Kapitalizmde iş süresi; onu, artı-değer oranını yükseltmek amacıyla, emek-gücünün fiziki sınırına doğru genişletmeye çabalayan kapitalistler sınıfıyla, bu süreyi -yalnızca fiziki varlığı ve ihtiyaçları için değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve toplumsal bakımdan gelişme zamanını kendisine yaratabilmek için (“işgününün sınırlandırılması, iyileştirme ve kurtuluş doğrultusundaki bütün öteki girişimleri kendisi olmaksızın yetersiz bırakacak bir önkoşuldur” diye vurgular Marx) – kısaltmaya çalışan işçi sınıfı arasındaki mücadele tarafından belirlenmektedir.
İş süresinin kısaltılması uğruna mücadele, görünürde “zaman” uğruna mücadeledir. Fakat, toplumsal üretim sürecinde sahip oldukları farklı konumlarından ötürü, kazanılan ya da kaybedilen bu “zaman”ın anlamı da, her iki sınıf açısından oldukça farklıdır: Sermaye açısından kaybedilen “zaman”, kaybedilen artı-emek zamanı, yani karşılığını ödemeden el koyacağı emek zamanıdır. İşçi açısından ise, kazanılan “zaman”, her şeyden önce insan olarak gelişme mekanının büyümesi demektir. Bu durumda, kapitalizmdeki iş süresinin; emeğin toplumsal üretkenliği ve işçinin maddi ve entelektüel-sosyal gereksinmelerinin esas alınarak belirlenmediği kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Her iki sınıfın bu ilişkinin karşısındaki konumu birbirine taban tabana zıttır. İşçi sınıfının buradaki konumu ve çıkarları, emeğin toplumsal üretkenliğinin artması sayesinde kazanılan zamanın, doğrudan toplumun hizmetine sunulmasını gerektirirken; burjuvazinin konumu ve çıkarları, tam tersini gerekli kılmaktadır: Burjuvazi için toplumun daha üretken olması; daha fazla çalışmasını, dolayısıyla iş süresinin kısaltılmamasını gerektirir.
Demek oluyor ki, iş süresinin kısaltılmasıyla ilgili mücadele; işçi sınıfı açısından; iktidar mücadelesinden sonra, sermayenin egemenliğine darbe vuran ve bu yönüyle sınıfın politik mücadelesinde ayırdedici yeri olan bir mücadeledir. Toplumsal üretimin ve onun gelişme doğrultusunun, hangi sınıfın çıkarları temelinde denetim altına alınacağı ve yönlendirileceğini etkileyen ve bu özelliğiyle doğrudan politik bir karakter taşıyan bir mücadeledir. Kapitalistler sınıfının karşısına çıkan işçiler, böylelikle; bir yandan toplumun tüm emekçi kitlelerinin üretici güçlerin gelişme derecesinin sunduğu olanaklardan faydalanmasını sağlamaya çalışırlar, diğer yandan işçi sınıfının faal ordusuyla işsizler ordusunun pratik dayanışmasını ve bir sınıf olarak ortak hareket etmesini gerçekleştirirler.
*
Proletaryanın işgününün kısaltılması uğruna mücadelesi, ilk dönemde, bilinçli bir mücadeleden ziyade, kendi soyunu koruma ve fiziki bakımdan tükenişi engelleme ekseninde gelişti. İş süresinin kısaltılmasının ilk ifadesi, “normal bir işgününün” yaratılması idi. Ya da başka bir deyişle; iş süresinin belirli saatlere kısaltılması, işçi sınıfıyla kapitalist sınıf arasında ilkin normal bir işgününün belirlenmesi mücadelesi olarak gerçekleşti. Normal bir işgününün belirlenmesiyle, işçiler; kendilerini ve ailelerini “köleliğe ve ölüme satmalarını engelleyecek bir yasanın, güçlü bir toplumsal engelin yaratılmasını” sağlamış oldular.
19. yüzyılda işgününün yasal olarak 14-16 saatten 10-12 saate düşürülmesi, burjuva devletinin gönüllü bir eylemi değildi; aksine işçi sınıfının kapitalistler sınıfına karşı verdiği uzun süreli mücadelenin ürünüydü. İşgününün 12 saate indirilmesi, İngiltere’de 1832 tarihinde gerçekleşir. 15 yıllık bir aradan sonra da, 1847 yılında, On-Saat Yasası yürürlüğe girer. Sermaye, On-Saat Yasası’nın ücretli emek sömürüsüne belirli ölçülerde getirdiği sınırlamaları, ücretleri düşürmek başta olmak üzere, çeşitli yöntemlerle aşmaya çalışır. Bununla yetinmeyen sermaye, On-Saat Yasası’na rağmen, fiili çalışma sürelerini, yeniden 10 saatin üstüne çıkartır. Bu gelişmeler, süreç içinde, işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesini gündeme getirir.
