GİRİŞ
Dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD’nin, Körfez Savaşı’ndan bu yana ayakta kalma mücadelesi veren, dünyanın en zayıf devletlerinden Irak’a saldırmak istemesinin sebebi ne? Amerikalı yetkililerin “teknolojik brifingler” eşliğinde ortaya attıkları “kitle imha silahları” iddialarına, Irak’ın ABD’yi ve komşularını “tehdit eden bir ülke” olduğuna inanan pek yok.
Geçtiğimiz yıl sonlarında yapılan bir uluslararası anket, dünya halklarının, saldırının temel sebebini “petrol” olarak gördüğüne işaret ediyor. Onlarca ülkede düzenlenen PEW anketine göre; Rusların yüzde 76’sı, Fransızların yüzde 75’i, Almanların yüzde 54’ü, İngilizlerin yüzde 44’ü, Amerikalıların ise yüzde 22’si, saldırganlığın sebebinin “Irak petrolünü ele geçirmek” olduğu kanısında. Asya, Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde çok daha yüksek olan bu oranlar, herhalde aradan geçen aylar içinde azalmadı; aksine büyük ölçüde arttı.
“Petrol” ifadesiyle; enerji kaynaklarının denetimini merkez alan, ancak ondan ibaret olmayan bir “büyük plan”ın kastedildiğini düşünürsek, halkların önsezisinin kesinlikle doğru olduğunu söylemek gerek.
Ancak bu ifade ile “Irak petrolünü zimmetine geçirmek” anlamında bir “yağma savaşı” kastediliyorsa, eksik ve manipülasyonlara/yönlendirmelere açık bir siyasi dargörüşlülük söz konusu demektir. Batı’daki savaş karşıtı hareketin kimi bileşenlerini “Başkan Bush petrol lobisinin emrinde, o yüzden Irak’ı istiyor” veya “ABD yönetimi, asıl tehdit olan Kuzey Kore’ye değil Irak’a saldırıyor, çünkü Kuzey Kore’de petrol yok” gibi “tez”lere götüren de, bu dargörüşlülük. Emperyalizmin sözcülerinin bu iddialara yanıtı, kitleler üzerinde etkili olabiliyor: “Merak etmeyin, Kuzey Kore’ye de sıra gelecek!” veya “Bill Clinton yönetiminde Irak’a düzenlenen saldırılara ne diyeceksiniz?” gibi…
Bu yazıda; “eli kulağında” görünen Amerikan saldırısının “petrol” konusu ile bağlantısını irdelemeye çalışacağız.
‘YENİ’ YENİ DÜNYA DÜZENİ
11 Eylül’de Amerikan hedeflerine düzenlenen saldırılar, Amerikan emperyalizminin “yeni dönem” politikaları için katalizör işlevi gördü. Washington, bu saldırıları, yükselen rakipleri karşısındaki avantajlı pozisyonunu korumak, rakipleri arasındaki yakınlaşma ve ittifakları dağıtmak, onların kendisine “meydan okuyacak” bir noktaya ulaşmasını engellemek için bir fırsat olarak değerlendirdi.
11 Eylül sonrasında yaşanan uluslararası gelişmeler, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere “eski düzen”de bir ölçüye kadar “regülatör” işlevi gören kurumları dinamitleyen bir “yeni Yeni Dünya Düzeni”nin ilk adımlarıydı. Sovyetler’in çöküşüyle ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nden çok daha kanlı olacağı herkesin malumu olan bu “düzen”in hazırlıkları 11 Eylül’den çok önce başlamıştı. 11 Eylül, planların hayata geçirilmesi için zamanlaması yerinde bir fırsat oldu, o kadar.
ABD Başkanı George W. Bush, Haziran 2002 tarihli konuşmasında, “yeni düzen”in eskisinden farkını şöyle anlatıyor: “Caydırıcılık, yani diğer ülkelere karşı amansız bir misillemede bulunma vaadi, savunacak hiçbir ülkesi veya vatandaşı olmayan terörist şebekeler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Dengesiz diktatörler, kitle imha silahlarını füzelerle fırlatabilir veya onları gizlice terörist müttefiklere verirlerse, yalıtma politikası da mümkün olmaz.”
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in aynı ay içinde yaptığı konuşma da şöyle: “Terörizm ve diğer yükselen 21. yüzyıl tehditlerine karşı kendimizi savunmak için, savaşı düşmanın sahasına taşımalıyız. Bazen en iyi savunma iyi saldırıdır.”
