Amerikan askeri kuvvetlerinin, yanlarına Batılı emperyalistlerle işbirlikçi bağımlı ülkelerin ordularını da alarak, Körfez bölgesi ve Ortadoğu’yu kendi çıkarları yönünde yeniden biçimlendirmek üzere, Irak ülkesi, devleti ve halkına karşı topyekûn bir saldırıya girişmesinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti. Bu on yıllık sürede Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin başını çektikleri işgalci koalisyon ülkelerinin her birinde ve birbirleriyle ilişkilerinde küçümsenemez değişmeler gerçekleşti. ABD ve İngiltere 11–12 yıl sonra bugün de Saddam’ı ve Irak yönetimini “dünya barışı için tehdit edici terörist bir güç” olarak göstererek, yıkılması için BM üyesi tüm ülkelerin kendileriyle birlikte hareket etmesini sağlamaya çalışıyorlar. Bu süre içinde aralıklarla, ancak sık ve yoğun biçimde Irak’ı bombalamayı sürdürdüler. Fiilen böldükleri bu ülkeye ambargo uygulayarak 1 milyon 700 bin civarında çocuk-yaşlı, kadın-erkek Iraklının hastalıktan, gıdasızlık ve ilaçsızlıktan ölümüne yol açtılar. Amerikan-İngiliz savaş uçaklarının “Irak füze bataryalarını bombaladıkları “na dair haberler hiç eksik olmadı. Çok sayıda Iraklı bu saldırılarda öldürüldü, Irak’ın “askeri” ya da “sivil” tesisleri tahrip edildi, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarıyla iletişim ve ulaştırma hatlarının kullanılamaz duruma getirilmesi için çaba gösterildi. ABD burjuvazisi 12 yıla yakın bir süredir, dünya halklarını, “Irak’ın kitle imha silahlarının yok edilmesi zorunluluğu” üzerine, kesintisiz ve güçlü bir propaganda bombardımanına tutmuş durumda.(1)
Bush, Pentagon şefleri ve tekelci Amerikan basınının CIA işbirlikçisi yazarları, Amerikan emperyalizminin petrol ve doğalgaz alanlarını ve enerji iletim hatlarını denetlemek üzere Asya’ya yerleşme politikalarını “gerekçelendirmek” amacıyla “terör” üzerine sürekli yalan üreterek, bütün dünyada, beyin yönlendirmesini sağlama çabasındadırlar. Amerikan emperyalizmi için en önemli stratejik hedeflerden birinin, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunduğu “Avrasya”nın hâkimiyeti olduğunu, Brzezinsky-Kissinger gibi emperyalist “stratejist’ler yıllarca önce ilan etmişlerdi. Bush ve Pentagon generallerinin bu stratejik hedefe varmak için bugünkü uluslararası durumu “fırsat” saydıkları ve askeri-ekonomik gücü en ileri ve üst düzeyde kullanarak hedeflerine varmak istedikleri de, Bush ve genelkurmay başkanı tarafından dile getirildi. Afganistan’a askeri saldırı ve Kafkas “cumhuriyetleri”nde kurulan askeri üsler, Amerikan emperyalizminin hedeflerine doğru atılmış ileri adımları oluşturuyorlar. Rusya ve Çin’in karşı ataklarının henüz etkili bir düzeye ulaşmaktan uzak bulunmaları ABD yöneticilerini cesaretlendiren etkenler arasında. Amerikan askeri-politik şefleri, Rusya’nın etrafının kuşatılması ve etki sahasındaki ülkelerin Amerikan politikalarına çekilmelerinin sağlanması ya da bu ülkelerde “Batı” emperyalizmi yanlısı kliklerin işbaşına getirilmesi için, büyük gayret içindedirler. ABD-İngiliz sömürge politikacıları ve sömürge kuvvetlerinin elebaşları, Afganistan işgaliyle edindikleri Asya mevzilerini, Irak’ı, askeri, ekonomik ve politik gereksinmeleri yönünde kullanılabilir bir duruma getirerek daha da genişletmeyi ve böylece Ortadoğu-Kafkasya petrolleri ve doğalgaz yataklarıyla bunların Batıya iletim hatları üzerinde denetim kurmayı hedeflediklerini; kara propagandanın(2) ve onu yürütülebilir kılmak üzere uydurulmuş gerekçelerin buna yönelik olduğunu, kuşkusuz açıkça dile getirmiyorlar. Ama yöneticilerinin çoğunun uluslararası petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları bir yana;(3) asıl hedefin bölgeye ve zengin petrol rezervlerine hâkim olarak ve bütün öteki rakipleri de geride bırakarak dünyanın ham petrol kaynakları (rezervleri) bakımından en zengin ikinci ülkesini, bu amaç yönünde hizaya getirmek olduğu da, bu süre içinde gelişen olaylar tarafından kanıtlanmış oldu.
Bush ve Blair çetesi tarafından itiraf ve ilan edilmiş olan hedefin dünya pazarlarına hâkim olma içerikli olduğunu gösterir çok sayıda gelişme ve göstergeden ikisi, çok belirgin ve dikkat çekicidir: Bunlardan biri, Bush yönetimi tarafından 20 Eylül 2002 tarihinde ilan edilen “ulusal güvenlik stratejisi belgesi”; diğeriyse, Amerikan Savunma bakanı Donald Rumsfeld tarafından ilan edilen “savaş kuralları” (ya da kuralsızlıkları) belgesidir. İlkinde, başka tehditlerle birlikte, rakip devletlerin “gerektiğinde” zor kullanımıyla “silahsızlandırılması”, uluslararası alandaki “silahsızlanma anlaşmaları “nın geçersiz ilan edilmesi ve “herhangi bir düşmanın (devlet olsun ya da olmasın) kendi iradesini ABD veya müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip” olan Amerikan saldırı kuvvetleri tarafından etkisizleştirilmesi öngörülmektedir. Buna göre; Amerikan kuvvetleri “ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri, bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır.” “… her hangi bir yabancı gücün, ABD’nin on yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.”
Amerikan haydut çetesi, kendileriyle rekabete girişmeye ve dünya pazarları için mücadeleye cesaret edebilecek rakipleri, “gerektiğinde şiddet yoluyla” saf dışı etmeye kararlı olduğunu ilan etmektedir. Bu meydan okuma, Amerikan tekelci burjuvazisinin, İkinci Büyük Savaş sonrası dönemin koşullarında güçlenmiş bulunan kapitalist dünya jandarmalığı rolünü, sahip olduğu ekonomik-askeri güce dayanarak ve şiddete başvurmaktan kaçınmayacağını ilan ederek sürdürmek istediğinin göstergesidir.
