ve sosyalizm yolunda gelişmeleri önlemek üzere, çeşitli dini-politik fraksiyonlarla, partilerle yakınlaşma, bunlardan bazılarını destekleme gibi eylemlerde bulunmuşlardır, bulunmaktadırlar. Örneğin, Afganistan’da ABD, çeşitli dini partilerden en fanatiği olan Taliban’la ilişki kurmuş; Taliban’ın başarı kazanması için çaba da sarf etmiştir. Ya da Türkiye’de Refah’a karşı Fethullah Gülen’i tercih eden bir tutum takınmış; Gülen’e desteğini açıkça ifade etmiştir. Dahası ABD, RP’nin iktidarda olması konusunda kaygıları olsa da, RP’nin kapatılmasını da istememiş, en azından bir zaman sonra “lazım olacağını” düşündüğünden, askerlerin gönlünü hoş tutarken, RP’yi de silip atmamıştır. Ama bu, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi, İslam ülkelerindeki “İslamcı parti” ya da cemaatleri asıl müttefik görmekten gelen bir ilişki değildir.
Batılı emperyalistler; özellikle de ABD, SB’nin yıkılmasından sonra, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi şeriatla yönetilen ülkelerdeki eski yakın ilişkilerini sürdürmüştür. Ama Irak, İran, Suriye, Libya gibi “terörist ülkeler” kategorisine soktuğu ülkelere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir.
Bütün bunlardan önemlisi de; ABD’nin ve NATO’nun “savunma konseptleri”, SB’nin yıkılmasından sonra değiştirilmiştir. Bu değişiklikte, cılız da olsa anti-emperyalist, özellikle anti-Amerikan eğilimler taşıyan İslamcı parti ve çevrelere biçilen rol olumlu değil, olumsuzdur.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için sözü biraz uzatmak pahasına şunlara vurgu yapmak gerekir:
Bilindiği gibi NATO, komünizmin yayılmasını önlemek için kurulmuş anti-komünist bir pakttı. Bu yüzden de komünizme karşı olabilecek bütün imkânları seferber etme amacı güdüyordu. Sonradan SB’nin komünizmle ilgisinin kalmadığı dönemde, yine antikomünist niteliğini korudu; bütün anti-komünist güçleri etrafında toplayarak, komünizme karşı olmasının yanında Sovyet yayılmasını önleme hedefini belirginleştirdi. İslam içindeki gerici, şeriatçı akımlar da antikomünist bir platformda bulunduğu için NATO’nun potansiyel müttefikiydi ve NATO, gerek komünizme gerekse de Sovyet yayılmacılığına karşı, imkân bulduğu her durumda bu akımları destekleyip kendi hizmetine almayı amaçlıyordu. Bu yüzden de “Yeşil Kuşak”, bir ABD-NATO projesi olarak planlanıp uygulamaya sokuldu.
NATO’nun, SB’nin yıkılmasından sonraki yeni konsepti ise, “Terörizme karşı mücadele” olarak tarif edildi. Ve elbette bunların yanı sıra yeni konsept, NATO’nun görev bölgesindeki (NATO’nun görev bölgesi sadece Avrupa değil, artık dünyanın her köşesi olarak esnetildi.) iç ayaklanmaları, iç savaşları vb. kapsayan bir konsept olarak tarif edildi. Somali, Arnavutluk ve Bosna’ya yapılan müdahale bu doğrultudaki müdahalelerdi. Körfez Savaşı yine NATO merkezli bir savaş olarak planlanıp sahneye kondu.
Amerika’nın kendi savunma konsepti de değiştirildi.
SB’nin yıkılması öncesinde ABD’nin savunma konsepti; komünizmin ABD’de yayılmasını önlemeye yönelikti. SB’nin yıkılmasından sonra, bu “konsept” değiştirildi. Ve ABD Savunma Konsepti, iki maddede özetlenebilecek bir yaklaşıma indirgendi. 1) ABD’ye dışardan sızacak terörist grupların faaliyetlerinin önlenmesi, 2) Şehirlerde çıkabilecek ayaklanmaların önlenmesi ve bastırılması.
ABD ve NATO konseptlerinde vurgu yapılan “terörizm”i, basit gündelik dilde kullanılan bir terörizm olarak anlamak yanıltıcı olur. Tersine; buradaki terörizm kavramı; ABD’nin başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’nin, “tekellerin globalleşen dünyası”nın önündeki engeller olarak anlamak gerekir. Son 10 yılın uygulamalarından da açıkça görüldüğü gibi, ABD ya da diğer emperyalistler için, bir ülkede yönetimde bulunanların liberal, “sosyalist”, sosyal demokrat, radikal ya da ılımlı dinci olması hiç önemli değildir. Önemli olan, ülkeyi yönetenlerin, serbest piyasa ekonomisini benimsemesi; gümrükleri kaldırıp ülkeyi uluslararası tekellerin yağmasına açmasıdır. Irak’la ABD’nin arasının açılmasının nedeni, propaganda edildiği gibi Saddam’ın zalimliği, komşu ülkeler için tehlikeli bir saldırgan olması değil, Irak’ın petrollerini kendi denetimine almaya kalkmasıdır. ABD’nin, İran yönetimiyle asıl sorunu Mollaların dünya görüşleri değildir. Bugün Mollalar İran’ı uluslararası tekellere açmayı garanti etsin, ABD ertesi gün İran’a yönelik tüm yaptırımları kaldırır. Nitekim çıkarları öyle gerektirdiği için, İran’ı aşırı dincilikle suçlayan ABD, Afganistan’da İran’a göre çok daha fanatik Taliban’la temas kuran tek ülke olmayı göze alabilmiştir.
