Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller, paylaşılmış pazarları yeniden paylaşma yönündeki girişimlerini değişik yol ve yöntemlerle; şantaj ve tehdit, baskı ve “anlaşmalarla sürdürüyorlar. ABD’nin Türkiye’deki enerji tesislerinin özelleştirilmesine “ABD’li yatırımcıların” katılabilmesi için önkoşul saydığı “uluslararası tahkim” uygulamasının hükümet tarafından yasalaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde gündeme getirilen “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI) ile, emperyalizm ve uluslararası tekellerle bağımlı geri ülkeler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi öngörülüyor. “Tekellerin anayasası” olarak adlandırılan bu uluslararası anlaşma kapsamında sistem yeniden biçimlendiriliyor. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI), uluslararası garantiye bağlanmış ve sınırlamaları, emperyalist büyük devletler ile uluslararası dev tekeller lehine ortadan kaldırmayı öngören bir anlaşma. Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 29 ülke tarafından imzalanması için çalışmalar yürütülen bu anlaşma ile geri, az gelişmiş ve bağımlı ülkelerin kaynaklarının, emek ürünü zenginliklerinin ve ticaretinin uluslararası tekellerin denetimine verilmesi ve bağımlı ülkelerin “koruyucu tedbirler” kapsamında geliştirdikleri “ulusal önlemler”in kaldırılması öngörülmektedir. Uluslararası tekeller, bu anlaşma ile, bağımlı ülkelerin iç hukuk ve ticari yasalarının geçersizleştirilmesi ve “devletler-üstü” uluslararası ticari hukuk uygulamasını yasal dayanağa kavuşturuyorlar. Buna göre, bu anlaşmaya imza atmış ülkeler, peşinen uluslararası yaptırımlara tabi tutuluyor, şu ya da bu nedenle zarara “uğratılmış” tekelin zararını üstlenmeye mahkûm ediliyorlar.
Türkiye’nin de taraf olduğu bu anlaşmaya göre uluslararası tekeller, her sektörde (anlaşmada “askeri sanayi dışında” denmekle birlikte, askeri alana sızmak bunlar için her zaman olanaklıdır) mülkiyet sahibi olabilecek, doğrudan ve yerli ortak bulma zorunluluğu duymadan yatırım yapabilecek, sermayenin girdiği ülkede istihdam sağlaması, yatırım yapması ve ileri teknoloji getirmesi (transfer etmesi) gibi koşullar uygulanmayacak, doğal ve hammadde kaynaklarının kullanımıyla ilgili herhangi bir kısıtlama olmayacak, ara malların ülke içinden sağlanması koşulu öngörülmeyecek, kâr transferine sınır konmayacak, ürünlerin ihraç zorunluluğu olmayacak, işgücü fiyatları ile sosyal haklar ve işçi örgütlerinin durumu anlaşmaya taraf uluslararası tekellerin çıkarları tarafından belirlenecek, vb. MAI’yi imzalayan ülkelerin başında birkaç büyük emperyalist devletin yer alması, bu anlaşmanın çerçevesinin mali sermayenin ihtiyaçları tarafından belirlendiğini gösterir. Bu bakımdan MAI’yi, mali sermayenin uzun erimli bir hamlesi olarak da ifade edebiliriz. Bu anlaşma, burjuva propaganda merkezleri tarafından sürekli gündemde tutulan bir konuyu; emperyalist entegrasyon ve bunun yol açacağı varsayılan “liberal demokrasi” ve özgürlükler sorununu da yeniden tartışma gündemine getirdi.
MAI, “bütün sınırların ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasının aracı olarak gösteriliyor. OECD Başkanı, bunu, “biz globalizmin anayasasını yapıyoruz” biçiminde ifade etti. MAI ile emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekellerin dünya hâkimiyeti için sürdürdükleri rekabetin “yasa”larının belirlenmesinin hedeflendiğini söyleyenler de eksik değil.
Bir şey kesin; bu anlaşma tekellerin egemenliğini güçlendirmeyi amaçlıyor ve ABD’nin ve AB üyesi emperyalist ülkelerin gelecek kapışma hazırlıkları kapsamında gündeme getirilen saldırılardan birini oluşturuyor; güç ilişkilerinin yenilenmesi ve yeniden düzenlenmesiyle de ilişkili bulunuyor. (Diğer yandan biliyoruz ki, anlaşma ve yasalar neyi içeriyor olursa olsunlar, tekellerin egemenliği çağında ilişkileri belirleyen başlıca şey sahip olunan güçtür. Emperyalist ülkeler arasındaki “bloklaşmalar, anlaşma ve savaşlar, bu güç ilişkilerindeki değişmeye ve pazar gereksinmesine bağlı olarak gündeme gelmektedir. 1. ve 2. Dünya Savaşları aynı nedenlerle ve emperyalistler arası çelişkilerin ürünü olarak patlak verdiler.) Avrupalı emperyalistler ve uluslararası tekeller, bu anlaşma ile aynı zamanda kârlarını düşürecek engel ve harcamaları azaltmak ya da ortadan kaldırmak ve çevrenin korunmasının zorunlu kıldığı harcamadan kurtulmak istemektedirler. Bu anlaşma ile küçük ve orta işletmelerin yıkım fermanı bir kez daha veriliyor, rekabet ve yok etme mücadelesi daha keskin bir hal alıyor. Çünkü tekeller çağında tekel yasaları işler. Tekeller ise, gittikleri her yere kendi yasalarını da götürürler: Yoğun sömürü, siyasal gericilik, özgürlüklerin reddi ve tahakküm. Bu yasa ile yutma ve yağmalama daha da kolaylaşıyor, “koruyucu” tedbirler, “gümrük vergisi” vb. gibi uygulamalar kaldırılarak, geri ülkelerin pazarları tekellerin amaçlarına daha fazla uygun hale getiriliyor. Geri ve bağımlı ülkeler, uluslararası tahkime açılıyor, uluslararası ticaret mahkemelerinin kararları kesin bağlayıcı özellik kazanıyor, özelleştirme vb. yollarla bu ülkenin enerji, maden, telekomünikasyon, demiryolu gibi işletme, kaynak ve altyapı tesislerinin tekellere peşkeş çekilmesi uluslararası bir alanda yasal hale getiriliyor.
Bu anlaşma, bağımlı ülkelerde devletin politik veya ekonomik herhangi bir uygulamasının ya da örneğin işçi grev ve eylemlerinin neden olabileceği zararların, ilgili devletten tazmin edilmesini öngörüyor. Bu ise, işçi ve emekçilere yönelik baskının uluslararası dayanaklarıyla daha da güçlenmesinin yollarını açıyor. MAI, uluslararası tekellerin mali gücünün, politik ve ekonomik etkinliğinin daha da artmasına hizmet ediyor. Bu yönüyle, yüzyılın başından bu yana devam eden bir gelişmenin yeni bir halkasını oluşturuyor.
Türkiye’nin işbirlikçi büyük tekel gruplarının bu anlaşmaya herhangi bir itirazları olmadı. Bunda bir olağan dışılık da yok. Çünkü onlar zaten çeşitli uluslararası büyük tekellerle ilişki içinde faaliyet yürütüyor, tekel kârı sağlıyor ve ülke ekonomisinin kilit sektörlerini ellerinde tutuyorlar. (Örneğin Koç Grubu’na bağlı OTOSAN, dünya otomobil sektörünün önde gelenlerinden Ford Motor Company ile ortaklık halinde üretim yapmaktadır. Sabancı Japon tekelleriyle ortaktır. Fransız otomobil tekeli Renault, OYAK ile ortaklık halinde araba üretmektedir vb. Ford’da 371 bin kişi çalışmaktadır, bu tekel dünyanın 33 ülkesinde faaliyet yürütmektedir.)
MAI, TEKELLERİN PAYLAŞIM SAVAŞI VE TEKELCİ EGEMENLİK
“Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının açıklanan gerekçesi, üye ülkelerin “toplam pazarı”nda sınırlamalarla karşılaşmaksızın yatırım yapmalarını sağlamaktır. Yani bir tür tekelci “serbest rekabet”! Ancak, bu tür bir gerekçe, en azından yüzyılın başından bu yana, dünya pazarlarının emperyalist ülkeler ve tekeller yararına yağmalanmasının örtüsü oldu. Bağımlı, sömürge ve geri ülkelerle emperyalist ülkelerin, ilişkilerinde ve ticaretlerinde “eşit olanaklar”a sahip olabilecekleri yönündeki her iddia, bu eşitsiz ilişkiyi gizlemeye yönelik bir yan taşımaktadır. İleride göreceğimiz gibi, tekellerin doğması, laissez-faire (bırakınız yapsınlar) anlayışının geçersizliğinin de ilanı oldu. Artık bütün ekonomik yaşam -yaşamın diğer alanları da-, tekellerin çıkarlarınca yönlendirilmektedir. Bağımlı bir ülkenin, ileri kapitalist ülkelerde serbestçe yatırım yapması ve bunu sürdürmesi, tekeller döneminde imkânsız denecek kadar zor olmasına karşın; burjuva propagandası bunun imkân dâhilinde olduğunu ileri sürerek, sömürü ve sömürgecilik bağlantısının üzerini örtmektedir. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” farklı bir içeriğe sahip değildir. “Yatırım hakkı” anlaşma ile yasal garantiye bağlanmasına karşın, yatarımı yapacak olan -yapıldığı koşullarda-, bu anlaşmanın mimarı emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller olacaktır.
Diğer yandan MAI, spekülatif sermayenin tüm ekonomik hareketi belirleyen bir güç haline geldiği yönündeki burjuva demagojisinin geçersizliğinin ilanı oldu. Sermayenin finansal hareketini, yüzyılın aşılmaz ve yeni olgusu olarak gösterme eğilimindeki kimi burjuva iktisatçılarına karşın, uluslararası tekeller, bu anlaşma ile üretimin tüm ekonomik hareketin ve toplumsal yaşamın zorunlu temel öğesi olduğunu “unutmadıklarını” gösterdiler! Batılı emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, ekonomik, politik ve askeri bloklaşmalar ve anlaşmalarla, dünya pazarlarını bir bakıma “yeniden paylaşma”ya girişirlerken, geri ve bağımlı ülkelerin pazarlarına yönelik bu paylaşım, sanayi ve ticarette kıran kırana rekabeti kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası sermaye, bağımlı-geri ülkelerin ekonomisini kontrol eder ve egemenlik altında tutarken, Avrupalı mali gruplar rekabette üstünlüğü ele geçirmek için, bu ülkelerin “kalkınma”larının belli bir düzeyin altında olmasını, ancak büyük sermayenin hareketine engel çıkarmamasını istemektedirler.
Sermayenin uluslararasılaşması ve bunun dünya kapitalist sistemi bünyesinde yol açtığı gelişmeleri yeni bir olgu olarak sunanlar, yeni olan ve bugüne ait özellikler taşıyan ile, bugünkü gelişmeyi doğuran ve öteden beri olgunlaşan arasındaki bağıntıyı da çarpıtmış oluyorlar. Bu da, yeninin ne olduğunun ortaya konmasını önemli kılıyor. Ne var ki, yeni olan, ancak yüzyılın başından itibaren gelişen bilindiğinde, gerçek yerine oturtulabilir ve anlamı doğru olarak kavranabilir. Gelişmelere kısaca da olsa bakmak, bu bakımdan zorunlu olmaktadır.
Kapitalizm, sermaye hareketinin sınırlarını genişletmeden gelişemezdi. O, sermayenin genişleyen yeniden üretimi ile yaratılan dünya ekonomisi emperyalizm tarafından, sermaye ihracı yoluyla daha da geliştirildi. Çeşitli sanayi dallarındaki gelişme muazzam boyutlar kazandı. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi kaçınılmaz olarak daha az sayıda tekelin dünya pazarlan üzerinde denetim kurmasına yol açtı. Bunun, kapitalizm koşullarında engellenemez sonucu ise, daha büyüklerin daha küçükleri yutmasının daha acımasız bir hal alması, dengesiz gelişmenin sıçramak olarak gerçekleşmesi ve tekeller arası paylaşım kavgalarının kızışmasıydı.
