İşgününün kısaltılması mücadelesi, genellikle ilerleme ve gerilemenin iç içe geçtiği çelişik bir süreç olarak cereyan eder. Vardiya sisteminin ortaya çıkış sürecine bakıldığında, bunun, yasal işgünü sınırlamasını geçersiz kılma ya da delme aracı olarak kullanıldığı görülür. “İlerleme”nin kapitalistlerce bir “gerileme”yle yanıtlanması, yani iş süresinde sağlanan kısaltmaların, tam da tersi amacı taşıyan kapitalist uygulamaların vesilesi haline getirilmesi olgusu, yeni bir şey değildir. Aksine, bu olgu, işçi sınıfının iş süresini kısaltma mücadelesi sonucunda geri adım atmaya zorlanan kapitalist sınıfın, her zaman başvurduğu bir yöntem ve sermaye olarak, doğasında yatan bir eğilimdir.
İleri kapitalist ülke işçilerinin iş süresini kısaltma uğruna yaklaşık son 20 yılda verdikleri mücadeleler ve bu mücadelelerinin sonuçları da, bu genel tarihsel gerçeği doğrular mahiyettedir.
İşkolları ve ülkelere göre farklılıklar olmakla birlikte, ileri kapitalist ülkelerde, iş süreleri bakımından, bugün şöyle bir genel durumla karşı karşıyayız: Yasa üzerinde (ve ayrıca toplu sözleşmelerde) belirlenen iş saatleriyle, fiili durum, yani işçilerin tek tek işyerlerinde gerçekte çalıştıkları çalışma süreleri arasındaki fark, giderek büyümektedir. Hatta, resmi ve fiili durum arasında bir uçurumdan söz etmek daha doğru olacaktır. Ve görünen o ki, bu uçurum, fiili durumun resmi durumla örtüşmesi yönünde değil, tersine, resmi iş süresinin fiili duruma uydurulması, yani 48 ve daha yüksek haftalık çalışma saatlerinin yasallaşması yönünde ilerlemektedir.
Kapitalizmin tarihine bakıldığında, yasa ve toplusözleşme ile işyeri pratiği arasında beliren bu tür ayrışma ve farklılaşmanın da yeni olmadığı kolaylıkla görülebilir. Ancak, özellikle 80’li yılların başlarından itibaren, yani; 70’li yılların sonlarında ileri kapitalist ülkelerdeki kitlesel işsizliğin hızlanarak artmaya başlaması üzerine, iş sürelerinin kısaltılması talebinin yeniden işçi ve sendikal hareketin gündemine gelmesi ve bunun uğruna kitlesel mücadelelere yönelinmesiyle birlikte, sermaye sınıfı, ilkin rasyonalleşme tedbirlerini yoğun ve hızlı bir şekilde artırma ve 90’lı yılların başında da, özellikle “esnek çalışma modelleri”ni yaygınlaştırma suretiyle, bu farkı bir uçuruma dönüştürmüştür.
Bu uçurumun ana nedenlerinin başında; bir yandan sendika bürokrasisinin ve işyeri işçi temsilciliklerinin sermayenin “rekabet gücünü artırma” zorunluluğunu, yani sermayenin kendi mantığını kabullenmeleri gerçeği dururken; diğer yandan yenilmiş ve özgüveni sarsılmış işçi sınıfının saflarına, sermayeye fedakarlıklarda bulunarak, işin ve işyerinin, tarihsel kazanım ve hakların muhafaza edilebileceği düşüncesinin (sermayenin şantaj politikasının etkilerinin) küçümsenmeyecek boyutlarda sirayet etmesi olgusu gelmektedir.
Sermayenin bu alandaki pervasýzlýðý bugün öyle boyutlar kazanmýþtýr ki, iþ süresinin kýsaltýlmasýna dönük her istek ve giriþim, “esnek çalýþma”nýn yaygýnlaþtýrýlmasýnýn bir aracýna dönüþtürülmüþ bulunmaktadýr. (Alman Sendikalar Birliði’nin verdiði bilgilere göre, Almanya’da, bugün çalýþanlarýn yaklaþýk % 85’i þu veya bu þekilde “esnek” çalýþmaktadýr.) Sermaye bunu yaparken de; “uluslararasý rekabet ile bilimsel-teknik devrimin üretimin teknik temelinde yol açtýðý deðiþiklikler”in kaçýnýlmaz bir gereði olarak yansýttýðý “esnek çalýþma”yý, “modern toplumun modern insanlarýnýn” önemli bir talebinin (daha kýsa çalýþma talebinin) karþýlanmasýnýn tek “rasyonel” yolu olarak propaganda etmektedir. “Esnek çalýþma”, böylelikle, sermaye tarafýndan; kendisini, nesnel olarak giderek daha fazla dayatan iþ süresini kýsaltma ihtiyacý karþýsýnda, etkin bir “dalgakýran” olarak kullanýlmaktadýr.
