IRAK’IN İŞGALİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI

ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki stratejisi gereği girişmeyi planladığı Irak operasyonunda Türkiye; üslerini, havaalanlarını, limanlarını emperyalist orduların kullanımına açtı. Türkiye’nin ABD’ye desteğinin bununla sınırlı kalmayacağı, asker de göndereceği ve bunun için Meclis kararı alarak, topraklarını ABD askerlerine açacağı görülmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik, askeri ve coğrafi bütün olanakları ABD saldırganlığına sunması ülkemizin askeri, siyasi ve ekonomik bağımlılığının vardığı noktayı ve bunun ürünü olarak şekillenen onursuz dış politikayı tespit etmek bakımından önem arz etmektedir.

AKP’nin, Ortadoğu halklarını ABD’nin çıkarları için birbirine kırdıracak böylesi bir politikada taşeronluğu üstlenmesi, sadece bu partinin ABD’nin işbirlikçisi ve uşağı olmasıyla açıklanamaz. Şüphesiz AKP, daha önce hiçbir hükümetin cesaret edemediği kadar ABD uşaklığı ve ABD çıkarlarını savunmada pervasızdır. Fakat bu durum AKP yöneticilerinin kişisel tercihleri olarak veya meselenin bilincinde olmamaları ile açıklanamayacak denli kapsamlıdır.

Gericiğin hükümetiyle, ordusuyla, sermayenin en üst düzeyde temsilcisi TÜSİAD gibi kurumlarıyla ve basınıyla savaşa bu kadar heveslenmesi, devletin bir bütün olarak ABD emperyalizminin stratejik çıkarlarına, dünya ve bölge politikalarına tamamen bağlanmış olmasında yatmaktadır. Türkiye’nin iç ve dış politikalarına yön veren egemenler, 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ABD’nin kolluk kuvveti derekesine düşürerek, dış politikada Amerikan stratejisinin aktif tarafı olmuşlardır. Bu yıllar boyunca NATO’nun bölge jandarmalığını üstlenen işbirlikçi bir konumda süratle yol almış olmakla kalmamış, daha da geliştirilen ABD ilişkileri Türkiye’yi Amerikan çıkarları yüzünden bütün komşuları ile sorunları olan bir konuma da itmiştir.

Şüphesiz ki Türkiye, dünyanın en zengin enerji rezervlerinin bulunduğu Ortadoğu ve Kafkaslar ile Batı ülkeleri arasında bulunmasından kaynaklanan stratejik jeopolitik konumundan dolayı, sürekli olarak emperyalistlerin ilgilendiği ve hakimiyet sağlamaya çalıştığı bir ülke olmuştur. Türkiye, “üç kıtaya kapı”, kara ve deniz ulaşım yollarının kesiştiği coğrafi konumuna ek olarak; petrol ve doğalgaz gibi, “endüstrileşmiş ülkelerin en önemli ihtiyaç maddeleri arasında yer almaya devam eden” hammaddelerin nakil yolları açısından da büyük bir avantaja sahip olması gibi faktörlerden dolayı önemi büyük bir bölgede yer almaktadır. Ama elli yılı aşkın bir süredir Türkiye egemenlerinin izlediği dış politika, stratejik öneminden kaynaklı tehlikeleri savuşturan değil, aksine bölgenin patlamaya hazır barut fıçısına dönmesine hizmet eden; emperyalist çıkar politikalarının bir uzantısıdır.

Türkiye’nin “kendi çıkarları” ancak emperyalist politikanın genel çerçevesi içinde anlam bulmaktadır. Bu nedenle yarım asrı aşkın bir süredir, Türkiye’nin dış politikası tartışılırken çoğu kez ABD’nin politikaları tartışılmaktadır.

Bu politik duruşun anlaşılabilmesi için, öncelikle çağımızın emperyalizm çağı olduğunun unutulmaması ve bu çerçevede Türkiye’nin, devletinin kuruluşu döneminden devraldığı ekonomik ve politik mirasın ve sonrasındaki ekonomik ve politik gelişmelerin kavranması gerekmektedir. Özellikle son dönemlerde IMF’nin, kredi vermek için dayattığı ekonomik politikaların uygulanmasının yanı sıra, ABD’nin Irak operasyonunda Türkiye’den taleplerinin yerine getirilmesini de istemesi; girilen ekonomik ilişkilerin politik sonuçlarının kavraması bakımından önemlidir.

Ülkemizin içine düştüğü bu onursuz durumun nedeni olan ilişkilerin derinliği, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelenin önemini arttırmaktadır.

EMPERYALİZM DÖNEMİNDE DIŞ POLİTİKA

Emperyalizm, dünyanın uluslararası tekelci kapitalist birlikler arasında paylaşılmasının tamamlandığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Emperyalizmi belirleyen temel özellik en büyük tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Bu nedenle hammadde kaynaklarını ele geçirmek, sermayeyi ve metaları ihraç etmek için paylaşılan pazarların değişen güç dengelerine göre yeniden paylaşılması sürekli gündemdedir.

Bu paylaşım ve yeniden paylaşım mücadelesinin ürünü olarak, aslında yirminci yüzyılın tarihi, -sosyalist bloğu bir yana bırakırsak- bir anlamda emperyalistler arasında bloklaşma ve karşı bloklaşmaların tarihi olarak gerçekleşti. Bloklaşma ve karşı bloklaşmalarda sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkelerin sahip olduğu her türlü kaynak emperyalist metropoller tarafından kullanıldı. II. Dünya Savaşı’na kadar devam eden eski sömürgeci sistemde sömürgelerin dış politikasından bahsetmek çoğu zaman olanaksızdı. Çünkü sömürgeler fiili olarak emperyalist ülkelerin orduları tarafından işgal edilmişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra eski sömürgeci sistemin çökmesi ve yeni sömürgeci sitemin kurulması, sömürge ve yarı sömürge ülkelerin ekonomilerini göbekten emperyalist metropollere bağımlı hale getirdi. Ekonomik bağımlılık beraberinde politik ve bunun bir parçası olan dış politik bağımlılığı getirdi. Bu bağımlılık ilişkilerinin ürünü olarak, emperyalist sistemde sömürge ve yarı sömürge ülkelerin dış politikası, başka hiçbir dönemde olmadığı kadar emperyalist ülkelerin dış politikalarına bağlamıştır. Bloklaşma ve karşı bloklaşmalarda sömürge, yarı sömürge ve bağımlı ülkelere düşen genellikle emperyalist merkezlerin belirlediği politikaların uzantısı olan politikaların uygulanmasında taşeronluğu üstlenmek olmuştur.

Bağımsızlık mücadelesi veren ülkelerin emperyalist zinciri kırdıkları veya emperyalistler arası çelişkilerden ve özellikle Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında Sovyetler’in emperyalist yayılmacılığın önünde engel olmasından kaynaklı, emperyalist metropollerin dışında kalmış ülkelerin görece bağımsız davranabildikleri dönemler olmuştur, ama bu, genel yönelimi değiştirmemektedir.

Türkiye’nin bu gün içine düştüğü durumun kavranması için Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde patlak veren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı’yla başlamak, devralınan ekonomik ve siyasi mirasın görülmesi bakımından yararlı olacaktır.