6 Ağustos 1866‘da ABD’nin Baltimore kentinde yapılan Genel İş Kongresi şu bildiriyi yayınlar: “Bugünün ilk ve en büyük zorunluluğu, bütün ABD’nde, sekiz saatlik çalışmayı, normal işgünü kabul eden bir yasayı yürürlüğe koyarak, bu ülkenin emeğini kapitalist kölelikten kurtarmaktır.” Aynı sıralarda, Uluslararası İşçi Birliği’nin Cenevre’de yapılan Kongresi’nde, Genel Konsey delegeleri tarafından sunulan ve Karl Marx’ın kaleme aldığı şu öneri kabul edilir: “İşgününün yasal sınırı olarak 8 saatlik çalışma öneriyoruz. Bu sınırlandırma genel olarak ABD’nin işçileri tarafından isteniyor. Kongrenin oyları, bu istemi, dünyanın her yerinde, işçi sınıflarının ortak platformu düzeyine çıkartacaktır.”
8 saatlik işgünü mücadelesinin öncülüğünü ABD işçi sınıfı yapar. 1 Mayıs 1886’da, ABD çapında 8 saatlik işgünü talebiyle birkaç gün sürecek olan bir genel grev başlar. Yaklaşık 350 bin işçinin katıldığı bu genel grev, öncesinde sürmekte olan 8 saatlik işgünü hareketinin zirvesidir. Bu mücadeleler sonucunda, yaklaşık 200 bin işçi, 8 saatlik işgünü hakkını elde eder. Ayrıca 200 bini aşkın işçi için de, işgünü, 12 saatten 9 ila 10 saate düşürülür. (Bilindiği gibi, 3 Mayıs günü grevdeki Şikago işçilerine polis saldırır; ertesi günkü protesto gösterisinde ise, 11 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalı bir provokasyon olayı yaşanır. Açılan davalarda yargılanan sekiz işçiden dördü 11. Kasım 1887’de idam edilir. 1889 yılında ise, Paris’te toplanan ve aynı zamanda II. Enternasyonal’in de kuruluş kongresi olan Uluslararası İşçi Kongresi, Şikago işçilerinin 8 saatlik işgünü mücadelesi anısına 1 Mayıs’ı uluslararası mücadele günü olarak ilan eder.)
1 Mayıs’ın, işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü haline gelmesinin önünü açan bu karar, ertesi yıl, 1890 yılında birçok ülkede hayata geçirilir. Başta 8 saatlik işgünü olmak üzere, başka sosyal hak ve taleplerin de haykırıldığı ilk 1 Mayıs kutlamaları, gösterileri ve grevleri şu ülkelerde gerçekleşir: Arjantin, Belçika, Bohemya, Danimarka, Almanya, Finlandiya, Fransa, İtalya, Hollanda, Norveç, Avusturya-Macaristan, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, İsveç, İsviçre ve ABD. İngiltere ve İspanya’da ise, 4 Mayıs günü kutlanır. (İspanya’da, ilk 1 Mayıs’ın ardından, 40 bin işçi iş süresinin kısaltılması talebiyle genel greve gider; ordunun devreye sokulmasına rağmen, grev başarıyla sonuçlanır ve işgünü burada 10 saate düşürülür.)
Belirtmek gerekir ki, 8 saatlik işgününün, belli başlı kapitalist ülkelerde, bazı işkollarıyla sınırlı da olsa, yasal işgünü haline gelmesi, işçiler tarafından ilk defa talep edilmesinden yaklaşık 60 yıl sonra gerçekleşir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı (1914) arifesinde, ileri kapitalist ülkelerin çoğunda, hâlâ 10 ile 12 saatlik işgünü yürürlüktedir. Bu arada, bütün kapitalist ülkeleri kapsayan ortalama iş haftası saatleri (“dünya çapındaki ortalama iş haftası”), J. Kuczynski’nin sunduğu bir hesaplamaya göre şöyledir: 1900-1909 arası 61 saat; 1910-1919 arası 58 saat; 1920-1929 arası 52 saat ve 1930-1939 arası 49 saat. İngiltere’deki en kısa iş haftası, 1914’de 52,5 saattir. 30’lu yıllarda ise, birçok sınai kolundaki “normal” iş haftası ancak 48 saate düşer. Fransa’da, bu, 45 saattir (30’lu yılların ilk yarısında). İş haftası konusunda nispeten ileri bir gelişme, ABD’de kaydedilir. Burada, imalat sanayiindeki iş haftası, 1924’de 44,2 saat iken, 1936’da 39,2 saate kadar düşer.
