ABD için sonun başlangıcı

ABD emperyalizminin İngiltere’yi de yanına alarak Irak’a karşı başlatmış olduğu emperyalist saldırı, yeni saflaşmalarla birlikte üçüncü bir dünya savaşını da tetikleyebilecek gerilimleri biriktiriyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünya dengelerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve Sovyet Bloku’nun dağılmasının ardından ABD ve İngiltere’nin çıkarlarının diplomatik düzenleyici aygıtı konumuna dönüşen Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumların bile ayak bağı olarak görülüp bir tarafa itildiği zincirlerinden boşanmış bir emperyalist saldırganlığın dayattığı yeni saflaşmaların işaretleri 11 Eylül’ün hemen ardından kendini çok açık bir biçimde dışa vurmuştu.
Sovyet Bloku’nun dağılıp dönemin ABD Başkanı George Bush tarafından “Yeni Dünya Düzeni”nin (YDD) ilan edilmesi süreci, ABD’nin, batının diğer emperyalistlerini arkasına alarak davranabildiği dönemin de sonunu başlatmıştı. “Sol”un liberal kesimlerinin, “Lenin’in emperyalizm çağında savaşlar kaçınılmazdır” sözünün artık hükmünü yitirdiğini, dünyanın tek kutuplu barış dönemine kapı açan bir küreselleşme sürecine girdiğini iddia ederek destek verdikleri YDD’nin çöküşü, hem Lenin’in emperyalizm tezini harfiyen doğruladı, hem de bugüne kadar ABD’ye iman eden ideologların kafasını fazlasıyla karıştıracak gelişmelere sahne oldu. İçine girilen süreç, dün ortak hareket edenlerin bugün karşı karşıya geldikleri, yeni kutuplaşmaların doğduğu, bu kutuplaşmaların birçok ülkenin iç ve dış siyasetlerini derinden etkilediği bir dönemin kapısını açtı.
11 Eylül’ün ardından “terörle mücadele” doktirini etrafında, dünyayı “ya benden ya da terörden yanasınız” diyerek saflaştırıp, bütün etkinlik alanlarını bunun üzerinden yeniden yapılandırmaya yönelen ABD’nin, bu dizginsiz gidişinin yarın kendilerinin de sonunu getireceğini fark eden diğer emperyalistlerin itirazlarına rağmen Irak’a saldırının düğmesine basması, dünya emperyalist zincirinin halkalarının tümünü etkileyecek bir nitelik taşıyor. Balkan saldırısında ortak hareket ettiği AB’nin patronu Almanya ile Fransa’nın itirazlarının Rusya, Çin, Japonya gibi diğer etkin emperyalistlerin tepkileri ile birleşerek karşısına dikildiğini gören ABD’nin, Irak’a saldırıdan vazgeçerse başlayacağını öngördüğü geri düşüşünü önlemek için attığı adım, onun açısından, önlemeye çalıştığı sonun başlangıcı sayılabilecek bir dönemi de tetiklemiş oldu. Çünkü dünyanın diğer emperyalistleri bu savaşın, Irak’tan çok kendilerini, kendi etkinlik alanlarını hedef aldığını ve yarın Ön Asya’dan Pasifik’e kadar uzanan bir büyük adımın ön adımı olduğunu görüyorlar. Bu bölgedeki pozisyonlarını yitirmek istemeyen Almanya ve Fransa ile birlikte, Amerika’nın kapısına dayandığı Rusya ve gelişmeleri dikkatle izleyen Çin de, altlarındaki zeminde artçı şoklar yaratan depremin farkındalar. Tek tek hiçbiri Amerika ile silahlı bir mücadeleye girebilecek bir silahlı güce sahip olmayan bu güçlerin şu anda kullandıkları tercih, ABD’nin Irak’a dönük saldırısının hiçbir meşruiyeti olmayan bir çıkar savaşı olduğu tezinin yaygınlaştırılması ve bu yolla ABD’nin diplomatik açıdan sıkıştırılarak frenlenmeye çalışılması biçiminde seyrediyor. Amerika ise, elindeki güç yoğunlaşmasını dünyanın kayıtsız şartsız tek patronu olmaya vardıracak bir biçimde kullanırken, geçmişe göre çok daha büyük çaplı bir mayın tarlasının içine girmiş olmanın bütün risklerini taşıyor.
11 Eylül’de ikiz kulelerin vurulduğu New York dahil olmak üzere birçok Amerikan kentine de yayılan kitlesel protestolar, dünyanın her yerinde giderek yaygınlaşıyor. ABD ve İngiltere bu kez, emperyalist rakipleriyle birlikte, kendi halklarını ve dünyanın bütün halklarını daha önce hiç olmadığı kadar karşılarında buldular. 1. Körfez Savaşı sırasında, savaşı “kansız” bir biçimde sunarak gelecek tepkiyi azaltmaya çalışan CNN gibi medya tekellerinin tamamen çöktüğü bir savaş bu. Dünya halkları bu emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaya çalışan medya kurumlarının hiçbirine inanmıyor. Irak’tan yayın yapan Arap televizyonlarının gerek Irak’ın ortaya koyduğu direniş, gerekse ABD ve İngiliz güçlerinin giriştikleri katliamlara ilişkin olarak geçtiği görüntüler, onlarca yıldır hüküm süren bir yalan perdesinin yırtılmasını getiriyor. “Yenilmez” olduğu propaganda edilen Amerikan askerlerinin Arap televizyonları aracılığıyla dünyaya yansıyan çaresizlikleri ve Irak halkının ortaya koyduğu onurlu direniş, bu savaşın sonucu ne olursa olsun, ABD’nin yenilebilir olduğuna dair gerçeğin dünya halkları tarafından fark edilmesine yol açtı. “48 saatte” Bağdat’ı düşüreceğini öne süren Amerika ve ona bağlı propaganda merkezlerinin ortaya attıkları senaryolar, Irak halkının onurlu direnişi karşısında yerle bir oldu. Saddam’a karşı Amerikan birliklerine destek vereceği kesin bir dille propaganda edilen Şiilerin de Amerika’ya karşı savaşması, “kitle imha silahlarından arındırma” demagojisi ile Irak’a giren Amerikan güçlerini “kitle katliamları” yapmadan yol alamayacak bir noktaya kilitledi.
Tüm bu gelişmeler, bu savaşın sonucu ne olursa olsun, ABD açısından sonun başlangıcının da habercisi durumunda. Dünyaya egemen olmak isteyen bir emperyalist gücün dünya halkları gözünde kurmak zorunda olduğu meşruiyetin, bir daha inşa edilmesi kolay kolay mümkün olmayacak bir biçimde ortadan kalktığı gerçeği, bir başka gerçeği de ortaya koymaktadır: ABD bugün artık yalnızca silah zoruyla ayakta duran bir emperyalist güçtür. Ve yaşadıkları işsizlik, hak gaspları gibi birçok gerçeğin ABD’nin patronu olduğu sistemden kaynaklandığı görmeye başlamış olan işçi ve emekçilerin, dünya genelinde savaşın saldırgan güçlerine karşı ortaya koydukları direniş, dünya halklarının emperyalizme karşı direnişinin bundan sonra çok daha büyüyeceği bir döneme girildiğinin de işaretlerini vermektedir. Savaşın kapitalist politikaların ve içinde yaşanılan emperyalist barbarlığın, sosyalizmsiz bir dünyanın kaçınılmaz sonuçları olduğunun görülmeye başlanması, savaşlarla birlikte yeni bir devrimler döneminin potansiyellerini de içinde barındırmaktadır.

SAVAŞ CEPHESİNİN DERİNLEŞEN KAOSU
Savaşın daha ilk on gününde emperyalist cephenin derinleşen bir kaosun içine doğru sürüklendiği görülmektedir. Savaş karşıtı eylemlerin en kitlesel boyutta yaşandığı ülkelerden birisi olan İngiltere’de Blair köşeye sıkışmış durumda. En son teknolojik silahların kullanıldığı saldırılara, 1. Körfez Savaşı’nı fazlasıyla geriden bırakan bombardımana rağmen Irak halkının çetin bir direniş göstermesi, savaşa karşı ciddi bir muhalefetin örgütlendiği İngiltere’de Blair’i her geçen gün daha da köşeye sıkıştırıyor. Bunun ardından emperyalist saldırı koalisyonuna aktif destek veren İspanya’da da iktidar giderek yalnızlaşıyor. Savaş karşıtı gösterilere milyonlarca kişinin katıldığı İspanya’da Başbakan Jose Maria Aznar’ın Halk Partisi (PP) ile koalisyon yapan UNP, emperyalist işgalin yedinci gününe gelindiğinde, bundan sonra muhalefetle birlikte hareket edeceğini açıkladı. UNP, Irak işgalini protesto eylemlerine de katılmaya başladı. Seçimlerde Aznar’ın partisi PP ile ittifak yaparak milletvekili çıkaran UA partisi de parlamentodaki PP grubundan ayrılmayı tartışıyor. UNP ve UA’nın, Aznar’dan desteğini çekmesi durumunda hükümet parlamentodaki salt çoğunluğuna kaybetmiş olacak.
Savaş cephesinde yaşanan kaos, sadece İngiltere ve İspanya değil, emperyalist işgalin başını çeken ABD’de de firelerin yaşanmasına neden oldu. Tam bir katliam şebekesi olarak örgütlenmiş olan Bush yönetimi, savaşın ilk dokuz gününde stratejilerinin çökmesinin diyetini ilk kurbanlarını vererek ödemek zorunda kaldı. Irak’a saldırının Washington’daki en ateşli savunucularından biri olan Pentagon Savunma Politikası Kurulu Başkanı Richard Perle, savaşın dokuzuncu gününde görevinden istifa etti. 1980’lerde nükleer silahların kontrol altına alınmasına karşı çıktığı için “Karanlıklar Prensi” olarak anılan Perle, Irak’ın işgalinin “çok kolay olacağı”nı savunanların başında geliyordu.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ve Yardımcısı Paul Wolfowitz’e çok yakın bir isim olan Perle’nin “kurban edilmesi”, Bush yönetiminde Irak’ın yarattığı ilk çatlak. Bu çatlağın giderek büyümesi de sürpriz olmayacak.

TÜRKİYE YÖNETENLERİ DE KAOSTA
Türkiye açısından da tüm çelişkiler geçerlidir. Amerikan işbirlikçisi medyanın yoğun bombardımanına rağmen, yapılan anketlerin halkın yüzde doksan beşinin savaşa karşı olduğunu göstermesi, ülke içinde yarım asrı aşkın bir süredir yürütülen Amerikancı propagandanın önemli oranda erozyona uğradığının bir işaretidir. Bugüne kadar ABD ile arasındaki ilişkiyi, her zaman Türkiye’nin arkasında olan “stratejik müttefik”le kurulmuş, doğru ve Türkiye’nin çıkarına bir ilişki olarak sunan Amerikancı güçler inanırlılıklarını yitirmiş durumdadır. Türkiye’yi, IMF dahil birçok kurumu da kullanarak savaşa sokmak isteyen Amerika’nın Türkiye ile arasındaki ilişkinin bir sömürü ve çıkar ilişkisi olduğu gerçeği, bugün düne göre çok daha geniş oranda kabul gören bir gerçek haline gelmiştir. Bu giderek yaygınlaşma eğilimi gösteren savaş karşıtı eylemlerin de etkisiyle Amerikancı iktidar güçlerini baskı altına alan bir gerçekliktir. Amerika ile halkın arasına sıkışmış olan işbirlikçi AKP hükümeti, bu baskının yarattığı çatlak nedeniyle tam bir kaos yaşıyor. Halkın gözünde yıpranmamak için ikinci tezkerede AKP’ye açık destek vermeyen generaller de bu kaosu kendi açılarından yaşıyorlar. İkinci tezkerenin Meclis’ten geçirilememesinin ardından Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, hükümetle aynı görüşte olduklarını bildirerek, Türkiye’nin sınırında gerçekleşen bu savaşa kayıtsız kalamayacağını öne sürmesi, “ateşin” artık onların da tutmak zorunda kaldıkları kadar yakıcı hale gelmesinin bir sonucuydu. Bugüne kadar “sadakat” gösterilen Amerika’nın taleplerinin karşılanmamasının kendilerini de Amerika karşısında güç duruma düşürdüğünü gören generaller, dışa bağımlı politikanın doğal bir sonucu olarak üslerin ve hava sahasının Amerika’ya açılmasına önayak oldular. Ancak buna rağmen Genelkurmay’ın da, savaşın ilk gününden itibaren televizyon ekranlarından eksik olmayan emekli generaller kadar “rahat” davranamadığı görülüyor. ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırı konusunda kendi güdümlerinde hareket eden BM’yi bile ayaklar altına alıp, bütün dünyayı karşısına alarak giriştikleri bu saldırının, daha kapsamlı bir savaşın çelişkilerini de içinde barındırdığını gören generaller, şimdi atılacak bir adımın Afganistan kadar kolay olmayacağının farkındalar. Genelkurmay Başkanı Özkök’ü, “Bu savaş, bizim savaşımız değil” demeye iten temel gerçeklerden birisi ABD’nin Kuzey Irak’ın denetlenmesi konusunda Türkiye’ye “mesafeli” durması ise, diğeri de bu savaşın içine gireni boğabilecek kadar riskler içerdiğinin görülmesidir.
Ancak bugüne kadar, bütün bölge politikalarını, Türkiye’nin çıkarlarını ABD’nin çıkarları içinde eritme üzerine kuran generallerin Amerika’ya desteklerinin sınırının nerede biteceği konusunda öngörüde bulunmak yanıltıcı olabilir. Çünkü bu, birçok değişken tarafından belirlenmektedir. Amerika’nın, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki talepleri konusundaki tutumunda olabilecek değişimler, Amerikan ve İngiliz birliklerinin savaştaki pozisyonu ve uluslararası dengelerde görülebilecek kimi değişimler, Genelkurmay Başkanı Özkök’ün “sıkıyönetim düşünmüyoruz” yollu açıklamasından çark edilerek Kuzey Cephesinin bir kara savaşına açılmasına kadar varan ihtimalleri gündeme getirebilir.
Elbette bu noktada içeride gösterilen direnişin düzeyi de belirleyici olacaktır. Ve asıl önemli olan da içinden geçilen dönemin olanaklarından doğru bir biçimde yararlanıp, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin kurulması mücadelesinde mevzilerin güçlendirilmesidir. IMF programların terk edildiği, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerle yapılan ikili anlaşmalara son verildiği bir Türkiye kurabilmenin olanakları bugün düne göre çok daha güçlüdür. Kürt yoksullarının kimlik ve kültür taleplerinin karşılandığı, Kürt sorununun demokratik halkçı bir tarzda çözüldüğü bir Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelişmeleri kendisi için bir tehdit olarak görmeyeceği, ama bunun yerine geleneksel yöntemlerde ısrar edilmesinin, Irak Savaşı sırasında da görüldüğü gibi, Amerikan emperyalizmi ya da başka emperyalistler tarafından bir “koz” olarak kullanılabileceği gerçeği, herkes tarafından daha çıplak bir biçimde görülmüştür.
Bu gerçeklerden hareket eden yaygın bir aydınlatma ve örgütlenme faaliyetinin biricik aracı ise kuşkusuz günlük gazetedir. Emperyalist çıkarlar için savaş çığlıkları atan işbirlikçi medyanın, halkın gözünde itibar erozyonuna uğradığı bir dönemde, halk güçlerinin emperyalizme karşı birleştirilmesinde daha etkili başka bir araç yoktur.

İşgalin ortaya çıkardığı gerçekler

ABD’nin Irak işgali, kendisiyle sınırlı bir harekat olmaktan çıkıp bir yandan emperyalistler arasında yeni kamplaşmaları, bölünmeleri, birleşmeleri, yakınlaşmaları netleştirdi. Ama aynı zamanda, uzun yıllardan beri “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” gibi propaganda bombardımanı altında uyuşturulan, kendilerine güvenleri kaybettirilen, şaşkın ve sessiz bırakılan kitlelerin yeniden toparlanmasına, güçlerini ve seslerini ortaya çıkarmalarına vesile olan bir etki gücü haline geldi.
Öyle oldu ki, uzun zamandan beri sessiz görünen yığınlar, bu harekat vasıtasıyla, hem de bugüne kadar herhangi bir savaş sırasında görülmedik bir biçimde dünya çapında aynı duygu ve eylem etrafında birleştiler. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna aynı sloganlar yankılandı, aynı talepler etrafında birleşildi. Bugüne kadar bundan daha kapsamlı savaş ve işgallere karşı da büyük eylemler, kitle gösterileri olmuştu ama, bir savaşa veya bir işgale karşı dünya çapında böylesine bir birlik, böylesine bir duygu bütünlüğü yakalanamamıştı.  
Öte yandan burjuva ideologların büyük bir yaygarayla piyasaya sürdükleri “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” laflarının nasıl bir palavradan ibaret olduğunu göstermesi yanında, Sovyetler’in kapitalist yola tam olarak girdiğini açıklamasının ardından tek kutuplu dünya ve onun faziletleri üzerine döktürülen incilerin de sonu oldu bu saldırı. Çünkü eğer burjuva ideologların dedikleri gibi olsaydı, Sovyetlerin çöküşünün ardından tek kutup haline dönüştüğü söylenen dünyada bu gün bu saldırının olmaması, emperyalistler arasında bu yeni kamplaşmaların meydana gelmemesi, dünyanın süt liman olması, iddia edildiği gibi “sonsuz barış” döneminde yaşanması ve savaşın esamesinin okunmaması gerekirdi.
Eğer burjuva ideologların dediği gibi olsaydı, bugün dünyada gelir dağılımındaki adaletsizliklerin, hadi temelli düzelmesini bir yana bırakalım, düzelmesi yolunda adım atılması gerekirdi. Ancak son birkaç yıllık gelişmeler bile, bırakın bu yönde adım atılmasını, tersine gelir dağılımındaki adaletsizliğini çok daha büyüdüğünü işaret etmektedir. Kaldı ki, emperyalist kapitalist sistemde bu kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizm, kitlelerin refahını değil, tekellerin kârını esas alan bir sitemdir. Kapitalistlerin kârlarını bırakıp da, kitlelerin refahını, gelir dağılımındaki adaleti sağlamayı düşüneceğini sanmak, tam anlamıyla aptallıktır.
Diğer yandan, dünyanın tek kutuplu olduğu, artık birbirine rakip sistemlerin kalmadığı, emperyalistlerin kendi aralarında anlaşarak, uzlaşarak, birbirlerine ve diğer ülkelere saygı ve kaderlerine rıza göstererek barış içinde, kardeşçe yaşayacağını sanmak da böylesi bir palavraydı. Bunu söylemek, emperyalizmin, tekelleşmenin, tekelleşmedeki yoğunlaşmanın çelişkileri azaltacağını söylemektir ki, tekelleşme, çelişkileri azaltmak bir yana arttırır. Nitekim ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte ortaya çıkan tablo, tam da bunu göstermektedir. Çıkarları sarsılan ya da yeni etki ve nüfuz alanları peşinde koşan, rakiplerinin etki gücünü azaltmak isteyen emperyalistler birbirlerini köşeye sıkıştırmak, kendi cephelerini güçlendirmek için değişik manevralara girişmişlerdir. Bir kez daha, ama bu kez çok daha somut ve çarpıcı biçimde emperyalistler arasındaki çelişkilerin azalmadığı, ama tersine arttığı meydana çıkmıştır. Önümüzdeki süreç açısından değerlendirecek olursak, bu çelişkiler giderek daha da keskinleşecek, emperyalistler güçleri oranında dünyayı paylaşma, hammadde kaynaklarına el koyma mücadelesinde daha sert hamlelere girişeceklerdir.
Bunun en açık ve yakın işareti, Irak saldırısı öncesi yaşanmıştır. Uzun yılların ardından Almanya ve Fransa ilk kez ABD’ye ciddi biçimde kafa tutmuşlar, safları ayrıştırmayı göze alabilmişlerdir. Hatırlanacağı üzere bundan önce pek çok kez görüldüğü gibi, Almanya, Fransa bazı konularda Amerika’yla ayrı düşseler de, bunun yansıması daha çok “mızmızlanma” biçiminde olmuş, ABD sopayı gösterince bu ülkeler seslerini kesmek, ABD politikalarını onaylamak zorunda kalmışlardı. Nitekim ABD’nin 1. Irak saldırısında tam da böyle bir durum yaşanmıştı. Fransa ve Almanya, önceleri Irak saldırısına itiraz etseler, biraz ayak sürümeye çalışsalar da, ABD’nin baskısına kös kös boyun eğmiş, sonunda saldırıyı onaylamak, istemeden de olsa destek vermek zorunda kalmışlardı.
Daha pek çok başka olayda değişik zamanlarda aynı şeyler yaşanmış, tabiri caizse, her itirazdan sonra ABD; Fransa ve Almanya’nın burnunu sürtmüştü. Ama bu kez öyle olmadı. Almanya ve Fransa, ABD karşısında ciddi bir karşı koyuş sergilediler; ABD’nin tehdit ve şantajlarına pabuç bırakmadıkları gibi, geri adım atmadılar. BM’de ağırlıklarını sergilediler. Bu arada, uzun süreden beri yeni kamplaşmalara, açık ve gizli ittifaklara sahne olan dünyada, Almanya, Fransa, Rusya, Çin yakınlaşması, ciddi bir ittifaka dönüştü. Bu dört büyük güç, ABD’ye karşı ortak hareket ettiler.
Peki ne oldu da daha önce ABD’nin baskılarına, tehdit ve şantajlarına boyun eğmek zorunda kalan Almanya ve Fransa, bu kez daha dişli çıktı. Bu sorunun yanıtı tam da emperyalistlerin dünyayı güçleri oranında paylaştığı veya paylaşacağı yanıtında yatmaktadır. Dün ABD ekonomik üstünlüğünün kendisine tanıdığı avantajı diğerlerinin üstünde silah gibi kullanıyor, diğerleri de güçleri oranında davranıyorlardı. Ancak son zamanlarda ABD ekonomisindeki düşüş trendi, yavaşlama, büyüme hızının neredeyse sıfırlara oturması, bütçede tahminlerin çok üstünde açık verilmesi, diğer yandan Almanya ve Fransa’nın ekonomik anlamda güçlenmesi, Avrupa Birliği şemsiyesi altında ABD’ye karşı yeni bir güçle ortaya çıkmaları, Rusya’nın toparlanmaya başlaması, Çin’in büyüyen ekonomisi, hem iç pazarının büyüklüğü, hem de bölgede etkinlik kurma çabaları, Rusya ile Çin yakınlaşması, AB ile Rusya arasındaki yakınlaşma, Almanya ve Fransa’nın bu desteğin verdiği moral ve güçle meseleye asılması, son gelişmelerde etkili olmuştur. Öyleyse, bir kez daha görülmektedir ki, emperyalist kapitalist sistemde sonsuza değin hükümdarlık, sonsuza değin hakimiyet yoktur. Dün güçlü olan bugün zayıflayabilmekte, dün daha güçsüz gözüken yarın güç olabilmektedir. Bu, kapitalizmin eşit olmayan gelişim yasasının işlevselliğidir.
Gelişmeler göstermektedir ki, önümüzdeki dönemde dünyayı çok daha kalın çizgilerle birbirlerinden ayrılmış kamplaşmalar, ittifaklar ve bu kamplar arasında çok daha sert çatışma ve hesaplaşmalar beklemektedir. Bir anlamda denilebilir ki, Irak saldırısı, bölge ve dünya açısından suların durulması, istikrarın sağlanması değil, tersine yeni ve kanlı hesaplaşma sürecinin başlangıç noktasıdır. Denilebilir ki, taşlar yerinden oynamıştır. Ortaya çıkan tabloda bundan böyle kimse konumuna, kaderine razı olmayacaktır. Zaten olması da beklenemez. Ortaya çıkan bir başka gerçek de şudur: ABD, Irak harekatıyla birlikte ciddi ve geriye dönüşü olmayan bir bataklığın içine saplanmıştır. 

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİN KAÇINILMAZ AYRIŞMALARI
Emperyalizm ve kapitalizm açısından hammadde kaynaklarına sahip olmak, bu kaynaklar üzerinde söz sahibi olabilmek ve denetimi altında tutabilmek, temel ve vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bugünkü kapitalist üretim açısından enerji kaynaklarına sahip olabilmek, geleceği güvenceye almanın ifadesidir. Ancak emperyalizm açısından enerji kaynaklarına sahip olmak, kaynaklar üzerinde söz ve denetim hakkını elinde bulundurmak, yalnızca kendisinin ihtiyaçlarıyla sınırlı değildir. Bu durum, rakipleriyle giriştiği rekabet açısından belirleyici bir önem arz eder. Emperyalist ülke ya da tekel, kendisinin ihtiyaçlarını sağlamanın, geleceğini garantiye almasının yanı sıra, rakiplerini bu alanlardan dıştalamaya, hammadde ve pazar alanlarının dışına atmaya, püskürtmeye çalışır. Böylece o, hem bu alanda kendi çıkarlarını garantiye almış olur, hem de enerji veya hammadde kaynakları üstündeki denetimini rakiplerine karşı silah, şantaj ve tehdit aracı olarak kullanır.
Nitekim bugün karşımızda tam da böyle bir durum vardır. Amerika petrol ihtiyacının yüzde 50’ye yakının dışarıdan karşılamaktadır. Önümüzdeki 20 yıl içersinde bu oranın yüzde 70’e ulaşacağı varsayılmaktadır. Ancak bugün dünyanın enerji deposu durumunda bulunan Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkelerinin, İran ve Irak’ı dışta tutarsak, neredeyse tamamında ABD’nin egemenliği ve denetimi vardır. Öyleyse ABD’nin Irak’ı işgalini, sadece kendi ihtiyaçları açısından değil, rakiplerini bu alana sokmamak, enerji sahalarının dışına püskürtmek amacıyla gündemine aldığı ortadadır.
Enerji kaynaklarına sahip olmalarının yanı sıra aynı zamanda bu ülkelerin her biri emperyalist tekeller açısından pazardır. Söz konusu petrol üreticisi ülkelerin alış veriş tabloları incelendiğinde, bu ülkelerin ticaret ağırlığının da ABD ile olduğu görülmektedir. ABD’nin bu ülkelere ödediği petrol paralarını, yine bu ülkelere silah, diğer ticari mamuller satarak kat kat fazlasıyla geri aldığı, pek çoğunu kendisine borçlandırdığı bilinmektedir. Örneğin ABD’li silah şirketlerinin en büyük müşterileri bu bölge ülkeleridir. Bir anlamda bölgedeki bitmek bilmeyen savaşlar, çatışmalar, sürekli gerginlik ortamı, halkaların birbirleriyle dayanışmasının, ortak bir birliktelik oluşturmasının önüne dikilirken, bölge ülkelerinin sürekli silahlanmasını, gelirlerin küçümsenmeyecek bir oranda silaha yatırmasını sağlamaktadır.
Nitekim söz konusu ülkelerin mali tabloları incelendiğinde, onca petrol gelirlerine karşın her birisinin küçümsenmeyecek oranda borçlu olduğu görülmektedir. Aynı zamanda tüm bu ülkelerde, petrol üretimi dışında gelişkin denilebilecek bir sanayileşmenin olmadığı da gerçektir.
Bölge ülkelerinin birbiriyle kavgalı olmasında, İsrail’in de büyük çıkarı vardır. ABD devlet belgelerinde, ABD’nin bölgedeki görevlerinden birinin İsrail’in güvenliğini sağlamak olduğu açıkça belirtilmektedir.
Bugün ABD’nin Irak işgali vasıtasıyla ortaya çıkan tablo, emperyalizmin temel karakteristik özelliklerinin yansımasından başka bir şey değildir. ABD, dünyanın enerji deposu olarak bilinen bölgeye tek başına hakimdir ve bu hakimiyetini daha da pekiştirme, rakiplerine hayat hakkı tanımama peşindedir. Bölgeye sızma, gedikler açma peşinde olan istisnasız tüm rakiplerini bölgeden püskürtmek istemektedir. Oysa rakiplerinin de en az kendisi kadar enerjiye ihtiyacı vardır. Yalnız ihtiyaç değil, bu varlık koşuldur. Nitekim, Japonya, Çin, Almanya, gibi ülkeler petrol ihtiyaçlarının çok büyük bölümünü bu bölgeden karşılamaktadırlar. Dünyanın gelişen bölgesi olan Uzak Asya ülkelerinin enerjiye olan talebi her geçen gün artmakta, önümüzdeki yirmi yıllık dönemde dünyadaki enerjiye olan talep artışının en çoğunun bu bölgeden geleceği hesaplanmaktadır. Oysa enerji deposu durumundaki Arap yarımadası ABD’nin egemenliği altındadır. Yalnız bölge değil, Uzak Asya’ya, Avrupa’ya petrol nakil yolları da ABD’nin denetimi ve kontrolü altındadır. Hem Akdeniz, hem Uzak Asya’ya enerji yolu, Hint Okyanusu, Amerikan deniz kuvvetlerine ait uçak gemileri, deniz filolarının içinde yer aldığı 6., 7. ve 8. deniz filoları tarafından denetlenmektedir.
Ayrıca bölge ABD orduları, ABD üsleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Umman’dan Bahreyn’e, Katar’dan Kuveyt’e, Suudi Arabistan’dan Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar hepsinde ABD ordusunun deniz, kara ve hava üsleri bulunmaktadır. Son Afganistan işgali ile ABD, bölgenin kuzey doğusunda stratejik açıdan son derece önemli bir yeri ele geçirmiştir. Böylece ABD bir yandan Çin ile Rusya arasına girer, aynı zamanda Hint okyanusuna karadan da yaklaşırken, aynı zamanda İran ve Irak’ı bir başka noktadan sıkıştırma, petrol bölgesini üst taraftan kuşatma olanağı yakalamış, Rusya Federasyonu’na bağlı ülkelere sarkma, ortalığı karıştırma şansını elde etmiştir.
Bir eli Arap yarımadasında olan ABD’nin diğer eli Hazar petrollerindedir. Burada denetimi elde etmek için yoğun bir faaliyet içersindedir. Bu petrollerin işletilmesinde son dönemde Amerikan petrol şirketleri önemli mevziler kazanmışlardır. Aynı şekilde İngiliz petrol şirketleri de bölgede etkindir. ABD burada Rusya’yı devre dışı bırakmaya çalışmaktadır
Dolayısıyla, Çin’den Japonya’ya, Almanya’dan Fransa’ya kadar pek çok rakip emperyalist ülke ABD’nin baskı, tehdit ve şantajı altındadır. Bu durum, ABD’nin rakipleri tarafından sonsuza değin kabullenilecek bir şey değildir. Kaldı ki, ABD’nin eğer Irak’ı işgal etmeyi başarırsa, sonraki hedeflerinin İran, Suriye ve Hazar petrolleri olduğu bilinmekte, bu durum bizzat ABD devlet yetkilileri tarafından açıkça söylenmektedir.
Durum son derece açıktır: ABD’nin rakibi diğer emperyalistler sonsuza değin ABD’nin eline bakmayı, kaderlerini ABD’ye bağlamayı asla kabul etmeyecekler, enerji kaynakları üzerindeki kavga sürecektir. Öyleyse, Irak işgali bölgede bir devrin sonu, taşların yerine oturması, bölgede barışın sağlanmasının değil, tersine çok daha büyük yeni savaşların, bölgesel çatışmaların ve gelecekte yeni bir dünya savaşının habercisidir.
Kısaca söylemek gerekirse, emperyalizm, emperyalist egemenlik ve iktidar mücadelesi, dünyayı, halkları kanlı ve büyüyecek savaşın dehşetine sürüklemektedir.

KİTLELERİN UYANIŞI
Bu işgal, emperyalistler arasında it dalaşını kızıştırmanın, kamplaşmaları, bölünme ve birlikleri netleştirmesinin yanı sıra, tüm dünyayı kapsayacak biçimde halkların öfkesini de ABD üzerinde toplamasına, milyonlarca insanın ayağa kalmasına yol açtı. Amerika’dan, İngiltere’ye, Almanya’dan Fransa’ya, İspanya’dan Ürdün’e, Hindistan’dan Pakistan’a, Filipinlerden Japonya’ya kadar milyonlarca insan sokaklara döküldü. Son yılların en kapsamlı ve yığınsal eylemleri gerçekleşti. Bu eylemeler, “ya devrimler savaşı önler, ya savaşlar devrime yol açar” sözünü doğrulayacak türden eylemler olarak dikkat çekicidir. Hiç şüphesiz, bu eylemlerden yola çıkarak, dünyada devrimci ayaklanmaların başladığını, bu eylemlerin ayaklanmalar olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz. Ancak, ABD’nin bu işgalinin, uzun bir süreden beri genel bir durgunluk içinde olan kitleleri harekete geçirdiği, kitlesel eylemlere yol açtığı da bir gerçektir.
Sovyet Birliği’nin çökmesi, yöneticilerinin kapitalist yola girdiklerini açıkça ilan etmeleri, burjuvazinin bunu “kapitalizmin zaferi” olarak büyük bir yaygarayla sunmaları ve sosyalizmin yenilgisi olarak ilan etmeleri; ezilen yığınlar açısından son derece büyük bir moral bozukluğunun vesilesi oldu.
Burjuvazi bu durumu, son derece bilinçli bir biçimde kapitalizm lehine propaganda kampanyasına dönüştürdü. Ardı sıra “yeni dünya düzeni”, “küreselleşme” vb. türünden, kapitalizmin makyajlanmasından, bir başka deyişle aynı eşeğin boyanıp piyasaya sürülmesinden başka bir şey olmayan slogan ve içi boş uyduruk kavramlarla yığınların şaşkınlık hali arttırıldı. Emperyalist kapitalist sistemin, kadiri mutlak bir sistem olduğu, başka hiçbir alternatifinin bulunmadığı vaaz edildi.
Bu kulakları sağır eden propaganda tek bir şeye odaklanmış, kitlelerin kafasına tek bir şey sokulmaya uğraşılıyordu: “Benden başka bir seçeneğiniz yok. Ben yenilmezim. Kaderinize razı olun. Verdiklerimle yetinin. Halinize şükredin.”   
Bu propaganda altında emekçi yığınlar burjuvazinin en ağır saldırılarına uğradılar. Tüm dünya çapında işçi sınıfı ve emekçi halkların yıllarca dövüşerek kazandıkları hak ve özgürlükler bir bir gasp edilmeye başlandı. Reel ücretlerin düşürülmesinden, sendika, toplu sözleşme hakkının fiili olarak devreden çıkarılmasına, esnek çalışmanın, kuralsızlığın dayatılmasından 8 saatlik iş gününün fiili olarak yok edilmesine kadar bir dizi saldırı gerçekleştirildi.
Aptallaştırıcı propagandanın kulakları sağır eden gürültüsü arasında, burjuvazi adeta intikam alırcasına, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı saldırıya geçti.
ABD’nin Irak işgali vesilesiyle ortaya çıkan tüm dünyayı kaplayan bu kitlesel eylemlerin arka planında, yığınların buradan gelen öfkesinin hesaba katılması gerekir. Çünkü dünyada bir savaşa, bir ilhak girişimine karşı bundan önce de pek çok ve kitlesel, milyonların katıldığı eylemler olmuştur. Ancak bütün dünyayı kaplayacak biçimde, bütün dünya halklarının aynı duygu ve talep etrafında bir işgale karşı birleşmesi bu olayda olmaktadır.
O zaman tüm dünyayı kaplayan, halkları aynı duygu ve düşünceler etrafında birleştiren eylemlerin ortak paydasını sadece bu son derece haksız işgalde, ABD’nin fütursuzluğunda, aramak yetmez. Elbette tüm bu sayılanların bu eylemlerde dolaysız etkisi olmuştur ancak, bunda, yığınların yıllardan beri kapitalizme, emperyalizme, üzerlerinde uygulanan yağmaya, talana, keyfiyete karşı birikimlerinin de dolaysız bir etkisinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Hele hele, Irak halkının onurlu direnişiyle, yıllardan beri kafalara kazınmaya çalışılan, yıkılmaz, sarsılmaz emperyalizmin, o kadar da güçlü ve sarsılmaz olmadığının meydana çıkmasıyla, yığınlar kaybolan kendine güvenlerini yeniden kazanmakta, kapitalizmin işi iyice güçleşmektedir.
Denilebilir ki, “cin şişeden çıkmıştır”. Kolay kolay girmeyecektir. Bundan sonra düşünmesi gereken emperyalist kapitalist haydutlardır.