Emperyalizm; bir avuç büyük emperyalist devletin ve uluslararası karteller ve tröstler halinde örgütlenmiş tekellerin ulusların ve emekçilerin yaşamına hükmettiği bir dünya sistemidir. Lenin, 19. yüzyıl kapitalizminin tekele doğru yol almasını ve yüzyılımızın ilk on yılı içindeki ekonomik ve politik gelişmeleri göz önünde tutarak kaleme aldığı “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı kitabında, tekellerin oluşması ve tekelci kapitalizmin uluslararası faaliyetini etraflı bir biçimde irdeledi. Bugün uluslararası ilişkilerde ve politik ve ekonomik alanda yaşananlar -Lenin’in söz konusu kitabında da özetlenen- tekelci gelişme, tekellerin yol açtığı değişmeler ve tekelleşmenin ulaştığı düzey ile dolaysız biçimde ilişkilidir.
“Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biridir.” Lenin’in broşürü bu cümleyle başlar ve Lenin, bu vargıyı kanıtlamak üzere, en gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük işletmelerinden örnekler seçer. 1916’da kaleme alınan bu “broşür”de kullanılan verilere göre, o dönemin gelişmiş ileri kapitalist ülkelerinden biri olan Almanya’da; toplam 3.265.623 işletmenin yalnızca % 0,9’unu (30.588 tanesi) oluşturan büyük işletmeler, 14,4 milyon olan o günkü işçi sayısının 5,7 milyonunu (% 39,4) istihdam etmekte, toplam buhar gücü ve elektrik enerjisinin dörtte üçünü elinde tutmakta; toplam işletme sayısının % 97’sini meydana getiren 2.970 bin küçük işletme ise buhar ve elektrik gücünün ancak % 7’sini elde tutmaktadırlar. Yani “On bin kadar büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiçbir şey.” (age. sf. 20)
Lenin, ardından ABD’ye ilişkin örneklemelere geçer ve şöyle devam eder; “Ülkedeki toplam üretimin hemen hemen yarısı, toplam işletmelerin yüzde biri tarafından yapılmaktadır! Buradan anlaşılıyor ki, yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman, kendiliğinden doğrudan tekele götürür. Çünkü yirmi-otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleşmesi, tekele gidiş eğilimi, açıkça bu işletmelerin büyüklüklerinden doğmaktadır. Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değilse- en önemli olaylarından biridir.” (age. sf. 21) (abç)
Yoğunlaşmaya dikkat çektikten sonra Lenin, sözlerini, “İlerde de görüleceği gibi, para sermaye ve bankalar, bir avuç çok büyük işletmenin bu üstünlüğünü, sözcüğün tek anlamıyla, daha da ezici kılmaktadır. Yani milyonlarca küçük ve orta, hatta bazen küçük ‘patron’ para babası birkaç milyonerin tümüyle boyunduruğu altına girmektedir” biçiminde sürdürmektedir. (Emperyalizm, sf. 20 Sol Yayınları)
Aynı eserde, Almanya’da kartel sayısının 1’896’da 250 kadar olduğu ve 1905’te ise bunun 385 olarak tahmin edildiği belirtilmektedir. ABD’de tröstlerin sayısı ise, o dönem; 1900’de 185 ve 1907’de 250 olarak tahmin ediliyordu. Yoğunlaşma olayı, 1900’den sonra dev adımlarla ilerledi. 1900 yılına dek elektrik sanayisinde her biri birçok şirketten (toplamı 28) meydana gelmiş 7 ya da 8 ‘grup’ varken (bunların her biri 2 ila 11 banka tarafından desteklenmekteydi.); bu gruplar, 1908–1912 yılları arasında bir ya da iki grup meydana getirmek üzere birleşmişti. Ekonominin uluslararasılaşması bugün çok daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. 1975 yılında 282 milyar dolar olan yabancı doğrudan yatırımlar, bugün 2 trilyon 125 milyar doları buluyor. Bunun üçte biri dünyanın 100 büyük şirketi tarafından gerçekleştirilmektedir. Tek başına İngiliz-Hollanda Petrol Konserni (Bu tekelin hisselerinin % 25 kadarı Amerikan şirketlerine aittir.) Royal Dutch-Shell’in yurtdışı faaliyetleri 70 milyar doları bulmaktadır.
Özgürlük Dünyası’nın 85. sayısında kaynak olarak gösterilen söz konusu derginin ’93 yılı verilerine göre Amerikan General Motors tekelinin yıllık cirosu, Danimarka’nın 135 milyar dolarlık GSYİH’sına denk düşmektedir ve Ford tekelinin cirosu, Norveç’in 103,5 milyar dolarlık GSYİH’sından daha yüksektir. Japon Toyota’nın 85,3 milyar dolarlık cirosu Finlandiya’nın 82,5 milyar dolarlık GSYİH’ndan ve Alman tekeli Daimler Benz’in 59,1 milyar dolarlık cirosu da İrlanda’nın 45,8 milyar dolarlık GSYİH’sından daha fazladır. Dünyanın en büyük tekelleri arasında baş sıralarda bulunan Japon Mitsubishi’nin 95 yılı cirosu 180 milyar doları bulmaktadır.
Bugün yalnızca 5–6 büyük emperyalist ülke bakımından, az sayıda tekelci gurubun birleşme yoluyla ulaştığı ekonomik güç, 90 yılda, en az bin kat daha artmıştır. Örneğin; AEG (General Elektrik), o dönemde (1912), holding sistemi sayesinde, aralarında dış ülkelerdeki 34 temsilciliği de olmak üzere, 175–200 şirkete hükmediyor ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermayeyi çekip çeviriyordu. Lenin bu durumu özetlerken, şunları yazıyordu; “Bunlardan 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırları içindedir. Daha 1904 yıllarında Alman elektrik sanayinin yabancı ülkelerdeki sermaye yatırımları 233 milyon mark olarak tahmin edilmişti; bu miktarın 62 milyonu Rusya’da yatırılmıştı. General Elektrik şirketinin muazzam bir ‘birleşmiş’ işletme olduğu (yalnızca sanayi şirketlerinin sayısı 16’dır), kablo ve yalıtkan malzemeden otomobile, uçağa kadar çok değişik maddeler imal ettiğini söylemek bile fazla.” General Electric, bugün, 13 ayrı ana bölümü ile 83 sektörde iş yapıyor ve 250 çeşit mal üretiyor. ’96 cirosu 79 milyar 179 milyon, kârı 7 milyar 280 milyon, aktifleri toplamı 272 milyar 402 milyon; kârı bakımından Shell ve Exxon’dan sonra üçüncü sırada, cirosu bakımından dünyada on ikinci sırada yer alıyor. (Fortune’den aktaran K. Yıldız ÖD, sayı 89)
Bugün dünyada ülke sınırlarını aşan, toplam olarak dünya çapındaki özel servetin yaklaşık üçte birini ellerinde bulunduran ve toplam ciroları 4 bin 800 milyar dolara ulaşan (bu, toplam dünya ticaret hacmini geçen bir miktardır) ve kendilerine bağlı 200 bini aşkın şirketle, dünya ekonomisine yön veren, 37 bin ana şirket vardır. Uluslararası özellik kazanan tekelci egemenlik tekellere sınır tanımaz bir güçle ve teknolojik buluşların ulaşım ve iletişimde yol açtığı kolaylıkların yardımıyla her yere ulaşma olanağı sağlamıştır.
Kartellerin, ekonomik anlaşmalar yapmaları, pazarları bölüşerek, fiyatlarla ürün miktarını belirlemeleri ve kârları bölüşmeleri, tekelci rekabete aykırı değildir. Tekeller, serbest rekabetin üzerinde ve onun yanında varlığını sürdürürler. Rüşvet ve şantajın her çeşidini kapsayan mali oyunların yanı sıra, doğrudan siyasal zor kullanmaktan da kaçınmazlar.
Sermaye ve üretim yoğunlaşması tekele götürürken, tekelci birleşmeler, tekeller-arası rekabeti de kızıştırır. Tekelci birlikler toprakların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi için kıyasıya mücadele ederler. Buna bağlı olarak, tekelci burjuvazinin tekel-dışı burjuvazi üzerindeki baskısı da artar. Teknik ilerleme ve yeni buluşların üretime uygulanması rekabeti kızıştırır ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğilimini güçlendirir. Uluslararası büyük tekellerin yüz milyonlar ve milyarlarca insan üzerindeki boyunduruğu giderek güçlenir. Sermayenin ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, tekeller-arası rekabeti ortadan kaldırmaz. Aksine, aynı sanayi dalında olacağı gibi, “birbirlerinin yerine kullanılacak türden meta üreten” çeşitli sanayi dallarının kendi aralarında da rekabet devam eder. Kapitalist pazarın sınırlılığı ve üretimin sınırsız artışı; yoğunlaşma ve merkezileşme “bilinmeyen bir pazar için üretim”i sınırlamaz, üretim anarşisi -kapitalizmde planlamalar bunu ortadan kaldırmaz- ve keskin rekabet sürüp gider. Tekelci kapitalizmin temel özelliklerinden biri, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması için yürütülen mücadeledir. Tekeller ve emperyalist ülkelerarası paylaşım kavgalarına yol açan başlıca nedendir bu. Kapitalist eşitsiz gelişme, paylaşma taleplerinin yeniden ve yeniden gündeme gelmesinin temel nedenini oluşturur. Kartel üyeleri pazarlarda avantajlı duruma gelmek için birbirleriyle mücadele ederler. Tekeller, tekel-dışı işletmeleri bağlı hale getirmek veya yönetmek üzere, etkin konumlarını ve güçlerini kullanırlar. Çeşitli sanayi dallarına ait bir dizi işletmenin, ticaret firmalarının, bankaların ve ulaşım ve sigorta şirketlerinin belirli bir grup büyük kapitaliste mali bağımlılık temelindeki birliği, ekonomide işlerin eskisi gibi gitmesinin de engelidir. Tekeller, ülkelerin ekonomilerinin “kumanda merkezleri”ni ellerine geçirir; ağır ve hafif sanayi, demiryolları, deniz ticareti ve iç ve dış ticaretini denetimlerine alırlar.
“Öte yandan ” diyordu Lenin; “en yüksek gelişme düzeyine ulaşmış kapitalizmin çok önemli bir özelliği, birleşmedir, yani sanayinin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplaşmasıdır. Bu sanayi kolları, bazen hammaddelerin birbirini izleyen işlenme evrelerini oluşturur (demir cevherinin pik demir haline getirilmesi, onunla da türlü çeşitli maddeler yapılması gibi), bazen biri ötekinin yanında yardımcı bir rol oynar (artıklardan yararlanılması ya da yan ürünlerin kullanılması; ambalaj malzemesi gibi vb.”(age. sf. 21)
Bu tür birleşmelerin her seferinde küçüklerin aleyhine bir durum yaratmaları kaçınılmazdır. Atılım dönemleri, tekeller için kârın arttığı dönemlerdir. Bunalım dönemlerinde ise, tekeller, sahip oldukları güç nedeniyle önemli bir risk altına girmezlerken, küçük ve orta işletmeler çöküp yok olurlar, ya da büyükler tarafından yutulurlar. Bu durum, bunalım dönemlerinde tekellerin denetim ve hâkimiyetinin daha da güçlenmesi anlamına geldiğini göstermektedir. Büyükler daha fazla kâr sağlama olanakları elde eder ve bunalım dönemlerini daha az riskle atlatma imkânına kavuşurlarken, küçükler yutulur, iflas eder ve yok olurlar. Tekeller sermaye artırımıyla, küçükleri ve rakipleri yutarak, başka şirketleri devralarak, ülke içinde ve dışındaki etkinliklerini artırmaktadırlar. Sermayenin giderek daha az sayıda büyük ve güçlü mali grubun elinde birleşmesi, bu grupların ulusal ve uluslararası etkinliğini artırdığı gibi, hükümetler üzerindeki yaptırımlarını da artırmakta ve işçi ve emekçi düşmanı politikalar güç kazanmaktadır. Tekeller bir kez ortaya çıkınca, meta ve sermaye hareketine yön veren, onu belirleyen bir özellik kazanırlar. Uluslararası ilişkilerde ve emperyalist ülkelerle bağımlı geri ülkelerin ilişkilerinde görülen gelişme ve değişmeler, yüzyılın başında gerçekleşen ve yeni biçimlerle zenginleşerek bugün de devam eden gelişmenin bir unsurunu oluştururlar. Çünkü kapitalist serbest rekabet üretim ve sermayede yoğunlaşmaya yol açarken, bu yoğunlaşmanın, belli bir gelişme aşamasında tekeli doğurması kaçınılmazdı. Başka türlü olamazdı, çünkü tekel, kapitalizmin emperyalist aşamasını belirleyen temel bir olgudur.
MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ VE SPEKÜLATİF HAREKETTE GÖRÜLEN ARTIŞ
Sermaye yalnızca (ve tercihen) sermayenin az, ücretlerin düşük, hammadde ve toprak fiyatlarının ucuz olduğu geri ülkelere ihraç olmakla ve geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırarak, buraları yağmaya açmakla kalmaz; gelişmiş sanayi kapitalisti ülkelere de ihraç olur. Mali sermaye, holding sistemi sayesinde, tekelci burjuvazinin gücünün, “gerçek gücü”nün de ötesinde büyümesini sağlamıştır. Bu sistem, günümüzde örnekleri bolca görüldüğü üzere, tekelcilere, “hiçbir ceza korkusu olmaksızın, halkı oyuna getirmek ve en kirli işlere girmek olanaklarını da sağlar; çünkü ‘ana şirketin’ yöneticileri, ‘özerk’ sayılan bağlı şirketlerin işlerinden yasalar karşısında sorumlu değillerdir; bu yüzden de bağlı şirketler aracılığıyla, ‘her şeyi’ kabul ettirebilirler.”
Lenin’in deyişiyle, emperyalizmin ayırıcı özelliği sanayi sermayesinde değil, mali sermayededir ve mali sermaye banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesi demektir. Mali sermaye yalnızca tarım bölgelerini değil, gelişmiş sanayi bölgelerini de ilhak etmek istemesiyle belirlenmektedir. Çünkü “Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali sermaye, mali oligarşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, firmaların kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmektedir.” (Emperyalizm, sf. 58)
Mali sermaye yalnızca bilinen, tespit edilmiş kaynaklara değil, olası kaynaklara da ilgi göstermekte, araştırma, inceleme ekipleri oluşturarak, muhtemel hammadde kaynakları üzerinde tekel egemenliği sağlamaya çalışmaktadır. Mali sermaye gruplan, toprakların, ülkelerin ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi; rakiplere kaptırılmaması, ya da rakiplerin ellerinden çekilip alınması için, bütün araçların devreye sokulduğu bir “savaş” sürdürürler. Bu savaşın, bugün, doğrudan işgalleri dışlamaksızın, esas olarak da mali ekonomik ve kültürel-diplomatik bağımlılık sağlayarak devam ettiği bir gerçektir. Bunun, dünyayı aralarında paylaşmak üzere, uluslararası tekelci birliklerin kurulmasıyla çelişmediği, aksine bu birliklerin de güce bağlı olarak değişkenlik gösterdiği ve hemen her seferinde en güçlülerin birliği olarak yeniden şekillendiği görülmektedir.
Yoğunlaşmanın ulaştığı düzeye ve bunun sonuçlarına değinen Lenin şunları yazıyordu: “Bu durum, birbirini tanımayan ve bilinmeyen bir pazar için üretimde bulunan dağınık patronların o eski rekabetine artık hiç benzememektedir. Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık bir ülkedeki, hatta göreceğimiz gibi, birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin) yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu dökümü yapmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle ‘bölüştükleri’ pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak tahmin edilebilmektedir. Tekeller, en kalifiye emeği de, en iyi mühendisleri de el altında bulundurmaktadır; yollar, ulaştırma araçları, Amerika’da demiryolları, Avrupa’da ve Amerika’da deniz ulaştırma şirketleri ele geçirilmiştir. Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden, tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.” (age sf. 28)
Bugün tek tek ülkelerin ekonomisinin ötesinde, kapitalizmin tüm etkinlik alanlarında söz sahibi olan ve sayıları yüzlerle ifade edilen tekel grupları, ekonomik hayatı kontrol etmektedirler. Bu durum, birbirlerinin etki ve gücü hakkında doğruya yakın bilgi sahibi olan bu grupların etki mücadelesinde ve “anlaşmalarında göz önünde tutulan etkenlerden biridir. Enerji kaynaklarının, ulaştırma (hava, deniz ve kara taşımacılığı) ve iletişim alanında, hatta ve hatta gıda sektörü ve kültür-müzik alanında dünya ölçeğinde hegemonya kurmuş tekellerin varlığı bir gerçektir. Philip Morris, Mc. Donalds, Sony, Mitsubishi adları akla gelenlerden birkaçıdır.
Ekonomiye tekellerin hâkim olması, diğer etkilerinin yanı sıra spekülatif sermaye hareketinin gelişmesine ve büyük bir güç kazanmasına da yol açar. Ekonomik yaşamın temeli olan meta üretimi bugün çok ciddi biçimde sarsılmıştır ve kapitalist kârın büyük bir kısmı “para oyunları yapan dehalara” akmaktadır. Spekülatörler, üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı düzeyi büyük kârlar sağlamak üzere, toplumsal çıkarlara karşıt olarak kullanmaktadırlar.
Emperyalizmin ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır. Emperyalistler, sömürgelerin halklarının sömürülmesinden büyük kârlar sağlarlar ve bu kârın bir kısmını işçi aristokrasisinin satın alınmasında kullanırlar. Lenin, Emperyalizm broşürünü kaleme aldığı dönemde, rantiyelerin elde ettiği gelirlerin, “dünyanın en büyük ticaret ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kat daha fazla “olduğunu belirtiyor ve “Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın esası budur işte” diyordu, (age. sf. 108) Dünya bir avuç tefeci devletle, borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüştü. (Büyük tekeller, geçmişe oranla bugün doğrudan yatırıma daha az bir pay ayırmakta, sermayelerinin önemli bir kesimini daha kısa zamanda daha büyük bir getiriyi sağlayan spekülatif alana; rant ve faiz işlemlerine yatırmaktadırlar. Borsada giderek daha fazla işlem yapılmaktadır. Örneğin Paris Borsası’ndaki hisselerin toplamı 1988 yılı itibarıyla 6600 milyar Frank’a yükselmiştir.) Lenin, yüzyılın başında “her biri ellerinde 100–150 milyarlık kıymetli evrak tutan en zengin dört kapitalist ülke”nin aynı zamanda sömürgecilik yönünden de en zengin ülkeler olduğunu belirtiyor ve bu dört ülkenin, “dünya mali sermayesinin hemen hemen % 80’ine sahip” olduğuna dikkat çekiyordu. Bu ise, dünyanın geri kalan ülkelerinin, hemen hemen hepsinin “bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali sermayesinin bu dört ‘direğine’, az ya da çok borçlu durumda” olmaları ve onlara, bu borca bağlı haraç vermeleri anlamına geliyordu. Bugün, başlıca büyük emperyalist ülkeler, geri ülkelerin pazarlarına tamamen hâkim durumdadırlar ve borç, kredi, doğrudan yatırım gibi yollarla sağlanan sermaye ihracıyla bu ülkeleri sömürmekte, büyük kârlar elde etmektedirler. Yalnızca 1990–94 yılları arasında “az gelişmiş ülkeler”e 700 milyar dolar sermaye akışının olması, sömürünün ve “banker ülkeler”in baskısının boyutlarını göstermeye yeterlidir.
Sanayide olduğu gibi, bankacılıkta da yaşanan tekelleşme, yeni birleşme ve yutmalarla devam etmekte ve “tekellerin tekeli” denebilecek büyük ekonomik devler oluşmaktadır. “Tekel, bu ‘kapitalizmin gelişmesinin en yeni aşaması’nın son sözüdür. Ancak, bankaların rolünü hesaba katmazsak, tekellerin gerçek gücü ve rolü konusundaki bilgimiz çok yetersiz, eksik ve sınırlı olmaktan ileri gidemez.” (age. sf. 33)
Dev tekellerin merkezileşmesi, rolleri ve güçlerinin artması bütün büyük kapitalist ülkelerde gerçekleşen somut bir olgudur. Tekelleşmede bankalar özel bir rol oynamışlar, zamanla basit aracılar olmaktan çıkarak, ekonominin yönetiminde birinci elden söz sahibi büyük güçler haline gelmişlerdir. Bankalar, spekülatif faaliyetlerinin yanı sıra tekelci kuruluşlar olarak (sanayi sermayesiyle birleşmiş halde) sanayi yatırımlarına da girişmektedirler. Büyük bankalar, şube ağı yoluyla, birçok işletmenin kaynaklarını kasalarında toplamakta, kapitalistlerin hemen tüm para sermayesinin ve diğer kesimlerin birikimlerinin bu banka kodamanlarının tasarrufu altında birleştirilmesiyle büyük bir güç kazanmışlardır.
Lenin, bu durumu şöyle izah ediyordu: “Ayrı ayrı kapitalistler birleşerek bir tek kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birçok kapitalistin cari hesaplarını tutmakla, bankalar, aslında yalnızca teknik ve yardımcı bir işlem yapmaktadır. Ancak bu işlemler muazzam ölçüde yaygınlık kazandığı zaman görüyoruz ki, bir avuç tekelci, bütün kapitalist toplumun sınaî ve cari işlemlerini kendi isteklerine bağlı kılıyor; bu tekelci grup, bankalarla ilişkileri, cari hesaplar ve başka mali işlemler sayesinde, ilkin, kenarda kalmış kapitalistlerin durumlarını tam bir şekilde öğrenebilir, sonra kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üzerinde bir denetim kurabilir, onları etkisi altına alabilir, en sonu onların yazgılarını tam anlamıyla elinde tutabilir, işletmelerinin gelirlerini belirleyebilir, onları sermayeden yoksun bırakabilir ya da sermayelerinin büyük ölçüde artmasına izin verebilir vb.”
Sermayenin yoğunlaşması ve banka tekelinin oluşmasıyla birlikte, banka ve sanayi sermayesi arasındaki ilişki “özsel bir değişikliğe” uğramakta; bankalar, para pazarının “her şeye hükmeden tekelcilerine dönüşmekte ve tek tek kapitalistlerin işletmelerini anonim şirketler halinde birleştirerek, hisse senedi sermayesiyle çalışan yeni işletmelerin oluşmasını teşvik etmektedirler. “Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik” diyordu Lenin; “en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir.” Tekellerin oluşturdukları uluslararası kapitalist birlikler, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek ve onları hammadde kaynaklarından yoksun bırakmak için büyük bir çaba gösterirler. Çünkü kapitalizm geliştikçe hammadde gereksinimi daha fazla artmakta, rekabetin koşulları daha fazla olgunlaşmakta, “bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.” (age. sf. 89)
SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI, ŞİRKET BİRLEŞMELERİ VE KÜÇÜKLERİN TASFİYESİ
Kapitalist tekel grupları -karteller, sendikalar, tröstler- önce, kendi ülkelerinin bütün üretimine, şu ya da bu ölçüde sahip olarak, iç pazarda kapışır, iç pazarı paylaşırlar. Ancak kapitalist düzende, iç pazar dış pazardan kopuk değildir. Üretim ve sermayedeki büyük yoğunlaşma ve buna bağlı olarak sermaye ihracı arttıkça, büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri her bakımdan geliştikçe, bu gruplar genel bir anlaşmaya varma ve uluslararası kartellerin kurulmasına eğilim gösterirler. Bu durum, ele geçirilmiş pazarların el değiştirmesi ve rakiplere karşı yürütülen sert mücadelelerle bir arada yaşanır.
Emperyalistler-arası çelişki, onların gerektiğinde ortaklıklar ve tekelci birlikler kurmalarına engel oluşturmaz. İlişkide rekabet esas olmakla birlikte, her grup ya da devlet, bu “birliği” kendi yararına etkileme ve yönlendirmeye çalışır. OECD ve onun girişimiyle hazırlanan MAI, ya da ABD’nin dikte ettirdiği planlar çerçevesinde oluşturulan NAFTA türünden birlikler, uluslararası sermayenin çelişkisiz birliğine değil; dünyanın tekelci grupların “ortak çıkarları” doğrultusunda paylaşılmasının yöntemlerine işaret etmektedir.