NATO ülkelerinde komünist işgale karşı kurulan “kontrgerilla örgütlenmesi”nin, emperyalizmi hedefleyen ulusal, demokratik ve sosyalist hareketlere karşı “Kriz Yönetim Merkezleriyle takviye edilmesi, hem emperyalizmin “konsept” değişikliğinin hem de bu konseptin içeriğinin anlaşılması bakımından önemlidir.
Burada hemen söyleyebiliriz ki; Türkiye’de Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kurulması da, NATO ve ABD’nin savunma konseptinin “komünist işgali” asıl tehlike görmekten “terörizm” ve “şehirlerdeki ayaklanmaları” asıl tehlike görmeye geçişle ilgilidir. Artık herkesin bildiği gibi; komünizme karşı mücadele döneminin “iç örgütlenmesi” kontrgerillaydı. NATO; muhtemel komünist ayaklanmalar için bütün NATO ülkelerinde kontrgerilla örgütleri kurdurmuş ve bu örgütler çeşitli provokasyonlar, cinayetler vb. ile gündeme gelmiş; pek çok Avrupa ülkesinde skandal-vari bir biçimde deşifre edilmişti. Türkiye’de ise; bu örgüt halen bir yanıyla çeteler, diğer yandan “Özel Kuvvetler Komutanlığı” olarak faaldir. Ve halen bir yandan ilericilere, devrimcilere, öte yandan Kürt mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Ancak, NATO’nun değişen konseptine bağlı olarak da 1995’ten beri önceki dönemden kalma örgütlenme yenilenmekte ve değişik isimler altında kurulan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi türünden yeni örgütlenmelerle takviye edilmektedir. Türkiye’nin Anayasası ve yasalarında yer almayan Kriz Yönetim Merkezi, NATO’nun konsept değişikliğine bağlı olarak kurulmuştur.
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kuruluş gerekçesinde kriz hali; “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabii afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır ekonomik bunalımların ve irtica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya birlikte vuku bulduğu haller” olarak tarif edilmiş ve kriz halinin 5. maddesi, kriz tanımını daha da somutlaştırmıştır (Madde 5-) “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzeninin, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet eylemlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin bozulması; terör olayları, kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemleri, etnik yapı, din mezhep farklılıklarından kaynaklanan olaylar, ağır ekonomik bunalımlar.”
İstanbul Barosu’nun, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin Anayasa ve yasalara aykırı olduğuna dair Danıştay’a başvurusu ve Danıştay’ın Başbakanlıktan “kuruluş gerekçesinin ne olduğu”na dair sorusuna Başbakanlık’ın, Danıştay’a gönderdiği yanıt aynen şöyledir: “Kriz yönetim sistemi, bugün üyesi bulunduğumuz NATO dâhil, tüm ülkelerde düzenlenmiş ve uygulanmıştır. NATO anlaşması gereğince devletimiz NATO’nun merkezi kriz sistemine dâhil olduğu gibi, ülkesinde de milli kriz yönetim sistemini kurmakla yükümlüdür.”
Kısacası; NATO’nun yeni konsepti, ülkelerdeki iç ayaklanmaları; yaygın grev ve iş bırakmaları ve kuşkusuz bunların yönelebileceği demokrasi ve sosyalizmi önlemeye yöneliktir. Türkiye’deki Kriz Yönetim Merkezi de, bir önceki dönemden kalan ve hâlâ faal olan kontrgerilla örgütlenmelerini takviye etmek üzere, bu amaca uygun olarak kurulmuştur.
Görüldüğü gibi; gerek ABD’nin, gerekse NATO’nun “savunma konseptleri”nin esasında, tüm İslam ülkelerindeki radikal ya da “ılımlı” İslamcı akımları, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi asıl müttefik görmeye zorlayacak bir ihtiyaç gözükmemektedir. Tersine, İslam ülkeleri; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi kukla yönetimli ülkeler bir yana bırakılırsa; dünyanın globalleşmesi önündeki engeller, “geri”, “kapalı”, “serbest piyasanın gelişmesine engel ülkelerdir. Dahası; “terörist ülkeler” olarak, Yeni Dünya Düzeni’nin “lanetli ülkeleri”nin başında İran, Irak, Suriye, Libya, Sudan gibi İslam ülkeleri vardır.