İŞGALDE TÜRKİYE’NİN DURUMU
Türkiye-ABD ilişkileri üzerinden yapılan “stratejik ortak” tanımı bile aslında bu ilişkinin boyutları hakkında kesin bir fikir vermek için yeterlidir. Üstelik bu tanım, resmi bir devlet politikası olarak nitelenmektedir.
Yazılı ve görsel basında köşe yazarı, yorumcu vb. adlar altında Amerikan misyoneri gibi çalışanlar tarafından, bu tanım, büyük bir övünç meselesi olarak anlatılmaktadır. Türkiye-ABD ilişkileri birazcık akortsuzlaşmaya başlayınca, hükümetler gelen talep ve emirler karşısında bir anlık tereddüde düşünce, bu söz konusu Amerikancı çevreler, “stratejik ortaklık” tanımını bir tehdit ve şantaj aracı olarak piyasaya sürmektedirler. Onlara göre, Türkiye bu tanımın gerekliliklerini yerine getirmelidir. Yani ABD’nin istek ve emirlerine kayıtsız şartsız uymalı, isteneni yapmalı, hatta tıpkı Özal gibi “leb demeden leblebiyi” anlamalıdır.
Stratejik ortaklıktan onlara göre anlaşılması gereken, Amerikanın çıkarları için savaşmak demektir. ABD, Kore’yi mi işgal ediyor, stratejik ortağın görevi Kore’ye asker göndermek, ABD için savaşmaktır. ABD; Somali petrollerine el koymak mı istiyor, Türkiye derhal Somali’ye asker göndermeli, yoksul ve açlıktan kıvranan Somali halkını kurşuna dizmelidir. ABD çıkarı Yugoslavya’nın parçalanmasını, Orta Avrupa’da üs edinmeyi mi gerektiriyor, Türkiye derhal Bosna’ya asker göndermelidir. ABD; Afganistan’ı mı işgal ediyor, Türkiye en önde gitmeli, hatta işgal güçlerinin komutanlığını almalıdır. Ve ABD enerji kaynaklarına el koymak, Irak halkının olan petrol ve doğalgaz yataklarını gasp etmek mi istiyor, Türkiye derhal ABD’nin yanında yer almalıdır. Nitekim sürekli böyle olmuş, Türkiye ABD’nin emir eri durumuna düşmüştür.
Kaldı ki, “stratejik ortaklık” lafının kendisi bile, başlı başına insanları aldatmak için uydurulmuş bir sözcükten başka bir şey değildir. Sözcüklerin, kavramların ne olduğunu anlamak, gerçek içeriğini kavramak için parlak cilasının kazınıp altında yatanın görülmesi gerekir.
Şu soruya yanıt aramak bile meselenin anlaşılmasına basitçe katkıda bulunabilir: Amerika gibi büyük bir emperyalist ülke ile ona gırtlağına kadar borçlu Türkiye arasında nasıl bir ortaklık olabilir? Amerika böyle bir ortaklığa neden ihtiyaç duyar? Birinin alacaklı, ötekinin donuna kadar borçlu olduğu, borçlunun alacaklıya karşı elinde ne var ne yok ipotek verdiği koşullarda hangi ortaklıktan bahsedilebilir?
En azından ortaklık eşit hakları, kararlarda ve paylaşımda eşitliği gerektirir. Ancak ABD’nin Türkiye üzerine laf söyleme, Türkiye politikalarını, IMF aracılığıyla ekonomisini denetleme ve yönetme hakkının olduğu bilinmektedir. Peki Türkiye’nin ABD üzerinde böyle bir hakkı, yönlendirmesi var mıdır? Bırakın yönlendirmeyi, ABD politikaları üzerine söz söyleme, görüş bildirme hakkı var mıdır?
Ya da başka bir deyişle; Türkiye ABD’nin onayı olamadan dış politikada adım atamaz, IMF’nin onayı olmadan ekonomik program bile yapamaz, hatta işçisine, memuruna zam bile veremez. Peki ABD’nin her hangi bir kararla ilgili Türkiye’nin onayını almaya gerek duyduğu, şunu şöyle yapabilir miyim dediği duyulmuş, görülmüş bir şey midir?
Öyleyse “stratejik ortak” sözü tam bir yalandan ibaret, parlak, cilalı, ama bir  o kadar boş bir sözcüktür.
Örneğin ABD’nin Irak işgalinde çıkarı vardır. Ama buna destek vermekle Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu sarsılmakta, komşularıyla, bölge halklarıyla bütün ilişkileri bozulmaktadır. Bu nasıl stratejik ortaklıktır?
ABD-Türkiye ilişkisine ortaklık ilişkisi denemez, buna dense dense, efendi-hizmetçi ilişkisi, emir verenle emir alan ilişkisi denebilir.
Nitekim son Irak işgalinde de aynı tablo yaşanmıştır. ABD’nin Irak işgalinin somutlaşmaya başlamasıyla birlikte, ABD, ülkeyi üssü haline getirmek için harekete geçmiştir. Ancak dönemin Başbakanı Ecevit, ABD isteklerinin sınırsız ve fütursuzluğuna, ABD’nin Türkiye’ye tepeden bakan, horlayan, hiçbir şeyi takmayan tavrına mırın kırın edince, ABD tarafından düzenlenen bir parti içi darbe ve erken seçim operasyonuyla devrilmiştir.
Seçimlerde iş başına gelen AKP hükümetinin başı durumundaki Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Amerikancılığından kimse şüphe duymuyordu. Çünkü daha Belediye Başkanlığı döneminden itibaren Tayyip Erdoğan’ın ABD ile iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdiği, araya bir takım aracılar koyduğu basına yansımıştı. Daha sonra, Tayyip Erdoğan, Erbakan’dan ayrılıp kendi partisinin kuruluş aşamasında şu an AKP’nin içinde yer alan, ABD ile arasında özel ve gizemli ilişkiler bulunan kişiler vasıtasıyla ABD’ye gittiği, burada bir takım “özel” kurum, kuruluş ve şahıslarla görüşmeler yaptığı, yeni partinin burada şekillendirildiği bizzat  “islami” basında dile getirilmişti. Belli aralıklarla gittiği Amerika’da, şu an AKP’de Tayyip Erdoğan’ın danışmanı gibi “garip” etiketlerle dolanan aracılar vasıtasıyla yapılan bu görüşmeler özel bir gayretle gizlenmiş, görüşülen kişi, kurum ve kuruluşlar ve konular hakkında bilgi sızmamasına özen gösterilmişti. Ancak bu ABD gezileri, görüşülen kişi ve yerler hakkında özel bilgi edinmeye de gerek olmadığı, başbakan olmadan önce Demirel, Özal, Yılmaz, kimlerle görüşüp onay aldıysa aynı yerlerle görüştüğü bir sır değildir.
Nitekim Hükümet olduktan sonra milletvekili ve başbakan seçilmemesine, devlet katında resmi anlamda hiçbir yetkisi olmamasına karşın Tayyip Erdoğan’ın ilk gitmeye çalıştığı yerlerden biri Beyaz Saray olmuştur. Tayyip Erdoğan Bush’la görüşmeye özel bir önem vermiş, Bush’la birkaç kare fotoğraf çektirmeyi, hükümet olma yolunda ve hükümet sürecinde yollarına taş koymaya, tuzaklar döşemeye muktedir olan askerlere ve kendilerine şüpheyle bakan büyük patron çevrelerine bir referans olarak kullanabileceğini varsaymıştır. 
Bush, Tayyip Erdoğan’ı hiçbir resmi devlet sıfatı olmamasına karşın Beyaz Saray’da kabul etmiş, el sıkışılmış, dostluk ve dayanışma gösterilerinde bulunulmuştur. O görüşmenin ardından Tayyip Erdoğan, Irak işgaline katılmayı “paraya”indirgeyen açıklamasını yapmış, bu saatten itibaren, bütün dünya kamuoyunda Türkiye, para karşılığı ABD için savaşacak ülke  olarak tanımlanmaya başlamıştır. Yine bu görüşmede Tayyip Erdoğan’ın, Bush’a Irak işgaline ilişkin açık destek, ülke topraklarını ABD ordusuna açma vb. sözler verdiği sonradan meydana çıkmıştır.
Sonraki dönemde gerek Tayyip Erdoğan’ın, gerek AKP hükümetinin izlediği “kaç para vereceksiniz” biçiminde somutlanan dilenci politikası, Türkiye’yi belki de tarihinde en rezil, para karşılığı alınıp satılabilen, paralı asker konumuna sürüklemiştir. Öyle bir hale gelmiştir ki, Amerikan basınında Türkiye’yi para karşılığı kıvırtan dansöz kılığında gösteren veya bu içerikli sayısız karikatür yayınlanmıştır.
ABD’nin isteklerini nerdeyse emir telakki eden AKP hükümeti ve devleti elinde bulunduran egemen erk, ABD’den gelen istekleri fiili olarak bir bir yürürlüğe koydu. Birinci tezkere ile ABD’nin üsler kurmasına, var olan üslerin ABD ordusunun ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesine izin verildi. Diyarbakır merkez olmak üzere bölge illeri “kriz yönetim merkezi” adı altında özel bir statüye bağlandı, valilere özel yetkiler tanındı.
İkinci tezkere, ABD’nin isteği ile büyük bir aceleyle gündeme getirildi. Ancak bu kez sert kayaya toslamışlardı. Halkın ezici çoğunluğu ABD’nin Irak işgaline ve Türkiye’nin ABD ile işbirliği yapmasına karşı çıkıyor, bu her platformda açıkça ifade ediliyordu. AKP’nin tabanı esas olarak islami gelenekten gelen bir tabandı ve Irak işgaline karşı olması son derece doğaldı. Ve tabanın AKP merkezi üzerinde yoğun bir baskısı vardı. ABD ne derse desin, ne kadar baskı yaparsa yapsın sonuçta, tabanın, seçmen kitlesinin ve nihayetinde halkı yüzde 95’lere ulaşan çoğunluğunun işgale ve hükümetin işgalci politikalarına karşı tutumunun, parti yönetiminde, parlamento gurubunda yankı bulması kaçınılmazdı. Ve nihayetinde parti içinde ciddi ve uzun süren tartışmalar sonucunda meclise sevk edilen tezkere ret edildi.
Tezkerenin ret edilmesi, hem TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinde, hem ABD’de, Amerikancı medya ve askeri çevrelerinde soğuk duş etkisi yarattı. Evet tezkerenin geçmesinde sıkıntılardan bahsediliyordu ama, ret edilmesi beklenmiyordu. AKP’nin başı Tayyip Erdoğan ve Hükümet Başkanı Abdullah Gül büyük bir hezimet yaşadılar. Öfkeleri suratlarına yansımıştı. Eriyip, bitmiş görüntüleri fotoğraf karelerine yansıdı.
Ancak birkaç gün sonra Genel Kurmay Başkanı, tezkereden ve ABD ile ortak hareket edilmesinden yana olduklarını açıkladı. Bu demecin ardından garip şeyler olmaya başladı. Bir anda limanlar, üsler hareketlendi. ABD’nin fiili bir işgali başladı. Sanki mecliste tezkere ret edilmemiş, kabul edilmişti. Sanki ret gibi bir hadise yaşanmamıştı, sanki orman kanunları vardı. Bu arada, birinci tezkerede başka koşulların olduğu, bir takım maddelerin gizlendiği ortaya çıktı. Mersinden Mardin’e, Urfa’dan Gaziantep’e bir çok kentin ABD’nin emrine verildiği, hatta ABD askerlerine “gerektiğinde” Türkiye halkına karşı silah kullanma yetkisinin bile tanındığı ortaya çıktı.
Bir şey daha meydana çıktı, burjuvazinin günde beş vakit üzerine yemin içtiği, “kutsal”
dediği meclisin zerre kadar hükmünün olmadığı, ama her şeyin esas olarak askerlerin iki dudağı arasında olduğu…
Bu arada, Hükümet ve devlet erkini elinde bulunduranlar, bir yandan halkın baskısı ile ABD istekleri arasında bunalmıştı. Hükümetin ve devleti yönetenlerin rezil durumları her gün daha fazla meydana çıkıyor, her gün biraz daha teşhir ve tecrit oluyorlardı.
Öte yandan tüm dünyada yükselen işgal karşıtı eylemler, ABD ve İngiltere’nin artan yalnızlığı, lanetli durumları, hükümet ve devleti yönetenleri köşeye sıkıştırıyordu. Ama bir yandan Amerika, bir yandan TÜSİAD, diğer yandan Amerikancı medya, ellerindeki tüm silahları devreye sokarak, üçüncü tezkere meclisten geçirildi. Böylece Türkiye, ABD’nin yanında savaşa girmiş oldu. Böylece Türkiye, Irak’ın işgal edilmesinin, halkın kanına girilmesinin suç ortağı oldu. Şimdi Irak’ta ölen her Irak’lının, her kadının, her çocuğun dökülen kanında AKP’nin, devleti yönetenlerin günahı ve suçu var. O pazar yerinde düşen bombada, katliamda AKP ve aynı siyasal erkin payı var.
ABD’nin işgalde işlerinin ters gitmesi, Irak halkının burjuva çevreler tarafından beklenmeyen direnişi, ABD’yi Türkiye üzerinde daha fazla baskı uygulamaya, Kuzey cephesi için yeniden bastırmaya yöneltecektir. Eğer hükümet ve askeri çevreler, meclisten geçeceğine inanırlarsa, yeni bir tezkereyi meclise getirebilecekler, eğer tezkerenin geçeceğine inanmazlarsa, bu kez fiili uygulamayı sürdüreceklerdir. Nitekim, Türkiye’ye ABD bütçesinde 8,5 milyar dolarlık kredi ayrılması, hemen beraberinde limanlarda, üslerde hızlı bir hareketlenmenin başlaması, AKP’nin ABD’ye kendini affettirme peşinde olması, yine bir takım gizli anlaşmaların yapıldığını, sözlerin verildiğini göstermektedir.

BÖLGE ÜZERİNDE EMPERYALİST HESAPLAR
Türkiye’nin bu işgalde ABD yanında yer alması, kendisini geri dönülmeyecek bir ateşin ortasına atmasıyla eş anlamlıdır. Çünkü, bu işgal en başından itibaren bütün dünya halklarının vicdanında mahkum edilmiştir. ABD ve İngiltere yönetimleri tek başlarına kalmışlardır. ABD ve İngiltere halklarının gözünde bile, bu, haksız bir savaş, bir halkın katlidir. Önümüzdeki günlerde, savaşın uzamasıyla birlikte bu tepkiler çok daha büyüyecek, yönetimler halk karşısında aciz duruma düşeceklerdir. 
Türkiye’nin bütün dünya halklarının vicdanlarında mahkum edilen bu işgalde yer alması, zaten komşularından ve çevresinden izole edilmişliğinin halkların gözünde düşmanlığa dönmesi, ABD ve İsrail ile baş başa kalması olacaktır.
Kaldı ki, yıllardan bu yana izlenen ABD’ye ve onun çıkarlarına endeksli politika Türkiye’yi komşu ve bölge halklarının gözünde tecride ve yalnızlığa sürüklemiştir. Artık Türkiye denince, akla İsrail ve ABD, İsrail denince akla Türkiye gelmektedir. 
Türkiye, Türkmenistan, Gürcistan gibi ülkelerde iç işlerine karışıp kışkırtıcılık yapma, Azerbaycan’da işi darbe düzenlemeye kadar vardırma ve Çeçenistan’da karıştırdığı dolaplar yüzünden Rusya ile sorunludur. Rusya’nın gözünde güvenilmez, ABD çıkarları doğrultusunda dolaplar çeviren, sırtını dönemeyeceği bir ülkedir. Katı ABD politikaları nedeniyle çıkar çatışmalarının tarafı olduğu için, Avrupa’dan da tecrit durumunda ve hedeftedir.
Arap yarımadasındaki enerji kaynaklarına sahip olma hesapları nedeniyle bölge bundan çok daha büyük kavgaların, çatışmaların, savaşların içine girmiştir. Emperyalizmin temel özellikleri, hegemonyacı, ilhakçı amaçları nedeniyle, artık bundan geri dönüş yoktur.
ABD yönetiminin resmi ağızları ve ABD politikalarına yön veren strateji kurumları bile ABD’nin bölgedeki işinin Irak’la sınırlı olmadığını, sırada İran, Suriye ve Hazar petrollerinin olduğunu söylemektedir. Hem söylenenler, hem yönelimler, hem de emperyalizmin temel tabiatı bakımından önümüzdeki süreçte emperyalizmin hesaplaşmasının bölge üzerinden gerçekleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.
Ancak tüm bu yaşanacakların bölge halklarının demokratik eğilimlerini güçlendirmesi, anti emperyalist duygu ve düşüncelerin, hareket ve eylemin gelişmesi de kaçınılmazdır. Dolayısıyla bölgenin geleceğini yalnız emperyalistlerin arasındaki mücadele değil, halkların yaklaşımı, tavrı ve uyanışı belirleyecektir.
Kaldı ki, sadece Irak söz konusu olduğunda bile, Fransa petrol tekeli Total’ın Irak’da işletme hakları ve yine Fransız yatırımları vardır. Ayrıca, Rusya ile Irak arasında imzalanmış petrol ve diğer yatırım anlaşmaları, yine Çin ile Irak arasında petrol sözleşmeleri bulunmaktadır. Bu durumda sadece Irak üzerinde bile meselenin çetrefilli olduğu, diğerlerinin ABD’nin tek başına hükümranlığına boyun eğmeyecekleri, çıkarların çatışacağı ortadadır.
Sonuç olarak, nereden bakılırsa bakılsın, nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın, ortaya şu gerçek çıkmaktadır. Irak bir son değil, çok daha büyük çatışmaların, savaşların, hesaplaşmaların başlangıcıdır.
Bu durumda Türkiye, jeopolitik durumu göz önüne alındığında, emperyalizm ve halklar açısından daha büyük bir önem kazanmaktadır. Emperyalizmin hesaplaşma merkezlerinden biri de Türkiye’dir. Nitekim son birkaç yılki gelişmeler bile bunu çok açık biçimde ortaya koymaktadır. Örneğin ABD’nin tüm ısrar ve baskısına karşın Türkiye’nin AB’ye kabul edilmeyişi, Kıbrıs üzerinden restleşmeler, Irak işgali vesilesiyle netleşen saflaşmada, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye verecekleri bir çok mesajı Türkiye’ye aldıkları tavırla göstermeleri ve nihayetinde Türkiye’nin iki emperyalist kamp, ABD ve AB arasında sıkıştırılması, önümüzdeki sert koşullar hakkında bir fikir sunmaktadır. Türkiye’nin ekonomik durumu, borç toplamı, IMF’ye kölelik politikaları, emperyalizmin eline güçlü koz vermekte, ipi boynuna dolamaktadır.
Emperyalist politikaların basit bir uzantısı durumundan kurtulamadığı takdirde Türkiye için gelecek düşünüldüğünden de karanlıktır. Türkiye halkı için tek bir yol kalmıştır: Emperyalist işbirlikçileri devirmek, bağımsız ve demokratik bir ülke kurmak, emperyalist sömürge ağının dışına çıkmak.

KUZEY IRAK, KÜRT SORUNU VE TÜRKİYE
Irak işgaliyle birlikte Kürt sorunun yoğun biçimde gündeme gelmesi, bunun da Kuzey Irak üzerinden yoğunlaşması kaçınılmazdı. Çünkü bu coğrafyada Kürtler vardı; tarihin en eski ve köklü halklarından olmasına rağmen bu coğrafyanın en ezilmiş, yok sayılmış, kırımdan geçirilmiş, hak ve özgürlükleri gasp edilmiş, ama aynı zamanda demokrasi ve özgürlük peşinde koşan bir halktı. Böyle bir savaş içinde hem emperyalistlerin kendi çıkarlarına uygun bir Kürt politikası geliştirmesi, hem de Kürtlerin kendi lehlerine arayışlara girmesi doğaldı.
Türkiye’de Kürtlerin varlığı ve Kürt sorunu karşısında resmi politikanın çözümsüzlüğü, üstelik resmi politikanın, çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatması; genel olarak Kürt sorununu, özel olarak da Kuzey Irak’ı ciddi bir sorun olarak dayattı.
Burada ikili bir durum söz konusu oldu. Burjuvazi, bu sorunu hem Türkiye halkı üzerinde yeni korku ve korkulukların yaratılması, böylece, halkın bölünmesi, Kürt ve Türkler arasında ayrılıkların körüklenmesi, önyargıların, güvensizliklerin kökleşmesi, böylece, Irak işgaline ve Türkiye egemenlerinin bu işgalde suç ortağı olmasına karşı gelişebilecek tepkileri bölerek önlemenin bir aracı haline dönüştürmeye çalıştı, yeni saldırı ve hak gasplarının rampası olarak kullanmayı hedefledi, aynı zamanda işgalde ABD ortaklığına kendince “meşru”bir zemin yaratmaya çalıştı.
Diğer yandan da, Türkiye’nin bu konuda yumuşak karnını bilen emperyalizm, bunu Türkiye yönetenlerine karşı bir tehdit, baskı ve şantaj aracı olarak kullandı. Elbette Kürtlerin varlığını ve hak ve özgürlüklerini sürekli yok saymış, bu sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda çözümüne yanaşmamış, yanaşmak bir yana Kürtlerin her talebini şiddet ve terör yoluyla bastırmaya kalkmış bir anlayışın bu şantaj karşısında zor duruma düşmesi, kendi neden olduğu taşla vurulması bir anlamda kaçınılmazdı. 
Bu sorunun nedeni asla Kürtler değildir. Sorunun kaynağı, sistemde, baskı ve şiddete dayanan inkarcı politikalarda aranmalıdır.
Burjuvazi, sömürücü amaçları için, başka ulusları boyunduruğu altında tutmaktan çıkar sağlar. Çıkarını sürdürebilmek için, egemenliği altına aldığı halkaların kültürlerini, dillerini yasaklamaya, örf , adet ve geleneklerini bozuşturmaya, sonuçta ezen ulusun eklentisi haline getirmeye çalışır. Bunu yaparken de doğal olar şovenizme başvurur. Bu ise, halklar arasındaki yabancılaşmayı, çekişmeyi, ulusal rekabeti beraberinde getirir. Ulusal talepleri ön plana çıkartır. Ezilenlerin dikkatini bu yana toplar. Bu ise, ezilenlerin kendi sınıfsal taleplerinden ve ortak talepler uğruna mücadeleden uzaklaşması demektir. Bu çekişmeden, ulusal rekabetten kârlı çıkan burjuvazi olur.
İşçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarı ise ortak ve sınıfsal talepler uğuna mücadelededir. Ezilenlerin bunu başarabilmesi için ulusal sorunun çözümü için mücadele şarttır. Ezen ulusun ezilenlerinin, ezilen ulusun talep ve istekleri, ulusların kaderlerini belirleme hakkı için mücadeleye atılmaları, eşit hak ve özgürlükleri savunmaları, savunmakla da kalmayıp mücadele etmeleri her şeyden önce kendi kurtuluşları açısından zorunludur. Ancak bu yolla burjuvazinin oyunları boşa çıkartılır, ulusların arasındaki çekişme, rekabet asgari düzeye indirilebilir, karşılıklı güven sağlanabilir.
Bu anlamda Kürt meselesinde suçlu, hak ve özgürlüklerini talep eden Kürtler değil, onları yok sayarak sorunu tam bir çıkmaza sürükleyen egemenlerdir.
Hal böyle olunca, bu sorunu kendi çıkarları için kullanmaya kalkan burjuvazinin, emperyalistler karşısında yumuşak karnının bu olmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Öyleyse sorunun çözümü bellidir: En başında şu kabul edilmelidir ki; nasıl ki, ABD’nin Irak’a müdahale hakkı yoksa Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşumlara müdahale hakkı da söz konusu olamaz. Kuzey Irak’ta ne olacağına karar verecek tek yetkili oranın halkıdır. Çünkü söz konusu olan, o halkın bugünü ve geleceğidir. Nasıl olabilir de bir başka halk, diğer bir halkın nasıl yaşayacağına, ne yapıp yapmayacağına karar verme hak ve yetkisini kendinde görebilir? 
Kaldı ki, bu konuda Türkiye’nin izlediği politika ve öne sürdüğü gerekçeler tam bir iki yüzlülüğü ifade etmektedir. Tutar hiçbir yanı yoktur. O Türkiye ki, Yugoslavya’nın emperyalist amaçlar doğrultusunda parçalanmasında, halkların birbirine kırdırılmasında ABD’nin kendisine verdiği rol doğrultusunda görev yapmış bir ülkedir. Yugoslavya’nın bölünüp parçalanması, Türkiye egemenleri tarafından “işte özgürlük” diye karşılanmıştır. Yugoslavya’ya gelince özgürlük olan şey Kürtlere gelince nasıl bölücülük olabilir ki?
Kuzey Irak’ta Türkmenleri kışkırtmak devlet politikasıdır, ama Kürtler söz konusu olunca bunun adı “hainliktir”! Bunun, bırakın yasal, hukuksal, mantıklı bir açıklaması bile yoktur, olamaz da.
Ancak şu da belirtilmelidir ki, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin kendilerine ABD ve İngiliz emperyalizmi dışında müttefikler, dostlar araması halkın çıkarınadır. Bu dost ve müttefikler, o coğrafyadaki demokrasi güçleri, demokratik hareketler olmalıdır.
ABD ve İngiliz emperyalizminin sömürgeci amaçları dışında başka bir amacı yoktur. Halkları sömürmek, baskı altında tutmak, kendi çıkarları için kullanmaktan başka bir amacı olmayan emperyalizmden, özel olarak da ABD ve İngiltere’den, halkları kurtarmasını beklemek tamamen boş bir hayaldir. Kaldı ki, Kürtler bu konuda son derece acı deney ve tecrübelerle dolu bir geçmişe sahiptir. Tarihin sayfaları bir zamanlar bölge üzerinde tek hakim olan İngiliz ve son asrın ilk çeyreğinden sonra bölgede etkin duruma gelen ABD’nin Kürtlere oynadığı oyun ve hazırladığı felaketlerle doludur.
Türkiye’ye gelince, yapılması gereken son derece açıktır. Türkiye, Kürtlerin ve Kürt sorunun varlığını kabul etmeli, baskıcı, asimilasyoncu, inkarcı politikalardan vazgeçmeli, sorunun çözümü doğrultusunda ciddi ve içten adımlar atmalıdır. Kürtçe’nin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, Kürtçe eğitim hakkı tanınmalı, basın, yayım, iletişim araçlarında Kürtçe’nin kullanımı hiçbir sınırlama ve kısıtlamaya tabii tutulmadan serbest olmalı, kültürün gelişiminin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kürt dili, edebiyatı, kültür, tarih ve uygarlığı ile ilgili araştırmalar desteklenmeli, koruculuk sitemi kaldırılmalı, köylere dönüş serbest bırakılmalı, bölgeye ilişkin acil bir ekonomik program hazırlanmalı, bölgesel eşitsizlik ortadan kaldırılmalıdır vb. .
Bunlar yapıldığında, demokrasi ve özgürlük sağlandığında, Türkiye kendisine yöneltilen tehdit ve şantaj silahını, bu silahı doğrultanların elinden almış olacaktır.
Kaldı ki, bu iş Türkiye için bölgede savaşı göze almaktan, savaşmaktan, komşu halklarla düşmanlaşmaktan çok daha kolaydır. Bu onurlu ve saygın bir yoldur. Bu yol hem dışta hem de içte barışın güvencesidir.

ABD KAYBEDİYOR, HALKLAR KAZANIYOR

Sonuç olarak; ABD’nin Irak işgaliyle birlikte ortaya çıkan tabloya bakacak olursak, önümüzdeki dönem açısından pek çok şeyin ipuçları görülebilir durumdadır. Bu savaş, burjuva ideologların, görevleri kapitalizmin günahların az göstermek, allayıp pullamak olan yazar çizer tayfasının bir süredir anlattıkları masalların çöküşünün ilanıdır. Küreselleşme, “yeni dünya düzeni” lafları, “tek kutuplu dünya” yaygaraları çökmüştür.
Burjuva ideologlar öyle bir sunmuşlar, kulakları sağır eden öyle bir propaganda yapmışlardır ki, ABD neredeyse “tanrı” kadar güçlü, her şeye muktedir, her şeyin tek hakimidir! O asla yenilmez, engellenemez bir kudret ve güçtedir! Ona kafa tutmak bir yana, yapılsa yapılsa ancak bu gücün önünde secdeye varılır!
Ancak, Irak saldırısında şu geride kalan kısa süre zarfında bile, bu gücün, halkların direnişi ve inancı karşısında nasıl acze ve güçsüzlüğe düştüğü meydana çıkmış, bu büyük kovboya yüklenen imaj, tersyüz olmaya başlamıştır. Bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, halkın inancı ve öfkesi karşısında durabilecek hiçbir güç yoktur. 
Şimdiden görülmüştür ki, ABD bu savaşı ve pek çok şeyini kaybetmiştir. Irak halkı ölümüne direnmektedir. Irak halkının ABD hegamonyasına asla boyun eğemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bağdat’ın Amerikan işgaline girmesi söz konusu olsa bile, ABD orada kalamayacaktır. ABD zafer kazanamayacaktır. Irak halkının işgalci düşmanı kovana kadar savaşını sürdüreceği görülmektedir.
ABD kaybetmiştir. Dünyanın dört bir yanında ABD halkların vicdanında mahkum edilmiştir. ABD şimdi ıssız çöllerin yalnız kovboyudur. Dünyanın dört bir tarafında Amerikan aleyhtarlığı gelişmekte, çığ gibi büyümektedir. Bir zamanların ABD hayranlığı, ABD düşmanlığına dönüşmektedir. Yüz milyonlarca insanın gözünde artık ABD, dünyanın baş belasıdır. Kurtulunması gereken bir güçtür. Bu yüzden, dünya halklarının kalbinin Irak halkıyla beraber atmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Burjuvazi artık inandırıcılığını da yitirmiştir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya vb. gibi teknolojinin avantajlarını kullanan, sanal alemler yaratan ülkelerin televizyonları karşısında El-Cezire televizyonunun bu kadar rağbet görmesi, İngiltere’de bile savaş haberlerinde izlenecek kanal olması, burjuvazinin düştüğü durumu göstermektedir. Ama yanı zamanda bu, dünya halklarının Irak halkının direniş haberlerini duymak istediğini göstermektedir.
Bu dalganın bölge halklarına, dünyaya dalga dalga yayılması, halklara güç ve moral vermesi, emperyalizmin tahtının sarsılması kaçınılmazdır. Ve öyle de olmaktadır.
Önümüzdeki süreç hem emperyalist savaşların, çatışmaların yoğunlaştığı, büyüdüğü, hem de halk hareketlerinin büyüyüp geliştiği ve yaygınlaştığı bir süreç olacaktır. Ve sonucu, emperyalistler değil, halkların tutum ve kararlılığı belirleyecektir.

“sosyalizm ve savaş” üzerine

Evrensel Basım Yayın, V. İ. Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” adlı eserinin yeni bir basımını gerçekleştiriyor. Savaşın tüm şiddeti ve vahşeti ile sürdüğü, en yüksek teknolojinin en ilkel duygularla harekete geçirildiği, alev ve duman öbeklerinin Ortadoğu’yu sardığı, Türkiye hava sahasının ABD-İngiliz bombardıman uçakları, füze ve askerlerine açıldığı günlerde “Sosyalizm ve Savaş”ın yeniden basılması, yeniden okunması önem kazanıyor. Burjuva medyanın, tüm cepheleri ve yönleriyle savaşı “naklen” veriyormuş görüntüsü altında, emperyalist savaş aygıtının bir kolu gibi çalıştığı, uzmanların, akademisyenlerin olup biteni detaylarla bezeli bir yüzeysellikle verdiği koşullarda savaşın emperyalist politika ve güç dengesi ile, iktisadi koşullarla ilişkisinin, tek kelimeyle savaş ile savaşa yön veren tarihsel ve iktisadi olgular arasındaki ilişkinin incelenmesi bakımından Sosyalizm ve Savaş eseri bir pusula niteliği taşıyor.
Sosyalizm ve Savaş, Lenin’in 1914-18 yılları arasında iki  emperyalist kamp arasında yaşanan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında yazdığı broşür ve makalelerden oluşuyor. Kitapta en büyük yeri tutan ve önem bakımından da başta gelen belge, savaşın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra yazılan, derlemeye de adını veren, “Sosyalizm ve Savaş” başlıklı broşürdür. “Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Savaşa Karşı Tutumu” alt başlığını taşıyan broşür, savaşın patlamasından bir yıl sonra, Ağustos 1915 tarihinde Cenevre’de kaleme alınmış, kısa süre içinde birçok Avrupa dilinde basılmış ve resmi sosyal demokrat partiler dışındaki devrimci gruplarca gizli olarak dağıtılmıştır. Lenin bu broşürü, Rusya’da ve Avrupa ülkelerinde kitleler arasındaki devrimci kararlılıktaki gözle görülür büyümeyi göz önüne alarak hazırlamıştır. Savaşın, proletaryanın devrimci bakış açısıyla  bütün yönleriyle tahlil edildiği bu broşürün yanı sıra, Lenin’in savaş boyunca çeşitli konulara değinen, pek çok makalesi de yer alıyor kitapta. “Oportünizm ve II. Enternasyonal’in Çöküşü”, “Silahsızlanma Sloganı”, “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme” başlıklı makaleler bunlardan bazıları.

SAVAŞ VE II. ENTERNASYONAL
Birinci Emperyalist Savaş, II. Enternasyonal’in de sonu oldu. II. Enternasyonal 1889 yılından beri varlığını sürdüren, Avrupa’nın güçlü sosyalist işçi partilerinin işbirliği üzerinde yükselen uluslararası bir işçi örgütüydü. Avrupa’nın büyük kapitalist devletleri iki kampa bölünüp birbirleriyle savaşa tutuşunca, bu ülkelerin sosyalist partileri de bağımsız bir tutum alamayıp kendi burjuvazilerinin yedeğinde savaşa katıldılar. Bu partilerin her biri kendi ülkesinin burjuvazisini haklı buluyor, onların dünya yağmasından daha büyük pay talebiyle katıldıkları savaşı ulusal savaş, “anayurt savaşı” olarak göstermeye çalışıyordu. Hatta bu parti liderlerinden bazıları burjuva savaş hükümetlerinde bakan olmayı bile kabul ettiler.
Milyonlarca insanın hayatına mal olan kanlı boğazlaşmada belli bir tekelci gruba destek veren II. Enternasyonal partileri, sergiledikleri tutumu Marksizmle bağdaştırmaya çalışmaktan da geri durmuyorlardı. Marx ve Engels’in kimi savaşları haklı bulmasını örnek göstererek, kendi tutumları ile Marx ve Engels’in savaşa karşı tutumu arasında paralellikler kurmaya çalışıyorlardı. Alman sosyal demokrasisinin ve II. Enternasyonal’in en ünlü lideri, Engels’in sağlığında onunla çalışma arkadaşlığı yapmış, uluslar arası işçi hareketi içinde büyük bir saygınlığa sahip Kautsky de birtakım mazeretlerle sosyal şovenist bir tutum almıştı. Sonuç olarak, milyonlarca işçi ve emekçiyi savaşa karşı mücadeleye seferber etme görevinden yan çizen, savaştan iki yıl önce 1912 yılında imzaladıkları Basel Manifestosu ile taban tabana zıt bir tutumla savaş cephesinde yer alan sosyal demokrat partiler daha da ileri giderek Marksizmi de bu suça ortak etmeye, ilkelerini çarpıtmaya, burjuvazi için dahi kabul edilebilir zararsız bir söz yığınına indirgemeye çalışıyorlardı.
Böyle bir durumda, savaşın gerçek niteliğini açıklamak, kendi burjuvazilerinin yedeğine düşen partilerin ihanetini göstermek, karaçalmalara karşı Marksizmin ilkelerini savunmak gerekiyordu. Sosyalizm ve Savaş broşürü, bu mücadelenin belgesidir.