Emperyalist ülkeler, ikili ve çok taraflı ekonomik, askeri ve kültürel anlaşmalarla, hammadde gereksinmesini karşılamanın yanı sıra; sömürgeci bağımlılığı geliştirip güçlendirmeyi hedeflemektedirler. Tekeller, devlet tahvili alım-satımından, menkul değerler ticaretinden, tekel kârı belirlemeden büyük vurgunlar sağlamakta ve böylece mali oligarşinin gücü daha da büyümektedir.
1990’lı yıllar, tüm kapitalist ülkelerde, ekonominin “yeniden yapılandırılması” dönemi oldu. Kapitalist dünya “globalleşen ekonominin gerekleri”ni yerine getirmek üzere, işçi sınıfı ve emekçilere karşı azgın bir saldırı dalgası eşliğinde, özelleştirme uygulamasına geçerek, devlet eliyle işletilen büyük “kamu kuruluşlarının tasfiyesini gerçekleştirdi. “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik yönünde, “serbest rekabet” adına devletin ekonomiden çekilmesi istenirken, bu, devlet tekelinin parçalanması olarak gösterildi. Devletin tekel konumunun verimliliği düşürdüğü ve enflasyonu körüklediği ileri sürülerek kamuoyu desteği arandı. Ne ki bu koca bir yalandı. Enerjiden dokumaya, demir-çelikten demiryolu ulaşımına iletişim araçlarından çimento ve tekele kadar temel ekonomik alanlarda özelleştirilen sektörler emperyalist ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekildi. Tekele sözde karşı çıkanlar, gerçekte özel tekellerin işbirlikçileri, uşakları ve pay alanlarıydı.
Özelleştirme, teknik buluşların uygulanması ve tekel birleşmeleri -füzyon- sonucu görülen işten atmalardan da hızlı ve yoğun bir işsizleştirme furyasıyla birlikte gerçekleştirildi. Son yıllarda tekelci birleşmeler (füzyon) daha hızlı bir gelişme gösterdi. Bu yolla, kendinden küçük sermayeyi elinde toplayan ve küçük bir “ana sermaye” ile büyümüş sermayeye kumanda ederek uluslararası alanda faaliyet yürüten büyük tekeller pazar paylarını büyütmekle kalmamakta, kâr miktarını da artırmaktadırlar. Bu konuda ABD tekelleri başı çekmektedir. ABD’li tekeller bu amaçla dış ülkelere yönelik olarak, yalnızca 1996’da 275 milyar dolar, 1997’de 333 milyar dolar harcadılar. Birleşme yoluyla 119 milyar dolarlık bir tutara ulaşan 48 anlaşma 1997’de imzalandı. (EMEK gazetesi, 6 Mart 97)
Merkezileşme ve yoğunlaşma ekonominin tüm alanlarını kapsamaktadır. Sanayide küçük işletmeler büyüklerin “eklentisi” durumuna geldiği gibi, tarım ve ticarette de büyük tekelci birliklerin kesin hâkimiyeti söz konusudur. Almanya’da şirketlerin “ana sermaye” oranı, ’60’lı yıllarda ortalama olarak % 30 dolaylarında iken, bu oran ’90’lı yıllarda % 18’e düşmüştür.
1987 yılında Almanya’da 1000 sanayi işletmesi (toplam işletmelerin % 0,3’ü) toplam sanayi işletmelerinin cirosunun % 43,4’ünü meydana getiriyor ve toplam çalışanların % 39,4’ünü istihdam ediyorlardı. 2350 sanayi işletmesi ise (% 5) toplam cironun % 58’ini gerçekleştiriyor ve çalışanların % 53’ünü istihdam ediyorlardı. Almanya’da 1958’de 15 adet birleşme gerçekleşirken; 1970’te 305; 1981’de 618 ve 1988’de 1159 adet birleşme gerçekleşti. (Karl Waffenschmidt’ten aktaran A. Cengiz, agy)
Tekellerin birleşme, yutma vb. yöntemlerle giderek daha fazla merkezileşmeye yol açmaları yalnızca tek tek ülkelerle ilgili bir gelişme olmayıp, “ulusal sınırlar” ötesi bir faaliyet haline gelmiştir. Örneğin bir süre önce Alman Deutsche Bank AG, Londra’nın tanınmış yatırım bankalarından Morgan Greenfeel’i 2,7 milyar dolara satın alarak, 40’ı aşkın ülkede faaliyet yürüten ve daha önce JP Morgan, Morgan Stanley ve Goldmann, Sacs gibi ABD’li şirketlerin egemen olduğu mali piyasaya “tepeden” girmiştir.
Tekelci birleşme -gerçekte yutma ve saf dışı bırakma- artan yoğunlaşmaya bağlı olarak sürekli yükselen bir trend göstermektedir. Sermayenin yoğunlaşması ve tekellerin egemenliği, küçük ve orta boy işletmelerin büyüklerce yutulmaları ya da iflaslarının yanı sıra, nispeten büyük sayılan işletmelerin de, en büyükler tarafından bağlı hale getirilmelerine ve yutulmalarına yol açmaktadır. Örneğin yalnızca Almanya’da 1980 ortalarında 18 bin şirket iflas bildiriminde bulunurken, bu sayı 1996’da 24 bini aşmıştır.
Mali sermaye, küçük, orta ya da rakip grupların birbirlerinin şirketlerine çapraz katılma yöntemiyle iç içe geçme biçiminde bir örgütlenme şeması göstermektedir. Bu biçimde bir katılım, tekelci sermaye gruplarına, ana sermayenin çoğunluğuna sahip olmadan da, denetim kurma ve geri kalan sermayeyi başka alanlarda faaliyete geçirme imkânı sağlamaktadır. Holding sistemi biçimindeki sermaye örgütlenmesinin mantığı buradadır.
Sermayenin (ve üretimin) yoğunlaşması; uluslararası tekellerin mali ve ekonomik gücünün büyümesi ve artan rekabetin yol açtığı sonuçların etkilerinin daha kesin ve açık görülmesini de sağlamaktadır. Rekabetin hemen her zaman güçlülerin zaferiyle sonuçlandığı ekonomi dünyasında, ortaya çıkan tekel gruplaşmaları, diğer yandan, genellikle şu ya da bu büyük emperyalist devletin ulusal damgasını taşımaktadır.
Uluslararasılaşma ne General Motors ve Ford’un Amerikan; ne Shell’in İngiliz damgalı bir tekel olmasını; ne de Daimler Benz, Krupp, Manesman ve Siemens’in Alman tekeli damgasını taşımasını ortadan kaldırmaktadır. Mitsubishi ise, çeşitli ülkelerdeki şirket ortaklıklarının boyutu ve payları ne olursa olsun bir Japon devi olarak ele alınmak zorundadır. Daha da önemlisi yoğunlaşma, öncelikle herhangi bir emperyalist ülkenin iç pazarında yaşanmakta, sermaye ihracı yoluyla tekelci birlikler dış pazarlara yayılarak ve dış bağlantılara girerek uluslararası dev işletmelere dönüşmektedirler. Bu bakımdan, başlıca büyük emperyalist ülkelerdeki belli başlı tekelci (sanayi ve banka) işletmelerindeki yoğunlaşma, emperyalist ülkeler ve tekeller-arası mücadelenin ve kapitalist ekonomideki tekelci baskının boyutlarına işaret etmektedir.
Uluslararası tahkim ile şirket birleşmeleri ve büyüklerin küçükleri ele geçirme ve yutmaları giderek artan bir trend izlemektedir. Dünya ölçeğinde 1995 yılı itibariyle 886 milyar dolarlık, 1996’da 1 trilyon dolarlık füzyon olayı gerçekleşmiştir. ABD’de 1994’te 358 milyar 718 milyon dolarlık 3129 füzyon-birleşme olayı yaşanmıştır. Bunun 186 milyar 181 milyon dolarlık kesimi yalnızca iki şirkete aittir. 38 milyar 169 milyon dolarlık kısmında başka ülkelere ait şirketler ABD şirketlerini, 17 milyar 612 milyonluk 149 füzyon olayında ise ABD şirketleri diğer ülkelere ait şirketleri yutmuşlardır. Yalnızca ABD, telekomünikasyon alanında son iki yıl içinde 120 milyar dolar ve ’95 yılında Avrupa’da yaklaşık 300 milyar dolar tutarında birleşme sağlanmıştır. 1997 yılı içinde dünya ölçeğinde gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık birleşme ve yutmalarda 919 milyar dolarlık kesim ABD şirketleriyle ilgilidir. Füzyon olayları şirket iflaslarının artmasına da etkide bulunmaktadır. Yalnızca 1995 yılında çoğu küçük işletme olmak üzere 875 bin işyeri iflas etmiş ya da büyükler tarafından yutulmuştur.
İngiltere’de özellikle 1997 yılında füzyon-birleşme, yutma olaylarında yoğunlaşma görülmektedir. Eylül sonu itibariyle ’97’de gerçekleşen birleşme miktarı parasal olarak 350 milyar sterlindir (bu miktar ’96’da 250 milyar olarak gerçekleşmiştir), İngiltere’de yüzyılın başında 2286 olan konut kredi birliklerinin sayısı, yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu ve birleşmelerle 1997’de 77’ye düşmüş bulunmaktadır. Birleşme ve yutmaların yalnızca ulusal ölçekte değil, uluslararası alanda da gerçekleşmektedir.
TEKELLEŞME VE EMPERYALİST HEGEMONYANIN EKONOMİK TEMELİ
Dünyanın en güçlü ekonomisine’ sahip ülkesi olan ABD’nin mali sermaye kuruluşları; bankalar, sanayi tekelleri, konut kredi bankaları, sigorta şirketleri, emekli fonları, vakıflar ve aracı ve paravan şirketler aracılığıyla ekonomiye kumanda etmekte, dünyanın çok sayıdaki ülkesinde faaliyet yürütmekte ve Amerikan hegemonyasının aracı olarak işlev görmektedirler. Fortune’ı kaynak gösteren K. Yıldız’ın aktarmasına göre, toplam şirket ve işyerlerinin % 97’sini oluşturan ve 1.000’den az işçi çalıştıran 6 milyon 265 bin işyeri, toplam işgücünün % 56’sını çalıştırırken; işyerleri içinde yalnızca % 0,0078’lik bir oran oluşturan 500 büyük şirket, tarım hariç, işgücünün % 26’sını (24,5 milyon kişi) çalıştırmaktadır. En büyük 50 şirket 9,2 milyon; Wal-Mart Stores, G. Motors, Pepsi Co, Ford ve UPS’nin oluşturduğu en fazla işçi çalıştıran 5 büyük tekel 2,5 milyon kişiyi istihdam etmektedir. Yalnızca U.S. Posta Service 887 bin kişiyi istihdam etmektedir. En büyük 500 işletmenin ’96 yılı cirosu 5 trilyon 301 milyar doları, malvarlıkları toplamı ise 11,5 trilyon doları bulmaktadır.
500 büyük Amerikan işletmesinin 1994 yılı ciroları, aynı yıl itibariyle Avusturya, Endonezya, Türkiye, Danimarka, G. Afrika, Norveç, Polonya gibi, aralarında gelişmiş olanları da bulunan birçok ülkenin toplam GSYİH’sından 4,5 kat daha fazla tutmaktadır. Bu tutarın, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere gibi ileri emperyalist ülkelerin GSYİH’larından -her biri açısından- daha fazla olduğu eklenmelidir. Bu 5 trilyonluk ciro, 150 milyonluk işgücüne sahip Amerika’nın 5,8 trilyon dolarlık ulusal gelirine neredeyse denk düşmektedir. En büyük 500 tekel arasında bir sıralama yapıldığında, yoğunlaşmaya bağlı olarak, ilk 100 büyük işletmenin toplam ciroların % 70,7’sini, ikinci 100’ün % 14,5’i ve üçüncü 100’ün % 7,2, dördüncü 100’lük grubun % 4,5 ve en son 100’lük kesimin de % 2,9’luk bölümü elinde tuttuğu görülmektedir. Örneğin Otomotiv sektöründe faaliyet yürüten 1655 şirketten en büyük 4 tekel toplam üretimin % 79’unu, 8 şirket % 83’ünü ve ilk 20 büyük de % 90’nı gerçekleştirmektedir. (Bu rakam ve oranın otuz yıl öncesine ait olduğu düşünüldüğünde, yoğunlaşmanın bugün ulaştığı düzeyin ne olabileceği kendiliğinden anlaşılabilir.)