Oysa; “esnek çalışma” uygulamaları, yasal iş süresi ile fiilen çalışılan süre arasındaki uçurumu; işyerindeki geçerli iş süresi ile bireysel iş süresi arasındaki farkı büyütmesi itibarıyla daha da derinleştirdiğinden, iş sürelerinin de, azaltmak şöyle dursun, daha da uzatılmasının birer araçlarıdırlar. Ayrıca, somut verilerin de kanıtladığı gibi, hafta sonu çalışma ile gece vardiyalarını artırmaktadır. (Aynı şekilde; “esnek çalışma”nın, “yeni işyerleri”nin açılmasını olanaklı kıldığı iddiası da, adi bir yalandır. Gerçekte, “en iyi durumda”, bu tür uygulamalarla düşük ücretli işler yaygınlaştırılmaktadır.)
Tarihsel bakımdan, “esnek çalışma” saldırısı, işçi sınıfının ilk tarihsel kazanımlarından birisinin, “normal bir işgünü” kazanımının ortadan kaldırılmasını öngören bir saldırıdır. Böylelikle, Marx’ın normal bir işgününün belirlenmesiyle ilgili olarak sözünü ettiği “güçlü bir toplumsal engel”in altının demagojik söylemler eşliğinde oyulduğuna tanık olmaktayız. (Normal işgününün tasfiyesi madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzü ise, “normal iş ilişkileri”nin tasfiyesidir; yani süreli çalışma, part-time çalışma, taşeron işçilik, kiralık işçilik ve bütün bu anormal ilişkilere tekabül eden bir ucuz emek piyasası.)
“Esnek çalışma” yöntemlerinin özünde yatan amaç bellidir: kâr oranını artırmak, öncelikle değişen sermayede tasarruf, ulusal ve uluslararası pazardaki rekabet anarşisinin etkilerine karşı korunmak vb. vb.. Ancak, bütün bu hedeflere ulaşmanın önkoşulu, çalışmanın; “normal işgünü”nü yok sayan (nispi) azami ve asgari zaman sınırları içersinde emek-gücünün en ekonomik kullanımını sağlayacak bir esneklikte düzenlenebilinmesidir. Demek oluyor ki, “esnek çalışma”; canlı emeğin bir yandan tasarruf edilmesini mümkün kılarken, diğer yandan tasarrufsuz (bu durumda en ekonomik!) kullanımını olanaklı kılmaktadır.
“Esnek çalışma” yöntemlerinin bütün “felsefesi”, işgününün moral sınırlamalarının tanınmamasına dayanır. Bu “felsefe”; üretici güçler ve genel toplumsal koşullarda kaydedilen gelişmeler sonucunda, işçilerin artmış ve çeşitlenmiş bulunan (fiziki ve entelektüel) yaşam gereçlerini karşılamak için zamana ihtiyaç duyması olgusunu, baştan kabullenmez; asıl moral sınırlama olarak, kapitalist rekabeti ve deyim yerindeyse, “pazarın kaprisleri”ni esas alır. İşgünü süresinin sınırlarının kalkmasıyla birlikte, sermayenin işçinin emek-gücü üzerindeki “tasarruf yetkisi”ne getirilmiş olan toplumsal ve ahlaki sınırlar da giderek kaybolmaya başlar.
İşçilerin, ancak ekonomik kaybı kabullenmek pahasına “kazandıkları” zamanın, kelimenin tam anlamıyla boş zaman olduğu son derece açıktır. “Esnek çalışma”, işçinin “kendisine ait olan zamanın ne zaman başlayacağı”na dair belirginliğe vurulan bir darbedir. Yani; “esnek çalışma”, belirli bir şeyi, belirsizleştirmekte, ya da başka bir deyişle, belirsizliği belirginleştirmektedir. Nitekim “esnek çalışan” işçiler, çalışmadıkları zamanı, sosyal-entelektüel-kültürel ihtiyaç ve etkinlikleri için büyük oranda kullanamamaktadırlar, çünkü, hem zamanlarının planlaması genel olarak onlara ait olmaktan çıkmış, hem de “boş olan zaman” herhangi planlamaya müsait bir özellik ve istikrardan yoksunlaştırılmıştır. Bu ilişkide, işçi açısından, zaman mefhumu, kendi özüyle çelişkiye düşürülmüştür (zaman mefhumu, her şeyden önce bir belirlemeyi ifade eder). Öyle ki, işçi için, “her şeyin bir zamanı vardır” sözünün bile pratik bir anlamı kalmamaktadır.