I. DÜNYA SAVAŞINDA DIŞ POLİTİKA

İnsanlığı derinden etkileyen ve milyonlarca insanın ölmesine neden olan I. Dünya Savaşı’ndan önce dünya ticaretinin büyük bölümü İngiltere’nin elindedir. İngiltere’nin dünyanın her tarafında sömürgeleri olduğundan onun için “Güneş Batmayan İmparatorluk” denmektedir. Ama İngiltere’nin bu gücüne ve yaygın sömürgelerine karşılık, Almanya gibi gücü olan ama dünya hammadde ve pazarında payı çok az olan ve bunu arttırmak isteyen ülkeler çıkmıştır. Bu çıkar çatışmasında; İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarında da çelişkileri olmasına rağmen, karşılıklı çıkarların ağır basması ile, yan yana gelerek üçlü itilaf devletlerini oluşturdu. Buna karşılık Almanya, Avusturya, Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üçlü ittifak oluşturdu. Bu çıkar çatışmaları içerisinde dağılma süreci yaşayan ve yarı sömürge konumunda bulunan Osmanlı İmparatorluğu, tavrını üçlü ittifaktan yana belirlemişti. Ama bu, tarih kitaplarında da okunduğu gibi Almanya’nın baskısı ile olmuştur.

Osmanlı imparatorluğu, özellikle son dönemlerinde tamamen dış mali çıkarlara ipotek edilmişti. Bu özelliği ile yarı sömürgeleşmiş bir toplum yapısına sahipti. Emperyalistlerin sömürge ve yarı sömürgelere biçtikleri role uygun olarak, dünya ekonomisi içerisinde hammadde ihracatçısı, sınai ürün ithalatçısı olan bir ekonomik yapısı söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu, sanayi maddesi ihtiyaçlarının % 80-90’ını ithal ediyordu. Yarı sömürge niteliğinin diğer en açık belirtisi dış borçlarıydı. Osmanlı İmparatorluğu, Düyun-u Umumiye ve sürekli imtiyazlar arayarak ülkeye giren yabancı sermaye yatırımlarıyla giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar zincirine bağlı olarak önce iktisadi, sonra büyük ölçüde askeri ve siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmişti.

Borçlara karşılık gösterilen vergileri toplamayla görevli ve daha çok İngilizlerin etkili olduğu Düyun-u Umumiye yalnız vergileri toplamakla kalmıyor, ülkenin ekonomi ve maliye bakanlığı gibi çalışıyordu. Ama buradan Almanların boş durduğu ve Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri geliştirmedikleri sonucu çıkarılmamalıdır. Almanya tarafından finanse edilen ve yapılan Bağdat demiryolu, Almanların Ortadoğu üzerindeki emellerinin yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu üzerinde artan etkisini de gösteriyordu. O zamanlarda demiryolu, ülke ekonomilerinin can damarı olarak hayati bir öneme sahipti. Almanlar Bağdat demiryolu projesiyle hem hammaddelere ulaşmada önemli bir adım atmış hem de demiryolunun ihalesini üstlenme vesilesi ile birçok imtiyaz elde etmişlerdi. Ayrıca padişah tarafından istenen ve Almanların gönderdiği ıslah heyeti, bir yandan siyasi ilişkilerini geliştiriyor, diğer yandan gelişmeleri günü gününe izleyerek Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bilgilerine ulaşıyor ve İmparatorluğu kendi politik çıkarlarına yönlendirmede günübirlik çalışıyordu.

I. Dünya Savaşı sırasında genellikle milliyetçi ve bağımsızlıkçı olan İttihat ve Terakkici kadrolar, iktidarda olmalarına rağmen, uluslararası sermayenin ve büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki kurumsallaşmış ve güvenceler altına alınmış denetim, müdahale ve baskı mekanizmaları altında, sonunda “büyük güçlerden hangisine yanaşmak iyidir?” sorusuna sığınmışlardır. O günkü ortamda İmparatorluk yönetiminde sözü olan İttihat ve Terakki yöneticileri, İtilaf devletlerinin zaferi ile bitecek bir savaştan sonra İmparatorluğun aralarında bölüşüleceğine ve bu ölümden kurtulmak için tek çarenin zamanında karşı ittifaka katılmak olduğu görüşündedirler. Zaten İngiltere ve Fransa, İmparatorluğun büyük bir kısmını paylaşmış geri kalan kısmını da kendi sömürgesi haline getirmek için çaba içerisindedir.

Bu noktada savaştan galip çıkılması halinde eski toprakların verilmesinin yanı sıra çeşitli vaatlerde bulunan Almanya’nın başını çektiği emperyalist kampla birleşmek tercih edildi. Böylece aralarında çelişki olan iki emperyalist kamptan birisine yedeklenmiş olundu. Ama bilindiği gibi savaş bağımsızlığın ve son toprakların kaybedilmesi ile sonuçlandı.

Mondros ateşkes antlaşmasından sonra ülkenin işgale uğraması ulusal bağımsızlık savaşını başlatmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda dış politikayı belirleyen temel belge, Erzurum Kongresi’nde kabul edilen ve Sivas Kongresi’nde geliştirilen Misak-ı Milli oldu. Amaç, Misak-ı Milli sınırları içerisinde bağımsız bir devlet kurmaktı. Bu çerçevede birçok savaşlar gerçekleştirilmiş ve Musul hariç belirlenen sınırlar içerisinde bağımsız bir devlet kurulmuştur.

Kurtuluş Savaşı’nın ve o dönem boyunca yürütülen diplomasinin başarıyla sonuçlanması, bir taraftan askeri alanda kazanılan zaferlere, diğer yandan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefik devletler arasındaki dayanışmanın çökmesi ve Sovyet Birliği ile kurulan ve ortak düşmana karşı geliştirilen işbirliği ile mümkün olmuştur. Ayrıca uzun süren savaş galip devletleri bile yıpratmış ve bazı konularda ısrarcı olmalarını engellemiştir.

İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA DIŞ POLİTİKA

Kurtuluş Savaşı vermiş ve bağımsızlığını yeni kazanmış Türkiye Cumhuriyeti, iki dünya savaşı arasında genellikle bağımsızlığı gözeten, herhangi bir emperyalist mihraka eklemlenmeyen ve özellikle Sovyetler Birliği ile karşılıklı dostluk ilişkileri içerisinde sürdürülen bir dış politika izlemiştir. Şüphesiz izlenen görece bağımsızlıkçı dış politikayı temellendiren sebepler vardır. Bunları kısaca şöyle özetlemek mümkündür.

I- Kurtuluş Savaşı

Kurtuluş Savaşı sırasında batılı işgalci devletlere karşı mücadele verilmiş olması, Musul meselesi, bazı sınırların çizilmesinde devam eden anlaşmazlıklar, kapitülasyonlar ve diğer bazı ticari imtiyazlarla ilgili bir çok sorunun devam etmesi, 1923-32 döneminde Türkiye’yi, batılı ülkelerle ilişkilerini koparmamakla beraber mesafeli davranmaya itmiştir. Türkiye, işgal altından yeni kurtulmuş bir ülke olarak batılı emperyalistlerin nefesini bu dönemde sürekli ensesinde hissetmiştir. Bu nedenle, iki dünya savaşı arasında genellikle bağımsızlığı gözeten bir dış politika izlenmiştir.

II- Ekonomik durum

İzlenen görece bağımsız dış politikada, siyasal ve askeri gelişmelerin yanı sıra ekonomik durumun da etkisi büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan ekonomik miras, sanayi son derece geriydi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde sanayileşmenin gerçekleşmesi için iki farklı ekonomik model benimsenmiştir. 1923-29 arasında liberal bir ekonomik model benimsenirken özellikle 1929 Krizi’nin yoğun etkileri ile korumacı ve dış ekonomilere kapalı bir ekonomik model izlenmiştir.