Demek ki; Doğu Perinçek’in bugün de ABD’nin, NATO’nun “Yeşil Kuşak” döneminde olduğu gibi “ılımlı İslam”ı desteklemeyi baş görev edindiği tezi, ABD’nin devrim ve komünizme karşı bugünkü taktik yönelimi ve çok sayıda İslam ülkesiyle ilişkileri dikkate alındığında, bir safsatadan ibarettir.
Olup bitenler, Perinçek’in ABD’nin “savunma konsepti”ne uyum için tezler geliştirdiğini gösteriyor. Örneğin 1987’de “Yeşil Kuşak” stratejisi halen geçerliyken, Perinçek RP’yi, türbancıları açıkça destekliyor; türbana karşı çıkanları “kışla yönetir gibi ülke yönetmeye kalkmakla” suçluyor; türbancıları ziyaret edip, “şeref defterine” demokrasi üstüne aforizmalar yazıyordu. Oysa bu dönemde “ılımlı İslam” hâlâ ABD ve NATO için başlıca müttefikti. Ancak ABD’nin konsept değiştirip, İran, Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerle olan ilişkilerinin de bir gereği olarak eskisine göre İslam’ı geriye ittiği koşullarda. Perinçek, şeriata karşı çıkma kahramanlığına soyundu. Dolayısıyla Cumhuriyet gazetesi çevresinin Amerikan icazetli “şeriata karşı savaş” taktiğini Perinçek, Amerikan ve NATO savunma konseptiyle uyumlu bir “şeriat karşıtlığı” olarak sürdürmektedir. Bu yüzden de sağa sola “Amerikan mandacısı” diye saldıran Perinçek’in gerçekte bunu, kendi mandacılığını saklamak için yaptığı açıkça anlaşılıyor.
Bu yazının bundan sonraki bölümünde, Perinçek’in ve arkasında saklandığı güçlerin tam bir Amerikan politikası izlediği daha iyi görülecek.

ORTADOĞU’NUN YENİ DÜZENİ: İSRAİL-TÜRKİYE OMURGA
ABD’nin Ortadoğu’da kurmak istediği yeni düzen göz önüne alındığında, kuklaları bir yana, bugün için ABD’nin gözünde İslamcı akımların “düştüğü” pozisyon daha da anlaşılır olacaktır.
ABD Başkanı George Bush döneminde; henüz SB yıkılmamışken hazırlanan ve Amerikan savunma konseptinin oluşturulmasına temel olduğu bildirilen raporda Ortadoğu ile ilgili şunlar yazıyor:
“Dünyanın bu kilit bölgedeki enerji kaynaklarına bağımlılığı ve bölgedeki ülkelerin çoğuyla güçlü ilişkilerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin başta gelen çıkarlarını oluşturmaktadır. .. Ortadoğu, Doğu-Batı arasındaki gerginlikler azalsa bile, Amerika’nın stratejik kaygılarının devam ettiği bir bölge olarak canlılığını koruyacaktır. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra, petrol nakliyatının serbest şekilde devamını da kapsayan çıkarlarımıza yönelik tehditler çeşitli kaynaklardan geliyor. 1983 ve ’84’te Lübnan, 1986’da Libya ve 1987-1988’de Basra Körfezindeki harekâtlardan oluşan, 1980’lerdeki müdahalelerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına yönelik Kremlin’in keyfine terk edilemeyecek tehditlere karşılıktı. Çıkarlarımızı bu bölgede koruma gereği devam edecektir. Bu nedenle Doğu Akdeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda denizlerdeki varlığımızı sürdüreceğiz. Belirli aralıklarla tatbikatlar yapacak, donanmamıza ev sahipliği yapan ülkelerden daha fazla destek sağlamaya ve bölgede teçhizat mevzilendirme imkânlarının artırılmasına çalışacağız. Özellikle nükleer, kimyasal ve kitleleri imha gücüne sahip öteki silahların yayılması ve bu silahlarla ilgili uzun menzilli taşıyıcı sistemlerin üretiminin durdurulması yolunda çaba harcama taahhüdü içindeyiz. Terörizmi ve yıkıcı faaliyetleri destekleyen devletlere baskı uygulayacağız, İsrail’in güvenliği için kalıcı taahhütlerimize uygun olarak Filistinlilerin meşru haklarını tatmin edecek şekilde düzenlenecek bir barış sürecini teşvik etmeye devam edeceğiz.” (George Bush Dönemi ABD Milli Güvenlik Stratejisi, aktaran Türk Tarihi Dergisi)
ABD tarafından Körfez Savaşı’ndan hemen önce yapılan bu saptamaların Körfez Savaşı ve onu izleyen yıllardaki Amerikan politikasına yön verdiğini biliyoruz. Dahası, ABD’nin Ortadoğu politikası, Körfez Savaşı sonrasında daha da netleşti. Savaşın hemen sonrasında Amerikan yetkililer; savaşın nedenini, açıkça; “Bölgedeki petrol rezervlerinin ve petrol geçiş yollarının güvenliği” olarak ilan ettiler. Savaş sırasında telaffuz edilen, “Kuveyt, Suudi Arabistan ve Emirlikler’de demokratik parlamentoların kurulması”, “bölgede demokrasinin yerleştirilmesi” vb. gibi gerekçelerin tıpkı, petrole bulanmış balıkçıl (Körfez Savaşı sırasında petrole bulanmış bir balıkçıl ikide bir ekrana getirilip, Saddam’ın denize bıraktığı petrolün nasıl çevre kirlenmesine yol açtığı anlatılmak istendi. Ama sonradan balıkçılın Körfez’de değil Kanada sahillerinde görüntülendiği ortaya çıktı.) gibi salt propaganda amaçlı olduğunu itiraf ettiler.
