Ocak ayının sonunda dünya egemenleri yine Davos’ta bir araya geldiler. Her yıl mutad Davos toplantılarında “fikir alış verişi” yapanlar, kuşkusuz bazı değişikliklerle, yine toplantı salonlarını ve kulisleri doldurdular. Geçen yıl Türkiye’den Ecevit ve ekibinin arzı endam ettikleri salonlarda bu yıl Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül başta olmak üzere AKP hükümetinin neredeyse tamamı birikti. Ecevit’in koltuğunun altında 25 milyar dolarlık kalın bir özelleştirme dosyası vardı. AKP yöneticileri dosyaların yanına mankenleri ve gösteri gruplarını da ekledi.
Türk medyasında manşetler, “Davos’a Türk çıkarması”na ayrıldı. Oğlunu da beraberinde götüren sosyete gözlüklü T. Erdoğan’ın kürklü ve türbanlı karısıyla karlar üzerindeki gezintileri, Erdoğan’ın panel konuşması ve hitabet gücü kadar işlendi. Hitabetiyle ise herkesi kendisine ve kuşkusuz Türkiye’ye hayran bıraktığı anlatıldı. Soruları pek ustaca yanıtlamıştı. Bu yıl geleneksel balosunu da yapmayan Davos’ta yemeği ve mankenleriyle Türk Gecesi ise ilgi odağı olmuş, spekülatör Soros ve N. Y. Times’ın ünlü dış politika yazarı T. Friedman başta olmak üzere tüm dünya seçkinleri başımıza üşüşmüşlerdi.
Davos üzerinden “muhalif” iç politika yapmanın da sonu yoktu. Kimi Erdoğan’ın karısının türbanını çekiştirdi, kimi gecenin masrafını diline doladı, kimisi de Sarıkamış’ın yerli karlarının ulusallığına yaslanıp Kars ve Ardahan’ın problemleri dururken Davos’a masraflı geziyi suçladı. AKP medyası “Davos’un Türkiye için büyük perestij” olduğunu vurgularken, Erdoğan da eleştirmenleri şizofren olarak niteledi.
Ancak hem yücelticiler hem de eleştiriciler Türkiye’yi ve “doğrusu” ya da yanlışıyla Tayyip Erdoğan ve hükümetini neredeyse Davos’un merkezine yerleştirdi, Davos üzerine heyüla gibi çöken ve başlıca katılımcılarını kaygılara boğan asıl sorunları mercek altına alma yerine; ya türbana ya yemekli geceye ya da kar ve kar üzerinde gezintilere değer verdi. Zaman zaman haberci ve köşe yazarlarının satır aralarında “Davos’un tedirginliği” ve zirvenin kaygıları yer almadı değil; ama bunlar, söz edenleri de dahil, bin bir gece masalları kimseyi avutmaz olunca, kendilerine yer bulabildiler. Hasan Cemal örneğin, baktı ki olmuyor, Davos’u kıskacına alan gerginliğe, “güven” ve güvenlik sorununa, savaşa karşı atmosfere, anti-Amerikan havaya değinen yazılar kaleme aldı. Ancak tüm bunlar Davos’a dair masajı sarsmadı, sarmamasına özen gösterildi. Dezenformasyon (yanlış bilgilendirme, bilgisizlendirme) Davos toplantılarının amacı ve gerçek içeriğinin gizlenmesine yönelik olduğu kadar, toplantılara egemen olan kaygılar ve Davos üzerine çöken ağır havayı koşullayan gerçeklerin şovlara kurban edilmesine yönelikti.
DAVOS PRESTİJ MEKANI MI?
Davos’un bir yönüyle “prestij mekanı” özelliğine sahip olduğu ret edilemez. Ancak Türkiye ya da benzeri bir ülke ve yöneticilerinin prestij mekanı olmadığı da kesindir.
Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu (World Economic Forum – WEF) toplanır. Katılımcıları, WEF üyesi şirketlerle başbakanlar, daha çok ekonomi bakanları, hazine ve merkez bankaları yöneticileridir.
Ancak DAVOS toplantıları, her önüne gelen şirketin katıldığı türden toplantılar değildir. Şirketler bakımından, yalnızca dünyanın kaymağını yiyenler, dolayısıyla dünya ve tek tek ülkelerin ve ekonomilerinin gidişatı üzerinde söz söyleyebilecek olan ve bu hakkı bulunduğu kabul görenler, WEF üyesi olabilir ve Davos’a katılabilir. WEF üyeliği ve Davos’a katılım, şirketlerin sözü edilen nitelikleri taşıyıp taşımadıklarını ölçen koşullara bağlanmıştır. Şirketler iktisadi varlıklardır ve şirketlerin gücünü tanımlayan ölçü, kuşkusuz sermayeleridir, şimdiye kadar ekonomik gücün başka bir ölçütü keşfedilmemiştir.
Şirketlerde WEF üyesi olabilmek için aranan başlıca koşul, yıllık 1 milyar dolarlık ciroya sahip olmaktır. Bankaların ise, 1 milyar dolarlık sermayelerinin olması koşulu aranır. Bu koşullar, bırakalım küçük ve orta büyüklükteki şirketleri, irili-ufaklı tekellerin de dışlanması anlamına gelir. Örneğin Türkiye’den ya da benzeri ülkelerden ülkelerinin ölçülerine göre “dev şirketler” kategorisine giren tekeller Davos’a giremezler.
Bu temel ölçüye uygun olanlar da WEF üyeliği için yıllık 12-15 bin dolarlık bir aidat ödemek durumundadırlar. Üyelerin toplantılara katılma fiyatı ise, 7500 dolardır.