İzlenen ekonomik modeller, kaçılmaz olarak emperyalist ekonomilerin bir uzantısı konumuna düşecek ve zamanla bugün varılan bağımlı siyasi ve ekonomik yapının oluşmasıyla sonuçlanacaktır. Çünkü; sanayinin alabildiğine geri olduğu bir konumda yabancı sermayeye yatırım olanaklarının tanınmasıyla, istek ne olursa olsun, emperyalizmin uluslararası iş bölümünde Türkiye’ye düşecek rol, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi hammadde ve tarım ürünleri üreten, belli alanlarda sanayileşme yaşansa bile bu sanayi kollarında da dışa bağımlı olan ve neticede sömürgeleşen bir ekonomik yapı oluşumuydu. Fakat bu dönemde en azından bir süre için şunu tespit etmek önemlidir: Ülkede iktidarını kurmuş burjuva sınıf, yabancı sermayenin doğrudan bir uzantısı ve geleceğini uluslararası sermayenin geleceğine bağlamış bir durumda değildi. Bunun nedenle, dış politika da en azından emperyalist merkezlerde planlanan politikaların uzantısı olmamıştır.

III. Uluslar arası durum

I. Dünya Savaşı sonrası oluşan tablo görünüşte savaşın bittiği, ama paylaşılan dünyanın emperyalist mihraklar arasında yeniden paylaşılması için kamplaşmaların sürdüğü bir dünyadır. Bu dünyada Türkiye’nin yerini ve hareket alanını geliştiren özel tarihi koşulları anlayabilmek için genel duruma bakmak faydalı olacaktır.

İngiltere, uzun süren savaştan sonra oldukça sarsılmış olmasına rağmen, savaşta dört kıtaya yayılmış sömürge imparatorluğunu daha da genişletmeyi başarmış olarak hâlâ dünyanın bir numaralı gücü olma özelliğini korumuştur. Fransa da savaştan çok yıpranmış çıkmasına rağmen hem askeri ve ekonomik gücü ve siyasal ağırlığı ile hem de edindiği yeni sömürgelerle büyük devlet kimliğini sürdürmüştür.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya haritası galip devletler tarafından ve onların lehine şekillendirildi. Avrupa ve Asya’nın potansiyel olarak en güçlü sınai devletleri olan Almanya ve Japonya’nın dünya pazarında ekonomik potansiyelleri ile uyumlu bir pazara sahip olmaması, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Versailles Antlaşması’nı etkisiz kılan en önemli kaynak olmuş ve bu ülkeler; savaş için sürekli olarak fırsat kollayan bir konumda bulunmuşlardır. Savaştan sonra ABD ve Japonya dünya ekonomisi ve siyaset arenasına çıkmış taze güçler olarak yerlerini almış, Sovyetler Birliği’nde ise savaş sırasında devrim gerçekleşmiş ve işçi iktidarı kurulmuştu.

İki savaş arası devre olarak adlandırılan 1919-1939 yıları arasındaki yirmi yılda temel siyasal gelişmeleri belirleyecek olan siyasal gelişmeler İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Japonya ve SSCB arasında gerçekleşecek ve kendi aralarında sürekli olarak kamplaşmalar yaşanacaktır. Bu süre içerisinde bu altı ülke sürekli aynı safta yer almamıştır. Yirmi yıl içinde saflar sık sık değiştiği gibi, belirli bir konuda birbirlerinin karşısında yer alan devletler aynı anda başka bir konuda aralarında saflaşmaya gidebilmiştir. Saflaşma eksenlerinin üç dalda olduğunu söylenebilir:

1. Sovyetler birliğine karşı eksen

2. Versailles’dan yana güçlerin ekseni

3. “Versailles düzenine” karşı güçlerin ekseni

Dikkat edilirse son iki eksendeki saflaşma emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır, ve bu çelişki o kadar derindir ki, Sovyetler Birliği’ne karşı birleşik bir eksen oluşturulmasını dahi engellemiş ve Türkiye gibi yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere de hareket alanı yaratmıştır.

 

IV. Sovyetler Birliği’nin kurulması

Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesine çıkması, emperyalist yayılmacılığı karşı savaşım veren ülkeler için bağımsızlıklarını kazanmada ve bağımsız bir dış politika geliştirmelerinde önemli bir etken olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yakın ilişkilere girilen ve bağımsızlık mücadelesi veren ülkelerin sürekli yanlarında gördükleri Sovyetler Birliği dış politikasının ana amaçlarını üç ana ilkeyle özetlemiştir.

1. Barıştan yana olarak ve bütün ülkelerle iş ilişkilerinin geliştirilmesi.

2. Sovyetler Birliği ile ortak sınırları olan bütün komşu ülkelerle barışçı, yakın ve dostça ilişkiler kurulması. Sovyetler Birliği’nin bütünlüğünü ve dokunulmazlığını dolaylı ya da dolaysız çiğnemeye kalkışmadıkları müddetçe bu tutuma bağlı kalınması.

3. Saldırıya uğrayan ve ülkelerinin bağımsızlığı uğruna savaşan uluslara destek olunması.

Bu çerçevede henüz Kurtuluş Savaşı yeni başladığında Sovyetlerle Birliği ile dolaysız ilişkiler kurulmuş, hemen ardından Ankara heyet göndererek resmi ilişkiye girmiş ve böylece Ankara hükümetini ilk tanıyan ülke Sovyetler Birliği olmuştur.

Kurtuluş Savaşı süresince Ankara Hükümeti’nin emperyalist işgale karşı savaşması nedeniyle Sovyetler Birliği Ankara hükümetini desteklemiş ve karşılıksız yardımlarda bulunmuş, Çarlık Rusya’sının Türkiye topraklarının paylaşılmasına katılımını da içeren gizli anlaşmaları açıklamış ve tek taraflı olarak bu anlaşmaları feshetmiştir. Komşularıyla karşılıklı dostluk anlaşmaları imzalamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı ilk anlaşma 1920’nin sonlarında Sovyetlerle imzalanan Gümrük anlaşmasıdır. İlki 17 aralık 1925’te imzalanan Türk-Sovyet saldırmazlık anlaşması ise, 1945 yılına kadar uzatılarak yürürlükte kaldı.

Türkiye; diğer yandan batılı emperyalistlerle sorunlarını çözmesi ve özellikle ekonomik ilişkilerinin gelişmesiyle, 1930’larda, batılı emperyalist devletlere yönelen bir dış politika izlemeye ve yavaş yavaş uluslararası ilişkilerinde Sovyetlerin de benimsediği politik hattan uzaklaşarak bağımlılık ilişkileri geliştirmeye başladı. Türkiye, bu dönemde bir yandan ekonomik çıkarı gereği olduğunu savunarak İngiltere’den kredi alırken, Almanlardan da milyonlarca mark kredi alıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar Almanya ile ilişkilerini sürdüren Türkiye, stratejik bir maden olan kromun ihracını ancak nisan 1944’te durdurmuş ve milyonlarca insanın ölmesi ile sonuçlanan dünya savaşının sorumlusu olan Almanya ile ilişkisini de 2 ağustos 1944’te kesmiştir.

