Anayasa tartışmaları yine siyasi gündemi işgal ediyor. TBMM Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu Anayasa’nın 37 maddesinin değiştirilmesi konusunda anlaştı.
Patronlar Kulübü TÜSİAD daha önce “demokratikleşme” sorunuyla ilgili hazırlattığı iki rapordan sonra bu kez de 10 maddelik Anayasa değişikliği önerisini kamuoyunun gündemine getirdi.
İkinci Cumhuriyetçiler diye adlandırılan küreselleşmeci, burjuva liberaller, uzunca bir süredir “Sivil Anayasa” adını verdikleri çalışmalarını sürdürüyor.
Türkiye’de Anayasa tartışmaları yeni değil. 1961 Anayasası’nın topluma “bol geldiği” şeklinde burjuva gericilik, tekeller ve gerici-faşist partileri tarafından başlatılan tartışma, 1961 Anayasası’nın 12 Mart darbecileri tarafından “darlaştırılması” ile de sonuçlanmadı ve 12 Eylül Anayasası ile neredeyse on beş yıl süren tartışma tekellerin ve faşist darbecilerinin isteğine uygun olarak sonlandırıldı.
12 Eylül Darbesi ve 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden hemen sonra yeni bir anayasa tartışması başladı. Bu yeni anayasa tartışması, 12 Eylül Anayasası ile iyice daraltılan hak ve özgürlüklerin genişletilmesi temelinde yürütülüyordu.
İşçiler, emekçiler, ilerici aydınlar temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve çalışma yaşamına ilişkin değişiklikler yapılmasını talep ederken; Demirel, Ecevit vb. siyasi yasaklılar ve partileri kapatılmış liderlerin şahsında ise, sadece kendileri ve partileri üzerindeki yasakların kaldırılması mücadelesi sahne aldı.
Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş haklarına kavuştu. 82 Anayasası’nda bir takım küçük değişiklikler, rötuşlar yapıldı. Fakat bu değişikliklerin hiç biri temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesini kapsamıyordu.
Bugün yapılan anayasa değişikliği tartışmalarında amaçlanan nedir, nasıl bir anayasa değişikliği isteniyor? Yapılmak istenen yine ufak tefek rötuşlar mıdır, yoksa Anayasa’nın kökten değiştirilmesi midir? Demokratikleşmenin bir göstergesi hangisidir ve anayasalar kökten nasıl değiştirilir? Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce anayasaların ortaya çıkışının tarihsel sürecine bir göz atmak gerekiyor.
Anayasalar, anayasa hukukçuları tarafından; devletlerin teşkilat yapılarını, hukuk sistemlerinin temellerini, bunlardan daha da önemli olarak yurttaşların hak ve özgürlükleri ile bu hak ve özgürlüklerin sınırlarını belirleyen metinler olarak tarif edilir. Bu tanım yanlış değildir. Kendi siyasal egemenliğini sağlayan her sınıf, önünde sonunda bu egemenliğini, bu egemenliğin yönetsel çerçevesini ve onun ekonomik ve sosyal temelini temel bir hukuki çerçeveye oturtup yasallaştırmak, olumlayarak meşrulaştırmak durumundadır. Dolayısıyla önce iktidar fiilen elde edilir, çerçevesi fiilen çizilir ve düzenlenir; ardından hukuksal olarak tanımlanması, bir anayasaya bağlanması gelir, ihtiyaçlar değiştikçe, yine önce fiili uygulamalar ve ardından önce tartışmaları sürdürülen anayasanın yenilenmesi gelir. Mahkeme ve Danıştay kararlarına karşın özelleştirmelerin fiilen hayata geçirilmesi ve sonra Anayasasal olarak önündeki engellerin kaldırılması gibi.
Kralların, derebeylerin, padişahların hüküm sürdüğü feodal dönemde; siyasi iktidarın işleyişi, devletin örgütlenmesi, iktidarın nasıl oluşacağı konusunda yazılı kurallar yoktu. Bu kurallar, gelenekler ve egemen sınıf içindeki güç ilişkileri ve dengelerine göre belirleniyordu. Yönetilen sınıfların, yani köylülerin ise siyasi iktidara karşı bir takım yasa sayılabilecek düzenlemelerle korunan hakları yoktu. Bu dönemde, dinin önemli kurumsal gücüne ve dini kuralların etkisine karşın, krallar ve padişahlar, gerektiğinde kendilerini dini kurallarla dahi sınırlamıyor; dini kurallar monarkın iradesine uyduruluyordu. Osmanlı’da dini kuralları belirleyen Şeyhülislamların, padişaha alternatif bir klikle işbirliği içinde değillerse, genellikle padişahın iradesine uygun fetvalar vermeleri adettendi. Papa’ya kafa tutan İngiliz Kralı ise, yeni bir kilise, İngiliz Kilisesi’ni kurmuştu.