Körfez Savaşı sonrasında, ABD’nin Ortadoğu stratejisi açısından bölgedeki en önemli gelişmenin Türkiye ile İsrail arasında başlayan, “stratejik mahiyete” sahip “Askeri İşbirliği Anlaşması” olduğunu söylemek, gerçeğin kendisini ifade etmek olacaktır. Çünkü yaklaşık 50 yıldan beri ABD’nin başarmak istediği bir şeydi bu. Ve 1996 yılı sonunda imzalanan “Türkiye-İsrail Savunma ve Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşmalarıyla Amerika’nın 50 yıllık rüyası gerçek oldu. Bu iki temel anlaşma iki ülkenin ticari bakımdan yakınlaşmasını doğurduğu gibi; siyasi bakımdan da ilişkilerini hızlandırdı. Öyle ki; İsrail kurulalı beri ilk kez bir İslam ülkesiyle ortak askeri tatbikat yaptı.
Bölgedeki Amerikan stratejisi için, sorunu bulandıran ayrıntılardan arındırılırsa şunlar söylenebilir: ABD’nin Ortadoğu’daki asıl amacı, petrol rezervlerini denetlemek, petrol yollarının (denizyolu ve petrol ve doğalgaz boru hatları) güvenliğini sağlayan “tek ülke” durumunu korumaktır. Böylece ABD, sadece Ortadoğu değil Kafkasya ve Orta Asya’daki petrol ve doğalgaz yatakları bakımından da ek bir üstünlük elde etmektedir.
ABD’nin bu rolü yerine getirebilmesi için bölgede sağlam dayanaklara ihtiyacı vardır. İşte Türkiye-İsrail askeri işbirliği bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü bölgede ABD ile en sağlam ve kalıcı bağlara sahip iki ülke İsrail ve Türkiye’dir. Bu iki ülke ekonomik ve askeri güç bakımından bütün bölge ülkelerini dengeleyebilecek bir üstünlüğe sahip olduğu gibi, kültürel olarak da Batı ile sağlam bağlara sahiptir. Dolayısıyla bu iki ülkenin Amerikan stratejisi etrafında birleşmiş olması belirleyicidir.’İsrail ve Türkiye’den oluşan omurga sağlam olduğu sürece, bölgedeki diğer ülkelerin inişli çıkışlı, Amerikan yanlılığı ya da karşıtlığı çok önemli olamaz. Çünkü İsrail ile Türkiye’nin stratejik mahiyetteki birliği, bölgede Amerikan çıkarlarının savunulması için istikrarlı bir omurga oluşturacak mahiyettedir. Ve diğer ülkelerin Amerika’ya yakınlıkları, karşı olanların zaafları, bu omurga etrafında güce dönüşebilir.
İsrail’in Amerikancılığında bir sorun yoktu. Çünkü kuruluşundan beri İsrail varlığını ABD’nin şemsiyesi altında yaşamasına borçludur. Türkiye ise; 50 yıldan beri istikrarlı bir biçimde Amerikancı çizgi izlemiştir. Ama Türkiye’nin bir İslam ülkesi olması; birçok bakımdan belirsizlik yaratıyordu. Antiemperyalist demokratik hareketin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşın canlı ve oldukça güçlü olması; öte yandan kendisini İslamcı olarak tanımlayan ve görünüşte olsa bile Ban ile arasına mesafe koyan eğilimlerin güç kazanması, ABD’yi gelecek açısından zorlayıcı unsurlardı. Özellikle de İran Devrimi sonrası İslam dünyasında gelişen anti-Amerikan eğilimler, ABD için tehlikeli belirsizlikler taşıyordu. Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği Anlaşması, bu koşullarda, ABD için son derece önemliydi.
Türkiye, İsrail’le doğrudan problemlere sahip olan bir ülke değildi. Ama İsrail’in İran ve Arap ülkeleriyle kronik sorunlarının olması; Türkiye’nin de bir İslam ülkesi olarak bu sorunlarda taraf olmak zorunda kalması, Türkiye-İsrail arasındaki herhangi bir yakınlaşmayı önleyecek mahiyetteydi. Öte yandan, 1400 yıldır süren geleneksel Yahudi-İslam çatışması; Müslümanlar tarafından Yahudiliğin lanetli görülmesi, Türkiye ile İsrail arasında ciddi, kalıcı ve resmi yakınlaşmaları engelleyen bir unsurdu. Bu yüzden de hiçbir sivil hükümet, İsrail’le bu ölçüde yakınlığa cesaret edemezdi. Bunu elbette en iyi ABD’li ve İsrailli yöneticiler biliyordu. Bu nedenlerden dolayı Türkiye-İsrail Anlaşması askerler arasında yapıldı.
