Sermayeye karşı mücadele ve yerel yönetimler

20-25 yıldan beri Türkiye’yi yönetenler, ne zaman sıkışsalar; ekonomide, siyasette ne zaman bir bunalıma sürüklenseler “Şu Yerel Yönetim Yasası çıksın da bu sorunlar çözülsün” propagandasına sarılmaktadırlar.
Kürt sorunu mu sıkıştırdı, “Bu sorunun çözümü yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesiyle mümkündür. Bunun için de Yerel Yönetimler Yasası’nın çıkarılması gerekir” diyen aklı evvellerin sayısı derhal artmakta, pek çok kişi ve çevre de bu “cımbızla çekilip alınmış”, mühendislik eseri çözümlemelere gerçekte “olur”muş gibi inanmaktadır. Şimdi buna “türban”, “dini eğitim” gibi talepleri olanlar da katılmakta; “Yerel Yönetimler Yasası” ile bu sorunların çözüleceği propaganda edilmektedir. Ya da belediyelerle ilgili sorunlarda; ücretini aylardır alamayan işçiye, gecekondusu yıkılan emekçiye, akmayan sulara, açıktan akan lağım sularına, salgın hastalıklara, eğitim ve sağlığın emekçiler için ulaşılamaz hale gelmesine çare olarak “Yerel Yönetim Yasası” gösterilerek, “bu yasa çıkmadan bunlar olur” denilmekte ve halkın öfkesi savuşturulmaktadır.
Bu yüzden de, bugüne kadar hazırlanıp “piyasaya sürülmüş, beş ayrı “Yerel Yönetim Yasa Tasarısı”nda; sözü edilen ve daha burada sözü edilemeyen pek çok sorun ile ilgili herhangi bir şey olmamasına karşın; bu propaganda bugün de, belki daha da artarak sürmektedir.
Hükümetler ve egemen propaganda odakları, bu durumdan yararlanarak kendi amaçlarına göre yerel yönetimleri yeniden düzenlemek için, bu yanlış anlamayı derinleştirip kullanmakta, halkın desteğini arkalarına almaya çalışmaktadırlar. Bu yaygın yanlış inanç dolayısıyla; “devletin tüm kurumlarıyla yeniden yapılandırılması” planı olarak ilerleyen “Kamu Yönetimi Reformu”na; salt kendine has sorunların çözüleceği varsayımıyla (“Yerel Yönetim Reformu”, “Kamu Yönetimi Reformu”nun bir ayağı olarak ele alınmıştır), pek çok ilerici, demokrat kesim, sosyal demokratlar, Kürt siyasi çevrelerinin en azından bazı kesimleri, İslamcı siyasi eğilime sahip çevreler destek vermektedirler. Daha da önemlisi; “Yerel Yönetim Reformu” kavramı üstünden öyle bir hava estirilmektedir ki, demokratikleşmenin, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesinin, sağlık, eğitim, hatta kültür ve sanata dair kimin ne talebi varsa; bunların tümünün “Yerel Yönetim Yasası” üstünden gerçekleşeceği inancı yaygınlaştırılmaktadır. Tıpkı bir zamanlar; “özelleştirme” denilince, Türkiye’ye para yağacağı, sanayiinin modernleşeceği, her köşede bir işyeri açılıp işsizliğin biteceği, işçi ve memur emeklilerinin tatillerini Kanarya Adaları’nda geçireceği, ekonomideki bu liberalizasyonun siyasete de, herkesin demokrasinin nimetlerinden tam yararlanması olarak yansıyacağı, dolayısıyla Kürt sorunundan Şeriat sorununa, eğitimden sağlığa, iş güvencesinden işsizliğe tüm sorunların çözüleceği masalının gerçek olacağına inanılması gibi.
Son yıllarda; AB, Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye güçlerinin de doğrudan devreye girerek zorladıkları Kamu Yönetimi Reformu ve ona bağlı olarak dayatılan “Yerel Yönetimler Reformu”, şimdi daha sık gündeme gelmektedir. Nitekim AKP Hükümeti de, bir tasarı hazırlayarak ortalığa atmıştır. Ancak; yıllardır sürdürülen, herkesin kendi hayalindeki “Yerel Yönetimler Yasası” tartışması, ortaya atılmış tasarıya rağmen yukarıda belirtilen çerçeve içinde “her derde deva bir tasarı”ymış gibi tartışılmaya devam etmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, yasa Meclis’ten geçinceye kadar da bu tartışmalar sürecektir.
Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası sermaye güçleri, başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, üretim ve hizmetleri tümüyle liberalleştirerek, kamu hizmetlerini ve bu hizmetlerin gereği olan üretim faaliyetini piyasalaştırmayı, uluslararası tekellerin faaliyetine açık hale getirmeyi amaçlamaktadır. Yerel yönetimlerde yapılmak istenen düzenlemeler de, bu genel amaca hizmet edecek biçime sokulmak istenmektedir. Bu çerçevede; İller Bankası’nın kapatılması, yerel yönetimlerin kendi yatırımlarını yapabilecek kaynaklara sahip olması (öyle görünmesi demek daha doğru) ve uluslararası sermaye ile serbestçe ilişki kurmalarını sağlayan düzenlemelerle, uluslararası tekellerle, uluslararası sermaye merkezleriyle yerel yönetimler arasında doğrudan bağ kurmayı amaçlamaktadırlar.
Bu yüzden de, yerel yönetimler sorununu tartışırken, uluslararası sermaye güçlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin bu amaçlarını göz önünde tutarak değerlendirmek gerekmektedir. Dolayısıyla Yerel Yönetimler Yasası’nın nasıl olacağı da; uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye’yi “yeniden yapılandırma” planlarına karşı emek güçlerinin, ilericilerin, demokrat ve devrimci güçlerin kendi Türkiye’lerini kurma mücadelesi arasındaki mücadele tarafından belirlenecektir. Başka bir söyleyişle, bütün diğer yasalar gibi, yasaya girecek maddelerin hangi sözcük gruplarından oluştuğundan çok; hangi güçlerin kurmak istediği Türkiye’nin gerçekleştirilmesine dayanak olacağı önemlidir.
Şimdi hükümet ve sermayenin öteki güçleri, uluslararası sermaye merkezlerinin de desteğini arkalarına alarak, “merkezi yönetimi” olduğu kadar yerel yönetimleri de; sermaye güçlerinin isteklerine göre biçimlendirmeyi amaçlamaktadırlar. 
Aslında bütün düzenleme çabalarının, “reform” yaygaralarının temelinde bu amaç vardır. Bu yazı boyunca söylenenlerin de, bu amaç gözetilerek yapılan değerlendirmeler olarak görülmesi gerekir.
Yazının bundan sonrası için bir temel olmak üzere, bu tartışmaya katılan kesimlerin başlıcalarını ve bunların iddialarını şöyle sıralayabiliriz:

Liberaller: Bu kesimler, “Yerel Yönetimler Yasası” eğer yerel yönetimlere yeterince yetki tanırsa, seçimle işbaşına gelecek yerel yöneticilerin, demokratik davranmak zorunda kalarak, halkın siyasetten dışlanmışlığına son vereceğini, yerel yönetimlere katılacak “sivil toplumun” Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol oynayacağını, eğitim ve kültürün yerel ihtiyaçlar düşünülerek düzenlenmesiyle, Kürt sorununun (Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerde yerel yönetimlerin Kürtçe okullar açıp, Kürt kültürünün gelişmesine yardımcı olacak faaliyetleri destekleyeceğini) ve din-laiklik uzlaşmazlığının (örneğin yerel yöneticilerin türban, dini eğitim filan gibi sorunları merkezi hükümetlerden daha yumuşak yöntemlerle çözüp, laiklikle Şeriatçı eğilimleri uzlaştıracağını) çözüleceğini iddia etmektedirler. En büyük sermaye kesimlerinin de “piyasa serbestliği, kaçınılmaz olarak siyasette de serbestliği, demokrasiyi zorunlu kılar” mantığına (çarpık mantığına demek daha doğru) “demokrasi çözümü” olan bu tez; sermaye basını ve öteki propaganda kanallarından yayılmakta, dolayısıyla, hem “sol sivil toplumcu” kesimler, hem Kürt çevreleri hem de İslamcılar arasında hayallerin yayılmasına neden olmaktadır.