Davos’a dünyanın “en seçkin” şirketleri katılır. Türk Gecesi’ne teşrif ettiği için övünülen Soros benzeri spekülatör parababaları, irikıyım silah ve petrol tekelleri başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında sınai-mali-ticari iş yapan, dolayısıyla çok sayıda ülkede ilişki ve çıkarları olan ve hükümetlerin şu ya da bu politika ve kararlarıyla milyonlarca, milyarlarca dolarlık tatlı kâr vurgunları vurma olanaklarına sahip uluslararası tekeller Davos’un başlıca aktörleridir.
Bir grup katılımcı bunlardır: uluslararası tekeller, sahip ve yöneticileri, emperyalist burjuvazi ve hemen tümü şirket hissedarı olan managerler.
Peki, bunlar niçin, üstelik para ödeyerek bir toplantıya katılırlar? Bir dizi ülkenin, örneğin Türkiye’nin başbakan, bakanlar ve sair yöneticilerinin konuşma yeteneklerini izleyip görmek, pek merak ettikleri düşüncelerinden bir şeyler kapmak için mi? Niçin dünya ülkelerinin devlet yöneticileriyle bir araya gelme peşindedirler? Amaçları nedir?
Tanıma ve kişisel ilişkiler kurma bir amaçtır. Ancak bunlar, asıl amaçların aracıdır. Tanışıklıklar ve kişisel ilişkiler, bir uluslararası şirket söz konusu olduğunda, şirketin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktan başka işe yaramaz. Bir şirketin kârdan, daha fazla ve yüksek oranlı kârdan ve bunun koşullarını yaratmaktan başka amacı ise olamaz. Tüm yatırım ve ticareti, mali oyunları, şirketin izlediği tüm politika ve stratejiler, kâr amacına yöneliktir. Uluslararası şirketler ve temsilcilerini Davos’a getiren de yalnızca bu amaçtır.
Kuşkusuz ülkelerin yöneticileri tanımak, izledikleri ve izleyecekleri politikalara ilişkin bilgi sahibi olmak WEF üyesi şirketlerin ilgi alanına girer. Ancak, hem de en “seçkinleri” bir araya toplandığında, şirketleri, hükümetler ve siyasetçiler karşısında pasif bir pozisyonda varsaymak, yalnızca tanışmak ve bilgi edinmekle yetindiklerini, yetineceklerini düşünmek; sermayeyi ve kapitalizmi, tekellerin egemenliği demek olan emperyalizmi, bu egemenliğin koşullarını hiç anlamamak olur. Üstelik artık örneğin IMF-hükümetler ilişkisini yaşayıp görenler bakımından, WEF ve üyesi tekellerin pasif bilgileniciler olmadıklarını bilmek için derin araştırmalara, teorik incelemelere gerek de bulunmamaktadır. Bu, günlük yaşamın bir bilgisine dönüşmüş ve örneğin okuma-yazması bile olmayan işçi ve emekçiler bakımından anlaşılır olmuştur. Uluslararası tekeller ve kuruluşları, hükümetlerle, yalnızca bilgilenmeye dayanmayan ama en sıradanı iş bağlantısı sağlamak olan, pasif olmayan bir ilişki içindedirler.
Merkez ülkelerinde bu en “seçkin” tekeller hükümetlerle, devletin asıl aygıtı olan sivil ve askeri bürokrasi ile iç içe geçmiş ve bir yönetici “seçkinler zümresi” oluşturmuşlardır: mali oligarşi. ABD örneğinde, Bush’un, Cheney ve istisnasız tüm belli başlı Beyaz Saray, Pentagon, Dışişleri, Hazine vb. yetkililerinin tekellerle kişisel bağlantılarından, şu ya da bu “en sivri” tekellerin hissedarı, yönetim veya denetleme kurulu üyeleri olmalarında, tekellerle devlet yönetiminin kişisel iç içe geçmesi olarak mali oligarşi kolaylıkla görülebilir.
Bu, tekellerle hükümetler arasındaki ilişkinin en gelişkin biçimidir. Ve zaten Davos türü toplantılara katılanlar irili-ufaklı mali oligarklardır. Soros’un yanında C. Powell’i görürsünüz.
Ancak tekellerle hükümetler arasındaki ilişkinin tek biçimi bu değildir. Uluslararası mali sermaye, tarihten gelme ulusal şekillenişler içinde gruplaşmış durumdadır. Uluslararası ilişkileri son derece gelişkindir ve içinde oluştuğu ulusal çerçeveye sığabilen mali sermaye grubu yoktur; ama dünya üzerinde ulusal olan hiçbir şeye yer kalmadığı iddiasındaki küreselleşme çığırtkanlığını yalanlayarak, yaygın uluslararası bağlantılarının yanı sıra, mali sermaye, belirli odaklar halinde merkezilenmiştir: Amerikan, Fransız, Alman, Rus, Çin, Japon ve ikincil olarak Türkiye, Malezya, Arjantin vb. mali sermayeleri gibi. Hangisinin ilişkilerinin nerede başlayıp nerede bittiği pek söylenemeyecek olan bu mali sermaye grupları, hem uluslararası mali sermayenin parçalarını oluştururlar, işçi ve emekçiler, dünya halkları karşısında ortak çıkara sahiptirler hem de çıkarları kendi aralarında farklılaşan merkezler durumundadırlar.
Kendi aralarında bölünmüş uluslararası mali sermayenin, Amerikan, Alman vb. sermayelerinin temsilcileri Davos türü toplantılarda bir araya gelirler. Büyük tekellerin ve hükümetlerin temsilcileri toplanırlar. Benzeri bir toplantı türü, daha da seçkin zevatın bir araya geldiği gizlilik düzeyi yüksek Bilderberg toplantılarıdır. G-7, G-8; küçüklerin dışlandığı yine benzer toplantı türleridir.