SOSYALİZM VE SAVAŞ’IN İÇERİĞİ VE TEORİK ÖNEMİ
1905-7 devriminin yenilgisinin ardından Rusya’yı terk etmek zorunda kalan Lenin, savaşın ilk üç yılı boyunca İsviçre’de yaşadı. “Tarafsız ülke” konumuyla, Lenin’in barınması, ülkesiyle haberleşmesi ve uluslararası işçi hareketiyle yakın bir ilişki sürdürmesi vb. bakımlardan avantajlar sağlayan bu ülke, Lenin’in çalışmaları için gereksindiği verileri temin bakımından da elverişli koşullara sahipti. Lenin Sosyalizm ve Savaş’ı (ve 1916 yılında da Emperyalizm’i) İsviçre’de iken yazdı.
Sosyalizm ve Savaş’ın önemi tam olarak ancak uluslararası sosyal demokrat  harekete hakim olan hava göz önüne getirildiğinde anlaşılabilir. O güne dek sosyalizmi temsil etmiş, şanlı bir geçmişe sahip partiler çoğunluğu savaş ortamında yalpalıyordu. Böyle bir durumda savaş karşısında tereddütsüz bir devrimci tutum alan yegane parti Lenin’in önderlik ettiği RSDİP’ti. Elbette Rosa Luxemburg, Karl Liebnecht başta olmak üzere pek çok sosyalist de bu savaşta kendi burjuvazilerini mahkûm etti. Ama işçi hareketi üzerinde etkiye sahip resmi sosyal demokrat partiler ve bu partilerin en güçlüsü Alman Sosyal Demokrat Partisi sosyal şovenist bir çizgideydi. Rusya’da da RSDİP’in Menşevikler kanadı ile irili ufaklı sayısız grup şöyle ya da böyle şovenizmden etkileniyordu.
Böylesi koşullarda savaşı iç savaşa çevirme taktiğinin tavizsizce savunulmasının önemi büyüktü, bir o kadar da güç bir işti bu. Bolşevik Partisi, savaşın başından itibaren Lenin’in ortaya koyduğu devrimci taktiği benimsedi. Topladığı Bern Konferansı ile tüm örgüte mal etti. Ama Lenin, soruna, sadece Rus işçi hareketiyle sınırlı yaklaşmamakta, tüm Avrupa işçi ve sosyalist hareketini oportünizmin etkisinden kurtarmanın tayin edici önemi üzerinde durmaktaydı. Bu bakımdan Sosyalizm ve Savaş, Rus işçi ve sosyalist hareketi kadar, ve belki de daha çok, Avrupa işçi ve sosyalist hareketinin durumu gözetilerek kaleme alındı.
Broşürde savaşın karakteri, tüm taraflar açısından kesin haksız niteliği gösterilmekte, savaşa destek olan, utangaçça savunan veya açık devrimci tutum almaktan geri duran çeşitli tonlardaki sosyal şovenizm teşhir edilmekteydi.
Kitabın üçte birini oluşturan ve Türkçe basımı 50 sayfa kadar tutan “Sosyalizm ve Savaş” broşüründe, Lenin, öncelikle Marksizmin savaş sorunu üzerine genel yaklaşımını net çizgileriyle ortaya koyar. Tarihten örnekler vererek haklı ve haksız savaş ayrımının dayanacağı ölçütleri açıkladıktan sonra, sürmekte olan savaşı köle sahiplerinin mevcut kölelerin daha adil paylaşımı için verdikleri savaşa benzetir. Böylesi bir savaşta, kimin önce saldırdığının veya savaşın hangi devletin sınırları içinde sürdüğünün savaşın karakteri bakımından bir önemi olmadığını, savaş dönemindeki politikanın gerçekte barış dönemindeki politikadan ayrılamayacağını, bu anlamıyla da “anayurt savunması” gerekçesi arkasında yürütülen savaşın mutlak bir emperyalist karakter taşıdığını ortaya koyar.
Lenin’in, uluslar arası işçi hareketine önerdiği ve resmi partiler dışında kalan küçük muhalefet grupları tarafından da desteklenen tutum şuydu: Kendi burjuvazinizin “anavatan savunması” adı altında yürüttüğü savaşı desteklemek yerine onların iktidarının yıkılması için çalışın.
Broşürde, emperyalist savaşı aklamak çabasındaki sosyal şovenistlerin Marx ve Engels’e yaptıkları göndermelerin temelsizliği üzerinde durarak, sosyalizmin kurucu teorisyenlerinin tarihsel bakımdan gerici rol oynayan hiçbir savaşı desteklemediğini gösteren Lenin; bağlı partilerin karşı saflarda yer aldığı bir durumda II. Enternasyonal diye bir olgudan söz edilemeyeceğini, işçiler arasındaki ve cephedeki kardeşleşme ile birlikte yeni bir enternasyonalin de doğmak zorunda olduğunu dile getirir.
Lenin’in gündeme getirdiği diğer bir nokta da, savaş koşullarına uygun mücadele ve örgüt biçimlerinin benimsenmesi yönünde yaptığı çağrıydı. Gerçekten de uzun barışçıl mücadele dönemi boyunca, yasal çalışma olanakları genişlemiş, parlamentoda temsil hakkına kavuşmuş partilerin ufku parlamenter mücadele biçimleriyle sınırlanmıştı. Devrimci şiarlar ve taktikler sözde kalıyordu. Lenin, savaşın yeni bir devrimci durum yarattığı görüşünden hareketle, partilerin hem yapılarında, hem de mücadele çizgilerinde buna uygun bir  yenilenmenin gereğini ortaya koyuyordu.
Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” broşüründe ve ardından kaleme aldığı tamamlayıcı nitelikteki makalelerde, somut bir savaşın tahlili olmanın çok ötesine geçen teorik bir zenginlik buluruz.
Lenin, bu çalışmasında savaşın, katılan bütün büyük emperyalist devletler açısından haksız karakterini ortaya koymakla kalmadı. Bu savaşın, şu veya bu iktidarın çılgınca arzularının eseri değil, kapitalist gelişmenin vardığı aşamanın bir ürünü ve sonucu olduğunu ortaya koydu. Tekellerin dünyayı paylaştığını ve yeni bir paylaşım talebinin savaşı kaçınılmaz kıldığını vurguladı. Kapitalizmin bu yeni aşamasının, üretimi görülmemiş ölçüde geliştirip merkezileştirdiği, toplumsallaştırdığı ama buna karşın mülkiyetin özel karakterini daha da perçinlediğini, üretim güçleri önünde engel hale geldiğini, her bakımdan çürüme anlamına gelen bu sürecin kapitalizmin son aşaması olduğunu saptayarak emperyalizm teorisinin omurgasını oluşturmuş oldu. Bu yönüyle Sosyalizm ve Savaş, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm eserinin öncelidir.
Lenin, Bolşevik Partisi’nin savaşa karşı devrimci bir tutum alışının tesadüf olmaması gibi, II. Enternasyonal partilerinin savaşla birlikte su yüzüne vuran oportünizminin de tesadüfi bir olgu olmadığını, işçi hareketinin gelişim seyriyle bağlantılı olduğunu saptadı. Bu partilerdeki yozlaşmanın, işçi sınıfı içinde gelişen burjuva aristokratik tabaka ile ilişkisini gösterdi.
Böylece Sosyalizm ve Savaş, II. Enternasyonal partilerinin gerici, sosyal şovenist çizgilerinin teşhir edilmesine hizmet etti, işçi hareketi içinde devrimci akımların çıkmasını yüreklendirdi, yeni bir enternasyonalin doğuşuna kaynaklık etti. Marksizmin ilkelerini tahrif çabalarını boşa çıkardı, Marksizmin teorik hazinesine katkıda bulundu ve geliştirdi. Ve yayınlanışını izleyen on yıllar boyunca savaş, emperyalist savaş, sosyalizmin savaşa karşı tutumu konularında tartışılmaz bir başvuru kaynağı olarak yeniden ve yeniden basıldı. Emperyalist ve gerici savaş belasının halklara musallat olduğu her durumda yeniden başvurulan, öğrenilen eserlerden biri oldu.

BUGÜN AÇISINDAN SOSYALİZM VE SAVAŞ
Bugün yeni bir savaşın içindeyken de Sosyalizm ve Savaş yol gösterici olmaya devam ediyor. Kuşkusuz, Lenin’in tahlil ettiği dönem ile günümüz koşulları arasında kaba koşutluklar aramak anlamsız bir çaba olacaktır. O günden bugüne dünya tablosu çok değişmiştir. O günün en büyük emperyalist devletlerinin bir bölümü bugün iddiasız bir konuma çekilmişken, o zamanki paylaşımda tayin edici bir rol oynamayan başka emperyalist devletler öne çıkmıştır. Ayrıca bugün yaşanan savaş da, emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinin bir sonucu olarak gelişse de, hiç değilse askeri anlamda doğrudan emperyalistler arası bir savaş değildir ve sonuçta “güçsüz” bir ülkenin emperyalist dünyanın en güçlü iki gücü tarafından en vahşi araçlarla işgaline dayanmaktadır.
Bu bakımdan, bu savaşın gerçek bir analizi ancak tüm somutlukları ele alınarak yapılabilir; ki bu da, ancak Lenin’in tezlerine dayanılarak başarılabilir. Bu savaşın, Lenin’in Sosyalizm ve Savaş’ta ortaya koyduğu, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm eserinde daha da geliştirerek temellendirdiği tezleri bir kez daha doğruladığından da kuşku yoktur. Bugüne kadar, Lenin’in diğer konularda olduğu gibi, emperyalist savaş hakkındaki tezleri daima çürütülmeye çalışılmış, bu cüretin gösterilemediği durumlarda ise “değişen koşullara” uymadığı iddia edilmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra 1950’li-60’lı yıllarda artık bir emperyalist savaşın olası olmadığı ileri sürülebilmiştir. SSCB’nin yıkılışından sonra ise, pek çok “Marksist”in de fırçalarıyla katkıda bulundukları pembe bir dünya tablosu çizilmişti. Evrensel barışa, adalete, refaha doğru ilerleyen “yeni dünya düzeni”nde, soğuk savaş döneminden kalma, “emperyalizm”, “sömürgecilik”, “savaş” gibi kavramlara yer yoktu! Halklar da bu yoğun propagandadan etkilendiler; gerçekler, bir süreliğine, SSCB ve öteki sosyalist görünümlü devletlerin yıkılışından kalkan toz bulutu altında kaldı.
Yalanın ömrü kısa, gerçekler ise inatçıdır. Emperyalist propaganda merkezlerinin dünya üzerine yaydıkları pembe örtü üzerinde çok geçmeden kan lekeleri belirdi. On yıl sonra ise görünen şey; kan, yağma ve zorbalıktan ibarettir. Gerçekte tüm emperyalistlerin çıkarlarının düğümlenip çatıştığı bu savaş, belli başlı emperyalistlerin silahlı olarak karşı karşıya geldikleri bir savaşa dönüşmemişse, bunun tek nedeni, rakip emperyalist ülkelerin savaş meydanına çıkacak ölçüde güçlenememiş olmasıdır. Bugün ABD-İngiliz koalisyonuyla çatışmayı silahlı düzeye çıkarmaktan kaçınan emperyalist devletlerin, önümüzdeki yıllar içinde güç ve kendilerine güvenlerinin artışına bağlı olarak, yeni bir paylaşım talep etmeyeceğini kim garanti edebilir?
Sosyalizm ve Savaş’ın, emperyalist savaşın, genel olarak savaşların, savaşın ve emperyalizmin niteliğine ilişkin saptamaları günümüz dünyası ve olayları tarafından doğrulanmıştır. Ama söz konusu eserde, aynı zamanda, savaşın bir devrimci durum yarattığı da özellikle vurgulanmakta, işçi sınıfı ve halkların gerici iktidarları yıkarak bu savaşa son verebilecekleri öngörülmekte idi. O zamanlar daha savaş içinde gerçekleşen bu öngörü bugün için de geçerlidir. Halkların giderek kabaran öfkeli protestoları bunun işaretidir.

SONUÇ
Irak’a emperyalist müdahale ile birlikte yaşananlar Birinci Emperyalist Savaş döneminden bugüne emperyalizmin özünün değişmediğini gösteriyor. Ama çarpıcı biçimsel benzerlikler de gözden kaçmıyor. Biz kendimizi bir örnekle sınırlayalım. Birinci Emperyalist Savaş sırasında emperyalist devletler, gerçek amaçlarını gizlemek için çeşitli gerekçeler öne sürüyorlardı. Bu gerekçelerden biri de şuydu: “Biz bu savaşla uluslara özgürlük getireceğiz!” Ne tesadüftür ki, Amerikan-İngiliz koalisyonu da, bu savaşla “ulusları özgürleştireceğini” öne sürüyor ve yürüttüğü savaş da zaten “Irak’a Özgürlük Operasyonu” adını taşıyor.
Ama arada bir nüans var. O zamanlar emperyalist devletler “özgürlük”ten söz ederken, söz gelimi İngiltere “ulusal özgürlük” derken, somut olarak Belçika’nın özgürlüğünü kast ediyordu. Belçika’yı Alman işgalinden kurtarmak vaadinde bulunuyordu. Almanya, bu kavramın içine Polonya’yı Rusya’dan kurtarmayı yerleştiriyordu. Yaşandı ve doğru olmadığı görüldü bu gerekçelerin. Günümüzün işgalci emperyalistleri ise, üzerine bomba yağdırdığı, çoluk çocuk demeden katlettiği bir ulusa “seni özgürleştiriyorum” diyor. Ne diyelim, emperyalizm aynı emperyalizm, ne ki hayasızlığın, alçaklığın dozu kat be kat artmış.
Son bir söz. Olgular, sözlerden daha ikna edicidir. Son savaş da on yıldır sürdürülen “emperyalizm kaldı mı, değişti mi”, “savaş çıkabilir mi” gibi tartışmalara kanlı bir nokta koydu. Tartışmaları eskitti, anlamsızlaştırdı. On yıl önce en değme Marksist aydın bile cümle kurarken içinde “emperyalizm”, “sınıf savaşı” gibi kavramların geçmemesi için özel bir dikkat gösteriyordu. Bugün ise, magazin programlarının müdavimi bir arabesk sanatçısı, Mahsun Kırmızıgül bile savaşa ilişkin yorumunu bir sloganla tamamlıyor: “Kahrolsun Emperyalizm!”
Evet, dünya işçileri ve halklar emperyalizmi bu vahşet ortamında daha iyi tanıyorlar, ona karşı ayağa kalkıyorlar. Sosyalizm ve Savaş’taki devrimci ruh binlerden ve on binlerden, yüz binlere ve milyonlara aktarılabilirse eğer, savaşa karşı biriken öfkenin de kapitalizmin yatağında sönmesi önlenebilir.

Antiemperyalist gençlik hareketinde yeni bir dönem: boykotlar, öncesi ve sonrası

Aylardır “başladı başlayacak” denilen, pazarlıklarda tehdit unsuru olarak kullanılan ve bütün dünyayı bir biçimde ayağa kaldıran/kaldırmakta olan ABD’nin “olası” Irak saldırısı başladı. Kendi halkları da dahil olmak üzere dünya halklarının hiçbirini kandıramayan ve son birkaç ayda tüm dünyanın düşman olarak görmeye başladığı Bush, Blair, Rumsfeld, Pearson gibilerinin başını çektiği emperyalist saldırı çetesi, TBMM’den asker gönderme ve hava sahasının kullanımına ilişkin olan ikinci tezkerenin geçmesiyle bombardımanı başlattılar.
Savaşın gündeme oturduğu son bir ayla beraber bu günlerde, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” sözü sıkça kullanılır oldu. Yaşamın ve doğanın temel yasası olan değişim elbette kendisini gösterecek; nasıl Irak kentlerinde bulunan sağlam bina sayısı, Amerikancı televizyon ve gazetelerin söyleyip yazdığı yalan dolanlar, ABD işgali altındaki Türkiye topraklarının yüzölçümü her gün değişiyorsa, hayatın gidişatını etkileyen ve etkileyecek birçok şey de değişecek, yenilenecek ya da oluşacaktır.
ABD’nin ve onunla “sıkı ittifak” içinde bulunan ‘Avrupalı’ İngiltere’nin savaş planlarını daha açıktan ilan etmeye başlamasıyla bütün dünyayı saran savaş karşıtı hareket, her geçen gün daha fazla alanı etkileyerek yeni bir evreye doğru yol alıyor. Özellikle Yunanistan, İtalya ve İngiltere’de sokak eylemlerinin hemen her gün yapılması, birkaç işkolunda başlayan grevlerin yayılarak genel grevler biçimini alması, Müslüman ülkelerden daha sert tepkilerin gelmeye başlaması, küreselleşme saldırganlığının ardından gelen bu savaşın yalnızca Ortadoğu’yu değil bütün dünyayı temellerinden değiştirecek bir süreci başlattığını gösteriyor.
Savaş karşıtı hareketin önemli ve ileri bir unsuru olan gençlik ve gençlik hareketi ise, bu değişimin en hızlı yaşandığı alan. İngiltere ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde zaman zaman hareketin başını çeken liseli, üniversiteli gençler, gerek yarattıkları hareketin gerekse bu hareketin niteliğinin artan ivmesiyle, kendileri için yeni bir dönemin başladığını kanıtlıyorlar.
Bu emperyalist paylaşımda kendisine “özel” bir rol biçilen, planlarda önemli bir yer tutan Türkiye’de de, savaşa, ABD’ye üsleri, hava sahasını hatta şehirleri, köyleri, tarlaları açarak savaşın bir parçası olmaya yönelik tepki göz ardı edilebilir bir tepki değildir. Geçen birkaç ay içinde imzalar toplanmış, küçük, büyük eylemler yapılmış, sendikalar, her türlü kitle örgütleri ve onların da içinde bulundukları ve neredeyse her semtte, mahallede kurulan savaş karşıtı platformlar açıklamalar yapmış, üniversite ve liseler çeşitli eylemlere sahne olmuş, halkın geniş bir kesimi savaşa karşı tepkisini bir düzeyde göstermiştir/göstermektedir. 1 Mart’ta Ankara’da yapılan miting, mitingin gerçekleştiği saatlerde TBMM’de savaş tezkeresinin görüşülüyor olması ve tezkerenin geçmemesi, Türkiye’de de savaş karşıtı hareketin yeni bir döneme doğru ilerlediğini ortaya koydu. Yapılan her eylemin, her geçen gün halkın desteğini daha fazla toplaması ve 1 Mart eylemine bugüne dek hiçbir eyleme, mitinge, hak arama mücadelesine katılmamış gençlerin, kadınların, işçilerin katılmış olması, “Bu memleket adam olmaz”cıları bile hayrete düşürmüş olmalı.
Emperyalist saldırganlığın ve savaş karşıtı hareketin en önce ve en yaygın biçimde etkilediği gençlik, bu hareketin geleceği bakımından önemli bir yer tutuyor. 1 Mart’ta ve öncesinde yapılan eylemlerde (örgütleniş süreci de dahil olmak üzere) gençlerin yoğunluğu ve katılış tarzı dikkat çekiciydi. Üniversitelerde topluluklar, kulüpler, ÖTK ve öğretim elemanlarınca oluşturulan platformların açtığı pankartlar arkasında yüzlerce, hatta binlerce öğrenci bir araya geldi. Bu platformlara şu veya bu nedenle katılmayan birçok üniversiteli ise sendikaların, meslek odalarının, kimi derneklerin yanında ya da kortejlerin hemen kenarında katılmayı tercih etti.
Hemen 1 Mart’ın ardından, uluslararası düzeyde alınan 21 Mart’ta genel grev kararı, döneme yakışır bir çabuklukla değerlendirilmiş, kararın öğrenci gençliğin gündemine girmesi sağlanmış, yalnız bununla kalınmayarak grevlere boykotlarla destek verme kararı alınmıştı. Bu kararın birçok üniversite ve lisede etkili bir biçimde hayata geçirildiğini göz önünde bulundurursak, boykotların ve boykot çalışmalarının gençlik hareketinin geleceği bakımından değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bu yazıyla yerine getirilmek istenen de böylesi bir gerçeğin beraberinde getirdiği görevin ilk adımıdır.

DÖNEME UYGUN BİR ÇALIŞMA BİÇİMİ
Üniversitelerin açıldığı dönemin hemen sonrasından itibaren gündeme oturan savaş sorunu, öğrencilerin yanı sıra öğretim üyelerinin ve kısmi de olsa sendikalar aracılığıyla üniversite emekçilerinin de dahil olduğu bir tartışmayı ve başını sosyalist gençlerin çektiği bir çalışmayı başlatmıştı. Savaşın asıl nedenlerinin, yaratacağı olumsuzlukların ve genel anlamıyla emperyalizmin teşhiriyle başlayan bu çalışma, ilerleyen aşamalarda savaş karşıtı güçlerin üniversiteler yerelinde birleştirilmesine ve bu yolla eylemlerin örgütlenmesine doğru yol aldı. Çoğunlukla platformlar kurma yöntemiyle gerçekleşen bu birlikteliklerin biçimine dair çeşitli vesilelerle belirtilen eleştiri ve öneriler, daha çok bu platformların niteliğine, amacına ve bu amaca uygun bir bileşimi içerip içermediğine yönelikti. Birçok üniversitede kurulan ve devrimci, sosyalist, demokrat gibi sıfatları taşıdığı iddia edilen savaş karşıtı platformlar, özünde bu sıfatlara uygun olmayan bir tarzda oluşturuluyordu. Halkın %95’inin “savaşa hayır” dediği düşünüldüğünde, üniversitelerde kurulacak platformların da bu kapsayıcılığı teoride ve pratikte taşımasının zorunlu olduğu görülürse, üniversite bileşenlerinin -en başta öğrencilerin- savaş karşıtı mücadelenin belirleyicisi olması gerekir. Bunun için öğrencilerin kendilerini en geniş biçimde ifade edebileceği bir tarza ihtiyaç vardır. Bu, kendisine öncülük payesini biçmiş, kendisini geniş öğrenci yığınlarının -bu yığınlarla hiçbir biçimde yüz yüze gelmemesine, onların duygu ve düşüncelerinden bihaber oluşuna rağmen- yerine koymuş dar örgütlerin sınırlı birlikteliğiyle yaşam bulabilecek bir tarz değildir. Bu tarz ancak öğrenci yığınlarının kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi doğal örgütlülüklerinin doğru bir anlayışla bir araya getirilerek harekete geçirilmesiyle yaşam bulabilir. Üniversitelerde kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ların içinde bulunduğu durumu öne sürerek, onların dahil olduğu platformların olanaksızlığını kanıtlamaya çalışanlar dediklerinde ısrar ededursun, boykotlara varan bir çalışmanın örgütlenebilir olduğu gerçeği bu dönem çok net görülebilmiştir.
Üniversite hareketinin son dönemini dikkate alırsak, ileri bir eylem biçimi olan boykotların örgütlenişi, sadece çalışmanın gerekli unsurlarla birleşmesi, hareketsiz yığınları bile harekete geçirmesi ile açıklanamaz. Bunların hepsini birden kapsayan, aynı zamanda sorunun temelini oluşturan bir noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. İçinde bulunduğumuz dönem, ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlara cevap verebilecek bir çalışma biçiminin ilk adımlarını kendi içinden yaratan bir dönemdir. Üniversiteli gençlerin sınıflarda, yemekhanelerde, anfilerde; derslerde, sohbetlerde, tartışmalarda savaşı konu ettiği, birçoğunun siyasete ve ülke gündemine müdahaleye daha istekli oldukları ve bu isteği bir şekilde gösterdikleri bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönemi doğru tahlil edebilmenin tek yolu ise, gençlik yığınlarının içinde varlık gösterebilmek, gelişen ya da gelişebilecek her tür hareketlenmenin bilgisine sahip ve gidişatı değiştirebilir bir pozisyonda olmaktır. Bu, yalnızca dönemin politik analizini doğru yapıyor olmak değil, aynı zamanda burjuvazinin politik argümanlarının kitleler içindeki yansımasını, yarattığı yanılsamayı ve bu yanılsamanın ne tür araçlarla bertaraf edileceğini bilebilmektir.
Üniversitelerde hareketin bittiğini, güçsüzleştiğini kendi güçsüzlüğü üzerinden belirleyen anlayış, elbette hareketin nasıl ve nereden güçleneceğine dair doğru fikirlere sahip olamayacaktır. Savaş karşıtı hareketi kendinden menkul sayan bu anlayış, birleşilebilecek unsurlar, harekete katılabilecek güçler konusunda güvensiz dahası zarar verici bir tutum takınacaktır.
Bu anlayışın yanlışlığı, 1 Mart eylemi öncesinde ODTÜ’de yürüyen ve çok sayıda öğretim üyesinin, toplulukların ve bundan dolayı çok sayıda öğrencinin aktif olarak katıldığı çalışma ile gözler önüne serilmişti. Bir kez daha ve daha net bir biçimde boykot çalışmaları ile görülmelidir.

BOYKOT FİKRİNİN YAŞAM BULMASI: HER YERDE BOYKOT!
Ortaya atılan her fikir/ideoloji ait olduğu kitleler içinde yankı bulmuyor, onlar tarafından sahiplenilmiyorsa yaşama şansı pek azdır. Fikrin sahiplerini bulması, onlara ulaşması ise, onlar tarafından sahiplenilebilmesinin ilk ve kaçınılmaz koşuludur.
Savaşa karşı –istilanın başlaması sonrası günlerde artık savaşı durdurmak için- işçilerin emekçilerin bir günlük grev yapması fikri, dünyada ve Türkiye’de birtakım temeller üzerinden oluşmuşsa, bu fikri hayata geçirmek de yine bu temeller üzerinden hareketle gerçekleşmiştir. Bu greve üniversite ve liselilerin bir günlük ders boykotlarıyla destek vermesi fikri de, yukarıda bahsedilen dönemsel özellikler üzerinden doğru bir çalışmayla hayat bulmuştur. Bu çalışmanın öne çıkan ve belirleyici özelliklerine değinmeden boykot sürecini bir deneyim haline getirmek, sonrasında atılacak adımları görmek mümkün olmayacaktır.
21 Mart’tan yaklaşık iki hafta önce yapılan boykot çağrılarının mümkün olan en geniş kitleye ulaşabilmiş olması, bu fikrin sahiplenilmesinde öncelikli neden olmuştur. Elde bulunan her olanağı somut bir iş haline dönüştürme becerisi bu çalışma içinde çok çabuk gelişebilmiştir. Sınıfların içlerine kadar, öğrencilerin bulunduğu her yerde yazılı materyaller ya da sözlü ajitasyonlar aracılığıyla boykotu gündeme getirme ve tartıştırma çabaları sonuçsuz kalmadı. Boykotun “olabilirliği” konusunda en küçük bir şüpheden bile uzak kalmak ve bu güveni her çalışmada dışa vurmak, kitlelerin de bu inanca ortak olmasını sağladı. Sınıflarda yapılan konuşmalardan, öğretim üyeleri içinde yapılan “destek turları”na, yapılan afişlerin içerik ve biçiminden, duvarlara yazılan yazılara kadar her araç bu güveni yansıtıyordu. Önceden görüşülmediği halde birçok öğretim üyesinin öğrencilerine boykota katılıp katılmayacaklarını sorması ve katılım çağrısı yapması, boykot çağrısının yapıldığı sınıfların o gün yapılacak sınavı iptal ettirme çabaları, yapılan barış sempozyumlarına öğrencilerin gösterdiği ilgi ve boykotun böyle alanlarda dillendirilmesi, boykot referandumları için açılan masalara gösterilen yoğun ilgi ve referandum sonuçlarında öğrencilerin çoğunun boykottan yana çıkması gibi daha birçoğu sayılamayacak örnek, boykot fikrinin üniversitede kazandığı meşruiyeti ve bu güvenin yarattığı etkiyi gösterir. Boykot fikrinin yaşam bulmasının en önemli dayanağı, öğrencilerin, öğretim üyelerinin bulunduğu her alanda, onlara ulaşabilecek her araçla boykot çağrılarını yinelemek, üniversitenin her yerinde boykot rüzgarı estirmektir.
Aynı zamanda toplulukların, öğrenci temsilcilerinin oluşturduğu platformlara boykot önerisiyle gidilerek, çalışmanın onlar tarafından da sahiplenilmesi sağlandı. Bu platformlar da dahil olmak üzere, geniş bir çevreyi boykotun örgütlenmesi için seferber etmek, şu veya bu örgütün, grubun, platformun değil üniversitenin boykotta olacağının en büyük göstergesiydi. Ve bu seferberlik başarılarak boykot komiteleri oluşturuldu, bu komiteler aracılığıyla onlarca öğrenci boykot çalışmasına katıldı. Öğrenci hareketini kendi iç dinamikleriyle ilerletecek bu tutumla, “biz boykottayız!” diyen ve dolayısıyla boykotun tutmayacağına inanan anlayıştan da ayrışılmış oldu.
Boykotlar konusunda son derece karakteristik bir tutum takınması ve bu tutumunun her üniversitede aynı olması nedeniyle özel olarak TKP’ye değinmek gerekiyor. Boykot çağrılarının haftalardır yapıldığı neredeyse her üniversitede 21 Mart’tan bir gün önce “yurtseverler”i göreve çağıran TKP, kendi çapında boykot ilan etti. Kimi okullarda boykotu örgütleyenlere bir gün öncesinden giderek “ortaklaşma” çağrısı yapan TKP’liler, kimi okullarda da sanki hiç boykot lafı edilmemiş gibi, hiç söylenmemiş bir şey söylermişçesine çağrılar yaptı. Yapılan çalışmanın ucundan bile tutmaya tenezzül etmeyerek uzaktan seyreden TKP’li öğrenciler, okulun boykot havasına girmesiyle birden fikir değiştirmiş olsalar gerek. 21 Mart günü boykotu örgütleyenler kendileriymişcesine, kimi yerde kaba, kimi yerde utangaç tavırlarla boykotta yer aldılar. Elbette boykota katılmalarına, katılma çağrısı yapmalarına diyecek bir şey olamaz. Ama onlarca öğrencinin çalışmasını, toplulukların iradesini yok sayarcasına üstten bir boykotu sahiplenme tutumu, öğrencilerin ve gündemlerinin ne kadar dışında olduklarını gösteren faydacı bir tutumdur ve eleştirilmelidir.

BOYKOT SONRASI
Birçok üniversitede boykotun %80-90 katılımla gerçekleşmesi ve yüzlerce hatta binlerce öğrencinin katıldığı eylemlerin yapılması, bu dönemde hareketin ilerleme olanaklarının fazlasıyla var olduğuna dair önemli bir işarettir. Boykota katılan ve o gün okula gelerek sınıfları gezen, diğer öğrencileri de boykota çağıran yüzlerce öğrenci bundan sonra sürecek savaş karşıtı mücadelenin bir parçası olmaya istekli olduklarını da böylece ifade etmiş oldular.
Bu dönem ortaya çıkan hareketin ilerleme olanaklarını doğru kullanmak, bundan sonra yapılacakların hareketi geriletecek tarzlardan uzak ele alınması, bir araya gelen yüzlerce öğrenciyi daha ileri bir noktadan mücadeleye katmak dikkatle yerine getirilmesi gereken sorumluluklardır. Harekete katılan öğrencilerin ileri unsurlarını sosyalist bilinçle tanıştırmak ve birleştirmek bundan sonraki mücadele açısından kaçınılmaz bir görevdir. Bunlarla birlikte boykotlar sonrasında yaratılan etkiyi, oluşan havayı dağıtmadan, her günlük gelişmeye uygun bir çalışma ve çalışma biçimi geliştirmek gerekir.
Savaş sürecinde ABD’nin, hükümetin, genelkurmayın vs. yaptığı her açıklamayı, medyanın duyurduğu her haberi, propaganda ettiği her yalanı teşhir edici bir pozisyon alarak, ajitasyon ve propaganda çalışması yürütmek sürece uygun bir çalışma için zemin hazırlayacaktır.    
Gençlik hareketi antiemperyalist bir çizgide yükselme eğilimi gösteriyor. Dönemin olanaklarını gerçeğe çevirerek, ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine 6. Filo olayını yeniden yaşatmak hiç de zor değil…   

GELECEĞİ HAZIRLAMAK
Artık gençlik hareketinin hem de antiemperyalist çizgide yeni bir kitlesel yükselişinin koşulları gelişmekte ve bu koşullar her zamankinden daha çok gençlik kitlelerin dışından ve onlardan kopuk olmayan bir çalışma ve tarzı dayatmaktadır.
Ülke içinde 12 Eylül saldırganlığının, dünya ölçeğinde ise “duvarın yıkılması”ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerinden geliştirilen ve barış, refah, demokrasi, insan haklarının kendisiyle olanaklı olduğu iddiasıyla küreselleşme saldırısının uzun yıllar boyunca düzeni dayatarak, düzene yönlendirip bağlayarak küllendirdiği “yeni bir dünya”ya ve “yeni bir dünyanın mümkün olduğu”na dair en başta ve en çok gençliği etkileyip hareketlendirecek özlem ve fikirler; işsizlik, yoksulluk, geleceğe güvensizliği genelleştiren ve insanın yerine piyasayı geçiren küreselleşme politikalarının devamı olarak insanlığa dayatılan savaş ve ölüm, ve ikisinin de kaynağı olarak, patronu Amerikan emperyalizmi olan kapitalist uygarlık tarafından şimdi yeniden ve ikna edici nesnel temelleri çok daha yaygınlaşmış haliyle teşvik edilmektedir. Böyle bir dünya ve uygarlıkta işsiz, geleceksiz, itilip kakılarak ve üstelik ölüme gönderilme tehlikesiyle yaşamaya katlanmak hızla gençlik açısından ikna edici olmaktan çıkmaktadır.
Dünya, kapitalizmin çürüyüşüyle birlikte dönüyor. Tıkanmasına çözüm arayışındaki kapitalist emperyalizm, yolunu kendi karakterine uygun olarak saldırılarını tırmandırmakta, iktisadi, sosyal, siyasal ve askeri bakımdan “cepheye yeni ve taze güçler” sürmektedir. Ama ne iş yasasında değişiklik, ne personel rejimi ya da YEK takviyesi ne de Irak saldırısının yeni takviye güçlerle güçlendirilmesi çözüm vaat etmekte; tersine, her yeni takviyeyle pekiştirmeye yöneldiği saldırganlığı, kendi kuyusunu kazacı rol oynamakta, kendisine karşı yeni ve taze güçlerin sahneye dolmasına neden olmaktadır. Her alanda kölelik ve geleceksizlik dayatması üzerinden yaratılan yeni “dehşet” tabloları, insanlığı, ama en çok gençliği, olağan dönemlerde sessiz ve hareketsiz kalanlar da içinde olmak üzere, öfke ve “yeni bir dünya”, “yeni bir gelecek” özlemi ve mücadele heyecanıyla doldurmaktadır. Koşullar, yeni ve taze güçleri çoğaltarak, daha da çoğalmasını kaçınılmaz kılarak değişmektedir. Artık bilinç, örgüt ve kuşkusuz devrimci çalışma her zamankinden çok tayin edicicidir.
Birkaç yıl ya da belki birkaç ay öncesine kadar hâlâ böyle bir dünyaya, böyle bir eğitim sistemine, böyle bir geleceksizliğe katlanabileceğini hisseden ya da düşünen bir gencin, küreselleşmenin iflasını da ortaya koyan emperyalist savaş ve kaçınılmaz tahribatına tanık oldukça, eğilimlerinin değişmeye başlamasında hiçbir anormallik yoktur. Örneğin ODTÜ’de 23 yıl sonra ilk kez kitlesel karakterde bir boykot gerçekleşiyor ve sadece özel nedenlerle ortaya çıkan bir boykot olarak tek bir üniversiteye özgü kalmıyorsa, bunun nesnellikteki değişmeyle bağlantısı ortadadır. Çalışma ve tarzına ilişkin kavrayışın doğruluğu, bu nedenle, bugün artık çok daha fazla önemlidir. Emperyalizmin, üstelik “yenilmez armada” olmadığını da göstererek, kendisine karşı safa girmeye zorladığı işçi sınıfı ve ezilen halkların, özel olarak gençliğin giderek büyüyecek yeni ve taze güçlerinin birleştirilmesi, en başta kendi deneyleriyle ve mücadeleleri içinde elde edebilecekleri bilinç ve örgüt düzeylerinin yükseltilmesi, bütün diğer acil talepleriyle birlikte antiemperyalist talepleri üzerinden gelişecek mücadelelerinin ilerletilmesi ihtiyacı; öznel olana, bilinç, örgüt, devrimci çalışma ve tarzına ilişkin temelli hatalar içinde olma lüksüne, “kendinden menkul sosyalist” olmaya, “tepedencilik”e, “dıştancılık”a, “kitleden kopuk devrimcilik”e, “ben yaptım oldu” ya da “gelen gelir” tutumuna en küçük yer bırakmamaktadır.
Devrimci tutumun, yeni dönemin yeni güçlerinin, hareketlenmekte ve hareketlenecek olan gençlik yığınlarının birleştirilmesinin, mücadeleye çekilmesi ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarını karşılama tutumu olabileceğini 21 Mart Boykotu bir kez daha göstermiştir. Kapitalist emperyalizmin dayatmalarına öfke dolmakta ve tepki vermekte olan gençlik yığınlarının sözde devrimci dayatmalara da pabuç bırakmayacağı bilinmelidir. Sorun, gençlik yığınlarının dışında “örgütlenmek” değil, hareketin kendi iç eğitimini de mümkün kılmak üzere, ortaya çıkardığı kol, kulüp, ÖTK gibi araçlarını daha çok işlevsel kılıp tamamen gençliğin ve hareketinin ihtiyaçlarının hizmetine girmesini sağlamaya yönelerek, gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesinin içinde ve önünde olabilmektir.