II. Dünya Savaşı’nda izlenen dış politika “tarafsızlık” adına geliştirilmiştir. Şüphesiz ki Türkiye’nin dünya siyasetini yönlendirebilecek veya etkin bir unsuru olabilecek ne ekonomik ne de askeri gücü vardı. Fakat tarafsızlık adına izlenen bu siyaset, niyet ne olursa olsun, sonuçta mihver devletlere yaramıştır.

Türkiye II. Dünya Savaşı’nın başlarında Fransa ve İngiltere ile saldırmazlık anlaşmaları imzalamıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye savaşa girmedi. Fakat güç ilişkilerine ve savaşın seyrinin durumuna göre yakınlaştığı ülkeler oldu.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN SONRA DIŞ POLİTİKA

 

Türkiye’yi ABD’nin kolluk kuvveti derekesine düşürerek Amerikan stratejisinin aktif tarafı yapacak olan dış politikanın temelleri İkinci Dünya Savaşı sırasında atılmaya başlanmış ve izleyen yıllarda da bu politika derinleşmiştir. Uzun yıllar karşılıklı dostluk içinde yaşadığı Sovyetler Birliğine karşı tavrını ise, Türkiye, eklemlendiği ABD politikaları gereği tamamen değiştirmiştir.

Türkiye, Sovyetler Birliği’nin Montreux sözleşmesi ile belirlenen Boğazlar rejiminin Karadeniz’e kıyı olan ülkeler lehine değişmesi ve Boğazlar’ın ortak savunulması talebini toprak bütünlüğüne yönelik bir saldırı olarak algılarken, Amerika’ya statüleri anlaşmalarla belirlenen askeri üsler vermeyi aynı çerçevede değerlendirmemiştir. Dahası bunu ülke güvenliğinin bir gereği saymıştır. Sovyetler Birliği tarafından 1946’da verilen notada, Boğazlar’ın Karadeniz’e kıyı ülkeler tarafında korunması ve sadece Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerine geçiş hakkı tanıması istenmiştir. Fakat notaya cevap, Türk Dışişleri Bakanlığı veya Konsolosluğu tarafından değil, Amerika tarafından, Sovyet Birliği Washington Büyükelçiliği’ne verilmiştir. Ayrıca ABD birçok uçak gemisi ve savaş gemisini Akdeniz’e göndererek tahrik edici bir tutum takınmıştır.

II. Dünya savaşının hemen akabinde Türkiye Sovyetlerin Boğazlar’la ilgili görüşme isteğini reddetmekle kalmamış, Sovyetler Birliği’nin toprak talebinde bulunduğu demogojisiyle iç kamuoyunu kışkırtıcı bir yönelime girmiştir. Bu tutum, esas itibari ile savaştan muzaffer çıkan Sovyetler’in ülke içindeki halkları etkileyeceği ve rejimi tehlikeye düşüreceği endişesine, uluslararası kapitalizme eklemlenmede alınan mesafenin büyümesine ve uluslararası ilişkilerin emperyalistler arası çelişkilerinin geçici bir çözümüne bağlı olarak sosyalizme karşı “soğuk savaş”ın gündeme geldiği koşullarda Türkiye egemenlerinin kapitalist karakterlerine uygun olarak saflarını belirlemelerine dayalıydı; böylelikle Türkiye, Batılı devletlere yönelmiş oldu.

ABD ile Türkiye’nin ilişkileri sonrasında hızla gelişmeye başladı. ABD’den ilk yardım daha 1941’de savaş malzemesi olarak alınmış, fakat bununla ilgili olarak bir anlaşma yapılmamıştır. 1945’te yapılan ilk anlaşmada ise alınan malzemeler, veren ülkenin yani ABD’nin istemesi halinde geri verileceği hükmünü içermiştir. Ama esas olarak bağımlılık ilişkilerinin geliştiği süreç, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki döneme rastlamaktadır.

ABD’nin, savaş sırasında Amerika’da ölen Türkiye büyükelçisinin cesedini, Amerika’nın en büyük zırhlılarından biri olan Missouri ile İstanbul’a göndermesi gelişecek ilişkinin biçimine işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır. Türkiye’nin 1945’ten sonraki dış politikası Batı’ya sıkı sıkıya bağlanma ilkesi üzerinden kurulmuştur. Bunun içindir ki, Batılıların kurduğu bütün siyasal askeri ve ekonomik kuruluşlara katılmayı amaç edinmiştir. Gene yukarıda söylendiği gibi, bu amaçla önce Avrupa’nın ekonomik kalkınması için kurulan Avrupa Bonseyi’ne katılmış, nihayet 1952’de NATO’ya girmiştir. Batı’nın genel politikasına uygun olarak, kendi bölgesi içinde birtakım siyasal ve askeri düzenler kurmaya çalışmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak önce Balkan daha sonra Bağdat paktlarının kurulmasını sağlamıştır.

II. Dünya Savaşı’nın dünyadaki politik ve ekonomik dengeleri tamamen değiştirmesinin, Türkiye üzerinde, yukarıda özetlenen politikaları izlemesine yol açan derin ve belirleyici etkileri olmuştur. Savaş sonrasında tablo şöyledir:

İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya, İtalya ve Japonya’nın sanayileri hemen hemen yok olmuş, bu ülkeler askeri ve siyasal konumlarını tamamen kaybetmişlerdir. İngiltere ve Fransa ise galip ülkeler olmalarına karşın ekonomik ve askeri olarak zayıflamışlardır. Fransa daha savaşın ilk yıllarında yıkılmış, işgale uğramış, ekonomik ve siyasal bakımdan çökmüşken; “güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılan İngiltere, sömürgelerindeki kurtuluş hareketlerinin savaş içerisinde büyümesiyle, sömürgelerini denetleme gücünü yitirmiştir.

Öteki emperyalist ülkelerin tersine ABD, savaştan muazzam bir şekilde güçlü çıkan tek ülke olmuştur. Savaştan etkilenmek bir yana, ekonomik-askeri, teknolojik bilimsel temelleri ölçüsüz olarak artmış, savaşın galibi olarak da çok büyük bir zenginlik biriktirmiştir.

17 Ekim Devrimi ile emperyalist zinciri kıran SSCB İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmini durdurmuş, büyük bir ekonomik yük altına girmiş, ancak savaştan muzaffer çıkmıştır. Aynı zamanda bir çok ülkede halk demokrasilerinin kurulmasında da belirleyici olmuştur. Savaş sırasında sömürgeci ülkelerin zayıflamasıyla beraber sömürgeci sistem çökmüş, dünyanın her bölgesinde birçok genç ulusal devlet ortaya çıkmıştır. Bağımsızlığını kazanamayıp sömürge ve yarı sömürge kalan ülkelerde ise, emperyalizme karşı ulusal-sosyal kurtuluş hareketleri moral bulmuş, büyümüştür.

Bu koşullarda ABD’nin başlıca hedefi, emperyalist sistemden kopma eğilimi gösteren her türden direniş ve değişme hareketini bastırma olmuştur. ABD için esas olan, dünya devletlerinin Amerikan ekonomik ve siyasi çıkarlarına tam bağımlılık içinde olmalarıydı. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında rakipsiz süper güç olarak dünya egemenliği peşinde koşan ve askeri yolları da kullanarak yayılmaya çalışan ABD’nin önü, esas olarak SSCB’nin sosyalizmi sağlamlaştırmayı, kurtuluş hareketlerini güçlendirmeyi ve kalıcı bir dünya barışını gözeten politikaları tarafından kesiliyordu. ABD, hem kurtuluş mücadelelerinin önünü kesmek hem de emperyalist emellerini gerçekleştirmek için yeni sömürgecilik sitemini kurmuştur.