Bu sözler, 1960’lardan itibaren iki emperyalist güç (SSCB ve ABD) arasındaki “dehşet dengesi” üzerine oturan “gerilimli barış”ın iki temel unsuru olan “caydırıcılık” ve “yalıtma” politikalarının artık sona erdiğinin en açık ilanı. Amerikan yönetimi, kendisine “tehdit” olarak gördüğü her ülkeye, örgütlenmeye, hatta bireylere karşı askeri saldırılar düzenleyeceğini böyle ilan ediyor.
Irak veya Afganistan gibi “haydut devlet” statüsü verilmiş devletlerin, yeni dönemde “asıl” hedefler değil, o hedeflerin “çizmeyi aşmasını” engelleyecek “basamaklar” olduğunu, başka bir Amerikan belgesinden öğreniyoruz. 20 Eylül 2002 tarihinde yayınlanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi” bu. Şöyle deniliyor:
“ABD, herhangi bir düşmanın, kendi iradesini ABD ve müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip olacaktır. Kuvvetlerimiz, ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır. Herhangi bir yabancı gücün, ABD’nin 10 yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.”
Amerikan emperyalizminin politikalarına kılavuzluk eden temel belge, herhalde budur. Alıntıda ilk göze çarpan şey, dünya tarihinin gördüğü bu en kanlı emperyalistin “savunma” pozisyonunda olmasıdır. Hedef; Amerikan çıkarlarını ilerletmek değil, rakiplerin bu çıkarlara halel getirmesini önlemek olarak belirlenmiştir.
“Rakip” olarak anılanların; Irak veya Afganistan değil, Fransa ve Almanya, Rusya ve Çin, hatta Japonya gibi güçler olduğunu belirtmeye gerek yok.
Bu anlamda Irak; Amerikan emperyalizmi için bir “temel ulusal çıkar sorunu” (ifade Stratfor’a ait) niteliğindedir. Peki, Irak’ı bu kadar önemli kılan ne?
TEKELCİ KAPİTALİZMİN BUGÜNÜNE BİR BAKIŞ
Lenin, tekeller ve kapitalist devletler arasındaki karmaşık ilişki ve çelişkilerin, uluslararası politik gelişmelerdeki belirleyici niteliğini şöyle vurgular: “Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik, en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir. Bu tekeller, özellikle, bütün hammadde kaynaklarını ellerine geçirdikleri zaman daha sağlam bir manzara arzederler. Uluslararası kapitalist birlikler; rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, onları sözgelimi demir cevherinden, petrol kaynaklarından vb. yoksun bırakmak için [büyük bir çabayla çalışırlar]. Sadece sömürgelere sahip bulunmak durumu, tekellere, rakipleriyle giriştikleri mücadelede çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı garantisini vermektedir; hatta karşı taraf, bir devlet tekeline başvurarak, kendini savunmaya geçtiği zaman da durum aynıdır. Kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği de kendini o kadar hissettirmektedir; rekabetin koşulları o kadar sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o kadar alevlenmekte, sömürgelere sahip olma mücadelesi o kadar amansız olmaktadır.” (Emperyalizm)
Bu saptamanın yapıldığı 1916’dan bu yana, emperyalist tekellerin kontrol ettikleri maddi güç ve devletler ile ilişkileri, akıl almaz boyutlara tırmandı. Buna paralel olarak, “hammadde kaynakları”nı ele geçirme mücadelesi, alabildiğine sertleşti. Bazı veriler aktaralım.
2001 yılı itibarıyla, dünyanın en büyük şirketleri ve ciroları şöyle sıralanıyor:
1. Wal-Mart (ABD) 220 milyar dolar (İsveç’in milli geliri kadar)
2. ExxonMobil (ABD) 191.5 milyar dolar (Türkiye’den daha büyük)
3. General Motors (ABD) 177.2 milyar dolar (Danimarka’dan büyük)
4. Ford (ABD) 162.4 milyar dolar (Polonya’dan büyük)
5. DaimlerChrysler (Almanya) 150 milyar dolar (Norveç’ten büyük)
6. Shell (Hollanda/İngiltere) 149.1 milyar dolar
7. BP (İngiltere) 148 milyar dolar
8. Enron (ABD) 138.7 milyar dolar (Güney Afrika’dan büyük, iflas etti)
9. Mitsubishi (Japonya) 126.6 milyar dolar (Finlandiya’dan büyük)
10. General Electric (ABD) 126 milyar dolar
Bu tablodaki 10 şirketin 6’sı ABD menşelidir. Petrol ve enerji alanında faaliyet yürüten şirket sayısı ise, 4’tür. Bu 4 şirketten 2’si ABD’li, biri İngiliz, biri ise Hollanda/İngiliz ortaklığıdır.
