Burjuva ideologları, anti-komünist propagandalarında; kapitalist üretim tarzının “dinamikliği” ve “üretkenliği”yle, “bilim ve teknolojiyi hızla geliştirmesiyle” böbürlenirler; günlük ekonomi politikada ise; “maliyet faktörü”yle, “ücretlerin yüksekliği”yle, “daha uzun çalışmanın gerekliliği”yle işçi ve emekçilerin karşısına çıkarlar. Onlara göre, bu bir çelişki değildir, aksine “rekabet olgusu”nun bir buyruğudur. Burjuva kafası açısından rekabet; hayvanlar alemini de, insanlar alemini de belirleyen bir “doğa yasası”dır. Hayvanlar, türlerinin devamını, insanlar da “refahı”nı bu yasaya borçludurlar. Anlaşılan o ki, burjuva ideolojisi için, insanlık, hayvanlar aleminden çıkmamıştır!
Ruhunu sermayeye teslim etmemiş sosyologlar ise, kapitalist dünyanın “ekonomik paradoksu” karşısında duydukları şaşkınlığı gizleyemiyorlar: Kârlar hızla artmasına; reel ücretler gerilemesine ve aynı anda emeğin üretkenliği yıldan yıla katlanmasına rağmen – “ürkütücü boyutlar kazanan” işsizlik, büyümeye devam ediyor!
Gerçekten de çarpıcı bir tabloyla karşı karşıyayız: Batı Almanya’da örneğin, 1980-2000 yılları arasında sermayenin “net kazancı” ikiye katlandı, “net ücretler” ise % 0,4 geriledi. Reel ücretlerdeki gerileme ise daha yüksekti; tek başına 1993-2000 arasında % 6,9 düştü. Bu arada, 1982-1997 yılları arasında üretkenlik % 35,4 oranında artarken, işsizlikte % 63,5 oranında bir artış kaydedildi! ABD genelinde ise, 1979-1992 yılları arasında üretkenlik % 35 artarken, çalışanların sayısı % 15 geriledi.
Emeğin üretkenliğindeki artış dünya çapında gözlemlenebilen bir olgu. Ve kuşkusuz kıyaslanan süreler uzadıkça, elde edilen veriler de, o kadar “baş döndürücü” olmaktadır. (Örneğin Batı Almanya’da bir işçinin saat başı üretkenliği 1960 ila 1997 yılları arasında % 620 oranında artmıştır! ) Fakat nispeten kısa zaman dilimleri ile kıyaslandığında dahi, ortaya çıkan tablo pek değişmemektedir. Sınai ülkelerde metal işkolundaki üretkenlik, çalışan işçi başına yalnızca 1993-1997 yılları arasında şu oranlarda artmıştır: İsveç % 62,1; Almanya % 35,4; Japonya % 31,1; Avusturya ve İspanya % 30,5; ABD % 28,8; İtalya % 25,3; Hollanda % 21,7; Belçika % 17,7; Fransa % 16,8 ve İngiltere % 6,3.
Almanya’da otomobil sektöründe üretkenlik (saat başına) 1997’de, 1990 yılına göre % 19,4; ciro % 12,7 ve üretim % 4,6 artarken; çalışanların sayısı, % 14 oranında gerilemiştir. Giderek daha az işçi sayısıyla giderek daha fazla üretimin gerçekleştirildiğine dair örnekler sanayiin başka alanlarından da verilebilir. Örneğin, ileri kapitalist ülkelerde, eskiden on binlerce işçinin çalıştığı çelik fabrikalarında, şimdi birkaç yüz kişiyle öncesinin birkaç misli çelik üretilmektedir. “Üretkenliğini” katlayan ABD’nin en büyük çelik üreticisi United States Steel, 1980’de 120 bin işçi çalıştırırken, on yıl sonra, yaklaşık aynı üretimi, 20 bin işçiyle gerçekleştirebilmektedir. Eskiden 12 günde üretilen çelik miktarı, bugün sadece 1 saatte üretilebiliyor!
