İmparatorluk hayali: emperyalizmin bir karikatürü

Siyasetin sorunlarının, yapılarının, toplumsal süreçlerin nasıl tanımlandığı ile dünyayı anlama/yorumlama faaliyeti arasında dolaysız bir ilişki vardır. Yeni kavramlar da bu çerçevede anlam kazanır ve dünyanın nasıl algılanması gerektiğine dair üst bir söylemin parçaları olarak hayatımıza nüfuz eder. Ve her kavramsal paradigma, belli bir sınıfın tahayyül ettiği dünyayı yaratma yolundaki azminin ve çabasının bir ürünü, politik iddialarının dile geliş biçimidir.
Emperyalizmin çeyrek asra damgasını vuran felsefi/ideolojik paradigmaları da mali oligarşinin kendi istediği dünyayı yaratma yolundaki politikalarının dolaysız bir yansıması olarak okunabilir. Bu paradigmalar bir yandan sistemin sürekliliğine ilişkin kanaatleri güçlendirmek ve egemen siyasetin hegemonik etkisini sürdürmek işlevselliğine sahipken, diğer yandan da burjuvazinin kendi geleceğine dair belirlediği kültürel, siyasal ve iktisadi programın ifadeleridir.
Bunun en iyi örneğini küreselleşme tartışmalarında yaşadık. Küreselleşmenin geçerli tanımı ve değerlendirilmesi, uluslararası düzeyde güçleri ve hırsları olan az sayıda aktörün tekeli altında şekillendi. Küreselleşmeye dair, üstte bir yerde duran kavramsal çerçeve, bu aktörlerin algılarından, çıkarlarından ve gündemlerinden doğup; neoliberal ideolojik öncüller tarafından tasarlandı. Ve destekleyicileri olarak da eğlencenin, kültürün ve eğitimin standartlaştırılması sayesinde etkin kılındı.
Bu durum, Soğuk Savaş sonrasında inandırıcı muhalefeti ve alternatif modelleri ortadan
kaldıran tek kutupluluğun sürpriz olmayan bir sonucuydu. Düşünme ve analizin bu şekilde standartlaştırılması, gerçekte altta yatan sorunları maskeleyen, egemen siyasete meşruiyet sağlayan ve kurumlarının, eylemlerinin onaylanmasına yardımcı olan roller üstlendi.
Nitekim küreselleşmenin teknolojik düsturu olan “Washington Konsensüsü”, bu standartlaşmanın hem sonucu hem de entelektüel araçlarından birisiydi. Söylem olarak “konsensüs”, altta yatan kuralları, mekanizmaları, yapıları ve süreçleri ilgilendirse de, bir tartışma ve katılım olmaksızın, çoğunlukla hiçbir soruya izin verilmeksizin ya da hiçbir soru sorulmaksızın dayatılan modelleri nitelemek için kullanıldı. Bu modeller, dünya çapındaki birikimin bölüşümü ile halkların onuru da dahil olmak üzere toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları doğrudan belirledi.
Wall Street çıkışlı “Washington Konsensüsü”nün üzerini kazıyınca hayatımızın her alanını
biçimlendiren, egemenlik altına almaya çalışan bildik bir reçeteyle yüzleştik: Mali disiplin, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, vergi reformu, finansal liberalleşme, tek ve rekabetçi döviz kuru uygulama, yabancı yatırımların önündeki engellerin kaldırılması, özelleştirme, mülkiyet haklarının güvenceye alınması… Bu otoriter söylemin geçtiğimiz on yıl boyunca yeterince tanık olduğumuz temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
– Dünya düzeni, “yeni”, “modern”, “bilimsel”, “sonuçlara yönelik” ve tarihin direnilmez akışının üst noktası olarak vasıflandı; böylece onlara taze ve pozitif bir görünüm kazandırıldı. Sistemin özüne ilişkin herhangi bir sorgu, “ideolojik”, “eski”, “arkaik” olarak tasvir edilerek itibarsızlaştırıldı. “Fosil”, “dinozor” vb. kötüleyici etiketler kullanılarak, hayatın gerçek kimliklerine ve sorunlarına işaret eden argümanlar gözden düşürüldü, meşrulukları ortadan kaldırıldı, hatta sıklıkla sessizliğe mahkum edildi.
– “İdeolojinin (ya da tarihin) sonu”, “çatışmaların sonu”, “artık egemen ve bağımlı ülkeler yok”… vb. ifadelerle gündeme getirilebilecek her türlü sorgulama belirsizleştirildi, eleştirelliğin önüne set çekildi. Sistemin makuliyetine dair güçlü bir mesaj verildi; onun mümkün olan tek sistem, “muhtemel dünyaların en iyisi” olduğu önerildi ve temel yapısal sorunlar açısından tartışmaya açık olmadığı dayatıldı.
– On yıllar boyunca toplumsal söyleminin ana gündemini oluşturan pek çok siyasi terim aşağılandı ve kamusal kullanımdan neredeyse tamamen tasfiye edildi. Bütün bunlar, modası geçmiş ve siyasi bakımdan miadını doldurmuş kavramlar olarak lanetlendi.
– Kompleks ve teknik bir dilin kullanımı, görünüşte tarafsız teknokratik bir jargon, etik bakımdan doğru görünen bir dilin serpiştirilmesiyle birleştirilerek, temelde yatan sorunları gölgelemenin ve sorgulayıcı soruların önünü almanın yollarından birisi oldu. Seçici bir şekilde vasıflandırma işlemi de, aynı sürecin veçhelerinden birisiydi. Dikkatle seçilmiş birkaç gösterge -çoğu borsaların performansıyla ilgili- küresel ve milli refahı, sağlık durumlarını ölçmekte ya da tasvir etmekte kullanıldı. Bu sayede yoğun meşguliyet alanı, birkaç ondalık sayıdan ibaret kılındı. Böylece dikkat, altta yatan yapılardan ve süreçlerden, hatta kritik gelişme göstergeleri ve değerlerden uzaklaştırıldı.
