Üniversiteler sorunu ve sorunun önemli bir yönü ve temel bir kaynağı olarak YÖK, önceden çok ayıda yazıda vurgulandığı üzere, sürekli ve yoğun tartışmalara neden olan bir konudur.
1984-92 döneminde Özal ve sonrasında DYP-SHP hükümetlerinin gündeme getirdiği “reform paketleri”, TÜBİTAK’ın 1991’de düzenlediği I. Bilim Şurası, 1994’de TÜSİAD’ın hazırlattığı “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adlı rapor ve ardından gelen hükümetlerin gündeme getirdiği yasa tasarıları düşünüldüğünde, bugün AKP hükümetince ortaya atılan “Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu”, özü itibariyle yıllardan beri uygulanmaya çalışılan neoliberal politikaların devamı niteliğindedir. Özellikle demokrasi, bilimin üzerindeki siyasi müdahalelerin önüne geçilmesi ve yasanın toplumun tüm kesimlerinin görüşleri doğrultusunda şekillenmesi üzerine vurgu yapılan yasa değişikliği tasarısı, YÖK karşısında demokratik bir görüntü verilmeye çalışılsa da, demokratik içerikten yoksun, özgürlük ve özerklik gibi kavramları sermayenin tekeline yönlendiren bir tasarı konumundadır.
Bu yazıda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesindeki yasa taslağının sürekli değişikliklere uğramasını ve yasa tasarısının son şeklini henüz almamış olduğunu göz ardı etmeden, tasarıyı özü itibariyle incelemeye çalışacağız.
YEK’İN DEMOKRASİ ANLAYIŞI
YEK gündeme getirildiği andan itibaren sürekli dillendirilen şey, ilk kez bir yasa tasarısının toplumun tüm kesimlerinin görüşleri alınarak şekillendiği olmuştur. Bu söylemin dayanakları olarak, MEB’in sitesine konulan ve bir karadelik misali yazılanların nereye gittiği, nasıl değerlendirildiği ve yasa tasarısına nasıl yansıdığı bir türlü bilinemeyen bir “Görüşleriniz” bölümüyle öğretim elemanlarının –bir kısmına ulaşıp bir kısmına ulaşmayan- görüş ve önerilerini soran elektronik postalar gösterilmektedir.
Yalnızca buradan bakıldığında bile, üniversitenin temel bileşenleri olan öğrencilerle üniversite çalışanlarının YEK’in demokrasi anlayışında yerlerinin olmadığı görülebilir. Dolayısıyla “demokrasi” iddiasının en azından öğrencilerle üniversite çalışanlarını kapsamadığı ve dışladığı ortadadır. Üniversitenin bu en geniş dayanaklarını, binleri, on binleri dışlayan bir “demokratizm”, kendi içeriğine ilişkin yeterince fikir vericidir. Demokrasi iddiasının dayanakları olarak sunulan bu uygulamalara bir isim konulacaksa, bu, demokratik katılımcılık değil “nabız yoklaması”dır.
Aynı demokrasi anlayışı, YEK’in içerisinde, bileşiminde de varlığını sürdürmektedir. Demokratik katılım ve çoğulculuk üzerinde durulduğu halde, biçimsel olarak bile YEK’in bileşiminin seçilmişlerden çok atanmışların ağırlığıyla oluşması ve üniversite seçimlerinde üniversite çalışanlarının adlarının bile geçmemesi, demokrasi adına açıklanabilir bir durum değildir. Kaldı ki, taslaktaki “eğitim ve öğretim öğrenci odaklıdır, öğrencilerin bu süreçlere etkin katılımı gözetilir” ifadesinin, üniversite yaşamında öğrencilerin yalnızca derslere giriş-çıkışlarıyla anlam bulması; Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu’nun öğrenciye bakış açısını gözler önüne sermektedir. Öğrenci, taslakta, yalnızca edilgen bir varlık olarak üniversite içinde yer alan, tüm kısıtlamalarıyla, yaşam alanı ve söz söyleme hakkı dersliklerle sınırlı kalan bir konuma sokulmuştur. Taslağın ancak “dekan seçimleri” bölümünde öğrencileri matematiksel hesaplamalarla boğuşmaya zorlayacak şekilde bölüm temsilcilerine oy hakkından söz edilmektedir. Bölüm başkanlığı seçimlerinde ve diğer seçimlerde bir bir biçimde öğrencilerden bahsedilmediği düşünüldüğünde, bu maddenin, “aman öğrencileri de bir yere sıkıştıralım, demokratik görünsün!” mantığını yansıttığı açıkça görülebilir.