Burjuva ekonomisti S. Falkner’in 1930 yılında yaptığı bir hesaplama, emeğin üretkenliğinin ‘ileri düzeyi’nden neyin anlaşılabileceğini gösteriyor. Falkner’e göre, teknolojinin ABD’de o dönem ulaştığı seviye ile, o yıldaki toplam dünya üretimi, iki saatlik bir işgünü ile gerçekleştirilebilirdi! 1930’un teknolojisi! O yıllarda Ford tekelinin yöneticilerinin hayal bile edemeyeceğini, bugün Ford’un Avrupa şefi David Thursfield şöyle dillendiriyor: Köln’de bir otomobilin 10 saat içinde üretildiğine dikkat çeken Thursfield, “bu süreci 7 saate düşürmemizin koşulları mevcut” diyor! Hatırlatmakta fayda var; ABD’de 1920’li yılların ortalarında bir otomobilin üretimi için 813 saat gerekiyordu (rakam, 1912’de ise, 4.664 saatti)!
Aktarılan veriler, emeğin üretkenliğinin hangi boyutlarda artmış olduğu konusunda yaklaşık bir fikir vermektedir. Açıktır ki, bu ilerlemenin gerisinde, başta emeğin toplumsal üretkenliği olmak üzere, üretici güçlerde kaydedilen devasa gelişmeler durmaktadır.
Burjuva ideologları, geçtiğimiz yüzyılda “sosyalist sistemle rekabet eden kapitalist sistemin”, bilimsel-teknolojik alanda büyük atılımlar gerçekleştirdiğini propaganda edip durmaktadırlar. Oysa, sermayenin üretkenliğinde bir yükselme gibi göründüğünden, burjuva propagandasında sermayenin kendisine mal edilen bilimsel-teknolojik devrim , her şeyden once, emeğin toplumsal üretkenliğinde bir devrimi ifade etmektedir. Ve bugün şu gerçeğin altını daha kalın bir çizgiyle yeniden çizmek gerekir ki, “genel tarihsel gelişmenin ürünü”nü (bilim bu gelişmenin “soyut özü”dür) tam tekeline almış olan sermayedar sınıf; hem toplumun, insanlığın tüm entelektüel birikiminden ve onun, bir ögesi olarak, emeğin üretkenliğinde yaptığı katkılardan sınırsız yararlanmasının ve hem de bu birikimini çok daha geniş bir ölçekte geliştirmesinin ayakbağını oluşturmaktan başka bir rol oynamamaktadır artık. Burjuva propagandasının da asıl hasıraltı ettiği, tam da bu gerçektir. Sorun, her gün bir yenisi ilan edilen şu veya bu “teknoloji harikası” ya da buluş değildir (bunlar, kesintisiz bir süreci oluşturan “genel tarihsel gelişmenin ürünü”dürler), aksine; sorun, insanlığın ve toplumların, bu süreç ve onun ürünlerinden yararlanma derecesinin somut olarak ne olduğudur. Açıktır ki, bu derecenin ölçüsü de, ancak verili tarihsel koşullar üzerinden saptanabilir.
Aslında burada kapitalist üretim tarzının başka bir “ekonomik paradoksu” karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, “proletaryanın sonu”nu ilan edenler, şimdi de “emeğin sonu”nu ilan ediyorlar! Deniliyor ki, “yapılan araştırmalara göre, 1990’lı yılların başlarında, ileri kapitalist ülkelerde çalışan işçilerin yüzde 75’inden fazlası şu veya bu düzeyde rutin işler yerine getirmektedir. Bu işlerin çoğunluğu, otomatik makinalar, robotlar ve gelişmiş bilgisayarlar ile yapılacak işlerdir.”
Doğrudur: Makina sistemine dayanan büyük sanayiin son sözü tam otomasyondur. Ancak, kapitalist üretim tarzı egemen oldukça, büyük sanayi, kendi teknik temelinin doğal evriminin bu son sözünü söyleyemeyecektir. Çünkü sermaye; “ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir”. Emeğin toplumsal üretkenliğinin ulaşmış olduğu düzey ve sahip olduğu dev potansiyel karşısında; “otomatik fabrika”lar ne kadar usa yatkın ise, kapitalist üretim tarzı ve sermaye ilişkisi de o kadar usa aykırı ve o kadar da insanlığın ulaşmış olduğu toplumsal gelişme aşamasına terstir.