– Terminoloji sorunuyla yakından ilgili bir diğer sorun da, ekonomi politik ve kalkınma iktisadı gibi akademik disiplinlerde öğrenim ve araştırmadan desteğin çekilmiş olmasıdır. Adeta, bu disiplinlerin uğraştığı sorunlar ve sorular artık önemli değildir ya da çözümlenmiş bulunmaktadır. Bu disiplinler, pek çok üniversitenin ders programlarında görünmüyor; onların yerine, matematiksel iktisat, neoklasik iktisat, işletme gibi, siyasi bakımdan tarafsız olduğu farz edilen, teknokratik, hakim paradigmaya ve statükoya eleştirel yaklaşmayan disiplinler ağırlıkla tercih edildi.

I- TARİHİN SONUNDAN MEDENİYETLER ÇATIŞMASINA…
Son on yılda egemen olan siyasal ve ideolojik söylemin dinamikleri kısaca böyle. Ancak bir kaç yıl içinde bu otoriter ve “iyimser” terminolojinin terk edilmesi dikkati çekiyor. Kimse, tarihin sonunun geldiğine veya dünya kapitalizminin barış ve istikrarı sağladığına inanmak için somut bir neden göremiyor çünkü. İktisadi ve mali küreselleşmenin erdemlerine duyulan güven, en iyimser burjuva ideologlarının arasında dahi ciddi anlamda köreldi. Hırçın liberallerin “tarihin sonu” ütopyasının gerçekleştiği düşüncesinin verdiği cesaretle estirdikleri “mutlu küreselleşme” rüzgarları, tarihsel süreçler için son derece kısa sayılabilecek bir zaman diliminde emperyalizmin inatçı eğilimlerine ve kendini mali küreselleşmenin sunağında kurban etmek istemeyen jeopolitiğin gerçeklerine çarparak dağıldı.
Liberalizmin söylem bakımından da etkisini yitirdiği böylesine bir dönemde yeni bir paradigma daha ortaya atıldı. Harward Üniversitesi’nde Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı olan Samuel Huntington’ın Foreign Affairs dergisinde yazdığı “Medeniyetler çatışması” adlı makale, Amerikan burjuvazisinin önümüzdeki on yıllarda savunacağı dünya politikasının ana hatlarını çizdi. Buna göre, 21. yüzyıl “neo-Darwinci” global bir çatışmayla şekillenecek ve bir kaç uygarlık kümesi bu çatışmanın ana aktörleri olarak öne çıkacaktır. Önce devletler, ardından ideolojiler arasında geçen savaşlar şimdi de uygarlıklar arasında gerçekleşecektir. Huntington’a göre sol-sağ, kapitalizm-komünizm çatışması gibi temellere oturmayacak olan 21. yüzyılın dünyası, bir uygarlığa ait olmanın kimliğiyle belirlenecektir…
Huntington’ın tezi ilk başlarda Fukuyama’ya karşı sunuldu. “Medeniyetler çatışması”nın Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezinin sahteliğini gösterdiği, dünyanın çatışmalı ve çelişkili bütünlüğüne vurgu yaptığı, dolayısıyla daha gerçekçi bir felsefi açılım sunduğu iddia edildi. Fukuyama’nın küreselleşmesine karşılık, Huntington’ın küreselleşmesinde de temel farklılıklar bulunduğu; Fukuyama’nın sadece iktisadi süreçleri dikkate almasından dolayı dünyanın çelişkisiz bir “küre” haline geldiğini söylemesine rağmen Huntington’ın kültürel ve etnik kutuplaşmanın arttığı, dolayısıyla da savaşların sistemin doğası gereği olduğunu vurguladığı ileri sürüldü.
Koyu Hıristiyan ideologlardan Müslüman entelektüellere, yeni sağcılardan sol liberallere kadar bu tartışmaların hayli geniş bir yelpazede yankısını bulduğu, hatta kendine yoğun taraftar topladığını söylemek gerekir. Özellikle 1993 sonrasında art arda patlak veren iktisadi krizler, bölgesel ve etnik çatışmalar, milliyetçi boğazlaşmalar ibrenin Fukuyama’nın “mutlu küreselleşmesi”nden Huntington’ın “medeniyetler çatışması”na dönmesine neden olan gelişmelerdir. İslam dünyasında dahi Huntington, büyük öfke yaratmasına rağmen, yeni bin yılın gerçekliğini anlamaya çalışan bir düşünür olarak selamlandı. Fukuyama aşağılandı, hatta en azılı liberaller tarafından bile…
Ne var ki, ideolojik ve stratejik sonuçlar doğuran Amerikan siyasal felsefesi her şeyden önce pragmatisttir ve tarihin sonunun kendi iddialarının altında kalmasından sonra yapılan yeni dünya tarifi ile bizatihi tarihin sonu tezi arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. Zira, mali oligarşinin iktisadi tahakkümünün çatışmalara ve krizlere, etnik savaşlara ve bölgesel kutuplaşmalara yol açtığı noktada Huntington’un “medeniyetler çatışması” karşımıza çıkıyor. Bu tezler birbirlerine rakip değil, tam aksine, birbirini tamamlayan ve koşullayan bütünlüklü bir emperyalist programın parçaları olarak anlam kazanıyor.