Büyük emperyalist ülkelerin G-7 ve G-8 olarak anılan zirve toplantıları, belli başlı mali oligarşi gruplarının iktisadi ve siyasal çıkarlarının uyumlandırılmasına çalışıldığı zemini oluşturur. Kuşkusuz, bunlara, daha özel olarak iki ya da daha fazla mali oligarşi grubunun tekeller ya da hükümetler düzeyinde veya her iki düzeyde birden düzenledikleri kimisi görece süreklilik kazanmış toplantılar ve kurumsallaşmalar da eklenmelidir. Amerikan-İngiliz, Alman-Rus vb. görüşmeleri, ilerlemiş düzeyiyle ve hatta takılan yeni “Fransalmanya” adıyla Fransız-Alman bloklaşması, Avrupa Birliği, NAFTA vb. gibi. Bir araya gelerek kurdukları kurumlar da vardır: BM, IMF, DB, DTÖ vb. gibi.
Farklı bir ilişki türünü ise, “büyükler”le “küçükler”in ilişkisi oluşturur. ABD-Türkiye arasında iktisadi, siyasi, askeri, kültürel vb. alanlara özgü ilişki örneğinde bu türü görüyoruz. Son Irak pazarlığı süreci, bu ilişkinin içeriğini herkes açısından anlaşılır kılmıştır. IMF ile imzalanan stand-by anlaşmaları ve genel olarak IMF-Türkiye ilişkileri, yine bu ilişki türünün geniş kitleler tarafından net biçimde algılanıp kavranmasını sağlamıştır.
Gerek doğrudan hükümetler arası görüşmelerde, gerek IMF, DB gibi özel işlev yüklenmiş mali sermaye kurumlarının hükümetlerle görüşmelerinde, gerek AB, Gümrük Birliği gibi tekelci birliklerle ilişkilerde, gerekse Davos türü toplantılarda büyüklerle büyükler olduğu kadar büyüklerle küçükler de bir araya gelirler. Örneğin ABD, Almanya ve diğer büyüklerin yanı sıra Türkiye, Arjantin gibi ülkeler de IMF üyesidirler. IMF dünya mali sermayesinin bir kurumudur. Ama kim Türkiye mali sermayesinin bu kurum, karar ve uygulamaları üzerinde söz sahibi olduğunu iddia edebilir? Türkiye mali sermayesi, Amerikan ya da Alman mali sermayesi karşısında olduğu gibi IMF karşısında da dayatmalarına uyumlanmaktan başka seçeneğe sahip değildir. IMF, en büyük tekellerin, onların kontrolündeki büyük emperyalist devletlerin, belli başlı mali sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda işler, kararlar alır ve politikalar dikte eder.
Hammadde kaynakları, pazarlar, kaynaklara ve pazarlara ulaşım yolları üzerinde denetim kuran, sayısız fabrika ve işletmelere sahip, üretimi, miktar ve fiyatlarını dikte eden, dev sermayeleri ve borç-kredi olanaklarını kontrolünde tutan ve kuşkusuz büyük emperyalist devletlerin hükümetleriyle kişisel ilişkilerini de kurmuş olan belli başlı mali sermaye grupları; sadece yatırım, fiyatlar, kredi ve borçlar gibi salt iktisadi süreçleri değil, ama en başta iktisadi güçlerine dayanarak, ülke ekonomilerini, giderek politikalarını, toplam olarak ülkeleri denetlerler. Kendi ülke ekonomisini ele geçirmiş, devletinin politikalarını çıkarlarına uygunlaştırmış ve ilişkilerini uluslararası alana yaymış olan tekeller ve mali sermaye gruplarının, asıl çöreklendikleri devletlerin yanı sıra kurdukları uluslararası tekelci kurum ve birliklerin de gücünü kullanarak küçük ülkeleri, iktisadi ve siyasi yaşamlarını, karar mekanizmalarıyla birlikte ele geçirmeye, bu ülkeleri kendilerine bağımlı kılmaya yönelmeyeceklerini beklemek saflık olur. Davos türü toplantılarla bu bağımlılık ilişkileri en üst düzeylerden pekiştirilir. Küçük ülkeler yönetimleri sorguya çekilir, doğrudan ya da dayatmalarla yönlendirilir, belirli kararlar almaya ikna edilir, tersi durumda başlarına gelecekler önlerine konur. Prestijli olanlar büyüklerdir, dev tekeller ve büyük emperyalist devletlerin seçkinleridir; Türkiye gibi ülkelerin “seçkinleri”nin büyükler karşısındaki “prestiji”, kendi iktidarlarının ve ülkelerinin olanaklarının “iyi” pazarlanmasıyla sınırlıdır. Bu pazarlıkların “iyilik” ölçüsü, hiçbir şekilde “ulusal çıkarlar”ın gözetilmesi olamaz, bu olanaksızdır. Pazarlıklar, bağımlılık zemin edinilerek ve dev tekellerin çıkarları esas alınarak yürütülebilir; “iyi” olarak gösterilen, bu pazarlıklarda ülkenin kaynakları ve olanaklarının talana açılması karşılığında alınan “sus payları” ve rüşvetlerdir.
Anlaşılması için, herhangi bir esnaf hatta orta büyüklükte bir işletmenin kredi ilişkisi içinde olduğu bir banka ya da ürünlerini pazarladığı veya girdi olarak kullandığı veya aynı malı ürettikleri bir tekelci işletme karşısında ne denli söz hakkı ve yaptırım gücü olduğu düşünülebilir. Türkiye, Irak saldırısına suç ortaklığı pazarlığında ABD karşısında ya da borç-kredi ilişkisi içinde olduğu IMF karşısında benzer konumunda durmuyor mu? Davos’ta, bir kısmının sermayeleri milli gelirinden fazla olan tekeller karşısında Türkiye’nin eşit ve prestijli bir yer tuttuğu ve tutabileceği düşünülemez.