En büyük 200 tekel, 1960’larda toplam üretimin % 38’ini gerçekleştirirken, bu oran bugün % 67’ye yükselmiştir. En büyük 200 işletmenin toplam ciro içindeki payı % 85 gibi yüksek bir oran oluşturmaktadır. 200 büyük 1970’lerde toplam üretimin % 43’ünü, 1990’larda ise % 57’sini gerçekleştirmiştir.
ABD Maliye Bakanlığı’nın 1993 rakamlarına göre korporasyonların aktifleri toplamı 21,8 trilyon dolar kadardı. Bunların net servetleri ve aktif toplamları 5 trilyon 700 milyar ve net kârları ise aynı yıl itibariyle 659 milyar dolar idi.
1996 yılı itibariyle ABD’nin en büyük 5 tekelinin yıllık ciroları toplamı 620 milyara, 10 tekelin ciroları toplamı ise 1 trilyon dolara erişiyordu. 1995 rakamlarıyla ABD bankalarının elinde toplam (9.94 l’i ticari banka, 2029’u tasarruf sandığı olmak üzere 11970 banka) 4 trilyon 312 milyarı ticari bankaların, 1 trilyon 25 milyarı tasarruf sandıklarının elinde olmak üzere 5 trilyon 338 milyar dolar aktif birikmiş durumda.
Almanya’nın en büyük tekelleri arasında Daimler Benz, Siemens, VW, Veba, Bayer, Thyssen, Krupp, BMW, BASF, Bosch, Manesman gibi tekelci şirketler ekonominin denetimini ellerinde tutuyorlar. Otomobilden silaha, elektronikten uzay araçlarına, pek çok alanda faaliyet yürüten ve Almanya’nın en büyük “karma kartel”i olan Daimler Benz’in, 110 ülkede şube ve temsilcilikleri bulunmakta; doğrudan ya da dolaylı kontrol ettiği şirket sayısı 300’ü bulmaktadır. Toplam cirosu 1995 itibariyle 103 milyar 549 milyon mark (65 milyar 434 milyon mark yurtdışı payı) olup, 310.993 kişiyi (68.907 yurtdışı) istihdam ediyor. Dünya elektronik sanayisinin ilk 6’sı arasında yer alan, 260 iş sahasında faaliyet yürüten (bunlardan 17’sinde birinci sırada geliyor), 130 ülkede bağlı şirketleri, 40 ülkede 200’ü aşkın üretim tesisleri bulunan, dünya ölçeğinde 650 şirket ve ortaklığı olan, elektronik/elektro-teknik alanındaki her şeyi üreten bir diğer “Alman Devi” Siemens’in 95 cirosu ise 88.763 milyar marktır (50.906 milyar DM. yurtdışı payı) ve 373.800 (162.000 yurtdışı) kişiyi istihdam etmektedir.
İngiltere’de toplam işyerlerinin binde birini oluşturan 500 ve üstü işçi çalıştıran işyerleri işgücünün % 34,1’ini istihdam ederken, işyeri ve şirketlerin milyonda altısını oluşturan kesimi (en büyük 25 tekel) ise, % 13,7’sini istihdam etmektedir. Yıllık cirosu 10 milyon sterlinin üzerinde olan şirketler, toplam içinde % 2,79’u oluştururlarken, ilk 500 arasındaki en büyük 25 işletmenin ’95 yılı kâr toplamı 23 milyar 106 milyon sterlin; ’96 yılı kârları ise 28 milyar 992 milyon sterlin kadar olup, bu 25 işletme bir yılda net olarak 5 milyar 886 milyon sterlin kâr elde etmişlerdir. Söz konusu 25 şirketin mal varlıkları toplamı, 1996 yılı itibariyle, 1 trilyon 297 milyar 533 milyon sterlin olup bir yıl içinde (95–96 arası) 334 milyar sterlin gibi büyük bir servet artırımı sağlamışlardır. (Bu şirketler bünyesinde bir yılda 25 bin işçi işten atılmıştır.)
İngiltere’nin toplam GSYİH’sı 605 milyar, 1997 bütçesinin 300 milyar sterlin olduğu düşünüldüğünde bu ilk 25’in büyüklüğü hakkında bir sonuca ulaşmak daha kolay olacaktır. Gelişmenin nasıl bir hızla gerçekleştiğini görebilmek için imalat sanayi alanında faaliyet yürüten en büyük 100 firmanın toplam üretimin, 1924’te % 22,0’nı; 1949’da % 22,0’ını; 1980’de % 40,5’ini; 1990’da % 37,6’sını gerçekleştirdiğini belirtmeliyiz. Yüzyılın başında en büyük yüz işletme toplam üretimin beşte birini gerçekleştiriyorken; bugün imalat sanayi alanında üretim yapan 5 grup, toplam işgücünün % 31,9’unu; toplam satışların % 40,8’ini ve toplam üretimin % 39’unu gerçekleştirmektedirler. Geri kalan 3 milyon 706 bin küçük, orta vb. işletme ise ancak üretimin % 61’ini gerçekleştirebilmektedir. İngiltere’nin 11,3 milyon tonluk demir-çelik üretiminin % 58,4’lük bölümü sadece bir tek şirket British Steel tarafından üretilmekte; % 35,3’lük bölüm ise dışarıdan ithal edilmektedir. Gelişmenin yönü bakımından 1936 yılında demir-çelik üretiminde faaliyet gösteren on tekelin üretimin % 70 kadarını gerçekleştirdiğini; ancak günümüzde bir tek British Steel’in % 58,4’lük payla, neredeyse aynı orana yükseldiğini belirtmek gerekiyor. İngiliz merkez bankası verileriyle, İngiliz bankalarının ellerinde 1991 yılı itibariyle toplanan mevduat toplamı 548 milyar sterlindir. İngiltere’deki yabancı banka şubeleri bir kenara bırakıldığında bile, İngiliz bankalarının ellerinde ’93’te 1 trilyon 488 milyar sterlin (2,4 trilyon dolar) kadardır. Aynı dönemde konut kredi birliklerinin fonlarında biriken para ise (’91 yılı) 247 milyar 403 milyon sterlindir.
Fransa’da büyük şirketler, 20’den fazla işçi çalıştıran şirketlerin toplamının sadece % 3,9’unu teşkil etmelerine karşın, sanayideki işçilerin yarısından fazlasını istihdam ediyor, toplam cironun % 60’ını ve ihracatın % 75’ine yakınını gerçekleştiriyorlar. Küçük ve orta boy işletmeler ise toplam işletmelerin % 92,5’ini teşkil etmelerine karşın, işçilerin % 48’ini çalıştırıyor, cironun % 37,9’unu ve ihracatın % 22,7’sini gerçekleştiriyorlar.
Emperyalizmin özelliklerinden biri, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesiyle mali sermayenin oluşmasıdır. Böylece, mali sermaye “yeni türde bir sermaye” olarak egemenliğini kurar. Bu iç içe geçme, banka ve sanayi tekellerinin yöneticilerinin “personel birliği”nde görülür. Bir ve aynı kişiler, bankaların, sanayi ve ticaret tekellerinin başında dururlar. Lenin, büyük bankaların ekonomide ulaştıkları güce işaret ederek, “Burada bütün ülkeyi kaplayan sıkı bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve, gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı görülüyor” diyordu, (age. sf. 38)
Lenin, bankalar ve büyük ticari ve sanayi işletmeleri arasında “kişisel birleşme”nin, hisse senedi alma yoluyla kaynaşmanın geliştiğine işaret ederek, sanayi ve ticari işletmelerin denetim (veya yönetim) kurullarına banka müdürlerinin veya tersinden bu şirket yöneticilerinin bankaların yönetim ve denetim kurullarına geçişiyle “iç içe geçme”nin yaşandığına da daha o günden dikkat çekmişti. Bir süredir dergimizde yayınlanan mali sermayenin bugünüyle ilgili yazı ve veriler tekelci yoğunlaşmanın günümüzde ulaştığı dev boyutları ortaya koymaktadır. Manzara şudur: Başlıca ABD, Alman, İngiliz, Fransız, Japon, Rus ve Çin sanayi ve ticari şirketleriyle büyük bankaların oluşturdukları uluslararası konsorsiyumlar yüz milyarlarca dolarlık para sermayeyi çekip çevirmekte; sanayi üretim kârının yanı sıra borsa oyunları ve hisse senedi alım satımıyla, büyük faiz ve rant geliri sağlamakta, ülkelerin yönetiminde ve uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde söz sahibi olmakta, ya da gerçekte bu ilişkileri dolaysız olarak düzenlemektedirler.
“Yoğunlaşma sürecinin gücüyle, bütün kapitalist ekonominin başında kalan bazı bankalarda, doğal olarak tekel anlaşmaları, bir banka tröstüne doğru gitgide daha belirgin bir kayma eğilimi taşıyacaktır. Amerika’da artık dokuz değil, ama çok büyük iki banka, milyarder Rockefeller’in ve Morgan’ın bankaları, 11 milyar marka ulaşan bir sermayeye hükmetmektedir.” (Emperyalizm, sf.44)
’98 Nisanı başında Amerikan büyük bankalarından Citicorp ile Travelers Group’un birleşeceği ilan edildi. Citigroup adını alacağı belirtilen birleşik banka, dünya finans çevrelerinde “şok dalgası” yarattı. Birleşme Japon bankalarının yöneticileri tarafından “şok edici bir gelişme” olarak tanımlandı. 697.5 milyar dolar toplam varlığa kavuşan bu banka, Japon Bank of Tokyo Mitsubishi’yi (582,7 milyar dolar) geride bırakan bir büyüklüğe ulaşmış olacaktır. Diger büyükler sırasıyla HSBC Holdings Plc 393,7; Chase Manhattan Bank Corp. 365.5; General Electric 304 milyar dolar varlığa sahiptirler. Borsa değerlerine göre ise büyükler şöyle sıralanmaktadır: General Electric 288,8; Microsoft Corp 218,5; Royal Dutch/Shell 205,3; Coca-Cola 197,7; Exxon Corp. 171.1; Merc-Co 158; Citigroup 155,9; Nestle 133,5; Pfizer 133,5; NTT Corp. 128.8 milyar dolar büyüklüğe sahiptirler. Alman emperyalizminin gelişmesi ve diğer büyük emperyalist ülkelerle kavgalarında her zaman özel bir rol oynamış Deutsche Bank AG, Alman mali sermayesinin “koçbaşıdır. Dünyanın ilk on bankası arasında yer alan ve dünya ölçeğinde faaliyet gösteren bu bankanın, 1996 yılı itibariyle 50’yi aşkın ülkede 2.494 şubesi bulunmakta; Almanya’daki 1691 şubesiyle 6,5 milyon müşteriyi elde tutmaktadır. 1994’te İspanyol Banco de Madrit’i, 1993’te İtalyan Banca Popolare di Lecco’yu satın alarak, bu iki ülkede 350 ve 250 şubeli bankalara sahip olmuştur. Dünya çapında 250 bini aşkın “servet sahibi özel müşteriye 160 milyar markı kapsayan bir kredi hacmiyle hizmet vermektedir.” (Rüdiger Liedtke’den aktaran A. Cengiz) Bu bankanın 1996 cirosu 886,1 milyar mark olup, bu tutar, Almanya bütçesini aşmaktadır. Banka, 1995 yılı itibariyle 2 milyar 492 milyon mark ana sermaye ile bu kapsamdaki para hareketini kontrol etmektedir. Deutsche Bank’ın holding sistemi yoluyla hükmettiği şirket sayısı aynı yıl itibariyle 735’tir. Diğer bankalar Dresdnerbank, Commerzbank, Westdeutsche Landesbank, Bayerische Landesbank gibi bankalardır.
İngiltere mali piyasasını elde tutan dört büyük İngiliz bankası; Barclays, National Westminister, Lloyds-TSB ve Midland Bank, ülke içindeki toplam 11.350 şubenin % 77,8’ini ellerinde bulunduruyorlar ve 1996 rakamlarıyla 920 milyar sterlin aktif toplamına sahiptirler. HSCB holding grubunun 78 ülkede 5.500 şubesi; Barclay grubunun ülke içindeki 2050 şubenin yanı sıra ülke dışında 84 ülkede 5 binden fazla şubesi bulunmaktadır.