Emperyalist tekellerin sahip olduğu gücü başka verilerle de vurgulayabiliriz:
– Tarihin en büyük 100 şirket yutması ve “birleşmesi”nden 84’ü, 1996-2000 yılları arasında yaşanmıştır.
– 20 yıl önce ABD’nin en büyük 500 şirketi arasında yer alan tekellerin üçte biri, 1990 itibarıyla başkaları tarafından yutulmuştur. Aynı şirketlerin yüzde 40’ı, 1995 itibarıyla başka şirketlerle “birleşmiş”tir.
– Dünyadaki bütün ekonomik faaliyetin dörtte birini, en büyük 200 şirket gerçekleştirmektedir.
– 1970 yılında, uluslararası alanda faaliyet gösteren yaklaşık 7000 şirket bulunuyordu. Bugün bu rakam 60 bine çıkmıştır.
– En büyük 200 şirketin cirosu, dünyanın en yoksul 1.2 milyar insanının toplam yıllık gelirinin 18 katıdır.
– ABD’de, 1897-1972 arasında görev yapan 205 bakanın dörtte üçünden fazlası, daha önce şirket yöneticiliği veya avukatlığı yapmış kişilerdir.
– 1998 yılı itibarıyla, Amerikan tekellerinin lobicilik ve siyasi parti/aday kampanyalarına yaptıkları resmi “bağış”ların toplam tutarı 1.2 milyar doları bulmaktadır.
PETROL VE ORTADOĞU
Şimdi de, doğalgazın “yükselişi”ne rağmen, en önemli enerji kaynağı olma özelliğini koruyan petrolün dünya dağılımına bir göz atalım. Afrika ülkesi Nijerya ve Latin Amerika ülkesi Venezüella dışta tutulduğunda, dünya petrol rezervlerinde ilk 10 ülke, şöyle sıralanıyor:
S. Arabistan 262 milyar varil
Irak 113 milyar varil (potansiyel olarak 250)
Birleşik Arap Emirlikleri 98 milyar varil
Kuveyt 97 milyar varil
İran 90 milyar varil
Rusya 49 milyar varil
Libya 30 milyar varil
Katar 15 milyar varil
Kazakistan 8 milyar varil
Ermenistan 7 milyar varil
Dünyanın tüm petrol rezervlerinin yüzde 74’ü, Ortadoğu bölgesinde bulunmaktadır. Görüldüğü üzere Irak, “işlenmemiş potansiyeli” hesaba katıldığında, dünya birincisi Suudi Arabistan ile başa baş durumda. Irak petrolünün maddi değeri, bugünkü fiyatlarla 3 trilyon doları bulmaktadır.
ABD Dışişleri Bakanlığı, daha 1945’te, Irak petrolünü “olağanüstü bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük maddi armağanlarından biri” olarak niteliyordu.
57 yıl sonra, Haziran 2002’de, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney başkanlığında toplanan Enerji Politika Kurulu, ABD dış politikasının merkezinde “enerji güvenliği”nin yattığını belirterek ekliyordu: “Basra Körfezi, ABD’nin uluslararası enerji politikasında ana odak noktalarından biri olacaktır.”
“Ortadoğu’nun kalbi” olan Irak’ın işgal edilerek bu ülkede bir tür “manda rejimi” tesis edilmesi, sadece Irak’ın değil, bütün bir Basra Körfezi ve Avrasya enerji kaynakları ve rotalarının denetim altına alınması için çok güçlü bir “manivela” sunacaktır. Buna ek olarak; işgalin ardından dört taraftan kuşatılmış bulunan İran (Türkiye, Irak, Afganistan ve Basra Körfezi) ve Suriye gibi “yeni hedefler”in düşürülmesi, kolaylaşacaktır.