Fukuyama, tezlerini, Berlin duvarının yıkıldığı ve Doğu Bloku’nun piyasa ekonomisine doğru hızla eklemlendiği liberalizmin “romantik dönemlerinde” kaleme almıştı. Ona göre, insanoğlunun tarih boyu süren arayışı Batı liberal demokrasinin getirdiği değerlerle nihai mükemmeliyete ulaşmıştı. Ve bütün diğer alternatif değer sistemleri ve medeniyetler Batı’nın üstün değerlerine boyun eğmek zorunda idi. Bu yaklaşım, Pax-Amerikana’nın entelektüel zeminiydi. Amerikan dış politika yapılanması “liberal bahar” sayesinde sadece kendi kamuoyunu değil bütün dünya kamuoyunu Körfez Savaşı’na yönlendirme ve yeni dünya düzenine şartlandırma imkanına kavuştu. Liberal romantizmin Yugoslavya savaşına kadar devam ettiği malum. Batı demokrasisinin gözetiminde gerçekleştirilen soykırım ve ABD’nin askeri müdahalesi, tarihin değil ama, Fukuyama’nın tezlerinde ifadesini bulan hülyalı dönemin sona erdiğinin kanıtıydı. Tam da burada devreye giren Huntington’ın misyonunu ise, dünya sistemindeki dengesizliğin ve istikrarsızlığın sorumluluğunu, Batı medeniyetinin dışındaki kültürlerde aramak olarak tarif etmek yanlış olmasa gerek. Nitekim 11 Eylül saldırılarından beri Pentagon’un yeni güvenlik/askeri konseptinin ve terör tanımının meşrulaştırılması temelinde dünyanın artık bir “medeniyetler çatışması”nın eşiğinde olduğu iddiaları, Washinton’ın en yetkili ağızlarınca sık sık dile getiriliyor. Dolayısıyla Irak’ın işgali, gerçekte Fukuyama ve Huntington’ın felsefi/ideolojik sentezinin somut siyasal ürünüdür. Çünkü Amerikan yönetimi; “Fukuyama’nın tarif ettiği küreselleşmenin sonuçları eğer gerçekleşmediyse bunun nedeni, Amerikan hegemonyasının ‘medenileştirici’ etkisi altına girmeyi reddeden ‘kötülük güçleri’nin varlığından ileri gelmektedir” tezinden hareketle dünyaya yeniden şekil vermek istiyor.
Bu felsefi/ideolojik öncüller, Amerikan emperyalizminin bugün yüksek bir tonda ve olanca hırsıyla ilan ettiği ütopyasını temsil ediyor aslında. Son zamanlarda sıkça telaffuz edildiği gibi bu, “imparatorluk” hayalidir. Amerikan imparatorluğunun gerçekleşip gerçekleşmemesi kuşkusuz kapitalizmin yapısal işleyişinin değişmesiyle ilgilidir. Ancak bu zorunluluk, “imparatorluğun” Amerikan burjuvazisi için siyasal bir hedef, ideolojik bir iddia olmamasını gerektirmiyor ve bunu gerçekleştirmek için de her türlü zorbalığa başvurmasını engellemiyor. Üstelik Washignton’ın siyasal yönetimi başta olmak üzere askeri kadrolar ve politik danışmanlar, Amerika’nın “imparatorluk” olmaya doğru ilerlediğinden kuşku duymuyorlar. Burjuva ideologları, “tarihin sonu”nun hâlâ geçerliliğini koruduğuna, “medeniyetler çatışması”nın ise bu sonun gerçekleşmesi yolunda yaşanması gereken kaçınılmaz bir tarihsel süreç olduğuna biat etmiş durumdalar.

II- YENİ EMPERYAL İDEOLOJİNİN İNŞASI
Clinton’ın eski güvenlik danışmanı ve George Washinton Üniversitesi öğretim üyesi Leon Fuerth, Irak savaşının başladığı günlerde şöyle diyordu:
“İmparatorluk sözgücü, Amerikan çıkarlarını ve Amerikan askerinin, ekonomik ve politik gücünün küresel kapsamını ifade etmek için sıklıkla metafor olarak kullanılmaktaydı. Ancak Irak’ın fethinden sonra, muhtemelen artık bir ifade şeklinden değil, somut bir gerçeklikten bahsediyor olacağız. Öncelikle, iş askeri gücün kullanılmasına geldi mi, ABD’nin kendisinden başka hiçbir otoriteyi dinlemediğini açıkça koymuş olacağız. Üstelik ABD’nin otoritesi, başkanının kişisel iradesinden ayırt edilemez bir hal alacak. Bush’un ‘önce sen vur’ doktrini, uluslararası hukukun yerine geçecek. ABD petrol pazarı sayesinde dünyanın geri kalanına karşı muazzam yaptırımlar uygulama gücüne sahip bir bölgenin coğrafi merkezine, egemen güç olarak yerleşmiş olacak. İmparatorluk olmayı istesek de istemesek de, şu anda sergilediğimiz görüntü bu.”
Fuerth’in sözlerinin hiç de yabana atılır olmadığını, Washington yönetiminin politik iddiaları ve ideolojik referanslarında da görmek mümkün. Geçtiğimiz yıllarda gazeteciler, askeri ve siyasi danışmanlar, eski politikacılar ile akademisyenlerden oluşan bir grubun öncülüğünde başlatılan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde “Amerikan imparatorluğu”nun ilk kez zikredilmesinden bu yana; Roma İmparatorluğu, Amerikan siyasal elitleri için geçmişte kalan vazgeçilmez bir ayna işlevini görüyor. 1991’de kazanılan ve 11 Eylül 2001’den sonra olağanüstü kapsamdaki askeri seferberlik ile pekişen tek kutupluluk ortamının zirvesinde, sahip olduğu güçten gözleri kamaşan Birleşik Devletler, bugün artık emperyal bir güç olduğunu dile getirmekten çekinmiyor. Projeye katkısı olan Washington Post’un editörlerinden ve yeni Amerikan sağının gözde isimlerinden Charles Krauthammer’in 1999 yılında kaleme aldığı sözler de dikkat çekici: “Roma İmparatorluğu’ndan bugüne hiçbir ülke; kültürel, iktisadi, teknik ve askeri olarak bu derece baskın olmamıştır… Amerika bir dev gibi dünyanın üzerinden atlayıp geçiyor. Roma Kartaca’yı yerle bir ettiğinden beri, hiçbir büyük güç bizim bugün bulunduğumuz noktaya ulaşamamıştır.”
Yine projenin fikir babası sayılan ve George W. Bush’un uluslararası politikadaki akıl hocalarından Robert Kagan’ın söyledikleri de aynı tınıya sahip: “Roma’nın İkinci Kartaca Savaşı’nda elde ettiği zafere benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı’nın Birleşik Devletler’in zaferi ile sonuçlanması, onu evrensel bir güç haline getirmiştir.”