AKADEMİK ÖZGÜRLÜK
Yasa taslağı boyunca ve taslağı ilişkin tartışmalarda sürekli vurgulanan bir diğer önemli konu “akademik özgürlük”tür. İddia edilene göre, YEK ile birlikte bilimin üzerindeki tüm dış baskılar ortadan kaldırılmakta ve akademisyenlerin özgürce fikir üretmeleri sağlanmaktadır. İddia ve söylem demokrasi ve özgürlük laflarıyla dolu. Ancak YEK’in öngörülen kuruluşu tümünü yalanlamaktadır. “Akademik özgürlük”ün daha ilk adımda yalanlanması; YEK’in, Üniversitelerarası Kurul’un kendi arasından seçeceği iki kat üye içinden cumhurbaşkanının “atayacağı” 10, Bakanlar Kurulu’nca atanan üst düzey devlet görevlilerinden 7, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’ndan 1, Türkiye işçi konfederasyonları ile kamu sendikaları konfederasyonlarından 1 ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden 1 üyenin katılımıyla oluşturulmasıyla gerçekleşmektedir. Taslağa damgasını vuran anlayışa göre üniversitelere akademik özgürlüğü getirecek olan, üniversitelerin kendisi değil ama hükümet, cumhurbaşkanı, sermaye sahipleri ve sendikalardır.
Sorulması gereken soru, akademiyle, akademik özgürlükle örneğin sermayenin, örneğin hükümetin ilgisinin ne olabileceğidir. Sermaye ile bilim, sermaye ile akademi ve bilimsel ve akademik özgürlük ancak çelişir. Sermayenin kendi kâr hırsına dayalı çıkarlarını dayatmaktan kaçınamayacağı, teslim alıcı bir ilişki olan sermayenin, sermaye sahibinin iyi ya da kötü niyetli olmasından da bağımsız olarak, akademiyi, bilimi, artı-değer üretimine, birikime ve onun koşullarının en üst düzeyde yaratılıp geliştirilmesine bağlama ve kendisinin her adımda daha çok eklentisi haline getirme yöneliminden geri duramayacağı açıktır. Sermaye ile ilişkilendiğinde bilime, akademiye, ancak daha yüksek kar elde etme özgürlüğüne bağlanmış bir “özgürlük”ten başkası kalmaz. Hükümetle bilim ve akademi ilişkisinden daha ileri bir özgürlük alanı doğması kuşkusuz olanaksızdır. Siyaseten, atadığı üyeler aracılığıyla hükümetlerin kararlaştıracağı bilim ve akademinin özgürlük alanı baştan sıfırlanmış demektir. Tarım ve hayvancılığın bitirilmesini üstlenen sermayenin bilimsel araştırıcılığı –en azından diğer alanlara yönelik araştırıcılığın “para etmemesi” nedeniyle- konola ve köpek mamasına ilişkin çalışmalarla sınırlaması ya da hükümetlerden gelen “Darvin mi, evrim teorisi mi, bırakın canım” türünden doğrudan müdahaleler akademiye hangi “özgürlük” alanını bırakır. YEK tasarısı, bugüne kadar kuşa döndürülmüş akademik özgürlüğün bütünüyle sıfırlanmasının “akademik özgürlük” olarak sunulması pervasızlığıdır.
Ayrıca, bilimin üzerindeki siyasal müdahalelerin önüne geçeceği söylenen YEK’in asli görevlerinden biri hükümetle üniversitelerin eşgüdümünü sağlamaktır. Anlaşılan, buradaki “siyasal müdahalelerin önüne geçilmesi”nden kastedilen, hükümetin güdümündeki bir yapının siyasal müdahaleye ihtiyaç duymayacağı, dolaysız güdümleneceğidir. Başka bir deyişle; “siyasal müdahalenin önüne”, üniversiteleri doğrudan hükümet politikalarıyla aynı çizgiye getirerek “geçilecektir”! Üniversitelerarası Kurul’un görevlerine baktığımızda, maddelerin çoğunda “…hükümete sunmak”, “…hükümete bildirmek” vb. söylemini görmek bu noktayı daha da açık hale getirmektedir.
Burada üzerinde durulan, yalnızca hükümetten hükümete değişen bir kadro sorunu değil, ama asıl olarak yıllardan beri uygulanmaya çalışılan bilimin sermayenin hizmetinde şekillendirildiği neoliberal eğitim politikalarıdır. Bu doğrultuda sermayenin doğrudan üniversitelerin yönetiminde söz sahibi olmasının akademik özgürlükle nasıl bağdaştırılacağı sorusu can alıcı sorudur.