Nitekim Davos’ta ABD Dışişleri Bakanı Powell’le yaptığı 1,5 saatlik bir görüşme sonrasında Gül, Türkiye’nin Irak istilasına katılma kararını ilk kez resmi olarak açıkladı. Erdoğan da yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi için ellerinden geleni yapacaklarını ilan ederek pek çok şirketin temsilcileriyle “çok verimli” görüşmelerde bulunduklarını belirtti.
Öte yandan, kuşkusuz Davos’a Amerikan ya da Alman vb. mali sermayeleri tek bir kişi tarafından temsil edilerek katılmıyorlar. Orada, büyük emperyalist devletlerin bir çok tekeli ayrı ayrı, kendi özel çıkarlarını savunup gerçekleştirmek üzere temsil ediliyor. Hükümetlerin yetkilileriyle görüşüyorlar, iş bağlantıları yapıyor, belirli rüşvetler karşılığı kolaylıklar sağlıyorlar.
Tüm bunların ötesinde, dünya kapitalist ekonomisinin kaymak tabakası, hükümetlerin temsilcileriyle birlikte; dünyanın ekonomik, sosyal ve onlara kopmazca bağlı siyasal sorunlarını gözden geçiriyor, ortak çıkarlarının gerçekleştirilmesine ilişkin önlemler kararlaştırıyor, farklı mali sermaye grupları arasında uzlaşmalar ve geçici birlikler sağlanmasını da kapsamak üzere, dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasında adımlar atıyorlar. Davos, Bilderberg, G-7 ve G-8 benzeri toplantılarının gündemini bu tür başlıklar oluşturuyor. Ancak bu yıl Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu toplantıları kaygı dolu bir ortamda ve üzerine çöken ağır havayla gerçekleşti.
KORKULAR VE GÜVENSİZLİK
Kaygıları koşullayan belli başlı dört veri, kapitalist dünyayı saran durgunluk ve kriz, krizin küreselleşme politikalarının olumsuz sonuçlarını büyütmesiyle kontrol edilemez hale gelmekte olan emekçi kitlelerin artan hoşnutsuzluğu, ABD’nin Irak istilası dayatması ve kuşkusuz dünyanın yeniden paylaşılmasına ilişkin anlaşmazlıklardan kaynaklanan emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi ve yeni bloklaşma eğilimlerinin belirmesi olarak sıralanabilir. Yarattıkları tedirginlik, korku ve güvensizlik Davos’a damgasını vurdu. Öyle ki, toplantıların gündemini belirledi; Davos’un ana teması olarak seçilen “Güven inşa etmek”ti. Ancak, bunlar, sağından solundan ama bağlantılarından koparılarak Türk medyasında yansımış olsa bile, gölgesinde gerçekleştiği bu tanımlayıcı koşullarıyla gerçek Davos tablosunun çizilmesinden kaçınıldı.
Oysa WEF, Davos’a bu yönüyle hazırlıklı gelmişti. Gallup’a ısmarlanan ve 47 ülkede yapılan anket ve yansıttığı gerçek Davos kulislerini egemenliği altına almış, tartışmalarının da ana konusunu oluşturmuştu: Güvensizlik. Ancak bu güvensizlik, Bush’un yeni “güvenlik” konseptini geliştirirken dayanak edindiği “uluslararası terörizm” karşısında duyulan güvensizlikten temelden farklıydı. Anket sonuçları, en az güven duyulan kamu kuruluşları olduğunu gösteriyordu. Toplantılar başlarken sunulan ve 15 ülkede 15 bin kişiyle görüşülerek hazırlanan WEF araştırma raporu da, aynı yönde sonuçlara işaret ediyordu. Dünya ölçeğinde hükümet yöneticilerine, liderlere olan güven azalmıştı. Bush ve ekibi de güven kaybından kurtulamamıştı. Henüz kapitalist ideolojik çerçeve kırılamamıştı; dünya üzerinde en çok güvenilenler kapitalizmin “yedekleri” olarak “sivil toplum kuruluşları” yöneticileri olurken, onları dini liderler izliyordu. Ancak kapitalizm güvensizlik duygusu yaymakta, uzun yıllardır özlemleri sahte cennet vaadleriyle yönlendirilebilen, muhalefetleri sistem tarafından emilip kanalize edilebilen ezilen kitleleri yedekleme olanakları tüketilmekteydi.
“Liderler”, bu nedenle Davos’ta kendi güvenliklerine aşırı dikkat göstermişlerdi. Davos’ta bu yıl öncesinde hiç olmadık ölçüde güvenlik önlemi alınmıştı. Hasan Cemal anlatıyor:
“Davos bu yıl hem havadan hem karadan kuşatma altında! Dünya Ekonomik Forumu’nu izlemek için 1987’den beri her yıl bu dağ kasabasına geliyorum. Güvenlik önlemlerini hiç bu kadar sıkı görmemiştim.