8 saatlik işgünü uygulamalarına, ileri kapitalist ülkelerde, genellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası ve 1920’li yılların birinci yarısında geçilir. Bunda, Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi, bir dizi ülkede devrimci ayaklanmaların ve işçi konseylerinin (sovyetlerin) kurulmasının önemli bir rolü olmuştur. Kuşkusuz, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının bu alanda verdiği mücadelesinin bir nevi zirvesi olan bu aşamaya, sayısız çetin mücadelelerden geçilerek varılabilmiştir. Bu mücadelelerin bazılarını şöyle özetleyebiliriz:
– 8 Kasım – 14 Ocak 1892 tarihlerinde, Almanya’da yaklaşık 10 bin matbaa işçisi, ücret artışı ve 9 saatlik işgünü talebiyle greve çıkar. Bütün ileri kapitalist ülke işçilerinin katıldığı uluslararası bir dayanışma kampanyası örgütlenir. Bu çerçevede grevdeki işçiler için yaklaşık 2,5 milyon mark dayanışma parası toplanır; ancak grev buna rağmen başarısızlıkla sonuçlanır.
– Haziran 1897 – Ocak 1898 tarihleri arasında, İngiltere’de, 80 bin makina sanayisi işçisi, 8 saatlik işgünü için grev yapar. İşveren birliği lokavt uygular. İngiliz ve uluslararası işçi hareketinin dayanışma eylemlerine rağmen, grev yenilgiyle sonuçlanır.
– Eylül-Ekim 1902’de, Fransa’da, 108 bin maden işçisinin katıldığı genel grev olur. Grevciler; 8 saatlik işgününü, asgari bir ücretin belirlenmesini ve maden işçilerini kapsayan bir emeklilik yasasını talep ederler. Grev, devletin baskıları ve maden sendikasının oportünist yönetiminin yetersiz desteği nedeniyle, 55. gününde başarısızlıkla sona erer.
– 22 Ağustos 1903 – Ocak 1904 tarihleri arasında, Almanya’nın Crimmitschauer kasabasında, tekstil işçileri, ücretlerinin artırılması ve işgününün 10 saate düşürülmesi taleplerinin işverenlerce reddedilmesi üzerine, greve çıkarlar. Greve ilkin 600 tekstil işçisi çıkar. İşverenlerin işçileri lokavt ile tehdit etmesi üzerine, kasabanın diğer tekstil işçileri de greve katılırlar. Grevci işçi sayısı 600’den 9 bine çıkar. İşçilerin sınıf bilincinin gelişmesinde önemli bir rol oynayan ve ülke içinde ve dışında çok sayıda işçinin desteğini kazanan (Alman işçileri grevcilerle dayanışmak için 1 milyon 250 bin mark toplarlar) grev, işçilerin itirazlarına rağmen, 1904’ün Ocak ayında, işbirlikçi sendikacılar tarafından sona erdirilir.
– 7 Ocak – 19 Şubat 1905 tarihlerinde, Almanya’nın Ruhr havzasında, 215 bin maden işçisi greve çıkar. Alman işçi hareketinin o tarihe kadarki en büyük grevini gerçekleştiren işçiler; 8 saatlik işgününü, ücretlerin yükseltilmesini, madenlerde güvenliğin artırılmasını ve politik faaliyetten ötürü işçiler üzerindeki baskıların son bulmasını talep ederler. Diğer işkollarından sendikalı ve sendikasız işçiler ve Ruhr bölgesinde çalışan Polonyalı ve İtalyan işçiler ile madenciler arasında eylem birliği gelişir. Rusya’da 1905 Devrimi’nin patlak verdiği haberi, işçilerin mücadele kararlılığını kamçılar. Grev, Almanya’nın başka bölgelerinden işçiler başta olmak üzere, Fransız, İngiliz ve Belçikalı işçilerin de desteklemesine rağmen, reformist sendika yöneticilerinin yardımıyla boğulur ve sonuçsuz kalır.