Herhangi iki ülke arasında süren ilişkilerde olağan olan, önce diplomatların, sonra siyasilerin eğer bir askeri anlaşma yapılacaksa en son da askerlerin katıldığı bir ilişkidir. Türkiye-İsrail Anlaşmasında tam tersi oldu. Önce askerler kendi aralarında (İsrail tarafı için prosedür normal işlemiş olmalı) anlaştı; ve bu anlaşma, içeriği de çok açıklanmadan, hükümete dayatıldı. Nitekim zamanın başbakanı Necmettin Erbakan, anlaşmayı bir hayli salladıktan sonra imzalamak zorunda kaldı. İsrail’e giden Türkiye Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı, İsrail’de devlet başkanı töreniyle karşılanıp büyük ilgi gördü. Bu ilgi, o sırada Genelkurmayca arası hayli açık olan Refah-yol Hükümeti’ne karşı bir tavır gibiydi de. Sonuçta, hükümetin ayak sürümesine karşın, bugün bile içeriği kamuoyuna açıklanmamış İsrail-Türkiye Savunma işbirliği ve Savunma Sanayi İşbirliği
Anlaşması yürürlüğe girdi.
Refah Partisi, Türkiye’de iktidar olmanın vizesinin ABD’den geçtiğini biliyordu. Bu yüzden de bir iki “seçmene selam” babından şov dışında ABD’nin gönlünü hoş edecek açıklamalar yaptı. Özellikle asker tarafından sıkıştırılınca iki bakanını ABD’ye gönderdi. Devlet Bakanları Abdullah Gül ve Recai Kutan, ABD’yle hükümet arasında yakınlık kurmak için Washington’da günlerce kapı kapı dolaştı. Orta düzeyde Amerikalı memurların kapısında günlerce beklediler, ama ya görüşecek kimseyi bulamadılar ya da baştan savıldı. Aynı günlerde ABD’de bulunan Orgeneral Çevik Bir ise; sanki hükümete inat, büyük itibar gördü. Çevik Bir, Sincan’da sokağa çıkan tankların “hükümete balans ayan” yaptığını Washington’da gazetecilerin önünde söyledi. Amerikan yönetiminin demokrasi duyguları bu açıklamadan asla rencide olmadı. Sadece Çevik Bir’in itibarı arttı. Besbelli ki askerin girişimine ABD onay veriyordu. ABD’nin de açıkça askerlerin arkasında yer aldığının anlaşılmasından sonra Refah-yol’un gidişi hızlandı. Bu, RP’nin kapatılmasına da yeşil ışık yakılmasıydı.
Gerçi ABD, RP’nin kapatılmasından pek hoşnut olmadığını açıkladı. Ama bu, sadece “demokrasi icabı” yapılmış bir açıklama olarak kaldı.
Nisan ayı başında ABD’yi ziyaret edip, Beyaz Saray, Milli Güvenlik Kurulu, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının üst düzey yetkilileri ile görüşen Gazeteci M. Ali Birand, Refah Partisi’nin kapatılmasına gelen süreçte ABD’nin tutumunu; Beyaz Saray’daki üst düzey bir yetkilinin ağzından şöyle aktarıyor:
“Dışişleri Bakanlığı ve bazı sivil örgütler, Refah-yol’a zaman kredisi verilmesinden yanaydılar. Ancak, Türkiye’deki laik çevreler ve TSK’nın kaygıları arttıkça, Ankara’dan Washington’a Pentagon kanalıyla mesajlar gelmeye başladı. Refah’ın yarattığı kuşkuları Pentagon, Beyaz Saray ve Milli Güvenlik Konseyi’ne çok etkili şekilde aktardı ve politika değişti.” ( Aktaran M. Ali Birand, Sabah, 15 Nisan 1998)

ANTİ-EMPERYALİZMİN VE İLERİCİLİĞİN KISTASI NEDİR?
Askerin artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün askeri olmadığını iddia eden “Kemalist” çevreler; askerlerin şeriatçılara yüklenmesine tek dayanak olarak Türkiye’nin Mili Savunma Konsepti’nde şeriat tehlikesinin birinci sıraya yükseltilmesini gösteriyorlar. Mademki artık askerler, şeriatçıların arkasındaki desteği kaldırmışlar, hatta şeriata karşı kılıç çekmişlerdir; öyleyse yeniden o milli kurtuluş yıllarının, Cumhuriyet Devrimi’nin askerleri olmuşlardır! CHP, ADD, Cumhuriyet gazetesi çevresi gibi geleneksel Atatürkçüler, bu noktada dururken, D. Perinçek avanesi daha ileri giderek; ordunun devrimin ordusu olduğunu, bu yüzden sağcıların artık iktidar olamayacağını, ancak solun iktidar olabileceğini öne sürerek; devrimin programını bile yayınladı: “Devrimin programı altı ok”tur; Perinçek ve adamlarına göre.