SADECE YAĞMA DEĞİL
Ancak ABD’nin Irak’ı işgal etmekte bu kadar ısrarcı ve aceleci olmasının sebebi, “sadece” bunlar değil. Amerikan dergisi Newsweek’in etkili yazarı Ferit Zekeriya, sorunu bundan ibaret görenleri “sıkıştırmak” için şöyle bir soru soruyor: “Saddam’ın, zaten isteyen herkese satmaya hazır olduğu petrolde daha iyi bir anlaşma yapabilmek için, savaşa ve savaş sonrası yeniden yapılanmaya 100 milyar dolar harcamak mantıklı mı?” (Tehlikeli Bir Güven Açığı, 10 Şubat)
Soru, ABD’nin amacının “petrol yağması”ndan ibaret olduğunu düşünenleri köşeye sıkıştırabilir. Ancak daha ötesini görenler için, cevabı da içinde barındırıyor. Ferit Zekeriya, “Saddam’ın petrolü isteyen herkese satmaya hazır olduğunu” ağzından kaçırmaktadır ve ABD açısından “Irak sorunu” tam da budur!
Körfez Savaşı ve ardından gelen korkunç emperyalist ambargo dönemi, Irak halkında ve yönetiminde, Washington’a karşı büyük bir nefret yarattı. Bu nefretin dalga dalga diğer Arap/Ortadoğu ülkelerine yayılması, bölgede tesis edilmiş “Amerikan statükosu”na başlı başına büyük bir tehdit içeriyor. Diğer yandan, Irak petrolünün Saddam rejimi tarafından “isteyen herkese sunulması”nda en dezavantajlı gücün ABD olmasına da sebep oluyor. ABD’nin dayattığı ambargo rejimi, aradan geçen 10 yıl içinde giderek kendisini vurmaya başladı. Çünkü bu 10 yıl boyunca Saddam Hüseyin rejimi gücünü korudu; dahası, Türkiye’nin de aralarında olduğu bölge ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmeye, “can düşman” Suriye ile ittifaka girmeye başladı.
Aynı dönem içinde; başta Rusya ve Fransa olmak üzere “rakip” emperyalist güçler, Amerikan baskısından azade bir biçimde Irak petrolünün “tadına bakmaya” giriştiler.
ABD ambargosu, Amerikan şirketlerinin Irak’a nüfuz etmesini gemlerken; Rus, Fransız, Çin ve Alman şirketleri, bu “en büyük maddi armağan”dan alabildiğince faydalanmaktaydı!
Baskın bir emperyalist gücün, rakiplerine, böylesi kritik bir bölgede bu kadar geniş bir hareket alanı tanıması, ABD’nin “sahneyi terketme sürecine girdiği”ne dair bir başka “alamet” olarak bir kenara kaydedilmelidir. Ve ABD hegemonyası açısından en “alarm verici” durumun bu olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. Bu sebeple olsa gerek; Washington’un muhafazakâr “düşünce kuruluşları”, Bill Clinton dönemi boyunca Irak’a bir an önce saldırı düzenlenmesi gerektiğine dair raporlar hazırlayıp durdular. Bugün, Irak saldırısının 4 yıl önceden planlandığına dair haberlere rastlamak mümkün. Nitekim; 2. Bush koltuğa oturur oturmaz önüne konulan “uluslararası durum” raporlarında, bu konu birinci gündemdi.
PUTİN’İN IRAK POLİTİKASI
ABD’nin bu “tarihi hatası”ndan kimin nasıl yararlandığına bakarken, Rusya’dan başlayalım. Vladimir Putin iktidarı altında Rus petrol sektörü, büyük bir gelişme kaydetti. Bugün Rus şirketleri başlarını kaldırıyor ve “uluslararası sermaye piyasalarına, en son teknolojiye daha iyi erişim” talep ediyorlar. Amerikan gazetesi Washington Post’ta yayınlanan bir makalede, bu gelişimin uluslararası politikaya yansıması şöyle aktarılmış: “Rusya’nın en iyi petrol patronları, uluslararası alanda kabul görmek için bastırıyor. Çünkü bu; on yıllık kapitalist reformlara rağmen, yeniden millileştirme hayaletinin hâlâ dolaştığı iç siyasi ortamın çalkantılarına karşı en iyi güvenceleri olacak. Bu iç belirsizliğin yıllar boyunca süreceği öngörülüyor. Bu nedenle petrol kodamanları için en iyi sigorta, ülkeleri dışında ticari ve siyasi ittifaklar kurmak… Rusya’nın günlük 5 milyon varil petrol ihracatı, Irak’ın bugünkü 4 milyon varillik kapasitesi ile birleşirse, Suudi Arabistan’ın 8 milyon varillik günlük üretimini aşacak ve küresel petrol piyasalarında eşsiz bir istikrar gücü olacaktır.” (Eugene Rumer, 30 Eylül 2002)
Ambargo yıllarının yarattığı bu olasılık, dünya petrol piyasalarının patronunun değişmesi anlamına gelmektedir!