Akademik özgürlük konusunda bir diğer önemli nokta ise, üyeleri arasında Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nın de birer üyesinin bulunduğu Üniversitelerarası Kurul’un YEK ile birlikte akademik ölçütleri belirlemesidir. Bu doğrultuda oluşturulacak bir Bilim Etiği Kurulu, öğretim elemanlarının uymaları gereken bilim etiği kurallarını ve ilkelerini belirleyecek yapı olarak sunulmaktadır. Böylesi sınırlayıcı bir kurul, özellikle gölgesi altında olduğu Üniversitelerarası Kurul düşünüldüğünde, bilimin özgürce üretiminin önünü açan değil, tersine bilimin belirli kalıplara sokulduğu yer olacaktır.
KURUMSAL ÖZERKLİK
Yasa taslağının özellikle üzerinde durulması gereken bir yönü, taslakta kendisini kurumsal özerklik olarak ifade eden “idari ve mali özerklik” konusudur. Aslında YEK’i, bugüne kadar gündeme getirilmiş Yükseköğretim Kanunu Reform Paketleri’nin bir devamı haline getiren başlıca yönü de burasıdır.
Bu noktada ülkemizde özellikle ’80’lerin ortasından itibaren uygulanmaya çalışılan eğitim politikalarına bakmakta yarar var. 1884-92 döneminde Özal ve daha sonra DYP-SHP Hükümeti’nin gündeme getirdiği “reform paketleri”yle birlikte hayatın her alanında pratiğe geçirilmeye çalışılan neoliberal politikalar eğitim alanını da kapsamaya başlamıştır. Bilimin bütünüyle toplumun hizmetinden çıkarılıp sermayenin çıkarları doğrultusunda üretilmesini amaçlayan bu politika, 1991’de Özal’ın TÜBİTAK’ın düzenlediği 2. Bilim Şurası’ndaki konuşmasıyla ete kemiğe bürünmüştür. Özal; “Araştırıcılarla ekonomik çevreler, üniversiteler ve sanayi arasında zengin bir diyaloğun bulunması ülkemizin geleceği bakımından mutlak bir zarurettir. Bu itibarla bu diyaloğu, araştırmacıyla sanayici arasındaki işbirliğini, araştırıcıların hareket kabiliyetini, yani yer değiştirmesini teşvik edici, artırıcı tedbirler almak zorundayız. Böylece araştırıcı daha aktif olarak bilgilerin kullanıcılara transferine katılmış ve onların uygulamaya konmasına iştirak etmiş olacaktır.” diyerek, üniversitelerin piyasaya açılan kapısını net bir şekilde göstermiştir. Bunu takiben 1994 yılında TÜSİAD; “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adlı raporunda bilimi ve bilim üreten insanı sermayenin döngüsünün çerçevesine sığdırmış ve buradan yola çıkarak, üniversitelerin sermaye ile sürekli iç içe, daha doğru deyişle sermayenin denetiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Eğitime, bu temelde “yatırım” olarak bakılması, bilimin üretilen bir “meta” olarak ele alınması, beraberinde, bu metanın üretim maliyetini de metayı “satın alan”/kullananların ödemesi gerektiği sonucunu getirmiş ve paralı eğitime geçiş yönünde büyük bir adım atılmıştır.
Sonrasında getirilen yasa değişikliği tasarıları da aynı doğrultuda olmuş; üniversiteler, topluma ve kendisine yabancılaştırılıp sermayenin kâr hırsını tatmin etmeye yönelik çalışmaların yürütüldüğü, bu amaca uygun araştırma-geliştirme merkezlerinin kurulduğu, çeşitli şirketlerle kısa ve uzun dönemli sözleşmelerin imzalandığı, şirketlerin eğitim merkezleri haline getirildiği yapılara dönüştürülmüştür. Üniversiteler içerisinde kurulan şirketler, teknokentler, bunun çarpıcı örnekleridir. Bu yönde atılan adımlarla hem öğrenciler ucuz işgücü olarak kullanılır hem de üretilen bilgi doğrudan sermayenin tekeline sunulur hale getirilmiştir. Bu arada, kuşkusuz, “mali özerklik”e, üniversiteleri kendi kaynaklarını kendilerinin yarattığı bir konuma sokan bir tanım yapıştırılmıştır. Durumun ciddiyetini göstermek için, 2000’li yıllarda artık üniversitelerin gelirlerinin yüzde 50’ye yakınını kendilerin yarattıkları kurumlar haline getirildiklerini söylemek yeterli olacaktır. Kaynaklarını sermaye ilişkilerinden sağlayan üniversiteler, doğal olarak sermayeye “sıcak bakmaya” ve bilimi kaynaklarını elde ettikleri bu toplumsal ilişkiye ve ihtiyaçlarına uygun olarak üretmeye başlamış; sermayeyle iyice içli dışlı hal almışlardır.