ABD emperyalizminin ana hedeflerinden birinin, “Avrasya” olarak adlandırılan bölgenin tüm zenginlikleriyle birlikte denetlenmesi olduğunu gösteren ikinci ve güncel belge, bizzat Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından hazırlanan ve saldırı savaşında kendilerini hiçbir “ilke” ya da “kaygı”nın bağlamayacağını ilan ettikleri “savaş tamimi”dir. Buna göre; “müttefiklerin kaygıları veya kamuoyunun endişelerinin, ABD askeri hedeflerini belirlemekte etkili olmasına izin verilmeyecek”, “ABD, bazı şeyleri yapmayacağına dair vaatler vererek kendini frenlemeyecek”tir. Rumsfeld, askeri harekâtın riskleri olabileceğini, ancak “eylemsizliğin risklerinin de değerlendirilmesi gerektiğini belirtirken, Amerikan savaş gücünün, kendini hiçbir uluslararası kural ve anlaşmayla sınırlamayacağını ilan etmektedir.
Emperyalist dünya korsanına “eylem” gerekmektedir ve bu “gerekliliği” doğuran ana etken, gösterilmek istendiği gibi, “kitle imha silahlarına sahip Saddam yönetiminin oluşturduğu tehlike” değil, ama doğrudan doğruya, sahip olunan ve zirvesinden geriye doğru düşüldüğü görülen gücün hâkimiyet alanlarını genişletme ve pazarları rakiplerin aleyhine denetleme ihtiyacıdır. Amerikan sermayesi ve mali gruplarının ağırlıklı denetimi altındaki Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası mali kuruluşların yöneticilerinin, Irak’ın işgalinden yana tutum içinde olduklarını gizlemeye gerek görmeksizin, “biz, yeniden yapılanma işlerini yürütürüz” söylemiyle piyasada dolaşmaları da, sorunun pazar ve kaynak denetimiyle ilgili olduğunu gösteriyor. DB başkanı James Wolfensohn, “çatışmalardan sonra” bankanın “devreye gireceği”ni, IMF Başkanı Horst Koehler de “Irak’a yönelik bir savaşın dünya ekonomisi için olumlu sonuçlar doğurabileceğini” ilan etmişlerdir.
Batı pazarlarının büyük gereksinme duydukları ve kapitalist emperyalizmin kendini sürdürmesinde “stratejik hammadde kaynağı” olarak “üstün işlev göreceği” başından bilinen enerji bölgeleri ve yataklarının kimin denetiminde olacağı sorunu, bu büyük çekişme ve rekabet; giderek artan biçimde yeni büyük bir kapışmaya doğru sürüklenen emperyalist büyük güçler arasındaki ilişkilerin merkezinde durmaktadır. Amerikan emperyalizminin izlediği politikanın, önceleri Zbignew Brzezinsky ve sonraları Henry Kissinger tarafından açıklandığı üzere, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’nın orta ve güney bölgeleri dâhil bütün bir “Avrasya” karasının ve üç kıtaya bağlantılı deniz ve kara ulaşım yollarının denetimini ele geçirmeyi hedeflediği artık iyice “su üstüne” çıkmıştır. Amerikan emperyalist şefleri bu bölgeye; bölgenin zengin hammadde kaynaklarına ve en zengin rezervleri oluşturan petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olmayı neredeyse ‘temel bir hak’ saymakta; askeri- politik çizgilerini buna göre oluşturmaktadırlar. Dünya petrol üretiminin yarısından fazlasının gerçekleştiği ve ABD’nin ihtiyacının %50’sini, İngiltere’nin %45’ini, Fransa’nın %90’nını, Japonya’nın %76’sını karşılayan bir bölgenin, kimin, hangi büyük gücün denetimi ve hegemonyası altında olacağı, gerektiğinde güçlerin karşı karşıya gelmesiyle çözümlenebilir bir büyük uluslararası anlaşmazlık sorunudur.
Dünya üretilebilir petrol rezervlerinin %65’ini bulunduran bir bölgenin, en önemli ve zengin rezervlerin bulunduğu Suudi Arabistan ve Irak pazarının ele geçirilmesinin, bunu gerçekleştirebilecek emperyalist ülke ya da ülkelere, diğerlerine karşı büyük bir üstünlük sağlayacağı kesindir. Bu, yalnızca 600 milyar varil olduğu düşünülen bir kaynağı denetleme gücünü değil; bununla birlikte kapitalizmin “ana ülkeleri” dâhil, petrole bağımlı dünya pazarlarını denetleme ya da bu pazarlarda “aslan payı”na sahip olma avantajını ele geçirmeyi de sağlayacaktır. Bölgeyi kontrol altında tutmak isteyen büyük emperyalist güçlerin birbirleriyle onca keskin rekabete girişmelerinin temelinde, bütün sanayi ve ekonomik faaliyetin bir biçimde gelip bağlandığı bu zengin ve kudretli doğa kaynağı bulunmaktadır. Büyük petrol tekellerinin ve emperyalist ülkelerin petrol kavgalarının son iki yüz yıla yayıldığı düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemlerde de petrol ve doğalgaz kaynaklan üzerine rekabetin, yeni bölgesel ve uluslararası büyük savaşları davet edebileceğini bugünden söylemekte sakınca yoktur. Bush, Cheney gibi Amerikan yönetici kliği içinde bulunan birçok kişinin hisse ortağı olduğu Amerikan petrol şirketlerinin, Amerikan askeri gücünü ve uluslararası ilişkilerinin, bu bölgenin ve kaynaklarını ele geçirmek, rakiplere üstün gelmek ve onları eski etkinlik alanlarından sürmek üzere kullanılmasını kışkırtma çabaları bundandır.
Petrol bölgelerinin ve petrolün Batıya nakil hatlarının geçiş bölgeleri, Amerikan stratejik çıkarları yönünden hayati önem taşır. Amerikan dış ve iç politikasında hemen her zaman etkili olmuş bu durum, kendi çıkarları için savaş dâhil tüm yöntemleri kullanmaktan geri durmayan petrol “lobisi”nin politikalarıyla birleşince, saldırgan politik çizgi belirleyici özellik kazanmıştır.(4)
GÜÇ SAHİBİ, SALDIRGAN VE “YALNIZ”
Amerikan emperyalist elebaşlarının bu denli pervasız hareket etmelerinin en önemli dayanağı açıktır ki, ABD’nin hâlâ dünyanın en güçlü ekonomik, askeri ve mali gücü olmaya devam etmesidir. On yıllar boyu sürdürdüğü ve kaptırmadığı emperyalist kapitalizmin dünya jandarmalığı rolü, ona bu imkânı sağlamıştır. Güçlerine karşın, diğer büyük emperyalist ülkelerden hiçbiri ABD’ye tek tek “kafa tutacak” durumda değildir ve bunların ABD-İngiliz savaş çetesine karşı gerçekleştirdikleri bir karşı bloktan da henüz söz edilemez.(5) O nedenle Amerikan-İngiliz planına ancak “çomak sokabilmekte”, onun önünü kesebildikleri oranda Asya ve Avrupa’da etki sahibi olunabileceğini bilerek, sınırlamaya çalışmaktadırlar.