“Esnek çalışma”da işçinin bütün zamanı (çalışma ve özel yaşamı) sermayenin kendi kârını artırmasının emrine sokulmuştur. “Emeğin sermayeye gerçek bağımlılığı”, kelimenin tam anlamıyla katmerleşmiştir.
Açıktır ki, “esnek çalışma” uygulaması, toplumsal gelişme ve tarihsel kazanımlar bakımından, işçi ve emekçiler için büyük bir gerilemeyi ifade etmektedir. Başka gerçekler ve gerekçeler bir yana, tek başına bu olgular bile, dünya işçi sınıfının, uluslararası sermayenin “esnek çalışma” saldırısına, 6 saatlik işgünü – tam ücret karşılığı 30 saatlik iş haftası talebiyle karşı koymasının önemi ve yakıcılığını ortaya koymaktadır.
“ESNEK ÇALIŞMA” SALDIRISI VE İŞBİRLİKÇİ SENDİKACILIĞIN İZLEDİĞİ ÇİZGİ
Almanya’da IG Metal sendikası başkanı Klaus Zwickel, iş süresi politikalarıyla ilgili olarak, sendikasının geçtiğimiz yıl düzenlediği konferansta ilginç bir “itiraf”ta bulundu. Dedi ki, 35 saatlik iş haftasına tedrici geçişi düzenleyen uzlaşma anlaşması, “bir bakıma esnek çalışma zamanının da doğuş anıydı”!
Alman Metal İşverenleri Örgütü Başkanı Stumpfe de, bundan iki yıl önce görevinden ayrılırken, iş sürelerinin kısaltılması konusunda “saati durdurabildiklerini” büyük bir memnunlukla belirtmekteydi.
Bu iki açıklamada, Alman işçi sınıfının (özellikle metal ve matbaa işçilerinin) 1980’li yılların ortalarında büyük bir kararlılıkla sürdürdüğü 35 saatlik iş haftası mücadelesinin kısa bir özetini görebiliyoruz: Sermaye, iş süresini kısaltmaya dönük adımları, “esnek çalışmayı” yaygınlaştırmanın aracı haline getirmiş; böylelikle, iş sürelerini kısaltma alanındaki kazanımların da canına okumuştur! İşçinin buradan çıkarması beklenilen sonuç da, “iş süresinin kısaltılması mı? Hayır, istemez!” olmuştur. “Saati” bu anlamda “durdurabilen” sermaye, şimdi kendisinin anladığı anlamda yeniden çalıştırmaktadır: Çalışma zamanın kısaltılmasına karşı kullanılan araç (“esnek çalışma”), şimdi uzatılmasının aracı olmuştur!
Kuşkusuz ki, burada neden ve sonuçları birbirine karıştırmamak gerekir. Yanlış olan (ya da “esnek çalışma”yı olanaklı kılan) 35 saatlik iş haftası mücadelesinin kendisi değildi. Tersine; 35 saatlik iş haftasının sermayeye telafi olanakları sunmayan bir şekilde, tam ve tavizsiz uygulanmasında diretilmediği için, işçiler açısından, beklenilen iyileşmeler sınırlı kalmıştır. Ve bu böyle ele alındığı için; yani, sendika bürokrasisi, bu noktada da büyük oranda sermayenin mantığını ve savurduğu tehditleri esas alan bir “35 saatlik iş haftası uzlaşma anlaşması”nı imzaladığı için; işçiler arasında “hayır, istemez!” anlayışı, belirli düzeyde de olsa, yayılma olanağını bulmuştur. Denilebilir ki, sermayeye verilen çok ciddi tavizler nedeniyle, 35 saatlik iş haftasına tedrici geçiş, işçiler açısından; “8 saatlik işgünü”, “40 saatlik iş haftası” veya “hafta sonlarının serbest bırakılması” kazanımlarında olduğu gibi, “kültürel ve sosyal bir ilerleme” olarak algılanıp yaşanmadı. Aksine; 35 saatlik iş haftası, genel olarak iş süresinin kısaltılması olumluluğu yanında, işçiler için, pratikte aynı zamanda; daha yoğun çalışma, daha çok mesai ile hafta sonu çalışma ve daha çok vardiya anlamına geldi. (Fransa’da, belirtilen tavizlerden yoksun olmayan 35 saatlik iş haftası yasası çıktığında, haftalık iş saatini 38’den 35’e indirmek zorunda kalan EDF/GDF enerji tekelinin personel şefi şu açıklamayı yapmıştı: “Sorun değil, biz bu zararı telafi ederiz. Hatta bu süreçten, rekabet gücümüzü artırmış olarak çıkarız.” )