– 27 Ocak – 12. Şubat 1919 tarihleri arasında, İskoçya’nın Clyde sınai bölgesinde, 100 bin liman işçisinin, gemi yapımı, metal ve inşaat işçisinin katıldığı bir genel grev gerçekleşir. İşçiler; ücret artışları ve madenlerin millileştirilmesinin yanı sıra, 40 saatlik iş haftasını talep ederler. Grev, devreye sokulan askeri birliklerin baskısı ve sağcı sendika yöneticilerinin uzlaşmacı tutumu nedeniyle başarısızlıkla sona erer.
– 1919’da Almanya’da -Kasım 1918 ayaklanmasının sonrası Almanyası’nda- madenciler 6 saatlik işgünü için mücadele eder ve taleplerini kabul ettirirler. Ancak bu, kapitalistler tarafından hemen emeğin yoğunlaşmasıyla yanıtlanır. İşçiler 8 saatte çıkarttıkları işi, 6 saatte çıkartmaya zorlanırlar. Sonradan geri 8 saate dönülür.
– Almanya’da tam ücret karşılığı 8 saatlik işgünü Kasım Devrimi ile birlikte gerçekleşir. Ancak burjuvazi ilk krizle birlikte -1923/24 krizi-, çeşitli yol ve yöntemlerle, devrimin bu kazanımını da bozuşturmayı ve ardından ortadan kaldırmayı başarır. Nitekim kriz sonrası bağıtlanan toplu sözleşmelerin birçoğunda, 54 yada 59 saatlik iş haftası süresi belirlenir.
– 4 – 12 Mayıs 1926 tarihlerinde İngiltere’de, Avrupa işçi sınıfının 1920’li yılların en büyük eylemi niteliğini kazanan, bir genel grev gerçekleşir. Grevin çıkış noktası, 1 Mayıs’ta başlayıp Kasım’ın sonuna kadar süren madenciler grevidir. İngiliz Komünist Partisi ile sendikalardaki “azınlık hareketi”nin aktif bir rol üstlendiği genel greve yaklaşık 4 milyon emekçi katılır. Genel grevin taleplerinin başında; ücretlerde öngörülen kısıtlamalar ile iş sürelerinin yeniden uzatılması girişimlerinin iptal edilmesi ve maden kapitalistlerinin madencilere karşı uyguladığı lokavtın kaldırılmasıdır. Grev komiteleri, eylem konseyleri ve işçilerin kendilerini korumak için kurdukları “savunma birimleri”, birçok yerde, fiilen yerel iktidar organları olarak hareket etmeye başlarlar. Grevin kazandığı boyutlardan ürken oportünist sendika yöneticileri; işveren ve hükümet karşısında geri adım atar ve grevi, İngiltere Yüksek Mahkemesi’nin yasadışı ilan etmesi üzerine de, 12 Mayıs’ta kırarlar. Madenciler, ücretlerinde düşüşü ve iş gününün de yediden sekiz saate yeniden artırılmasını kabullenmek zorunda bırakılırlar. (Oportünist sendika yöneticileri, Sovyet işçilerinin madencilerle dayanışmak için kendi aralarında topladıkları 16 milyon rubleyi de almayı reddederler.)
Genel olarak şu söylenebilir ki, 1917 ile başlayan devrimci ayaklanma dalgasının belirli bir süre sonra kırılması ve bunun ardından toparlanan sermayenin, işçi sınıfına karşı başlattığı yeni saldırılar sonucunda, işgünü, 1920’li yılların ortalarından sonra, yeniden uzatılmaya başlanır. 1920’li yıllar, birçok ileri kapitalist ülke sanayiinde, büyük rasyonalleşme dalgasının yaşandığı yıllar olur. Bu arada, 8 saatlik işgünü gibi, kazanılan önemli tarihsel mevziler de, yitirilmeye başlanır. Almanya’da, örneğin 1923 yılından sonra, bir dizi sanayi kolunda, işgünü 10 saate kadar uzatılır. 1930 yılında ise, sanayi işçilerinin iş haftası, ortalama olarak 45-60 saati, tarım işçilerinin iş haftası ise, 60-70 saati bulur.