Ancak, ABD tekelci burjuvazisi ve onun askeri-politik gücü, kapitalist emperyalizmin birincil ve başlıca gücü olma konumunun -zirvedeki bu konumun- sarsılmaya başladığının, rekabetin kızışmasının yarattığı potansiyel tehlikenin giderek arttığının, izlediği saldırgan ve kaba müdahaleci politikaların onu artan ölçüde yalnızlaştırdığının farkındadır. Emperyalizmin terörist kıtası, rakiplerini ve bağımlı ülkelerin yönetici güçlerini “terörizme karşı mücadele” adına bir tür köşeye sıkıştırmaya çalışırken, elinde bulundurduğu biyolojik, nükleer ve kimyasal silah stoku ve çok başlıklı ve kıtalararası menzilli nükleer füzelere karşın, uluslararası politik (ve askeri) alanda giderek yalnızlaşmakta; bu da onu daha fazla saldırganlaştırmaktadır. Amerikan-İngiliz sömürge kuvvetleri ve Amerikan savaş karargâhının baş çakalı Bush, 11 Eylül ‘terörist eylemi”ni de kullanarak, bütün ülkelerin Pentagon ve Beyaz Saray’ın ve onların İngiliz suç ortaklarının yanında yer almalarını sağlamaya çalışmaktadır. Kaba ve vahşi dayatmalarla pazar payını artırmaya çalışan Amerikan haydut sürüsü, kuşkusuz bugün daha yalnız, daha tecrit edilmiş durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, pazarlara yönelik emperyalist ve tekelci rekabetin bütün büyük emperyalist ülkeleri, kendi çıkarları doğrultusunda “bağımsız” hareket etmeye yönelmeleri ve farklı ittifaklar üzerinden sürdürülebilecek kavgada kazanan taraf olmaya çalışmaları iken; diğer önemli bir etken de bütün bu ülkelerde savaş karşıtlığının giderek büyüyor olmasıdır.
Kapitalist emperyalizmin dünya jandarmalığı rolünün ve pazarların ve hammadde kaynaklarının, enerji ve iletişim hatlarının tekelci mülkiyeti ve denetiminin, onun tarafından “imparatorluk” dayatıcı bir silah olarak kullanılmasına karşı, rakip emperyalistlerin itirazları ve karşı atakları artmıştır. Bundandır ki o, gözü dönmüş biçimde önüne geleni askeri güç kullanımıyla tehdit etmekte; diğer ülkelerin politikalarına şantaj, tehdit ve şiddet dâhil, bütün yöntemler üzerinden yön vermeye çalışmaktadır. ABD yönetiminin “gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleme “yi planlayan her devlet ve ülkeyi tehdit etmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur.
Bush-Cheney-Rumsfeld-Franks çetesi ilan etmektedir ki, ABD, “terörizmle mücadele “sinde müttefikler arayacaktır; ama “gerektiğinde, kendisine yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçerek, meşru müdafaa hakkını da tek başına kullanabilecektir. ” “Diğer devletler, teröristlere yardım etmeme sorumluluğunu yerine getirmeye ikna edilecek veya zorlanacaktır.” Diğer ülkeler “Amerikan ‘ekonomik felsefesi’ni benimsemeye teşvik edilecek, sermayenin üzerindeki vergi yükünün azaltılması sağlanacak; BM tarafından kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne asla boyun eğilmeyecektir.”
ABD emperyalizmi, bu “ilan etme”yle AB üyesi Batılı emperyalistlere ve Rusya-Çin gibi “Doğulu” büyük emperyalist güçlere meydan okurken; bu güçleri “birlikte” ya da ayrı ayrı rekabeti daha azgınca sürdürmeye yöneltmekte; bu yönde kışkırtıcı bir işlev görmektedir. Ancak hegemonya için rekabet henüz onların birlikte ya da ayrı ayrı ABD’ye karşı “kılıç kuşanması”nı gündeme getirecek kadar yoğunlaşmış olmaktan uzaktır.
Bush çetesinin başında bulunduğu Amerikan emperyalizmi bugün on yıl önceki Körfez Savaşı müttefiklerine ve eski “bağlılık ilişkileri”ne sahip değildir. O günden bu yana ekonomik-sosyal ve politik-askeri etkenler gibi bu ülkelerin ilişkileri de önemli oranda değişmiştir. Oğul Bush ve Dick Cheney-Donald Rumsfeld kliğinin kaba tehditkâr politikaları ve pazar için rekabetin ekonomik durgunluğun etkisiyle iyice kızışması, ABD’yi daha da yalnızlaştırmıştır. Başlıca büyük emperyalist ülkeler arasında pazarlara sahip olma amaçlı rekabet, eskisine göre daha da sertleşmiştir. Almanya-Fransa “ikilisinin Avrupa Ordusu kurulmasında ısrarları ve ABD’nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya politikalarına itirazları artmıştır. Rusya’nın, eski hakimiyet bölgesine girilmiş olmasından duyduğu rahatsızlıklar, Çin’in Asya’daki çıkarlarını daha yüksek sesle ifade ederek ABD’yle ilişkilerini yeniden düzenleme eğilimi göstermesi ve bağımlı ülkelerin işbirlikçi hâkim sınıflarının, içerdeki muhalefetin de etkisiyle, uydu politikaları eskisi kadar pervasızca sürdürmelerinin zora düşmesi gibi etkenler, Amerikan haydutlarının işini zorlaştırmıştır. Amerikan-İngiliz ataklarına Rusya’nın cevabı, Blair’in Moskova gezisi sırasında bizzat Putin tarafından, Bush’un elçisi’nin gözlerinin içine bakılarak -ve biraz da alaya alarak- verildi. Putin, Blair’in sunduğu planı reddettiklerini açıkladı. Putin’in “sözcüsü” Sergey Yastrembski de daha önce yaptığı açıklamada şeytanın “BM kararlarının ayrıntılarında gizli olacağı “nı, ancak Rusya’nın “pragmatik bir tutum alarak”, “ekonomik ve mali çıkarlarını gözeteceği “ni söylemişti. Rusya, ABD’nin kendisini çevirme ve önemli petrol gelirlerini azaltacak operasyonlara girişerek petrolü denetler duruma gelmesini, gücü ve olanakları ölçüsünde engelleme politikası izlemektedir.