Benzer vurguları bir kaç yıllık demeçlerde veya makalelerde bulmak zor değil ancak kesin olan bir şey var ki, Amerikan seçkinleri; geçmişteki çoğu imparatorluktan daha güçlü konuma geldikleri konusunda hemfikirler. Dolayısıyla betimleyici yönünün ötesinde, Roma benzetmesinin çağrıştırdıkları ve önde gelen Amerikan medya kuruluşlarının “imparatorluk” kelimesini yaygın biçimde kullanması, Atlantik’in öte yakasında yepyeni bir emperyal ideolojinin inşa edildiğine işaret ediyor.
Bu emperyal ideolojinin siyasal ve aktüel referanslarına Bush’un açıklamalarında, liberal veya muhafazakar çizgideki herhangi bir Amerikan yayınında ya da Amerikan üniversitelerindeki siyaset bilimi kürsülerinin araştırmalarında rastlamak sıradanlaştı. Çünkü Washington yönetimi hırslarını ve amaçlarını doğrudan ifade etmekten çekinmiyor, bunun için her türlü zorbalığı kullanmaktan imtina etmeyeceğini bütün açıklığıyla sergiliyor. Tıpkı Sezar gibi Bush da, söz dinlemez halkları, “haydut devletleri”, gerektiğinde soykırımı da kullanarak alt edip “imparatorluğun” güvenliğini ve gönencini sürdürmeyi kendisi için kutsal bir görev sayıyor. Bu yüzden “imparatorluk” siyasal bakımdan bir manipülasyon değildir, aksine Amerikan burjuvazisinin bütün dünyaya karşı açıktan dile getirdiği bir iddiadır, kendine göre tasarladığı dünya düzenine ulaşma yolundaki bütünlüklü programıdır.

III- İMPARATORLUĞUN EKONOMİ POLİTİĞİ
Amerika’nın yeni emperyal ideolojisinin gücü ve tehlikesi ise gerçekte, açıktan meydan okumalarında ve istediği türden bir dünya düzenini inşa etme çabasından ileri gelmiyor sadece. Bu ideoloji, merkezinde emperyalizmin aşıldığı, dünyanın yeni bir iktisadi ve siyasal sisteme doğru evrildiği iddiasını da taşıyor. Ve bunu da son derece ince taktiklerle, tarihçi George Saboul’un tarihe “elektrikli süpürge” yaklaşımı diye söz ettiği şeyi ilke edinerek gerçekleştirmeye çalışıyor: Bir parça antik tarih, siyaset teorisinin yüzeysel yorumu, postmodernizmin bir sentezi, kısa bir sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası özeti. Hatta bu bir daldan diğerine atlayışlar içinde Marksizm-Leninizm’in kimi argümanlarına dair entelektüel bir cila dahi atılabiliyor. Sonuç açık ve net: Emperyalizmin gözden kaybolması; emperyal devletlerin, ulusal devletlerin modasının geçmesi ve bir imparatorluk, küreselleşme ve görünüşte Birleşmiş Milletler’e benzeyen ulusüstü yönetim yapılarının yükselmesi. Böylece tarihsel dönüşümün özneleri, içinde yer aldıkları sistemle birlikte kavramsal bir kara deliğin içine çekiliyor.
Freud, “Nerede bir hastalık belirtisi varsa, orada bir unutuş da vardır” diye yazmıştı. Burjuva düşüncesinin tarih dışı karakterinin altını çizen bu Marksist psikanalitik kavrayış, egemen ideolojinin kapitalizmin tarihselliğini, “tarih vardı, ama artık yok” mantığıyla inkar etmeye çalıştığı şu günlerde özellikle yerinde görünüyor. Kapitalist ideoloji, kapitalizmin kendisine dair dikkate değer unutkanlıklarını böylece ele verir: Kanlı geçmişini, sürekli tekrarlayan krizlerini unutmasını; kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak özgül sınırlarını ima eden her şeyi inkar etmesini…
İmparatorluğu tartışırken Marksizm-Leninizm’in bilimsel teorisi bizi tarihsel olarak düşünmeye davet eder. Bunu yaparak her topluma “akışkan bir halde, hareketli” bakar ve “dolayısıyla toplumun geçici özelliğini de kavrar.” Tarihsel materyalizm, her toplum biçiminin, toplumsal grupların kendi hayatlarının maddi koşullarını düzenledikleri ve bunlar üzerinde mücadele ettikleri benzersiz tarihsel yolların ürünü olduğunda ısrar eder. Bu nedenle, tarihin materyalist kavranışının, geçmiş olaylara getirdiği yorumlardan çok, mevcut toplumsal sisteme tarihsel bir perspektifle yaklaşması nedeniyle egemen kapitalist ideolojinin saldırılarına uğraması şaşırtıcı değildir. Tarihsel materyalizm, her şeyden çok statükonun nefret ve düşmanlığını çeker, bu özelliğinden dolayı da burjuva ideologları tarafından sürekli lanetlenir, vebalı bir hasta muamelesi yapılarak insanların ondan uzaklaşmaları istenir.
Çünkü tarihsel materyalizm, kapitalizmin doğal ve ebedi olduğuna dair, önceki toplumsal
düzenlere musallat olmuş krizlerin, kargaşalıkların ve parçalanmaların hiçbirine uğramayacağına dair bütün iddiaların maskesini indiriyor. Marx’ın analizinin büyük avantajlarından birisi, kapitalizmi kesinlikle sosyal bir sistem olarak kavramasıdır. Marx’ın yaklaşımı toplumsal ve iktisadi hastalıkları, özgül politikaların veya kurumların başarısızlıklarına bağlamaz. Bunları bizatihi kapitalizmin “hareket yasaları”nın doğasına ait eğilimler, yani sermaye ve ücretli emeğe dayanan bir toplumun temel kurallarına içkin eğilimler olarak görmemizi sağlar. Ulusal ve bölgesel ekonomilerin sorunları, bir bütün olarak küresel kapitalist ekonominin parçalarıdır.
İşte “imparatorluk” ideolojisi de Marksizm’in bu güncel etkisine karşılık kendi hegemonyasını kurma uğraşında. Bunun için maddi kaynaklarını, siyasal etkisini sonuna kadar seferber edebiliyor, dünyanın her yanından taraftar toplamak adına yeni yeni teoriler ortaya atabiliyor. Ama dönüp dolaşıp tekrarladığı Marksizm’in yanıldığı iddiasından, Lenin’in emperyalizm teorisinin artık aşıldığı safsatasından bir adım ileri gidemiyor.