Vladimir Putin iktidara geldiğinde, bir önceki yönetimden “Irak politikası” açısından üç hedefi miras almıştı:
1. Irak hükümetinin Rusya’ya borçlu olduğu 7 milyar doların alınması,
2. Rus petrol şirketleri ve dev tekel GAZPROM’un Irak’ta çıkarlarını genişletmesi, yeni yatırımlara girişmesi,
3. Bu hedeflere ulaşılabilmesi için, Irak’a uygulanan BM ambargosunun kısmen ya da tamamen kaldırılmasının sağlanması.
Diğer taraftan Bağdat yönetimi de, Rusya’nın isteğinin gerçekleşmesi için, ambargonun kaldırılmasını şart koşuyordu. Bağdat, Rusya’ya “elini çabuk tutması” için baskı yapmaktan da kaçınmadı. Örneğin, Irak Petrol Bakanı Yardımcısı Farz el Şubin, geçen yıl, hükümetlerinin “Amerikan petrol şirketlerini yatırıma teşvik ettiğini, ancak ABD hükümetinin bunu engellediğini” söylüyordu (aktaran Robert O. Freedman, Meria, Haziran 2002). Rusya’ya iletilen bu “Sana muhtaç değiliz” mesajı, geçtiğimiz günlerde tekrarlandı: Irak Ticaret Bakanı Mehdi Salih, 10 Şubat tarihinde, “Amerikan ve İngiliz şirketlerinin petrol sahalarımızda faaliyet yürütmesine izin verebiliriz” diyordu (aktaran Evrensel, 12 Şubat 2003). Bu açıklamanın Rus medyasına yapılmasının anlamı ortada!
Rusya ile Irak arasındaki ilişkiler, Washington’un Moskova’ya yönelik baskısı eşliğinde, inişli çıkışlı bir seyir izleyerek bugüne dek geldi. 1990’lı yıllar içinde; Lukoil, Zarubezhneft ve Mashinoimport gibi petrol şirketleri, Irak’ın petrol yataklarında milyarlarca dolarlık işletme haklarını ellerine geçirdiler. Örneğin Lukoil, 1997’de, 15 milyar varil rezervli Batı Kurna sahasını işletme hakkını elde etti.
Sadece 2001’in ilk 10 ayı içinde, Rus tekelleri ile Irak yönetimi arasında imzalanan sözleşme tutarı 1.85 milyar dolardı. Rusya’nın Arap dünyasıyla yaptığı toplam ticaretin yüzde 60’ı, Irak’la idi.
Irak; son olarak Rusya’ya tam 40 milyar dolarlık, uzun vadeli bir ticari paket sunmuş bulunuyor. Rus şirketlerinin iştahını kabartan bu dev pastanın bir karşılığı var ama: Moskova ile Bağdat arasında “stratejik” nitelikte ilişkilerin kurulması. Böyle bir ilişkinin anlamı; Rusya’nın “Irak’ın hamisi” pozisyonu kazanması ve Bağdat’a yönelik her saldırının, “Rusya’ya yapılmış” addedilmesi olacaktır.
Körfez’deki Amerikan yığınağı ve Anglo-Sakson emperyalistlerinin saldırı tehditleri, bu paketi şimdilik rafa kaldırmış bulunuyor. Eğer ABD, saldırıyı başlatır ve hedeflerine ulaşırsa, Rusya’nın “avucunun içine kadar gelen” büyük bir stratejik fırsatı kaçıracağı ortada…
Irak yönetimi, “dost satın alma” taktiğini sadece Rusya’ya karşı izlemiyor elbette. Geçtiğimiz on yıl içinde, TotalFinaElf gibi Fransız tekelleri, Çin ve Alman şirketleri, başta petrol sektörü olmak üzere, Irak’ta milyarlarca dolarlık yatırıma imza attılar. Dahası; Türkiye gibi komşularla yüz milyonlarca dolarlık benzer anlaşmalara imza atıldı:
“Avrupa ve Asyalı petrol şirketleri, son yıllarda Irak ile önemli anlaşmalar yaptılar. Bu anlaşmalar hayata geçirilirse, bu şirketler, en az 50 milyar varil petrol rezervine ve potansiyel olarak günde 4-5 milyon varillik üretime erişim sağlayacaklar. Başka bir tahmine göre, sadece Rus şirketlerinin aldığı ihaleler, 70 milyar varile eşit. Bunun yanı sıra, batıdaki çöllük bölgede araştırma yapmak için de bir dizi sözleşme imzalandı.” (Michael Renner, FPIP, 14 Şubat 2003)
Çin’in Milli Petrol Şirketi, Kuzey Rumeyle rezervlerini işletme hakkını alırken, Fransız TotalFinaElf, 20-30 milyar varil rezerve sahip dev Mecnun yataklarına göz dikmişti.