Bu doğrultuda MEB’in internet sitesinde kullanılan “Söz konusu değişiklik taslağıyla üniversitelerin idari ve mali özerkliğe kavuşmuş olması” ve iddia edildiği üzere “Yıllardır toplumun farklı kesimlerince dile getirilen talebin hayata geçirilmiş olması” ifadeleri, sermayenin talebinin toplumun farklı kesimlerine, sömürülen, ezilen kesimlere ve üniversite çevrelerine pervasızca mal edilmesinden başka bir şey değildir.
Bugün tartışılan yasa tasarısı AKP Hükümeti’nin “acil eylem planı”ndan bağımsız düşünülemeyeceği gibi, bu kadar kısa süre içinde böyle bir yasa tasarısının gündeme getirilebilmesi, onun, yıllardır uygulanmaya çalışılan neoliberal politikaların devamı olduğunun da açık kanıtıdır.
Üniversite Yönetim Kurulu’nun görevlerinden biri olan “Sağlık hizmetleri dışında üniversitelerin araştırma ve geliştirme, teknik danışmanlık, kısa kurslar ve konferanslar dahil gelir elde etmek amacıyla sözleşme karşılığı üreteceği her türlü hizmet ve malın fiyatını, sözleşme hükümleri, serbest piyasa şartları, uluslararası iş ortamı ve kurumun ilgili alandaki rekabet gücünü dikkate alarak tespit etmek” görevini tanımlayan maddesini ele aldığımızda, eğitimin sermayeleştirilmesini çok daha somut bir şekilde görüyoruz. Üniversiteyi tam bir işletme mantığına büründüren bu madde, yasa tasarısının özünü oluşturmaktadır.
Tam da bu noktada kurulmaya çalışılan “Üniversite Sosyal Konseyi”ne önemli bir işlev yüklenmektedir. Üniversite Sosyal Konseyi; üniversite yönetim kurulu, sanayi ve ticaret odaları başkanlarından birer, bağış yapanların arasından rektörün seçeceği üyelerden ve en çok vergi veren mükellefler arasından valilikçe seçilen iki üye gibi üyelerden oluşturuluyor ve danışma ve tavsiyede bulunma işleviyle donatılıyor. Yasa taslağında, yatırımların planlanmasının, üniversitece üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlandırılmasının ve öğrencilere yönelik sosyal ve kültürel etkinliklerin planlanmasının bu konseyin görüşleri dahilinde yapılacağı belirtiliyor. Burada özellikle bağış yapanları düşünecek olursak, “parayı veren düdüğü çalar” mantığı kendisini göstermektedir. Amaç açıktır. Zaten ders müfredatlarıyla sermayeye yönelik ve onun ihtiyaçları çerçevesinde eğitim alan öğrenciler, bir de “sosyal konsey”in düzenlemesiyle sosyal ve kültürel etkinliklerle saldırı altında tutulmaya çalışılarak kımıldayamaz kılınmak istenmektedir.
SONSÖZ OLARAK
YÖK-YEK tartışmaları, bir kısım çevrelerin dile getirdiği gibi, karşıt siyasal grupların çatışmasıyla sınırlı anlaşılamaz. Aksine YEK ile YÖK, üniversitelerin ve bilimin sermayenin hizmetine sunulması ve demokrasi adı altında üniversitelerin temel bileşenlerinin üniversite yönetiminden dışlanması eksenine oturmaktadırlar. İlerleme, bilimin ve üniversitelerin sermayeleştirilmesi ve öğrencilerle çalışanların dışlanmasına dayalı neoliberal eğitim politikası ve bu doğrultudaki kurumlaşmanın derinleşmesi ve pervasızlaşmasındadır.
Evrensel Gençlik Eki’nin 1999 yılında yayımlanan 27. sayısında yer alan ve o günden bu yana bir şeyin değişmediğini belirten makaleden bir parçayla bitirelim:
“Üniversiteye demokrasi getirecek güç, üniversitenin vazgeçilmez unsurları olan öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının birleşik gücüdür. Bu birleşik gücün, kendi talepleri için yürüteceği ortak mücadelenin yaratacağı kültür ve değişimdir. Dolayısıyla üniversite bileşenlerinin ortak hareket etme ve her türden gerici, baskıcı, kısıtlayıcı, yozlaştırıcı saldırı ve kuşatmalara karşı bir mücadele cephesi oluşturma düzeyi ne ise, üniversitede demokrasinin düzeyi de o olacak.”