Kapitalist dünyanın “ekonomik paradoks”ları bu denli belirgin hale gelmiş bulunmaktadır. Ancak bu açık durum; “ekonomik paradoks”lara “paradoks teoriler”in tekabül etmesini ve bu “teoriler”den esinlenen anlayış ve yaklaşımların özellikle işbirlikçi sendikacılık akımın temsilcileri aracılığıyla işçi sınıfının saflarında yayılmasını ve belirtilen belirginliğin bulanıklaştırılmasını engellememektedir. Örneğin Alman metal sendikasının (IG Metal) Başkanı Klaus Zwickel, sendikasının Ekim 1999’daki genel kongresinde yaptığı konuşmada, teknoloji ve üretkenlik alanındaki gelişmeleri delegelere şöyle açıklamaktaydı: “Bundan yaklaşık 100 yıl öncesinde Jules Verne, ‘80 Günde Devri Alem’ adlı ütopik romanını yazmıştı. Bugün 2000 yılına kadar kalan 86 günde yaklaşık 80 kez dünyayı dolaşabiliriz. İşte bu gerçekte; teknolojik ilerleme ve üretkenlik gücünde son yüzyılda kat etmiş olduğumuz gelişmenin devasa boyutları görülmektedir.” Ne var ki, aynı Zwickel, IG Metal’in kongresinden üç yıl sonra (Ekim 2002) yapılan “iş süresi konferansı”nda, “ağır ekonomik koşullar karşısında, tam ücret karşılığı genel ve belirgin bir iş süresi kısaltması için bugün bir imkan göremiyorum” diye konuşabilmektedir!
Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumda, emeğin toplumsal üretkenliği ile iş süresi arasındaki ilişkiye (ki, bu ilişki, kapitalizmin doğası gereği rasyonel değildir ), verili ekonomik koşulları esas alan bir perspektifle bakılamaz. Bu perspektif, gerek kapitalist üretim tarzının yasaları bakımından ve gerekse tarihsel bakımdan yanlıştır. Kapitalist ekonominin konjonktürel durumuyla ilgili argümanların, bu ilişkiyi gerçekte belirleyen yasa ve olguları hasıraltı etmenin dışında hiçbir işlevi yoktur. Kaldı ki, işçi sınıfının çıkarları açısından ekonomik koşulların “ağır”laşması (işçiler için bu “ağır”laşmanın, işsizliğin artması ve ücretlerin düşmesi anlamına geldiğini reddetme küstahlığı ile karşı çıkılmayacaksa eğer!), bizzatihi iş süresinin kısaltılmasını gerektiren bir durum ve gelişmeyi ifade etmektedir. (Örneğin Almanya’da bugün birçok namuslu sosyolog ve ekonomist, “35 saatlik iş haftası uygulamasına gidilmeseydi işsizlik çok daha yüksek olurdu” açıklamasını yapmaktadır haklı olarak; ki, bu sonuç da, etkisi pek çok tavizlerle sınırlanmış bir uygulama için tespit edilmektedir.)
Kısacası; gerek -emeğin üretkenliğinde kaydedilen muazzam gelişmeler nedeniyle- ahlaki ve tarihsel bakımdan, gerekse -üretici güçlerdeki israf ve tahribatın ulaştığı düzey nedeniyle- insanca yaşamanın asgari koşullarını oluşturmak ve bunun için özellikle kitlesel işsizliği belirli ölçülerde sınırlamak gibi somut ve güncel toplumsal ihtiyaçlar bakımından, şu yönelim mutlak bir gerekliliktir: İşçi sınıfı, çalışma saatlerini kısaltma sorununu yeniden gündemine almalı ve bu mücadeleyi, sermayenin, başta çalışma alanını kapsayan saldırıları -toplu çıkışlar (işsizlik); emeklilik yaşının uzatılması; yarım-günlük ve düşük ücretli işlerin yaygınlaştırılması; taşeronlaştırma, esnek çalışma vb.- olmak üzere, genel saldırısını geri püskürtmede etkin bir kaldıraç olarak değerlendirmelidir.
*
Alman sosyal bilimcisi profesör Helmut Spitzley şöyle bir hesap örneği veriyor: “Üretkenliği veri alan bir zaman politikası çerçevesinde, bireysel asgari bir sabit gelirin muhafaza edilmesi koşuluyla, yıllık üretkenlik artışının önemli bir kısmının iş sürelerinin kısaltılması için kullanılması mümkün gözüküyor. Yıllık üretkenlik artışın % 1,5 kalması durumunda, sözleşmeli ortalama iş süresi (1999’da) haftalık 35,3 saatten 30 saate (2010’da) ve ardından 26 saate (2020’de) düşürülebilir. Böylelikle yalnızca bir kuşak içersinde toplumsal zaman refahı ve yaşam kalitesi bakımından görülmemiş bir düzeye ulaşılabilir.” Spitzley, işsizlerin dahil edilmesi suretiyle işin eşit dağılımı durumunda, iş sürelerinin çok daha hızlı bir şekilde kısaltılabileceğini de ekliyor.