Bankaların artan rolü hesaba katılmadan mali sermayenin günümüzdeki yapısı ve ekonomiye hâkimiyetini tam olarak anlamak olanaklı değildir. Bankalar, mali sermaye kuruluşları olarak ekonominin tüm kılcal damarlarına dek sızma olanağına kavuşmuşlar ve yüz milyarlarca mark, ya da dolara hükmedecek bir güce ulaşmışlardır. Birkaç örnek bankaların durumunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece bu mali gruplar, bütün ülkeyi baştanbaşa sarmakla kalmıyor, sermaye ve gelirlerin merkezi olarak egemeni durumuna gelmek üzere ülke dışında da “sıkı bir kanallar ağı”nı oluşturuyorlar.
TEKELLERİN EKONOMİK ALANININ SINIRLANMASI; EKİM DEVRİMİ VE ETKİLERİ
Yüzyılın ilk çeyreği içinde meydana gelen Birinci Dünya Savaşı ve ardından gerçekleşen Sovyet Devrimi, emperyalist tekellerin dünya politikasına önemli darbeler vurdu. Kapitalizmin temel çelişmelerinin onu yıkıma götürdüğü yönündeki devrimci tez, Ekim Devrimi’yle kanıtlanırken, proletarya devrimleri çağı da başlamış oldu. Bir devrimle tekelci kapitalizmin sınırlarının dışına çıkmanın mümkün olduğu pratik olarak da görüldü. Emperyalist sömürge sistemi, devrimle büyük darbeler aldı. Sosyalizmin açtığı yolda, büyük bir umutla anti-sömürgeci ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelen ezilen halkların eylemi, sömürge sisteminin yıkılmasına veya biçim değiştirmesine yol açtı. İkinci Dünya Savaşı’yla bu süreç daha da hız kazandı. Kuzey Afrika’dan Uzakdoğu Asya’ya, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya kadar dünyanın birçok bölgesinde sosyalizm destekli ulusal kurtuluş savaşları zafere ulaştı. 1914-43 dönemi kapitalizmin yıkım ve çöküş çanlarının en fazla çaldığı dönem oldu. Dünya ekonomik krizi kapitalist ekonomileri sarstı. Sömürge imparatorlukları peş peşe parçalandı, dünyanın altıda birinde sosyalizm başarı kazandı ve proletarya iktidarı aldı. Ekim Devrimi, gerçekte “bir uzun savaş”ın ön çarpışmasıydı. İşçi sınıfının uluslararası alanda zafer kazanmasının dayanağı, ayaklanma üssü ve kalesiydi. Devrimin yayılmasının koşulları, savaşan ve yenilen ülkeler başta olmak üzere, hemen tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde olgunlaşmıştı. Siyasal çöküntü, ekonomik bunalım ve genel bir kriz vardı. 1918’de yenilen güçlerden Almanya, Avusturya-Macaristan, Türkiye ve Bulgaristan’da hükümdar yönetimleri son bulurken, Almanya ve İtalya’da devrimci gelişmeler yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı, sosyalizmin etkisinin dünya ölçeğinde daha da artmasıyla sonuçlandı. Kapitalizmi yeryüzünden silme hedefiyle gerçekleşen Ekim Devrimi, proletaryanın sosyalist devletinin faşizme karşı büyük fedakârlıklarla kazandığı zaferle, dünya kapitalizmine karşı savaşan uluslararası proletaryaya moral kazandırdı ve güç verdi.
Devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, kaçınılmazlıkla dünyanın “siyasal haritası”nı değiştirdi. Eski sömürge imparatorlukları peş peşe dağıldılar. Asya’da, yüzyılın ilk çeyreği içinde var olan “bağımsız devletler”in sayısı, yüzyılın son çeyreği içinde 5 kat fazlalaşmışta. Çin ve Hindistan gibi, dünya nüfusu içinde önemli bir yere sahip olan ülkeler, Britanya, Fransız, ABD ve Japon sömürgeci yönetimlerine karşı verilen mücadeleler sonucu siyasal bağımsızlıklarına kavuştular. Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı, yüz binlerce Vietnamlının canı pahasına, bütün ezilen halklara, emperyalizme karşı mücadeleye cesaret etmeleri yönünde etkide bulunarak, büyük bir yurtseverlik ateşiyle zafere ulaştı. Kore halkının, ABD’nin başını çektiği gerici ordulara karşı mücadelesi, Kuzey Kore Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Angola, Mozambik, Gine Bissau, El Salvador gibi ülkelerde halklar emperyalist ve işbirlikçi gerici sömürgecilere karşı elde silah ayağa kalktılar. Afrika’da “1939’da bir tane olan” (Hobsbawm) bağımsız devletlerin sayısı elliye yaklaştı. Ortadoğu’da Suriye, Irak ve Libya gibi ülkeler, “emperyalizme karşı çıkışlarıyla dikkat çektiler. Cezayir halkının Fransız sömürgecilere karşı mücadelesi, sömürgeciliğe karşı mücadelenin yeni bir halkasını oluşturdu. Mısır’da Cemal Abdül Nasır, ulusal reformcu bir çizgide emperyalistlere karşı tavır aldı ve Arap milliyetçiliği temelinde mücadele etti. Kuzey Amerika’da, ABD’nin yanı başında yer alan Meksika’da 1938’de petrol ulusallaştırıldı. Latin Amerika’da, başta Küba olmak üzere, birçok ülkede anti-emperyalizm dalgası yükseldi. Küba’da Batista diktatörlüğünün yıkılması ve sosyalist olduklarını ileri süren bir yönetimin iş başına gelerek, emperyalizme karşı ezilen halkların yanında saf tutması, ABD gericiliğinin büyük öfkesini çekerken, dünyanın ezilen halklarının ve bütün devrimcilerinin destek ve sevgisini kazandı. Ekim Devrimi ve ardından devam eden bağımsızlıkçı ve devrimci mücadeleler sonucu, dünyanın altıda biri kadar genişlikte topraklar üzerinde yaşayan halklar kapitalist sistemin dışına çıktılar. Avrupa’da büyük bir bölge; Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk, Almanya’nın “doğu”su, Çin ve Kuzey Kore ve otuz yıl kadar devam eden anti-sömürgeci savaşlar sonucu (1945-75) Hindiçini’de Laos, Kamboçya ve Vietnam, emperyalist sömürgeci boyunduruğu kırdılar ve bir kısmı ekonomide kimi “sosyalist reform”ları da benimseyen bir çizgide kapitalist ekonomik sisteme aykırı düşen uygulamalara başvurdular. Uluslararası kapitalist ekonomide canlanmanın görüldüğü yıllarda bile, kapitalist ülkelerin bu ülkelere ihracatı ancak % 4 gibi küçük bir oran oluşturmaktaydı. 1965’te, “sosyalist ekonomik sistem” içinde yer alan ülkelerin uluslararası ticaretlerinin üçte ikisi, “bu aile”nin kendi iç alanında gerçekleşiyordu. (UN İnternational Trade’den aktaran Hobsbawm, Kısa Yüzyıl, sf. 432)
1961 yılında kurulan ve ilerleyen yıllarda üye sayısı artan çoğunluğunu Arap ülkelerinin oluşturduğu Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) 1973 sonlarında petrol fiyatlarına % 70 oranında zam yapması, bu ülkelerin bir ölçüde emperyalist Batı’ya kafa tutması anlamına geliyordu.
Anti-sömürgeci ulusal kurtuluş mücadelelerini yükselten halkların çoğu, sosyalizme ve sosyalizmin halkların eşitliği için gösterdiği pratik ve somut tutumu inandırıcı bulmalarına ve “sosyalistler”le iyi ilişkiler kurma çabasında olmalarına karşın; özellikle, kapitalist emperyalizme entegrasyonundan sonra, SB’nin izlediği gerici ve emperyalist politikanın da etkisiyle, daha önce egemenliği altında bulundukları güçlerin ekonomik ve politik sistemini benimsediler. Bu, eski sömürgeci sistemin yıkılmasına karşın, yeni biçimler altında varlığını sürdürmesi anlamına da geliyordu. Biçimsel bir siyasal bağımsızlığın, emperyalist egemenliğin engeli olmadığını bilen -ve gören- uluslararası burjuvazi yeni sömürgeci yöntemleri geliştirdi. Emperyalist ülkeler hâkimiyet için silaha başvurmaktan geri kalmadılar. Tekeller-arası çelişkilerin savaşlara yol açacağı biçiminde ifade edilen devrimci tez, birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının emperyalistler-arası savaşlar olarak başlamalarıyla kanıtlandı. Arada emperyalist kışkırtma ve emperyalistlerin doğrudan ya da dolaylı katıldıkları bölgesel vb. savaşlarda on milyonlarca insan hayatını kaybetti. II. Savaş sonrasında da silahlanmaya büyük paralar harcandı ve savaş sektörü temel bir sanayi dalına dönüştürüldü. I. Dünya Savaşı, bin yılda Avrupa savaşlarında kaybedilen kadar (10 milyon ölü, 20 milyon yaralı) insan kaybına yol açarken, İkinci Savaş’ta bu rakam toplam olarak 70 milyona çıktı (Politik Ekonomi Ders Kitabı sf. 367) 1946–53 arası ABD’nin silahlanma giderleri, uydu ülkeleriyle birlikte 250 milyar doları buluyordu. (Yoksulluk ve işsizlik ise giderek artıyordu. 1954’te ABD’de tam gün işsizlerin sayısı 3,7 milyon, kısa çalışanların sayısı 13,4 milyondu.)
Amerikan tekelleri I. Savaş boyunca 35 milyar dolar kâr sağladılar. 1949’da ABD’nin yurtdışı sermaye yatırımları diğer tüm emperyalistlerin yurtdışı yatırımlarını aşmıştı. ABD’nin yurtdışı sermaye yatırımı 1939 sonunda 11,4 milyar dolar iken, 1953’te 39,5 milyar dolara çıktı. 1946–53 arası yıllarda ABD’nin yıllık ortalama ihracata 13,3 milyar dolar, ithalatı 8,2 milyar dolardı. Bata Avrupa ülkelerine, yılda ortalama 1,3 milyar dolar mal ithal ediyor ve onlara 4 milyar dolarlık mal ihraç ediyordu. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, sf. 396)
Emperyalist dünya sisteminin “büyükleri” Sovyet Devriminin yayılmasını engellemek için, Sovyetler Birliği’ni ekonomik, politik ve askeri olarak kuşattılar ve ona karşı tecrit politikası uyguladılar. 1933’e kadar Sovyetler Birliği’ni diplomatik olarak da tanımayan ABD, dünya gericiliğinin liderliğine yükselmesiyle birlikte, bu kuşatma, tecrit ve boğma politikasının mimarlığını, İngiliz emperyalizmi ile birlikte üstlendi. Emperyalist büyük devletler, savaşın tahrip edici etkilerini, sermayelerini ve kârlarını artırmanın yeni olanaklarına dönüştürmeyi başardılar. 1945 sonrasında, emperyalist saldırı politikası “soğuk savaş” olarak adlandırılacaktı. ABD, iki savaştan kazançlı çıkan ve yenilmiş ülkelerin ekonomi ve politikaları üzerinde de yaptırımcı bir mevziiye ilerlemiş bir dünya gücü olarak, sosyalizme ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine karşı; ve kapitalist ekonomik sistemin daha fazla yıkıma uğramasının önüne geçmek üzere saldırıyı örgütledi. Bir yandan, sosyal güvenlikle ilgili alanda işçi ve emekçilere sağlanan yeni haklarla, işçi ve halk hareketinin önü kesilmeye çalışılırken; diğer yandan, devrim ve ulusal kurtuluş hareketlerinin Avrupa, Asya ve Latin Amerika’da daha geniş alanlara yayılmasını engellemek üzere çeşitli tedbirler geliştirildi. 1945 sonrası, savaş nedeniyle çöken dünya ekonomisi, yeniden büyük bir ilerleme kaydetti. Bunda savaş sanayinin ve işçilerin kitlesel biçimde düşük ücretle çalıştırılmalarının etkisi vardı. Bu gelişme 1970’li yıllara kadar sürdü. Burjuvazi, sosyalizmin yayılmasının önünü kesmek amacıyla sosyal devlet ve planlı ekonomik kalkınmayı gündeme getirdi. II. Dünya Savaşı, SSCB’nin savaş öncesi sermaye varlıklarının % 25’ini tahrip ederken, ABD savaşlardan büyük kazançla çıktı. Savaş sonrasında ABD ekonomisi % 10 büyüme gösterdi. (Hobsbawm, Kısa Yüzyıl, sf. 65) ABD ekonomisi 1914’te en büyük kapitalist ekonomiydi. Yirminci yüzyılın, uluslararası alanda en ısrarlı biçimde izlenen politikalarından biri, kapitalizme bağlı güçlerin sosyalizme karşı yürüttükleri mücadeleydi. Marshall Planı’yla Amerikan mandacılığı güçlendirilmeye; NATO ile sosyalizme ve ezilen halkların devrimci eylemine askeri saldırıyı başarılı ve güçlü kılmaya; ve yeşil kuşak hareketiyle, özellikle “İslam halklarını sosyalizme karşı kullanmaya uyarlı bir saldırı politikası uygulandı. Bu planla ABD aynı zamanda, savaştan yenik çıkan Japonya, Almanya gibi ülkelerin ve diğerlerinin ekonomilerini denetimine aldı. Büyük kârlar sağlamasının yanı sıra, bu planı NATO’nun oluşturulmasının dayanağı haline getirdi.