Bugün, iş sürelerini kısaltma talebine yönelik olarak, özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının saflarında görülen ihtiyatlı tutumun gerisinde, sendika bürokrasisinin belirtilen “anlayışı”nın önünü açtığı bu acı deneyimin yattığı, su götürmez bir gerçektir. Şüphesiz, bu ihtiyatın ve mesafeli duruşun bir diğer nedeni de; -işgününün kısaltılması talebinin, sınıfın entelektüel gelişmeye, sosyal ve kültürel yaşantıya zaman bulması açısından taşıdığı anlam dikkate alındığında- sınıfın aldığı politik yenilgidir. İşçi sınıfının özgüveninin sarsıldığı ve iktidar iddiasının zayıfladığı koşullarda, bu talebe ilginin azalması, dahası; bu taleple birlikte karşılanacak fiziki ve entelektüel ihtiyaçların, çeşitli bireysel çalışma saatlerinin tercih edilmesi yoluyla karşılanabileceği yanılsamasının güçlenmesi (esnek çalışma modelleriyle, işgününün; iş saatleri dışındaki günlük yaşamın ritmine uyumlu hale getirildiği demagojisinin etkileri vb.. Kuşkusuz ki, tersi doğrudur: “esnek çalışma”yla, iş saatleri dışındaki günlük yaşam, “işgünü”nün ritmine uyumlu hale getirilmektedir.), bu bakımdan bir raslantı değildir.
İşçi sınıfının yenilgisinin çalışma alanındaki yansıması; böylelikle, toplumsal çözüm yolları bulma hedefiyle politik mücadele yerine, sermayece teşvik edilen bireysel çözüm eğilimlerinin uç vermesi şeklinde olmuş; bu arada sınıfın faal ordusunun, işsizler ordusuyla ortak hareket etme düşüncesi de zayıflamıştır. İşçi sınıfı içersinde yenilgi yıllarında ortaya çıkma olanağı bulmuş bu eğilimin, geçici bir eğilim olduğuna şüphe yoktur.
Sendika bürokrasisi, bugün, neden olarak gösterdiği bu sonucu, iş saatleri konusunda genel mücadeleden çark etmenin gerekçesi haline getirmektedir. Çeşitli sendikal platformlarda, iş sürelerinin kısaltılması doğrultusunda özellikle ileri işçiler tarafından somut talepler gündeme getirildiğinde, “işyerlerinden böyle bir talep yok!” demagojisiyle, bunlar reddedilmektedir.
Bu tür demagojilere sarýlan iþbirlikçi sendikacýlýðýn gündeminde (bu salt Almanya’ya özgü deðil), bugün iþ sürelerini kýsaltma mücadelesi yok; onun yerine mevcut iþ sürelerinin “düzenlenmesi”ne katkýda bulunma var. “Düzenleme”den anlaþýlan ise, “esnek çalýþmayý sivilleþtirme”dir! Türkçesi: Bükemediðin eli öpeceksin!
Hemen belirtelim ki, buradaki “el bükememe” sonucuna, güç noktasýndan bakýlýp varýlmamakta. Bu sonuç, bir anlayýþýn; “esnek çalýþma” olayýný “döndürülemez bir süreç” olarak gören bir anlayýþýn ürünüdür. Zaten bu nedenle de, iþbirlikçi sendikacýlar tarafýndan, “modern bir toplu sözleþme”nin temel unsurlarý arasýnda “iþverenlerin esneklik talebini dikkate alma” hususu da sýralanmaktadýr. Böylelikle, “esnek çalýþma”nýn “nesnel” ve “kaçýnýlmaz” özelliðiyle ilgili burjuva liberal teoriler; sosyal demokrasi, çeþitli reformist akýmlar ve iþbirlikçi sendikacýlýk aracýlýðýyla iþçi sýnýfý saflarýnda yayýlmaya çalýþýlmaktadýr.