Peki, öyleyse, devrimcilik, solculuk nedir?
Elbette ki; soyut planda, her zaman geçerli genel bir devrim ve devimcilik tanımı yapılabilir, ama yaşamda devrimci olmak, sadece genel tanıma uyuyor görünmekle sınırlı olamaz.
Örneğin Türkiye’de ABD’nin laikliğin karşısında olması, ya da laik olmayan şeriatçıları desteklemesi demek, bırakalım başka şeyleri, Türkiye-İsrail Anlaşmasını riske etmesi demektir. D. Perinçek’in Türkiye’de ABD’nin şeriatçıları destekliyor zırvasına inanılırsa, ABD, Türkiye-İsrail Anlaşmasına karşıdır demek gerekecektir.
Ama bugün dünyadaki durum, ABD başta olmak üzere emperyalizmin stratejisi, hiç de böyle değildir. Tersine ABD ve batılı emperyalistlerin İslam ülkelerindeki laik düzenlerle bir çatışması yoktur. Onları bütün geri ve az gelişmiş ülkelerde rahatsız eden, bu ülkelerdeki globalizmi önleyen eğilimler; gümrük duvarları; KİT’ler, bu ülkelerin var olduğu kadarıyla ulusal sanayileri, tarımlarıdır. Ortadoğu’da bu genel stratejiye, petrol rezervlerinin elde tutulması ve petrol geçiş yollarının güvenliği sorunu eklenmektedir. Bu yüzden de bugün ilericiliğin, antiemperyalist olmanın kıstası; ne laik olmak, ne de şeriata savaş açmış olmaktır. Bugün ilericiliğin kıstası; dünyayı bir avuç uluslararası tekelin talan alanı haline getirmeyi amaçlayan emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme; özelleştirmeye, esnek çalışmaya; sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Emperyalizmin ve globalleştirmeci saldırganlığının ülke içindeki temel dayanağını oluşturan işbirlikçi tekelci burjuvazinin egemen olduğu mevcut düzene, onun antidemokratik, faşist siyasal örgütlenmesine karşı çıkmaktır. Engelleyici başlıca gücün askerler olduğu demokrasiyi ve politik özgürlükleri istemektir. Bugün askerin gündelik politikaya müdahalesinde, laiklik savunusunda, modernizm taslamasında emperyalizmin ana amaçlarıyla çatışan hiçbir şey olmadığı gibi, tersine 28 Şubat bildirisinin bir maddesi de “özelleştirmeye hız verilmesidir. Bunun da ötesinde askerlerin holdingi OYAK; enerji, Telekom ve POAŞ özelleştirmelerinden pay almak için kollan sıvamışta Hele ilericilik, antiemperyalistlik tartışması Türkiye’de ise; ilericiliğin ilk koşulu, Ortadoğu’da emperyalizmin planlarını bozan bir tutum benimsemektir. Olup biten ise tam tersidir. Bugün askerin politikaya müdahale edip politik gidişata yön verir bir pozisyona geçmesinin nedeni; tam da ABD’nin planlarına istikrar kazandırmak içindir. Çünkü bölgede emperyalizmin istikrarının temeli İsrail-Türkiye Askeri İttifakıdır ki; bu ittifak yukarıda da belirtildiği gibi askerlerin eseridir. Dahası askerler, egemen sınıfların uluslararası kapitalizme entegre olma girişimlerinin istikrarının da temel unsuru olarak rol almışlar; burjuva partileri arasındaki çatışmayı bastırmanın da etkin gücü olmuşlardır. “Laik demokratik düzenin korunması” bu asli görevlerinin yerine getirilmesinde bir bahane olarak kullanılmıştır. Eğer askerler, “RP, Türkiye-İsrail Anlaşmasında güvenilmez bir partidir, bu yüzden Refah iktidardan gidecek” deselerdi, buna kimseyi ikna edemezlerdi. Ama “Laiklik elden gidiyor” diyerek ilerici, demokrat muhalefeti bölüp yedekleyerek bir taşla iki kuş vurmuşlardır. Anti-emperyalistlik, ilericilik, anti-Siyonistlik konusunda bugüne kadar öne çıkan politik ve aydın çevreleri kendi peşlerine takmış; böylece antiemperyalist, anti-Amerikan, anti-Siyonist mücadele güçlerini parçalamışlardır.