ABD ile birlikte İngiliz ve Fransız emperyalistleri yeni sömürgeci politikayı, sosyalizme karşı mücadelenin temel unsurlarından biri olarak benimsediler. Siyasal bağımsızlık görüntüsü altında ülkelerin sömürge bağımlılığı devam ediyorken, “sosyalizm bloğu” içinde yer alan doğu ülkeleri ve Balkan halklarının sosyalizmin inşasına yönelmelerini engellemek için çok yönlü bir saldırı ve kazanma politikası izlendi. Askeri tehdit, şantaj, casusluk faaliyetleri, papalık kurumu ve kilisenin etkin kullanımı, ekonomik sızma vb. yöntemlerle bu ülkelerin halkları kuşatmaya alındı. Sovyetler Birliği’nde, yeni bürokrat burjuva tabakanın iktidar: ele geçirmesi ve emperyalist burjuvaziyle işbirliğine girişmesi sonucu, sistem yıkıldı ve “Doğu Bloğu” içinde yer alan ülkelerin kapitalist entegrasyonu tamamlandı. Son on-on beş yıldan bu yana, bu ülkelerin “bağımsızlıkları” da biçimsel hale getirilmiş durumda. İçinde bulunduğumuz dönemde ise, bir yandan NATO’nun genişletilmesi, Avrupa Birliği üyeliğine Doğu Avrupa ülkelerinin alınmaya başlanması ve diğer yandan MAI gibi anlaşmalarla, bu ülkelerin sözde bağımsızlıkları, tam anlamıyla biçimsel bir şekle dönüştürülmeye; bunlar da dâhil, geri ülkelerin yeni sömürgeci bağımlılığı pekiştirilmeye çalışılıyor.
KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, ARTAN SALDIRILAR VE MAI
Burjuva iktisatçıları, tekellerin dünya hâkimiyetinin bugünkü durumunu, her türden rekabetin, üretim anarşisinin ve çelişkilerin ortadan kalkması olarak ilan edeli uzun bir zaman oldu. Şimdi küreselleşme üzerine propagandayla bunu daha gürültülü bir biçimde sürdürüyor, MAI türünden anlaşmaları buna kanıt olarak gösteriyorlar. Burjuva politikacı, yazar ve iktisatçıları, bir yandan küreselleşmeden ve bütünleşmeden söz ederken, diğer yandan “serbest rekabet”, “hür teşebbüs ve fırsat eşitliği” üzerine ikiyüzlü bir propaganda yürütmeye devam ediyorlar. Dünya ekonomisine dev tekel gruplarının hâkim oluşunu ve dünyayı aralarında paylaşmalarını, bu iddianın kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa somut durum bundan farklı özellikler göstermektedir. Emperyalist kapitalizm, gerçekte, bugüne dek olmadık ölçüde büyük ve ağır sorunlarla yüz yüzedir. Çelişkiler derinleştikçe, tekel gruplarının saldırıları daha da yoğunluk kazanıyor. Lenin şunları yazıyor: “Fiilen tek ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren, dünyanın her köşesinde şubeleri’, temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri bulunan bu tröste karşı rekabet etme zorluğu apaçık ortadadır. Ne var ki dünyanın iki güçlü tröst arasında bu şekilde paylaşılması, gelişmenin eşitsizliği, savaşlar, iflaslar gibi nedenlerle güçler arasındaki denge bozulduğu takdirde yeni bir paylaşmaya gidilmeyecek anlamını taşımamaktadır.”(age. sf. 75)
Dünya, geçmişle kıyaslanamayacak biçimde mal ve hizmet üretimi bakımından daha zengin iken, yoksulluk arttığı gibi, yoksul ile zengin arasındaki uçurum da büyümüştür. Kapitalizmin 20. yüzyıl jandarması ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Berzinski’nin hesaplamalarına göre, sonuna yaklaştığımız bu yüzyılda, kapitalizm kaynaklı savaşlar 187 milyon kişinin ölümüne neden olmuştur. Teknolojik ilerleme, büyük yeni buluşların kapılarını aralayacak biçimde devam ediyor. İletişim teknolojisindeki gelişme, zaman ve mekân sorununu önemli ölçüde çözmüş durumda. (Kıtalar arası telefon ve internet haberleşme ağı, online sistem yoluyla hesap aktarımı vb.) Ancak bu dönem yine de burjuvazi için kâbus ve korku dönemi oldu. Onca ileri teknik gelişme ve iletişim kolaylığı vb. diğer gelişmelere karşın, 20. yüzyıl, kanlı ve güvensizliklerle dolu bir yüzyıl olarak yaşandı. Savaşlarda, savaşan taraflar birbirlerinin ekonomilerini tahrip etme ve altyapı tesislerine yönelme politikası izlerken, bu durum genel olarak dünya ekonomisinin tahribine yol açtı.
Tekellerin dünya hâkimiyetini ve uluslararası tekelleşmenin ulaştığı, bugünkü yüksek düzeyi, kapitalist bunalımların son bulması, rekabetin yumuşaması ya da bütünüyle ortadan kalkması, barış, çıkarların uyumu ve refahın “adil paylaşımı” ile birlikte ve bu kavramlarla ifade edilen olguların gerçekleşmesi anlamında ele alanlar, kapitalizmin ve kapitalist tekelin asla sahip olmadığı özellikleri ona atfetmektedirler. Bu türden burjuva görüşler, burjuva iktisatçıları ve politikacılarının yalanlarından (ya da daha hafif bir deyimle temennilerinden) ibarettir. Yalandır çünkü kapitalist üretimin anarşik karakteri, sanayinin belli dallarında kurulan tekelin varlığıyla son bulmaz, aksine tekelin varlığı, bu karışıklığı daha da ağırlaştırır. Bilimsel teknik gelişmelerin hızlı yükselişi, kapitalist ulusal ekonominin çeşitli sektörleri arasındaki çelişki, eşitsiz gelişme vb. etkenleri artırır. Bugünkü gelişmeleri yeni bir şeymiş gibi gösterenler arasında yer alan sözde ilerici kimi yazarlar da emperyalist tekellerin uluslararası faaliyetlerinin bugünkü yüksek düzeyine bakarak, bunu yeni ve niteliksel bir değişme saymakta ve buradan, “herkesin yararına” sonuçlar çıkarmaktadırlar. MAI, emperyalizm ilericilerine, “serbest piyasaca ekonomistlere ve oportünist “evrensel kapitalizm” teorisyenlerine, gerici ve kapitalizm yanlısı düşüncelerini bir kez daha savunma olanağı tanıyor! Bu anlaşmanın uluslararası yaptırım ve ulusal ekonomi ve hukuk karşısındaki ayrıcalıklı, dikte edici ve yaptırımcı özelliği dayanak alınarak, “ulus devlet”in yıkılacağı ve ultra emperyalizmin dünya devletine yönelineceği belirtiliyor, ileri sürüldüğüne göre, bu devletler-üstü ekonomi ve “devletler-üstü uluslararası devlet”, emekçilerin yaşam standartlarının değişmesine, bütün dünyaya barış ve özgürlüklerin gelmesine hizmet edecek! (Türkiye egemen sınıfları bir süre öncesine kadar, benzer bir propagandayı AB’ye katılma sorunu kapsamında sürdürmekteydiler.) Burjuva yazarları, anlaşmaya taraf tüm ülkelerde sınıf ilişkilerinin izleyeceği yol ve alacağı biçimlerin bu gelişme tarafından belirleneceğini ve emekçilerin de yararlanacağı burjuva siyasal özgürlüklerin evrensel bir özellik kazanacağını yazıyorlar. Küreselleşme ve globalizm üzerine propagandayı sürdüren kapitalizm savunucuları, spekülatif sermayenin uluslararası faaliyetinde görülen büyüme ve genişlemeyi ve bu sermayenin ileri teknikten yararlanarak, çok kısa bir zamanda oradan oraya dolaşma yeteneği kazanmış olmasını, “tek bir dünya devletine doğru gidiş”e işaret eden, engellenemez ve değiştirilemez bir gelişme saymaktadırlar. (Dünyada her an hareket halinde bulunan 1 trilyon dolar”ın varlığı bu tezin dayanaklarından birini oluşturmaktadır.) Globalizm ve küreselleşme kavramları etrafında geliştirilen gerici teoriye göre, uluslararası tekellerin dünya hâkimiyeti hem “yeni bir gelişmedir”, hem de emperyalist kapitalizmin “çelişkisiz-global bütünlüğü”ne işaret etmektedir. Daha da ileri gidilerek bu gelişmenin, emekçi kitleleri de etkileyen ilerici özellikler taşıdığı iddia edilmektedir. Proletarya ve emekçi karşıtı bu gerici teoriye göre, değişme ve gelişmeleri “görmeyenler” vardır ve Marksistler de bunlar arasında yer almaktadırlar. Oysa toplum sürekli bir değişme göstermektedir. Sermaye yoğunlaşması ve uluslararasılaşma, uluslararası tekellere ve kartellere doğru gelişerek, emperyalist kapitalizmin çelişkilerini bir potada eritmekte, ultra-emperyalist bir global dünya ekonomisi oluşmaktadır. Kanıt mı isteniyor? NAFTA, GATT, APEC, AB gibi birleşmelere bakılsın!
Gerici amaçlar taşıyan bu teorinin önceliklerinden biri de, kapitalist toplumsal gelişme ve kapitalizmin özellikleri hakkında bulanıklıklar yaratıp, bunu emekçiler aleyhine kullanmaktır.
BAĞIMSIZLIĞIN TEMİNATI: DEVRİM
Dünya ölçeğinde faaliyet gösteren uluslararası tekellerin en büyüklerinin, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının nispeten bol, vergilerin düşük ve yasal engellerin aşılabilir olduğu alanlara yönelmesi, bağımlı ülkelerin halklarının azgınca sömürülmesinin yanı sıra, pazar paylaşım kavgalarını da kızıştırmaktadır. Sermaye yoğunlaşmasının yüksek düzeyi, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımı ihtiyacını gündeme getirmektedir. Tekelci gruplarla emperyalist devletlerin sahip oldukları gücün büyüklüğü bu paylaşmada belirleyici olmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması ve yoğunlaşmanın evrensel ölçekte büyümesi, kartellerin halklar için barışçı umutlar doğurabileceği yönündeki Kaustkist düşüncelerin yeniden uç vermesine de yol açabilmektedir. Ancak, bu tür düşüncelerin gerçeklerle ilişkisi yoktur ve tekellerin büyük gücü ile halkların yaşam standartları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, proletarya ve ezilen halkların tekellerin hâkimiyetine karşı mücadelesini zorunlu kıldığı gibi, bu mücadelenin daha da çetin ve sert geçeceğine de işaret eder. Proletaryanın buna hazırlanması zorunludur.