Soruna salt teknik bir açıdan bakıldığında, şu ileri sürülebilir kuşkusuz: sermaye açısından, (duruma göre, mutlak ve/veya nispi artı-değer üretiminin özel bir yöntemi olarak) “esnek çalışma”yı uygulama olanaklarını genişleten; üretim teknolojisinde sağlanan değişiklikler, bilimsel-teknik devrim ile derinleşip genişleyen uluslararası işbölümünün sunduğu olanaklar ve benzeridir. Fakat bu gerçek, “esnek çalışma”nın; bu teknik olanakların kendiliğinden kaçınılmaz ve döndürülemez kıldığı sürecin ürünü bir uygulama ve yöntem olduğu anlamına gelmez. Zira bu açıdan bakılacak olursa, kapitalist üretim tarzı koşullarında, üretim ve emek-sürecinde uygulanan her yöntem ve sistemin; teknik temeli, dolayısıyla teknik “zorunluluğu” olduğu söylenebilir. Fakat kapitalizmde, teknik temeli olan her iş örgütlenmesi ve yöntemi de uygulanmamaktadır! Demek oluyor ki, somut sınıfsal çıkarlar ve bu çıkarlar ekseninde verilen sınıfsal mücadeleler, dolayısıyla, bu mücadelede karşı karşıya gelenlerin arasındaki somut güç dengesi vb. faktörler, şu veya bu yöntemin uygulanıp uygulanmamasında tayin edici rolü oynamaktadırlar.
“Esnek çalışma”nın bu denli yaygınlaşıp uygulanabilmesinin asıl nedeni, işçi sınıfının dünya ölçeğinde aldığı politik yenilgi ve bu yenilginin; sınıflararası mücadeledeki güç dengesi, sınıf içindeki moral ve maneviyat bakımından beraberinde getirdiği çok yönlü sonuçlardır.
“Esnek çalışmayı” sivilleştirmek mümkün değildir. Bunu başarmanın ön koşulu, çalışmadaki “esnek”liğin; sermayenin kâr hırsına ve rekabetin zorunluluklarına göre değil, işçilerin insani ve toplumsal ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir. Ki, “sivilleşme” adına anlaşılması gereken budur. Fakat bu durumda da, “esnek çalışma”, sermaye için asıl esprisini yitirecektir! Kaldı ki, öngörülen sınırlar içerisinde, o sınırlar dahilinde olanaklı olmayan bir şey olanaklı görülüyorsa; bu sınırları baştan kabul etmeyen ve işçilerin kendi insani ve toplumsal ihtiyaçları tarafından belirlenen genel bir sınırlama (6 saatlik işgünü gibi) neden daha gerçekçi olmuyor?!
Açıktır ki, 35 saatlik iş haftası mücadelesinden çıkarılması gereken ders, iş sürelerinin kısaltılmasının “yarardan çok ziyana” neden olan bir çözüm yolu olduğu değildir. Sermaye bu alanda mevziler kazanmışsa, bu, 35 saatlik iş haftasının işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda uygulanmamış olmasından kaynaklanmıştır. Zira, işçi sınıfının bu alandaki mücadelesinin bütün tarihinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, ancak artı-emek zamanında nispi ve mutlak olarak (dolaylı/dolaysız) bir azalmayı öngören bir sınırlama, emek süresinde nispi ve mutlak anlamda gerçek bir azalmayı ifade etmektedir. Başka bir deyişle, ne iş süreleri kısalan işçilerin ücretlerinde bir azalmaya, ne de emek yoğunluğunda bir artışa olanak tanınmalıdır. Tam ücret karşılığında kısalan iş süresinde yerine getirilmesi gereken işin de, yeni işçilerin işe alınması suretiyle yeniden paylaşılması gerekmektedir. Bu, güvence altına alınmadığında, yani; işçi sınıfı bu taleple ilgili mücadelesinde, sermaye sınıfının dayattığı “ekonomik bakımdan yapılabilirliği”ne dair çekince ve tartışmaları bir tarafa iterek, kendi sınıfsal çıkarlarından hareket etmediği koşullarda; “zaman”dan elde edilen kazanımın teorik düzeyde kalması, pratik toplumsal yararının asgariye inmesi ve “ilerleme”nin işçiler açısından bir “gerileme” olarak yaşanması kaçınılmazdır.
Belirtilen nedenlerden ötürü, işçi sınıfı; iş süresini kısaltma talebinden vazgeçmemeli; verilen tavizlerle etkisi sınırlanmasına rağmen, bir ilerlemeyi ifade eden 35 saatlik iş haftasını, doğru ve zorunlu bir yönelim olarak savunmalı; dahası, bu mücadelesinden doğru dersleri çıkarmış olarak, 6 saatlik işgünü – tam ücret karşılığı 30 saatlik iş haftası talebiyle ileriye atılmalıdır.