Liberal sol ve sosyal demokratlar: Bunlara göre yerel yönetimler, demokrasinin dolaysız olarak gerçekleştiği alanlardır. Dolayısıyla “sivil toplum kurumları”, meslek örgütleri gibi kurumlar, yerel yönetimlerde “katılımcı” olmalı; sorunların tanımı ve çözümü için seferber edilmelidir. Böylece halkın siyasete ve ülke yönetimine katılımı da gerçekleşmiş olur. “Yerel Yönetim Meclisleri”, bu katılımın bir dayanağı olarak yasallaştırılmalıdır. Bu kesimler, liberallerin hemen bütün varsayımlarını ve bu varsayımlardan çıkardıkları sonuçları benimsemekte, onların tezlerini “katılımcılık”, “meclis” vb. gibi kavramlarla “zenginleştirip” “sol” bir cila ile yutulur hale getirmektedirler. Bu çevrelerin bazıları ise, daha da ileri giderek, merkezi yönetimi “kirli siyaset” ama “yerel yönetimleri temiz siyaset alanı” olarak tanımlamakta ve yerel yönetimleri halkın ilgi göstermesi gereken tek siyaset alanı olarak tarif etmektedirler.
Kemalist çevreler: Bunlara göre; Yerel Yönetimler Yasası ile, yerel yönetimlere tanınacak serbestliklerle ülkenin üniter yapısı bozulacak, “federal sistem”e geçilecektir. Bu da, ülkenin bölünmeyle karşı karşıya kalması demektir. Çünkü, “Yerel Yönetim Yasası” yabancı güçler, Kürtçüler, Şeriatçılar ve liberaller tarafından Türkiye’nin bölünmesi amacıyla kullanılmak istenmektedir. Kemalizmden feyz alan bu siyasi çevreler, Dünya Bankası ve AB’den gelen yerel yönetimlerin “yeniden yapılandırılması baskısını”, ülkenin “federatif” hale getirilme çabası olarak yorumlamaktadırlar. “Federal yapı”nın ise demokratiklik görüntüsü arkasında Türkiye’nin bölünmesi demek olduğunu iddia etmektedirler. Bu gerekçeye dayanarak da mevcut sistemin korunmasını savunmaktadırlar.
Kürt siyasi çevreleri: Bu çevrelerin en azından bir bölümü, “Yerel Yönetimler Yasası” ile illerin, ilçelerin belirli bir özerkliğe kavuşacağını, eğitim, sağlık, kültürel hizmetler gibi sosyal yaşamı doğrudan ilgilendiren pek çok konunun merkezi yönetimin faaliyeti olmaktan çıkacağını ummaktadırlar. Böyle olunca da, en azından Kürtlerin yerel yönetimlerde ağırlıkta olduğu il ve ilçelerde, Kürt dili ve Kürt kültürü üstündeki baskıların ortadan kalkacağını düşünmektedirler. Bu yüzden de, aslında piyasanın tam egemenliğinden başka bir amacı olmayan “Yerel Yönetim Yasası”na, “demokrasiyi geliştirme misyonu” yüklemektedirler. Burada liberal yalanlara inanma geleneğinin rolü olduğu gibi, devlet katlarından da Kürtleri oyalamak, bu tür hayalleri uyandırarak günü kurtarmak isteyen işaretler verilmektedir. Ama, ortaya çıkan yasaların böyle bir özellik taşıdığını gösteren bir belirti yoktur.
İslamcı siyasi kesimler: Bunlara göre, yerel yönetimlere tanınacak serbesti, türban sorunu, “tekke”, “tarikat”, okullarda din eğitimi ve din eğitimi veren “kurslar” gibi sorunları önemli ölçüde çözecektir. Özellikle dini eğilimlerin güçlü olduğu il ve ilçelerde, yerel yöneticilerin bu sorunları çözmek için daha özenli olacağı ve üstlerindeki “radikal laiklik” baskısının azalacağını ummaktadırlar.

YERELYÖNETİMİN TARİHSEL DAYANAKLARI
“Yerel yönetimler”den söz edildiğinde, akla, “Batı Avrupa’nın özerk yönetimlere sahip kentleri” gelir. Ortaçağın sonlarında klasik feodalitenin yaşandığı, Adriyatik’ten Baltık Denizi’ne çizilen çizginin batısındaki Avrupa coğrafyasında ortaya çıkan bu kentlerdeki yönetime “komün” adı veriliyordu. Sonradan, pek çok kentte belediyeler, “komün” olarak adlandırılmaya devam etti.
Derebeylik sisteminin çöküşüne paralel olarak, ticaretle az çok zenginleşen kentler; derebeylerinden kentlerin yönetimini satın alarak, az çok “özerk kent yönetimleri” oluşturmuşlardı. Bu oluşumlar, kenti; güvenlik, sağlık, dini hizmetler, artan nüfusun ihtiyaçlarına yanıt verecek bir altyapı gibi hizmetler bakımından olduğu kadar, siyasi bakımdan da yönetiyordu. Sonraki yüzyıllarda; merkezi krallıkların güçlenmesine bağlı olarak kentlerin yönetimi, görevleri, bugünkü belediyelerin görevlerine indirgenen yönetimlere dönüştüler. Ama; modern yerel yönetimler de, birçok bakımdan, bu eski “özerk kent yönetimleri”nin kalıntısı olan kurum ve gelenekleri sürdürdüler.
Ama bugünkü anlamda yerel yönetimlerin oluşumu, ancak kapitalizmin gelişmesi, ticaret ve sanayiinin merkezi durumuna gelen kentlerin hızla büyümesi, bu büyümenin ihtiyaçlarına yanıt verecek yerel hizmetlerin toparlandığı yerel yönetimlerin, kendi tarihsel koşulları içinde şekillenmesiyle gerçekleşti.
Paris, Londra, Tokyo, Berlin gibi büyük merkezler; birbirinden farklı görünen yerel yönetim tarzlarına karşın; son tahlilde kent kavramının ifade ettiği ihtiyaçlar ve hizmetleri karşılamayı esas alan, bu bakımdan da birbirleriyle öz ve şekil bakımından da uyuşan yapıda yönetimlere sahip oldular.
Bir bütün olarak bakıldığında; ortaçağ kentlerindeki yönetimlerle, kapitalizm çağının yerel yönetimlerini ayıran şey; yerel yönetimin, sadece bir kentin kendi ihtiyaçlarından öte, merkezi yönetimin ihtiyacına göre de biçimlenmiş olmasıdır. Elbette ortaçağ kentlerinde bir “özerklik berati veren derebeyi” vardı, ama derebeyin, imtiyazına itiraz edilmediği sürece, özerklik tanıdığı kentlerin yönetiminde bir etkinliği yoktu. Kapitalizm çağında ise; yerel yönetimler, özerk oldukları kadar, merkezi yönetimi elinde tutan siyasi güçlerin müdahalelerine açık da oldular. En özerk “kent yönetimlerinde”, merkezi yönetimler, bir müdahale imkânını hep ellerinde tutmuşlardır. Sosyal demokratların ve liberallerin iddialarının aksine, burjuva demokrasisinde de “yerel yönetimlerin özerkliği” değil; asıl olarak “merkezi yönetimlere bağlılığı” vardır. Dolayısıyla, yerel yönetimlerin oluşmasında; seçilmiş yönetimlerin mi merkezi atamayla oluşan mekanizmaların mı etkin olduğu da, tamamen, “demokrasinin gelişkinliğine”, işçi sınıfının ve emekçilerin siyasete müdahalesinin boyutlarına ve ’17 Ekim sonrasında SB’nde sosyalizmin inşasında yapılan hamlelerin başarılarına bağlı kaldı.