İmparatorluğun en ateşli savunucularından ve “yeni bin yılın en derin teorik analizi” denilerek piyasaya sürülen “İmparatorluk” kitabının alamet-i farikası da bundan öte değil. Hardt ve Negri’nin “imparatorluğu” bildik bir düsturla başlıyor söze: Küreselleşme, nasıl ki, Marx ve Engels’in Komünist Manifestosu’ndaki öngörülerinin aşılmış haliyse, Lenin’in emperyalizm teorisinin aşılmış hali de imparatorluktur!
Henüz ilk sözlerinde aynı türden pek çok ideologun yaptığı gibi “yeni zamanlarda” yaşadığımızı iknaya girişiyor. Daha önceki postmodern metinler ulusal, yerel veya bölgesel ilişki ve çatışmalara nasıl yaklaşmışsa, Hardt ve Negri de aynı şeyi uluslararası ilişkiler ve emperyalizme uyarlıyor: Postmodern analizlerin kitle dinamiklerine ilişkin kavrayışımızdan sınıf ve sınıf mücadelesini çıkartıp attıkları gibi, Hardt ve Negri de, emperyalizmi, dünya ekonomisinin yeniden üretilme biçiminden çıkarmaya ve bu kavramı tarihin karanlık köşelerine sürgüne göndermeye kalkışıyor.
Eğer dedikleri gibi emperyalizm hakikaten artık yoksa, ne kapitalizmin, emperyal rekabette kendisini açığa vuran çelişkiler doğurduğundan, ne kendi çöküşünün tohumlarını içinde barındırdığından ve ne de, tam da bu nedenle, kapitalizmin özel mülkiyet, üretim ve bölüşüm gibi tarihsel özel biçimlerine bir alternatiften söz edilebilir artık. Böylece işçi sınıfının iktidar iddiası, politik gündemden bertaraf edilmiş olur. Son yılların bu iki “güzide” burjuva ideologunun kitabının temel tezleri son derece tanıdık:
a) Enformasyon devrimi ile yeni bir kapitalizm dönemi başlamıştır.
b) Sermayenin denizaşırı yayılmasıyla emperyal devletler aşılmıştır. Sistemin temel aktörleri, çokuluslu şirketlerdir.
c) Yeni çağ bir imparatorluk dönemidir.

a) Kapitalizm yeni bir çağa mı girdi?
Hardt ve Negri’ye göre, imalat, madencilik, tarım ve toplumsal hizmetlerden oluşan “eski ekonomi”yi bir kenara iten bir “yeni ekonomi”de yaşıyoruz. Yeni ekonominin savunucularının iddiasına bakılırsa, piyasa, yeni teknolojiler tarafından üretilen yeni verimlilikler yaratıyor ve yüksek büyüme hızını garantiliyor. Sözü uzatmadan hatırlatalım; 2000 sonları ile 2002 yılı arasındaki durgunluk, yeni ekonomi tezlerini çürütmek için yeterli bir gösterge aslında. ABD imalat sektörü, Ağustos 2000 sonundan itibaren negatif büyüme içinde ve bu durum ardarda gelen son on iki ayda da devam etti, ki bu II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri en uzun negatif büyüme dönemidir. Görüldüğü üzere yeni ekonominin “yeni bir dünya düzeni” yaratmak mecali şöyle dursun, teknoloji üzerinde hakimiyet kuran emperyal devletlerin ekonomilerini dahi ayakta tutacak hali kalmamış.
Kapitalistlerin sürekli teknolojiye yatırım yapmakla ilgilenmelerinin sebebi ise, teknoloji sevdalısı olmaları değil kuşkusuz. Lenin’in söylediği gibi, her kapitalist diğeri karşısında yok olup gitme korkusuyla yenilik yapmaya zorlanıyor. Bu sürecin kendisi eninde sonunda yeni çelişkiler üretir. Marx, makinelerden artı-değer elde etmenin imkansız olduğunu söyler. Makinenin tüm yapabildiği, nihai ürüne kendisinde depolanmış değeri, yani onun üretimi için harcanması gerekli toplumsal emeği eklemektir. Makine tarafından katılan değer, kapitalist tarafından yıpranma bedeli olarak hesaptan düşülür. Bu arada yıpranma sadece fiziksel (paslanma, aşınma ve parçalanma vs.) değil, aynı zamanda Marx’ın “manevi yıpranma” olarak adlandırdığı şeydir, yani demode olmadır.
Diğer yandan yeni teknoloji gerçekten de üretkenliği arttırdı. Arz zincirinin bilgisayarla donatılmasının, stoklarının anında görüntülenmesini ve tam-zamanında üretimi olanaklı kılarak, üretimin hiçbir zaman satışları aşamaması anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Böylece aşırı üretim saf dışı edilmiş oluyor. Öte yandan üretkenlik ve rekabetin artmaya devam etmesi enflasyonu kontrol altında tutmakta; böylece faiz oranlarını yükseltmeksizin büyümenin sürmesine izin verebilmektedir.
Üretkenliğe ilişkin olarak sadece bir noktaya dikkat çekmek yeterli olur. Üretkenlikteki artışın bir bölümü yeni teknolojiden kaynaklanmakla birlikte, büyük bir bölümü öyle değildir. Burada yeni olan hiçbir şey kullanılmıyor, üretkenliği artırmak için on yıllardır bildik yöntemler uygulanıyor sadece: kas üzerinde olabildiğince baskı! Yani, Marx’ın mutlak ve göreli artı-değer olarak tarif ettiği, işgününün uzatılması ve sömürünün yoğunlaştırılması. Amerika’da son 20 yılda haftalık resmi çalışma süresi 40 saatten 50 saate çıkmıştır. Bu muazzam bir baskıdır ve  Marx’ın Kapital’de açıkladığı üzere, kapitalizm altında yeni makinelere geçiş, çalışma saatlerinde bir azalma değil, fakat iş gününde bir artış anlamına gelir. Nitekim işgünü son on yılda her yerde acımasız biçimde yükseliş gösteriyor. Esnekliğe geçişin, işçilerin haklarına ve koşullarına yapılan kapsamlı bir saldırıyı temsil ettiği, ücretlerin sürekli olarak üretkenlik artışlarının gerisinde seyretmesinden malum. Amerika’da gerçek ücretlerin yakın zamana kadar neredeyse 20 yıllık bir dönem boyunca hiç artış göstermemesi, yeni ekonominin büyüsünü gösteren çarpıcı bir veri.