Gençlik konferansını toplarken…

11 Eylül saldırısı sonrası ABD ve İngiltere’nin dünya ölçeğinde Afganistan’la başlayıp bugün de Irak’a taşıdığı terör ve savaş dünyanın mazlum halkları üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Saldırganlık ve katliamcılıkta sınır tanımayan emperyalist güçler kendi aralarında da kamplaşmalara gidiyorlar ve hakimiyet mücadelesi artan oranda kızışıyor. Bir yandan kendi iç çelişkileri ile uğraşan emperyalist güçler, bir yandan da dünya ölçeğinde esen savaş karşıtlığı ve onu besleyen antiemperyalist rüzgarla uğraşmak zorunda kalıyor. Antiemperyalist mücadele eğilimi milyonların katıldığı mitinglere dönüşürken işçi ve emekçiler birçok ülkede savaşa karşı üretimden gelen güçlerini kullanarak genel grevler örgütlüyor, direnişi genelleştiriyorlar. Küreselleşme politikalarının ardından gelen Irak’a savaş dayatması ve dünya egemenliğini hedefleyen saldırganlık işçi sınıfı ve ezilen halkların dünya ölçeğinde yeni bir mücadele dalgasının kabarmasına neden oluyor. Savaşa ve emperyalizme karşı yükselen bu mücadele, önümüzdeki günlerde emekçilerin kendi burjuvazilerine karşı da mücadeleye yöneleceklerinin sinyallerini veriyor. Bugünden çoğu ülkede savaşa karşı mücadele kendi savaş yanlısı hükümetlerini de hedefine koymuş durumda.
Dünya, ezilenlerin, dünya işçi sınıfı ve halkların önüne yeni ufukların açılmakta olduğu yeni bir döneme giriyor. Bu dönem ve onu mayalandırmakta olan nesnel koşullardaki gelişmeler, gençliği de hareketlenmeye, bir önceki dönemin zehirleyici havasından, en başta ideolojik-kültürel zehirlerinin etkisinden kurtulmaya yöneltiyor. Artık düzen içi çözümler arayışını koşullayan kapitalizmin sonsuzluğuna ilişkin inanışlar kadar, barışın, refah ve huzurun kapitalizm çerçevesinde elde edilebileceğine dair masallar da, kapitalist emperyalizmin doğasından kaynaklanan gelişmelerle, özellikle büyük emperyalist devletlerin kimseyi ikna etmez olan dayatmalarıyla gündemden düşürülmektedir. Kapitalist uygarlığın insanlığa sunabildiklerinin işsizlik, sefalet, eğitim ve sağlığın paraya bağlanması, geleceğe güvensizlik ve açlığın yanı sıra savaş ve ölümlerden ibaret olduğunun küreselleşme politikalarının devamı olan “petrol savaşı” ile bir kez daha olanca açıklığıyla ortaya çıkması, başta gençlik yığınları olmak üzere ezilenlerin yeni arayışlara yönelmelerine temel oluşturmaktadır. Haksızlıkların genelleşmesi, hukuksuzluk, ülkelerin egemenlik ve toprak bütünlüklerinin olduğu kadar ulusların kendi kaderlerini tayin haklarının hiçe sayılması, emperyalist savaş koalisyonu tarafından halklara yöneltilen ulusal aşağılanma, zaten geleceği elinden alınmış, eğitim koşulları olağanüstü zorlaştırılmış, atölyelerde üç kuruşa çalışmaya sürüklenmiş gençlik yığınları içinde antiemperyalist öfkenin yanı sıra kapitalizme karşı hıncı da bilemektedir. Bilinçli işçilerin olduğu kadar gençliğin ileri unsurlarının da ezilen yığınların bu yeni ayağa kalkış dönemine hazırlanmaları ve onun gelişmesine uygun biçimde müdahalelerde bulunmaları büyük önem kazanmaktadır.
Dünyada ve ülkemizde savaşa ve emperyalizme karşı mücadelenin yükseldiği bugünlerde Gençlik Konferansı’nı örgütleyen Emek Gençliği konferanslarında emperyalizme karşı mücadeleyi tartışma platformunun merkezine koyarken, buna uygun bir şekilde yoğun bir antiemperyalist ajitasyonu da başlatmış durumda. Üniversitelerde binlerce bildiri dağıtılıyor, yüzlerce afiş asılıyor, sınıflarda yapılan konuşmalarda savaşın gerçek yüzü ve nedenleri anlatılıp, sistemin teşhiri gerçekleştiriliyor. İstanbul’da yapılan Barış Sempozyumu üniversitelere taşınıyor. Kokartlar dağıtılıyor, tiyatro gösterimleri yapılıp, müzik dinletileri düzenleniyor; savaş karşıtı şairler dialar eşliğinde şiirlerini öğrencilerle paylaşıyorlar. Özetle her türlü araç savaşa karşı harekete geçirilirken, daha önce defalarca örgütlerimiz tarafından gündeme alınıp, tartışılan; kol, klüp, topluluk ve ÖTK’ların da sürece dahil edilmesi için yoğun bir çaba sarf ediliyor. Bu çabalar bugünden bir dizi ürün vermiş, önemli başarılar elde edilmiş durumda. Ankara Meslek Yüksekokulu ÖTK’nın Barış Sempozyumu örgütlemesi, ODTÜ’deki toplulukların 1 Mart’taki eylemi örgütleyişi, ciddi bir katılımla mitingde yer almış olmaları ve boykot çağrısını yaşama geçirmeleri, belli başlı kentlerde gerçekleştirilen 21 Mart boykotları bu araçlara bakışın ne olması gerektiğine ilişkin çizgiyi gösterirken, nesnel koşullar olgunlaştığında bu örgütlenmelerin oynayabileceği ciddi rolün anlaşılması açısından da önemli bir deneyim sundu.
Bugün gelinen noktada dünya ölçeğinde alınmış genel grev kararının 21 Mart’ta ülkemiz emekçilerinin yanında ülke gençliği tarafından da eğitim kurumlarında boykotlarla taçlandırılması, örgütlerimiz açısından ( kitlelerle kurulacak bağ, akademisyenlerle kurulması gereken ilişki, araçların ele alınışı gibi) sayısız örneğin konferanslarımızda tartışılmasına yardımcı olacaktır. Bu çalışmada gazetenin oynadığı rol; yapılan işlerin gazeteye aktarılıp buradan tekrar kitlelere taşınmasının yaptığı etki göz önünde bulundurulduğunda, konferanslarda önemli bir tartışma konusu olurken, bugüne kadar gazetenin üzerinde neden bu kadar özenle durulduğu örgütlerimiz tarafından daha anlaşılır hale gelmiş durumda.
Bütün bu gelişmeler, yaşanan hareketlilik ve canlılık, savaşa karşı antiemperyalist rüzgar aslında bizlerin yabancı olduğu şeyler değil. 68’de de akademik taleplerle başlayan gençlik hareketi, antiemperyalist mücadele eğilimi ile birleşebildiği oranda güç kazanıp, kitleselleşebilme olanağı yakalamıştır. Kitleselliği yakalayabildiği andan itibaren ise üniversite anfi ve kampüsleri boykotlar ve işgallerle sarsılırken, sokaklar on binlerin katıldığı mitinglere tanıklık etmiştir. Bu dönemin gençliği ülkesine ve geleceğine sahip çıkarken Dolmabahçe’de Amerikan 6. Filo’sunun askerlerini denize dökmüş, Vietnam Kasabı Commer’a ODTÜ’yü dar etmiş, gereken cevabı vermişti. Bugün 68 Gençlik Hareketi’nin yoksun olduğu işçi sınıfı partisinin önderliği ve yol göstericiliğine de sahip olan gençlik örgütü, üniversitelerde dünyanın içinde bulunduğu durumu ve müdahale edilmediği takdirde nereye gideceğini anlatma sorumluluğuyla antiemperyalist mücadele bayrağını yükseltmek ve yurtsever bir halk cephesinin bileşeni olmak noktasında kuşkusuz konferanslarında kararlar alacak ve bu kararları yaşama geçirmek için bütün gücüye çalışacaktır.
Antiemperyalist gençlik hareketini yükseltme çalışmalarının yanında ve onunla birlikte gençliğin üniversite ve lise örgütleri alanlarında karşılaştıkları akademik ve demokratik sorunlara -başta YÖK-YEK tartışması olmak üzere- müdahale etmeden edemez. Bu iki yönlü çalışmanın tamamlayıcısının, gençliğin politik eğitimine özellikle eğilme, sosyalizmin birikimini paylaşma, organlarda özel eğitim çalışmaları planlama olması zorunludur; konferanslar bu sorunu ele almak ve bu konuda adım atmaktan kaçınamaz. Ancak bu başarılabildiği oranda üniversitelerde her türlü fikri tartışmaya dahil olup, çeşitli panel, konferans, sempozyum ve süreli-süresiz yayınları tartışma platformları yaratılarak, burjuva liberal akımlarla mücadelenin ilerlemesine ve sosyalist fikirlerin yayılmasına katkı sunulmuş olacaktır. Yürütülecek bu çalışmalarda üniversite örgütleri Evrensel Kültür dergisi ve Bilim Eki’ni kullanabilmede gelişme göstermek zorundadır. Kaldı ki entellektüel tartışmalara dahil olabilmek ve yeni tartışma alanları yaratmakta, bu yayınlar vazgeçmeyeceğimiz araçlar olarak ele alınıp, bu araçların kullanımında gerekli tartışmalar ve buna uygun düzenlemeler yapmak zorunlu olsa gerek.
İşçi gençlik yığınları içinde çalışma yaşamından ekonomik sıkıntılara kadar bir dizi talebi güncel gelişmeler ve antiemperyalist ajitasyonla birleştirmek ve bu ajitasyon faaliyetinin istikrarını sağlamak, özellikle önümüzdeki dönemin zorunlu kıldığı tek tutum durumundadır. Yürütülecek bu çalışmada da gazetenin çalışmanın merkezinde yer almasının sağlanıp, günlük satışının örgütlenmesi ve yapılan işlerin gazeteye aktarılmasında istikrar sağlanması, gençliğin hem mücadelesinin gelişmesine hem de mücadelenin kalıcı dayanaklar edinmesine temel teşkil edecektir. İşçi gençliğin sosyalizmi öğrenmesine yardımcı olmak, kültürel sportif ihtiyaçlarının giderilmesini sağlayarak, örgütlenme biçimini böylelikle yenileme ve güçlendirme konferansların kararlar üretmesinin gerekli olduğu noktalardır. Uzun süredir çalışma yürütülen İmes, Çiğli, Ünaldı gibi işçi merkezlerinde zaman kaybetmeden bu tip örgütlenmelerin hayata geçirilmesi gerekiyor. Sağlanacak başarı diğer il örgütlerine örnek olma açısından da önem taşıyacaktır. Ayrıca ortaöğrenim gençliğinin bir kesimini oluşturan meslek liselerinde yürütülecek faaliyet, gerek işçi gençlik gerekse de fabrika örgütlerinin güçlenmesine katkı sunacağı için bu alandaki çalışma özellikle ele alınmalı ve buna uygun düzenlemeler özenle yaşama geçirilmelidir.
Emekçi mahallelerindeki gençliğin büyük bir çoğunluğunun işsizliğin ruhsal çöküntüsü içinde olması, bu alanda çeteleşmenin had safhaya varması ve gerici-şoven fikirlerin özellikle bu alanlarda pompalanması karşısında, gençliğin devrimci örgütü, gençliği alternatif fikirler etrafında birleştirip, onların kültürel sportif ihtiyaçlarını gidermesine olanak sağlayacak gençlik merkezlerini bugünden yaşama geçirme kararlarını almak ve bu yönde somut adımlar atmak durumundadır. Bu doğrultuda Pendik Gençlik Evi okuma-yazma, tiyatro ve saz kursları açarak gençliğin eğitimine ve sosyal gelişimine katkı sunmanın yanı sıra güncel politik gelişmeleri de kapsayacak bir faaliyeti yaşama geçirmiştir.
Örneğin Sabiha Gökçen Havaalanı’nın ABD’ye üs olarak verilmesine ve bu doğrultuda modernize edilmesine karşı Pendik Gençlik Evi gençler içinde ajitasyon- propaganda faaliyeti yürütmüş ve gençliği antiemperyalist mücadeleye çağırmıştır. Bu çalışma biçimi bir yandan emekçi semtlerinde gençlik evlerinin bir çekim merkezi olmasını sağlarken, bir yandan da gençliğin mücadele merkezlerine dönüşmesini sağlayacaktır. Bu örnek, önümüzdeki dönemde kurulması düşünülen gençlik evleri için zengin bir deneyim sunmuştur.
Parti örgütlerinin konferans ve kongrelerinde en çok tartışılan sorunlardan biri olan Kürt sorunu ve Kürt gençliği içinde çalışma alanının özgünlüklerine uygun bir gençlik örgütünün yaratılması, Kürt gençliğinin taleplerine uygun bir çalışmanın planlanması bölge örgütlerimizin konferanslarında yaşam bulmuştur. Türkiye’deki örgütlerimiz ise parti konferanslarından güç alarak, tüm ikircikli tutumları aşarak Kürt gençliğiyle ortak işler örgütlemede daha fazla çaba gösteren, örneğin Newroz’lara tüm gücüyle katılan örgütler olmada önemli adımlar atmaya hızla yönelme durumdadır. Gençlik örgütlerimiz bu yönelimi sürdürebildiği oranda, Kürt gençliğiyle birleşebilmenin önünde engel olmadığını konferanslar süreci boyunca daha açık bir biçimde görmüştür.
Önümüzdeki dönemde gençliğin devrimci örgütü hareketin gidişatına müdahale etmede yetkinleşmek zorundadır ve bu yola girmiştir. Elindeki her türlü olanağı hareketin seyrine uygun bir şekilde çalışmasına dayanak yapmada başarısını artırmaya başlamıştır. Bu yolda ısrar, hareketin ileri çıkardığı gençlik kesimlerinin sosyalizmle birleşme ve sınıfın devrimci partisi saflarına kazanılmasında ciddi bir temel oluşturacaktır.
Gençliğin devrimci örgütü bu önemli noktalarda var olan gelişmeyi sürekli kılabildiği oranda gençlik kitlelerinin gözünde bir mücadele merkezi olacaktır.

YÖK’ten yek’e üniversite gerçeği

Üniversiteler sorunu ve sorunun önemli bir yönü ve temel bir kaynağı olarak YÖK, önceden çok ayıda yazıda vurgulandığı üzere, sürekli ve yoğun tartışmalara neden olan bir konudur.
1984-92 döneminde Özal ve sonrasında DYP-SHP hükümetlerinin gündeme getirdiği “reform paketleri”, TÜBİTAK’ın 1991’de düzenlediği I. Bilim Şurası, 1994’de TÜSİAD’ın hazırlattığı “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adlı rapor ve ardından gelen hükümetlerin gündeme getirdiği yasa tasarıları düşünüldüğünde, bugün AKP hükümetince ortaya atılan “Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu”, özü itibariyle yıllardan beri uygulanmaya çalışılan neoliberal politikaların devamı niteliğindedir. Özellikle demokrasi, bilimin üzerindeki siyasi müdahalelerin önüne geçilmesi ve yasanın toplumun tüm kesimlerinin görüşleri doğrultusunda şekillenmesi üzerine vurgu yapılan yasa değişikliği tasarısı, YÖK karşısında demokratik bir görüntü verilmeye çalışılsa da, demokratik içerikten yoksun, özgürlük ve özerklik gibi kavramları sermayenin tekeline yönlendiren bir tasarı konumundadır.
Bu yazıda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sitesindeki yasa taslağının sürekli değişikliklere uğramasını ve yasa tasarısının son şeklini henüz almamış olduğunu göz ardı etmeden, tasarıyı özü itibariyle incelemeye çalışacağız.

YEK’İN DEMOKRASİ ANLAYIŞI
YEK gündeme getirildiği andan itibaren sürekli dillendirilen şey, ilk kez bir yasa tasarısının toplumun tüm kesimlerinin görüşleri alınarak şekillendiği olmuştur. Bu söylemin dayanakları olarak, MEB’in sitesine konulan ve bir karadelik misali yazılanların nereye gittiği, nasıl değerlendirildiği ve yasa tasarısına nasıl yansıdığı bir türlü bilinemeyen bir “Görüşleriniz” bölümüyle öğretim elemanlarının –bir kısmına ulaşıp bir kısmına ulaşmayan- görüş ve önerilerini soran elektronik postalar gösterilmektedir.
Yalnızca buradan bakıldığında bile, üniversitenin temel bileşenleri olan öğrencilerle üniversite çalışanlarının YEK’in demokrasi anlayışında yerlerinin olmadığı görülebilir. Dolayısıyla “demokrasi” iddiasının en azından öğrencilerle üniversite çalışanlarını kapsamadığı ve dışladığı ortadadır. Üniversitenin bu en geniş dayanaklarını, binleri, on binleri dışlayan bir “demokratizm”, kendi içeriğine ilişkin yeterince fikir vericidir. Demokrasi iddiasının dayanakları olarak sunulan bu uygulamalara bir isim konulacaksa, bu, demokratik katılımcılık değil “nabız yoklaması”dır.
Aynı demokrasi anlayışı, YEK’in içerisinde, bileşiminde de varlığını sürdürmektedir. Demokratik katılım ve çoğulculuk üzerinde durulduğu halde, biçimsel olarak bile YEK’in bileşiminin seçilmişlerden çok atanmışların ağırlığıyla oluşması ve üniversite seçimlerinde üniversite çalışanlarının adlarının bile geçmemesi, demokrasi adına açıklanabilir bir durum değildir. Kaldı ki, taslaktaki “eğitim ve öğretim öğrenci odaklıdır, öğrencilerin bu süreçlere etkin katılımı gözetilir” ifadesinin, üniversite yaşamında öğrencilerin yalnızca derslere giriş-çıkışlarıyla anlam bulması; Yükseköğretim Eşgüdüm Kurulu’nun öğrenciye bakış açısını gözler önüne sermektedir. Öğrenci, taslakta, yalnızca edilgen bir varlık olarak üniversite içinde yer alan, tüm kısıtlamalarıyla, yaşam alanı ve söz söyleme hakkı dersliklerle sınırlı kalan bir konuma sokulmuştur. Taslağın ancak “dekan seçimleri” bölümünde öğrencileri matematiksel hesaplamalarla boğuşmaya zorlayacak şekilde bölüm temsilcilerine oy hakkından söz edilmektedir. Bölüm başkanlığı seçimlerinde ve diğer seçimlerde bir bir biçimde öğrencilerden bahsedilmediği düşünüldüğünde, bu maddenin, “aman öğrencileri de bir yere sıkıştıralım, demokratik görünsün!” mantığını yansıttığı açıkça görülebilir.

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK
Yasa taslağı boyunca ve taslağı ilişkin tartışmalarda sürekli vurgulanan bir diğer önemli konu “akademik özgürlük”tür. İddia edilene göre, YEK ile birlikte bilimin üzerindeki tüm dış baskılar ortadan kaldırılmakta ve akademisyenlerin özgürce fikir üretmeleri sağlanmaktadır. İddia ve söylem demokrasi ve özgürlük laflarıyla dolu. Ancak YEK’in öngörülen kuruluşu tümünü yalanlamaktadır. “Akademik özgürlük”ün daha ilk adımda yalanlanması; YEK’in, Üniversitelerarası Kurul’un kendi arasından seçeceği iki kat üye içinden cumhurbaşkanının “atayacağı” 10, Bakanlar Kurulu’nca atanan üst düzey devlet görevlilerinden 7, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’ndan 1, Türkiye işçi konfederasyonları ile kamu sendikaları konfederasyonlarından 1 ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden 1 üyenin katılımıyla oluşturulmasıyla gerçekleşmektedir. Taslağa damgasını vuran anlayışa göre üniversitelere akademik özgürlüğü getirecek olan, üniversitelerin kendisi değil ama hükümet, cumhurbaşkanı, sermaye sahipleri ve sendikalardır.
Sorulması gereken soru, akademiyle, akademik özgürlükle örneğin sermayenin, örneğin hükümetin ilgisinin ne olabileceğidir. Sermaye ile bilim, sermaye ile akademi ve bilimsel ve akademik özgürlük ancak çelişir. Sermayenin kendi kâr hırsına dayalı çıkarlarını dayatmaktan kaçınamayacağı, teslim alıcı bir ilişki olan sermayenin, sermaye sahibinin iyi ya da kötü niyetli olmasından da bağımsız olarak, akademiyi, bilimi, artı-değer üretimine, birikime ve onun koşullarının en üst düzeyde yaratılıp geliştirilmesine bağlama ve kendisinin her adımda daha çok eklentisi haline getirme yöneliminden geri duramayacağı açıktır. Sermaye ile ilişkilendiğinde bilime, akademiye, ancak daha yüksek kar elde etme özgürlüğüne bağlanmış bir “özgürlük”ten başkası kalmaz. Hükümetle bilim ve akademi ilişkisinden daha ileri bir özgürlük alanı doğması kuşkusuz olanaksızdır. Siyaseten, atadığı üyeler aracılığıyla hükümetlerin kararlaştıracağı bilim ve akademinin özgürlük alanı baştan sıfırlanmış demektir. Tarım ve hayvancılığın bitirilmesini üstlenen sermayenin bilimsel araştırıcılığı –en azından diğer alanlara yönelik araştırıcılığın “para etmemesi” nedeniyle- konola ve köpek mamasına ilişkin çalışmalarla sınırlaması ya da hükümetlerden gelen “Darvin mi, evrim teorisi mi, bırakın canım” türünden doğrudan müdahaleler akademiye hangi “özgürlük” alanını bırakır. YEK tasarısı, bugüne kadar kuşa döndürülmüş akademik özgürlüğün bütünüyle sıfırlanmasının “akademik özgürlük” olarak sunulması pervasızlığıdır.
Ayrıca, bilimin üzerindeki siyasal müdahalelerin önüne geçeceği söylenen YEK’in asli görevlerinden biri hükümetle üniversitelerin eşgüdümünü sağlamaktır. Anlaşılan, buradaki “siyasal müdahalelerin önüne geçilmesi”nden kastedilen, hükümetin güdümündeki bir yapının siyasal müdahaleye ihtiyaç duymayacağı, dolaysız güdümleneceğidir. Başka bir deyişle; “siyasal müdahalenin önüne”, üniversiteleri doğrudan hükümet politikalarıyla aynı çizgiye getirerek “geçilecektir”! Üniversitelerarası Kurul’un görevlerine baktığımızda, maddelerin çoğunda “…hükümete sunmak”, “…hükümete bildirmek” vb. söylemini görmek bu noktayı daha da açık hale getirmektedir.
Burada üzerinde durulan, yalnızca hükümetten hükümete değişen bir kadro sorunu değil, ama asıl olarak yıllardan beri uygulanmaya çalışılan bilimin sermayenin hizmetinde şekillendirildiği neoliberal eğitim politikalarıdır. Bu doğrultuda sermayenin doğrudan üniversitelerin yönetiminde söz sahibi olmasının akademik özgürlükle nasıl bağdaştırılacağı sorusu can alıcı sorudur.
Akademik özgürlük konusunda bir diğer önemli nokta ise, üyeleri arasında Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nın de birer üyesinin bulunduğu Üniversitelerarası Kurul’un YEK ile birlikte akademik ölçütleri belirlemesidir. Bu doğrultuda oluşturulacak bir Bilim Etiği Kurulu, öğretim elemanlarının uymaları gereken bilim etiği kurallarını ve ilkelerini belirleyecek yapı olarak sunulmaktadır. Böylesi sınırlayıcı bir kurul, özellikle gölgesi altında olduğu Üniversitelerarası Kurul düşünüldüğünde, bilimin özgürce üretiminin önünü açan değil, tersine bilimin belirli kalıplara sokulduğu yer olacaktır.

KURUMSAL ÖZERKLİK
Yasa taslağının özellikle üzerinde durulması gereken bir yönü, taslakta kendisini kurumsal özerklik olarak ifade eden “idari ve mali özerklik” konusudur. Aslında YEK’i, bugüne kadar gündeme getirilmiş Yükseköğretim Kanunu Reform Paketleri’nin bir devamı haline getiren başlıca yönü de burasıdır.
Bu noktada ülkemizde özellikle ’80’lerin ortasından itibaren uygulanmaya çalışılan eğitim politikalarına bakmakta yarar var. 1884-92 döneminde Özal ve daha sonra DYP-SHP Hükümeti’nin gündeme getirdiği “reform paketleri”yle birlikte hayatın her alanında pratiğe geçirilmeye çalışılan neoliberal politikalar eğitim alanını da kapsamaya başlamıştır. Bilimin bütünüyle toplumun hizmetinden çıkarılıp sermayenin çıkarları doğrultusunda üretilmesini amaçlayan bu politika, 1991’de Özal’ın TÜBİTAK’ın düzenlediği 2. Bilim Şurası’ndaki konuşmasıyla ete kemiğe bürünmüştür. Özal; “Araştırıcılarla ekonomik çevreler, üniversiteler ve sanayi arasında zengin bir diyaloğun bulunması ülkemizin geleceği bakımından mutlak bir zarurettir. Bu itibarla bu diyaloğu, araştırmacıyla sanayici arasındaki işbirliğini, araştırıcıların hareket kabiliyetini, yani yer değiştirmesini teşvik edici, artırıcı tedbirler almak zorundayız. Böylece araştırıcı daha aktif olarak bilgilerin kullanıcılara transferine katılmış ve onların uygulamaya konmasına iştirak etmiş olacaktır.” diyerek, üniversitelerin piyasaya açılan kapısını net bir şekilde göstermiştir. Bunu takiben 1994 yılında TÜSİAD; “Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” adlı raporunda bilimi ve bilim üreten insanı sermayenin döngüsünün çerçevesine sığdırmış ve buradan yola çıkarak, üniversitelerin sermaye ile sürekli iç içe, daha doğru deyişle sermayenin denetiminde olması gerektiğini vurgulamıştır. Eğitime, bu temelde “yatırım” olarak bakılması, bilimin üretilen bir “meta” olarak ele alınması, beraberinde, bu metanın üretim maliyetini de metayı “satın alan”/kullananların ödemesi gerektiği sonucunu getirmiş ve paralı eğitime geçiş yönünde büyük bir adım atılmıştır.
Sonrasında getirilen yasa değişikliği tasarıları da aynı doğrultuda olmuş; üniversiteler, topluma ve kendisine yabancılaştırılıp sermayenin kâr hırsını tatmin etmeye yönelik çalışmaların yürütüldüğü, bu amaca uygun araştırma-geliştirme merkezlerinin kurulduğu, çeşitli şirketlerle kısa ve uzun dönemli sözleşmelerin imzalandığı, şirketlerin eğitim merkezleri haline getirildiği yapılara dönüştürülmüştür. Üniversiteler içerisinde kurulan şirketler, teknokentler, bunun çarpıcı örnekleridir. Bu yönde atılan adımlarla hem öğrenciler ucuz işgücü olarak kullanılır hem de üretilen bilgi doğrudan sermayenin tekeline sunulur hale getirilmiştir. Bu arada, kuşkusuz, “mali özerklik”e, üniversiteleri kendi kaynaklarını kendilerinin yarattığı bir konuma sokan bir tanım yapıştırılmıştır. Durumun ciddiyetini göstermek için, 2000’li yıllarda artık üniversitelerin gelirlerinin yüzde 50’ye yakınını kendilerin yarattıkları kurumlar haline getirildiklerini söylemek yeterli olacaktır. Kaynaklarını sermaye ilişkilerinden sağlayan üniversiteler, doğal olarak sermayeye “sıcak bakmaya” ve bilimi kaynaklarını elde ettikleri bu toplumsal ilişkiye ve ihtiyaçlarına uygun olarak üretmeye başlamış; sermayeyle iyice içli dışlı hal almışlardır.
Bu doğrultuda MEB’in internet sitesinde kullanılan “Söz konusu değişiklik taslağıyla üniversitelerin idari ve mali özerkliğe kavuşmuş olması” ve iddia edildiği üzere “Yıllardır toplumun farklı kesimlerince dile getirilen talebin hayata geçirilmiş olması” ifadeleri, sermayenin talebinin toplumun farklı kesimlerine, sömürülen, ezilen kesimlere ve üniversite çevrelerine pervasızca mal edilmesinden başka bir şey değildir.
Bugün tartışılan yasa tasarısı AKP Hükümeti’nin “acil eylem planı”ndan bağımsız düşünülemeyeceği gibi, bu kadar kısa süre içinde böyle bir yasa tasarısının gündeme getirilebilmesi, onun, yıllardır uygulanmaya çalışılan neoliberal politikaların devamı olduğunun da açık kanıtıdır.
Üniversite Yönetim Kurulu’nun görevlerinden biri olan “Sağlık hizmetleri dışında üniversitelerin araştırma ve geliştirme, teknik danışmanlık, kısa kurslar ve konferanslar dahil gelir elde etmek amacıyla sözleşme karşılığı üreteceği her türlü hizmet ve malın fiyatını, sözleşme hükümleri, serbest piyasa şartları, uluslararası iş ortamı ve kurumun ilgili alandaki rekabet gücünü dikkate alarak tespit etmek” görevini tanımlayan maddesini ele aldığımızda, eğitimin sermayeleştirilmesini çok daha somut bir şekilde görüyoruz. Üniversiteyi tam bir işletme mantığına büründüren bu madde, yasa tasarısının özünü oluşturmaktadır.
Tam da bu noktada kurulmaya çalışılan “Üniversite Sosyal Konseyi”ne önemli bir işlev yüklenmektedir. Üniversite Sosyal Konseyi; üniversite yönetim kurulu, sanayi ve ticaret odaları başkanlarından birer, bağış yapanların arasından rektörün seçeceği üyelerden ve en çok vergi veren mükellefler arasından valilikçe seçilen iki üye gibi üyelerden oluşturuluyor ve danışma ve tavsiyede bulunma işleviyle donatılıyor. Yasa taslağında, yatırımların planlanmasının, üniversitece üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlandırılmasının ve öğrencilere yönelik sosyal ve kültürel etkinliklerin planlanmasının bu konseyin görüşleri dahilinde yapılacağı belirtiliyor. Burada özellikle bağış yapanları düşünecek olursak, “parayı veren düdüğü çalar” mantığı kendisini göstermektedir. Amaç açıktır. Zaten ders müfredatlarıyla sermayeye yönelik ve onun ihtiyaçları çerçevesinde eğitim alan öğrenciler, bir de “sosyal konsey”in düzenlemesiyle sosyal ve kültürel etkinliklerle saldırı altında tutulmaya çalışılarak kımıldayamaz kılınmak istenmektedir.

SONSÖZ OLARAK
YÖK-YEK tartışmaları, bir kısım çevrelerin dile getirdiği gibi, karşıt siyasal grupların çatışmasıyla sınırlı anlaşılamaz. Aksine YEK ile YÖK, üniversitelerin ve bilimin sermayenin hizmetine sunulması ve demokrasi adı altında üniversitelerin temel bileşenlerinin üniversite yönetiminden dışlanması eksenine oturmaktadırlar. İlerleme, bilimin ve üniversitelerin sermayeleştirilmesi ve öğrencilerle çalışanların dışlanmasına dayalı neoliberal eğitim politikası ve bu doğrultudaki kurumlaşmanın derinleşmesi ve pervasızlaşmasındadır.
Evrensel Gençlik Eki’nin 1999 yılında yayımlanan 27. sayısında yer alan ve o günden bu yana bir şeyin değişmediğini belirten makaleden bir parçayla bitirelim:
“Üniversiteye demokrasi getirecek güç, üniversitenin vazgeçilmez unsurları olan öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanlarının birleşik gücüdür. Bu birleşik gücün, kendi talepleri için yürüteceği ortak mücadelenin yaratacağı kültür ve değişimdir. Dolayısıyla üniversite bileşenlerinin ortak hareket etme ve her türden gerici, baskıcı, kısıtlayıcı, yozlaştırıcı saldırı ve kuşatmalara karşı bir mücadele cephesi oluşturma düzeyi ne ise, üniversitede demokrasinin düzeyi de o olacak.”