Yeni Sömürgecilik ve Bağımsızlığını yitiren Türkiye

İkinci Dünya Savaşı sömürgeci politikalarda bazı biçimsel değişikliklerin meydana gelmesine neden oldu. Tüm emperyalist ve sömürgeci devletler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş öncesi durumu, zora dayanarak aynı yöntemlerle sürdürebilecek durumda değillerdi. Faşist iktidarların savaştan yenilip, yıkılarak çıkması aynı zamanda sömürgeci devletleri de temellerinden sarsmıştı. Anti-faşist savaş her yerde ulusal devrimci kurtuluş hareketlerini geliştirmiş, sömürgelerdeki geniş halk kitleleri ise eski durumu değiştirmek için kurtuluş savaşlarına başlamışlardı. Bunun sonucunda emperyalistler, eski tip sömürgeci yönetim biçimlerinin artık geçerli olamayacağını kavramışlardı. Bu nedenle yeryüzünün birçok halkını, fiziksel, ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak sömüren eski tip sömürgecilik, ikinci savaştan sonra yeni sömürgeciliğe dönüştü. Yeni sömürge sisteminin kurulmasındaki amaç, emperyalizmin egemenliğini ayakta tutmak ve eski sömürgeler ile başka ülkeler üzerindeki siyasal denetimin ve ekonomik sömürünün güvence altına alınmasıdır. Yeni sömürgeciliğin temel işleyişi, ülkelerin devlet borçları, IMF-DB programları, uluslararası tekelci sermayenin doğrudan yatırımları ve askeri anlaşmalar-askeri üsler vasıtasıyla emperyalist merkezlere bağımlı kılınmasıdır.

Denebilir ki, ülkeleri bağımlı hale getirme ve kaynaklarını kendi lehine çevirme noktasında yeni sömürgeciliğin en başarılı olduğu ülke Türkiye’dir. Ülkenin bugünkü durumuna bakmak bu tespiti yapmak için yeterlidir. Bu politikaların uygulanmasında dünyada meydana gelen gelişmelere paralel olarak ülke içerisinde de bazı gelişmeler yaşanması etkili olmuştur.

II. dünya savaşının hemen sonrasında 1946 yılı, Türkiye tarihinde siyasi ve iktisadi bakımdan bir dönüm noktası olmuştur. İktisadi bakımdan bir dönüm noktası olmasını sağlayan, 30’lu yılların başından beri kesintisiz olarak izlenen kapalı korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde arttırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomi politikasının yerleşmesi olmuştur.

Savaş döneminde varlık vergisi vb. yollarla azınlıkların birikimlerine el konulması, savaş vurgunları ve ucuza emlak vb. kapatmalarla ticari ve sınai kesimlerin yanı sıra büyük toprak sahiplerinin palazlanmasına yol açmazlık etmedi. Büyük işletmeleri elinde tutan devlet bürokrasisi de hesaba katıldığında, hem özel hem de bürokrat kapitalizm geliştirdiği tekelci ilişkiler içinde sağlamlaştı. Bu sınıf, ülkenin emperyalizme tamamen eklemlenmesini çıkarları gereği en önemli hedef olarak saptamış ve bu yönde hızlı adımlar atılmasının sağlamıştır.

Kendi iç dinamiklerini kullanarak ilerlemek yerine gözünü uluslararası sermaye çevrelerine çeviren Türkiye egemenleri, tek süper güç olarak ABD’nin dünya ekonomisini kendi ekseninde şekillendirmek için kurduğu IMF ve Dünya Bankası’na 1947’de üye olmuştur. Türkiye uluslararası kapitalizmin üst organlarına üye olmasından sonra, batılı (ve özellikle Amerikalı) uzman ve danışmanların bir uğrak yeri haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan uluslararası durum nedeniyle Türkiye’nin Batı ile ekonomik ilişkileri nitelik değişikliğine uğramıştır. Yine, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1947’de Dünya Bankası’ndan kredi almak için çalışacağını açıklaması, yaygın kanının aksine ABD ve onun kontrolündeki kurumlarla sıcak ilişkinin Menderes döneminde başlamadığını göstermektedir.

Kontrolünde tuttuğu IMF gibi kurumlarıyla girdiği ülkelerde Amerikan emperyalizmi, tamamen dışa bağımlı bir ekonomi yarattı. Özellikle verdiği borçlarla ülke ekonomilerini tamamen yabancı sermayeye muhtaç hale getiriyordu. IMF programlarının temel karakteristiği ise, borcun borçla ödenmesi ve ülke içerisindeki üretimin uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi, daha doğrusu tahrip edilmesiydi.

ABD emperyalizmi Türkiye örneğinde olduğu gibi görünüşte bağımsızlıklarına sahip sömürge halklara yönelik olarak, mevcut siyasi ve ekonomik zayıflıklarından da yararlanarak, yeni sömürgeci yöntemi gerçekleştirdi. Bu süreç içinde ABD emperyalizmi muazzam gelişmiş,; Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan vb. sömürgecilerin birçok sömürgelerini kendine bağlamış, bu ülkelerde Amerikan yanlısı siyasal klikleri iktidara getirmiş ve buralarda kurduğu ‘üs’lerle hegemonyasını güçlendirmişti. ABD’nin hedeflerine ulaşmak için geliştirdiği ve tarihe Truman doktrini olarak geçecek olan strateji, aslında yeni sömürgeciliğin politik ve askeri ifadesidir.

Truman Doktrini, Marshall planı

ABD emperyalizmi, kapitalist düzeni korumak, kendini tehdit eden tüm devrimci ve ulusal kurtuluş hareketlerini yok etmek; SB ve halk demokrasili ülkelerde kapitalizmi yeniden tesis etmek ve dünya çapında hegemonyasını kurmak için, kapitalizmin bütün gerici güçlerini seferber etmiştir.

Truman’ın başkan olmasıyla ABD emperyalizminin SB’ye karşı tutumu sertleşmiş, SB üzerindeki askeri, politik ve psikolojik saldırıların etkili olabilmesi için askeri “engelleme”nin gerekliliğini savunmuştur. 1947’de Truman tarafından açıklanan ve kendi adıyla ünlenen “Truman Doktrini”nin belirlediği strateji doğrultusunda önce ekonomik alanda “Marshall Planı” oluşturulmuş ve daha sonra doktrinin askeri yönü devreye sokulmuş; NATO oluşturulmuştur.

Türkiye bu doktrini tamamen benimsemiş ve uygulanmasında aktif rol oynamıştır. Truman doktrini çerçevesinde Türkiye biçilen rol, beraber hareket edebileceği diğer ülkelerle Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’nin etkisini kırmak ve ABD’nin etkisinin artması için izlenen bütün politikalarda etkin rol oynamaktır. Bu amaçlarla Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardım yapılması kararlaştırıldı ve hızla uygulamaya geçirildi. Truman doktrini kapsamında ilk yardım 1947’de yapılarak Türkiye’ye 100 milyon dolar verilmiştir. Bu yardımla beraber üç önemli askeri anlaşma da imzalandı. İmzalanan anlaşmaların hükümlerine göre, verilen malzemelerin kullanılması ABD’nin iznine bağlanmış, dahası yapılan yardımların açıklanması da yasaklanmıştır.