Lenin; dünyanın paylaşılmasının, toprakların ele geçirilmesinin tamamlandığını ve gelecekte söz konusu olanın, bu paylaşılmanın yenilenmesi, yani ele geçirilmiş toprakların sahip değiştirmesi olacağına işaret ediyordu. Günümüzde, gelişmelerin doğrultusu bu yöndedir.
Uluslararası tekelci burjuvazi, diğer biçimlerin yanı sıra, sömürge anlaşmaları yoluyla, sermaye ve meta ihracı için yeni alanlar yaratmak, pazarlarını genişletmek ve bu pazarlar ve hammaddeler üzerinde tam denetim kurmak için yeni yol ve yöntemler geliştiriyor. Büyük emperyalist ülkelerdeki, en büyük tekelci işletmeler, fabrikalarını, ya da onların belli bölümlerini, ucuz işgücünün bol ve rekabet edecek sermayenin zayıf olduğu alanlara; Doğu Avrupa ve Asya’ya kaydırmak için hazırlıklarını daha da artırmış bulunuyorlar. Diğer yandan, merkezinde büyük ekonomik güce sahip emperyalist ülkelerin durduğu, birlikler ve bloklar da kuruluyor. Bunun en eski ve günümüzdeki en popüler örneklerinden biri, “Avrupa Birliği”dir. Yüzyılın başında henüz “geleceğin bir sorunu olan” “Ortak Avrupa’nın yaratılması” bugün belirli ölçüler içinde “gerçekleştirilmiş” bulunuyor. Avrupa Birliği için yapılan anlaşmalar, Maastricht ve Schengen Anlaşmalarıyla sağlanan ortaklıklar, ortak para birimi EURO’nun 2000’e kalmadan kullanıma sokulması, birlik içinde sermaye ve işgücü akışının “serbest bırakılması” gibi gelişmeler gerçekleşmiştir. Ancak, AB içinde, birliğin ekonomisi ve politikasına kimin hâkim olacağı; Alman sermayesi ve politikasının mı, yoksa Fransız ya da İngiliz sermayesi ve politikasının mı, “ortak payda” olarak alınacağı, henüz, güçler arası rekabetin konusunu oluşturmaktadır. “Mali sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” diye sorarken Lenin, bu gelişmenin yol açtığı çelişkilerin derinliğine dikkat çekiyordu.
Kapitalist gelişmenin dev tekelleri ortaya çıkarması, tekellerin bugün ulaştıkları boyutlar ve tekelci hakimiyet için sürdürülen rekabet, yığınların aç ve yoksul yaşamlarını bir önkoşul saymaktadır. “Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor; kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkilerin’ alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir… Böylece sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir. Büyük firmalar arasındaki alışverişler bu durumlarda öyle bir niteliğe bürünür ki, Schilder’in edeb-i kelamı’yla anlatmak gerekirse, ‘ahlaki bozulmaya bitişik’ bir durum kazanır. Almanya’daki Krupp, Fransa’daki Schneider, İngiltere’deki Armstrong, dev bankalarla ve hükümetlerle sıkı ilişkileri olan ve bir borçlanma anlaşması yapılırken öyle kolay kolay ‘savsaklanamayacak’ cinsten firmaların tipik örneğidir.”(age. sf.70) diyen Lenin, tekellerin gücüne, bir başka açıdan dikkat çekmektedir (uçak şirketleri ve enerji santralleri, bugünkü örnekler arasında önemli bir yer tutuyor). Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, ortaya çıkan büyük sermaye fazlalığı, yığınların gereksinmelerinin karşılanmasına değil, bu sermaye fazlasına sahip ülke dışındaki alanlara doğru, sermaye ihracı yoluyla bir genişlemeyle kârın artırılması için kullanılacaktır. Geri kalmış ülkelere, sermayenin bu ihracı, ekonomik hayatın denetim altına alınması ve yüksek sömürü kârının elde edilmesini olanaklı kılmaktadır. Çünkü buralarda sermaye daha az ya da zayıf, topraklar ve hammaddeler nispeten ucuzdur. Sermaye ihraç eden ülkeler hemen her zaman belli birtakım ‘avantajlar’ elde etme olanağına sahiptirler. Bu avantajlar, mali sermayenin gücünden gelmektedir. Örnek olarak Ortadoğu petrolleri -bugün bunlara Kafkasya petrollerini eklemeliyiz- verilebilir. Ortadoğu, deniz ticaret yollarının kesişme bölgesi olmasıyla; Asya, Avrupa ve Afrika bağlantısını sağlamasıyla ve dünya petrol rezervlerinin en önemli deposu durumunda olmasıyla, emperyalist sermayenin “ilgi” ve iştahını çeken başlıca bölgelerden biridir. Bölgede yer alan ülkeler, gelişmiş batılı ülkelerle kıyaslandıklarında “geri ülkeler” kategorisinde yer alırlar ve sermaye ihracı için uygun ve kârlı bir alan oluştururlar. Bu ise, bölgeyi, Batılı emperyalistlerin ve onların yanı sıra Rusya, Japonya gibi Asyalı büyük ülkelerin çekişme alanı haline getirmekte; büyük sermaye sahibi olan ve askeri-teknolojik gücü elinde tutan ülkelerin, sermaye ihracı yoluyla -ve güce de başvurarak- denetim sağlama çabalarının daha fazla çekişmeli ve çatışmak geçmesine yol açmaktadır.
Uluslararası sermayenin elde ettiği büyük gücü, kapitalizmin evrensel zaferi olarak reklâm eden burjuva iktisatçıları, uluslararası piyasalarda 1 trilyon dolar civarındaki para sermayenin varlığını, kapitalizmin gelecek güvencesinden biri saymaktadırlar. Onlara göre, uluslararası sermaye piyasaları eskiye göre daha fazla kurumsal bir özellik kazanmıştır ve bu durum kapitalist sistemin, çöküşünün engelidir! Bu iddia kapitalist ekonomik sistemin ve spekülatif sermaye hareketinin karakteriyle bağdaşmaz, bilimdışı bir çarpıtmadan ibarettir. Kurumsallaşmanın eskiye göre arttığı bir gerçek olmakla birlikte, uluslararası sermayenin sürekli genişleyeceği ve herhangi bir çöküşün olmayacağının bir garantisi yoktur. Aksine kapitalizmin tarihi hızlı genişlemenin ardından çöküşlerin yaşandığını göstermektedir. Kapitalizmin çürümesi ve yıkımının verileri günümüzde daha fazla birikmiş bulunuyor. Kapitalizm, istikrarsızlığa mahkûm ve işsizliği, açlığı, yoksulluğu, baskı ve terörü üreten bir sistemdir. “Globalleşme”nin sosyal güvenlik kurumlarına karşı bir saldırı, siyasal özgürlüklerin kısıtlanması ya da bütünüyle yok sayılması, işsizliğin ve yoksullaşmanın büyümesiyle el ele gittiği somut ve güncel bir gerçektir. Her şeyi ve tüm insani değerleri alınıp satılan birer meta haline dönüştüren bir sistemin çökmesi kaçınılmazdır. Toplumsal hareketin işleyişi ve yönü bu kaçınılmazlığa doğrudur. Kapitalistleri endişelendiren başlıca toplumsal gelişme ya da “olgu” da budur.
Bugün “uluslararası tahkim” dayatan uluslararası tekeller, elbette sermaye ihracıyla, girdikleri ülkelerde “aslan payı”na el koyacaklardır. Bunlar bir yandan doğal ve hammadde kaynaklarından yararlanacak, işletme imtiyazlarıyla bu toprakların sahibi gibi hareket edecek, diğer yandan hisse senedi alımı vb. yollarla, ülke ekonomisinin hemen tüm sektörlerinin hâkimi haline geleceklerdir.
Sömürgecilik eski, kaba biçimiyle “tarihe karışmış” durumda ve bugün çok daha ince yollarla, sömürge ülkenin halkını karşıya almaktan kaçınarak, mali, ekonomik ve diplomatik yollarla sürdürülmektedir. Uluslararası tekellerin, sınır tanımaz etkinliğinin genel bir özellik haline geldiği günümüzde, siyasal bağımsızlık, geçmişte olandan da daha fazla biçimsel hale gelmiştir ve tek başına ve ekonomik bağımsızlık olmaksızın fazla bir şey ifade etmemektedir. MAI gibi anlaşmalar da emperyalist sömürgeleştirme yöntemlerinin güncel biçimleri arasında yer almaktadır. Bunun içindir ki bugün, bir ulusun ve halkın bağımsızlığı için, tekelci emperyalist sistemin dışına çıkma; ekonomik bağımsızlığını kazanma ve kapitalizmi aşma temel bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri bekleyen başlıca sorun, uluslararası tahkime açılan ülke ekonomisinin kapitalist sistem içinde, halk yararına bir gelişmesinin mümkün olmadığının anlaşılması, tekellerin hâkimiyetine son vermek üzere, siyasal-toplumsal bir devrimle burjuva sınıf egemenliğini yıkmayı başarmaktır. Gerçek bir bağımsızlık başka türlü kazanılamaz. Çünkü tekeller milyarları çekip çevirmekle, siyasal rejimlerin “engelleri”ni aşma olanağını elde etmektedirler. Onlar mali ve ekonomik güçleriyle toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızabilmekte ve siyasal rejimleri de belirleyen başlıca etkenler olarak rol oynamaktadırlar.
Çünkü tekellerin egemenliği altında, emekçilerin elde ettikleri ya da edecekleri haklar, göreceli ve biçimsel bir özellik taşımakta; burjuvazi, konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bugün verdiğini, yarın fazlasıyla geri alma olanağını elinde tutmaktadır. Oysa asıl olan bu olanağı burjuvazinin elinden, onu bir daha kullanamayacağı biçimde, almaktır. Tekeller uluslararası alanda insan yaşamına hâkim olurlarken, insana refah, mutluluk, özgürlük ve eşitlik değil; işsizlik, acı, yoksulluk, savaş, baskı ve ölüm getirmektedirler. Uluslararası tekeller ve büyük emperyalist ülkeler dünyanın her tarafına el atmış ve bir dünya imparatorluğu kurmuşlardır. 358 dolar milyarderinin geliri, toplam dünya nüfusunun % 45’i kadarının gelirine eşit durumdadır. Uluslararası bankalar kanalıyla yılda 250 trilyon dolar sermaye işlem görmektedir. 62’si Japon, 53’ü ABD, 23’ü Almanya, 19’u Fransa, 11’i İngiltere, 8’i İsviçre, 5’i İtalya, 3’ü Hollanda (2’si İngiliz-Hollanda) kaynaklı 200 büyük tekel, 8 trilyon dolar iş hacmi ve 251 milyar dolar yıllık kâr miktarıyla dolar milyarderlerinin hükümranlığının sürdürülmesinde ilk elde rol oynamaktadır. Geri ülkelere sermaye ihracı, bu ülkelerin nüfusunun sömürülmesinin ve ekonomik kaynakların tahribi ve transferinin aracı olarak rol oynamaktadır. Yalnızca 1990–94 yılları arasında “az gelişmiş ülkeler”e 700 milyar dolar yabancı sermaye akışı, bağımlılık ilişkilerinin boyutları hakkında fikir vermeye yeterlidir.
Diğer yandan, 5,5 milyar insandan 1,3 milyarı yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. 120 milyon insan çalışacak bir iş bulamamakta; sokaklarda uyuşturucu ve cinayet kol gezmekte, kadın ve çocuk sömürüsü acımasız boyutlar almakta, 200 milyon çocuk, yaşları, fiziki güçleri ve sağlıklarıyla bağdaşmaz ağır işlerde çalıştırılmakta, sokak çocukları diye özel bir kategori oluşturan çocuklar, uluslararası modern köle ticaretine malzeme ve organ mafyalarının cinayetlerine kurban olmaktadır.
Dünya işçi ve emekçilerinin olduğu gibi, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin önündeki en önemli görevlerden biri de uluslararası tekellerin ve emperyalizmin hegemonyasına karşı mücadele etmektir. Emperyalizm ve tekeller, kapitalist istikrarsızlığın, bunalımların ve savaşların tüm yükünü proletarya ve ezilen halklara fatura etmektedirler. Emperyalist kapitalizmin tasfiyesi gerçekleştirilmediği sürece de, mücadeleyle kısmi haklar elde edilip, kısmi iyileşmeler sağlansa bile, bu cehennemi yaşam devam edecektir.
Haziran 1998