Örneğin 20. yüzyılın ilk yarısında ve nispeten de ikinci yarısında; Avrupa’nın başlıca büyük kentlerinde yerel yönetimlerin belirli bir inisiyatif kazanması; pek çok sosyal hizmet görevi üstlenmesi, kent planlaması, konut sorununun çözümü, tüm halkın sosyal aktivitelerden yararlanacağı mekânlar ve mekanizmaların geliştirilmesi, kent içi kitle ulaşım sorunlarına çözüm getirilmesi, yüzyıla işçi sınıfının vurduğu damgayla yakından ilgiliydi. Bugün bile, Avrupa’nın pek çok ülkesinde; kentlerde ve kırsal alanda rastlanılan ve “bunları kim ne zaman, nasıl yapmış” diye hayret etmekten insanın kendisini alamadığı, pek çok konaklama, dinlenme merkezi, gençlik merkezleri, kadın evleri, kültür sanat faaliyetleri kompleksleri, spor tesisleri, konut kiralarını düzenleyecek etkinlikte bir sosyal konut yapımı (bu eserlerin çoğu bugün artık özel kişilere devredilmiş, ticari işletmelere dönüştürülmüş olsa da, hâlâ sosyal bir yanları vardır. Ama süreç, bunların da tümüyle piyasa malı haline getirilmesi doğrultusunda ilerletilmektedir) gibi yerel yönetim hizmetlerinin tümü, aslında; 20. yüzyılın ilk 50-60 yılındaki sosyalizm ve işçi mücadelelerinin, bu mücadelelerin bir ifadesi olarak yerel yönetimlere değen işçi elinin (elbette merkezi yönetimlere de) eserleridir.Yani; işçi sınıfı ve emekçi sınıflar; ekonomik ve sosyal bakımdan ne kadar hak talebinde bulunmuş ve siyasete müdahale edebilmişlerse; yerel yönetimlerin hizmetlerinin genişliği, bu hizmetlerin kent hayatına yansıyışı da, o ölçüde kapsayıcı; demokrasinin, halkın yönetime aktif olarak katılımının gelişmesine yardım edici olmuştur.
Dahası, en demokratik geçinen burjuva ülkelerde bile (üniter ya da federatif ülkelerde) “yerel yönetimler”in yetkileri, merkezi yönetimler lehine sınırlanırken, “yerel yönetimler”in “sınırsız yetkiler”le donatıldığı tek yerel yönetim sistemi, yerel sovyetler üstünde yükselen, tüm görevlilerin seçimle işbaşına geldiği Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmiştir.
Yukarıda belirtilenler göz önüne alındığında şunlar söylenebilir: Geçtiğimiz yüzyıl boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerde yerel yönetim yasaları çok fazla değişikliğe uğramamıştır. Ama hizmetlerin kapsamı ve veriliş tarzı; halkın yerel yönetimlere katılışına, işçi sınıfı ve halkın kent yönetimine müdahalelerinin gelişkinliğine, daha da önemlisi, emekçi sınıf partilerinin merkezi siyasete ve yerel yönetimlere katılmada gösterdikleri aktiviteye göre değişmiştir. Dahası, Moskova Metrosu, başlıca Sovyet kentlerindeki sosyal hizmetler, kentin tarihine, sanat ve kültür birikimine gösterilen saygı, hizmetlerin bütün bir kent halkına ayrımsız-imtiyazsız bir biçimde ulaştırılması, konut sorununun çözülmesi, kültür ve sanat faaliyetlerine yerel yönetimlerin önemli boyutta bütçe ayırıp organizasyonlar yapması, gençlik kampları, kitlelerin yararlanacağı spor tesislerinin kurulması, eğitim ve sağlık alanlarındaki sorunların kapitalist ülkelerde görülmemiş bir çabuklukla ve köklü biçimde çözülmesi, halkın yerel yönetimlere katılımı ve kent sorunlarının çözümündeki ilerleme, bütün bunlar Batı’da bilinebildiği ölçüde, yerel yönetimler daha işlevsel hale gelmiş, burjuva ülkelerin orta sınıfları bakımından bile, sosyalistlerin, komünistlerin yerel yönetimleri ele geçirmelerine kötü gözle bakılmamıştır. Dahası, büyük kentlerin kronik yerel yönetim sorunlarının çözülmesi için, işçilerin desteğini alan partilerin, en azından köken olarak komünist ve sosyalist olan (öyle bilinen) partilerin yerel yönetimlere gelmesi tercih edilir (bu, aynı zamanda, merkezi burjuva yönetimlere karşı bir denge unsuru olarak da algılanmıştır) hale gelmiştir. Ve bu eğilim, 1970’lere kadar sürmüştür.
Paris, Londra, Berlin gibi büyük metropol kentler ve öteki pek çok sanayi kentinde, işçi sınıfı partilerinin üyelerinin yerel yönetimlerde önemli görevlere seçilmeleri, birkaç dönem arka arkaya işçi kökenli belediye başkanlarının bu kentleri yönetmesi; gelişmiş kapitalist ülkelerde, kentlerin çevresini, konut sorununu, çevre sorununu, imar sorununu, sosyal hizmetler, kitle ulaşımı ve diğer altyapı hizmetleri bakımından, bu ülkelerin rengini değiştirecek kadar etkilemiştir.
Sözü çok uzatmadan ifade edecek olursak; gelişmiş ülkelerin merkezi yapısının “üniter” (Fransa gibi) ya da “federatif” (Almanya gibi) olması, yerel yönetimlerin işlevleri, yetkileri bakımından esasa ilişkin bir farklılık yaratmamaktadır. Ama bu yönetimlerde, işçi sınıfı mücadelesinin, emekçilerin talepleri bu yönetimleri ne ölçüde etkilemişse (yani emekçi sınıf partileri, işçi partileri yerel yönetimlerde ne ölçüde etkili olmuşsa); o kentlerdeki yerel yönetimlere halk katılımı artmış, halkın taleplerinin dikkate alınma oranı yükselmiş, sorunların çözümünde halkın ihtiyaçlarının gözetilmesi önem kazanmıştır. Dahası, yerel yönetimlerin yetkilerinin azlığı, ülkeleri daha bağımsız, dış etkilere karşı daha dirençli yapmadığı gibi, yerel yönetimlerin yetkilerinin fazlalığından, hatta yerel yönetimlerin “özerk”, federatif bir sitemin kurumu olmalarından dolayı da hiç bir ülke bölünmemiştir. Ya da tersine demokratik olmayan bir ülke; yerel yönetimlerinin daha “özerk” olmasından dolayı demokratik olmamıştır. Belki ortaçağın kendine has özelliklerinden dolayı, ortaçağ kentleri bakımından kent yönetiminin despotik ya da daha serbest olması önemlidir. Ama günümüz modern devletlerinde yerel yönetimlerin daha özerk ya da daha merkezi olması ile ülke yapısının demokratikliği arasında en azından doğrudan bir ilgi kurulamaz.

TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİMLER SORUNU
Ancak son yarım yüzyılda, ülke genelinde siyasi mücadelede geriye düşen ve burjuva düzen partileriyle iktidar mücadelesine girmek yerine, uzlaşmayı, uyumu savunan eski Marksist, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin, yerel yönetimlerin demokrasi ve ülke yönetimindeki rolünü her şeyin önüne çıkarmaları; yerel yönetimlerin demokratikleşmesinin, bütün ülkenin demokratikleşmesinde “belirleyici” olacağı fikrini yaygınlaştırmıştır. Ama kendisi demokrat olmadığı halde, yerel yönetimleri demokrat olan ya da yerel yönetimlerdeki demokrasinin gelişimiyle kendisi de demokratlaşan bir ülke örneği henüz görülmemiştir.
Örneğin, Türkiye’de, merkezi bakımdan Kürt dilinin, Kürt kültürünün üstündeki baskılar sürerken; merkezi hükümetin, Diyarbakır ya da öteki yerel yönetimlere, Kürtçe üzerinde baskı yokmuş gibi, okullar açılması, kültürel girişimler yapılması, anadilde eğitim verilmesi izni vermesi elbette beklenemez. Çünkü yerel yönetimle ilgili yasaları da son tahlilde merkezi hükümet yapmaktadır.
Aslına bakılırsa, yerel yönetimlerin demokratikleşmede böylesine önemli bir rol oynayacağı iddiası, bu iddia sahiplerinin, burjuva devletin farklı fraksiyonlardan oluşmasını, bu fraksiyonların bazılarının bazı konularda farklı tutum almak istemesini aşırı abartmalarından gelmektedir. Yani bu çevreler, iddialarını, AKP Hükümeti’nin; Kürt sorununu ve İslam ile Cumhuriyet rejimi arasındaki sorunu çözmek için; yerel yönetimlere “eğitimin ve din işlerinin yöre halkının isteklerine göre düzenlenmesine imkân tanıyacağı” varsayımına dayandırmaktadırlar. Kemalistler de, buradan kalkarak, ülkenin bölüneceği, şeriatın hortlayacağı tezini savunmaktadırlar. Çünkü bu çevrelere göre; ülkenin demokratikleşmesini asıl olarak burjuva siyasi partiler ve onların düzeni değil de, askeri ve sivil bürokrasi sağlamaktadır. Elbette ki bütün bu görüşler; ilk bakışta doğruymuş gibi görünseler de, tümüyle yanılsamaya dayanan, abesle iştigal eden görüşlerdir.
Sadece dünyada değil Türkiye’de de, nispeten kısa Cumhuriyet tarihi içinde, yerel yönetimler; merkezi iktidarın bir uzantısı, onun amaçlarının yerel düzeyde gerçekleştirilmesinin aracı olmuşlardır. Yerel yönetim yasalarına renk veren de; merkezi olarak yönetimi elinde bulunduran sınıfın çıkarları; onun, yerel olarak şekillendirmek istediği ne ise, onunla uyumlu olmuştur.
Yasalar açısından; genel olarak yasa, o andaki sınıf güçlerinin pozisyonunun ifadesiyse, yerel yönetimler sorununda da, çok farklı değildir. Son 20 yılda beş kez “Yerel Yönetim Yasa Taslağı” çıkarılıp bunların yasalaştırılamamasının nedeni, hem sermaye güçleri arasındaki fikir birliğinin sağlanamamış olması hem de emekçilerle sermaye güçleri arasındaki güç ilişkisinin sermaye güçleri lehine yeterince bozulmamış olmasıydı. Şimdi bu ilişkinin yeterince bozulduğunu (kendi içlerinde de birliği sağladıklarını) düşündükleri içindir ki; yasayı çıkarmak için kolları sıvadıklarını ifade etmektedirler.
Şimdi AKP Hükümeti ve arkasındaki uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin yasalaştırmak üzere harekete geçtikleri “Yerel Yönetimler Yasası”, bütün üretim ve hizmet kurumları piyasalaştırılmış, yabancı sermaye için cennet haline getirilmiş, yeraltı ve yerüstü kaynakları yağmaya açılmış bir Türkiye’nin “Yerel Yönetimler Yasası”dır. Mevcut koşullar göz önüne alındığında (emek mücadelesinin, demokrasi mücadelesinin düzeyi ve sermaye güçlerinin Meclis’te kazandığı güç vb.), başka bir şey beklenemez. Çünkü; işçi sınıfı başta olmak üzere halk kesimlerinin, hükümetler ve sermaye güçleri karşısında bu ölçüde geriletildiği bir dönemde, yasaya; emeğin çıkarlarının, halkın çıkarlarının, ülkenin bağımsızlığının, halkların kardeşliğinin, emperyalizme karşı mücadelenin taleplerinin ve demokrasinin temel ilkelerinin yansıması beklenemezdi. Bu yüzden de, yasa, daha amaç maddesinden başlayarak, terminolojisi ve içeriği ile tamamen piyasanın, Dünya Bankası’nın, IMF’nin, GATS’ın ve öteki uluslararası sermaye güçleri ve yerli işbirlikçilerinin isteklerini yansıtan bir taslak olarak biçimlendirilmiştir.
Yerel Yönetim Yasası’nın “temel yasası” olarak hazırlanan “Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısı”nda yerel ve merkezi yönetimin amacı şöyle tarif edilmektedir:
“Amaç:
Madde 1- Bu kanunun amacı, katılımcı, şeffaf ve etkin bir kamu yönetiminin kurulması, kamu hizmetlerinin kaliteli, süratli, etkili, adil ve ekonomik bir şekilde sunulması, rekabetçi piyasa şartlarının oluşturulması, devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi, bakanlıkların ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının teşkili, kaldırılması, mevcutların bölünmesi veya birleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin teşkilat, görev, yetki ve kaynak dağılımı ile bunlar arasındaki ilişkilerin esas ve usullerini düzenlemektir. “
Elbette ki hizmetlerin katılımcı, şeffaf, etkin olmasına aklı başında kimse karşı çıkmaz. Ama, piyasacıların dilinde “katılımcılık”, “şeffaflık”, “etkinlik” bizlerin anladığından çok farklıdır ve tümüyle sermaye sınıfının çeşitli kesimleri arasındaki kontrole dayalıdır. Bu yüzden de, “katılımcılık” derken, “sivil toplum kuruluşu” dedikleri ve aslında merkezi idarede etkin olmayan burjuva kesimlerin yerel yönetimlere katılma aracı olan “vakıf”ların, tuzu kuru orta sınıf örgütlerinin (güzelleştirme dernekleri, yardım dernekleri vs.) katılımını; “şeffaflık” derken, halka hesap verirliği değil, burjuva firmaların piyasa koşullarında eşitleştirilmesini, “etkinlik”ten de; borçların ödenmesi ve piyasa kurallarının dayatılması için yerel yönetimlerin halka karşı popülizmden kaçınmasını, tavizsizliği (kuşkusuz ki, bu kavramların ideolojik anlamları çok daha derindir ve ayrı bir yazı konusu olacak kadar kapsamlıdır) anlamak gerekir. Ama, bu kavramlar “kulağa hoş geldiğinden”, halkı aldatmak için böyle bir kalıp içinde kullanılmaktadır. Ancak burada başka bir yenilik vardır, ve asıl amaç da, burada ifade edilmek zorunda kalınmıştır: Bu, daha amaç maddesinden başlayarak metinde yer alan “rekabetçi piyasa şartlarının oluşturulması” ve “devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi” ifadesidir. Ve aslına bakılırsa, maddenin pratik amacı da bundan ibarettir. Yani, devlet, bütün hizmetlerini ve ürettiği malları piyasa koşullarında vermeyi amaçlamaktadır. (Bunun vatandaş için anlamı, “piyasa koşulları üstünden parasını öde, malı ve hizmeti al”dır.) Dahası devlet, hizmetlerin verilmesinde bir rol oynamayacaksa, sadece “düzenleyici” olacaktır. Yani hizmeti üreten, veren başkası, ama düzenleyen devlet olacak.