Batı Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin savaş sonrasında tamamen harabeye dönmüş olması nedeniyle bu ülkelerde devrimlerin gerçekleşmemesi ve ekonomilerinin ABD ekonomisine bağımı kılınması için Amerikan yönetimi bu ülkelere büyük krediler açtı. 1948’den itibaren Türkiye’ye de açılan bu krediler, Marshall planı kapsamında verildi. Alınan yardımların karşılığı olarak askeri ve ekonomik anlaşmalar birbirini izledi. Hükümet aldığı kararların kuşkusuz farkındaydı. Bu süreçle beraber hızlı bir şekilde Amerika ile askeri, ekonomik ve siyasi eklemlenme süreci ilerletilmiştir.

NATO’nun Kurulması

Sovyetlerin dünyadaki etkisinin artması ve Doğu Avrupa’da Halk Cumhuriyetleri’nin kurulması ile birlikte, ABD önderliğindeki kapitalist blok, askeri anlamda da önlem almaya girişti. Truman Doktrini’nin belirlediği genel stratejiye bağlı olarak 1949’da Kuzey Atlantik Savunma Bloğu (NATO) kuruldu. Emperyalist devletlerin saldırgan politikalarının bir aracı olan NATO’ya katılmakla Türkiye, topraklarını bu devletlerin saldırgan politikalarının uygulanmasına açmıştır.

Türkiye’nin NATO’ya üye olmak için ilk başvurusu zamanın devlet başkanı İsmet İnönü tarafından yapılmıştır. Fakat bu başvuru, İngiltere’nin Türkiye’nin yanı sıra Mısır ve Irak’ı da içine alacak bir Akdeniz ittifakı kurulması isteği nedeniyle reddedilmiştir. Türkiye NATO’ya alınmak için ikinci müracaatını ise, Kore Savaşı sırasında yapmıştır. Kore’ye çoğu ölecek bir birlik göndererek ABD’ye yamanmakta ne kadar ısrarlı olduğunu gösteren Türkiye’ye, Akdeniz’e kıyısı olması ve Ortadoğu’ya yakın jeostratejik konumu nedeniyle, son başvurusu kabul edilerek, Sovyetler’e karşı NATO’nun kanat ülkesi rolü verilmiştir.

Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra bütün uluslararası olayları bu teşkilat açısından değerlendirmek eğilimine girmiştir. Türkiye’yi yönetenler NATO anlaşmasını bir milli politika olarak değerlendirmişler; dönemin Devlet başkanı Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü bir çok demeçlerinde bunu dile getirmişlerdir.

Askeri Üsler

Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte, giriş Antlaşması çerçevesinde ve Meclis tarafından onaylanma zorunluluğu olmayan onlarca antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmalar çerçevesinde ABD’ye birçok imtiyaz tanımış ve ABD Türkiye’deki birçok üssünü kendi toprağıymış gibi kullanmaya hak kazanmıştır. Halen yönetimi ve denetimi Türk Silahlı Kuvvetleri’nde olsa da istenildiğinde NATO operasyonlarında kullanılan üsler, genellikle ABD’nin II. Dünya savaşından sonra faaliyet gösterdiği hava üsleridir. Amerika bu üsleri ileri karakolu gibi kullanmıştır. 1960’ta Rusya’da düşürülen Amerikan U2 casus uçağı İncirlik’ten kakmış ve iki ülke ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuştur. Hatırlanacağı gibi bu üsler hem 1. Körfez Savaşı’nda hem de sonrasında Irak’ın bombalanmasında kullanılmıştı.

İmzalanan uluslararası anlaşmalar gereği Türkiye’de nükleer silah bulunmaması gerekmektedir. Ancak NATO anlaşması çerçevesinde Avrupa’da bulunan 214 nükleer füze rampasından 37’si Türkiye topraklarındadır. 1962’de Sovyetler ile Amerika arasında ortaya çıkan Küba füze krizinin sebebi Türkiye’ye yerleştirilen Amerikan füzeleridir. Sonunda, Sovyetler’in Küba’daki füzelerine karşılık Türkiye’deki Amerikan füzeleri sökülmüştür.

Askeri yardımlar bağımlılaştırma aracı

Amerikalılar, Türkiye’nin stratejilerinin aktif uygulayıcısı bir ülke olmasıyla artık ordusuyla daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Ordunun mevcudu azalırken modernize edilmesiyle gücünün artacağını ve yapılacak askeri yardımlarla askeri yük azalınca zor durumda olan Türkiye ekonomisinin kendiliğinden rahatlayacağını savunmuşlardır.

Türkiye’ye yapılan askeri yardımlar iki amaca yönelmiştir.

1. Türk ordusunu modern silahlarla donatmak, bu silahların kullanılması konusunda orduyu eğitmek ve böylece orduyu Sovyetler’e karşı oyalayıcı bir güç olarak düzenlemek.

2. Türkiye bütçesinin aşağı yukarı yarısını yutan ve ekonomi üzerinde ağır bir yük olan askeri masrafları hafifletmek

Fakat bu yardımlar beklendiği şekilde bir ekonomik rahatlama yaratmamışlardır. Çünkü birincisi, bu malzemelere para verilmemiş olmakla beraber, bakımları yılda milyonlarca doları bulmuştur. İkincisi, bu malzemelerin yedek parçaları da aynı ülkeden satın alınmak zorunda olduğu için dolar bulmak zorunluluğu vardı. Türkiye gibi sanayisi gelişmemiş bir ülke için borçlanmadan başka çıkar yol kalmıyordu.

Sürecin Türk dış politikaya etkileri

Bundan sonra atılan her adımda artık girilen bu ilişkiler etkisini gösterecek ve her bir adım kurulan bağımlılık ilişkilerini pekiştirecektir.

· Türkiye önceleri İsrail’in kurulmasına karşı çıkarken özellikle Amerikan yardımının alınması ile beraber ABD’nin isteğine uygun olarak bu ülkeyi tanıyan ilk ülkelerden birisi olmuştur. (28 mart 1949).

· Truman Doktrini çerçevesinde Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’daki etkisini kırmak için Türkiye, Yugoslavya ve İtalya ile Balkan Paktı’na girmiştir.

· ABD Ortadoğu’ya yönelik politikasını belirlerken Türkiye’ye önemli bir rol biçmiştir. İngiltere, NATO Ortadoğu Komutanlığı kurulmasını ve önermiş, fakat Arap ülkeleri doğrudan Batılılara bağlı bir yapıda yer almak istememişledir. ABD ise, Eisenhower Doktrini ile, özellikle petrol yatakları bakımdan dünyanın bu en önemli bölgesi üzerinde denetimi ele geçirmeği hedeflemiştir. Bütün Ortadoğu ülkelerine askeri ve ekonomik yardım yapma kararı almıştır. Bu yardımların ne anlama geldiği Türkiye örneğinde görülmektedir. Yine bu doktrin çerçevesinde Bağdat paktı oluşturulmuştur. Pakt, önce Türkiye ve Irak arasında 1955’te imzalanmış, daha sonra İngiltere, Karaçi (1954) Antlaşması çerçevesinde Pakistan ve en son İran katılmıştır. ABD pakta katılmamayı daha uygun bulmuştur. Çünkü; birincisi, Washington pakta katılarak pakta karşı olan ve içinde yer almayan Mısır ve Suudi Arabistan’ı kazanma şansını kaybetmek istememiştir. İkincisi, Sovyetler’i Ortadoğu’da yeni hareketlere kışkırtmak istememiştir. Üçüncüsü, İsrail’i dışarıda bırakan ve bu yüzden Telaviv’de iyi karşılanmayan bir pakta katılarak, bu devleti endişelendirmek istememiştir.