b) Kapitalizmde devletin merkezi önemi değişti mi?
Bir başka bildik iddia: Küreselleşme ulus-devletin aşınmasını beraberinde getirdi, şimdi ise emperyalist devletler de tedavülden kalkıyor! Hardt ve Negri bu sözleri; ABD’nin tek süper güç, en büyük beş yüz çokuluslu şirketin neredeyse yarısının sahibi olduğu, merkezlerinin ABD’de bulunduğu ve Washington’un Balkanlarda, Orta Amerika’da, Irak’ta, Afganistan’da halklara karşı bir savaşı yürüttüğü sırada söyleme cüretini gösterebiliyor.
Yazarlar, “imparatorluk”un, iktidarın dağıldığı ve tek başına hiç bir ulusun “imparatorluk”un denetimini elinde tutamadığı post-emperyalist bir fenomen olduğunu ileri sürüyorlar. Dahası, “imparatorluk”un dünya tarihinde olumlu bir ilerleme olduğunu düşünüyorlar: “İmparatorluk dediğimiz şey aslında, uluslararası sistem ve emperyalizmin üzerinde muazzam bir tarihsel gelişmedir.”
Devletsiz imparatorluk tezleri, sermayenin devlet karşısındaki özerkliğini abartıyor ve tam da herhangi bir özel ulusal çıkardan bağımsız işlemesi nedeniyle “dünya pazarı”nın her şeyin üstünde ve politik olarak kabul edilebilir olduğunu ileri süren serbest piyasa ideologlarının yanlış önermelerini tekrarlıyor.
Fakat, Negri ve Hardt’ın görüşünün tersine, çağdaş dünyada ulusal devlet, hem emperyal hem de yeni sömürgeci faaliyetlerini genişletmiş durumdadır. Bir anakronizm olmak şöyle dursun, devlet, dünya ekonomisinde ve ulus-devletler içerisinde merkezi bir unsur haline gelmiştir.
Günümüzde kapitalizm neredeyse evrenseldir. Kapitalist hareket yasaları, kapitalizmin mantığı, gelişmiş kapitalist toplumlara ve mekansal olarak dünyanın her tarafına gittikçe daha derinden nüfuz etmektedir. İnsani her eylem, her toplumsal ilişki ve doğal çevre, kârı azamileştirmenin, kapitalist birikimin, sermayenin kesintisiz öz-yayılımının ihtiyaçlarına tabi hale gelmiştir. Bu sürecin bir ucunda, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kapitalist ilkelerin, daha birkaç on yıl öncesine kadar ulaşamamış olduğu toplumsal, kurumsal ve kültürel alanlara nüfuz etmesi, diğer ucunda ise, gelişmiş kapitalist ülkeler dışındaki bütün bölgelerin marjinalleşmesi ve artan yoksullaşması yer alır.
Ama kapitalizmin evrensel olduğunu söylemek, sermayenin tamamının, hatta çoğunun uluslar üstü olduğunu söylemek demek değil. Evrenselleşmenin ölçütü, sermayenin ulus-devletin sınırlamalarından kaçıp kaçmadığı veya ne oranda kaçtığı hiç değil. Hâlâ ulusal ekonomiler, ulusal devletler, ulusal temelli sermaye, hatta ulusal temelli ulusüstü şirketler bulunuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi, sermayenin uluslararası aracılarının, her şeyden önce belli ulusal sermayelerin araçları olduklarını ve sahip oldukları her tür yürütme gücünü ulus-devletlerden aldıklarını eklemek sanırız gereksiz.
Sorun, ulus-devletlerin kapitalizmin evrenselleşmesi sürecinde inatla ayakta kalmaları sorunu da değil. Sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletin evrenselleşmesi anlamına geldi. Uluslararası kapitalizm, daha da uluslararası bir ulus devletler sistemidir ve sermayenin evrenselleşmesi, ulus-devletler, özellikle de bir egemen süper güç tarafından yönetilmektedir.
Bu, altı çizilmeye değer bir husus. Küreselleşmeye ilişkin geleneksel bakış, kapitalist gelişmenin doğal eğiliminin ve özellikle de onun uluslararasılaşmasının, süreç daha tamamlanmaktan çok uzakken, ulus-devletin bastırılması yönünde olduğu varsayımına dayanıyor. Diğer bir deyişle, sermayenin uluslararasılaşması, ulus-devletin gelişimiyle ters orantılı: Yani ne kadar çok uluslararasılaşma o kadar az ulus-devlet. Fakat tarihsel süreç farklı bir noktaya işaret ediyor. Sermayenin uluslararasılaşmasına, sermayenin özgün siyasi biçiminin çoğalması eşlik etti. Kapitalizm doğduğunda dünya, bir ulus-devletler dünyası olmaktan çok uzaktı. Günümüzde ise, tam da böyle. Ve çokuluslu kurumlar ulus-devletin yerini almaktan çok ona yeni roller yüklüyorlar.
Marx’ın dediği gibi, kapitalistlerin milliyetinin olmadığını söylemek, kuşkusuz, onların hiçbir ulusal sadakatlerinin bulunmadığını ve azami kâr ihtiyaçlarının onları sürüklediği her yere gideceklerini söylemek demektir, ama bu, onların devlette özellikle de kendi ulus-devletlerinde hiçbir köklerinin veya devletlerine ihtiyaçlarının olmadığını söylemek anlamına gelmiyor. Kârı azamileştirme ihtiyacı, bugüne kadar her şeyden çok ulus-devletler tarafından yerine getirilmiş ve görülebilir gelecekte de öyle olmaya devam edecek belli örgütlenme ve yürütme gerekliliklerini daima içermiştir.