Kendisine Kemalist diyenler, Cumhuriyet gazetesi çevresi, D. Perinçek; her vesile ile özelleştirmeye karşı olduğunu söylüyorlar; İsrail’le işbirliğine karşı çıktıklarını söylüyorlar; yerine göre emperyalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne yüksek perdeden “kahrolsun” diyorlar. Ama kalkıp bütün bu “kahrolsun” dedikleri şeyleri “yaşatacak” olan ve bu politikaların bel kemiği olan askerleri Cumhuriyet Devrimleri’nin koruyucusu, ulusal kurtuluşçu, devrimci, antiemperyalist, bağımsızlıkçı ilan ediyorlar. Yani lafta anti-emperyalist, devrimci; pratikte ise emperyalizmin politikalarının uygulayıcılarının baş destekçiliğine soyunuyorlar. Şimdi bunların özelleştirmeye karşı oluşlarına, anti-emperyalistliklerine, anti-Siyonistliklerine, solculuklarına, devrimciliklerine nasıl inanılabilir?
Kuşkusuz RP ve çeşitli türden tarikat çevrelerinin anti-Siyonistliklerinin, yerine göre İslam adına Amerika’ya karşı çıkar görünmelerinin demokratik, ilerici, anti-emperyalist muhtevası yoktur. Bu yüzdendir ki onlar, özelleştirmeye karşı çıkmıyor, tam tersine destek veriyorlar; uluslararası tekellerin Türkiye’yi yağmalamasına, emperyalizmin Ortadoğu’da üslenmesine ses çıkarmıyorlar. Bir anlamıyla sorunu bir İslam-Yahudi, İslam-Hıristiyan çatışması olarak gördüklerinden, daha doğrusu çıkarları ve uluslararası tekellerle ilişkileri nedeniyle böyle görmeleri gerektiğinden karşı olduklarına lafta karşı olmaktan öte bir tavır benimseyemiyorlar. Ve emperyalizmin (işbirlikçi sermaye ile birlikte) beslediği bir siyasal akım olarak, tekelci efendileri tarafından geçici de olsa geriye çekildiklerinde, tamamen kendi durumlarına ilişkin olarak lafını etmelerinin ötesinde ne demokrasi ne de özgürlük davasıyla bir ilişkileri vardır. Karakterleri demokrasi düşmanlığıyla yoğrulmuştur.
Son 50 yılın gelişmeleri göstermiştir ki; Türkiye’de ABD’nin pratik politikalarının aşıl dayanağı askerler olmuştur. Zaman zaman şu parti, zaman zaman bu parti Amerikancılıkta perva tanımamıştır. Ama zamanı gelince ve artık o parti kendisinden bekleneni yapamaz duruma gelince ABD tarafından feda edilmiştir. 1960’larda Demokrat Parti, 12 Mart’ta AP, 12 Eylül’de bütün düzen partileri, bölgede ABD’nin çıkarları uğruna feda edilmiş; askerle ittifak ise kesintisiz sürebilmiştir. 27 Mayıs’tan ABD’nin haberi vardır ve önlemek için ABD herhangi bir çaba harcamamıştır. 12 Mart ABD’nin desteğinde gerçekleşmiştir. 12 Eylül ise; zamanın ABD Başkanı’nın ifadesiyle “Bizim çocuklar tarafından yapılmış”tır. (Şimdi siyasal İslam’ın geriye itilmesi de, feda edici benzer bir gelişmedir.)
Sabah Gazetesi Yazan M. Ali Birand’ın son Washington ziyaretinde, Beyaz Saray yetkilisi, ABD’nin TSK konusundaki görüşlerini şöyle aktarıyor: “Washington için Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önüne hiçbir şey geçemez. Amerika, Refah ‘ı korumak pahasına ne TSK ile ilişkilerini bozar, ne de Türkiye ile ilişkilerini tehlikeye sokar. Türk kamuoyunun anlamadığı da budur. Washington TSK’ya sivil hükümetlerden daha fazla inanır ve güvenir. Daha ciddi bulur. Önemli sorunları da askerlerle daha kolay halledeceğine inanır. Bundan dolayı Refah ‘a bir noktaya kadar -o da değişimlerin etkisiyle- göz yumuldu. TSK tutumunu sertleştirince Clinton yönetimi de tutum değiştirdi.” (Sabah, 15 Nisan 1998)
Bir askeri yetkili ise Türkiye’deki askerler için düşüncelerini M. Ali Birand’a şöyle aktarıyor: “Türk ve Amerikan askeri birbirini tanır. Bir bölümü okuldan, bir bölümü Washington veya Ankara’daki görev sırasındaki tanışıklıktan kaynaklanır. Yani Washington’da Deniz Baykal tanınmaz, ancak Çevik Bir tanınır. Asıl önemli yanı, Washington, Türk Genelkurmayının verdiği söze daha çok güvenir. Zira Türk Genelkurmayı boş yere söz vermez.”
Görüldüğü gibi ABD için askerin yeri tamamen “başka”dır. Onlar ABD’nin kadim müttefikidir. Dinci ya da laik düzen partileri, şu ya da bu örgütler, çeşitli tarikat çevreleri örneğin Fethullah Gülen Cemaati (ve hatta ne denli geri çekilmiş olursa olsun Erbakan ve benzerleri); ABD için elbette çıkarları için kullanılacak imkânlardır ve bunları zaman zaman ya da yeri geldiğinde kullanmak için değerlendirecektir. Ama Türkiye ve bölgenin özellikleri, onun için askerleri ayrı bir yere koymayı gerektirecek durumdadır.