Pakta Arap devletleri alınarak, Arap birliği içerisindeki Batı aleyhtarı cephe dağıtılmak istenmiştir. Pakt amacına ulaşamadı. Türkiye’de daha çok NATO bünyesinde faaliyet yürüttü. Ayrıca bu anlaşma Arap birliğini parçalamamış, aksine Irak’ın sömürgecilerle işbirliği yaptığı yorumlarını yapan Mısır-Suriye- Suudi Arabistan cephesine prestij kazandırmış; Türkiye’nin diğer Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini bozmuştur. Bozulan ilişkileri düzeltmek için Türkiye İsrail elçisini geri çekmiş ve bu sayede paktın daha güçleneceği hesabı yapılmış ama etkili olmamıştır. Bu adım, Türkiye’nin İsrail ile de ilişkilerini gerginleştirmiştir. Türkiye’nin üslendiği bu koçbaşı rolü, Arapların yanı sıra Sovyetler’le de zaten bozuk olan ilişkilerini daha da bozmuştur.

Sosyalizmle kapitalizm arasında bölünmüş dünyada başka bir eksen oluşturmayı hedefleyen ülkelerin bir araya geldiği Bandung Konferansı’nda Türk heyeti ABD’nin sözcüsü gibi davranmış, tarafsızlığı kınamış ve ABD etrafında birleşilmesini önermiştir. Buna tepki olarak Hindistan Başbakanı Nehru da NATO’yu sömürgeciliğin en kudretli koruyucusu ilan etmiştir. Dönemin devlet bakanı Fatih Rüştü Zorlu, konferansa Batılıların kendilerini gönderdiğini daha sonra itiraf etmiştir.

· 1957’de Türkiye ile Suriye arasında Hatay sorunu ve sınır ihlalleri gerekçesiyle yaşanan gerginlik, Türkiye’nin “ulusal çıkarları”nın ötesinde ve aslında bloklar arası bir nüfuz savaşı olarak gelişmiştir. Tabii ki, burada Türkiye ABD’nin fedaisidir.

· Lübnan’a yapılan ABD çıkarmasında İncirlik üssü kullanılmıştır.

· Türk dış politikasını yönetenler NATO kararlarına o kadar bağlanmışlardır ki, 1955 yılında Asya-Afrika ülkelerinin isteklerine rağmen, Birleşmiş Milletler’de Fransa’nın sömürgesi olan ve bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir sorununun gündeme alınmaması için oy kullanılmıştır. Bu tavır daha sonra da devam etmiştir.

KÜRESELLEŞEN” DÜNYADA TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASI

80’li yıllarda, Sovyetler Birliği’in gerilemeye başlaması ve dünya üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla beraber ABD’nin önünde bir engel kalmamış, daha önceki dönemlerde var olan kısıtlamalar aşılmıştı. Dünyadaki yeni güç ilişkilerinin biçimlenmesinin başlangıcında, “sosyalist blok”un dağılması bulunur. Böylece ABD’nin geçen yüzyılın başından beri gördüğü rüyası gerçekleşecek; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı sömürgecilerle rekabette geliştirilen “Amerika Amerikalılarındır” politikasının yerini “Dünya Amerikalılarındır” politikası alacaktır. Bu politika, küreselleşme olarak adlandırılır.

ABD önündeki sınırlamaların kalkmasıyla kendini dünyanın jandarması ilan etmiş ve Ortadoğu ve Kafkaslar’da daha saldırgan bir politika izlemeye başlamıştır. Bazen “insan hakları ihlalleri”ni bazen de “terörizmi” bahane ederek, dünyanın başta enerji olmak üzere kaynakları, geçiş yolları ve pazarlarını denetimi altına almak için, dünyanın her kıtasına, özellikle dünya enerji rezervinin önemli bir bölümüne sahip Ortadoğu ve Kafkaslar’a sürekli müdahalelerde bulunmuştur.

ABD’nin bu müdahalelerde koçbaşı rolünü üstlenecek ve taşeronluk yapacak bölge ülkelerine ihtiyacı vardır. Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel kökenlerinin çatışmalarla dolu olduğunu ve her iki tarafın da aslında birbirlerine güvenmediklerini bildiği için, ABD, Ortadoğu’da temel dayanak olarak kendine önceleri İran’ı seçmiştir. Ayrıca Türkiye’deki halk muhalefetinin boyutları ve anti-emperyalist mücadele, ilişkilerin şimdiki gibi açıkça yürütülmesine engel teşkil ediyordu.

İran Devrimi ile ABD bölgede önemli bir müttefikini kaybetmiştir. Çünkü Şah’ın İran’ı, İsrail ile birlikte, ABD’nin bölgedeki jandarma gücünü oluşturuyordu. İran Devrimi ile ABD’nin Asya’nın efendisi olma çabalarında açığa çıkan boşluk, İsrail ve Türkiye ile dolduruldu. Türkiye, öteden beri ABD’nin temel müttefiki olmakla birlikte, bölge açısından ABD tarafından öne sürülmesi, esas olarak İran’da Şahın devrilmesinden sonra olmuştur.

Taşeronluk rolünü üstlenmeden önce, Türkiye’nin ABD’nin stratejisine tamamen bağlanması için başka alanlarda da sonuçları olan ama dış politikayı da doğrudan etkileyen bazı adımlar atıldı.

· 68 Hareketi’yle başlayan, çeşitli evrelerden geçerek gelişen anti-Amerikan, anti-emperyalist mücadele; işbirlikçilerin Amerikancı ve halkların zararına olan bir dış politikayı uygulamalarını zora sokuyordu. Anti-amerikancı, bağımsızlıkçı hareket ’71 ve ’80 darbeleri ile bastırıldı. Böylece ABD ve onun müttefiki İsrail ile olan ilişkililer daha açıktan yürütülmeğe başlandı.

· IMF ve DB’nin isteği ile 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararalarla, görece bağımsız kalmış ekonomi tamamen uluslararası sermayenin ve başta Amerikan sermayesinin talanına açıldı. Borç o noktaya vardı ki, artık ABD’nin izni olmadan ne iç ne de dış politikada adım atılamaz duruma gelindi.

· Türkiye’ye biçtiği rol kavranmadan, ABD’nin, Türk dış politikasının son 40 yılına damgasını vuran ve Türkiye için sürekli sorun olan Kıbrıs sorununun çözümünü niye dayattığı anlaşılamaz. ABD’nin dayattığı çözüm planları, Akdeniz’in kontrolünün gerçekleştirilmesi ve Türkiye’nin, ABD’nin biçtiği misyona uygun bir pozisyonda konumlanması ve ayak bağlarından kurtulmasını amaçladı.

· En son, PKK, daha önce değil de özellikle Irak’ın işgali operasyonundan önce ABD tarafından terörist ilan edildi. ABD’nin attığı bu adımda Türkiye’nin rolünü iyi oynaması için, içteki ayak bağlarından kurtulması ve Irak yolunu gönül rahatlığıyla açması amaçlandı.

Yukarıda da söylendiği gibi, üstlendiği role uygun olarak Türkiye’nin, İsrail’le ilişkilerinde de bir sıçrama yaşandı.