Amerikan emperyalizmi kendisine karşı gelişebilecek bir ittifakı engellemek amacıyla Rusya’yı olanaklı olduğunca AB üyesi ülkelerden -özellikle Almanya’dan- ve Çin’den uzak tutmaya çalışmakta; Putin’e, Çeçenistan ve Gürcistan üzerinde “oynama fırsatı” vererek Rusya’dan gelebilecek daha katı bir karşılığın önüne geçmeye çalışmaktadır. Çin’in büyük insan gücü ve ekonomik potansiyelinin ürküttüğü ABD, Almanya ile giderek artan “kan uyuşmazlığı”nı da sona erdirmek ve bir tür “kan değişimi”yle Avrupa’da etkisini yeniden artırmak istemektedir. Ancak iş eskisi kadar kolay değildir ve “sınırlar dışı alana” asker göndermenin ülkesinin yararına olacağı kararı alan Alman burjuvazisi ve yönetici kesimlerinin bu ilişkide İngiltere’nin rolünü üstlenmeyeceği kesindir. Amerikan yönetimini bu denli kaba ve barbarca meydan okumaya iten etkenlerden biri de, ekonomik durgunluk ve düşüş eğiliminin giderek belirgin bir durum almasıdır. ABD savaş ekonomisinden yararlanmak istemekte, durgunluk içindeki ekonomisini canlandırmak için silah sanayine daha fazla yatırım yapmakta, şiddet politikalarını öne çıkarmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’nın işgal edilerek ABD sermayesinin genişleyen yeniden üretimi için pazar olarak değerlendirilmesi ve büyük vurgunların sağlanması, şimdi yeniden Irak için anımsanmakta, General Tommy Franks’ın işgal edilmiş Irak’a “vali” atanarak Irak pazarının ve zengin petrol yataklarının yağmalanması -en azından tartışma konuları içine alınarak- gündeme getirilmektedir.
ABD şefleri eski yöntemlerle dünya hegemonyasını sürdürmenin zorlaştığını, yeni yöntemlere gereksinme doğduğunu, “Soğuk Savaş döneminin” tehdit ve caydırıcılık yöntemlerinin geçersizleştiğini, hâkimiyet kurma stratejisi izlenmesi gerektiğini söylüyorlar. “Yeni doktrin”de ABD’nin askeri üstünlüğünün korunacağı ve bir tehdidin “gerekirse önceden ve tek başına hareket ederek, güç kullanımıyla etkisizleştirileceği” açıklanıyor. ABD BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970’te aldığı ve “devletlerin rejim değiştirmek için birbirlerine karşı yıkıcı, terörist ya da silahlı faaliyetleri desteklemeyeceği, finanse etmeyeceği, kışkırtıp göz yummayacağı ve iç anlaşmazlıklara taraf olmayacağı” yönündeki kararını çiğnemekten kaçınmadı. Amerikan emperyalist şefleri, altında imzalarının bulunduğu 2625 sayılı BM kararının “hangi biçimde olursa olsun, bir devletin siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerine karşı tehdit oluşturulması, uluslararası hukukun ihlâlidir” biçimindeki belirlemesini de yok saymıştır. Onlar şimdi, bütün bunlara karşın, BM’ye ya kendi yanında ve politikalarını onaylamak üzere yer alması ya da geçersiz olduğunu kabul etmesini dayatmaktadırlar. ABD Ordu Savaş Koleji’nin dergisi Parameters, “serseri devletlerin liderlerine suikast düzenlenmesi”ni meşru ilan etmiştir. Amerikan yönetimi, Amerikan emperyalizminin dünyanın en büyük nükleer gücü olduğunu, dünyanın hemen her tarafında nükleer başlıklı füzeler konuşlandırdığını, elinde 600 binden fazla ve dünyayı birkaç kez yok edecek kapasitede kimyasal, biyolojik ve nükleer yok edici füze ve bomba bulunduğunu, bununla da yetinmeyerek yılda 355 milyar doları silahlanma harcamalarına ayırdığını, emrindeki ‘bilim insanları’na “yeni ve daha etkili silahlar geliştirmeleri” talimatı verdiğini, kuşkusuz gizlemek istemektedir. Aynı yönetici çete, Rusya ile daha önce imzalanmış olan “Anti-balistik füze anlaşması”nı geçersiz ilan etmiştir ve “uzayı silahlandırma” projeleri için yüz milyarlarca dolar kaynak ayırmak üzere hazırlıklara girişmiştir. Kimyasal ve biyolojik silahların uluslararası denetime ve anlaşmalara bağlanmasını reddetmiş ve bu yöndeki uluslararası protokole imza atmayarak, kendi işgal ordularının savaş suçlarının, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin denetimine alınmasını tanımadığını ilan etmiştir. Arap halklarına karşı ve bölgenin denetim altında tutulmasında etkili bir araç olarak kullandığı İsrail’i, dünyanın en önemli nükleer güçlerinden biri olarak donatmış ve Türkiye topraklarındaki askeri üslerini birer nükleer karargâha dönüştürmüştür. ABD yönetimi, İsrail’in gizli servisi MOSSAD’ın eski başkanı Epraim Halevy’i Irak sorunuyla görevli özel koordinatör olarak atayarak, Arap halklarına karşı saldırgan bir kıta olarak işlev gören Siyonist barbarlığın arkasındaki güç olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Bütün bunlar, onun “kitle imha silahlarını yok etme” propagandasının, basit bir yalandan ibaret olduğunu göstermektedir. Ama emrindeki kitle iletişim aygıtlarıyla ve büyük mali olanaklarla sürdürdüğü propagandanın etkisiz kaldığı söylenemez. Etkisi azalmakla birlikte, kara propaganda hâlâ dünyanın şu ya da bu bölgesinde etkide bulunmaya devam etmektedir. ABD emperyalizminin üstün askeri ve ekonomik gücüne ve uluslararası alanda sahip bulunduğu işbirlikçi-uşak sınıfların desteğine karşın, hırçın bir kabadayının gözü kara ataklarını anımsatan meydan okumalara girişmesinde, bu gelişmeler ve giderek artan yalnızlaşma rol oynamaktadır.(6)
İŞGAL YA DA YENİ ÇATIŞMALARIN İLK ADIMI
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Irak saldırısı ve bu ülkeyi işgal etmeleri, bütün bölgede siyasal-askeri ve sosyal kargaşa ve karışıklıklara yol açmaya adaydır. Bölge ülkelerinin Arap-İsrail çelişkisi nedeniyle içinde bulundukları ‘hassas ilişki’nin bu gerginlik ve çatışma durumunda yol açacağı olası gelişmelere ABD’nin biçim vermesi kolay olmayacaktır. İran başta olmak üzere bölge ülkelerinin Müslüman halklarının Anglosakson sömürgeci politikaları ve bu politikalarla ilişki içindeki Siyonist saldırganlığı “sineye çekme”leri beklenemez. Rusya ve Çin, Amerikan haydudunun sınırlarının yakınına yerleşerek Asya’ya daha ileri mevzilerden uyanmasını ve petrol-doğalgaz kaynaklarının denetimini tümüyle ele geçirmesini seyretmekle yetinmeyeceklerdir. Hemen değilse bile bir süreç içinde “harita değişimini” getirebilecek yeni ve daha kapsamlı çatışmaların koşulları giderek daha fazla olgunlaştırmaktadır. Gelişmeler Amerikan planları yönünde olsa bile, rakip emperyalistler, etkinlik alanlarının ABD tarafından “alınması” ya da kullanılmasına karşı uzun boylu sessiz kalmayacak, güç biriktirerek yeniden karşı saldırıya geçmeye çalışacaklardır. Dick Cheney’in Haliburton petrol şirketinin eski yöneticisi olması, bu şirket yararına birçok “işin bağlanmasında rol alması; Bush başta olmak üzere Beyaz Saray üst yöneticilerinin hemen tümünün BP, Exson Mobil, Haliburton gibi petrol tekellerinin hissedarları arasında olmaları, petrol savaşları ve Amerikan dış politikasında önemli bir rol oynamaktadır. Irak ve bölge petrolü üzerine süren rekabette Amerikan, Rus ve Fransız tekelleri kıyasıya bir kavga yürütmekte ve bu rekabet güç kullanımını kışkırtmaktadır.