1930’da ve onu izleyen yıllarda; rasyonalleşme tedbirleriyle daha gelişkin makinaların devreye sokulmuş olması ve bununla birlikte bir yandan emek yoğunluğunun artması, diğer yandan ise (özellikle 1929’da dünya ekonomisinde patlak veren krizle birlikte) işsiz sayısının hızla yükselmesi gibi gelişmeler, fiilen uzatılmış olan işgününün kısaltılması uğruna mücadeleyi yeniden kamçılar. Bazı ülkelerde işçiler, bu saldırılara karşı mücadelelerinde başarı kaydederler. Örneğin 8 – 28 Eylül 1931 tarihleri arasında Kanada’da ücretlerin düşürülmesine karşı madenciler greve çıkarlar. Madenciler, ayrıca sendikalarının tanınmasını ve 8 saatlik işgününü talep ederler. Polisin, madencilerin aileleriyle birlikte yaptığı yürüyüşe saldırması sonucunda, 3 işçi katledilir. Ülke çapında protesto eylemleri yayılır ve madencilerin grevi, 8 saatlik işgününün tanınması ve grev yapan işçilere yönelik yaptırımların yasaklanması gibi kazanımlarla sona erer. 1935 Eylül’ünde ise, ABD’de 400 bin madencinin grevi gerçekleşir. Burada da, işçiler, ücret artışıyla işgününün kısaltılmasını talep ederler; grev başarıyla sonuçlanır. 1936 yılında ise, Fransa’da, Halk Cephesi hükümetinin kurulmuş olmasının da etkisiyle, Mayıs-Haziran ayları arasında, ülke çapında grevler gerçekleşir. Grevlerin zirvesinde, grevlere katılan işçi sayısı 2 milyon işçiyi bulur. Fabrika işgalleri yaşanır. Grevler, işçilerin bir dizi kazanımıyla sona erer (ücretlerde yüzde 7 ila 15 oranında artış; 40 saatlik iş haftası; toplu sözleşme hakkının genişletilmesi; sendikal hakların artırılması; paralı izin vb. İşçiler, grevleriyle, Halk Cephesi’nin programında öngörülen sosyal yasalar ile faşist örgütlerin yasaklanması gibi maddelerin parlamentoda onaylanmasını sağlarlar.).
1930’lu yıllarda ayrıca, Avrupa’nın özellikle ağır sanayi işçileri arasında, giderek 7 saatlik işgünü talebi yükselmeye başlar. Fakat; faşizmin bazı ülkelerde iktidara gelmesi (Nazi Almanya’sında, işgünü, ilkin 10 saat, ardından da 12 saat olarak belirlenir), artan baskılar ve alınan darbeler ve ardından İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi gibi gelişmeler, uluslararası işçi hareketinin bu talep uğruna mücadelesini baltalar ve giderek geri plana atar.
Savaş sonrası yıllarda (1945 sonrası) ise, ileri kapitalist ülke işçi sınıfları, yeniden 8 saatlik işgününü elde etmek için mücadeleler vermek zorunda kalır. Kuşkusuz, savaş sonrasının dünya işçi sınıfının lehine sonuçlanan uluslararası koşulları, bu mücadeleyi olumlu etkiler. Özellikle güçlü komünist partilerin var olduğu ve faşizme karşı büyük mücadelelerin verildiği ülkelerde (Fransa ve İtalya başta olmak üzere), savaş sonrasında işçi ve emekçiler birçok yeni sosyal ve demokratik haklar elde ederler.
1940’lı yılların sonları ile 1950’li yılların ortalarına kadar, iş süresinin kısaltılması talebini de kapsayan mücadeleler sonucunda, haftalık iş saatleri de kısaltılmaya başlanır. (Finlandiya ve Japonya’da, 1947 yılında, 8 saatlik işgünü yasası çıkarılır.) Batı Avrupa ülkelerinde, haftalık iş saatleri, 1955’e gelindiğinde ortalama olarak 43 saat, ABD’de ise 40 saat olur. Bununla birlikte, bu ülkelerin işçilerinin önemli bir kısmının haftalık çalışma süresi, hâlâ 45 ila 48 saat arasında seyreder. Örneğin 1956’da, Alman Sendikalar Birliği (DGB), “Cumartesileri babam bana ait” şiarıyla 40 saatlik iş haftası kampanyasını başlatır. Aynı yılda, ancak 45 saatlik iş haftası, metal işkolunda uygulanır. Almanya’da 40 saatlik iş haftası uygulaması ise, sektörler bazında bakılacak olursa, 1965’ten (matbaa işkolu) 1983’e kadar (tarım işçileri) bir süreyi kapsayarak, geçerlilik kazanır.