 

Türkiye İsrail ilişkileri

1948 yılında kurulan İsrail devleti, daha başından her şeyiyle ABD’nin tam desteğini alarak varlığını sürdürdü. İsrail’in bölgede ve dünyada giriştiği eylemlerin tamamının arkasında ABD oldu. Ekonomik ve askeri bakımdan tamamen ABD tarafından desteklenen, bölgedeki rolü kendi çıkarlarıyla tam uyumlu ABD çıkarları tarafından belirlenen İsrail’in bütün politikalarını ABD politikası olarak değerlendirmek gerekir. ABD’de büyük güce sahip yahudi mali sermayesi, ABD-İsrail ortaklığı ve uyumunun odağında yer almaktadır.

Türkiye’ye biçilen misyona uygun olarak, 20 yıl öncesinde daha gizli ve alttan yürütülen Türkiye-İsrail ilişkileri, giderek alenen yürütülmeye başlandı. İsrail ve Türkiye karşılıklı büyükelçilikler açtılar. Artık karşılıklı sınai, ticari ve askeri ilişki ve antlaşmalar en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor.

1996 Martı’nda İsrail’i ziyaret eden Demirel’in imzaladığı askeri işbirliği anlaşması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde önemli bir sıçramayı teşkil etmektedir. Bu anlaşma çerçevesinde iki ordu arasında ortak eğitimin yanı sıra ortak tatbikatlar yapılacak, Türk Hava Kuvvetleri’nin 50 adet F-4 uçağı İsrail tarafından modernize edilecektir. İmzalanan askeri anlaşmalar çerçevesinde, bölge ülkelerine göz dağı niteliğinde olan ortak tatbikatlar düzenlenmiştir.

İsrail’e tanınan ayrıcalıklardan biri de Türkiye’nin en verimli ve sulu topraklarında, yani GAP’ta binlerce dönümlük arazinin ABD ile birlikte İsrail’e tahsis edilmesidir.

Cenin katliamını yaptığı dönemde bir milyar dolarlık tank modernizasyon ihalesi İsrail’e verilmiştir. Bu anlaşma, Türkiye’nin düştüğü durumu ve sırtını kime dayadığını göstermek bakımından uzun söze gerek bırakmayacak kadar açıktır.

Koçbaşı görevi üstlenen ve ona uygun bir şekilde konumlanma sürecine giren Türkiye’ye ABD hemen her müdahalede bir rol biçmeye başladı.

Dünya jandarması ABD’nin Somali’de, Bosna’da, Kosova’da emperyalist planları çerçevesinde gerçekleştirdiği müdahalelerde hep Türk birlikleri de görev aldı.

90’lı yıllarda dillerden düşürülmeyen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk Dünyası” söylemiyle Türkiye egemen sınıfları sömürgeci imparatorluk olma hayalleri görürken, Amerika, Türkiye’nin bu ülkelerle olan tarihi ve kültürel ilişkilerini kullanarak eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne yerleşti.

Ortadoğu’da ABD’nin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, Körfez Savaşı sırasında ABD’nin yanında ilk yer alan ülkelerden biri olarak tarihe geçti. BM ambargosunu hemen hiç vakit kaybetmeden ertesi gün devreye sokarak Yumurtalık boru hattının kapattı. Savaş sırasında İncirlik üssünden kalkan ABD uçakları Irak’a bomba yağdırdı. Böylece savaşta Türkiye açıkça ABD’nin yanında yer almış oldu. Savaşın ardından ABD çekiş gücü Türkiye’nin bölge sınırlarına kalıcı bir şekilde yerleşti. Bu savaş ordusuna ülke topraklarında üs verildi. Böylece Türkiye en yakın komşularıyla salt Amerikan çıkarları için düşman olurken, savaştan 100 milyar doları bulan bir kayıpla çıktı. Savaştan sonra ABD bölgeye askeri olarak yerleşti. ABD, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağı olan petrolün bulunduğu bölgeye yerleşmesiyle birlikte, bir yandan bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak ve bir daha koparılmayacak biçimde bölgeye yerleşmek için, diğer yandan da bölgede faaliyet yürüten rakiplerini zayıflatmak, en azından etki alanlarını daraltmak ve bölgede tek güç haline gelmek için sürekli planlar geliştirdi. Bu planlar çerçevesinde 11 Eylül saldırısı bahane edilerek Afganistan’a saldırıldı ve oraya askeri birlikler yerleştirildi. Yine bu planlar çerçevesinde Irak’a saldırılacak ve orada, Amerikalı generallerin açıkladığı gibi, “birkaç on yıl” kalınacaktır. Türkiye, bu planlarda, sürekli vurgulandığı gibi, taşeronluk rolü üstlendi.

Emperyalizm yenilmeye mahkumdur!

Türkiye, halkının çıkarına olan, komşularıyla dost geçinen, komşu ve dünya halklarının haklarına saygılı, barışçı bir dış politika izlemek yerine, ülkeyi yöneten işbirlikçi tekelci sermaye ve politikacılarının elinde, gittikçe daha fazla batağa sürüklenen ve belki de yaratacağı kaos, güvensizlik ve çatışma ortamı onlarca yıl sürecek bir noktaya doğru yuvarlanmaktadır.

Türkiye gericiliğinin, ülkenin “stratejik konumu”nu, ABD emperyalizmi ve uluslararası tekeller yararına kullanma ve taşeron masraflarına eşitlenen “ulusal çıkarlar”ı bu temelde gerçekleştirme yönelimi; ABD saldırganlığının, ülkemizin ve bölge ülkelerinin halklarının aleyhine sonuçlarını daha da ağırlaştırmaktadır. Türkiye’nin stratejik konumunun halklar yararına kullanılması, emekçilerin mücadelesi ile mümkündür. Bu mücadele, başta Türkiye olmak üzere, bütün bölge ülkelerinde yükselip yaygınlaştığı oranda, emperyalist orduların bölgede ve Türkiye toprakları üzerinde imha ve tehdit gücü olarak bulunmaları engellenebilecektir. Bombardıman uçakları buralardan kalkarak halklara ölüm yağdıramayacaktır. Üslerin kapatılmasının, emperyalist dayatmaları içeren tüm anlaşmaların iptal edilmesinin, emperyalist çıkar bekçiliğinin son bulmasının yolu emperyalizme karşı mücadeleden geçmektedir. Bu mücadelenin başarıyla gelişmesi, işbirlikçileri baskı altına alarak, rahat hareket etmelerini engelleyecektir. Türkiye’nin stratejik konumu, halkların kardeşliği ve özgür, eşit ilişkilerini temel alan bir anlayışla değerlendirildiğinde, bütün bir bölgede, emperyalist saldırı savaşlarına karşı da gerçek bir dayanak oluşturacaktır.

Halkların direngen gücü karşısında emperyalizm yenilmeye mahkumdur. Emperyalizm ile ezilenler arasındaki kavganın sonucunu belirleyen tek şey son tahlilde ezilenlerin birliği ve zafere olan inancıdır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara Ünv. S.B.F. Yayınları

Türkiye’nin Dış Politikası, Oral Sander

Türkiye İktisat Tarihi, Korkut Boratav

Görsel Dünya Savaşları Ansiklopedisi

Özgürlük Dünyası; sayı:103-114-117

Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Enver Hoca

Emperyalizm ve Devrim, Enver Hoca

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