ABD’nin bölgedeki kuklalarından biri olan Suudi Arabistan’da genç prensin, “Amerika’dan daha bağımsız politika oluşturma ” yönündeki girişimleri, Suriye ile yakın ilişkilere girerek IMF yöneticilerinden bu ülkeyle geliştirecekleri ilişkilere “garantör” güvencesi verebileceğini açıklaması ve ABD’nin bölgedeki en önemli muhalifi olan İran’la ilişkileri “ortak petrol politikaları izlemek” üzerinden geliştirmeye taraf olduğunu açıklaması, Amerikan yönetimi içinde tedirginliklere yol açtı.
TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN TEHLİKE
Türkiye savaş tehlikesinin merkezinde yer alan ülkelerden biridir. Bunu sağlayan başlıca neden ya da bunun en temel etkeni, ülkenin ABD hegemonyası altında olması ve işbirlikçi egemen sınıfların izledikleri uşakça politikadır. Amerikan emperyalizminin bölge politikası ve çıkarları için bütün bir bölgeyi ateş hattına çevirmekten geri durmayacağını ilan etmiş olması, “bölge müttefikleri” ve onların askeri kuvvetlerinin yeni maceralara sürüklenmesi tehlikesini güncelleştiriyor. Bir savaş durumunda öncelikle akla gelen ülkenin Türkiye ve topraklarımızdaki Amerikan askeri üsleri olduğu, Amerikan yönetici kliği tarafından da her fırsatta dile getiriliyor. İşbirlikçi gerici sınıflar Türkiye’yi Amerikan politikalarının bölgesel “köprü ülkesi” haline getirmişler ve Türkiye topraklarını savaş karargâhı olarak kullanma olanağını emperyalist haydutların eline vermişlerdir. ABD, İran şahlığının yıkılması üzerine bölgedeki uşak rejimler ittifakının çökmesi tehlikesiyle yüz yüze gelmiş; ancak İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşmasıyla mevzilerini takviye etmeyi başarabilmiştir. Bu anlaşmayla Türkiye, dünyanın en önemli çatışma alanlarından biri olan Ortadoğu-Kafkasya bölgesinde olabilecek çatışmaların müdahaleci güçlerinden biri durumuna sokulmuştur. Türkiye’ye biçilen gerici rol, komşu ülkelerle gerginlikleri artırmakta; ülkeye ve halk kitlelerine felâket ve tahribattan başka bir şey getirmeyecek macera ve çatışmalara sürükleyici bir rol oynamaktadır. Arap halklarına ve Filistin bağımsızlık mücadelesine karşı İsrail Siyonizm’iyle işbirliği yapan işbirlikçi gericiliğin, Amerikan çıkarlarıyla çatışmaya girişmesi ve Amerikan bölge politikalarına rağmen politikalar izlemesi -işbirliğinden vazgeçilmediği sürece- mümkün değildir. Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da Amerikan taşeronluğunu üstlenen Türkiye gericiliği, bu nedenle bütün komşu ülkeler halklarının büyük tepkisini çekmektedir ve onun politikaları nedeniyle ülke emekçileri bölgede olası savaşlara sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Buna bir de, Türkiye’nin Irak Kürdistan’ını “mandasına alarak”, Musul ve Kerkük petrollerinden alacağı pay karşılığı Amerikan politikaları doğrultusunda daha aktif rolle görevlendirilmesi ve böylece “Irak ve Saddam sorununun çözülmesi” senaryosu eklenmiştir. Körfez Savaşı sırasında da bir biçimde dile getirilen ve Özal başta olmak üzere gericiliğin bazı temsilcileri tarafından seslendirilen, bu yılın ilk çeyreğinde de Washington Post yazarı William Safire tarafından yeniden gündeme getirilen bu “senaryo”, “eski Osmanlı toprağı olan bu bölgenin yeniden ele geçirilmesi “ni içermektedir.
Mesut Yılmaz ve Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun da aralarında bulunduğu bazıları ABD’nin Irak’a saldırıya girişmesinden önce Türk ordusunun harekete geçmesini, “Saddam yönetimiyle de anlaşarak Kuzey Irak’ı işgal etmesi”ni önermekte; böylece “Kuzey Irak’ta ilan edilmiş federe devletin Türkiye Kürtleri için cazibe merkezi olmasının engelleneceğini” ileri sürmektedirler. İşbirlikçi gericiliğin fetihçi emellerinin ürünü olan ve hemen tüm kritik dönemlerde çeşitli biçimlerde dile getirilen bu türden “öneri” ve tartışmalar, karşı karşıya bulunulan tehlikeli çatışma ortamını daha da gerginleştirici karakterdedir.
Şoven ve fetihçi propagandayı yoğunlaştıran işbirlikçi gericilik, yalnızca Musul-Kerkük emelleri nedeniyle değil, “kendi Kürt sorunu” nedeniyle de sorunla ilişkili ülkelerdeki gelişmelere müdahale etmekte, bu müdahale tutumu gerginlik ve çatışmaları körükleyici rol oynamaktadır.