Kürt sorununda yeni dönem ve partinin yeniden inşasının bazı sorunları üzerine

Kürtlerin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin yeni bir aşamada olduğunu gösteren tüm veriler aynı zamanda karşı karşıya olduğumuz somut görevlere de işaret etmektedir. Kürt sorununda bir dönem kapanmış bulunmaktadır. Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri için sürdürdükleri direniş ve onu yok sayıp bastırmaya kalkan güçler arasındaki mücadele bugün önemli bir dönemeçte bulunmaktadır. Geride kalan dönem büyük birikim ve deneyimleriyle geleceğe olanaklar sunmaktadır. Uzun baskı ve çatışmalı yıllardan sonra  halkın yönünü belirlemede bu eşsiz deneylerini değerlendireceğinden kuşku duyulamaz.
Kürt emekçi hareketinin bu yeni dönemi, partimiz ve bölge örgütlerimiz için hayati önemdedir. Geriye dönerek bazı saptamalarda bulunacak olursak; PKK’nin çıkışıyla beraber ilan ettiği ve sürdürdüğü politik ve taktik tutumu ile, yakın zamanda üzerinde durduğu platform ve halkın eğilim ve tutumu göz önüne alınarak söylenecek olursa, tüm yönleriyle ve araçlarıyla işleyen yeni bir süreçten geçmekteyiz. Son üç-dört yılın ortaya çıkardığı olgular bu bakımdan önemlidir. Abdullah Öcalan’ın ABD ve diğer işbirlikçileri vasıtasıyla yakalanıp teslim edilmesine kadar olan süreç ve ardından PKK tarafından ilan edilen politik platforma bakıldığında, bir dönemin iddialarını gerçekleştirememiş olarak  kapandığı söylenebilir. Sözünü ettiğimiz dönem elbette bir anda değil, uzun yılların biriktirdikleriyle ortaya çıkmıştır. PKK’nin Kürt sorununu ele alış ve mücadele tarzı, bölge gerici yönetimleriyle ilişkileri, emperyalizme karşı duruşu, bölge demokratik hareketleri ve diğer halklarla ilişki ve ittifak politikası vb. bir çok faktör, bu durumu besleyen etkenler oldu. Ancak Öcalan’ın yakalanması öncesi ve hemen sonrasında ortaya çıkan durumun Kürt sermaye ve milliyetçi çevrelerini olabilir en geri pozisyona sürüklediği ve bu durumun Kürt halkını moral ve politik olarak geriye ittiği de doğru. Öyle ki, Kürtlerin yaşadığı bölgedeki güncel politik gidişat ve ilişkiler, esasta bu iki olgu tarafından koşullandırılmış oldu. Bu olgular iyi gözlenmeden ve olup biten algılanmadan geleceğin sorunlarını anlamak ve sırtlanmak olası değildir.
Ancak, bir dönemin geride kaldığı gerçeğinden ve yenilgiden yola çıkılarak Kürt sorununun ortadan kalktığı söylenebilir mi? Soruyu başka bir şekilde soracak olursak; hareketin yenilgisi ve Kürt milliyetçi çevrelerinin ulusal sorunu egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma yolunda (ki ‘demokratik cumhuriyet’ yolu budur) ilerleme istekleri; bölgedeki ulusal sorunun “demokrasi mücadelesi sorunu olmaktan çıktığı”, artık “bittiği” anlamına gelebilir mi? Böyle olmadığını, bu politikanın ilan edildiğinden bu yana Kürt gençliğinin, Kürt kadınlarının, işçi ve emekçilerin yürüttüğü mücadele ve şekillenen yeni mücadele hattı ortaya çıkarmıştır. Üstelik yenilginin zaten “terör sorunu” saydıkları Kürt sorununu “bitirdiği”ni söyleyenlerin olduğu unutulmadan, gelişmelere bir kez daha bakmakta yarar görmekteyiz.
Öcalan’ın Türkiyeye teslim edilmesinden sonra MHP, DSP ve öteki resmi partilerden İP’e, oradan generaller kliği ve sermaye basınına kadar bir çok çevrenin Kürt sorununun “artık bittiği” görüşü ile hareket ettiği bir gerçektir. Bugün ise, AKP ve CHP’nin onlardan farklı düşünmediği açıktır. “Sağ”da ve “sol”da görünen, ama Kürtlerin gelecekleri ve kaderlerini belirleme hakları söz konusu olunca, bir sırada saf tutan bu tür güç odaklarının, Kürt sorunundaki gelişmeleri “Kürt sorunu bitti”  şeklinde izah etmelerinde şaşılacak bir şey yok. Ayrıca, “sağ”lı “sol”lu kimi grupların (sorunu kültürel, bireysel haklara indirgeyen Kürt ve ÖDP çevreleri bunlardandır), üstü örtülü de olsa böyle “düşünmeleri”nde de şaşılacak bir yan yok. Bunlara karşın, “yenilgi”nin Kürt sorununu yok etmediğini, aksine onun görünenden daha kapsamlı bir sorun olduğunu gözle görünür hale getirdiğini belirtmek gerekir. Kürt sorunu bölgedeki yeni gelişmelerle beraber daha güncel ve çözümlenmesi zorunlu bir sorun olarak orta yerdedir.
Ama kuşkusuz, yenilginin ortaya çıkardığı, gösterdiği bir şey daha var ki; o da, Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliğidir. “Artık bitti”ği gibi bir düşüncenin baş aşağılığı, abuk sabukluğu bir yana; belirtelim ki, Kürt sorunu “yenilgi” vs. ile ortadan kalkacak bir sorun değildir; Kürt emekçi halkı kaderini özgürce belirlemediği ve tarihi akışa özgür bir ulus olarak katılmadığı sürece, hiçbir “yenilgi” veya herhangi başka bir şey onu temel bir sorun olmaktan çıkaramaz.
Kürt sorununun sorun olmaktan çıktığı düşünülemez bile; uluslar ezen ve ezilenler olarak bölündüğü sürece, ulusal sorun sadece “var olan” bir sorun olmakla kalmaz; bunun da ötesinde, emperyalizmden kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin bileşenlerinden biri de olur. Dolayısıyla kim ne derse desin, Kürt sorunu “yenilgi”ye karşın bütün nedenleri, belirtileri ve sonuçları ile orta yerde durmaktadır. Üstelik, artık daha deneyimli olan Kürt halkının tüm temel demokratik haklarına kavuşmayı, özgür bir ulus olmayı bugün, her zamankinden daha fazla istediği yadsınamaz bir olgudur. Dahası ABD’nin Irak’a yönelik saldırısı gündeme geldiğinden bu yana, Kürt sorunu, bir bölge ve dahası bir uluslararası sorun olarak kabul görmektedir.
Öte yandan olgular, Kürt sorununun; sadece hâlâ ortada durduğuna değil, aynı zamanda, sermaye güçlerinin elinden çıkması ve onu emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı mücadele içinde çözecek olan işçi ve emekçilerin eline geçmesinin gelişen olanak ve dinamiklerine ve giderek daha fazla genişleyen koşullarına da işaret etmektedir. Ve gerçekte, geleceği belirleyecek olan, “yenilgi” ile ilgili spekülasyonlar değil, sözünü ettiğimiz bu gerçeklerdir.
Kürtlerin yaşadığı bölgede kapitalizmin gelişmesi, işçi  sınıfı ve mücadelesinin büyümesi ve ulusal istemleri kendine bağlayacak olanaklarını çoğaltması; bunlardan daha önemli değil ama daha öncelikli olarak, Kürt işçi ve emekçilerinin Kürt burjuva ve küçük burjuva örgütlerden daha ileri, daha olgun bir tutumu bugünden almış bulunması vb. gelişmeler; bugüne kadar hep enternasyonalist olmuş, “demokratik cumhuriyet” gündeme geldiğinde de çizgi ve tutumunu yeniden ilan etmiş olan partimizin kendine esin kaynağı yapmış olduğu olgular, öteki bütün odaklardan farklı olarak, elbette ki bu ve benzer olgular olacaktır.
Kürt sorunu, Kürtlerin kaderini özgürce belirlemesi için olduğu kadar; partimizin Kürt ve Türk ulusundan işçi sınıfının partisi olarak inşası için de hayati önem arz eder. Ve, önümüzdeki dönemin de temel sorunlarından biri olacak bu sorun; partimizin sırtına yeni yükler getiren değil, aksine ona dinamiklerini yenileme ve çalışmasını tazelemede alanlar açan, olanaklar sunan bir sorundur. Partimizin, Kürt ve Türk uluslarından (ve kuşkusuz ülkede yaşayan ulusal azınlıklardan)  işçi sınıfının partisi olarak yeniden inşası süreci; Kürt sorununun nasıl bir seyir alacağı, hangi sınıfın ve hangi gücün eline geçeceği, elinde olacağı ve değerlendirileceği ile doğrudan ve sıkıca bağlı bir süreçtir.

BÖLGEDEKİ TOPLUMSAL GELİŞME, İŞÇİ SINIFI VE KÜRT SORUNUNUN GELECEĞİ
Kürt sorunundaki gelişmelerin gösterdiği şeylerden biri, tüm dünyada ulusal sorunun gerçek ve halkçı çözümünün ancak, işçi  sınıfı önderliği altında olanaklı olduğu gerçeğidir. Kürt burjuvazisi, işçi sınıfı hareketi ve sosyalizmin uluslararası yenilgisinden ve Kürt işçi sınıfının zayıflığından önemli oranda yararlanmıştır. Oysa şimdi, uluslararası gidişatın yön değiştirmeye başladığına ilişkin verilerin yanı sıra; Kürt işçi sınıfının büyümesi, mücadelesinin gelişmesi ve ulusal sorunu da kucaklayarak genişlemesi için koşulların olgunlaşmakta olduğu görülmektedir. Olguların, sürecin işçi sınıfı hareketinden yana geliştiğini gösterdiği gibi; ulusal sorunun ancak, işçi ve emekçilerin gericiliğe karşı mücadelesine bağlandığı oranda çözüm bulacağını işaret ettiğinden de kuşku duyulamaz. Bölge son on beş-yirmi yılda, zoraki bir toplumsal çözülme ve değişime  zorlandı. Bu çözülme ve değişim, bunları tahrik eden siyasal, ekonomik olgu ve olaylar dikkate alınmadan, ulusal ve sınıfsal ilişkilerin nasıl bir seyir izleyeceği; ulusal sorunun nasıl gelişeceği ve hareketin ne yön alacağı üzerine inandırıcı tek bir söz bile söylenemez.
İlkin, kırdaki terör ve köy boşaltmaların yol açtığı göç dalgası, başlangıçta hükümetin işine yarasa bile, tersine dönerek bölgedeki nüfus kayması ve sınıfsal değişimin hızlanmasının en önemli nedenlerinden biri oldu. Batı kentlerindeki sonuçları bir yana; “zorunlu” göç, belli başlı Kürt kentlerinde, bir kısmı dönse dahi köye dönmeye iyi bakmayan ve hoşnutsuzluğu gitgide artan bir nüfus yoğunlaşması yarattı. Bir bölümü işçi ve çoğu işsiz (gene de sınıfın parçası) olan bu hoşnutsuz mülksüz kitle, açık ki, köylerde hiç yüz yüze gelmediği yaşam koşulları, sorunlar ve taleplerle karşılaşmış ve modern toplum ilişkilerine, aynı şekilde modern sınıf tutumuna zorlanan bir kitle durumuna gelmiştir. Bugün “ucuz işgücü” olarak kullanılan bu “misafir” kitlenin, demokrasiye de, ulusal soruna da daha farklı baktığı, daha farklı çözüm yolları ve ittifaklar aradığı görülmektedir; ve giderek daha da büyümekte olan Kürt işçi sınıfının bir parçası haline gelmekte olduğunu pek çok olgu kanıtlar haldedir.
İkincisi, büyük tekel ve devletlerin Kürtlerin yaşadığı bölgeye ilgisinin, PKK’nin yenilgisinden sonra, “ekonomik yatırım” girişimleriyle  genişlemesi ve hükümetin “kalkınma hamleleri” (ki sorun bölgenin “geri kalmışlığı” sorunu olarak görülüyor) bölgeye sermaye akışını hızlandırıyor. Dahası şudur ki, GAP’ın devreye girmesi, yeni enerji yolları haritasının bölgenin önemine vurgu yapması ve göç yoluyla ortaya çıkmış ucuz işgücündeki yoğunlaşma; bu sermaye (tekstil, gıda, madencilik, yan sanayi, konut, ulaşım, turizm vb.) akışının yağma boyutları ile ilerlemesini ve kapitalist ilişkilerin bölgede sıçrama göstermesini  kaçınılamaz kılmaktadır. Ki bu, yakın döneme kadar bazı bölgelerde birikmiş ve çoğunlukla çalışmayan birkaç devlet (madencilik, gıda, petrol, çimento vb.) işletmesi, “hizmet” sektörü ve mevsimlik tarım işçilerinden ibaret olan Kürt işçi sınıfının, modern sınıf (sanayi) özellikleri ile büyümesi ve mücadele içinde güçlenmesi de demektir.
Yani, bölgenin önümüzdeki dönemi, özellikle bu iki nedenle de, kapitalist ilişkilerin ve aynı zamanda işçi sınıfı kitlesinin genişleyeceği, gelişme göstereceği bir dönemdir. Hiçbir şekilde yadsınamaz olan bu olgunun, geneldeki sınıf ilişkileri ve ulusal sorun açısından nelere yol açacağı az çok politika içinde olan herkesçe görülebilir.
İlkin, kitlesinin büyümesiyle birlikte, Kürt işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirme temelinde gelişecek olan mücadelesinin devamlılık ve çok yönlü özellikler kazanarak genişlemesi. İkinci olarak, ulusal uyanışın genelleşmesi, halkçı bir içerik kazanarak (kapitalizmin hızlanan gelişmesinin ilk eğilimi) yenilenmesi; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin gelişen demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine (kapitalizmin, ulusal sınırlılıkları aşma, halkları birleştirme yönünde doğurduğu bir diğer eğilim) bağlanması; her iki halktan işçilerin, bu mücadele içinde ulusal sınırlılık ve darlıkları aşmaları ve tam birleşmelerinin  temeli olan olanak ve olguların herkesçe kabul edilir hale gelmesi. Bölgenin önümüzdeki döneminin; iç içe geçmiş bu olgu ve gelişmeler tarafından şekillendirilip karakterize edileceğini anlamak için herhalde kahin olmak gerekmez.
Kapitalizmin gelişmesinin hızlanması; batıda olduğu gibi, bölgede de sınıf kitlesinin büyümesi, işçilerin sınıf mücadelesinin her cephede yayılması ve batıdaki işçilerin mücadelesi ile daha doğrudan birleşmesi demektir. Ve bu her şeyden önce, Kürt burjuvazisinin güdüklüğü görülmüş olan ulusal “temsil” yeteneğinin daha da güdükleşmesi; Kürtlerin, mücadele içindeki Kürt işçi (ve emekçi) sınıfınca fiilen temsil edilir hale gelmesi; Kürt burjuvazisinin elinden çıkarak Kürt işçilerinin eline geçen Kürt sorununun, her iki ulustan işçi sınıfı ve halkın emperyalizme ve gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin dinamiklerinden biri olma yoluna fiilen yeniden girmesi anlamına gelir.
Bütün bu gelişmelere değinirken vurgulamak istediğimiz aslında sadece şudur: Kürt sorununun, başta sermaye ve gericilik, uzlaşmacı Kürt burjuvazisi ve emperyalizm tarafından istismarı ile şekillenen son on beş-yirmi yıllık sürecinin artık sonuna  gelinmektedir. Bölgede süreç, işçilerin sınıf mücadelesinin; kapitalizmin bölgedeki gelişme ve yaygınlaşması ile birlikte daha da güçlenmesi ve yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkmış olan ilk belirtilerinden de anlaşılabileceği gibi, önümüzdeki döneme damgasını basacak bir özellik kazanarak ilerlemesi yönünde gelişmektedir.
Gelişme bu yöndedir; bu, aynı zamanda, ulusal hareketin yenilgiye uğradığı ve Kürt partisinin emperyalizmle uzlaşma arayışında olduğu, ama halkın harekete kendi karakterini egemen kılarak demokratik bir yönelime çevirdiği koşullarda; Kürt sorununun içeriğini tazelemesi ve Kürtlerin demokratik özlemlerinin gerçekleşme olanağı bulması da demektir. Kapitalizmin gelişmesinin hız kazanması; bunun, sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirmesi ve bu temelde gelişen sınıf mücadelesinin, Kürt sorununun (tutarlı, demokratik ve halkçı) çözüm olanaklarını yenilemesi ve çözümüne yeni bir yön vermesi kaçınılamazdır.
Burada sözü edilen olgu ve gelişmelerin, bölgede düz bir çizgi izlemesi veya bir çırpıda, topluca ortaya çıkması kuşkusuz beklenemez. Bölgenin, başta ülkede yaşanan kriz olmak üzere, ulusal ve uluslararası pek çok gelişmeden çok yönlü bir şekilde etkilenmesi; bunun, bölgedeki ekonomik, toplumsal ve politik gelişme ve değişimi pek çok yönden koşullandırması; her bir olgunun, bir önceki döneminin baskısı altında biçimlenmesi ve bir yığın sorun ve olanak yumağı olarak belirginleşmesi doğal görülmelidir.
Ama bize düşen, gelişmenin ileride nasıl olacağı, hangi seyri izleyeceği vb. üzerine gevezelik yapmak değil, olaylarım gelişme yönünü anlamak ve mücadeleyi örgütlemektir. Bu durumda, bölgede (Türkiye ile ilişki halinde) aktüel durumun nasıl seyrettiği; değişik sınıfların karşılıklı ilişkileri ve devlet kapsamındaki konumları vb. açısından halkın durumunun nasıl bir seyir izlediği özel önem arzeder. İşçi sınıfı ve mücadelesi ile ilgili olarak söz ettiğimiz toplumsal gelişme sürecinin ortaya çıkan ilk verileri bir yana; bölgedeki güncel duruma, halk içindeki gelişmelere şöyle bir göz attığımızda; bu alanda da durumun, gericilikten yana olmadığı ve genel kanının aksine, karamsar bir tablo çizmek için bir nedenin  bulunmadığını rahatça görürüz.
İlk olarak, yaşanan yenilgiye ve PKK’nin zorlamalarına karşın; bu yenilgi ve zorlamalardan bir dönem oldukça etkilense de Kürtler, demokrasi ve eşitlik talebinden “geri dönmüş” değildir. Pek çok güncel olay ve olgu; örneğin çeşitli vesilelerle yapılan toplantılara gösterilen ilgi, katılım ve atılan sloganlar, sokağa taşan tepki; Kürt halkının, bu etkilenme altında bulunsa da, daha ileri istemlere sahip olduğunu göstermektedir. Dahası, halkın politik oluşumu etkileyip karakterize etmede ileri bir adım attığı da söylenebilir.
İkinci olarak, işçi ve emekçiler arasında sendikal-ekonomik talepler ve sendikal örgütlenme ve mücadeledeki canlanma giderek kendini belli etmektedir ki, bu, kitle mücadelesinin açık biçimler içinde gelişmesi ve genişlemesinin de habercisidir. İlk belirtileri görülmekte olan bu mücadele; açık kitle mücadelesinin politik mücadeleye doğru gelişmesi ve ulusal sorunun yeni bir yön bulması için en önemli olanak durumundadır.
Üçüncü olarak, Kürt işçi ve emekçileri, birkaç yıldan bu yana dikkatlerini, giderek artan oranda büyük kentlerde gelişen işçi ve emekçi hareketine çevirmektedir. Kürt sorununun ABD ve AB’ne ihale edildiği koşullarda; oradan kayda değer bir destek görmediği halde, Kürt işçi sınıfı ve halkının dikkatini giderek artan oranda büyük kentlerdeki işçi ve halk hareketine çevirmesi ve eylemini “metropoller”le birleştirme yoluna girmesi, son yıllardaki en önemli gelişme ve değişikliklerden biridir. Ve bu ancak, bugün esas olarak bir politik eksende dursa bile; Kürt halkının milliyetçi bir zıtlaşmaya taraftar olmadığı ve aksine işçi ve emekçilerin ortak hareketi eğiliminde olduğu olgusu ile açıklanabilir. Emek Barış ve Demokrasi Bloku’yla beraber işçi ve emekçi hareketinin mücadele birliğindeki gelişimin boyutu özellikle irdelenmeyi gerektirmektedir. Ayrıca ABD’nin Irak’a yönelik başlattığı saldırganlığa Kürt işçi ve emekçilerinin aldığı karşı tutum, AB ve ABD’ye karşı antiemperyalist yaklaşım, Kürt sorununda mücadelenin yönüne ve karakterine de işaret eden önemli verilerdir.
Kürtlerin yaşadığı coğrafyadaki bugünkü durumu karakterize etmese bile, görünür durumda olan ve önemi yadsınamaz olan politik olgulardan bazıları bunlardır. Sermaye ve gericiliğin “zafer” kazandığı ve davul zurna ile bunu ilan ettiği, ve halkın talepleri söz konusu olduğunda “terörizm” ve “bölücülük” yaygarasına başvurulan bugünkü koşullarda, halk arasında olumlu yönde yaşanan değişikliklerin önemi anlaşılmalı ve algılanmalıdır. Bunlar, kitle mücadelesinin gelişme yönüne işaret ettikleri gibi; ulusal sorunun sermayenin elinden çıkması, işçilerin demokrasi programına bağlanması, ve Kürt işçi ve emekçilerin demokrasi ve anti-emperyalizm mücadelesinin konusu olma yoluna girmesinin olanaklarını da vurgularlar. Bu gidişatın bir sınıfsal ayrışmaya da denk geldiği; işbirlikçi Kürt sermaye çevrelerinin halkın bu mücadele ve birleşme tutumundan rahatsız olduğu, gerici yönetici güç odaklarıyla kader birliğinde ilerleme gösterdiği de gerçektir ve gelişmenin bir diğer yönüdür. Seçimler ve sonrasındaki gelişmeler, Kürt işbirlikçi sermaye çevreleri ve onların temsilciliğine soyunmuş olanların halka ters düştüklerini gösterir birçok olayla doludur. ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin bölgeye yönelik politikalarının temsilcisi olmayı isteyen bu sermaye çevrelerinin savaşa karşı tutum almadığı, savaş kışkırtıcılığında gerici güç odaklarıyla aynı cepheye düştüğü, ve giderek halkın karşısında yer alan bir mevziye çekildiği Newroz kutlamalarında da görüldü. Newroz kutlamalarında halkla beraber alanlarda bulunmak, emperyalizme ve savaşa karşı demokrasi ve özgürlük taleplerini dile getirmek yerine savaş tacirlerinin gönlünü hoş etmeyi yeğlediklerine tanık olduk. Halkın kendi geleceğini belirleme ve özgür koşullara sahip olma özlemlerini suiistimal ederek ABD cephesine yalakalık yapan bu kesimlerin giderek halktan tamamen koptuklarına da tanık olacağız.
Bölgedeki ve halkın bağrındaki ilişkilerde yaşanmakta olan değişikliklerin; Kürt coğrafyasında ve bütün ülkedeki ulusal-sınıfsal mücadeleler açısından ne anlam taşıdığı, yukarıda değişik yönleriyle belirtilmişti. Bölgedeki güncel durumun bazı önemli verileri ise burada üç maddede konulduğu gibidir. Ve söylenebilir ki, hem toplumsal olgular hem de güncel durumla ilgili veriler; gelişmelerin gerileme ve durgunluğun değil, mücadelenin gelişmesinden yana olduğunu gösterir niteliktedir.
Fakat şu gene de bir gerçektir: Bölgedeki söz edilen değişimle ilgili olgular ve gelişmekte olan eğilimler; sonucuna varmış olgular ve elde edilmiş kazanımlar değil, birer olanaktır. Bunlar, partinin önce batıda, sonra da bölgede görevlerini ne oranda yerine getirdiği ve getireceği; batıdaki işçinin soruna nasıl yaklaştığı ve yaklaşacağı ve doğudaki işçinin rolünü anlamada ne kadar girişkenlik gösterdiği ve göstereceği sorunu ile doğrudan bağlıdır. İrade, belirleyici bir etken olmamakla birlikte; devrimci partinin gerek Türkiye’de, gerekse Bölge’de ne yapıp ne yapmadığının hayati önem taşıyan bir şey olduğu ise, herhalde hiçbir şekilde yadsınamaz bir gerçektir.

BÖLGEDEKİ GELİŞMELER VE SINIFSAL AYRIŞMA
Sınıfın partisi yeniden inşa dönemi yaşamaktadır. Bu söz edilen olgular ve bölgedeki yakın ve orta vadedeki (yani görünür) gelecek; yeniden inşa dönemi yaşamakta olan parti, genel olarak parti örgütü ve Bölge örgütünün “yeniden kuruluşu” , çalışması ve eylemi açısından ne gibi sonuçlara yol açabilir?
Bu kuşkusuz, çok geniş kapsamlı bir soru ve dergimizin bir önceki sayısındaki makalenin bazı bölümleri aslında bu sorunun hiç olmazsa bir bölümünün yanıtı olarak kabul edilebilir. Fakat biz, bu soruyla ilgili olarak, burada şunları gene de belirtmeliyiz:
Bölgedeki yeni dönem, yeniden inşa sürecinde olan devrimci parti, parti örgütü ve özellikle de onun Bölge Örgütü açısından tamamen yeni bir durumu ifade eder. Zira, Bölge’deki işçiler, Kürt burjuvazisinin belirlediği temel üzerinde adeta, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle” olarak hareket etmeye zorlanmış ve bu durum onların sınıfsal güdü ve duygularını giderek baltalar hale gelmişti. Buna karşılık Türk işçileri ise, Kürt sorunu karşısında önce “ilgisizlik” içine itilmiş, giderek “terör” bahaneleri ile daha geri bir mevziye doğru zorlanmış ve sürülmüşlerdi. İşçiler (tabii ki özellikle Türk işçiler) arasındaki bu “uzaklaşma” durumu, her iki bölgedeki parti faaliyetini önemli oranda zorlaştırmış; çalışmadaki verim düşüklüğü ve örgütlenmedeki darlıkların en önemli nedenlerinden biri olarak, kaçınılmaz bir şekilde etkili olmuştu.
Oysa  Bölge’de sözü edilen gelişmeler ve Türkiye’de oluşan koşullar, bir süreden bu yana farklı milliyetten işçi ve emekçiler arasındaki ilişkileri değişim yoluna sokmuş ve değişimin hızlanarak gelişmesinin olanaklarını genişletmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, Bölge’de işçi ve emekçi hareketinin ve işçilerin ayrı bir sınıf olarak hareket etme yoluna girmelerinin zemini genişlemekte olduğu gibi; Türk işçi ve emekçilerinin, daha mantıklı muhasebe yapabilmeleri ve Kürt sorununu kendi sorunları haline getirme ve talepler öne sürme olgunluğuna erişmelerinin olanakları da çoğalmaktadır.
İşçi sınıfı ve öteki emekçi kitlelerin hareketinin gelişmesi ve her iki milliyetten işçi ve emekçilerin eyleminin birleşmesi için uygun koşulların oluşması; işçi partileri ve örgütlerinin çalışması ve “yeniden inşa” süreçleri bakımından son derece önemli bir fırsattır. Sermayenin saldırılarının püskürtülmesi için olduğu gibi; işçilerin aydınlanması, enternasyonalizm eğitimi görmesi, sınıf birliği bilincini geliştirmesi ve parti olarak geniş ölçekli örgütlenmesi de ancak, böylesi dönemlerde olanak bulabilir. Kısaca belirtmek gerekirse; Bölge’de yaşanan olaylar, giderek oluşmakta olan koşullar ve Kürt sorunu üzerine Türkiye’de artan ilgi; partimizin ve başta Bölge örgütü olmak üzere, örgütümüzün çalışması ve “yeniden inşa” süreci açısından hayati önemde gelişmelerdir diyebiliriz.

KÜRT SORUNU, İŞÇİ SINIFI PARTİSİ, PARTİ VE ÖRGÜTÜN YENİDEN İNŞASI
Partinin devrimin gelişmesinin içinde bulunduğu bu ilk aşamasındaki  görevi, mücadele içindeki işçilerin uyanış, mücadele ve örgütlenmesine yardım etmek; öne çıkan ileri işçiler kitlesinin, sınıfı temsil eden ana kitleyi kucaklayıp harekete geçirecek derecede kitlesel, bağımsız ve devrimci bir parti olarak örgütlenmesini başarmaktır. Ülkemizde ulusal sorun (bu esasta Kürt sorunudur) , işçi partisinin topluma sunduğu demokrasi programının bir maddesi olarak elbette çok önemlidir. Ancak bu sorun, salt bir demokrasi programı sorunu olmakla kalmaz; sınıf mücadelesinin gelişmesi, her iki ulustan işçilerin sınıf bilincinin, sınıf ve parti birliğinin gelişmesi vb. gibi sınıfsal ve örgütsel alanları da kucaklar. Yani, ulusal sorunda yaşanan “basit” bir zaaf, hayatın ve çalışmanın bütün alanlarını kucaklayarak katlanır ve büyük bir sorunlar yumağı halinde geri dönebilir. Dolayısıyla, ulusal sorunla ilgili görevler, salt siyasal değil, ayrı zamanda partinin organik-yapısal şekillenişinin ve “yeniden inşa” sürecinin görevlerinden de biridir.
Ulusal sorunla ilgili sorunların, öteki alanları da etkisi altına alması ve sınıfsal örgütsel sorunlar düzeyine yükselmesi doğaldır. Zira Türkiye işçi sınıfı, Bölge ve Türk(iye) işçi sınıfının organik toplamıdır ve ulusların karşılıklı durumları; yani uluslardan birinin ezen, diğerinin ezilen konumda bulunması; ülkedeki işçilerin bir bölümünün ezen, diğer bölümünün ezilen ulusa mensup olması, buna ister istemez yol açar, koşullandırır. Bu durumun, bugünün Türkiye’sinde bir partinin Türk ve Kürt işçilerin ortak partisi olmasının görevlerini bilinçle üstlenmeyi bir zorunluluk haline getirmesi kaçınılmazdır.
Kürt sorunu kuskusuz, sermaye ve emperyalizmin dayattığı bir sorundur ve her iki ulustan işçi sınıfı ve halkın sermaye ve emperyalizme karşı mücadelesi ile çözülecektir. Böyle ortaya çıkmış ve esasta bu yoldan çözülebilir olmasına karşın, halklar karşısındaki sorumluluk ve her iki ulustan işçi sınıfının kendi organik yapısı (ulusal farklar) açısından bakıldığında, Kürt sorununun esasta Türk işçilerin sorunu olduğunu söylemek yanlış olmayacağı gibi, komünizm bakımından sorunu tam da böyle koymak gerekir.
Ulusal sorun, ezen ulus işçilerine özel görevler yükler; bu cephedeki görevler aksadığında, partinin sınıfsal karakteri ve enternasyonalist niteliğinin zedelenmesi kaçınılmaz olur. Ezen ulusa mensup işçiler, kendi burjuvasının (yani ulusunun) ezdiği ulusa (siyasal-ulusal) ve ezilen ulustan işçi ve emekçilere (sınıfsal-örgütsel) karşı görevlerini yerine getiremedikleri veya bunları şu ya da bu şekilde “ihmal” ettikleri takdirde, partilerinin ezilen ulusun güvenini kazanması ve Türk ulusundan olduğu kadar Kürt ulusundan işçilerin de partisi olması ve gerçek bir sınıf partisi haline gelmesi olanaksızdır.
Özellikle de son on beş yirmi yılın bugüne devrettiği zayıflıklardan biri; Kürt ve Türk halkları ve Kürt ve Türk milliyetinden işçi ve emekçiler arasındaki karşılıklı ilişkilerde tarihsel olarak zaten var olan güvensizlik duygularının fazlaca artışıdır. Bölgede ve batıda oluşmakta olan koşullar, bu nedenle de özel bir önem taşımaktadır. Değişik derecelerde de olsa sınıfsal, ulusal ve demokratik istekler üzerinden ülkenin bu iki bölgesinde gelişen mücadele gerçekte, bu iki halk ve bu iki halka mensup işçi ve emekçiler arasındaki karşılıklı duygu ve ilişkileri tazeleme ve yeniden inşa etme olanaklarının iyiden iyiye artması anlamına da gelir. Ki bu aslında, işçi partisinin bu olanaklardan yararlanması; Kürt ve Türk uluslarından işçilerin partisi olarak, iki halk ve emekçileri arasındaki duygu ve ilişkileri yeniden inşa etme görevini üstlenmesinden başka bir şey değildir. Görevlerin bir ucu buraya dayanmadığında; Kürt ve Türk işçilerin tek bir bağımsız partide ve günlük çalışma yeteneği olan tek bir devrimci örgütte birleşmesi asla düşünülemez.
Devrimin gelişmesinin içinde bulunduğumuz bu ilk aşamasının görevlerinin yerine getirilebilmesi; yani Kürt ve Türk milliyetinden işçilerin birleştirilip örgütlenebilmesi için: ulusal sorunun özünde, ezen ulus işçilerinin sorunu olduğunu bilen çizgi ile; istikrarlı, içtenlikli ve girişken tutum, tayin edici etkenlerdir ve hemen her şeyden önce gelirler.
Buna karşın şu da bir gerçektir ki, sorunun bu biçimiyle konulması; belirtilen özellikte bir çizgi ve tutumun varlığı ile yetinilmesi yanlış ve yetersiz olurdu. Kürt sorunu söz  konusu olduğunda da; dikkatlerin çevrileceği alanın, işçi ve emekçilerin Kürt coğrafyasında ve batıda gelişmekte olan gündelik mücadelesi alanı olması zorunludur. Gündelik sınıf mücadelesi alanı, sadece saldırıların püskürtülmesi açısından değil; parti ve örgütünün Türkiye’de ve Kürt illerinde, Türk, Kürt ve ulusal azınlıklardan işçilerin partisi ve birleşik devrimci örgütü olarak “yeniden kuruluşu” açısından da temel bir alan ve temel bir koşuldur. Şu açık: partinin çizgi ve tutumunun, asla dar gündelikçiliğe düşmeyen; buna karşılık, her durumda işçilerin gündelik sınıf mücadelesine dayanan ve bu mücadelenin ileri götürülmesi hedefine bağlanan bir çizgi ve tutum olarak şekillenmesi zorunludur.
Öte yandan şu hayati derecede önemlidir ki, partinin anlayışı; ülkedeki aydın ve işçi hareketini, hem Türk ve Kürt olarak ayrı ayrı, hem de iki ayrı (ulusal) özgün hareketin özgünlükleriyle  birlikte meydana getirdiği ulusal özgünlükleri dıştalamayan ve ülke ölçeğinde tek bir devrimci hareket olarak kavrayan ve ele alan bir anlayıştır. Ama ne var ki, parti ve örgütlerinin anlayış ve çalışmasında, bu sorun üzerine Kürt ulusu, Kürt aydın ve işçi hareketi, dolayısıyla da genel olarak işçi hareketi ve sosyalist hareket aleyhine, mutlaka giderilmesi gereken “kendiliğinden” zayıflıkların olduğu bir gerçektir.
Devrimci parti, dayanağını Marksizm-Leninizm’in evrensel hazinesinde, Kürt halkının ulusal demokratik ve sınıfsal mücadelesinin siyasal-kültürel-tarihsel birikiminde ve Türk aydın ve işçi hareketiyle ortak tarihinde bulmaktadır. Kürt ve Türk uluslarından işçi sınıfının partisi olması ile ilgili özellikleri giderek daha belirgin hale gelmekte olan sınıfın partisinin tarihi kazanımlarla birlikte, Kürt Marksist (aydın) hareketinin gelişmesi, bölgede devrimci bir mihrak oluşturması; bu mihrakın, mücadelesi giderek gelişmekte olan Kürt işçi hareketi ile birleşmesi ve bunun partinin Kürt illeri örgütünün kitlesel yeniden inşasına zemin oluşturması temel hedefimiz olmalıdır. Kürt illerindekinden doğal olarak daha ileri pozisyonda bulunan ve geniş ölçekli (kuşkusuz ayrı sınıfsal, ideolojik, tarihsel dinamiklere ve ulusal-tarihsel ortaklık ve özgünlüklere dayanarak) gelişmesinin belirtileri az çok görülür hale gelen Türkiye aydın hareketi ile düşe kalka da olsa ilerleyen batıdaki işçi hareketinin bölgedeki sürece giderek daha yoğunlaşan destek çalışması içinde birleşmesi; ve bu birleşmenin, sınıfın partisinin Türkiye örgütlerinin yeniden kuruluşunun temeli ve alanı olması gerekli ve zorunludur. Parti çizgisinin bu gelişmelere yön vermesi; içinden geçilen sürecin, bölge çapında merkezileşecek olan Kürt illeri örgütü ile Türkiye örgütlerinin ve partinin Türk ve Kürt işçi sınıfının ortak örgütü ve partisi olarak yeniden inşası süreci olarak şekillenmesini hedefleyecektir.  Eğer iki ulustan (ve azınlıklardan) işçi sınıfının partisi olacak ve iki ulustan (ve azınlıklardan) işçi sınıfı, ülkede yaşayan ulus ve halkları örgütleme ve yönetme yeteneği kazanacaksa, devrimci partinin “yeniden inşası”nın, bu planın anlayış ve hedeflerine uygun düşmesi zorunludur.
İşçi ve aydın hareketinin gelişimi, kitlesel birliği ve partinin yeniden inşası sürecinin, buradaki “şema” ile biçim olarak tam çakışarak gelişmeyeceği; ilerleme ve gerilemeler içinde, hareketin unsur ve bileşenlerinin bazen parçalı bazen birlikte görünmesi, bazen ayrılıp bazen iç içe geçmesi vb. gibi karmaşık biçimler göstererek ilerleyeceği açık. Fakat sorun, gelişme ve sürecin nasıl bir seyir izleyeceği sorunu değil; partinin ülkede ezen ve ezilen ulus ilişkisi içinde yaşayan iki ulustan işçi sınıfının partisi olarak örgütlenmesi ile ilgili özgünlüğü ve görevleri anlama ve gereklerini yerine getirme sorunudur. Bu nedenledir ki, genelde partinin ve özelde Türkiye ve bölge örgütlerinin, buradaki “şema”nın amaç ve ruhuna uygun bir görev anlayışı ile çalışması önem arzetmektedir.
Ulusal sorunun ve zorunlu kıldığı anlayış ve çizginin partinin yeniden inşası, örgütsel yaşamı ve çalışmasında oynadığı, oynayacağı rolün önemi ve dayattığı görevler birer sır veya bilinemez olan şeyler değil. Buna karşın, içinde bulunduğumuz “yeniden inşa süreci” ve hareketin özel zayıflıkları açısından; partinin ulusal sorunla (Kürt sorunu) ilgili güncel (özellikle yeniden inşa sorunu yönünden) pratik görevlerinin bazı yönleriyle de olsa burada yeniden ele alınması sanırız gereksiz görülmeyecektir.
KÜRT SORUNU, BÖLGEYLE İLGİLİ BİRİKİM VE ÇİZGİNİN YENİLENMESİ İHTİYACI
Son on beş  yirmi yıl, ulusal, siyasal ve kültürel vb. alanda bir çok şeyi ortaya çıkarmasının yanında; sınıfsal, kültürel, demokratik mücadeleler tarihi açısından pek çok şeyin de üstünü örtmüş veya bozuşturmuştur. Gerek bu durum, gerekse bundan bağımsız olarak bölgedeki ekonomik ve toplumsal çözülme ve sınıfsal değişim; bölgenin ekonomik evrim (ve ulusal, toplumsal, siyasal, kültürel vb.) tarihinin ve güncel ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal ve örgütsel sorunların yeniden ele alınışını zorunlu  hale getirmiştir. Öte yandan, Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunla ilgili anlayışı, Türkiye’de gitgide artan şekilde zemininden koparılmış, adeta bir “jargon” derekesine düşürülmüştür. Başka nedenlerle birlikte bu nedenlerin; sorunun devrimci örgütte de çoğunlukla yüzeysel, genel geçer, basmakalıp sözler toplamı olarak anlaşılmasına ve artan sorumluluk ve girişkenlik zayıflıklarına temel oluşturan en önemli etkenlerden oldukları yadsınamaz.
Şu tespit yapılmalıdır ki, söz edilen olgu ve etkenler, ileri işçiler ve aydın kamuoyunun anlayışındaki çarpıklıkları beslemesinin yanı sıra; parti örgütünün ulusal sorunla ilgili olanakları çok yönlü, girişken, enerjiyle ve devrimci şekilde değerlendirmesini de baltalamaktadır. Oysa, işçi ve aydın kamuoyundaki çarpık bilincin ve parti örgütündeki sorunla ilgili pratik zayıflıkların aşılması zorunluluğu bir yana; Kürt coğrafyasında yukarıda söz edilen olgular ve Türkiye’deki işçi ve halk hareketinin gelmekte olduğu pozisyon, ulusal özgünlüğü (elbette ki Marksist çizgi temelinde) ile bölgede, enternasyonalist (elbette ki öteki özellikleriyle de) yönleriyle Türkiye’de aydın hareketinin yenilenmesini ve işçi hareketi ile yeni, kitlesel bir birliğe girişmesini zorlama ve olanaklı kılma yönünde gelişiyor.
Gerek yukarıda değinilen zaaf ve eksikliklerin aşılması, gerekse bölgedeki gelişmelerin dayattığı görevlerin anlaşılabilmesi açısından; yani gerek ulusal sorunun sistematik olarak gündelik mücadelenin konusu haline gelmesi, gerekse örgütün yeniden inşası sürecinde gereken özgün-etkin rolü oynaması açısından, çoğu yönüyle olumlu özellikler de taşıyan ulusal sorunla ilgili parti edebiyatı (birikimi ve nispeten çizgisi), “genel geçer” anlayışlardan arınmayı gerçekleştirmelidir. Parti, sorunla ilgili teorinin, Kürtlerin modern tarihinin ve güncel olguların bütün yön ve alanlarını da ele alarak, gelişme ve sınıf mücadelesi ile bağlarını güçlendirme temelinde yenilenmek zorundadır. Bu görevin, devrimci örgütün sorunla ilgili görevleri militanca ve yetkinlikle karşılama yeteneğini geliştirmesinin; partinin başlıca nitelik ve özgünlükleriyle “yeniden inşa”sının tarihsel, teorik, kültürel, siyasal ve örgütsel temellerinin yenilenmesinin görevlerinden biri olduğu sanırız ki açıktır.