Davos’un hava sahası uçuşlara kapalı. Belirli caddelerde trafik yasak. Boynunda Forum’un fotoğraflı kimlik kartı yoksa ortaklıkta dolaşman bile güç. Adım başı polis denetimi. Makineli tüfekleriyle devriye gezen İsviçre askerlerine ise bunca yıldır ilk defa rastladım. Herhalde Davoslular için de şaşırtıcı bir durum…
Dünyanın en zengin, en emniyetli ülkelerinin başında gelen İsviçre gibi bir ülkeyi bile terör korkusu ne hallere getirmiş diyebilirsiniz. Evet, kendini güven içinde hissetmeyen, tedirgin bir dünya…
11 Eylül dünyası!
Ekonomiye duyulmayan güven… Küresel kapitalizmi yapan dev şirketlere güvensizlik… Terör ve savaş riskinin tehdit ettiği yarının dünyasına duyulmayan güven…” (Milliyet, 24 Ocak)
“Terör korkusu” edebiyatını bir yana bırakın, Cemal’in de bozuk saat örneği zaman zaman doğruları yazdığını düşünebilirsiniz. Üstelik moda olarak ve kolaylıkla “terör”e eşitlenen ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinden farklı olarak bireysel teröre de, gelir dağılımı dengesizliğinin aşırı bozukluğu ile birlikte yaratılan haksızlık ve dışlanmışlıklar yol açmaz mı? Geleceğe tüm güvenini kaybeden ve örgütlü mücadeleye yatkın olmayan ara katmanlar ani parlamalara zemin oluştururlar. Terör, çoğu kez istihbarat örgütlerince farklı amaçlarla beslenmesinin de ötesinde, en başta kapitalizmin günahıdır!
Önemli olan ise, halkın yaygın ve tamamen gerçeklere dayalı güvensizlik duygusuna yapılan vurgudur: Ekonomiye, dev şirketlere, yarınlara duyulan güvensizlik. Bunun anlamı, kapitalizmin kendisine yeniden ve yeniden güveni üretecek mekanizmalarının, kitleleri en azından merkez (metropol) ülkelerinde kendine bağlayacak kanalların, dolayısıyla beklentiler yaratma araçlarının işlevsizleşmiş ya da işlevsizleşmekte oluşudur. Yalana ve baskıya dayalı olarak ve sömürü emekçilerin elinde bir şey bırakmamacasına sonuna kadar yoğunlaştırılarak varılacak nokta bundan başkası olamaz. Geriye yoğun güvenlik önlemlerine bel bağlamak kalır ki, sonu yoktur. Cemal, emekçi kitlelerin kapitalizmden kopuşlarının yarattığı havayı solumakta ve onu aktarmaktadır. Davos üzerine en başta bu olgunun gölgesi düşmüştür.
DURGUNLUK VE KRİZ
Dünya kapitalizminin içine sürüklendiği durgunluk eğilimi ve kriz, şüphesiz güvensizlik ortamını vareden başlıca kaynaktır.
Japonya on yıldan fazladır durgunluk içindedir ve bir türlü toparlanamamaktadır. Güneydoğu Asya “kaplanları”nı vuran kriz, bölge ülkelerinin belirli bir canlanma eğilimi içine girmelerinin ardından bir süredir yenilenmektedir. İlk dalgası “kaplanlar”ın ardından Rusya’yı vuran kapitalist kriz bu ülkenin ayağa kalkmasını önleyen temel bir faktör olarak zamana yayılmış haliyle ve şiddetinden kaybetmiş olsa da sürmektedir. Latin Amerika sarsılmaktadır. Arjantin çökmüştür, ama diğerleri ondan çok iyi durumda değildir. Bolivya, Kolombiya, Ekvador, Peru, Uruguay, Paraguay çöküntünün eşiğindedir ve yaygın kitle hareketlerine sahne olmaktadır. Balkanlar, Kafkasya azla yetinerek ayakta durmaya çalışıyor. Türkiye’nin hali ortadadır. Devam edilebilir; ancak geri kalan ülkeleri de temellerinden sarsma potansiyelleriyle dünya kapitalizminin asıl ülkelerinin içinde bulundukları durum önemlidir.
Günümüzde tüm ülkelerin az-çok kaymağını yiyen kapitalizmin başlıca ülkesi ABD 2002 yılını durgunluk içinde geçirmiştir. Yüzde 1’in altında “büyüme” rakamları da açıklanmaktadır. Hatta, nüfus değişkeni hesaba katıldığında küçülme yaşandığı bile söylenebilir.
ABD, Enron gibi büyük tekellere bile mezar olmuş, birçok büyük şirket tıkanmayı hileli bilanço oyunları ve spekülatif borsa taktikleriyle de aşamayarak iflastan kurtulamamıştır. Geçen yıl ABD’de şirket birleşmeleri ve yutmalar rekor düzeye ulaşmıştır. İkiz Kuleler’e bağlanan seyahat ve turizm şirketlerinin tıkanıklığı, sağlanan devlet desteğine rağmen, bu sektörde neredeyse ayakta şirket bırakmamıştır. Sadece bu sektörde 10,5 milyon kişi işsiz kalmıştır. “Yeni ekonomi” olarak sunulan bilgi ve elektronik teknolojisine dayalı sektörün dev tekelleri ve hisseleri borsada ciddi değer kaybına uğramış, Microsoft gibi kuruluşlar, ciro ve kârlılıklarına göre sıralamada tekrar eskilerin altına düşmüşlerdir. 2002’de işsizlik oranının yükselerek 5,6’ya ulaşması, bu durgunluğa işaret etmektedir.
Ancak durgunluk büyüklerden sadece ABD’yi vurmuş değil. Japonya’nın krizli durumundan sonra ABD ekonomisinin girdiği durgunluğun Avrupa ekonomilerinin durgunluğuyla tamamlanması, dünya kapitalizminin tıkanıklığına, krizin küresel karakterine işaret etmektedir. Sadece Çin büyümesini sürdürüyor. Dünya ekonomisinin “motoru” durumundaki ABD’deki durgunluktan kuşkusuz etkilenen Avrupa ekonomisinin –yaklaşık üçte birlik büyüklüğüne sahip- “motoru” Alman ekonomisi çoktan 2,8’lik büyüme hedefini aşağıya çekti. Bu, Almanya üzerinden bir canlanma beklentilerinin de fiyaskoyla sonuçlanması anlamına geliyor. Fransa ve diğerlerinin durumları da kötü. ABD’den başlayarak tüm büyük devletlerin silahlanma harcamalarındaki dev büyüme ve savaş sanayi komplekslerine büyük yatırımlar geçici bir canlandırıcı faktördür, ama ancak küçülme patlamalarını önleyebilmekte ve bugünkü durgunluğu garanti edebilmektedir.