“Yok, o kadar da değil, burada biraz yorum zorlanmış” denebilir. Bu durumda, aynı “amaç” bölümünün “3. maddesi”nin “h” bendine bakılabilir. Bu bölümde kamu hizmeti üretilmesinin koşulları; “Kamu kurum ve kuruluşları, piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet oluşturacak şekilde üretemez. Bu ilkeye aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yenileri kurulamaz” biçiminde açıkça belirtilmiştir.
Yasa taslağının bu maddesinden şunu anlamalıyız: Eğer bir hizmeti bazı firmalar üretiyor ve bunu belirli bir fiyattan satıyorlarsa; devlet ya da yerel yönetimler, bu hizmeti daha ucuza üreterek halka veremeyecektir; bunu yapmak “haksız rekabet” sayılacaktır. Dahası, eğer bir mal ve hizmet özel sektör tarafından üretilmeye başlanmışsa; bu mal ve hizmet, eskiden beri merkezi ya da yerel yönetimler tarafından üretiliyor olsa da bu birimler kapatılacaktır. Bu alanda, merkezi ya da yerel yönetimler, yeni hizmet ya da üretim birimleri de kuramayacaktır!
Örneğin eğitim, sağlık hizmeti ya da bir asfalt üretimi, bazı özel firmalar tarafından yapılıyorsa, devlet, bu firmaların piyasa koşullarında üretimi sürdürmelerini önleyecek bir fiyatla, bu hizmetleri veremeyecektir. Eğer bu firmalar bu hizmetleri verebiliyor ise, devlet kendi ünitesini kapatacaktır. Örneğin bir özel okuldan, bir özel hastaneden daha ucuza eğitim ve sağlık hizmeti verilemeyecektir. Ya da piyasadan daha ucuza asfalt üretip, yol bakımı yapılamayacaktır. Tersine, bu hizmetleri özel firmalar yapıyorsa, devlet üretime son verip; piyasanın ürettiği hizmet ve malların kalitesini denetleyecek bir “düzenleyici” pozisyonuna çekilecektir.
Tabii ki, işin bu aşamasında, uluslararası tekellerin talepleri ile bütün hizmetlerin piyasaya açılmasını şart koşan GATS’ın koşullarını da göz önüne alırsak; yerel yönetim; bugün yaptığı (kanalizasyondan elektrik dağıtımına, şehir içi ulaşımdan asfaltlamaya, sosyal hizmetten çevre koruma faaliyetine, imardan kültürel ve sosyal etkinliklere ve halk sağlığının korunmasına…. kadar bütün faaliyetlerini) tüm faaliyetlerden çekilmek ve sadece “düzenleyici” olarak rol oynamak durumundadır. Bunun Türkçesi ise, yerel yönetime düşenin; hizmetleri “şeffaf” bir biçimde ihaleye çıkarmak, ihalenin koşullarının titizlikle uygulanmasını denetlemek, hizmetlerin etkinliğini kontrol etmek ve bu hizmetlerin karşılığının piyasa fiyatları üstünden ödenmesi için, yerel yönetim vergilerini, gaz, elektrik, su fiyatlarını yükselterek, halkın boğazını sıkmaktan ibaret olacağıdır.
Aslında, bu somut durum karşısında, tüm öteki görevleri, mekanizmaları tartışmak yersizleşmektedir. Ama tartışılan “Yerel Yönetim Yasa Taslağı” gibi görünse de, aslında mücadelenin bütün alanları tartışılmaktadır ve bu tartışma üstünden halk saflarında kafa karışıklığı yaratılması amaçlanmaktadır. Bu yüzden de, “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı”nın diğer bazı yönlerini daha ele alıp; taslağı hazırlayanların amaçlarını teşhir etmek gerekmektedir.

YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİK GELİYOR MU?
Türkiye’de yerel yönetimin iki bileşeni vardır. Bunlardan birisi “belediyeler”, ötekisi ise “il özel idareleri”dir.
Belediyeler; etkin ve aktif kent hizmeti veren kurumlar olarak rol oynarken, il özel idareleri, sadece seçimlerde bazı kişilerin seçildiği, başında da il valisinin bulunduğu, varlığı yokluğu belirsiz bir kurum olarak, daha çok, kent dışındaki kimi madenler, tarım ve hayvancılık gibi işlerle ilgilenen kurumlar olmuşlardır.
Şimdi getirilen yasa taslağında da, bu iki kurum “yerel yönetim” olarak tanımlanıp, bunların “görev” ve “yetkileri” tartışılmaktadır.
Önceki yasayla kıyaslandığında; yerel yönetimleri güçlendiriyor gibi görünen tek önemli gelişme, il valilerinin, yerel yönetimler üstündeki tasarruflarının azaltılmasıdır. Valilerin yerel yönetimler üstündeki etkisinin azaltılması, daha önce il valilerinin denetiminde yürütülen köy hizmetlerinden yol bakımına, trafikten il içindeki madenlere, tarım ve hayvancılığa kadar pek çok faaliyetin (bütün bu alanların piyasaya açılmasından sonra, artık bunlara ne kadar faaliyet denecekse!) yerel yönetimlere devredilmesidir. Ama, burada da; aslında bütün bu faaliyetlerin piyasaya devredildiği düşünüldüğünde, il valisinin yetkilerinin sınırlanmasını, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması olarak değil, ama il valisinin sorumluluklarının önemli bir kısmının “piyasa”nın somut ifadesi olan ticari şirketlere devredilmesi olarak anlamak, daha doğru olur. Çünkü yasa; hizmet ve mal üretimini piyasaya açarak; valilerin olduğu kadar, belediyeler ve özel idarenin yetkilerini de kısıtlayarak, onları, aktif hizmet ve mal üretim kurumları olmaktan çıkarıp “düzenleyici” konumuna indirgemektedir. Üreten ve aktif olan ise; bu hizmetleri devralan firmalar olacaktır.
Ancak, bütün bu yetki devrine karşın, yasa taslağında, “Belediye bütçelerinin onaylanması yetkisi” valiye bırakılarak, “ipin ucunu tutmak” da ihmal edilmemiştir.
Ortada, tüm yerel yönetim faaliyetlerini piyasa koşullarına bağlayan bir yasa varken; liberaller, liberal sol çevreler, Kürt siyasi çevreleri ve İslamcı siyasi kesimlerden gelen; “Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı”nın demokratikleşmeyi teşvik edeceği söylemleri, bu nedenle, bu taslağa hoşgörülü bakmaları; bu taslağın “yerel yönetimlere özerklik tanıyacağı”, böylece Türkiye’nin üniter yapısının bozulacağı, bölücülerin , Sevrci’lerin amacına hizmet edeceği iddiaları kadar dayanaksızdır.
Bu yasa taslağından “demokrasi” bekleyenlerin düşünceleri; yasanın, başlıca hizmetlerin biçimlendirilmesi ve uygulanmasında “yerel yönetimlere inisiyatif tanıması” gibi nasıl ve nereden çıkarıldığı bilinmeyen bir varsayıma dayanmaktadır. Örneğin milli eğitim, din gibi kimi konularda yerel yönetimlere özerklik tanınsa bile, buradan bir demokratikleşme çıkmayacağı, çok açıktır. Ama varsayalım ki öyledir; “eğer yerel yönetimler bazı konularda özerkleşirse; memlekette demokrasi gelişir” denilebilse bile, yasa taslağının, bu bakımdan, tamamen “üniter uygulamalardan yana” olduğu pek açıktır. Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan da; “üniter devlet elden gidiyor” diyenlere, “Hayır, üniter devlete zarar verecek en küçük bir açık yoktur” diye yanıt vermiştir. Nitekim, yasa taslağında, önce merkezi yönetimin yetki ve görevleri sayılmış, “geriye kalan” ise, “yerel yönetimlere” bırakılmıştır.