Irak’ın, kendisini “ticari çıkarlardan oluşan bir kalkan” ile ABD’ye karşı koruma taktiği, Washington’un “rakip” addettiği güçlere, Ortadoğu’da çok önemli mevziler kazandırıyor. Amerikan saldırganlığının temel hedefinin, bu mevzileri ne pahasına olursa olsun geri almak olduğu söylenebilir. Bu nedenle; Saddam Hüseyin’in devrilmesi, başka bir ülkeye sürgüne gitmeyi kabul etmesi vb. gibi bölge gericiliklerinin dört elle sarıldığı aşağılık “seçenekler”, en fazla, Amerikan işgalinin “kanlı mı, kansız mı” olacağını belirleyebilecektir.
Amerikan saldırganlığının en önemli hedefinin, rakiplerinin Irak’ta elde etmiş olduğu mevzileri dağıtmak ve Irak üzerinden Ortadoğu üzerinde tam hakimiyet tesis etmek olduğu görülüyor. Ortadoğu petrol kaynakları ve bu petrolün geçiş rotaları üzerindeki denetimin sağlamlaştırılması, rakiplerin “enerji ihtiyacı”nı ancak ABD’nin icazeti ile karşılayabileceği bir statüko yaratacaktır.
Bu “felaket senaryosu”, Rus petrol devi Zarubezhneft’in başkanı Nikolai Tokarev tarafından şöyle dile getiriliyor: “Amerikalıların Irak’ta bize ihtiyacı var mı? Elbette ki hayır. Eğer Amerikalılar gelirse, Rus şirketleri petrolü sonsuza dek yitirecektir.” (“Petrol Armağanı”, New York Times, 17 Ekim 2002)
Enerji alanında kolu kanadı kırılmış rakiplerin, Amerikan hegemonyasına kafa tutması, beklenemez…
ABD’NİN NEFRET ETTİĞİ BİRLİK
Amerikan saldırganlığının bir diğer unsuru, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ile bağlantılı. Washington’un Irak rezervlerini eline geçirmesi, dünya petrol piyasalarını kendi çıkarlarına göre istediği gibi şekillendirme gücü sunacak. Amerikan mandası altındaki Irak’ın ham petrol üretimini ikiye katlaması, The Economist dergisinin ifadesiyle Irak’ın “Amerika’nın özel benzin istasyonuna dönüştürülmesi” halinde:
a. Petrol fiyatları düşecek,
b. OPEC “belası” tamamen ehlileştirilecek veya yok edilecektir.
Bu iki olası sonucu yakından inceleyelim. Petrol fiyatları, kapitalist ekonomilerin “büyüme” kaydetmesi için kritik önemde. Buna en iyi örneği, Körfez Savaşı oluşturuyor. Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi, uluslararası piyasalarda şok etkisi yaratarak, petrolün varilini fırlatmış, bir süre sonra 33 dolar civarına sabitlemişti (Bugün de aynı noktalarda seyrediyor). ABD’nin korkunç saldırısı, bu fiyatın bir günde 21 dolara inmesine yol açtı. Petrol piyasaları tarihinde görülen bu en büyük değer kaybının, 1990’lar boyunca ABD ekonomisinde görülen “büyük büyüme”nin temel sebeplerinden biri olduğu belirtilir.