TEORİK VE PRATİK MÜCADELEDE ZAYIFLIKLAR VE ÖRGÜTTE EĞİTİM ÇALIŞMASI İHTİYACI
Devrimci örgütteki ulusal sorunla ilgili zaaf ve eksiklikler; tarih, teori ve genel siyasal çizgi vb.nin kavranışı ile ilgili bozuşmalarla sınırlı olmadığı gibi, bunların belirti ve nedenleri de bu yazı boyunca verilenlerden ibaret değildir. Örneğin, Kürt hareketinin yenilgisi ve yaşam koşullarıyla (sınıfsal) ilgili sorunların gözle görülür hale gelmesi; sanki ulusal sorunla ilgili talepler artık gündemden kalkmış, bölgede sadece bir OHAL uygulaması kalmış, hareketlendirici rolü orada da artık sadece sınıfsal sorunlar oynarmış gibi bir “algı”nın örgütün eyleminde etki alanı bulması sonucunu doğurabilmiştir. Gene aynı şekilde, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması yönündeki uzun vadeli (propaganda) çalışma ile, her günkü ulusal baskı biçimlerine karşı mücadeledeki taktik ve reform (iyileştirme istekleri) talep eden gündelik (ajitasyon ve eylem) girişimlerin, “biri yapılırsa öteki yapılmaz”casına birbirlerinin yerine geçirilmesine işaret eden olaylar giderek “göze batar” hale gelmiş ve adeta “meşrulaşabilmiş”tir. Ulusal sorunun gündelik mücadele konusu yapılması ile ilgili kayıtsızlıkların, bir çok yerel örgütte ve bazen bütün örgütte “mazur görülebilir” olaylar olarak işlem gördüğü ise, ne yazık ki bir olgudur.
Şu açık: parti örgütlerinin yaşamını, gündelik eylem ve reflekslerini, yukarıda belirtilen nedenlerin yanı sıra ve onlardan daha da derin olarak aşındıran bu “algı” bozuklukları, stratejik-taktik hedef ve mücadelelerdeki ilkellikler ve sınıf dışı alışkanlıklardan güç alan kayıtsızlıklar; sadece parti örgütlerinin gündelik mücadelelerini değil, aynı zamanda iki halk arasındaki ilişkileri, özgür birlik olanaklarını ve partinin Kürt ve Türk ulusundan işçilerin ortak partisi olarak yeniden inşası sürecini de tahrip etmektedir.
Bütün bu zaaflara karşı mücadelenin koşullarından biri parti edebiyatı, birikimi ve çizgisini yenilemekse, bir ikincisi de, örgütte pratik mücadele zeminine oturan bir eğitim çalışmasına girişmektir diyebiliriz. Bu nedenlerledir ki, parti; zaaf ve eksiklikleri bütün kapsamıyla hedef yapacak, örgütü alışılagelmiş pozisyonundan koparacak ve çizgisini “işe yarar” hale getirerek, sorunla ilgili çalışmayı ileri bir noktadan yenileyecek bir eğitimi başlatmak ve örgütlerinin gündelik pratik girişimlerini takip mevziini tutmak zorundadır. Eğitimin; parti birikiminin yetenek ve olgunlukla kullanılması; örgütlerin çalışmasının değerlendirilmesi, görevlerinin planlanması; görevliler ve girişimlerinin takibi ve denetimi temeline oturmasının zorunlu olduğunu söylemeye gerek olmadığı sanırız açıktır.

MERKEZİ ÇALIŞMANIN PLANLAMA VE DENETİMİ KUCAKLAMASINA ÖZEL DİKKAT
Herkesin bileceği ve kabul edeceği gibi, Türkiye ve bölge örgütlerinin Kürt sorunu karşısındaki pozisyonları ve dolayısıyla görevleri farklılık gösterir. Bu gerçek bilinmesine karşın; parti örgütlerinin görevleri pratikte genellikle “aynılaşır” ve bu nedenle de, gündelik mücadeleye en iyi durumda bile kısmen ve sadece bazı anlarda girebilirler. Zira görevlerdeki bu “aynılaşma”, ortaya, Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri ile ilgili kötü “devrimci” bir “propaganda” çıkarmakta, örgütü bir propaganda ‘örgütü’ durumuna düşürmektedir.
Ulusal sorunun halkçı, demokratik çözümü… ulusal mücadelenin emperyalizmi ve gericiliği hedeflemesi… işçilerin ve halkların birliği, ortak mücadelesi vs. vs… Bunlar gerekli, doğru ve asla vazgeçilmemesi gereken sloganlar ve hedefler. Fakat kötü bir şey var ve bu artık görülmek zorunda: partinin Türkiye örgütlerinin, ulusal isteklerle gelişen mücadeleyi, bu sloganları, güncel slogan ve olur olmaz kullanarak karşılamaları ve bunların pek çok durumda Kürtlerin özgürlüğü karşısında Türk emekçilerden gelen (bazı durum ve görevler bir yana)  bir “kayıt” anlamı kazanabilmeleri olgusu. Bu olgu üzerinde daha sonra duracağız; burada da belirtelim ki, bölge örgütü bile, halkların birliği vs. sorununda hiç hareketsiz kalmamakla birlikte; Kürt emekçilerinin hareketi ve bilincinin olgunlaşma derecesine bağlanmak ve Türkiye’deki desteğin seyrinin bölgedeki etkisini takip etmekle yükümlü olduğunu hiç unutmamak zorundadır.
Bu sorunlar üzerine parti örgütlerinin pozisyon ve çalışmaları elbette değişmelidir ve belli ki bunun için, ulusal sorunla ilgili birikimin yenilenmesinin (ki bu uzun vadelidir) ve pratik çalışma üzerinden yürütülmeye çalışılsa da örgütte yapılacak eğitimin bugünkü konularda kendi başlarına istenilen sonuçlan vermesi beklenemez. Yani, gereği yerine getirilmeden ileri tek bir adım bile atılamayacağı açık olan üçüncü bir zorunluluk vardır: partinin, Kürt sorunu ile ilgili girişkenliği sistematik olarak artarken; örgütlerinin her birinin Kürt emekçi halkı karşısındaki görevleri ile ilgili merkezi dikkatin; eğitici, yönlendirici; denetleyici tutumun yoğunlaşması ve daha ileri bir mevziden yenilenmesinin zorunlu olduğundan söz ediyoruz. Eğer sınıfın partisi, Kürtlerin karşısındaki sorumluluklarını ve her ulustan işçilerin partisi  olarak iki yönlü yenilenme görevini üstlenecekse; ulusal sorunla ilgili merkezi faaliyetin, çizgi ve birikimin yenilenmesi ve eğitim gibi çalışmalarla güçlenmesi yetmez; mücadelenin öteki alanlarında olduğu gibi ve onlardan daha fazla örgütlerin bu sorunla ilgili çalışmalarını yönetme ve denetlemeye kararlıca genişlemesi de gerekir.

PARTİ MERKEZİ TUTUM VE ÇİZGİSİNDE İKİ TEMEL ZORUNLULUK
Parti örgütlerinin Kürt sorununda siyasal olarak doğru bir mücadele içinde olması ve örgütünün özgün yapısıyla yeniden inşası sürecinin bölgede ve Türkiye’deki gelişme ve değişiklikleri değerlendirerek ilerlemesi için, ulusal sorunla ilgili başlıca merkezi sorumluluklar yukarıda belirlenen üç sorumluluktan ibarettir. Ancak, bunların içeriğinin somutlaşması ve önemine uygun kavranması bakımından iki nokta özel önem arzeder.
Bunlardan ilki, halkların birliği (özünde Kürtlerin kaderlerini belirleme hakkını kayıtsız şartsız savunma) sorununda merkezi olarak gösterilmesi gereken özel dikkat; ikincisi ise, bölge örgütünün, bir yandan ulusal özgünlükleri ile Türkiye komünist ve işçi hareketinin bir bileşeni, öte yandan gerektiğinde bağımsız bir parti olarak  hareket etme yeteneği taşıyan bir hareket ve örgüt olarak inşasına ve söz konusu özellikleri ile inşası için gereken teorik, siyasal, kültürel ve örgütsel temel ve araçların yaratılması mücadelesine (ki bu, ulusun kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasının koşullarının yaratılması işidir de) azami merkezi yardımdır. Ve açıktır ki, bunlar anlaşılmadığında, yukarda belirlenen sorumluluklar anlamsız olacağı gibi; partinin, her iki ulustan işçilerin partisi olarak “yeniden örgütlenmesi” ve “yeniden kuruluşu” da olanaksız olacaktır.

a) Kürtler karşısındaki sorumluluk ve halkların birliği sorunu
Sınıf partisinin, Kürtlerin ve Türk ulusundan işçilerin sınıf birliğinden ve onların yekpare partisinden yana olduğundan kuşku duyulamaz. O’nun Türk ve Kürt halklarının sadece ortak mücadelesinden değil, aynı zamanda birliğinden yana olduğu da şüphe götürmez. Ama bilinebilir ki, partinin Kürt ve Türk halkının birliğinden yana olması, Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce belirlemesini dıştalamaz; aksine Türklerin ve Kürtlerin eşitliğini, Türk halkı ile birlik ya da ayrılığa karar verme hakkının Kürtlere ait olduğunu kabul ve onun bu hakkını kayıtsız şartsız kullanabilmesinin koşulları için mücadele ile karakterize olur.
Buradan çıkan şudur: sadece Türkiye örgütlerinin değil, partinin merkezi tutumu da Kürtlerin kaderini belirleme (ayrılma) hakkının koşulsuz savunusu temelinde şekillenir. Kürtlerin eşitlik ve özgürlük haklarını kayıt koymadan savunmak ve Kürtler nasıl bir önderlik altında hangi tutumu alırsa alsın, ona yönelik bastırma hareketlerine içtenlikle karşı çıkmak, partinin ulusal sorunla ilgili çizgisinin en temel özelliğidir. Onun ulusal sorunla ilgili çalışma ve eyleminin ana yönünü; Kürtlerin temel haklarının Türk işçi ve emekçileri arasında en geniş ölçüde tanınması, desteklenmesi ve Türk işçi ve emekçilerinin en geniş tabakalarının enternasyonalist bir tutuma geçmesi görevi oluşturur.
Kürt ve Türk halkının birliği görevine gelince; Kürtlerin eşitsiz olarak ve silah zoruyla “birlik” içinde tutulduğu koşullarda, iki halkın birliği için yapılabilir en iyi şey, partinin merkezi çağrı ve girişimlerinin ve Türkiye örgütlerinin çalışmasının her koşul altında burada belirtilen çizgiye uygun olarak şekillenmesidir. Bu kuşkusuz, iki halkın birliğine önem vermeme anlamına gelmez; aksine Kürtlerin temel demokratik isteklerinin, Türk işçi ve emekçilerinin (öncelikle de parti örgütü aracılığı ile) gündelik sınıf mücadelesinin konusu haline gelerek yaygınlaşması ve Kürt işçi ve emekçilerinin de, temel haklarına sahip çıkarken, yaşam koşulları ile ilgili sınıf mücadelesini giderek geliştirmeleri, her iki halkın ortak mücadelesi ve halkların birliğinin bugünkü zorunluluğudur. Öte yandan bu kuşkusuz, halkların ortak geleceğinin inşasının bugünkü en önemli olanağı durumundadır.
Yani kısaca söylemek gerekirse; “halkların birliği” ve “ortak mücadele” ile ilgili sloganlar, her zaman ve her durumda amaca hizmet etmemekte; birçok durumda Kürtlerin temel demokratik taleplerine ve kaderini tayin (yani ayrılma) hakkına “koşul” görüntüsü yaratmaktadır. Bunun, toplumun ileri ögeleri arasındaki propaganda çalışmasının bu sloganlarla ilgili görüşlerden azade olması anlamına gelmediği sanırız anlaşılacaktır. Söz konusu sloganların genel geçer, her duruma uyar kalıplar olmaktan çıkarılarak, mevcut politik ortamda; somut anın ilişkileri içinde ve bulunulan alanda neye hizmet edip neye etmediklerinin ve neye yarayıp neye yaramadıklarının vb. somut tespiti; parti örgütlerinin bu sorunlarla ilgili “genel alışkanlık”la yürüttükleri “propaganda”dan uzaklaşarak, somut merkezi çizgiye uygun eylem ve mücadele  biçimleri üzerinde yürümelerinin güvence altına alınması: burada söylenen ve altı çizilmek istenen şey, “birliği önemsememe” değil, işte budur.
Kürtlerin ezilmişliği derinden hissetmesi ve Türk aydın ve işçilerinin Kürtleri az çok da olsa destekleyen bir olgunluğa henüz ulaşamamış olmasından da güç alan ve sınıfın partisini bir “Türk partisi” olarak damgalayan propagandanın bölgede ve Türkiye’deki emekçi Kürt nüfus arasında etkili olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenledir ki, partinin merkezi tutumu, örgütlerinin (Türk ve Kürt) her birinin Kürt sorunu ile ilgili günlük çalışmalarının yukarda verilen içerikle şekillenmesini teminat altına alırken; aynı zamanda “halkların birliği” gibi sloganların hangi anda neye yarayıp neye yaramadığını özenle irdeleyen ve merkezi çağrıları, girişimleri ve ajitasyonu somut tespitler ve Kürtlerin temel demokratik haklarının savunusu üzerine oturtan bir tutum olarak şekillenmesine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu herkes anlayabilir. Bu ve benzer konularda doğru anlayış ve reflekslere sahip olduğumuzda; pek çok sorun, sorun olmaktan çıkacağı gibi, devrimci çalışmanın verimlilik derecesinin katlanacağı da kesindir.

b) Merkezi çalışmalar ve bölge örgütünün bu çalışmaya katılışı sorunu
Partinin yeniden inşası bakımından merkezi çizgi ve tutumun önem vermesi ve özen göstermesi gereken diğer zorunluluğa gelince; bu, aslında yukarıda belirtildi ve dergimizin bir önceki sayısında, Bölge Örgütü’nün inşası ile ilgili bölümde değinildi. Ama taşıdığı önem bakımından, kısaca da olsa sorunun burada belirlenmesinde gene de yarar var.
Merkezi tutumun özelliklerinden biri; Kürt sorunu ile ilgili çalışmayı, Türkiye ve bölge örgütlerinin gündelik çalışma ve eyleminden ibaret görmemek; sorunla ilgili kesintisiz merkezi girişim içinde olmayı, her iki bölgedeki örgütlerin görevlerini bütün yönlerden yerine getirmelerinin en önemli olanaklarından biri olarak ele almaktır. Bu merkezi tutum, Kürt sorununun her günkü sınıf mücadelesinin konusu haline gelmesi bakımından olduğu kadar, belki ondan da fazla, “örgütsel yeniden inşa” bakımından önem taşır. Gerek Kürt sorunu ile ilgili olarak yukarıda söz edilen tarihi, teorik, siyasal ve kültürel vb. alanlardaki fikri mücadelenin partinin teorik, siyasal, örgütsel temellerinin yenilenmesi ve yeniden inşasının temel bir dinamiği olarak işlev görmesi; gerek Bölge Örgütü’nün, daha önce belirtilen özgün özelliklere sahip devrimci bir Kürt işçi örgütü olarak faaliyet göstermesinin gerekli organ ve kurumlarına sahip olması; gerekse çalışmada öne çıkan ileri Kürt işçilerin bölge parti aygıtının temeli ve genel parti çekirdeği ve aygıtının bileşenlerinden biri olarak yetişmeleri ve yükselmelerinde parti merkezinin oynayacağı yönetici rol, her şeyi belirleyecek nitelikte bir roldür.
Bölge Örgütü’nü ve ileri güçlerini, bütün çalışmalara, ama özellikle de Kürt coğrafyasıyla ilgili sorunların çözümü çalışmalarına birinci dereceden sorumlulukla katarken; teorik ve pratik görevlerle ilgili bütün sorumlulukları merkezi olarak üstlenmek; mevcut araç ve kurumların en verimli şekilde değerlendirilmesine, bölge için gerekli özgün araç ve kurumların oluşumu ve yeni Kürt güçlerin yetişmesine yardımı; bütün örgütte Türk işçisinin, sınıfını ve halkını örgütlemeye çalışan Kürt işçisine yardımının bir görevi haline getirme, bugünkü koşullarda en dikkate değer merkezi görevlerden biridir diyebiliriz.
Burada iki önemli zorunluluktan söz ettik. Bunlardan ilki daha çok siyasal özellik taşıyanıdır. Yani Kürtlerin kaderini tayin hakkının tanınması ve güven içinde hareket edeceği koşulların oluşturulması için mücadele ile ilgili olanı. Diğeri ise örgütsel özellik taşıyanı; yani, özgün araçları ile birlikte Bölge Örgütü’nün inşası ve Türkiye örgütlerinin bölge örgütü ile ilişkilerinin yenilenmesi, Kürt sorunu ile ilgili görevlerinin yerine getirilmesi sorumluluğunun merkezi olarak üstlenilmesi, takip edilmesinden ibaret olanı. Başka bir deyişle, Türk işçisinin Kürt işçisi karşısındaki görevlerinin en önemli halkasını içereni. Bunların gerekleri içtenlikle yerine getirilmediği takdirde, partinin Kürt ve Türk uluslarından işçilerin ortak partisi olarak inşası olanaksızdır.
Ulusal sorunla ilgili burada değinmediğimiz birçok sorun olduğunu belirterek bitirmeden önce, son olarak şunu gene de belirtelim ki, Marksizm’in ulusal sorunla ilgili görüşleri hakkında bilgi eksikliğinden sık sık söz edilmektedir. Önyargısız hareket edildiği ve öğrenme isteği duyulduğunda Marksizm ve sosyalist işçi sınıfının deneyimi bir hazine değerindedir. Ne var ki, ulusal sorun üzerine çok “söz” söyleyen yeni kuşakların, Marksizm’e iftira niteliğindeki şeylere gösterdikleri ilgiyi, onun ulusal sorunla ilgili eserlerine göstermedikleri de bir sır değildir. Bu kuşkusuz kötü, kabul ve af edilemez bir şeydir; ama zaman bulamamaktan yakınan genç kuşağın mensupları ve devrimcilerine, bu yazıda da savunulan Marksist-Leninist planların düşünsel ve sınıfsal temellerini kolayca anlamaları açısından bazı kaynakları önerebiliriz:
*Lenin’in, “sosyalist devrim ve ulusların kaderlerini tayin hakkı – tezler 1916” ve “ulusal gurur üzerine” makalesi.
*Stalin’in “Marksizm ve ulusal sorun” broşürü ve
*Dimitrov’un Komintern VII. Dünya Kongresi’ne sunduğu raporunun “Faşizme karşı ideolojik kavga” ve diğer bazı bölümleri.
Ulusal sorunun içeriği, işçi sınıfının bu sorun karşısındaki tutumu ve sorunun işçi sınıfı partisinin yapısı, yaşamı ve eylemindeki yeri ile ilgili olarak; birer başlangıç materyali olmalarına karşın, devrimci partinin Kürt sorunu ile ilgili belgeleri ile birlikte bu eserler, isteyen her devrimci işçi, emekçi ve gencin parti örgütlerinin inşası ve çalışması ile ilgili parti anlayış, çizgi ve planlarını irdeleyebilmesi için yeterlidir. Toplumun genç kuşağının ve Kürt ve Türk ulusundan işçi sınıfı güçlerinin enternasyonalist bir ruhla yetiştirilmesinin önünde, üstüne cesaretle gitmemiz ve mutlaka alt etmemiz gereken kendi zaaf ve eksiklerimiz dışında bir engelin bulunmadığı açıktır.

2003 bütçesi üzerine notlar

Devlet bütçeleri, dünyanın her ülkesinde siyasal iktidarların, hükümetlerin uygulamayı planladıkları ekonomik ve sosyal politikaların, bir bütün olarak politik doğrultularının gerçek bir yansıtıcısıdır. Devlet bütçesi, hükümetlerin yıllık programlarının ayrıntılı planlarıdır. Ekonomi ve politikanın kesişme düzlemi olan devlet bütçelerinin hazırlanması ve uygulanması süreci Anayasal ve yasal düzenlemelere bağlanmıştır. Anayasa’nın “Mali ve Ekonomik Hükümler” başlığını taşıyan “Dördüncü Kısmı”nın “Birinci Bölümü”nde yer alan hükümlere göre, devlet bütçesinin yasayla belirlenmesi zorunludur. Ve devlet bütçeleri, “geçici bütçe” gibi istisnalar dışında, bir yıllık bir süredeki devlet harcamaları ile bu harcamaları mümkün kılacak gelirlerin nerelerden karşılanacağının belgesidir.
Ülkemizde, uzun yıllardır devlet bütçelerinin gösterdiği sapmalar dikkate alındığında, bütçe yapmanın, yasal bir zorunluluğun yerine getirilmesinden başka bir anlamı olmadığını söyleyebiliriz.
Son 15-20 yıllık süreçte başlangıç ödeneklerine uygun sonuçlanan bir bütçe görülmediği dikkate alınırsa, devlet bütçesinin yasal formalitelerin sonucu olarak yapıldığı daha açık anlaşılır olmaktadır.
Bütçe öngörülerinin gerçekleşmesi bakımından göreli olarak en istikrarlı yıl olan 2002’de bütçe harcamaları yüzde 17,7 oranında sapma göstermiştir. 2002 yılında 26,9 katrilyon olarak öngörülen bütçe açığı yüzde 45 sapmayla 39 katrilyon olarak gerçekleşmiştir. Bütçelerin hazırlanması ve uygulanmasında doğrudan söz ve karar sahibi olan IMF ve yardakçısı ekonomi uzmanlarının (!) “amentü” olarak belledikleri faiz dışı fazla hedefinde bile yüzde 20 oranında sapma olmuş, hedefe ulaşılamamıştır. Hatta bu sapmalı rakamın da hileli bilanço oyunlarıyla sağlandığını, öngörülenle gerçekleşen arasındaki makasın daha büyük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
2003 yılı Bütçe Tasarısı’nın gerekçesinde, 2003 yılı bütçesinin öncelikli hedefi; “ekonominin olası krizlere karşı güvence altına alınması, hassas ve kırılgan bir mali yapılanma yerine daha sağlam bir mali yapılanmanın oluşturulması, enflasyonun daha da aşağılara çekilmesi ve sürdürülebilir bir büyümenin temellerinin atılması için borç faiz yükünün azaltılması” olarak belirlenmiştir.
Bu cümle; bilinen, son 10-15 yıldır her bütçe tasarısında “hedef” olarak tekrarlanan ve temenniden öteye gitmeyen bir tekerlemeyi ifade etmektedir. Sonuç, yine herkesçe çok iyi bilindiği üzere, ekonominin kırılganlığının artması, sağlam bir mali yapılanmanın oluşturulmasının ancak söylem düzeyinde kalması, borç yükünün azalmak bir yana kartopu misali katlanarak büyümesidir.
Bütçe gerekçesinde, bütçenin diğer öncelikli hedefleri;
–    Enflasyonun yıl sonu itibariyle TÜFE’de yüzde 20, TEFE’de yüzde 17,4 seviyesine çekilmesi,
–    Bütçe açığının Gayrı Safi Milli Hasıla’ya (GSMH) oranının ödenek bazında yüzde 12,6, harcama bazında yüzde 12,4 düzeyinde tutulması,
–    İç borçlanma ihtiyacının en alt düzeyde tutulması suretiyle faiz oranlarının düşürülmesi,
–    Kamu kurumlarında verimliliğin artırılması,
–    Yatırımlara ayrılan kısıtlı kaynakların kısa sürede ekonomiye kazandırılabilecek projelere yönlendirilmesi,
–    Sürdürülebilir ve etkili bir tarımsal destekleme politikasının sürdürülmesi,
–    Dış satım, turizm ve ülkeye kaynak akışını özendirici önlemlere ağırlık verilmesi olarak belirlenmiştir.
AKP Hükümeti, bütçe gerekçesinde sıralanan hedeflere ulaşabilmek için, DSP-MHP-ANAP koalisyon Hükümeti’nin IMF ve kemal Derviş’e hazırlattığı 2002 yılı bütçesinde yer alan aşağıdaki önlemlerin 2003 yılında da devam ettirilmesini kararlaştırmıştır:
–    Genel ve katma bütçeli kuruluşlara açıktan atama memur sayısının sınırlandırılması,
–    İhtiyaç fazlası personelin kamu kurumlarında dengeli dağılımının sağlanması,
–    Taşıt kullanımında israfın önlenmesi,
–    Okul, hastane, cezaevi ve güvenlik hizmetlerinin gerektirdiği binalar hariç hizmet binaları ile lojman, memur evi, eğitim ve dinlenme tesisi yapımının yasaklanması.
Hükümet, yukarıdaki önlemlerin yanı sıra;
–    Tedavi giderlerinde tasarruf sağlanmasına yönelik tedbirlerin kapsamını genişletmeyi,
–    Taşıtların bakım, onarım ve akaryakıt giderlerinin azaltılmasını,
–    Yeşil kart harcamalarındaki ödenek üstü harcama yetkisini kaldırmayı,
–    Mahkeme harçları gibi faaliyetlerdeki, yargı organları ile vergi dairelerindeki posta giderlerinde ödenek üstü harcama yetkisini kaldırmayı,
–    Ve bir dizi başka önlemin yanında, yedek ödenek tertibinden yatırım ödeneklerine aktarma yapılmamasını kararlaştırmıştır.