Krizin savaşla tırmanacağına ilişkin tahminler ise ürkütücüdür. ABD’nin 2003’te en iyimserlerce ileri sürülebilen yüzde 2,5’luk büyümeyi yakalayabilmesi ihtimalinin Irak saldırısıyla birlikte hayal olabileceği ve hatta yüzde 2 civarında bir küçülmeye götürebileceği düşüncesi kaygıları artırmaktadır. İyimserliğin yanı sıra bilanço oyunları ve menkul kıymetler borsalarındaki hilelerle şişirilerek iyileştirilen bu oranın gerçeğini ise kapitalistler anmaktan bile çekiniyorlar.
Krizin küreselliğinin göstergelerinden işsizlik oranları patlamalı artışlara gebedir, şimdiden ileri noktalara ulaşmıştır. ILO’nun “Global İstihdam Eğilimleri” raporuna göre, dünya ekonomisinde iki yıldır süren yavaşlama nedeniyle, dünya ölçüsünde işsizlerin sayısı 180 milyona ulaşmış, işsizlerin sayısı geçen iki yılda 20 milyon kişi artmıştır. Rakamlar, kuşkusuz kayıtlı işçiler üzerinden verilmekte ve örneğin Türkiye’deki gibi işsizleşen sigortasız milyonlarca işçiyi ve tarımdaki ticaretteki küçük üreticilerin yaygın gizli işsizliği ve iflaslarla işsizleşmelerini dışta tuttuğu gibi; esneklik koşullarında, örneğin part-time çalışabilenleri, ücretsiz izinleri vb. hesaba katmamaktadır. Özellikle esnek çalışma dayatması, düşük ücret/maaş politikası ve hak gaspları (ikramiyelerde, sosyal yardımlarda kesintiler vb.) nedeniyle artan yoksulluk ve açlık sınırında yaşam, kuşkusuz yine küçültülmüş rakamlarla ILO raporuna yansımıştır. Rapor, yüz milyonlarca kişinin de, ancak hayatta kalmalarına yetecek düzeyde para kazanabildiklerini belirtmekte ve global istihdam durumunu “alarm verici” bulmaktadır. Rapora göre, kötü olan 2001 ile karşılaştırıldığında 2002 rakamları vahimdir. Dünyada işsizlik yüzde 5,9’dan 6,5’a yükselmiştir. Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde 2001’de düşen işsizlik oranının 2002’de yüzde 7.6’ya tırmanması ise, felaket habercisi gibidir. Durgunluğun sürmesiyle işsizliğin daha da büyüyeceğini düşünmek için kahin olmak gerekmemektedir.
Bu tablo Davos üzerine gölgesini düşürmüş, “güven inşa edilmesi” tartışmasını tetiklemiştir. Tekellerin yöneticilerinin kendilerini güvende hissetmemeleri boşuna değildir. Dünya nüfusunun hiç de küçük bir bölümünü oluşturmayan açlık sınırında ve üçte birine yaklaşan yoksulluk sınırının altında yaşayanları ve yüz milyonlarca işsiziyle kapitalizmin dünyası emekçi kitlelerin geleceğe güvensizliğini koşulladığı gibi, kapitalistlerin de güvensizlik duyguları ve kaygılarını kamçılamaktadır.
Bu tablo, Chavez’lere, Ekvador ve Brezilya’da sağlam önderlikler altında olmasa bile halkçı başkaldırılara götürmüştür. Arjantin’de fabrikalar işgal edilmiş, Türkiye’de bütün IMF’ci partiler çökmüş, AKP umut görülerek “iktidar”a taşınmıştır. Halkçı patlamaların yayılma ve ciddileşme tehlikesinin önünde şimdilik örgüt eksikliği durmaktadır. Ama nereye kadar?
Üstelik sorunun yalnızca bir dizi tahribatla atlatılabilecek durgunluk ve kriz olmadığını en iyi tekellerin yöneticileri, Davosçular bilmektedir. Durgunluk ve kriz, yıllardır izlenen ve tam bir kutuplaşmaya götüren küresel politikaların yıkıcı sonuçlarını derinleştirmiş, dayanılmaz kılmıştır. Kapitalist küreselleşmenin ürünü olarak zenginliklerin birkaç bin ailenin elindeki dev birikimiyle elinde avucunda bir şey bırakılmayan kitlelerin sefaleti arasındaki uçurum, bir tarafta dolar milyarderlerinin karşılarında da açların birikmesi; yükleri kuşkusuz “alttakiler”in sırtına yıkılan durgunluk ve krizlerle korkulara kaynaklık edecek bir hal almıştır. Nüfusunun en üstteki yüzde 1’i, alttaki yüzde 60’ından daha fazla kazandığı yani nüfusunun yüzde 84’ünü oluşturan milyarlarca insanın, gelirlerin sadece yüzde 16’sını elde edebildiği bir dünya güvenlikli olabilir mi? 29 OECD ülkesinin kalkınma ve bilimsel araştırmalara ayırdığı 520 milyar dolarlık miktar, 30 az gelişmiş ülkenin toplam üretiminden fazlayken, her gün 30 bin çocuk önlenebilir hastalıklardan ölürken, 325 milyon çocuk da fakirlik nedeniyle okula gidemezken ve durgunluk bu kutuplaşmayı büyütürken, Davos’ta toplanan nüfusunun yüzde birinin de yüzde birinin temsilcileri nasıl kaygılanmasınlar? Osman Ulagay kaygılı:
“Beni burada derin bir umutsuzluğa sürükleyen şey de bu yıl çok daha somut bir biçimde algıladığım bir uçurum oldu. Dünyanın dört bir yanında açlıkla, yoksullukla, hastalıkla boğuşan, iş bulamayan ve çaresizlik içinde kıvranan insanların durumlarıyla, onların sorunlarını çözme iddiasındaki insanların, yani Davos seçkinlerinin algılama düzeyi arasındaki dev uçurum.