10 Şubat tarihli Newsweek’in kapağı, “İş dünyası neden savaş istiyor?” başlığını taşıyordu. Miğfer takmış bir işadamının resmedildiği kapak, emperyalist ekonominin savaştan beslendiğinin en açık itiraflarından biri niteliğinde. Dergiden aktaralım:
“Geçtiğimiz kasım ayında, 3 yatırım bankasından uzmanlar (Goldman Sachs, Deutsche Bank, Salomon Smith Barney) 4 olası savaş senaryosu üzerinden petrol fiyatları, tüketici güveni ve diğer değişkenleri değerlendirdiler. Sonuç: Hızlı bir savaş, ABD ekonomisi için hiç savaş olmamasından daha iyi olacak…
Merkezi Londra’da bulunan Direktörler Enstitüsü adlı kuruluş da, kısa bir savaşın petrol fiyatlarını 20 dolara çekeceğini, borsayı yüzde 5 oranında yükselteceğini ve böylece dünya çapında ekonomiyi iyileştireceğini bildirdi. Kuruluşun raporunda: ‘Ekonomik olarak kısa süreli bir savaş, hiç savaş olmamasından veya Irak rejiminin değişmemesinden daha iyi, çünkü belirsizlik yok olacak’ deniliyor.” Nihayet, Amerikan sermayesinin savaşı dört gözle beklemesinin sebebi vurgulanıyor: “Birçok tahmine göre; mart ayından önce başlayacak hızlı bir savaş, petrol fiyatlarını düşürecek ve haziran ayından itibaren büyük bir küresel iyileşmenin önünü açacak.”
ABD Başkanı Bush’un ekonomik danışmanlarından Larry Lindsey ekliyor: “Irak’ta rejim değişikliği olduğunda, dünya petrol arzına 3-5 milyon varil eklenebilir. Savaşın başarılı bir biçimde yürütülmesi, ekonomi için iyi olacak.” (Aktaran The Economist, 28 Kasım 2002)
Kasalarının dolması için koca bir ülkenin toptan yıkımına, işgaline ihtiyaç duyan bu asalaklar takımı karşısında, Lenin’e başvurmamak elde değil:
“Bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için sömürgelerin ve nüfuz bölgelerinin paylaşılmasında, mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka bir araç var mıdır?” (Emperyalizm)
SADDAM’IN PETROL BOYKOTU
Irak hükümeti tarafından denetlenen Irak petrolü, ABD ve İngiltere açısından başka “sorunlar” da çıkardı. Saddam Hüseyin’in en dikkat çekici hamlesi, Mart 2002’de başlayan 30 günlük “petrol boykotu” idi. Irak hükümeti, Filistin’deki İsrail terörünün zirvesine tırmanması üzerine, petrol ihracatını durdurdu ve bütün OPEC ülkelerini aynı şeyi yapmaya çağırdı. Bu çağrıya tek yanıt veren, o da yarım yamalak, İran, oldu.
Batılı sermaye grupları ve medya, bu hamleyi “zayıf bir girişim” olarak nitelediler, hatta Irak’la alay ettiler. Yazılıp çizilenlere bakılırsa, “petrol ambargoları dönemi geride kalmıştı” ve “OPEC eski gücüne sahip değildi”. Ancak Irak’ın vanaları kapatmasının aynı çevrelerde 1973 ambargosunun hayalini yeniden canlandırdığını görmek için kâhin olmaya gerek yok. OPEC’in gücü azalsın veya artsın, bir ülkenin, ulusal petrolünü Batılı emperyalistlere karşı bir silah olarak kullanmaya girişmesi, rahatsız edici bir “emsal” olabilirdi.