2003 Bütçesi 146 katrilyon 910 trilyon lira tutarında bir büyüklüğe sahiptir. Bütçe; başlangıçta, yatırım ödeneklerinden yapılan 1 katrilyonluk ve transfer ödeneklerinden yapılan 281 trilyonluk kısıntı ile 145 katrilyon 629 trilyona düşmüştür. Bütçe gerekçesinde ya da ekli belgelerde bu ödenek kesintilerinin hangi kalemlerden yapılacağı belli değildir. Tasarıda, “… iptal edilen tutarların sektör, kuruluş ve projeler itibariyle dağılımı bütçe yasasının yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on gün içinde YPK tarafından belirlenir.” denilmektedir. Bu, bütçenin açıklık ilkesinin açık bir ihlali anlamındadır. Yatırım ödeneklerinin kullanımında “keyfilik” ortaya çıkmaktadır.
Bütçe gerekçesinde yer alan karşılaştırmalı tablolarda yatırım ödeneğinin yüzde 56,9 oranında arttığı ifade edilmektedir. Oysa yatırım ödeneğindeki 1 katrilyonluk kısıntı sonrasında yatırım ödeneklerindeki artış, yüzde 40 dahi değildir. Kaldı ki, Hükümet ve Maliye Bakanı bütçede kalan 8 katrilyonluk yatırım ödeneğinin tümünü kullanmayacaklarını ilan etmiştir. Yatırım ödeneklerinin yetersizliği, işsizlik ve üretimsizlik demektir. 2003 Bütçesi’nden, mevcut milyonlarca işsize, savaş ve kriz bahanesiyle eklenen/eklenecek yüz binlerce işsize iş bulma umudu bile yoktur. Kendisinden önceki hükümet uygulamalarını şiddetle eleştirip iktidar olan AKP Hükümeti’nin kendisine oy veren işsizlere yaptığı vaatlerin gerçekleşmesinin başka baharlara kaldığı anlaşılmaktadır.
2003 Bütçesi, yatırımsızlık, dolayısıyla işsizlik bütçesidir. Yeni iş alanlarının açılmaması, 2003 yılı bütçesinde öngörülen yüzde 5 büyüme hedefine ulaşılmasının da olanaksız olduğuna işaret etmektedir.
2003 Bütçe hedefleri gerçekçi değildir. Büyüme hedefinin yanı sıra, TEFE ve TÜFE’de belirlenen fiyat artış hedefleri ve bütçe faiz giderleri için yapılan öngörü gerçekçi değildir. 2003, belirsizliklerle dolu bir yıl olarak yaşanacaktır.
ABD ve İngiltere’nin Irak saldırısı, savaşın süresi, Türkiye’nin savaş karşısındaki konumu, Kuzey Irak’ta yaşanacak gelişmeler belirsizliği artıracaktır.
2003 yılı için öngörülen yüzde 35 oranındaki ortalama faiz oranının savaşın başlangıcında iki katına ulaşması, bu açıdan bize önemli bir veri sunmaktadır.
2003 Bütçesi’nde faiz dışı fazla hedefi yüzde 6,5 olarak belirlenmiştir. Bütçe’de faiz ödeneği olarak ise, 65,5 katrilyon lira ayrılmıştır. 2003 Bütçesi’nin vereceği açık da, 45 katrilyon 272 trilyon lira olarak öngörülmüş; bütçe büyüklüğünün yüzde 30’unu aşan bu açığın, net borçlanma hasılatı ile karşılanacağı ifade edilmiştir. 2003’de içine yuvarlanılmakta olan belirsizliklerin, borçlanma ihtiyacını artıracağı açıktır. Şimdiden gelirlerin giderleri karşılama oranının yetersiz kalacağı ve bütçe açığının büyüyeceğini söylemek kehanet sayılmamalıdır. 2003’de dış finansman bulunmasının giderek güçleşmesi, iç borç faiz oranını artıracak; bu artış, borçların ve ödemelerinin pahalılanmasına neden olacak, dış finansman sağlanamaması durumunda bile dış borçlar durduğu yerde büyüyecektir. Vergi alınması  gereken kesimlerden yüksek faizle borç alınması, Türkiye ekonomisinin en temel sorunu olarak karşımızdadır. Piyasalar, borç vericiler ya da daha doğru bir tanımlamayla büyük patronlar, en başta birkaç büyük banka, hazinenin borçlanma günlerinde faiz oranlarını çeşitli yollarla yükseltmekte ve faiz gelirlerini artırmaktadırlar. Son yirmi yıllık süreçte girilen borç-faiz-borç kıskacı devlet bütçelerini borç ödeme belgelerine dönüştürmüştür.
30 Eylül 2002 tarihi itibariyle dış borçların toplamı 55 milyar doları(*) bulmaktadır. Bu borcun 10,7 milyar dolarının 2003 yılında ödenmesi öngörülmektedir. 7,1 milyar doları borç anaparası, 3,6 milyar doları ise faiz ödemesidir. Bütçe gerekçesinde 2004-2007 yılları arasında ödenecek dış borç toplamının 44 milyar dolar olduğu ifade edilmiştir. 2003-2007 yılları arasında ödenecek dış borç tutarının mevcut dış borca eşit olması, dış borcun bitmesi demek değildir. 2008 ve sonrasına kalan dış borç tutarı 26,5 milyar dolardır.
Bu veriler, Türkiye’nin dış borcu üzerinden ödemek zorunda kaldığı faizlerin oldukça yüksek olduğunu göstermektedir.
31.12.2002 tarihi itibariyle iç borç toplamı 150 katrilyon liraya(*) ulaşmış durumdadır. İç borcun 60 katrilyonluk kısmı 2 yıl ve daha kısa vadeli borçtur. Borcun yüzde 25’i bir yıldan daha kısa vadelidir. Açıktır ki, iç borcun döndürülmesi sorunu, 2003 yılında tüm yakıcılığıyla kendisini hissettirecektir.
2003 Bütçe tasarısında, öngörülen vergi gelirlerinin yüzde 76’sının faiz ödemelerine gideceği varsayılmıştır. Faiz  harcamaları toplam bütçe gelirlerinin yüzde 65’ine eşittir.
Ancak faiz harcamalarının bütçe öngörülerinin çok üstüne çıkması ve öngörülen 86 katrilyon lira tutarındaki vergi gelirinin tümünün faiz ödemelerine gitmesi ve bunun bile yetmemesi güçlü olasılıktır.
2003 Bütçesi hazırlıklarına Irak’a ABD ve müttefiklerinin saldırısı önemli ölçüde egemen olmuştur. Bütçenin yüzde 13,3’ü savunma harcamalarına ayrılmıştır. Bütçenin diğer cari ödemeler için ayrılan 9,3 katrilyonluk kısmının 7 katrilyonu, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığına verilecektir. Türkiye’nin savaşa katılması ve Kuzey Irak’a girmesi koşullarında bu bütçeden daha fazlasının kullanılacağını varsaymak yanlış olmayacaktır.
Bütçe yasasında; “Irak’a yapılacak muhtemel bir müdahale durumunda sınırlarımızda meydana gelebilecek toplu nüfus hareketine karşı devletin hızlı hareket edebilme kabiliyetini daha da artırmak ve yapılacak hizmetin zamanında gerçekleştirilebilmesini sağlamak için” Bakanlar Kurulu’na yetki verilmektedir.
Aynı zamanda, belirtilen durumlarda geçici olarak başka yerlerde görevlendirilecek olanlar ile “İnsani Destek Toplama Bölgeleri”nde geçici olarak görevlendirileceklere ilgili mevzuat uyarınca verilecek gündeliklerin miktarını yeniden belirleme konusunda da Bakanlar Kurulu’nun yetkili olacağı Bütçe Yasası’nda düzenlenmiştir.
Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ndan, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin ilgili tertiplerine ödenek kaydetme konusunda Maliye Bakanı yetkili kılınmıştır. Bütçe yasasında yapılan düzenlemeler ve cari ödemeler için ayrılan ödenekler 2003 Bütçesi’nin bir savaş bütçesi olarak hazırlandığını göstermektedir.
2003 Bütçesi; işçiler, kamu emekçileri, tarım üreticileri, küçük esnaf ve zanaatkar, küçük ticaret erbabı, özetle bütün emekçi halk için tam bir yoksullaşma ve kazanılmış haklara saldırı bütçesi olarak hazırlanmıştır. Bütçenin her maddesinde bu saldırıyı ortaya koyan hükümler bulunmaktadır.
2003 Bütçesi’nin özellikle tarım üreticileri bakımından yoksullaşma bütçesi ve AKP Hükümeti’nin IMF’nin dayatmalarına teslimiyetinin belgesi olduğunu, halkın beklentilerine yanıt vermediğini ifade eden, Dünya Bankası Türkiye Temsilcisi Ajay Chibber oldu. Ajay Chibber oldukça sert bir üslupla AKP Hükümeti’nin bütçesini eleştirerek Dünya Bankası kredilerinin askıya alınacağı tehdidini savurdu. Gerçekte bu yapılanların ve hazırlanan bütçenin kendisinin, ikiz kardeşten farksız IMF ve Dünya Bankası’nın ortak eseri olduğunu görmemiz gerekiyor. Dünya Bankası temsilcisinin eleştirdiği bankasının kredilerinin amaç dışı kullanımıdır; yoksa temsilci, yoksullaştırıcı kısıtlama ve kesintiler düzenlemesinden ibaret olan bu bütçenin başka hiçbir kalemi ya da dayanağına kuşkusuz karşı çıkmamaktadır.
IMF, borç tuzağına düşen ülkelere yıllardır hep aynı reçeteleri dayatıyor. Bu dayatmalara dayanan ekonomik programlar hiçbir olumlu sonuç vermemesine, ekonomileri krizlere, durgunluklara sürükleyen sonuçlar doğurmasına karşın dikte ettiği ekonomik programların sürdürülmesi konusunda ise ısrarlı olmaktadır.
Dünya Bankası, IMF programlarına, bu programlar ile getirilen kamu harcamalarının kısılmasına, emekçi halka yüklenen vergilere karşı olmamasına karşın gösterdiği tepkiyle halka şirin görünmek istemektedir. IMF ve Dünya Bankası “iyi polis-kötü polis” oyununu oynamakta; tezkereler sonrası yönlendirici baskı ve dayatmalar geliştirilmesi bakımından görev bölüşümü yapmaktadır. Uygulanan IMF programları, ülkeleri yoksullaştırırken Dünya Bankası da yoksulluğu yönetiyordu.
2003 Bütçesinde emekçilere yönelik saldırıları şöyle sıralayabiliriz.
–    2003 Bütçesinden kamu emekçilerine ayrılan pay yetersizdir. 4688 sayılı Kamu Sendikaları ile yapılacak toplu görüşmeler çerçevesinde kamu emekçilerinin maaş ve sosyal haklarının belirlenmesi gerekirken, AKP Hükümeti, bu süreci yok sayarak kamu emekçilerinin özlük haklarını tek taraflı olarak belirlemektedir. Hükümet ekonomik gelişmeler, savaş, ekonomik kriz ve devletin mali imkanlarının yetersizliği vb. gerekçelerle kamu emekçilerine Nisan ve Haziran dönemleri için hiçbir maaş artışı yapmamayı planlamaktadır.
–    Kamu personelinin ücretlerinden Emekli Sandığı’na kesilen emekli keseneği bir puan artırılarak kamu emekçilerinin maaşları düşürülmüştür. (Bu düzenleme ayrı bir yasa ile yapılmıştır.)
–    Norm kadro çalışması sonuçlandırılarak uygulamaya geçirilen kurumlar ile kanun, uluslararası anlaşma veya 2003 yılı programı ile kurulması veya genişletilmesi öngörülen birimler ve temini zorunlu hizmetlerin gerektirdiği personel ihtiyacını bu sınırlamaya tabi tutulmaksızın değerlendirmeye Maliye Bakanı’nın yetkili kılındığı Bütçe Yasası’nda; 2002 yılında ölüm, emeklilik ve istifa  sonucu memur kadrolarında oluşan azalmanın yüzde 80 oranında karşılanması öngörülmüştür. Ülkemizdeki memur sayısının, OECD verilerine göre hem istihdamdaki kişi sayısına hem de ülke nüfusuna oranla Avrupa ülkeleri arasında en düşük düzeyde ve yetersiz olduğu bilinmesine karşın, bu personel rejiminde emekçi aleyhine düzenlemelere zemin hazırlamak için her türlü aldatmaya başvurulmaktadır. Yetersiz personel, hizmetin gereklerini yerine getirmekte zorlanmakta, fazla mesailerle, gece çalıştırmalarıyla işler yetiştirilmeye çalışılmaktadır. 8 saatlik çalışma hakkına önemli bir saldırı olan fazla mesailere ödenen ücretler komik denecek kadar azdır. Fazla mesailer açık bir angaryaya dönüşmüş durumdadır. Milyonlarca eğitimli işsiz olmasına karşın personel istihdam etmek yerine, çalışanların iş yükü ağırlaştırılmaktadır.
–    İlk defa veya yeniden göreve alınan kamu personeli ve aile fertlerine harcırah veya buna benzer herhangi bir ödeme yapılmayacağı Bütçe Yasası’nda düzenlenmiş bulunmaktadır. Kendilerinin talebi üzerine kamu kurum ve kuruluşları arasında veya bunların başka yerlerdeki birimleri arasında naklen ataması yapılanlara, başka yerlerde sürekli veya geçici olarak görevlendirilenlere yasalarda öngörülen harcırahın ödenmemesi veya bu amaçla herhangi bir ödeme yapılmaması hükmü de bütçe yasasıyla düzenlenmiştir.
–    Kamu personelinin yararlanacağı lojman, memur evi, eğitim ve dinlenme tesisi yapımının yasaklandığı bir bütçe yasasıyla karşı karşıyayız. Bunun yanı sıra son 10 yılın bütçe yasalarında yer alan “kamu kurum ve kuruluşlarınca işletilen eğitim ve dinlenme tesisi, misafirhane, kreş, spor tesisi ve benzeri sosyal tesislerin giderlerine bütçeden katkıda bulunulamaz. Bu tür yerlerde, genel ve katma bütçeden, döner sermaye ve fonlardan ücret ödenmek üzere 2003 yılında ilk defa istihdam edilecek yeni personel görevlendirilemez” biçimindeki düzenlemeye 2003 bütçesinde de aynı şekilde yer verilmiştir. Emekçilerin uzun mücadeleler sonucunda kazandığı sosyal haklar birbiri ardına ellerinden alınmaya başlamıştır. Büyük kentlerde kamu görevlilerinin işe gelip gitmelerini sağlayacak personel servisleri azaltılmakta ve giderek kaldırılmaktadır. Kamu kuruluşlarında verilen öğle yemeklerinin birçok kuruluşta verilmediği, verilen yemeklerin ücretinin arttığı ve personelin yararlanmasının güçleştiği görülmektedir. Sosyal tesisler çoğunlukla üst düzey personelin, bürokratların yararlandığı pahalı kurumlara dönüşmüştür.
–    Devlet memurları, diğer kamu görevlileri ve bunların emekli dul ve yetimlerinin (bakmakla yükümlü oldukları aile fertleri dahil) tedavilerine ilişkin ücretlerle, sağlık kurumlarınca verilen raporlar üzerine kullanılması gerekli görülen ortez, protez ve diğer iyileştirme araç bedellerinin belli miktarlarının devletçe karşılanması hususu bütçe yasası ile düzenlenmiştir. Bunun dışında, kamu personelinin, bunların emekli dul ve yetimlerinin, tedavilerinde kullanılan ilaç katılım paylarının ilgililerin maaş ve aylıklarından kesinti yapmak suretiyle karşılanması ve ilaç bedellerinin ödenmesinde, eşdeğer ilaç gruplarından, fiyatların aritmetik ortalamasının alınması suretiyle referans fiyatlar üzerinden ödeme yapılması kararlaştırılmış durumdadır. Devlet; 2003 yılında, kamu görevlilerinin hastane ve tedavi masrafları ile ilaç bedellerini denetlemek üzere saymanlıklarda tabip ve eczacı görevlendirmeyi kararlaştırmıştır.
–    2003 Bütçesi’nde Tarımsal destekleme ve doğrudan gelir desteği amacıyla çiftçilere yapılacak ödemelerle ilgili olarak 2003 bütçesinden pay ayrılmadığı ifade edilmiş, 2002 yılından devreden doğrudan gelir ödemeleri ile yetinileceği belirtilmişti. Dünya Bankası Türkiye Temsilcisinin bu konuda yaptığı eleştiriler üzerine 2003 yılı bütçesinden de sınırlı bir ödenek ayrılması kararlaştırılmıştır. Tarım alanında yeniden yapılandırma adı altında gerçekleştirilen uygulamalar ülkemizdeki milyonlarca tarım üreticilerinin yoksulluğa ve açlığa mahkum edildiği/edileceği anlaşılmaktadır.
–    2003 Bütçesinden küçük esnaf ve zanaatkar için ayrılmış bir ödenekten söz etmek olanaklı değildir. Genel geçer sözcüklerle bu kesimin yanında olunacağı ifade edilmiştir.
2003 Bütçesi’nde yer alan bu düzenlemeler, harcamalar bakımından bütçenin emekçi halk karşıtlığını ortaya koymaktadır.
Bütçe harcamaları bakımından, ülke nüfusunun neredeyse tümünü karşısına alan ve devlet bütçesinin yarısından fazlasını faiz geliri olarak elde edenler, patronlar dışında bütün emekçi halka dönük yoksullaştırıcı politikalar geliştiren hükümet, bütçe gelirleri bakımından da aynı tutumunu sürdürmektedir.
100 katrilyon 782 trilyon tutarındaki bütçe gelirlerinin, 86 katrilyonunun vergi gelirlerinden, 14 katrilyon 800 trilyonunun da diğer gelirlerden sağlanması öngörülmektedir.
Vergi gelirlerinin 26 katrilyonunun gelir üzerinden alınan vergilerden sağlanması beklenmektedir. Gelir üzerinden alınacak vergilerin 17 katrilyon 200 trilyonu gelir vergisinden, 8 katrilyon 900 trilyonu da kurumlar vergisinden sağlanacaktır.
Gelir vergisinin yüzde 60’ını ücretlilerin stopaj (kesinti) yoluyla ödemiş oldukları dikkate alınırsa, bütçe vergi gelirlerinin yüzde 13’ünü ücretlerin ödediği görülecektir. Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınmasını öngören Anayasal düzenlemenin çok uzağında bir vergileme ile emekçiler vergi yükünü üstlenmiş durumdadır.
Emekçilerin vergi yükünü asıl ağırlaştıran, bütçedeki dolaylı vergilerin payının yüzde 70’lere ulaşmış olmasıdır. Dolaylı vergiler, zengin-fakir ayırmayan adaletsiz ve haksız vergilerdir. Mal ve hizmetler üzerinden alınan vergiler ile dış ticaretten alınan vergiler bu çerçevede alınan vergilerdir.
KDV ve Özel Tüketim Vergisi ile ithalde alınan KDV’nin vergi gelirlerine oranı diğer dolaylı vergilerle birlikte yüzde 67’yi geçmektedir.
Vergi alınması gereken kesimlerden, büyük kârlar elde eden şirketlerden, holdinglerden vergi yasalarındaki muafiyet ve istisnalar dolayısıyla alınamayan vergiler, dolaylı vergiler yoluyla emekçi halkın sırtına yıkılmaktadır.
Servetten alınan vergilerin, toplam vergi gelirlerine oranı yüzde 2 düzeyindedir. Servetten alınan vergilerin içerisinde yer alan Motorlu Taşıtlar Vergisi ve Taşıt Alım Vergisi gerçek anlamda bir servet vergilemesi değildir. Bir ölçüde servet vergisi sayılabilecek  veraset ve intikal vergisinin 2003 bütçesindeki oranı binde 1 düzeyindedir.
AKP Hükümeti, 2003 yılında ciddi vergi reformları gerçekleştireceğini ifade ediyor. 3 aylık Acil Eylem Planı’nda yer alan Mali Milad’ın kaldırılmasını sağlayan 4792 Sayılı Vergi Yasası’yla, vergi kaçakçılarının affını sağlayan 4811 sayılı “Vergi Barışı” Kanunu, AKP’nin 3 aylık sürece sığdırdığı önemli vergi yasalarıdır. AKP; ücretlilerin, geniş emekçi kesimlerin vergi yükünü azaltacak vergi düzenlemeleri yerine büyük sermaye kesimlerine yeni vergi istisnaları getirilmesini planlamaktadır.
2003 Bütçesi’nde, vergi gelirleri dışındaki diğer gelirler, devletin taşınmazlarının satış gelirleri, taşınmaz mallar idare gelirleri, KİT’lerden elde edilen gelirler, döner sermayelerden alınan vergiler, KİT’ler ve İktisadi Devlet Teşekkülleri’nden sağlanacak gelirler, faiz gelirleri, ceza gelirleri, diğer çeşitli gelirler ve özel gelirler ve fonlardan oluşmaktadır. Bütçe gelirlerinin yüzde ikisinin cezalardan sağlanması öngörülmektedir. 2003 Bütçesi, hem harcamalar hem de gelirler bakımından emekçilerin sırtında olan bir bütçedir. 2003 Bütçesinin IMF tarafından dayatılan bir bütçe olduğu tartışmasızdır. 2003 Bütçesi IMF’ye teslimiyet bütçesidir.

(*) Yazımızda iç ve dış borçlara ilişkin olarak kullanılan rakamlar bütçe gerekçesinde verilen resmi rakamlardır. Resmi dış borç rakamı, borç anaparasını belirtmektedir ve yalnızca kamusal borçla sınırlıdır, bankalar vb. gibi özel kesim borçlarını kapsamamaktadır. Kamu ve özel toplamı ve birikmiş faizleri ile birlikte düşünüldüğünde, örneğin iktisatçı Mustafa Sönmez’in 26 Mart 2003 Evrensel gazetesindeki yazısında verdiği dış borç rakamı 2002 yılı itibariyle 128 milyar dolardır.

Ticarette çok taraflı anlaşmalar süreci, dtö ve gats

Uluslararası ticarette, çok taraflı anlaşmalar süreci, 50 yıldan fazladır yaşanmakta olan bir olgudur. Bununla beraber esas olarak 90’lı yıllarla beraber gerek sayı gerekse kapsam yönünden oldukça yaygınlaştığı ve dünyada da bu süreçte bu olguya dikkatlerin yöneltildiği görülmektedir. Çok taraflı anlaşmalarının dünya ve Türkiye kamuoyu açısından bilinen en tanıdık örneği Çok Taraflı Yatırım Antlaşması olan MAI’dir. MAI’nin uluslararası kamuoyu nezdinde yarattığı rahatsızlıkla beraber başarısızlıkla sonuçlanması, ekonomik ve ticari yönden gelişmiş ülkelerin dikkatlerini MAI’yle aynı amaçları taşıyan bir takım anlaşma ve kurumsal yapılanmalara yöneltmiştir. Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulması ve beraberindeki ek anlaşmalar olan GATS, TRİPS vb. çok taraflı anlaşmalarla mal ticareti, hizmet ticareti, yatırım esasları, fikri mülkiyet hakları gibi alanlar, uluslararası kurallara ve müeyyidelere bağlanmıştır. Bu anlaşmaların temel amacı tüm dünyada uluslararası alanda tam bir liberalizasyona ulaşmaktır.
Anlaşmaların tarafları ülkeler olarak görünse de, arka planda büyük tekeller ve şirketler bulunmaktadır. Anlaşmaların genişleme süreci ve özellikle geri kalmış ülkelerin bu sürece dahil edilmesi de  bu büyük tekellerin beklentileri doğrultusunda şekillenmektedir.

MAL TİCARETİNDE LİBERALİZASYON SÜRECİ
TARİFELER VE TİCARET GENEL ANLAŞMASI (GATT)
1940’lı yıllarda başlayan sermayenin serbestleşmesi girişimlerini destekleyen çeşitli kurumsal üst yapıların oluşturulmasına ilk kez 1941 yılında ABD’de kurulan Dış İlişkiler Komisyonu’nda karar verilmiş ve liberalizasyon sürecinin başlatılması için önemli bir adım atılmıştır. Konsey amacını, “Amerikan finans ve sanayii sermayesinin ihtiyacı olan materyalleri mümkün olan en az stres ve zahmetle elde edebilmek” için gerekli ekonomik ve askeri hakimiyetin tüm dünyada kurulması olarak belirlemiştir. Böylelikle, Amerikan sermayesinin talepleri doğrultusunda sermaye yatırımlarını hızlandıracak uluslararası finans kurumlarının oluşturulması yolunda önemli bir adım atılmış ve bu adım somut ifadesini Bretton Woods Anlaşması’nda bulmuştur. 
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası sermaye, dünya kapitalizminin yeniden düzenlenmesine dönük çalışmalarına hemen başlamıştır. 1944 yılında BM tarafından Bretton Woods kasabasında para ve finans konferansı düzenlenmiş ve bu konferansta IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması karara bağlanmıştır. Bunun dışında Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’nın yapılması karara bağlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisine yön verme gücünü elinde tutan Amerikan sermayesinin talepleri doğrultusunda 1945 yılında Dışişleri Bakanlığı “Dünya Ticaret ve İstihdamın Genişletilmesi İçin Öneriler” başlıklı bir metin yayımlamış ve ardından, 1946’da Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi bir “Uluslararası Ticaret ve İstihdam Örgütü” kurulması için uluslararası bir konferansın düzenlenmesi kararı almıştır. Sovyetler Birliği hariç 18 üyenin katıldığı konferans 1948’de Havana’da yapılmıştır. Konferans’ta tartışılan metin, 1948’de “Uluslararası Ticaret Örgütü (ITO) için Havana Şartı” adı altında 54 ülke tarafından imzalanmıştır. Ancak, uluslararası ticaretin yanı sıra, istihdam, sermayeler arası ilişkiler, sermayeleri kısıtlayıcı uygulamaların azaltılması ve uluslararası yatırımları da kapsayan Havana Şartı ve ITO projesi, hükümetlerin kendi iç yasal düzenlemelerini Şart’a uygun bir şekilde değiştirmeyi reddetmeleri sonucu sermayenin hayata geçirilememiştir. Şartın, özellikle de Amerikan Kongresi’nce reddedilmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Amerikan Kongresi’nin Şart’ı reddetmesinin ardında, başta Amerikan çelik sanayi olmak üzere bir takım sektörlerde özellikle Avrupa sermayesi karşısında yeterli bir düzeye ulaşamamış olmasının etkili olduğu belirtilmektedir. ITO’nun faaliyete geçmesine kadar olan dönemde geçici olarak çalışması kabul edilen GATT, böylelikle ITO’nun işlememesi sonucu fiili olarak onun yerini almıştır.
Havana Şartı’nın gündemden düşmesine rağmen 1930’larda başladıkları kapsamlı gümrük tarifeleri görüşmelerini sürdüren 23 devlet , yaptıkları görüşmeler sonucunda elde edilen ticari ayrıcalıkların koruma altına alınması ve alınan kararların uygulamaya konmasının sağlanmasına dönük olarak bir anlaşma hazırlamıştır. 30 Ekim 1947 tarihinde imzalanan ve GATT -Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması- olarak anılan bu anlaşma 1948 yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma ile aynı isimli bir Sekretarya kurulmuş ve böylelikle 50 yıla yakın bir süre boyunca dünya ticaretini düzenleyen tek anlaşma olarak varlığını sürdürecek olan GATT uygulamaya sokulmuştur. Bretton Woods Konferansı’nın sonucu olarak doğan ve 1947’de imzalanan GATT, uluslararası alanda ticareti düzenleyen tek çok-taraflı anlaşma olma özelliğini 1995 yılına dek korumuştur. Anlaşma, özünde dönemin yaygın bir sistemi olan korumacılığın azaltılmasını ve uluslararasındaki ticaretin genişleyerek artmasını, yani dünya ticaretinin liberalizasyonunu amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, GATT müzakereleri aracılığıyla, özellikle “üçüncü dünya ülkeleri”ndeki dış ticaret rejimleri genel olarak serbestleşmiştir. 
GATT’ın faaliyetleri dış ticaretin serbestleştirilmesini sağlamaya yönelik olmuş ve bu çerçevede serbest bir dış ticaret sisteminin oluşmasında engel görülen gümrük vergilerinin (tarifelerin) düşürülmesi, tarife dışı engellerin kaldırılması veya tarifeye dönüştürülmesi, ayrıca olabilecek diğer engellemelerin ve farklı muamelelerin kaldırılması hedeflenmiştir. GATT’ın yürürlükte kaldığı yıllar boyunca dünya ticaretindeki gelişmelere bakıldığında gelişmiş ülkelerin sanayii ürünleri için uyguladıkları gümrük vergilerinin %40’lardan, 1997 yılı itibarıyla %4’lere kadar indirildiği, miktarsal kısıtlamaların (kota uygulamaları) bütünüyle kaldırıldığı görülmektedir.  Yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 8 müzakereyi ve 130’dan fazla taraf ülkeyi kapsayan bir süreç içinde, artan ülke sayısında olduğu gibi serbestleştirilen mal sayısında da sürekli olarak bir büyüme söz konusu olmuştur.
GATT kapsamında yapılan çok taraflı ticaret görüşmelerine, ticaret turları, yani “round” adı verilmektedir. GATT’ın kurulmasının ardından, ticari liberalizasyon hedefine ulaşmak için çok taraflı ticaret müzakerelerinin devamlılığını ve birbirleriyle ilişkilendirilmelerini kolaylaştıran bir dizi roundun düzenlenmesine karar verilmiştir. Çoğunluğu İsviçre-Cenevre’de gerçekleşen bu roundlar sonucunda uluslararası ticaret kurallarının kapsamı önemli derecede genişletilmiştir.
1973 yılında başlayan Tokyo Roundu altı yıl sürmüş; bu anlaşmalar turunda satın almalar, gümrük vergileri, ihracat destekleri, anti-damping yasası, ortak standartların belirlenmesi ve ithalatın belgelendirilmesi karara bağlanmış ve bir çok alanda ekonomik liberalizasyonun yolu açılmaya çalışılmıştır. Tokyo Roundu müzakerelerinin bir bölümü, yalnızca bazı GATT taraflarınca imzalanacak anlaşmalarla son bulmuştur. Daha çok sanayileşmiş ülkeler tarafından imzalanan bu anlaşmalar, çok-taraflı olmaktan çok, ekseriyet anlaşmaları olarak ve anlaşmadan çok, “kod” şeklinde tanımlanmıştır. Özellikle 1970 ve 80’li yıllarda ard arda yaşanan ekonomik bunalım ve işsizlik dönemlerinde ABD ve Avrupa ülkeleri bu kez farklı tarzda korumacılık önlemleri alarak krizi aşmaya çalışmıştır. Buna ilişkin farklı yöntemlerden biri, iki ülke arasında imzalanan ve ülkelerin pazar paylaşımına ve tarım desteklemelerine yönelik olarak vardıkları özel mutabakatlardır. Diğer yandan, küresel ticarette yeni gelişmeler ve farklı biçimler, roundları gitgide daha önemli hale getirmeye başlamış ve bu gelişmenin ilk sinyalleri de Tokyo raundunda verilmiştir.
Hizmetin bir meta gibi ticaret kapsamına alınıp satılabilmesini şart koşan ilk anlaşmalar; DTÖ kurulmadan önceki döneme, yani GATT’ın yürürlükte olduğu zamana denk düşmektedir. Dolayısıyla, Uruguay Roundu Müzakereleri’nin sonucunda doğan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nın (GATS) çerçevesi, Tokyo Roundu’ndaki tartışmalarda şekillenmiştir. Tartışmalar asıl olarak hizmetler ticaretinin kimi özel yönleri üzerinde yoğunlaşmış, onaylanan anlaşmalarda hizmetler için geçerli olacak bazı hükümlere yer verilmiştir. Bu hükümler, hükümet alımları, gümrük değerlendirme, sübvansiyonlar ve telafi edici vergilerle sivil havacılığa ilişkin anlaşmada ilgili bölümlerde yer almıştır. 
Özellikle 1980 sonrasında ABD, gelişmiş kapitalist ülkelerin desteğini alarak hizmet ticaretinin GATT ve diğer ticaret anlaşmalarından devralınan kavramlarla bir ticari çerçeveye oturtulması için girişimlerde bulunmuş ve konuyu uluslararası platformların gündemine sokmayı başarmıştır. 1982 yılında ABD Dış Ticaret temsilcisi GATT’a sunduğu metinde GATT’ın hizmet dış ticaretinin liberalizasyonu konusunda aktif rol almasını önermiş ve bu öneri dört yıl sonra Uruguay Roundu’nu başlatan Punta Del Este toplantısında kabul edilerek uluslararası hizmet ticaretinin serbestleştirilmesi konusunun bu Round görüşmelerinde ele alınması karara bağlanmıştır.
HİZMETLER TİCARETİNDE LİBERALLEŞME
URUGUAY ROUNDU (1986-1994) ve DÜNYA TİCARETi ÖRGÜTÜ’NÜN KURULUŞU
Önceki roundlarla karşılaştırıldığında en büyük ticaret roundu olarak tarihe geçen Uruguay Roundu’nun en önemli sonuçlarından biri Dünya Ticaret Örgütünün kurulmasıdır. 1986 yılında, GATT kapsamında başlayan Uruguay Çok Taraflı Ticaret Müzakereleri, 1993 yılının sonunda anlaşma ile sonuçlanmış ve bu anlaşma sonucunda kurulması kabul edilen Dünya Ticaret Örgütü 1995 yılı itibariyle yürürlüğe girmiştir. Uruguay Roundu sonunda ortaya çıkan bu örgütle, 50 yıl önce geliştirilen ITO -Uluslararası Ticaret Örgütü- projesi hayat bulmuş ve GATT hiç bir değişikliğe uğramaksızın DTÖ’nün bir anlaşması gibi yeni örgüte nakledilmiştir.
1986-1994 yılları arasında toplanan Uruguay Roundu’nda GATT’ın içeriği genişletilmiş, böylelikle tarım ve hizmet sektörlerinin de serbest piyasaya açılması için önemli adımlar atılmıştır. Öte yandan, 1948-1986 döneminde GATT çerçevesinde dünya ticaret müzakerelerine gelişmekte olan ülkelerin katılımı oldukça sınırlı tutulurken, bu süreçle beraber özellikle gelişmekte bu ülkelerin katılımı amaçlanarak, ulusal pazarların, tam liberalizasyon hedefiyle uluslararası sermayeye açılması hedeflenmiştir.

DT Ö ve GATS
DTÖ, uluslararası sermayenin 50 yıllık özleminin somutlaştığı bir örgüttür. Uluslararası sermaye bugüne kadar tek tek devletler nezdinde giriştiği yapılandırma çalışmalarını şimdi topyekun yapabilme olanağını elde etmiş, ayrıca anlaşmalara uymama hallerinde de bağlayıcı yaptırımlar öngörerek, beklenmedik uygulamaların da önüne geçebilme fırsatını yakalamıştır.
DTÖ Kuruluş Anlaşması, ekleriyle birlikte, 29 adet yasal metinden oluşmaktadır. Bunların yanı sıra 25 adet bildirim, karar ve mutabakat metninde DTÖ üyelerinin yükümlülükleri belirtilmiştir.  Halen 142 üyesi bulunan DTÖ, dünya ticaretinin %90’ını kontrol etmektedir. Üyelerinin dörtte üçü az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden oluşan DTÖ döngüsü üzerinden, bu ülkeler, diğer üye gelişmiş ülkelerce sömürülmektedir.
Uruguay Roundu anlaşmalarının tamamı – DTÖ’nün kuruluşundan GATS, TRIPS ve GATT gibi çok taraflı anlaşmaların hepsi- üye ülkelerin parlamentoları tarafından onaylanmıştır. Öte yandan, Cenevre’de bulunan eski GATT sekretaryası değiştirilmeden muhafaza edilmiş, fakat ismi artık yeni DTÖ Sekretaryası olmuştur.
Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), uluslararası hizmet ticaretine ilişkin temel kavram, kural ve ilkeleri ortaya koyan ilk çok taraflı anlaşmadır. Daha önce GATT kapsamında olmayan hizmet ticareti, ABD’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin etkisiyle Uruguay Roundu sonrasında DTÖ kapsamına alınmıştır. Böylece GATS kapsamında, uluslararası mal ticaretine ilişkin kural ve düzenlemelerin, hizmet ticaretine de uygulanması karara bağlanmıştır. GATS anlaşmasının içeriğine bakıldığında “hizmet” tanımının oldukça muğlak olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar GATS Anlaşması, bir Hizmet Ticareti Anlaşması olarak tanımlansa da, esasen hizmetler ile bağlantılı sınai ya da tarımsal tüm üretim ve mevcut tüm hizmet alanlarını kapsadığı gibi, gelecekte oluşacak olan hizmet alanlarını da içeren çok taraflı bir anlaşmadır. Tüm dünyada yaşanan hızlı şehirleşme, tüketici hizmetlerinde ve diğer sektörlerde girdi olarak kullanılan ara mallara talebin artması, uluslararası işgücünün hareketliliği ve bilgiye dayalı hizmetlerin artan şekilde ticarete konu olması sonucunda hizmet ticaretinin uluslararası ticaret içindeki payı giderek büyümüştür. Uluslararası hizmet ticareti, 1993 yılında yaşanan duraklamaya rağmen 1995 yılında %14’lük bir büyüme göstererek 1.230 trilyon dolara ulaşmıştır. Bu rakam, aynı yıl 4.875 trilyon dolar olarak gerçekleşen uluslararası mal ticareti dikkate alındığında, toplam dünya ticaretinin %20’sine denk gelmektedir. Bu şekilde hizmet ticaretinin payının giderek büyümesi, alanın düzenlenmesi ve liberalizasyon sürecine dahil edilmesi yönünde etki yapmıştır.
Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nın oluşumunda mal ticaretinden elde edilen tecrübeler etkili olmuştur. Bu nedenle söz konusu anlaşmanın hükümleri, mal ticareti anlaşmasının hüküm ve prensiplerine benzerlik göstermekle beraber, GATT sürecinin yarattığı bir takım sorunları da ortadan kaldıracak bir kapsamda ele alınmıştır.
GATS, bu yönüyle, bir yandan 1995’de imzalanan metin yanında, müzakere süreçleri bugün de halen devam eden, sonlandırılmamış bir anlaşmadır. Ancak bu müzakerelerin temel amacı, özellikle gelişmekte olan ülkelerin liberalizasyon hedefleri doğrultusunda daha fazla sektörde sürece dahil olmasını sağlamaktır. GATS da dahil imzalanan bütün anlaşmaların, müzakere süreçleri, denetimi, anlaşmazlıkların çözüm mekanizmaları ve yaptırımlar, DTÖ bünyesinde gerçekleştirilmektedir.
DTÖ’nün kuruluşundan itibaren, biri 1996’da Singapur’da, ikincisi 1998’de Cenevre’de, üçüncüsü 1999’da Seattle’da ve sonuncusu 2001’de Katar’da olmak üzere dört Bakanlar Konferansı toplanmış ve bu toplantılarda telekomünikasyon hizmetlerinden, bilgi teknolojileri ürünlerine ve finans hizmetlerine kadar farklı hizmet alanlarında yeni anlaşmalar yapılmıştır.
Millenium Round olarak adlandırılan 3. Bakanlar Konferansı, DTÖ çatısı altında 30 Kasım-3 Aralık 1999 tarihleri arasında ABD’nin Seattle kentinde yapılmıştır. Sermaye açısından başarısızlıkla sonuçlanan Seattle Bakanlar Konferansı’na 8 yeni anlaşma imzalama umuduyla gidilmiş, fakat on binlerce kişinin protestosunun da etkisiyle beklenen olmamıştır. Özellikle gelişmekte olan bir kısım ülkelerin ciddi tepkileri de uluslararası sermeyenin amaçlarına ulaşamamasına neden olmuştur.
Başarısızlıkla sonuçlanan Seattle Konferansı’nın ardından, buradaki tıkanıklığı aşmak üzere, 9-13 Kasım tarihlerinde Katar-Doha’da 4. Bakanlar Konferansının yapılması kararlaştırılmıştır. Seattle sonrasında gizli müzakerelerini artıran uluslararası sermaye Doha öncesinde kimi gayrı resmi toplantılar yapmıştır. Bu toplantılardan biri, 25 Haziran 2001’de yapılan DTÖ Gayrı Resmi Genel Konsey toplantısıdır. Söz konusu toplantıda, ABD, AB ve Japonya’nın temsilcileri 4. Bakanlar Konferansı’nın gündemini ortak bir kararla belirleyerek, bu kararların kesinkes bakanlar konferansı gündemine taşınmasında anlaşmaya varmışlardır. Anlaşmaya varılan konular arasında, kamunun elindeki tüm hizmet alanlarının ulus-ötesi tekellere devredilmesi ve kamu emekçilerinin, güvencelerinin kaldırılarak serbest piyasa ortamına terk edilmesi gibi gündemler vardır.
DTÖ’nün 14 Kasım tarihli Bakanlar Deklarasyonu’nda DTÖ’nün, küresel ekonomik politikaların yürütülmesinde Bretton Woods kurumlarıyla (IMF ve DB) çalışmalarını uyum içinde sürdüreceğinin altı çizilmiştir. Ayrıca, Marakesh, Singapur ve Cenova Konferansları’nda üye devletlerin bakanlarına (özellikle de az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke delegelerine) çok taraflı ticaret sistemi ve küresel ekonomi ile bütünleşmeleri yönünde gerekli düzenlemeleri yapmaları yolunda çağrıda bulundukları belirtilmiştir. ABD ve AB’nin kapsamlı bir round önerisinde bulunarak, gelişmekte olan ülke delegelerini bu yönde iknaya çalıştıkları Kongre’den; enerji, su hizmetleri, hükümet satın almaları anlaşmasının tüm DTÖ üyesi ülkeleri kapsayacak ve daha da ağırlaşacak bir biçimde revize edilmesine dönük kararlar çıkmıştır. Bu önerinin yanı sıra, kamu hizmetleri ve malları üreten ülkelerde piyasa ekonomisinin başatlığı için tüm kamusal alanlarda yeni düzenlemelere gidilmesi yönünde direktifler verilmiştir: Direktif, GATS anlaşması uyarınca kamusal eğitim ve sağlık da dahil olmak üzere mühendislik, uzmanlık, finans, belediyeler, enerji, ulaşım, telekomünikasyon, turizm ve diğer tüm hizmet alanlarının piyasa mekanizmasına açılması yolunda ilerlemektir.