SAVAŞ KARŞITI HAREKET VE ALANLARA ÇIKAN EMEKÇİLERİN TUTUMU
“Soğuk savaşın sona erdiği” sözcükleriyle başlayan uzun tahliller, “soğuk” ya da “sıcak”; savaşların eksik olmadığı bir yüzyılı geride bırakarak uluslararası ilişkilerde gerginlik ve çatışma unsurlarının daha fazla yoğunlaştığı ve pazarların yeniden paylaşımını öngören kapitalist rekabetin kızıştığı bir yeni yüzyıla girdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. “Soğuk savaş” tanımının burjuva ve liberal teorisyenler ve gerici politikacılar tarafından “iki sistem” ve “iki blok” arasındaki “çelişkiler dönemi”y\e sınırlı tutulmak istenmesinin ya da en fazla SSCB’nin emperyalist bir karakter kazanmasına karşın, biçimsel birlik yapısının henüz dağıtmadığı ’90’lar öncesi döneme kadar genişletilmesinin nedeni, emperyalist kapitalizmin ‘soğuk-sıcak’ tüm gerici-işgalci-yayılmacı ve yağmacı savaşların kaynağı olduğunun gizlenmek istenmesidir. Batı emperyalizminin emrindeki ideologlarla sömürge ve bağımlı ülkelerdeki misyoner propagandacılar “Berlin Duvarı’nın yıkılması”nı ve SSCB’nin dağılmasını “soğuk savaşın son bulması ve tek kutuplu dünyaya geçiş”in başlangıcı olarak ilan etmişler; gerginliklerin ve savaşların koşullarının ortadan kalktığı, refah ve mutluluğun paylaşılmasının zamanı geldiğini haber vermişlerdi. Ezilen halkların ve emekçi kitlelerinin emperyalist kapitalizm ve batılı büyük güçler yararına dezenformasyonunu amaçlayan bu gerici propaganda, sürüp giden bölgesel çatışmalar ve çeşitli ülkelere emperyalist müdahalelere karşın, önemli oranda etkili oldu. Ama bir yandan da, Körfez bölgesi, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’da çatışmalar yoğunlaşıyor, ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist ülkelerin askeri müdahaleleri şiddet düzeyi ve kuvvetlerinin gücü artırılarak devam ediyordu. Bütün bu müdahale, çatışma ve işgallerin nedenleri arasında, emperyalist Batı’nın çıkarlarıyla uyumsuzluk gösteren gelişme ve politikaların değiştirilmesi ve ABD başta olmak üzere Batı emperyalizmi ve uluslararası tekellere, kaynaklarını sonuna dek açmakta tereddüt eden ya da gönülsüz davranan ülkelerin hizaya getirilmesi, başta gelenini oluşturuyordu.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin 1987’de imzaladıkları gizli “Thames Anlaşması” uyarınca, Balkanlar’da ve Körfez bölgesinde parçalama ve egemenliği güçlendirme operasyonları başlatıldı. Yugoslavya’nın parçalanmasında, bu bölgeyi kendi “Lebensraum”u kapsamında gören Alman emperyalizmi ve ABD özel bir rol oynadılar. İç çatışmalar körüklenerek ve taraflar silahlandırılarak dış müdahaleye açık hale getirildi ve bu ülkenin bölünmesini sağlayan müdahaleler gerçekleştirilerek Balkanlar’da kalıcı olmanın alt yapısı oluşturuldu.
1991 Körfez saldırısıyla Irak’ın bölünmesi ve Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda politik-askeri ve ekonomik bir dayanağa dönüştürülmesi planı uygulamaya geçirildi. Bütün bölgeyle birlikte Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanan yolların açık hale getirilmesi ve petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetime alınması için yeni bir “kalkış üssü “nün oluşturulması, Amerikan emperyalizminin Asya-Avrasya stratejik hedeflerine ulaşması için koşulları daha da olgunlaştıracak ve uygun hale getirecekti! ABD-İngiliz stratejistleri, İran’ın doğudan çevrilmesiyle -2001 yılında gerçekleştirilen Afganistan işgali bunu daha da kolaylaştırdı- bölgenin diğer ülkelerini de mengeneye alacaklardı.
Bush-Blair cephesi şimdi bu stratejiyi uyguluyor. Bu gerici ve saldırgan politika, uluslararası alanda emekçilere karşı saldırıların yoğunlaştırılmasının gerekçelerini de yarattı.
Emperyalist gericilik ve işbirlikçilerinin dünyanın her tarafında sürdürdükleri koordineli ekonomik ve sosyal-politik saldırıların -yürütülen “sınıf mücadeleleri ve ideolojilerin devrinin kapandığı” propagandasına karşın- yoğunlaştığı; özelleştirme, örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma, işten atma, düşük ücretle ve daha fazla çalıştırma; mutlak ve nispi artı-değeri artırma; sermayeden bağımsız emekçi ve işçi örgütlenmesini boğma ve gerektiğinde işçi sınıfına “savaş açma” biçiminde devam ettiği bir dönemi yaşıyoruz.
“Teröre karşı mücadele” propagandasıyla motive edilen bu emperyalist politika, diğer yandan, bütün ülkelerde, işçi ve emekçi halk kitlelerine karşı ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırmanın aracı olarak kullanıldı. Bu çok yönlü ve ikiyüzlü emperyalist hâkimiyet politikası 11 Eylül 2002 bombalama olaylarıyla “doruğa” çıkarıldı ve Amerikan hakimiyet politikasının unsurlarından biri olarak daha etkin biçimde kullanılmasının yanı sıra, emekçilere karşı saldırı silahına dönüştürüldü. “Güvenlik önlemleri” adı altında geliştirilen siyasal gericiliği yoğunlaştırma ve kazanılmış emekçi haklarını budama operasyonunu “terörizme karşı savaş’la irtibatlandırılarak, IMF-Dünya Bankası, WTO aracılığıyla sürdürülen uluslararası operasyona karşı emekçi mücadelesinin önü kesilmeye çalışıldı.
Ancak dönemin tek özelliği bu değildir. İşçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesi de yeni bir canlanma dönemine girmiştir. ABD emperyalizminin “ana hâkimiyet bölgesi” ve sömürgeci politikaların ‘geleneksel’ üssü İngiltere başta olmak üzere, dünyanın hemen her tarafında Amerikan saldırganlığına ve onun savaş tehdidine karşı emekçi ve ezilen halkların mücadelesi yükseliş içindedir.
Dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklarının, kapitalist zor ve burjuva ideolojik bombardımanla sağlanan geriye itme ve etkisizleştirme sürecini aşmaya ve yeni bir yükseliş için güçlerini birleştirmeye yöneldikleri; sermaye ve emperyalizmin saldırılarına karşı uluslararası dayanışmayı daha fazla hissettikleri bir süreçten geçiliyor. Savaş karşıtı hareketin, on yıllardan bu yana sürdürülen Amerikan yanlısı propagandaya ve “Amerikan yaşam tarzı”nın empoze edilmesine yönelik mandacı-misyoner faaliyete karşın, bu kadar güçlü olarak ortaya çıkmasında; bütün ülkelerde artan açlık, yoksulluk ve işsizliğin, sosyal hak kısıntıları ve politik baskıların yol açtığı tepki ve öfke rol oynamaktadır. Bir diğer etken, bölgesel ve uluslararası büyük savaşların yol açtığı felâket ve tahribatların deneyimidir. Emekçiler ve ezilen halklar son on yıllarda, kimi kez “hürriyete kavuşturma”, kimi kez de “çatışmaları önleme ve huzur sağlama” adına girişilmiş askeri harekâtların neden olduğu sosyal-ekonomik ve politik çöküntü ve çözümsüzlüklerin şöyle ya da böyle farkındadırlar. Yugoslavya’yı parçalayan ABD-Almanya gibi ülkelerin, Bosna’da Sırp ve Boşnakları “kan davası”na sürüklediklerini, çatışma bölgelerine gönderilen askeri kuvvetlerin buralarda yağmaya giriştiklerini ve işbirlikçilerin ek askeri gücü gibi çalıştıklarını, Afganistan işgalinin bölgeye yerleşerek petrol ve doğalgaz iletim hatlarını denetime alma politikalarının ürünü olarak gerçekleştiğini gördüler. Kavganın petrol üstüne olduğu, kara propagandaya rağmen artık gizlenememektedir. Bu nedenledir ki, birçok Batı ülkesinde, “petrol için ölmeye hayır” sloganı halk kitleleri içinde giderek artan oranda destek bulmaktadır.