Davos’ta Peru Devlet Başkanı Alejandro Toledo’yu, Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe Velez’i, Brezilya’nın çiçeği burnunda Başkanı Lula da Silva’yı dinledikten, Afrika kıtasının nasıl bir umutsuzluk çıkmazında bu kez de AIDS’ten kırıldığını bir kez daha dinledikten sonra bir kez de dünyaya hükmetme, küresel düzeni yönlendirme iddiasındakileri dinleyince bu uçurumu, çok daha iyi algılıyor insan. Latin Amerika’da, Afrika’da, Türkiye’de insanların sorunlarına çözüm üretmek için siyasete soyunan, iktidara tırmanan ve dünya sahnesine çıkıp Davos’ta boy gösteren siyasetçilerin karşı karşıya bulunduğu çıkmazı ve çaresizliği de çok daha somut biçimde hissetmek mümkün bu ortamda.” Ve ekliyor, “ABD ve IMF, bunca yılın başarısızlıkları sonrasında Latin Amerika’ya, Türkiye’ye ve başka ülkelere yazdıkları reçetenin yanlış ve eksik olduğunu düşünmek bile istemiyorlar.” (Milliyet, 27 Ocak)
Malezya Başbakanı Mahatir bin Muhammed ise yaygın “korku”yu işleyerek, “aklımızı başımıza toplayıp paradigma değiştirmezsek, geceleri uykularımızı kaçıran korkularımıza her geçen gün yenileri eklenecek” çağrısı yaptığı alkışlanan konuşmasını, korkulardan kurtulmanın çaresine değinerek bitirdi: “Gelişmiş toplumlarda biriken zenginlik, tüm dünyadaki açları ve yoksulları beslemeye fazlasıyla yeter. Paylaşmaya bir yerden başlamalıyız.”
Mahatir’in konuşmasını Milliyet’teki köşesinden aktaran Meral Tamer korkulara ilişkin gözlemini de aktarıyor: “Davos ahalisine bir haller olmuş. Ağırbaşlılığı terk edip, duygularını daha kolay ifade eder hale gelmişler sanki. Mahatir, zenginlerin bencilliğini eleştirdikçe, alkışlar yeri – göğü inletti. Amerikan odaklı, tek merkezli dünyanın toplumlara yoksulluk, acı ve kan getirdiğini vurguladıkça, alkışların dozu daha da arttı.” (29 Ocak)
SAVAŞ DAYATMASI VE EMPERYALİST SAFLAŞMALAR
“Amerikan odaklı tek merkezli dünya” eleştirilerinin alkış alması ve “bu Davoslulara ne olmuş” dedirtmesi, sadece Mahatir’in konuşması ve zengin-yoksul kutuplaşmasına dikkat çekmesi dolayısıyla yaşanmadı. Toplantılar süresince benzer hedefli eleştiriler ve alkışlara sık raslandı.
Yine Tamer’in gözüyle anti-Amerikan hava Davos’a egemen: “Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki toplantılarında bugüne dek görülmemiş bir Amerikan aleyhtarlığı her fırsatta su yüzüne çıkıyor. Anti-Amerikan hava hemen her oturumda öylesine güçlü ki, aynı Davos ekibinin geçen yılki toplantısını, sırf 11 Eylül mağduru ABD ile dayanışma uğruna Newyork’a taşımış olduğuna inanamıyorsunuz.
Evet, Bush yönetimi bir yılda mağdurdan zalime dönüşmeyi mükemmel başarmış. Davos’ta sabahın köründen gece yarılarına kadar süren oturumlarda Amerikan aleyhtarı her cümle, dinleyicilerden müthiş alkış topluyor. Dinleyiciler de sokaktaki adam değil, çok uluslu dev şirketlerin CEO’ları, Harvard, MIT, Yale, Oxford gibi kalburüstü üniversitelerin gözde profesörleri ve üst düzey siyasetçiler (ki bu ahalinin alkış adeti pek de yoktur).” (25 Ocak)
Ulagay da Tamer’le ortak olan gözlemlerini aktarıyor: “Amerika’nın, daha doğrusu Bush yönetiminin dünyaya tek başına hükmetme tavrına karşı yoğun bir tepki var burada. Dünyanın dört bir yanından Davos’a gelen seçkinler arasında ABD’nin tavrına karşı olanlar ezici bir çoğunlukta…” (27 Ocak)
Gözleme H. Cemal de ortak: “Savaş ve Amerika karşıtı havalar esiyor Davos’ta. Değişik toplantı ve panellerde Başkan Bush’a ve Amerikan yönetimine dönük eleştirel soru ve çıkışların alkış aldığı bir ortam uç vermiş durumda… Başbakan Gül’ün Irak konulu panelinde ise ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi ve sıkı Cumhuriyetçi Ricard Haass adeta bombardımana tutuldu, sürekli savunmada kaldı.” (25 Ocak)
Gözlem doğru olmalı. Amerikan emperyalizminin sözcülerinin Irak’a saldırı konusunda bu kadar direttikleri, BM kararını önemsemediklerini açıkladıkları ve Fransa ile Almanya başka olmak üzere tek taraflı Amerikan saldırısına çıkarları gereği karşı çıkanları aşağıladıkları, hatta Almanya’ya karşı “ekonomik ambargo” önlemlerinin sözünün edildiği koşullarda Irak’a saldırı ve ardındaki emperyalistler arası çelişkilerin şiddetlenmesi olgusunun Davos’a güçlü gölgesini düşürmemesi olanaksızdı. Davos ABD’nin savaş dayatmasıyla güçlenen emperyalist çekişmelerin ortasında toplandı.