Yasa taslağında “Merkezi ve Yerel Yönetimlerin Yetki, Görev ve Sorumlulukları” başlığı altında, “merkezi yönetim”in görevleri şöyle belirleniyor:
“Madde 4- Merkezi yönetimin kamu hizmetlerinin yürütülmesinde temel yetkileri
şunlardır:
“a) Adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış ilişkiler ve dış politika hizmetleri.
b) Maliye, Hazine, dış ticaret, gümrük hizmetleri ile piyasalara ilişkin düzenleme ve denetleme hizmetleri.
c) Ulusal düzeyde haberleşme ve ulaşım hizmetleri.
d) Milli eğitimde eğitim ve öğretim birliğini sağlama, müfredatı belirleme ve geliştirme hizmetleri ile yüksek öğretim, ulusal düzeyde bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, ulusal ve uluslararası düzeydeki gençlik ve spor organizasyonu hizmetleri.
e) Ulusal düzeyde koruyucu sağlık, üreme sağlığı ve ana çocuk sağlığı hizmetleri.
f) Ulusal ve bölgesel düzeyde çevrenin, ekolojik dengenin ve gıda güvenliğinin korunması ve geliştirilmesi hizmetleri.
g) Din hizmetleri.
h) Sosyal güvenlik hizmetleri.
ı) Tapu ve kadastro, nüfus ve vatandaşlık hizmetleri.
i) Acil durum yönetimi ve sivil savunma ile ilgili ulusal düzeyde yapılması gereken hizmetler.
j) Ulusal ve bölgesel düzeyde olmak üzere ormanların korunması, geliştirilmesi ve yönetimi hizmetleri.
k) Ulusal ve bölgesel düzeyde yürütülmesi gereken enerji ve madenlerle ilgili hizmetler.
1) Ulusal ve bölgesel kalkınma planlarının hazırlanması ve uygulanmasına ilişkin hizmetler ile bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarını gidermeye yönelik kalkınma program ve projelerinin uygulanmasına dair hizmetler.
m) Ulusal ve bölgesel düzeyde bilgi toplama, araştırma yapma, istatistik ve standardizasyon hizmetleri.
n) Vakıflarla ilgili olarak ulusal düzeyde yapılması gereken yönetim ve denetime ilişkin hizmetler.
o) Yerel yönetimlere teknik ve mali yardımda bulunma, rehberlik yapma ve eğitim desteği sağlama hizmetleri.”
Merkezi yönetimin görevleri böylesi ayrıntılı bir biçimde belirlendikten sonra sıra, yerel yönetimlerin yetki, görev ve sorumluluklarına gelmektedir. Onlar da, yasada 5. madde olarak düzenlenmiştir:
“Madde 5- 4. maddede sayılan ve merkezi yönetim tarafından yürütülmesi öngörülenlerin dışındaki görev ve hizmetler ile kanunlarda öngörülen ve açıkça başka bir kuruluşa verilmeyen her türlü mahalli ve müşterek mahiyetteki görev ve hizmetler yerel yönetimler tarafından yerine getirilir.
“Yerel yönetimler, görev, yetki ve sorumluluk alanlarına giren hizmetleri, idarenin bütünlüğüne, mevzuata, kalkınma planlarının ve yıllık programların ilke ve hedeflerine ve merkezi yönetim tarafından belirlenen esas ve usuller ile standartlara uygun olarak yürütür.”
Yasanın maddelerinde açıkça belirtildiği gibi; eğitimden sağlığa, kültürden sosyal hizmetlere, emniyetten sosyal güvenliğe kadar, akla gelebilecek tüm başlıca hizmetler, merkezi yönetime bağlanırken; sadece teferruata ait ve muhtemelen de devletin yıllardır “yük” gördüğü, “lağvetmeye hazırlandığı” köy hizmetleri, karayolu bakım hizmetleri, trafik düzenlemesi, şehir içi ulaşım gibi, bir yandan yasadaki “piyasayla ilgili” madde, öte yandan GATTS üstünden, zaten piyasaya açılacak olan hizmetler, “yerel yönetimlere” bırakılmaktadır. Üstelik, bütün bu hizmetlerin stardardı ve yerine getirilişi de yine merkezi hükümet tarafından belirlenerek, yerel yönetim ikinci kez dışlanmaktadır. Bu da yetmemiş olmalı ki; halk tarafından seçilecek yerel yönetime görevden el çektirmek için taslağa maddeler eklenmiştir:
“Madde 36- Merkezi yönetim tarafından belirlenen standartların karşılanması hususundaki yetersizlikler, yerel yönetimlerce yürütülen hizmetlerin aksatılması, kayıt ve işlemlerin mevzuata uygun olarak yerine getirilmemesi durumunda İçişleri Bakanlığı’nca sırasıyla şu uygulamalar yapılır:
“… hizmetin yerine getirilmesi, kayıt ve işlemlerin düzeltilmesi veya tamamlanması istenir… ilgili yerel yönetim hizmetlerinde ciddi şekilde aksamanın ve yetersizliğin devam ettiğinin tespit edilmesi durumunda İçişleri Bakanlığı’nın müdahalede bulunma yetkisi vardır. …”
Son yasa tasarısı, eski Yerel Yönetimler Yasası’na göre, yerel yönetimlere, mali bakımdan daha çok yetki tanımakta; merkezi bütçeden de paylarını yükseltmektedir, ama bu, yerel yönetimlerin mali bakımdan özerkleştiği anlamına da gelmemektedir.
Bu durum taslakta şöyle ifade edilmektedir:
“Madde 59- Yerel yönetimlere görev ve sorumluluklarıyla orantılı gelir kaynakları sağlanır. Kanunun belirleyeceği alt ve üst sınırlar içinde kalmak kaydıyla, yerel yönetimler tarafından toplanacak vergi, resim ve harçların oran ve miktarlarını belirlemeye, yerel yönetimlerin genel karar organları yetkilidir.
Madde 60- Yerel yönetimlere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatından pay ayrılır.
Payların ayrılmasına, dağıtımına ve bu paylardan yapılacak kesintilere ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.
Merkezi yönetim, yerel yönetimlere uygulayacakları projeler için yardım yapabilir. Bu yardımlar, tahsis amacı dışında kullanılamaz.”
Kısacası yasa taslağında, bırakalım “özerklik”, “federatif yapı”, “merkez karşısında demokrasi odağı” olarak gelişmeyi; yerel yönetimlerin; kendi fonksiyonunu serbestçe, yerel yönetimleri seçen halkın istekleri doğrultusunda yapmak için, kendisine tanınmış yetkiler bile yoktur. Tersine, yerel yönetimler, merkezi yönetimin belirlediği sınırlar içinde kalırken, şimdi, buna, bir de, yeni tasarı ile, piyasanın, tekellerin baskısı eklenecektir. Bunun, öyle basit bir baskı olmaktan öte; belediyelerin imkânlarının yağmalanmasını, kapıya haciz dayanmasını, “Tahkim”e, uluslararası mahkemelere sürüklenmeyi, belediyelerin hizmetlerinin durdurulmasını, pek çok yerel yönetimin elindeki doğal kaynakların, arsa ve öteki malların yağmalanmasını da içeren bir baskı olacağını söylemek için, kahin olmaya gerek yok. Deyim yerindeyse, eskiden, sadece merkezi yönetimlerin baskısı altındaki yerel yönetimler, şimdi, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin imkânlarını yağmalamak için saldıran kapitalist firmaların, uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçilerinin kıskacına da alınmış olacaklar.