BAZI SONUÇLAR
Yukarıda söylenenleri şöyle toparlayabiliriz:
1) Askerin gündelik politikaya müdahalesinin antiemperyalist, demokratik, devrimci, ilerici bir yönü yoktur. Tam tersine; müdahalenin amacı, bu çürümüş sistemi ayakta tutmak, onun tahrip olan yönlerini restore edip emperyalizmin globalleşen dünyasına Türkiye’nin adaptasyonu için engelleri ortadan kaldırmak, demokratik Türkiye’nin ve sosyalizmin önünü kesmektir. “Laik demokratik düzeni savunmak”, “Atatürk devrimlerini korumak” iddiası, asıl amacı saklayan bir perde görevi görmek üzere öne çıkarılmaktadır. MGK tarafından yapılan ve şeriatı “bölücülük”le birlikte “birinci tehlike” durumuna getiren “konsept değişikliği”, aslında “Türkiye’nin savunma konsepti” ile NATO’nun, ABD’nin savunma konsepti arasında uyum sağlamaya yöneliktir.
2) Bugünün dünyasında laisizmi savunmanın emperyalizmin amaçlarıyla çelişmediği ortadadır. Tersine, emperyalizm için şeriatçılık ve onun değişik versiyonları, belirli ülkeler açısından bugün için emperyalizmin başlıca müttefiki olma özelliğini yitirmiştir. Bir avuç tekelin dünyayı talan etmesi demek olan globalizm ve Ortadoğu’daki Türkiye-İsrail Anlaşması, ABD ve emperyalistler için hayati öneme sahiptir. En azından İran ve Libya’ya yaklaşımlarıyla bu politikalarla çelişecek eğilimler taşıyan şeriatçıların Türkiye’de iktidar olması Amerika tarafından istenmemiştir. Bu yüzden de şeriatçılığa karşı çıkan emperyalizme de karşı çıkar demek, emperyalizme hizmet için bilinçli bir çarpıtma değilse, aşırı saflıktır. RP (FP), BBP, değişik şeriatçı kesimler, yerine göre Türkiye-İsrail Anlaşmasına, ABD’nin çeşitli politikalarına karşı çıkar görünüyorlar. Ama karşı çıkış temelleri demokratik, anti-emperyalist bir muhteva taşımıyor. Tam tersine 1400 yıl öncenin ilkeleriyle oyalanıyorlar. Halkın en geri duygularına hitap ederek, emekçilerin yollarını karartıyorlar. Bu yüzden de bir yandan emperyalizme karşı olduklarını söylerken, öte yandan emperyalizmin dünya egemenliğinin aracı olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, globalizme karşı çıkmıyor, çıkamıyorlar. Bunlara karşı çıkmanın gereksindiği iç gericiliğe karşı çıkmak ve demokrasi yanlısı olmak ise, şeriatçılar açısından tamamen lükstür. Tersine gerici ve demokrasi karşıtı konumdadırlar.
3) Bugün anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, devrimci, ilerici olmanın ilk koşulu, globalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne, bunların uygulamadaki görüntüleri olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Türkiye ve emperyalizmin Ortadoğu politikaları açısından emperyalizmin Ortadoğu planlarına karşı çıkmak, Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği’ne karşı olmak; bu politikayı destekleyenlere karşı mücadele etmektir. Bu anlaşılmadıkça, ilerici anti-emperyalist güçlerin, demokrasi güçlerinin birleştirilmesi mümkün olamaz.
4) Bugün Türkiye’deki emperyalizmin ve ABD’nin temel dayanağı olan askerlerin gündelik politikaya müdahalesini savunmak, emperyalizmin müttefikliğidir. Bu temel konuda emperyalizme destek verdikten sonra, “Ben emperyalizme karşıyım, özelleştirmeye karşıyım, Türkiye-İsrail Anlaşması’na karşıyım” demek, bunu diyenleri ne anti-emperyalist ne de ilerici yapar; sadece ikiyüzlü şarlatanlar ya da aşırı saflar yapar. Bu yüzden de bugün askerin açtığı alanda ilericilik, anti-emperyalistlik taslayanlar, emekçi yığınların kafasını karıştırmaktan, anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesini arkadan hançerlemekten öte bir rol oynamıyorlar. Çünkü askerler; yedeklerine aldıkları “siviller”in bu asıl işlevlerini yerine getirdikten sonra, lafta keskin sözlerle emperyalizme karşı çıkmanın bir sakıncasını görmeyecek kadar politika biliyorlar. Perinçek, Cumhuriyet gazetesi çevresi, ADD, CHP gibi partiler ve örgütler, keskin laisizm savunuculuğu arkasında, bugün ilerici, demokratik, anti-emperyalist güçleri bölen, askerin “Özel Harp Taktiğinin bir aleti rolünü üstlenmiş bulunuyorlar.

Haziran 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