HİZMETLER TİCARETİ GENEL ANLAŞMASI (GATS)
Uruguay Turu adı verilen görüşmeler sonunda, Türkiye’nin kurucu üye olarak imza koyduğu ve 1 Ocak 1995 tarihinde yürürlüğe giren Nihai Senet, 25 Şubat 1995 tarihinde TBMM’de onanmış ve Türkiye’nin DTÖ üyeliği 26 Mart 1995 tarihi itibariyle resmi olarak ilan edilmiştir. Bu üyelikle birlikte Türkiye, kabul edilmiş çok taraflı anlaşmaların da bir tarafı haline gelmiştir.
Hizmetler sektöründe küresel yatırım ve ticareti her türlü engelden kurtarmak, bu amacın doğası gereğince de en temel kamu hizmetlerini piyasa hizmetine dönüştürmek sonucuna yönelmiş olan GATS, açık adıyla Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması, ülkemizde 1995 yılından başlayarak yürürlüğe girmiştir.
Bu anlaşma, Türkiye açısından çok yönlü bir öneme sahiptir. Türkiye’de 1998 DİE verilerine göre, hizmetler sektörünün GSMH içindeki payı %59.3’tür; ve anlaşmayla ulusal zenginliğin yaklaşık %60’ını oluşturan bir alan, küresel sermayenin kurallarına bağlanmaktadır. GATS kapsamına giren hizmetler sektörü tanımı, neredeyse sınırsızdır; anlaşmanın kapsama alanı, müzakereler süreci ile sürekli olarak genişletilmektedir. Anlaşma kapsamına; mühendislik hizmetlerinden müteahhitlik hizmetlerine, hekimlik hizmetlerinden çöp hizmetlerine, eğitim, sağlık hizmetlerinden kültür-eğlence hizmetlerine, turizmden ulaştırma hizmetlerine halkın günlük yaşamını ilgilendiren akla gelebilecek her türlü faaliyet alanı girmektedir. GATS Anlaşması, bu alanlarda hizmetlerin serbestleştirilmesini, yerli-yabancı şirketlere aynı hakların tanınmasını, bunların aynı haklar ile pazara girişinin mümkün kılınmasını, ülkelerin ulusal yasa ve yönetmeliklerini buna göre değiştirmelerini talep etmektedir. Anlaşmada öngörülen hükümlere uyulmalıdır; aksi halde uluslararası tahkim süreçleri işlemeye başlamaktadır.
GATS Anlaşması; bir yandan kamu hizmeti alanını neredeyse yok ederek ilerlerken, aynı zamanda ülkelerin kendi halkları yararına karar alma ve uygulama iradelerini de ortadan kaldırmaktadır.
GATS Anlaşması, genel hükümlerinin yanı sıra, ülkelerin her sektör için ilan ettiği taahhütler listesiyle bir bütündür. Türkiye adına Anlaşma ile ilgili işleri yöneten Hazine Müsteşarlığı, Türkiye’nin GATS kapsamındaki taahhüt listesinin gelişmekte olan ülkeler tarafından sunulan önerilerin en kapsamlısı olduğunu ilan ederek, bununla öğünmektedir. Türkiye’nin özel taahhütleri, GATS sektörel sınıflandırma listesinde yer alan 160 hizmet faaliyetinden 72’sine denk gelmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’nin taahhüt listesindeki kapsama oranı yaklaşık %46.6 olup, gelişmekte olan ülkeler ortalamasının (%18) çok üstündedir.

Mal ve Hizmet Ticaretindeki Liberalizasyon Bir Bütündür
GATS Anlaşması’nın ortaya çıkışı, genel olarak, hizmetler sektörünün dünya genelinde büyüyen bir sektör olması ve mal ticaretinde tam bir serbestleşmenin ancak hizmet ticaretinde serbestleşme ile mümkün olabileceği saptaması ileri sürülerek açıklanmakta ve savunulmaktadır.
Hizmet ticaretinin dünya ekonomisi içindeki payı, 1960’lı yıllardan başlayarak önem kazanmıştır. Dünya Bankası verilerine göre, 1965’ten itibaren hizmetler sektörünün birçok ülkenin GSYİH içindeki payı %50’ye ulaşmış bulunmakta ve bu pay giderek artmaktadır. Yine IMF istatistiklerine göre, ticari hizmetlerin uluslararası ihracatı 1990-97 döneminde yılda ortalama %8 artış göstermiştir. Uluslararası sermaye açısından, mal ticaretinde tam bir liberalleşme, mal ticaretinin ayrılmaz bir parçası olan hizmetlerde de benzer bir uygulamayı zorunlu kılmaktadır. Hizmet sektöründeki birçok alan, mal üretim süreci ile iç içedir. Üretim süreci öncesinde; pazar araştırması, ürün tasarımı, fizibilite incelemeleri vb. alanlarda hizmet girdileri gerekmektedir. Üretim süreci sırasında; kalite kontrol, ekipman kiralama, bakım onarım vb. hizmet girdilerinin yanı sıra her şirketin işleyişi için gerekli olan muhasebe, hukuk hizmetleri, işgücü eğitimi, telekomünikasyon hizmetleri, sigorta, finansman, güvenlik, temizlik gibi pek çok hizmet girdileri mevcuttur. Üretim sonrasında ise; reklam, dağıtım, ulaştırma, garanti süresi hizmetleri vb. alanlarında hizmet girdilerine ihtiyaç duyulmaktadır. Mal ve hizmet piyasalarının bu iç içe geçme özelliği, bu iki sektörde küreselleşmenin birbirlerine bağımlı olarak gelişimini zorunlu kılan faktör olarak görülmektedir.

Kaldırılmak İstenen Ulus Devletin Müdahaleleridir
Ulus-devletler, yabancı şirketlerin ulusal pazara girişini ve faaliyetlerini kısıtlamaya yönelik çeşitli önlemler alabilmektedir. Bu önlemler; pazara girişi sınırlandıran kurallar ve  milli muamele kısıtlamaları olarak iki ana başlıkta toplanabilir. Örneğin, devlet ihalelerinde yerli şirketlere tanınan öncelikler, dışalımın sınırlandırılmasını sağlayan kota uygulamaları, belli mesleklerin yalnızca kendi uyruğu olan yurttaşlar tarafından yapılabilmesi ilkeleri, kambiyo kontrolleri, hava, kara, deniz taşımacılığındaki yasaklar, ulus-devletlerin kendi sınırlarını yabancı şirketin girişine kapatan ya da bunların girişini sınırlandıran engeller, bu tür önlemlerdir.
Yine aynı şekilde ulus-devletler, çeşitli sübvansiyonlar yoluyla, yerli şirketlerin ya da doğrudan kamu teşekküllerinin maliyetlerini düşürmelerine destek olmakta, yabancı rakipleri karşısında bunlara ‘milli muamele’ uygulayarak avantaj sağlamaktadırlar. Ya da, kendi sınırları içindeki yabancılara, bunların maliyetlerini artıran ek yükümlülükler getirmekte, yerli kuruluşları böylece daha avantajlı kılabilmektedirler.
GATS anlaşması, imza koyan devletlerin, bu iki alanda yerli kuruluşları koruyup kollama sonucu doğuran uygulamalar yapamayacaklarını hükme bağlamıştır.

GATS ANLAŞMA METNİNİN KAPSAMI VE GENEL YAPISI
GATS Hangi Hizmet Ticareti Türlerini Kapsamaktadır?
GATS Anlaşması, hizmetler alanında ticaretin dört biçimde olduğunu kabul etmiştir. Bu dört biçimde de “pazara giriş” ve “milli muamele” engellerinin kaldırılmasını öngörmektedir. Anlaşmadaki sınıflandırmaya göre hizmet ticareti türleri şunlardır:
1.    Sınırötesi Hizmet Ticareti: Hizmetin on-line verilmesinde engel olmamalıdır.
2.    Yurt Dışında Tüketim: Yurttaşlar serbestçe yurtdışına çıkabilmeli, istedikleri hizmetleri (eğitim, sağlık, turizm hizmetlerini, vb.) başka ülkelerden serbestçe alabilmelidir.
3.    Ticari varlık kurma: Yabancı şirketler, doğrudan yatırım yapmakta serbest ve yerli şirketlerle eşit olmalıdırlar.
4.    Gerçek kişilerin bulunması: Yabancı yatırımcı kendi personelini iş yapacağı ülkede serbestçe istihdam edebilmelidir.

GATS’ın “Hizmet” Tanımı Nedir?
GATS Anlaşması’nda “hizmet” terimi “resmi otoritenin uygulanmasında sunulan hizmetler dışında kalan her sektördeki hizmetleri kapsar” şeklinde tanımlanmaktadır. Resmi otoritenin uygulanmasında sunulan hizmetten kasıt ise, ticari amaç güdülmeyen ve bir ya da daha fazla hizmet sunucusu ile rekabet etmeden, tekel olarak sunulan hizmettir. Yalnızca özel sektör tarafından verilen hizmetleri değil, genel kamu hizmetlerinin hemen hemen tümünü kapsayan bu tanım, neredeyse sınırsızdır. Ticari amaç güdülmesi ya da rekabetin mevcut oluşu ile o hizmet GATS kapsamına girmektedir.

Hangi Sektörler GATS Kapsamına Girmektedir?
Bu hizmetler, çeşitli sektörlerde verilebilir. GATS Anlaşması, tanımladığı geniş kapsama alanı içinde 12 alt sektör grubu belirlemiştir.
(1)    Mesleki hizmetler
(2)    Haberleşme hizmetleri
(3)    Müteahhitlik ve ilgili mühendislik-mimarlık hizmetleri
(4)    Dağıtım hizmetleri
(5)    Eğitim hizmetleri
(6)    Çevre hizmetleri
(7)    Mali hizmetler
(8)    Sağlık ile ilgili ve sosyal hizmetler
(9)    Turizm ve seyahat ile ilgili hizmetler
(10)    Eğlence, kültür ve spor hizmetleri
(11)    Ulaştırma hizmetleri
(12)    Başka yere dahil edilmemiş diğer hizmetler
Sıralanan sektörlerden de görüleceği üzere, yaşamın hemen her alanı GATS Anlaşması’nın kapsamı içinde kalmaktadır. 

GATS Ulusal Düzeyde Hangi Kurum ve Otoriteleri Bağlamaktadır?
Anlaşma’yla, ülkelerin alacağı her türlü kararlara bağlayıcı hükümler getirilmiştir: “Tarafların önlemleri; merkezi, bölgesel ya da yerel yönetim ve otoriteler ve bunlar tarafından yetki verilmiş resmi olmayan kurumlarca alınmış önlemleri ifade eder.”
Söz konusu önlemler, bu önlemleri alan organlar aracılığıyla tanımlanmaktadır. Buna göre, merkezi, bölgesel ya da yerel yönetim ve otoriteler tarafından yetki verilmiş resmi olmayan kurumlarca alınmış önlemler üzerinde durulmaktadır. Anlaşma ile geniş bir çerçeve çizilmekte, yetki verilmiş resmi olmayan kurumlar (imtiyaz sahibi şirketler, taşeronlar ve meslek kuruluşları) da sürece dahil edilmektedir. Anlaşmanın tanımlara ilişkin 28. maddesine göre, hizmet ticaretini etkileyen önlemler, üye ülkelerin kanun, yönetmelik, kural, yöntem (usul), karar, idari hareket ya da diğer şekillerdeki önlemleridir. Böylece GATS, merkezi, bölgesel ya da yerel her düzeydeki resmi ya da resmi olmayan otoritelerin, kanun, yönetmelik, kural, yöntem, karar, idari hareket yada diğer şekillerdeki önlemlerini bağlamaktadır. Başka bir ifadeyle otoriteler tarafından alınacak her türlü önlemin GATS’a aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır.

Anlaşmadaki Diğer Temel İlkeler Nelerdir?
En çok Kayrılan Ülke Prensibi anlaşmanın içeriği ve uygulanması açısından, büyük önem taşımaktadır. Mal ticareti anlaşmasında da geçerli olan bu kurala göre, “Her üye, bu Anlaşmada kapsanan bir tedbirle ilgili olarak; herhangi bir diğer üyenin hizmetlerine ve hizmet sunucularına, diğer bir ülkenin benzer hizmetleri ve hizmet sunucularına daha az kayırıcı olmayan bir muameleyi derhal ve şartsız olarak uygulayacaktır.” Bir başka deyişle, bir ülkenin çeşitli ekonomik, siyasi yada kültürel ortaklıklar dolayısıyla farklı bir ülkeye tanıdığı yatırım ve ticaret ayrıcalıkları aynen bütün GATS üyesi ülkelere de tanınmak zorundadır. Ancak söz konusu kuralın, üyelerin komşu ülkelere, bölgesel olarak üretilen ve tüketilen hizmetlerin, sınır bölgelerindeki mübadelesini kolaylaştırmak için ayrıcalık tanıması konusunda bir engel teşkil etmeyeceği belirtilmiştir. Her ne kadar sınır bölgeleri açısından ayrı bir değerlendirme yapılmakla birlikte, “en çok kayrılan ülke” prensibi, Anlaşma’nın imzalanmasından sonra, tarafların kendi aralarında yapacakları, karşılıklı ya da tek taraflı ayrıcalıklar getiren ikili ya da üçlü anlaşmalara engel olmaktadır.
En çok Kayrılan Ülke prensibinin istisnaları GATS’ın eklerinden biri olan “Madde 2’nin Muafiyetleri Hakkında Ek”te (Aykırılık Listeleri) düzenlenmiştir. Bu bölümde, üye devletlere, bu kurala aykırılık teşkil eden önlemleri bir liste halinde belirlemek şartıyla koruma olanağı tanınmıştır. Ancak bu olanağın kullanımı, alınacak önlemlerin DTÖ’nü oluşturan anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihte (1 Ocak 1995) listelenmiş olması şartına bağlanmıştır. Bir başka deyişle, DTÖ Anlaşması yürürlüğe girdikten sonra yeni muafiyetler alınması mümkün değildir. Hizmet Ticareti Konseyi, 5 yıldan fazla süre için alınan bütün muafiyetleri gözden geçirecek olup, ilke olarak bu gibi muafiyetler 10 yıllık süreyi geçemezler. Görüldüğü gibi, hizmet sektörü açısından yaratılmaya çalışılan liberalizasyon çerçevesinde, ülkelerin buna engel olacak şekilde tedbirler koymaları, arzu edilir bir durum olmamıştır. Bu nedenle, bu tür muafiyetlerin hiç olmayacağı bir duruma doğru bir yönlendirme bulunmaktadır.
Şeffaflık ilkesi gereğince, her üye, anlaşmayla ilgili olan ve anlaşmanın işleyişini etkileyen bütün tedbirleri, süratle ve en geç yürürlüğe girmeleri ile birlikte yayımlayacaktır. Ayrıca, söz konusu değişiklikleri, DTÖ bünyesindeki Hizmet Ticareti Konseyi’ne bildirecektir. Üyeler arasında da bu tür bilgi alışverişini sağlamak üzere, araştırma noktalarının kurulması öngörülmüştür. Bu şekilde “şeffaflık ilkesi” ile Anlaşma’nın uygulanması açısından engel teşkil edebilecek düzenlemelerin önüne geçilmesi amaçlanmakta; arzu edilen “şeffaflık”, hizmet tüketicisini değil uluslararası tekelleri esas alan bir şeffaflık olmaktadır.
Anlaşmanın üçüncü bölümü, özel taahhütleri düzenlemektedir. Üye ülkelerin sektörel olarak üstlenmiş oldukları özel taahhütler, anlaşmanın uygulanması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu bölümde söz konusu taahhütlere ilişkin ilkeler ortaya konmaktadır. “Özel Taahhütler” başlığı altında “Pazara Giriş” ve “Milli Muamele”ye ilişkin hükümlere yer verilmiştir.
Pazara Giriş İlkesi, tüm hizmet sunumlarını kapsamaktadır. Bu ilke ile bir üyenin “herhangi bir diğer üyenin hizmetlerine ve hizmet sunucularına listesinde belirtilen koşul ve sınırlamalar altında sağlanandan daha kötü şartları haiz bir uygulamada bulunmayacağı” hükme bağlanmıştır. Söz konusu hüküm, GATS tarafından belirlenmemiş pazara giriş engellerini yasaklamakta; tüm hizmetlere ve sunucularına aynı şartların uygulanmasını gerektirmektedir.
Milli Muamele İlkesi ise, bir pazarda yerliler ile yabancılar arasında ayırım yapmama prensibini içermektedir. İlgili maddeye göre, “her üye herhangi bir diğer üyenin hizmetlerine ve hizmet sunucularına, hizmet arzını etkileyen bütün tedbirlerle ilgili olarak, kendi hizmetlerine ve hizmet sunucularına uyguladığından daha az kayırıcı bir muamele uygulamayacaktır.” Bir başka deyişle, milli muamele pazara girişine izin verilen yabancı gerçek ve tüzel kişinin, söz konusu pazarda yerli hizmet sunucusunun haklarından yararlanıp yararlanmadığını göstermektedir. Üyeler, milli muamele ile ilgili koşullarını ve aradığı nitelikleri Taahhüt listesindeki milli muamele kolonuna yazmak durumundadırlar.
GATS’ın düzenlediği diğer bir konu; tarafların üstlenmiş oldukları özel taahhütlerin zaman içinde tekrar gözden geçirilmesi sürecidir. Bu çerçevede, üye ülkelerin Anlaşma’nın amaçlarını yerine getirirken, DTÖ Anlaşması’nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç 5 yıl sonra ve ondan sonra periyodik olarak, giderek artan bir liberalizasyon düzeyine ulaşmak amacıyla birbirini izleyen müzakere turlarına girecekleri belirtilmiştir. Ayrıca DTÖ bünyesinde de sektörlere ilişkin olarak Hizmet Ticareti Konseyi’ne karşı sorumlu olan komite ve müzakere grupları oluşturulmuştur. Mali Hizmetler Ticareti Komitesi, Çevre Çalışma Grubu, Temel Haberleşme Hizmetleri Müzakere Grubu, Mesleki Hizmetler Çalışma Grubu, Deniz Taşımacılığı Hizmetleri Müzakere Grubu, bunların başlıcalarıdır. Sektörler itibariyle üst düzeyde kuralların belirlenmesi, bu komite ve çalışma grupları çerçevesinde olmaktadır.
Burada belirtilen komite ya da çalışma gruplarının temel amacı, belirtilen alanlara ilişkin anlaşmanın uygulamaya dönük sorunları ile ilgili ve ülkelerin uluslararası hizmet ticaretinin önünde engel olan uygulama ve düzenlemelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapmaktır. Örneğin çevre çalışma grubunda; uluslararası ticaretin çevreye olan olumsuz etkilerini tespit etmek değil, tam tersi hizmet ticaretini sınırlayan bir takım “gereksiz” çevre koruma tedbirlerinin tespit edilerek ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yapmak amaçlanmıştır.

Anlaşmazlıklar Nasıl Çözülüyor?
Bir şirket; bir üye ülkenin GATS uyarınca üstlendiği yükümlülüklerine aykırı ayrımcı ya da adil olmayan bir muameleye maruz kaldığında bu durumu kendi hükümetine bildirebilmekte, ilgili hükümet de konuyu DTÖ’ye iletebilmektedir. Yani şirketlerin doğrudan DTÖ’ye başvurma hakları yoktur.
Anlaşmazlıkların çözümü için öncelikle taraflar istişarelerde bulunmaktadır. Eğer çözümde anlaşılamazsa, şikayetçi olan üye ülke, bir “panel” [mahkeme] düzenlenmesini isteyebilir. Panelde konu, GATS’dan kaynaklanan haklar ve yükümlülükler ışığında irdelenir. Panel, normal şartlarda 6 ay içinde bir rapor hazırlamakta ve bu raporda taraflara önerilerde bulunabilmektedir. Panel müzakereleri gizli tutulmaktadır.
Panel raporlarının bağlayıcı olabilmesi için Anlaşmazlıkların Halline İlişkin Organ (DSB) tarafından benimsenmesi gerekmektedir. Bu organ, DTÖ’nün Genel Konseyi’dir. Bu organın kararında, üye devlete, GATS yükümlülükleri ile uyumsuz olan önlem ve düzenlemelerini değiştirmesi önerilmektedir. Eğer o ülke bunu makul bir sürede yapamazsa, şikayetçi taraf “telafi yoluyla tatmin edici bir ayarlamaya ulaşılması” amacıyla müzakere talep edebilmektedir. (Bu telafi edici çözüm, örneğin başka bir alanda yeni bir taahhüdün önerilmesi olabilir) Bu da sağlanamazsa, şikayet eden, DSB’de kusurlu tarafa önceden verilmiş olan ödünlerin askıya alınmasını isteyebilmektedir. DSB, böyle bir yaptırıma karar verme yetkisine sahiptir; karardaki sınır, öngörülecek yaptırımın “yol açılan zarar”a eşit düzeyde olmasıdır.
1995 yılından bu yana ABD, Guatemala, Honduras, Meksika, Ekvador, muz ithalat, satış ve dağıtım rejimi konusunda AB’yi; AB, “Küba Özgürlük ve Demokratik Dayanışma Yasası”  ile ilgili olarak ABD’yi; dağıtım hizmetlerini etkileyen ölçütler konusunda ABD, Japonya’yı; AB, Kanada’yı; yine ABD, ticari telefon rehberi hizmetlerinde ölçütler konusunda Belçika’yı; otomotiv sanayiini etkileyen ölçütler konusunda AB ile Japonya, Kanada’yı; telekomünikasyon hizmetleri alanında ABD, Meksika’yı; taze meyve ithalatı işlemleri konusunda Ekvador, Türkiye’yi açıklama yapmaya davet etmiştir. Bu açıklama davetlerinden, telekom üzerine ABD’nin Meksika’yı şikayeti, ABD’nin panel kurulması isteğine varmıştır.

Türkiye’nin Taahhütleri
Türkiye’de liberalizasyon çalışmaları uzunca bir süredir devam ettiğinden GATS’ın imzalanması sırasında, birçok sektörün uluslararası pazara açılması için, Türkiye’nin özel bir gayret sarf etmesine gerek kalmamıştır. Ayrıca Türkiye, mümkün olan her sektörü uluslararası kapitalist pazara açma politikasına bağlı olarak, en ileri taahhüt listelerinden birisini vermekle hep övünmüştür. Öyle ki Türkiye’nin verdiği taahhüt listesi birçok gelişmiş ülkenin bile üzerindedir.
Sektörel düzeyde bakıldığında, mesleki hizmetler açısından genel olarak çok sınırlı ölçüde bir kısıtlama öngörülmüştür. Muhasebeciler ve mali müşavirler açısından getirilen kısıtlamanın yanı sıra daha çok ilgili meslek odalarına geçici kayıt yaptırma şartı getirilmiştir. Haberleşme hizmetleri, devlet tekelinin ağırlıklı olduğu bir sektör olmakla birlikte, son yapılan düzenlemelerle bu özellik zayıflatılmıştır. Sigortacılık ve mali hizmetler sektörleri ayrıntılı bir düzenlemeye tabi tutulan sektörler olmuşlardır. Özellikle yabancı hizmet sunucularının ağırlıklı olarak önem vermiş oldukları bu sektörler, daha fazla liberalizasyon sağlanması yönünde desteklenen sektörlerdir. Bu kapsamda getirilen kısıtlamalar, genel olarak Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı, bunların bağlı olduğu Bakanlık ya da Sermaye Piyasası Kurulu’ndan izin almak şeklinde ortaya konmuştur. Bu tutum, diğer hizmetler açısından da benzer şekilde devam etmiştir.
Türkiye, 1995 yılında aşağıda sayılan hizmet sektörlerinde taahhütte bulunmuştur. Özel taahhüt listesi, 1997 ve 1998 yıllarında, biri mali sektör diğeri telekomünikasyon sektörü olmak üzere, iki sektör için yenilenerek, liberalizasyon lehine geliştirilmiştir. Müzakere süreçleri bugün de devam etmektedir.
Türkiye’nin taahhüt listesinde sunduğu hizmet alanları şunlardır:

1- Mesleki Hizmetler
a- Uzmanlık gerektiren hizmetler
b- Bilgisayar ve ilgili hizmetler
c- Diğer mesleki hizmetler
2- Haberleşme Hizmetleri
a- Posta hizmetleri
b- Kurye hizmetleri
c- Telekomünikasyon hizmetleri
3- Müteahhitlik ve İlgili Mühendislik-Mimarlık Hizmetleri
4- Eğitim Hizmetleri
a- İlk,orta ve diğer öğretim hizmetleri
b- Yüksek öğretim hizmetleri
5- Çevre Hizmetleri
a- Kanalizasyon hizmetleri
b- Çöplerin kaldırılması hizmetleri
c- Sağlık-Çevre ve benzeri hizmetler
6- Mali Hizmetler
a- Sigortacılık ve sigortacılık ile ilgili hizmetler
b- Bankacılık ve diğer mali hizmetler
7- Sağlık İle İlgili ve Sosyal Hizmetler
a- Hastane hizmetleri
8- Turizm ve Seyahat İle İlgili Hizmetler
a- Oteller ve lokantalar
b- Seyahat acentaları ve tur operatörü hizmetleri
9- Ulaştırma Hizmetleri
a- Deniz taşımacılığı hizmetleri
b- Hava taşımacılığı hizmetleri
c- Demiryolu taşımacılığı hizmetleri
d- Kara taşımacılığı hizmetleri

Anlaşmanın imzalanması ve ilan edilen taahhüt listeleri gereğince, Türkiye şu yükümlülüklerin altına girmiş durumdadır:
1)    Her taahhüt, bu sektöre yabancıların girişini serbest bırakmış ya da kısıtlamıştır; listelerde “serbest bıraktım” denen her noktada, yabancının pazara girişini zorlaştıracak hiçbir yasa, yönetmelik, genelge vb. yapılamaz. İlan edilen serbestlikten geri adım atılamaz. Bir başka deyişle Hazine Müsteşarlığı tarafından yapılan taahhütler, TBMM yasama iradesine ve kamu idaresinin karar sürecine sınır oluşturmaktadır.
2)    Herhangi bir ülkeyle, bu ülkeye serbestlik veren ya da ayrıcalık tanıyan bir anlaşma yapılırsa, bu hükümler, GATS imzacısı tüm ülkeler için kendiliğinden geçerli olacaktır. Bu ayrıcalıklar aykırılık listesine de alınamaz, çünkü aykırılıklar (derogasyon) listesi bir keze özgü olmak üzere yapılmıştır; bu tür yeni bir ayrıcalığın bu listelere alınması GATS gereğince yasaklanmıştır. Dış ilişkilerde egemenlik alanını daraltan bu uygulamanın istisnası, AB gibi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi bölgesel entegrasyonlar çerçevesinde yapılan anlaşmalar olabilmektedir. Bir başka deyişle, örneğin, Türkiye açısından dış ilişkiler bakımından özel önem taşıyan bir konuda bir ülkeyle anlaşma yapmak olanağı ortadan kaldırılmış ve dış ilişkilerde egemen irade sınırlandırılmıştır.
3)    Tüm kamu kurumları, Türkiye taahhüt listesinde yer alan tüm hizmet alanlarında yapacağı her türlü mevzuat değişikliğini, Türkçe ve İngilizce olarak Hazine Müsteşarlığı’na bildirmek zorundadır. Müsteşarlık da bunları GATS’daki ilgili birimlerin bilgisine sunmakla görevlendirilmiştir. Bir başka deyişle, kamu kurum ve kuruluşlarının uygulamaları üzerine bir yabancı otoritenin denetimi getirilmiştir.
4)    Hazine Müsteşarlığı’na göre: “GATS sadece Hükümetler arasında yapılmış bir anlaşma olarak değil, öncelikli olarak iş dünyası ve hizmet ihraç etmek, dışarıda yatırım yapmak ve faaliyet göstermek isteyen özel şirketler yararına bir enstrüman olarak değerlendirilmelidir.” Bu nedenle Müsteşarlık, dışarıda iş yapmaya girişen ve engellerle karşılaşan Türk şirketlerinin kendisine bu durumu ihbar etmesini istemektedir. Müsteşarlık bu bilgiyi alınca, DTÖ Sekretaryası nezdinde girişimlerde bulunacak ve o ülke uygulamalarını şikayet konusu yapacaktır. Tüm diğer ülkelerin devletleri de bu hakka sahiptir; bir başka deyişle kamu yönetimi, dünya genelinde şirketlerin “kamu yönetimi” haline dönüşmüş olmaktadır.
5)    Dördüncü maddedeki süreç, eğer bir AB ülkesinde yaşanmışsa, bu kez devreye Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü (günümüzde Avrupa Birliği Genel Sekreterliği) girecektir. Bir başka deyişle, hizmet liberalizasyonu bakımından Türkiye, bir yandan GATS organlarının, bir yandan da AB organlarının takibine ve yaptırım alanına girmiş durumdadır. İşin bu yönü kuşkusuz çok önemlidir; çünkü Türkiye hizmet dışsatıcısı olmaktan çok hizmet dışalıcısı ülkeler arasında yer almaktadır.
6)    Hizmet ticaretinde serbestleşme, AB üyelik süreci yaşayan Türkiye için özel bir öneme de sahiptir. Çünkü, 2000’de Türkiye ile AB hizmet ticareti görüşmeleri başlamıştır; Hazine Müsteşarlığı bu görüşmeler sonunda “hizmetler alanında da gümrük birliği benzeri bir hukuki yapıya ulaşılması beklenmekte” demektedir. AB ile 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’nın yarattığı büyük zarar anımsanırsa, aynı çöküşün hizmetler alanında da ortaya çıkacağı açıkça görülmektedir. Bir başka deyişle, GATS yeterince hızla ilerlemese bile, Türkiye, GATS hükümlerini, AB ile uygulamaya sıkışmış durumdadır.

SİSTEMİN YENİDEN YAPILANDIRILMA ÇALIŞMALARI
Uluslararası sermayenin uzantıları olan kurum, birlik ya da devletler, uzun süredir Türkiye’nin ekonomik, siyasal, sosyal politikalarını belirleyen güçler olagelmiştir. Özellikle son 10 yıldır IMF-DB aracılığıyla uygulanan ekonomik programlar ve AB adaylık süreciyle birlikte uygulanan uyum programları, Türkiye’nin temel politikalarını ve devlet kurumunun yeniden yapılandırılmasını belirleyen odak ve eksenler olarak öne çıkmıştır. Bu programlarla, GATS ve DTÖ’nün diğer anlaşmaları ile hedeflenenler arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Özellikle kamunun küçülmesi, kamuya ait yatırımların özelleştirmeler yoluyla piyasaya açılması, gümrük vergilerin indirilmesi, sübvansiyonların kaldırılması, mali liberalizasyona yönelik yapılan çalışmalar vb. süreçlerin tamamı, IMF’ye olan borçlardan dolayı ödenmek zorunda bırakılan bir bedel olmaktan çok, kapitalizmin dünya genelinde giriştiği kapsamlı bir yapılandırma planının parçalarıdır.
Uluslararası sermayenin kardeş kuruluşları olan IMF-DB-DTÖ gibi örgütlerin, özellikle geri kalmış ülkelerle birbirlerinden bağımsızmış gibi görünen ilişkileri, tekellerin yeni sömürgeci egemenliği amacında ortaklaşmaktadır. Bu yönüyle uluslararası sermayenin Türkiye’de bu kutsal amacına ulaşma yolundaki “komiserliğini” esas olarak IMF yürütmektedir. GATS ve DTÖ bünyesindeki diğer anlaşmalar süreci ise, bir yandan bu politikaların daha hızlı ve kapsamlı bir şekilde hayata geçirilmesini sağlarken, bir yandan da bu politikaları anlaşmalar yoluyla uluslararası ticaret kuralları haline getirerek, ulusal hukukların devre dışı kalmasını sağlamaktadır. Anlaşmalara imza atan bütün ülkeler, adım adım ulusal mevzuatlarında uluslararası tekeller lehine, yeni duruma uygun yasal düzenlemeleri yapmak zorunda bırakılmaktadır.
DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde çıkartılan yasalar ve mevcut AKP hükümetinin eylem programının özünü oluşturan uygulamalar, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kamu İhale Yasası, Enerji Yasası, Telekom Yasası, Şeker Yasası, Bankalar Yasası, Sosyal Güvelik Yasası gibi hayata geçmiş uygulamalar ile Yerel Yönetimler Yasası, Personel Rejimi Yasası ve İş Yasası gibi şu an gündemde olan çalışmalar aynı yaklaşım çerçevesinde hazırlanmış düzenlemelerdir.

Liberalizasyon Kimin İçin?
Liberalizmin her türlü sınırsızlığını dayatmada ağız birliği etmiş ülkeler, iş uygulamaya geldiğinde, anlaşma kurallarını en başta kendileri ihlal etmektedirler. Şu anda DTÖ bünyesinde hakkında en çok şikayette bulunulan ülkelerin başında ABD ve AB ülkeleri gelmektedir. Bu konuda yakın zamanda bilinen en iyi örnek, ABD’nin Amerikan çelik sanayisine dönük olarak aldığı korumacı tedbirlerdir. ABD, imzaladığı anlaşmalara aykırı olarak, çelik sektöründeki gümrük vergilerini yükseltmiş, bu da, en başta AB çelik sektörünü, dolayısıyla Avrupa kökenli sermayeyi rahatsız etmiştir. Aynı şekilde Türkiye gibi ülkelerin uygulaması istenen her türlü sübvansiyonların kaldırılması politikası, yine başta bu ülkeler tarafından hayata geçirilmemektedir. Devlet sübvansiyonlarının en çok uygulandığı ülkeler, ABD ve AB ülkeleridir. Bu yönüyle bu tür anlaşmaların kuralları ve yaptırımları esas olarak geri kalmış ülkeler için uygulanmaktadır.
“Tek bir dünya devletine doğru”, “küreselleşme”,”ulus devletin sonu” gibi ideolojik söylemlerin dayandığı temel tezlerden birisi, uluslararası ticaretin dünyada ulaştığı boyut ve kurumsallaşmadır. Ancak gerek yukarıda belirtilen bu uygulamalar gerekse dünyadaki paylaşım çekişmeleri ve son olarak dünya egemenliği mücadelesinin bir parçası olarak Irak savaşı çerçevesinde ortaya çıkan yeni dengeler, emperyalist çıkarların ve ulus devlet olgusunun hiç ortadan kalkmadığını göstermektedir. Uluslararası sermeyenin ve emperyalist devletlerin yarattığı her türlü anlaşma ya da ilkeler, yine emperyalist çıkarlar söz konusu olduğunda, bir kalemde unutulmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası oluşmuş, Birleşmiş Milletler bünyesindeki her türlü uluslararası kural ve işleyiş, daha öncesinde de defalarca olduğu gibi, Irak Savaşı öncesi ve sırasında, ABD ve İngiltere tarafından yok sayılmıştır. Öte yandan, GATS gibi anlaşmaların varlığı; tekellerin ya da emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çatışmalarını ortadan kaldırmadığı gibi, içerisine girilen yeni dönemde emperyalist bloklaşmaların bu alandaki çatışmalarını daha fazla artıracağını göstermektedir.
İşsizliği, sefaleti, açlığı ve geleceksizliği dayatan küreselleşme politikalarıyla bu politikaların bir devamı olarak gündeme gelen savaş, kapitalist uygarlığın insanlığı getirdiği yeri gösterdiği kadar, emekçilere ve ezilen uluslara yönelik tüm uygulamalarıyla tekeller ve emperyalizme karşı tepki ve öfkenin başlıca teşvik edici gücü de olmakta; yok sayılan tüm ulusal haklarla birlikte ulusal egemenliğin ve dayanaklarının, emekçilerin ve genel olarak ezilenlerin haklarının, kökten ve hakları yok sayılanlar tarafından yeniden sorgulanmasının ve sahiplenilmesinin önünü de açmaktadır. Mal, hizmetler ve finansal liberalizasyon politikaları ve tüm dayatmalarıyla birlikte tekellerin ve emperyalizmin, bizzat kendileri tarafından serbest bırakılmakta, tahrik edilmekte ve kendi güçlerinin farkına varmaları sağlanmakta olan güçler tarafından geriletilip geçersizleştirilmesini ummak için artık yeterli neden vardır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