Burada; hizmetlerin piyasaya açılmasıyla ve merkezi yönetimin vazgeçtiği hizmetlerin de yerel yönetimlere devriyle ortaya çıkacak olan; işçi tasfiyeleri, kamu emekçilerinin sözleşmeli hale gerilmeleri ve işten çıkarılmalarıyla oluşacak “iç kaos”a hiç değinmiyoruz.

YEREL YÖNETİMLER VE MÜCADELE
Yerel yönetimler, sonuçta sistemin kurumları olarak işlerler. Ama, emekçilerin uzun mücadeleleri sonucunda, yerel yönetimlerin de hem yapısında hem de görevlerinde önemli sayılması gereken değişiklikler olmuştur. Dahası, yerel yönetimler, merkezi  yönetime göre, halkla daha “doğrudan” ilişki içindedirler ve kendilerine has özellikleri nedeniyle de, emekçi sınıfların, halkın mücadelesi sonucu nispeten daha kolay bir dönüşüm imkânına sahiptirler.
Yukarıda da belirtildiği gibi, egemenler, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, yerel yönetimlere emekçi sınıfların mücadelesi sonucu olarak yüklenmiş olan görevleri (hizmetlerin yerine getirilmesinde halkın çıkarlarını göz önünde tutma, hizmetlerde yoksul-zengin ayrımı yapmama, gençlerin, kadınların, yoksulların korunması, ana çocuk sağlığı vb.) bırakarak; tüm hizmetleri “parasını verene” vermeye, bu hizmetlerin, piyasa koşullarında ve kapitalist firmalar tarafından yerine getirilmesi doğrultusunda bir yönelişe girilmiştir. Aslında bu; “yerel yönetime” son yüzyılda yüklenmiş olan bütün olumlu sıfatların reddedilmesi anlamına da gelmektedir.
Ama; sonuçta, bu, bir mücadeledir; halk, emekçiler, emekten yana partiler yerel yönetimleri kendi ihtiyaçlarının, kendi taleplerinin yerine getirilmesinin aracı olarak değerlendirirken, egemenler de, yerel yönetim hizmetlerini kârlarını artırmanın, kentleri kendi isteklerine uygun yerleşim yerleri haline getirmenin dayanağı olarak kullanmak isteyecektir. Bu yüzden, yerel yönetimlerin halka hizmet veren kurumlar olarak işlevlerini yerine getirmesi mücadelesi; sınıf mücadelesinin, halkın pek çok günlük talebini elde etmesinin ya da elde edememesinin görüldüğü alandır. Bu nedenle, yerel yönetimler alanı; şu yasa ya da bu yasa doğrultusunda yönetime gelinip gidilen bir alan değil, öteki mücadele alanları gibi; egemen sınıflarla halkın, hizmetlerin nasıl olacağı, kaynakların kimden sağlanacağı ve bu hizmetlerin nasıl ve kimin yararına verileceği mücadelesinin alanı olarak ele alınmak durumundadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, yerel yönetimlerin düzenlenmesinin, onun kuruluş yasasının mantığının piyasa olmaktan çıkıp, halka hizmet veren kurumlar haline getirilmesine izin veren bir yasa olarak biçimlenmesi için mücadele edilmesi, bu alandaki temel tutumlardan birisi olmak durumundadır. Bu yüzden de, “yasasın çıkıp çıkmayacağı”, “hükümetin niyeti” vb. konularında uzun tartışmalar yerine; “halka hizmetin önünü kapatmayacak bir yasa” için mücadele öne çıkarılmak durumundadır. Bu da, yukarıda belirtildiği gibi; sadece yerel yönetimlerle ilgili bir sorun olmayıp, tüm kamu yönetiminin ve hizmetlerinin piyasalaşmasına karşı mücadelenin bir parçası olmak durumundadır. Dolayısıyla, bu alanda sürdürülecek mücadele; illerin, ilçelerin kendi koşullarıyla da birleşen, ama sermayenin kamu yönetimini yeniden biçimlendirmesine, IMF-Dünya Bankası-WTO … baskısıyla kurulmak istenen idari sisteme karşı, halktan yana, ona hizmet eden bir sistem için; Türkiye’nin demokratikleşmesi, bağımsızlaşması mücadelesinin parçası olmak durumundadır.
Türkiye’nin egemenleri ve hükümeti, ilgili yasal değişiklikleri parlamentoda onaylattıktan sonra, belediyelerin sorumluluk ve çalışma alanının genişleyeceği açık. Bu yasayı çıkarmak isteyenlerin; belediyeleri birer şirkete dönüştürüp, belediyelerin sorumluluk alanındaki üretim ve hizmet kurumlarını uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin müdahale ve kontrol alanı haline getirmek istedikleri de açık.
Bu çerçeveden bakıldığında, emek hareketi için yerel yönetimler; demokrasi mücadelesinin geliştirildiği, halkın dolaysız bir biçimde yerel yönetim işlerine müdahale etmeyi öğrendiği alanlardır. Bu yüzden de; yerel yönetimler üzerinde, merkezi yönetimin mümkün olduğu kadar az etkisi olmasını savunmak önemlidir. Bu yüzden, yerel yönetimlerde, yetkinin, atanmışlardan seçilmiş yöneticilere geçmesi (tüm idari görevlilerin seçimle gelmesi), seçilmiş yöneticilerin sadece halk tarafından görevden alınabilmesi ve yerel yönetimlerin, sadece halka hesap veren  kurumlar olması önem taşır.
Bu açıdan yaklaşıldığında:
1-) Yerel yönetimler, kentin hükümeti gibi oldukları ölçüde özel bir işleve sahip olabilirler. Sadece şehircilik hizmetleri değil, halka yaşamın her alanında hizmet götürme, demokratikleşme, eğitim, sağlık, işsizlik, beslenme, hayat pahalılığı, üretici ve tüketiciyi koruma, kültür, sanat ve spor etkinlikleri gibi alanlar da yerel yönetimlerin doğrudan ilgi alanına girmelidir.
Kendi görevlerini ve çalışma programını halkın ihtiyaçlarından çıkaran bir yerel yönetim anlayışı, esas olmalıdır. Bunu başarabilmek için; halka karşı açık olmak, bütün kararları halkla tartışabilen ve uygulama aşamasında da halkın denetimine açık olan yönetimler oluşturmak gerekir. Halkın üretkenliği ve yaratıcılığının, kentin sorunlarını çözmede katılımcılığın kuru söz olmaktan çıkarılıp mutlaka uygulamaya sokulması gerekir. Sadece belirli bir kesime hizmet  veren kurumlar yerine, sendikalar, kitle örgütleri gibi doğrudan halk ve emekçi sınıf örgütlerini de yerel yönetimlere katan, ama, halk tarafından seçilmiş bir “Halk Meclisi”ne dayanan bir yerel yönetim anlayışı, yerel yönetimlerin temel dayanağı olmak durumundadır. Başka ülkelerde yerel yönetimlerin gelişkin olduğu dönemlerde, halkın katılımı, kent parlamentoları, “halk meclisleri” gibi kurumlar aracılığı ile olmuştur. “Referandum”un da, yerel yönetimlerin halka danıştıkları, halkın bir konuda tutum oluşturmasının vesilesi yaptıkları, yerel yönetime katılımın bir aracı olarak düşünülmesi gerekir. Türkiye’de, yerel yönetim mekanizmasının bu yöne evrilebilmesi için olumlu bir birikim vardır, üstelik ihtiyaçlar da dayatmış bulunmaktadır. Burada, kişi ve kurumların çıkarlarına göre yönetilen değil ama değil, halkın genel çıkarlarını gözeten, uygulamalarına ona göre yön veren bir yerel yönetimcilik anlayışı esas alınmalıdır.