ABD tıkanan ekonomisinin de zorlamasıyla, ama Irak’ı ve petrollerinin bütününü isteyerek ve ardından daha pek çok şey isteyeceğini, çünkü rakiplerinin “pasta”dan aldığı paylara gözünü diktiğini açıktan göstererek, sadece kendi emperyalist çıkarlarını dayatıyordu. Bir süredir elektronik ve otomotiv ürünleri ihracatının önüne koyduğu engeller ve “yen savaşları” ile Japonya’nın sürüklendiği krizi tetikleyerek, çelik ithalatına konan gümrükleri yükselterek, Hazar petrol konsorsiyumlarından dışlamaya yönelerek, silahlanmaya hız vererek dünyanın ekonomik olarak paylaşımında kendi çıkarlarını dayatmaktaydı. Gücünü kullanıyordu. Ama karşısındakiler de güçtü. Çatışma, petrol ve doğal gazın, enerji ve nakil yollarının tek taraflı ele geçirilmesi yoluyla rakiplerin boğazının sıkılmasına gelip dayandı. Dünya, çatışma tehdidinin yalnızca Irak’a yönelik olduğunu düşünebilirdi; ama gerçeği tekellerin seçkinlerinden daha iyi kimse göremezdi. Dünyanın paylaşılması süreçleri, artık silahların çekildiği koşullarda, işe silahlar karışarak, en azından silahların gölgesinde gelişecekti. Bu, 11 Eylül ve üzerinden geliştirilen yeni “uluslararası terörizme karşı mücadele” adı takılan konseptle birlikte böyleydi. Küresel tüm veri ve argümanlar bu yeni pozisyon alıştan doğrudan etkilenmezlik edemezdi. Öyle oldu.
Eskiden tam bir anlaşma ve uyum içinde, ulusal farkların ve farklılıkların silinmeye yüz tutmasıyla gerçekleştiği propaganda edilen küreselleşme ve dünyanın yeniden yapılandırılmasının, küçükleri ve ezilenleri aldatmaya yönelik bir söylem ama gerçek olmadığını, en yakından, asıl gerçeğin içinde olan büyükler biliyorlardı; ama sert çatışmaların bir süre daha ertelenebileceğini umuluyordu. Afganistan tüm büyük rakipler için gösterge oldu. Şimdi Irak, zorla yeniden paylaşımın ikinci merhalesi olarak, şüphesiz gerginliğe neden olacaktı.
Davos’tan önceki hafta Versailles Sarayı’nda, ABD’nin savaş çığlıkları attığı bir ortamda, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile Alman Başbakanı Gerhard Schröder, Fransız-Alman barışını sağlayan Elysee Anlaşması’nın 40. yılını kutlarken, yeni bir saflaşmayı ilan ettiler. Önemli bir noktada anlaşma halindeydiler: Irak’a tek taraflı Amerikan saldırısına karşıydılar. Ardından Avrupalı 8’lerin Amerikan-İngiliz koalisyonunu destekleyen açıklamaları geldi; AB ciddi biçimde çatladı. Çatlak, Davos sonrası, “Türkiye’nin korunması” tartışmalarında NATO’ya sirayet etti.
Artık dünya anlaşma ve uzlaşmaya dayalı olarak yeniden yapılandırılmıyordu! O nedenle Davos gibi eski uzlaşmaların üzerinden düzenlenmekte olan, eski ilişkilere göre dizayn edilmiş toplantılar ve katılımcılarının üye olduğu WEF gibi “seçkinler klüpleri” tedirgindir, kaygılara gömülmüştür. Yeni pozisyonlar geliştirilmektedir, dünya ölçeğinde yeni saflaşmalar belirmektedir. Bunların kalıcılaşması ve tüm büyüklerin, küçükleri de peşlerinden sürükleyerek yeniden konumlanmaları kuşku yok ki, bir çırpıda olmayacak, zaman alacak ve çeşitli gel-gitleri içerecektir. Ama kısa sürede tedirginliğin yaygınlaşması artık kaçınılmazdır ve hatta çok uzun bir süre geçmeden görülecek ki IMF, DB ve DTÖ gibi kurumlar ciddi işlev kaybına uğrayacaklardır. BM, bugünden bir işlev kaybı yaşamaya başlamıştır. Anti-Amerikan havanın nedeni, yerleşik durumun bozulmasına yönelik Amerikan zorlamasıdır. Bu tekellerin pozisyon ve ilişkilerini de etkilemek üzere uluslararası mali oligarşi gruplaşmalarının yenilenmesini gündeme getirmiştir. Kaygıların ikinci nedeni buradadır. Çünkü büyükler arası yeni yapılanmalar hem kolay değildir; hem de ABD’nin Irak istilasına yönelik tepkilerin büyüklüğü ve yaygınlığının da gösterdiği gibi işin içine silahın girmesinden tedirginlik azami ölçüdedir.
Bu tedirginlik ve kaygıların gölgesinde gerçekleşen Davos’un ateşli tartışmalara sahne olması ve dünyanın kaymağını yemeye alışmış büyük tekellerin temsilcilerinin alkışlı tepkilerinde anlaşılmayacak şey yoktur. Tıpkı bu yılki Davos’un hiçbir küresel sorunu çözme “basireti” gösterememesinde anlaşılmayacak şey olmadığı gibi.