Dünya emekçileri ve ezilen halklar, emperyalist gericiliğin kızışan rekabet ortamında terörist ve şantajcı taktikleri uluslararası ilişkilere taşıdığına; SSCB’nin dış baskı ve saldırılarla ve içerden burjuva kuşatmayla çökertilmesinden sonra Balkanlar’da ve eski SB topraklarında, bir dönem kardeşçe bir arada yaşayan ulus ve halkları ulusal boğazlaşmalara sürükleyerek, bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttığı ve sonra da çatışmalara müdahale adına bu çatışma alanlarına işgalci güç olarak yerleşmeyi meşrulaştırıcı, çeşitli uluslararası senaryo ve girişimleri gündeme getirdiğine, bu süreçte tanık oldular. On yıllardır sürdürülen kara propaganda önemli tahribatlara yol açmış olmasına karşın, dünya emekçileriyle ilerici kişi ve kuruluşlar, emperyalistlerle işbirlikçilerinin gerici emellerinin ve dünyayı bu emeller yönünde hızla yeni bir çatışma dönemine sürüklediklerinin farkına varmışlar, buna karşı giderek güçlenen bir örgütlenmeyi de içeren çeşitli eylemlerle ortaya çıkmaya başlamışlardır.
Kapitalist Batıda, emekçilerin ileri kesimleri Amerikan-İngiliz saldırgan kliğinin başını çektiği savaş politikasının, Irak halkının yanı sıra bütün bölge halklarıyla emperyalist ülkelerin emekçilerini de vuracağını görmüş bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, İngiltere ve ABD başta olmak üzere, başlıca büyük emperyalist ülkelerde ve Latin Amerika ülkelerinden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar geniş bir alanda, Bush-Blair çetesinin savaş dayatıcı politikası, kitlesel gücü giderek artan gösterilerle protesto edilmektedir. ABD’nin değişik bölgelerinde sayıları yüz bini bulan işçi, emekçi ve genç insan Bush-Cheney-Rumsfeld gibi “sertlik yanlısı yöneticilerin” politikalarını protesto gösterileri düzenlediler ve savaşa karşı protestoları daha güçlü biçimde sürdüreceklerini ilan ettiler. Sayıları binleri bulan (şimdiden 12 bin olduğu belirtiliyor) ilerici, savaş karşıtı aydın, Irak işgal planını reddettiklerini açıkladılar. ABD’de 4 Ekim günü gerçekleştirilen 40 civarında protesto mitingine katılanlar, Bush ve çetesine “Bizim adımıza savaşma”, “savaş istemiyoruz” diye haykırdılar. Savaş karşıtlarının 26 Ekim’de bir kez daha alanlara çıkacakları ve sonrasında da eylemlerini genişleterek sürdürecekleri açıklandı Üniversitelerde çeşitli eylemler düzenleniyor, “binlerce genç örgütlenerek” savaşa karşı mücadeleye girişiyor; savaş karşıtı aydınların çağrıları olumlu karşılık görüyor. Bush’un ABD’nin son 25 yıllık tarihinde bir diğer ilke imza atarak, liman işçilerinin grevini, limanlarda “askeri malzemenin yüklenip boşaltıldığı, savunma şirketleri tarafından kullanılan parça ve malzemenin alındığı, grev nedeniyle zararın ülkeye yayıldığı, çiftçilerin, otomotiv işçilerinin ve diğerlerinin işlerinin tehlikeye girdiği” gerekçesiyle ve mahkeme kararıyla yasaklattı. AFL-CIO sendikası yöneticisi Richard Trumke, böyle bir olayın “Amerikan tarihinde görülmediğini” belirterek, hiçbir başkanın “patronların yanında bu kadar pervasızca yer almadığını” söylerken, liman işçileri Bush’un tutumunu protesto ettiler.
İngiltere’de, uzun suskunluk yıllarından sonra, hareketi içerden kemiren geleneksel reformist politik tutuma karşıt devrimci bir çıkışı da ifade etmek üzere, başında mücadeleci işçilerle sendikacıların bulundukları savaş karşıtı bir hareket, diğer Avrupa ülkelerindeki emekçi hareketini de etkilemek üzere yükselişe geçti. İngiliz sömürge politikalarının reddini de içermek üzere, başkent Londra’da yarım milyon emekçinin İngiliz-Amerikan politikasını protesto etmesi ve Blair’i ABD’nin savaş bakanlığı emrinde çalışmaktan vazgeçmeye çağırması, önemli bir gelişmeydi. Bu protesto gösterileri aynı zamanda Blair hükümetinin ekonomik politikalarına dur demeyi de hedeflemektedir. İngiliz üniversite öğrencileri 31 Ekim’de Blair Hükümeti’nin savaş politikasına karşı sendikaların ilan ettikleri “genel direniş” eylemine paralel olarak üniversite işgallerine gideceklerini açıkladılar. ABD ve İngiltere’de Vietnam savaşını protesto gösterilerini kat kat geride bırakan çeşitli protesto eylemleri gerçekleşmektedir.
Fransa’da, hükümetin izlediği ikiyüzlü ve oyalamacı politikaya karşın, çeşitli kentlerde binlerce işçi, genç ve kamu çalışanı emekçi alanlara çıkarak, Irak’a saldırıyı ve Ortadoğu’da yeni bir savaşı reddettiklerini açıkladılar.
Almanya’da, 14 Eylül’de Köln kentinde bir araya gelen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 50 bin kişi, başka taleplerle birlikte ABD’nin savaş politikalarını protesto ettiler, Alman hükümeti ve devletinin bu savaşa katılmamasını istediler. İtalya ve İspanya’da sokaklara çıkan milyonlarca işçi ve emekçinin talepleri arasında emperyalist saldırganlık politikalarının durdurulması da vardı. İsrailli bir grup “akademisyen” İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü kıyımın, ABD’nin Irak saldırısıyla birlikte tırmanacağını, Şaron kasabının bu saldırıyı fırsat sayarak “toplu sürgün” ve “etnik temizlik” operasyonlarına girişmeye hazırlandığını ve İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un Filistinlileri “‘kanser’ olarak tanımlayarak, işgal altındaki topraklardaki İsrail askeri eylemlerini ‘kemoterapi’ye benzeterek ‘daha radikal tedaviye gidilebileceğini’ açıkladığını” belirterek, “Uluslararası toplum”a “acil uyarı”da bulundular. İsrail’de Filistin kıyımına katılmayı reddeden ordu mensubu çok sayıda askerin daha önce aynı doğrultuda yapılmış açıklamalarıyla birlikte bu son “uyarı”, Şaron kıtalarının gerçekleştirdiği katliamlara karşı muhalefetin giderek yaygınlaştığını, bunun da Amerikan uşağı rejimi tedirgin ettiğini gösteriyor.
Yunanistan’da, güçlü anti-amerikan bir hareketin varlığı, Bush çetesinin saldırgan dış politikasının protestosunu daha sık olarak gündeme getirmektedir. Yunan işçi ve emekçileri birçok kez ABD-İngiliz saldırganlığını protesto eylemleri düzenlediler. Savaş karşıtı protestolar Bahreyn-Katar gibi Körfez ülkelerinde de gelişmeye başladı.