Peki öyleyse insanların küreselleşmeyle bağlantılandırdıkları, ulusal egemenliğin zayıflaması ne anlama geliyor? Kuşkusuz, küresel ekonomi bir hayli bütünleşmiştir ve elbette sermayenin, özellikle mali spekülasyon biçiminde ulusal sınırları aşan yoğun ve hızlı hareketi, dünya ekonomisinin hakim bir özelliğidir. Ama her ulusüstü süreç, sadece özgül olarak yerel koşullarca şekillenmekle kalmıyor, devlet de, bu sürecin vazgeçilmez bir aracı oluyor. Eğer “küreselleşme”, ulusal kapitalist sınıfların ve ulus-devletin zayıflaması, egemenliğin devletten, bir takım birleşmiş ulusüstü sermayenin organlarına aktarılması anlamına geliyorsa, bu henüz kesinlikle gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmesi de muhtemel görünmüyor.
Yine tekrarlamak gerekir ki gerçekte küreselleşme, ulusal ekonomiler ve ulus devletler olgusudur. Devletin, ulusal ekonomiler arasındaki rekabeti ve ulus devletlerin uluslararası “rekabet edebilirliğini” geliştiren, yerli sermayenin kârlılığını koruyan veya iyileştiren, sermayenin hareketini serbestleştirirken, emeği ulusal sınırlar içine hapseden ve devletin zoruna tabi kılan, küresel pazarlar yaratan ve bunları sürdüren politikalarını dikkate almaksızın küreselleşmeyi anlamlandırmak olanaksız. Ayrıca tüm bunlara, küreselleşmenin, büyük kısmında, bölgeselleşme biçimine bürünerek eşitsiz gelişmiş ve hiyerarşik olarak örgütlenmiş ulusal ekonomi ve ulus-devlet blokları yarattığı da eklenmeli.
Kapitalizmin ulusal olarak örgütlenmiş uluslararası bir sistem olmasının iki anlamı var: Birincisi, sistemsel zayıflık, çelişki ve yapısal krizleri, köken olarak ulusal değildir. Uluslararasıdır ve sisteme içkindirler, kapitalizmin temel hareket yasalarına kök salmışlardır.
Tam da bu özellikler Hardt ve Negri’nin çöpe atmak istediği emperyalizmi karşımıza çıkartıyor. Bu emperyalizmin bir yüzünde, yeni bir militarizm türü bulunuyor. Bu türün, genel olarak toprakta gözü yok ve yine genel olarak ulus-devletlere dokunmamakta. Amacı, tanımlanabilir coğrafi sınırlara sahip belli sömürgeler üzerinde egemenlik değil, ama uluslararası ekonomi üzerinde sınırsız hakimiyet. Dolayısıyla toprak ilhak etme veya ekleme yerine, bu emperyalist militarizm, genelde, küresel sermayenin egemenliğini kurmak için yoğun şiddet gösterilerine başvuruyor. Bunun gerçekteki karşılığı da, birkaç ulus-devlete dayanan sermayenin egemenliğini veya ABD’nin küresel ekonomide engelsiz hareket edebilme özgürlüğünü tesis etmek için belirli ulus-devletlerin askeri gücünün kullanılması.

c) İmparatorluk mu, Amerikan emperyalizmi mi?
Son yıllarda yaşanan iktisadi ve siyasi gelişmeler de, Hardt ve Negri’nin iddialarının tam aksini kanıtlar nitelikte. Değişik bölgelerde birkaç büyük finansal ve ekonomik kriz patlak verdi. Her birinde, emperyal devletler, bilhassa ABD, çokuluslu şirketleri kurtarmak ve finansal sistemin çöküşünü engellemek için müdahale etti. Örneğin; 1994’de Meksika iflasın eşiğine geldiğinde, o zamanki ABD başkanı Clinton, ABD’li yatırımcıları kurtarmak ve Peso’ya istikrar kazandırmak amacıyla Meksika devletine 20 milyar dolar verilmesi için müdahale etti. Benzer şekilde, 1998 Asya krizi sırasında, ABD ve Avrupalı hükümetler, bölge ülkelerinin –özellikle de Güney Kore’nin– temel sanayilerini yabancı devralmalarına ekonomilerini açmaları karşılığında IMF ve Dünya Bankası’nın milyarlarca dolarlık kurtarma planına onay verdiler. Bu nedenle, emperyal devlet, daha fazla sıklıkla ve daha büyük kaynaklarla, büyük yatırımcıları iflastan kurtararak, borçlarını ödeyemez duruma düşen çokuluslu şirketleri destekleyerek ve para birimlerinin çöküşünü engelleyerek kriz yönetiminde hakim bir rol oynuyor. Çokuluslu şirketler ve sözüm ona “küresel ekonomi”, emperyal devletlerin krizi yönetmek ve çıkarları sağlama bağlamak üzere yaptıkları sürekli ve büyük çapta müdahalelerine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Kısacası devletin müdahalesi olmasaydı ne “küreselleşme” olurdu ne de piyasalar.
Çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılması, Amerikan emperyalizminin NATO ve Güney Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki taşeron orduları aracılığıyla askeri-politik yayılmasıyla olanaklı kılındı. Rusya’da ve Doğu Avrupa’da, uydu rejimler, finanse edildi ve desteklendi ve böylece, stratejik sektörler, enerji kaynakları vb.’den oluşan geniş bir dizide şirket satın alımlarının temeli atıldı. Körfez ve Balkanlar’daki savaşlar, Amerikan emperyal devletinin hakimiyetini pekiştirdi ve diğer devletler üzerindeki nüfuzunu genişletti. Askeri yayılma, çokuluslu şirketlerin yurtdışına yayılmasına eşlik eden ve destekleyen devlet aygıtınca organize edildi. Irak’taki işgalin Amerikan tekellerinin petrol kaynakları başta olmak üzere altyapı hizmetlerine bayrak dikmeleriyle birlikte el ele ilerlemesi, emperyalist devlet ve çokuluslu tekellerin bağlantısını göstermek bakımından en sıcak örnektir.