Bu rahatsızlık, Amerikan medyasında “Nasıl yapsak da Arap petrolüne bağımlılıktan kurtulsak” yönlü tartışmalarla kendisini gösterdi. ABD’nin petrol ithalatının günde 15 milyon varil olduğunu ve bu miktarın, Rusya ve Suudi Arabistan’ın toplam üretimine eşit olduğu düşünülürse, bu kaygıların yersiz olmadığı görülecektir. Durumun ne kadar “bıçak sırtında” olduğunu gösteren kısa bir alıntı yapalım: “Dünya petrol piyasaları [bir krize yol açacak kadar] kötü durumda mı? Henüz değil. Dünyada, her gün yaklaşık 7 milyon varil atıl kapasite bulunmakta. Yani Irak, kendi payına düşen 2 milyon varili keserek, tek başına bir kriz yaratamaz. Ama geriye kalan 5 milyon varil de; İran ve Libya’nın toplam üretimine eşit. Bu ülkeler de, ambargoya katılabileceklerini söylediler.” (Paul Krugman, 9 Nisan 2002, New York Times)
Irak’ın “ele geçirilmesi”, Amerikan emperyalizmi açısından bu korkutucu olasılıkları rafa kaldıracak bir çare olarak değerlendiriliyor. Ignacio Ramonet’ten aktaralım:
“Eğer Bush, Irak rezervlerine erişim sağlarsa, dünya petrol piyasalarını tamamen değiştirebilecektir. Irak, Amerikan mandası altında ham petrol üretimini hızla iki katına çıkarabilir ve bu, fiyatları düşürür… Böylece, başka stratejik olasılıkların yolu açılacaktır. Öncelikle, Washington’un nefret etmeyi sevdiği OPEC’e ve üyelerine, özellikle Libya, İran ve Venezüella’ya darbe indirilecektir. Arada; Meksika, Endonezya, Nijerya ve Cezayir gibi dost ülkeler de kaynayacaktır. İkincisi, Irak petrolünün denetimi, ABD’nin Suudi Arabistan ile arasına mesafe koymasını sağlayacaktır. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, (pek de mümkün görünmeyen) bir yeni harita senaryosu dillendirmişti: Suudi Arabistan parçalanır ve petrol zengini Hassa bölgesinde, ABD mandası altında bağımsız bir emirlik kurulur. Suudi petrolünün büyük bir bölümü buradadır ve nüfusun çoğunluğu Şii’dir. Bu anlamda Irak’a karşı savaş, İran’a karşı savaş için bir adım olacaktır… İran’ın petrol rezervleri, ABD’nin, yeni emperyal çağın bu ilk savaşında hesapladığı olağanüstü yağmaya eklenecektir.” (“Köle Devletler”, Le Monde diplomatique, Ekim 2002)
MAKUL BİR SENARYO…
Çeşitli çevreler, Avrupa Birliği’ni de yakından ilgilendiren bir “senaryo”yu da ileri sürmekteler. Bu senaryonun geçerliliğine dair elde bir veri olmadığından, en sona bıraktık. Ancak yine de, kurulan mantık oldukça “makul” ve bu nedenle, bahsetmek gerekiyor. İnternet üzerinde dolaşan bu senaryoya göre, OPEC, uluslararası işlemlerinde ABD Doları’nı bırakıp Euro’ya geçme çalışmaları içindedir. Irak, 2000 yılı sonlarında bu geçişi yapmış ve BM’deki 10 milyar dolar rezerv fonunu Euro’ya çevirmişti. İran’ın da, petrol işlemlerinde benzer bir adımı atmak üzere olduğu belirtiliyor.
OPEC ülkelerinin Euro’yu benimsemesi, “zincirleme” bir etki yaratma gücüne sahip: Petrol ithal eden ülkeler, bu hamle karşısında zorunlu olarak, rezervlerindeki dolarları elden çıkaracak ve Euro’ya geçeceklerdir. Böylesi bir olasılığın sonucu, ABD Doları’nın en az yüzde 20’lik bir devalüasyona uğraması, Amerikan ekonomisinin yüksek enflasyona geçmesi olabilir. Kimi çevreler, bu olasılığın, zaten güç durumda olan Amerikan ekonomisini “yeni bir 1929 krizine sürükleyeceği”ni öne sürmekteler.
Bu senaryo bir tarafa bırakılırsa, ABD’nin, Irak ve bütün bir bölgeyi ateşe atacak “harita” ve “plan”lar hazırlamakta olduğu kuşkusuz görünüyor. “Bir sonraki hedef kim?”, “Irak’ın başına hangi Amerikalı general geçecek?”, “Filistinliler topraklarından sürülecek mi?”, “Suudi Arabistan bölünecek mi?”, “Irak ve Ürdün birleştirilecek mi?”, “İran ve Suriye rejimleri yıkılacak mı?” gibi, gündemde olan soruların her biri tek başına, potansiyel birer saatli bomba.
Ortadoğu’da böylesi bir girişime atılan son ülkeler, İngiltere ve Fransa olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde imzalanan 1916 Skyes-Picot anlaşması, bölgeye 90 yıldır savaş, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmedi. Bölgenin tek bir köşesi yok ki, bu anlaşmanın sonucu olarak çizilen “harita”nın acılarını çekmiyor olsun.
Ancak unutmamak gerek: Skyes-Picot, paradoksal bir biçimde, döneminin bu iki büyük emperyalist gücünün, Ortadoğu topraklarından defedilmesinin koşullarını da hazırlamıştı!