Türkiye’de, halkın büyük çoğunluğu Türkiye’nin ABD-İngiliz işgal politikalarına alet edilmesini istemiyor. DEHAP çatısı altında bir araya gelen Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nu destekleyen yüz binlerce emekçi meydanlarda başka taleplerle birlikte, Irak’a saldırıya ve ülkenin bu savaşta emperyalist saldırı karargâhına dönüştürülmesine karşı talepleri de haykırmakta; savaş istemediğini ilân etmektedir. Tehlikeli bölgenin göbeğinde ve ateş hattında duran Türkiye işçi ve emekçilerinin emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine karşı mücadelesinin bağımsızlığı öngören bir mücadele olarak gelişmesi, diğer ülke halklarıyla dayanışmanın ötesinde, bölge ülkeleri halklarının anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesine güç verecek, bu mücadeleyi teşvik edici bir işlev de görecektir. Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin ateş çemberine alınan Irak ve Ortadoğu halklarıyla birlikte -ki Kürt, Türk ve Asurilerin tarihi-kültürel bağları bulunan halklardır ve bu sorunu daha da hassas kılmaktadır- mücadeleyi yükseltmeleri, Amerikan-İngiliz vahşi saldırılarını püskürtmek için bütün bölgeyi anti-emperyalist mücadele alanına dönüştürmeleri; Türkiye topraklarını Yankee güçlerinin adım atmaya korktukları bağımsızlık mevzilerine dönüştürmeye hizmet edecek, bu gelişme emperyalistlerin bölge mevzilerinin püskürtülmesi olanaklarını genişletecektir. Toplumsal hareket ve sınıf mücadelesinin gelişme düzeyiyle Türkiye emekçi hareketi böyle bir rol oynayabilecek durumdadır. Türkiye işçi ve emekçi hareketi, bu hareketin öne çıkardığı mücadeleci işçi-emekçi kuşağı ve Türkiye’nin Kürt-Türk ve diğer milliyetlerinden ilerici gençliği, Amerikan emperyalizminin topraklarımızı geçiş yolu ve savaş karargâhı olarak kullanmasına izin vermemek gibi, büyük bir tarihi görev ve sorumlulukla karşı karşıyadır.
Bütün bölge ülkeleri halkları ve elbette dünya halklarının tümünün yararına olan tek tutum, büyük acılara yol açacak bu savaşı başlamadan bitirmek ve Irak’ın işgalini ve ardından olabilecek felaketleri başından engellemektir. Bu başarılamaz bir şey değildir; yeter ki bütün dünyada emekçiler işçi sınıfı öncülüğünde halkların kardeşliği ilkesini hayata geçirerek, bütün halkların bağımsız yaşama ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi haklarına emperyalist haydutları mecbur bırakacak bir mücadeleyi örgütleyebilsinler.
DİPNOTLAR
1. Bir savaş konseyi biçiminde çalışan Amerikan yönetici kliğinin Irak politikasının gerçek hedefleri üzerine, Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında ve günlük emekçi basınında yeterince açıklayıcı çok sayıda makale yer aldı. Bu bakımdan burada, olanaklı olduğunca bir tekrardan kaçınarak yalnızca son dönemde giderek yoğunluk kazanan ve -neredeyse araya gün koymaksızın- kapsamı genişletilerek açıklanan Amerikan-İngiliz savaş politikasının ilan edilmiş stratejik hedeflerine kısaca işaret etmekle yetineceğiz.
2. ABD, Irak’a yönelik politikalarına “dayanak oluşturmak” için özel bir çaba gösteriyor ve yalan haberler yayarak saldırı için zemin hazırlamaya özel bir gayret gösteriyor. Kısa bir süre önce Bush ve Blair tarafından, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na dayandırarak ortaya attıkları, Irak’ın “altı ay içinde atom bombası yapabilir güçte olduğu” yalanı, kısa süre içinde açıklık kazandı. Kurumun ne böyle bir raporu vardı, ne de böyle bir iddiası!
3. Bush’un General Electric, Exxon Mobil, Newmont Gold Mining Corporation ve Penzoil and Tom Brown inc. şirketlerinin, Cheney’in Halli Burton’un hisse ortakları oldukları açıklandı.
4. Kimi burjuva akademisyenlerle iktisatçı ve politikacılar, petrol üzerine emperyalist büyük kapışmayı, büyük güç ve “sanayileşmiş ülke olma”nın ‘doğal sonucu” saymakta, aynı nedenle ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’ya uzanarak, bölgenin tüm hammadde kaynaklarıyla pazarlarını denetimine alma çabasını “doğal” olmaktan öte “bir hak” olarak görmektedirler.
5. Fransa ve Almanya tarafından ABD politikalarına karşı yürütülen muhalefet, Avrupa Ordusu girişimi ve Alman yöneticilerinin “körü körüne boyun eğilmeyeceği” yönündeki açıklamalarına karşın, bütün bu engeller henüz ABD’yi caydırıcı ya da püskürtebilecek düzeyde değildir.
6. Çeşitli ülkelerin burjuva basınında tepkiler giderek artmaktadır. Örneğin İsveç gazetesi Svenska Dabladet, “Bush hep yanlış yolda” diye yazarken, Alman gazetesi Der Tagesspiegel, ABD’nin “Irak’ın acil bir tehdit oluşturduğunu” kanıtlayamadığını ve onun “şu anda Irak’a savaş açması’nın meşruiyetinin bulunmadığını okuyucularına duyurdu. Paris’te yayımlanan International Herald Tribune gazetesi ise, BM Güvenlik Konseyinin bir ayı aşkın zamandır harcanan çabalara rağmen, Irak konusunda bir uzlaşmaya varılamamasının nedenini Amerika ile İngiltere’nin tutumuna ve bu ülkelerin “askeri müdahalenin yolunu açan” tasarıda ısrarına bağlamaktadır. Herald Tribune “diğer daimi üyeler Rusya ve Çin’in de Fransa’ya yakın durduğunu” bildirirken; İngiliz gazetesi The Guardian eleştirel tutumu daha da ileri götürmekte ve şöyle yazmaktadır: “Amerika’yla Avrupa ve diğer yerlerdeki müttefiklerinin arasını açan milliyetçiliğe son vermenin. Birleşmiş Milletleri kendince yönlendirme çabalarının, Afganistan’a vaatler sunarken, Pakistan’daki anti-demokratik tezgâhı görmezden gelmenin son bulması vaktidir. Amerika’nın 355 milyar dolarlık savunma bütçesinin sadece çok küçük bir bölümünü, İslam dünyasındaki siyasi ve ekonomik mahrumiyeti gidermek için harcamanın, yeni askeri üsler açmak yerine mevcutları kapatmaya başlamanın, başkalarının kültür ve geleneklerine, yapmacık değil, gerçek saygı göstermenin vaktidir.”