Yurtdışındaki sermayenin daha fazla korunması için ABD ve Avrupa Birliği, Avrupa dışında yaşamsal ekonomik çıkarları tehdit eden herhangi bir ülkeye karşı savaşları meşrulaştıran yeni bir NATO doktrini oluşturdular. NATO, Doğu Avrupa’daki yeni yandaş devletleri ve Baltık devletleri ile eski SSCB cumhuriyetlerinde yeni “barış ortakları”nı içine alacak şekilde genişletildi. Diğer bir ifadeyle, emperyal devlet askeri ittifakları, öncekinden daha fazla sayıda devleti bünyesine katarak, öncekinden daha fazla devlet aygıtını, Amerikan çokuluslu şirketlerinin bu ülkelere güvenli girişini ve kârların ABD’deki merkezlere rahatça transferini garantilemek için kapsıyor.
Görüldüğü gibi dünyanın gerçekliği başka işliyor, Hardt ve Negri’nin imparatorluk tezleri bambaşka yöne yüzünü çeviriyor. Ve tarihte Marksizme karşı ortaya atılmış nice tez, teori, safsata vb. gibi  imparatorluk da emperyalizmin karikatüründen başka bir kapıya açılmıyor…

III- İMPARATORLUK HAYALİNE KARŞI MANİFESTO’NUN RUHU
Hardt ve Negri gibi burjuva ideologlarının yaptığı şey, Amerikan emperyalizminin yapısal temelleri olmayan ama ideolojik ve politik bir iddia olarak dünyayı imparatorluk hayaline göre şekillendirmeye çalışan askeri ve siyasi pratiğine felsefi bir elbise dikmeye çalışmaktır. Bu bir safsata olabilir ama halklar için yeni acıların ve yıkımların da bir habercisidir. Ancak insanlık en parlak ütopyalarını ve iradenin gücünü en büyük depremlerde keşfetti. Bugün imparatorluk ideolojisi ile bir kez daha tarihin karanlık köşelerine hapsedilmeye çalışılan Komünist Manifesto’nun, insanlığın tarihin birikiminden gücünü alan görkemli ruhunun bir aynası olarak hâlâ güncelliğini koruması bundandır. Kuşkusuz Manifesto sadece öngörüleri gerçekleşmiş bir kitap olmaktan çok daha öte anlamlara sahiptir. Zira, genç Marx ve Engels, işçi sınıfının Komünist Manifestosu’nu kaleme alırken bu ince ama önemli ayrımı olanca çarpıcılığı ile sergilemişlerdir. Manifesto’nun içeriği ve şiirsel dili bir yana formatı dahi iki ayrı dünyanın iki ayrı ütopyasını, bu ütopyaların taşıyıcısı iki ayrı sınıfın tarihsel pratiğini bütün açıklığı ile gözler önüne sermiştir. Manifesto’nun ruhu, kitabın aynı anda hem eleştirel hem de özgürleştirici olmasından ileri gelmektedir. Yani kapitalizm analizi ve kapitalizmin devrilmesi arasındaki, sınıf savaşının incelenmesi ve sömürülen sınıfa bağlanım arasındaki, burjuva toplumundaki çelişkilerin berrak analizi, eşitlik ve karşılıklı dayanışmayla şekillenmiş bir toplumun devrimci ütopyası arasındaki, kapitalist genişlemenin itici mekanizmalarının gerçekçi aydınlatılışı ve “insanın hor görüldüğü, bir kenara atıldığı, eksitildiği, köleleştirildiği bütün koşulları ortadan kaldırma” talebi arasındaki ayrılmaz birliktelikten kaynaklanmaktadır.
Komünist Manifesto’daki bir çok husus sadece çağdaş olmakla kalmayıp, 150 yıl öncesine göre çok daha günceldir de. İki genç yazar, kapitalizmin, dünyayı kendi kalkanı altında kültürel ve ekonomik olarak birleştiren bir sürece giriştiğini vurguladılar: “Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürüsüyle her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı… Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine yeterliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkileri, evrensel karşılıklı bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.”
Söz konusu olan sadece genişleme değil, egemenliktir de: Burjuvazi “bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor.”
Bu sözler Amerika’nın imparatorluk hayalinin en özlü ifadesidir. Gerçekten de, 20. yüzyılın son dönemlerine kadar, sermaye dünya çapında bu kadar bütün, mutlak, bölünmemiş, evrensel ve sınırsız bir nüfuza erişmemişti. Geçmişte hiç bir zaman kurallarını, politikalarını, dogmalarını ve çıkarlarını yerküredeki her ulusa empoze etme hususunda bugünkü yeteneğine sahip olmamıştı. Uluslararası finans kapital ve çokuluslu şirketler hiç bir zaman devletlerin ve halkların kontrolünün bu kadar dışında olmamıştı. Kendilerini insan yaşamını kapitalist serbest piyasanın katı kurallarına ve dizginsiz kapitalist kâr arayışına göre kontrole, yönetmeye ve çekip çevirmeye adamış IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumların böylesine yoğun işbirliği daha önce hiç var olmamıştı. Son olarak da, daha önce hiç bir çağda, insan hayatının her alanı –sosyal ilişkiler, kültür, sanat, politika, cinsellik, sağlık, eğitim, spor, eğlence– sermaye tarafından böylesine egemenlik altına alınıp, “bencil hesapların buzlu sularına” bu denli batırılmamıştı.
Amerikan emperyalizminin bu bencil hesapları insanlığı “barbarlık ve uygarlık” arasında tercihe zorladıkça, Hardt ve Negri’nin, ve diğer seçkin burjuva ideologların elinde emperyalizmin aşılmış hali olarak pazarlanan her düşünce aslında dönüp dolaşıp Lenin’in yüzyılın başında temel eğilimlerini ortaya koyduğu emperyalizmin bilimsel olarak bir kez daha kanıtlanmasına, Manifesto’daki enternasyonalist ruhun tekrar canlanmasına gönülsüzce de olsa hizmet edecektir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