– İtalya’da ise, 1969 sonbaharında metal ve makina yapımı işçileri, üç aylık bir mücadeleden sonra (haftada ortalama olarak 12 saat greve çıkararak), 40 saatlik iş haftasına tedrici geçiş hakkını elde ederler. Başka işkolları açısından örnek teşkil eden bir toplu sözleşmeyi bağıtlayan işçiler, ayrıca ücretlerinde de -1962/63 grevlerinden sonra aldıkları ücrete göre- iki misli bir artış kaydederler.
– 1984 toplu sözleşmeleri talepleri arasında yer alan ve savaş sonrası Almanya’nın en çetin iş mücadelelerine sahne olan 35 saatlik iş haftası mücadelesi çerçevesinde; metal işkolunda 7 hafta, matbaa işkolunda 13 hafta greve gidilir. Grevde bulunan 58 bin metal ve 45 bin matbaa işçisinin yanı sıra, yarım milyondan fazla işçi, lokavt uygulamasına maruz bırakılır. İşçi sınıfı ve sendikalara, hükümetinden basınına kadar büyük bir baskı uygulanır. Federal İşbulma Dairesi Başkanı, dolaylı olarak grevden etkilenen işçilere o zamana kadar ödenen kısa çalışma parasını ödememe kararını çıkartır. Grev ve mücadeleler, 35 saatlik iş haftasına söz konusu işkollarında tedrici geçişi öngören bir uzlaşma anlaşmasıyla sona erer.
– Fransa’da, 90’lı yılların başından beri talep edilen ve 1995 genel grev ve direnişlerinin de temel talepleri arasında yer alan 35 saatlik iş haftası, ancak Ocak 2000’de, Jospin hükümetince yapılan yasa değişikliğiyle yürürlüğe girer. Çıkan yasa, işsizliğin düşürülmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla, haftalık çalışma süresinin 39’dan 35’e düşürülmesini talep eden işçilerin beklentilerini tam karşılamasa da, ileriye doğru atılmış bir adımı ifade eder. Geçen yılın Mayıs ayında iktidara gelen Raffarin hükümeti, ilk iş olarak 35 saatlik iş haftası yasasını işlevsiz kılacak değişiklikleri yapar. Haftalık iş saatlerini yeniden 39’a çıkarmaya cesaret edemeyen hükümet, bunun yerine, yasada, patronların yıllardır talep ettikleri değişiklikleri gerçekleştirir (35 saatin yıllık hesaplanması, zorunlu mesailerin 180 saate çıkarılması, 35 saat yasasındaki “bütün sektörlerde uygulanır” ibaresinin kaldırılması vb.). Böylelikle, yasanın nasıl uygulanacağı, tek tek sektörlerdeki işçiler ile kapitalistler arasındaki güç dengesine bağlı kalır.
İşgününün kısaltılması mücadelesinin burada özetlenen tarihinin de gösterdiği gibi, işçi sınıfının bu talep uğruna mücadelesi; emeğin üretkenliği ve yoğunluğundaki artış gibi genel zorunlulukların yanı sıra, her defasında, hareketin somut ekonomik-politik talep ve hedefleriyle şu veya bu düzeyde iç içe geçerek, zaman zaman bunları bizzat kapsayıp daha da genişleterek, gelişmiştir. Bu bakımdan, devrim ile devrimci ayaklanma dönemlerinin (1917 Ekim Devrimi ve onun özellikle Avrupa’da devrimci ayaklanmalar biçiminde beliren yankıları; uluslararası komünist ve işçi hareketinin faşizme karşı mücadelesi ve sosyalizmin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kazandığı zaferler gibi, tarihi olay ve gelişmeler) iş sürelerinin kısaltılmasında adeta bir lokomotif görevi görmüş olması bir raslantı değildir.
Şüphesiz ki, kapitalizmde, işçi sınıfının mücadeleler sonucu kazandığı hiçbir hak ve özgürlüğün bir güvencesi yoktur. Bu hak ve özgürlüklerin gerek kaynağı, gerek kalıcılığı ve gerekse yenileri ve daha ilerilerinin kazanılmasının yegane güvencesi, işçi sınıfının kararlı mücadelesidir. Bu temel gerçek, iş süresi alanındaki kazanımlar için bir o kadar geçerlidir.