Nispeten düşük bir üretkenliği veri alan bu hesap, iş süresinin kısaltılması bakımından bugün “fazla zorlanmadan”, bir bakıma “işin doğal evrimi” içinde bile neyin mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. Kuşkusuz ki, bu özelliğiyle, iş süresinin kısaltılması talebi karşısında burjuva cephesinden ileri sürülen bütün “karşı argümanlar”ın, sermayenin tatlı kârlarını korumaya çalışan ve toplumsal gelişmenin nesnel durumuyla hiçbir ilgisi olmayan demagojilerden ibaret olduğunu kanıtlamaktadır.
Bugün insanlık; “ne ustalar için çırağa, ne de efendiler için köleye gerek” bıraktırmayacak, “rasyonel mitolojisi”nin ürünü muazzam gelişmelerin nimetlerini kullanamamaktadır. İnsanlık için; günümüz toplumlarını amansız kanser gibi içten içe kemiren kitlesel işsizliği ve onun tüm yıkıcı yol arkadaşlarını ortadan kaldırmak ve mevcut işgünü süresini yarı yarıya düşürmek mümkünken; bütün bu rasyonel ve insani adımlar, canlı emeği sömürmeden yaşayamayan sermayenin sınır tanımayan kâr hırsından ötürü atılamamaktadır.
Demek ki; işçi sınıfı, iş süresinin kısaltılması ve “işin gitgide daha fazla ölçüde toplumun bütün sağlıklı üyeleri arasında eşit şekilde dağıtılması” talebini ileri sürmekle; aslında yalnızca kendisi için bir şey istiyor olmuyor, aksine, günümüz toplumunun pek çok çarpıklığını, ağırlaşmış çelişkilerini (“emek-gücü ile toplumsal üretim araçlarında en sınırsız israflar”; bir tarafta kronik kitlesel işsizlik -toplumsal yaşantının dışına itilme cezasına mahkum olan milyonlar- ve aşırı çalışma –emek güçleri her bakımdan tahrip olan milyonlar-; diğer tarafta, “halk kitlelerinin bütün yaşamının emek-zamanına dönüştürülmesi” karşısında “tek bir sınıfa” -bugün hatta tek bir zümreye demek gerekiyor- “bolca boş zaman sağlanması” vb.) aşmanın da yolunu bir yönüyle göstermiş oluyor. Bu bakımdan, işçi sınıfının iş süresinin kısaltılması uğruna kapitalistler sınıfına karşı verdiği mücadele; nesnel olarak, bu çelişkilerin neden olduğu toplumsal tahribatları, kapitalizm koşullarında politik müdahale yoluyla bir bakıma sınırlama; toplumsal bir varlık olarak insanın da, toplumun yaşantısını belirleyen kapitalist yasalar tarafından hayvani koşullara itilmesini engelleme mücadelesidir.
İşçi sınıfı; ilk uluslararası örgütü Uluslararası İşçi Birliği’nin 1866 yılında dünya proletaryasının gündemine getirdiği 8 saatlik işgünü talebini, ancak yaklaşık 60 yıllık bir mücadelenin ardından yasallaştırabilmiştir. Başka bir deyişle, 8 saatlik işgününün ilk defa yasallaşması ve tek tek işkollarında uygulanmaya başlamasından bu yana 80 yıldan fazla bir süre geçmiştir. Bu arada tek tek ülkelerde çeşitli tarihlerde (özellikle de 1920’li yılların sonlarından itibaren) 7 saatlik işgünü talebi yükselmişse de, toplu sözleşmelerde ifadesini bulabilmesi, ancak geçtiğimiz yüzyılın son 15 yılında söz konusu olabilmiştir. (Fakat, iş süresindeki fiili durum, bugün hâlâ günlük 8 saat ve daha üstündedir, hatta ülkemizde çoğu işkolunda 13-14-16 saate kadar çıkmaktadır.)
Yaklaşık 140 yıllık bir sürede 2 saatlik bir kısaltma!
Demek oluyor ki, işçi sınıfı, günümüz uluslararası işçi hareketinin en yakıcı taleplerinden birisi olarak 6 saatlik işgünü – tam ücret karşılığı 30 saatlik iş haftası talebini yükseltmekle çok şey istemiş olmayacaktır.