2-) Merkezi otorite nasıl değerlendirirse değerlendirsin, belediyeler, halkın seçtiği ve halka hizmet etmesi gereken kurumlar oldukları ölçüde bir işleve sahip olabilirler. Aksi halde, olup olmamalarının anlamı yoktur. Bugün, yerel yönetimlerin bir işleve sahip olmasının önündeki en büyük tehlike ise; yerel yönetimlerin, birer şirket gibi, kâr amaçlı olarak yönetilmesi isteği, dayatmasıdır. Üstelik, bu görüşün sahipleri, isteği de aşarak, yukarıda belirtildiği gibi, yasa tasarısı olarak görüşlerini ortaya koymuşlardır. Oysa yerel yönetimler, halkla doğrudan ilişki içinde olan, olması gereken kurumlar olarak, sadece hizmet götüren değil, bünyesinde çalışan işçilerin, kamu emekçilerinin insanca yaşayacağı koşulları sağlayan, onlara köle muamelesi yapmayan kurumlar olarak da rol oynamak durumundadır. Bunun için de; şirketleşme, taşeronlaştırma, özelleştirme gibi işçiyi perişan eden, hizmetleri kapitalist firmaların kâr alanı haline getiren uygulamalara ilkesel bakımdan karşı olmak zorundadır. Bunun önkoşulu da, mümkün olan tüm hizmetlerin yerel yönetimlerin kendi bünyesinde üretilip, kendi işçileri, kamu emekçileri aracılığı ile dağıtılmasıdır. Bu çerçevede, yerel yönetimlerde birçok hizmet biriminde gerçekleştirilen özelleştirmeler iptal edilmeli; taşeronlaştırmalara, belediye hizmetlerinin piyasalaşmasına, esnek çalışmanın yaygınlaşmasına, uluslararası tekellerin “piyasa”ya girmesinin aracı olarak kullanılan “kalite çemberleri” oluşturulmasına ve ISO teşviklerine son verilmesi için mücadele edilmelidir.
3-) Özellikle temiz su kaynakları, önümüzdeki yıllarda, sermayenin iştahını kabartan insanlığın temel ihtiyaçlarından birincisi olacaktır. Yerel yönetimlerin su kaynaklarına sahip çıkıp koruması, onu, halkın ihtiyaçlarına göre değerlendirip, aynı zamanda da, bir gelir kaynağı olarak kullanması, her şeyden önce, bu değerli kaynağın, kâr için kaynakları yağmalayıp tahrip eden özel firmaların malı olmasının engellenmesi gerekir. Özellikle uluslararası tekellerin temiz su kaynaklarına el atmanın yanı sıra, atık suları da bir kâr alanına dönüştürmesi; “temiz su-atık su” alanını, bütün uluslararası anlaşmalarda ayrıca önem verilmesine yol açacak kadar büyütmüştür. Bu, yerel yönetimler bakımından da uyarıcı olmalıdır. Temizlik hizmetleri ve “çöp sorunu” da; hem hizmetin yerine getirilmesi hem de çöplerden ekonomik fayda sağlanması bakımından özel firmaların el attığı alanlardır. Bu kaynaklar; halkın lehine kullanılması kadar, belediye işçilerinin iş garantisi, insanca çalışma koşulları ve çöplerin bir gelir kaynağı olarak değerlendirilmesi bakımından da önemlidir. Bütün bunların da ötesinde, “çöplük”lerin kent sağlığını tehdidinin önlenmesi, çevreyi tahrip etmesinin önüne geçilmesi de, belediye hizmetleri, bir bütün olarak ve kâr amacı gütmeyen bir anlayışla ele alındığı ölçüde mümkün olacaktır. Büyük kent belediyelerinin kente yakın köyleri ve arazileri (meraları) çöplük haline getirerek sorunu çözmesi ya da özel firmaların çöpü oradan alıp kentin yoksul mahallerinin arsalarına dökmeleri, bir belediye hizmeti olarak görülemez.
4-) Kimsesiz çocuklar için çocuk yuvaları, yaşlılar için huzurevi, gençlik ve kadın kültür merkezleri, emekçi mahallelerine ücretsiz sağlık hizmeti götürecek belediye sağlık merkezleri, yoksullara sağlık ve eğitim yardımı, çalışanların çocukları için kreş gibi sosyal amaçlı yatırım ve çalışmalar, yerel yönetimlerin dikkat noktalarından olmak durumundadır.
5-) Kültür sanat etkinlikleri mutlaka desteklenmeli; bu konuda halkın dışarıda bırakıldığı, belirli aydın çevrelerle sınırlı kalan kültür sanat festival ve etkinlikleri yerine, halkın içinde ve önünde olduğu, en geniş kesimi kucaklayan, onlarla birlikte üreten, halkın değerlerini yaşatan ve sahip çıkan, dayanışma, ortak üretme duygu ve bilincini geliştiren etkinlikleri teşvik etmek, bu alanlar için fonlar oluşturmak, yerel yönetimlerin asli işlerindendir. Spor etkinliklerine ve gençliğin bu alandaki taleplerine belediyeler ilgisiz kalmamalıdır. Ancak bu, bazı belediyelerin yaptığı gibi, profesyonel futbol takımlarına gösterilen ilgi ile sınırlı kalan bir anlayışın reddi şeklinde olmalıdır. Semtleri, okulları, üretim alanlarını esas alan spor tesislerinin yapılması, amatör ve kitleleri kucaklayan etkinlikleri esas alan bir anlayış ve uygulama ile programlanmalı ve pratiğe geçirilmelidir. Çevre konusuna gereken önem verilmeli, çevreyi kirleten ve tahrip eden, insan sağlığını tehdit eden, yeraltı su kaynaklarını zehirleyen, bitki ve hayvan zenginliğini yok eden her türlü girişime ve bu olumsuz durumdan sorumlu kişi, şirket, kurum ve kuruluşlara karşı halkla birlikte mücadele edilmelidir. Meşru ve hukuki yollar kullanılarak çevre sağlığı açısından insanın geleceğini karartan her türlü girişimin boşa çıkartılması mücadelesinde, yerel yönetimler en önde olmalıdır.
6-) İmar sorunu ve çarpık kentleşme ülkenin temel sorunlarından birisidir. Bu alanda, genelde günü kurtarma, kısa dönemli çıkarlar ve rantiye ekonomisi esas alınmaktadır. Bu anlayışlara karşı mücadele, halktan yana bir belediyeciğin temel tutumu olmak durumundadır. Halkın ihtiyaçlarını karşılayabilen, insan ihtiyaçlarını, çevreyi, kültürü, tarihi dokuyu, ekonominin geleceğini düşünen, sadece günü değil geleceği de gözeten, bilim ve teknolojiden sonuna kadar yaralanan bir imar politikası, her ciddi yerel yönetimin temel kriteridir. Tarım arazileri üzerinde sanayi kuruluşlarına izin verilmemesi, yine emekten, halktan yana bir belediyeciliğin yaklaşımıdır. Bu araziler imara açılmamalıdır. Konut sorunu, bu kriterler ışığında düzenlenip, odalarla, akademik çevrelerle, üniversitelerle ortak çalışmalar yürütülerek “yaşanılır kentler” yaratılması, halkçı bir belediyeciliğin amacı olmak durumundadır.
2004’de yerel yönetim seçimleri vardır. Ve yukarıdaki yaklaşımda ifade edilen belediyecilik anlayışı doğrultusunda taleplerden oluşan bir “programla” bu seçimlere hazırlanmak için vakit geçirilmemesi gerekir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