Anayasal hareket, anayasaların ortaya çıkması, bir yönüyle de monarkın iktidarının sınırlandırılması mücadelesidir. Bu nedenle, anayasal hareket, kapitalizmin yükselişi sürecinde feodalizme karşı bir hareket olarak, Batı’da esas olarak 18. yüzyılda güçlenmesine rağmen, anayasa hukukçuları bu hareketin temellerini 13. yüzyıla Magna Carta’ya, Osmanlı’da ise Sened-i İttifak’a kadar götürür.
Feodal sistemde iktidar sahiplerinin egemenliklerinin kısıtlanması ya da egemen sınıf içinde olmayanların (burjuvaların) halkı peşine takarak iktidar karşısında bazı hakları talep etmesi ve kazanması, (sonra iktidarını kurması ve bu hakları, kuşkusuz kendi çıkarlarına uygun olarak yazılı hukuksal metinlere geçirmesi) anayasal mücadelenin ya da insan haklan mücadelesinin esasıdır. Anayasal hareket, bu bağlamda insan hakları hareketi olarak da tanımlanmaktadır. Anayasal hareketin, insan hakları hareketinin, ortaya çıkışını burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışı ve siyasi iktidar talebi ile açıklayan Engels, Anti-Dühring isimli eserinde şunları söylüyor:
“…Feodal ortaçağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı; burjuvaziyi de geliştirdi. Başlangıçta kendisi de feodal bir zümre (ordre) olan burjuvazi, 15. yüzyıl sonunda, büyük deniz bulguları ona yeni ve daha geniş bir yaşam açtığı zaman, feodal toplum içindeki zanaatçı yönü ağır basan sanayi ve ürünlerin değişimini daha yüksek bir düzeye çıkarmıştı. O zamana değin yalnızca İtalya ile Doğu Akdeniz ülkeleri arasında yapılan Avrupa ötesi ticaret, şimdi Amerika ve Hindistan’a dek yayıldı ve kısa zamanda önem bakımından çeşitli Avrupa ülkeleri arasındaki değişimi olduğu denli, tek tek her ülkenin iç ticaretini de geçti. Amerika altın ve gümüşü Avrupa’ya aktı ve bir ayrıştırma öğesi olarak feodal toplumun bütün boşluk, yarık ve görenekleri içine girdi. Zanaatçı işletme, artık artan gereksinmelere yetmiyordu. En ileri ülkelerin yönetici sanayilerinde, zanaat sanayinin yerini, yapımevi sanayi (manifaktür) aldı.
Bununla birlikte, toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrim, siyasal yapısında buna uygun düşen bir değişiklikle hemen izlenmedi. Toplum, gitgide daha burjuva bir duruma gelirken, devlet rejimi feodal kaldı. Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bir bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde, hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan yapımevi sahipliğine geçiş, emek-güçlerinin kiralanması için yapımcı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli sayıda özgür emekçinin de varlığını gerektirir. Ama ekonomik ilişkilerin özgürlük ve hak eşitliği istediği yerde, siyasal rejim onların karşısında her adımda loncasal engeller ve ayrıcalıklar çıkartıyordu…
Bu, feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun ekonomik gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı. Her ne denli bu istem, sanayi ve ticaret yararına ileri sürülüyorduysa da, aynı hak eşitliğinin, tüm bir toprak köleliğinden başlayarak, köleliğin bütün derecelerinde, çalışma zamanlarının en büyük bölümünü, karşılıksız olarak, iyiliksever feodal beylerine ayırmak ve ayrıca ona ve devlete sayısız vergiler ödemek zorunda olan geniş köylüler yığını için istenmesi de gerekiyordu. Öte yandan, feodal üstünlüklerin, soyluların vergi bağışıklığının, çeşitli zümrelerin siyasal ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasını istemekten de geri kalınamazdı. Ve artık Roma İmparatorluğumda olduğu gibi, evrensel bir imparatorlukta değil, ama birbiriyle eşitlik ilişkileri kurmuş ve burjuva gelişmesinin aşağı yukarı eşit bir düzeyinde bulunan bağımsız bir devletler sistemi içinde yaşandığı için, bu istemin tek bir devletin sınırlarını aşan genel bir nitelik alması ve özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi kendiliğinden anlaşılıyordu.”
Feodalizmin egemen güçlerinin iktidarına ve ayrıcalıklarına karşı, herkes için ve bütün dünyada -kuşkusuz ekonomik eşitsizliklere ilişmeyen biçimsel (siyasal)- eşitlik ve özgürlük isteyen burjuvazi, feodal beylere karşı mücadelesinde işçi sınıfını ve köylülüğü de peşine taktı. Fakat iktidarı ele geçirdikten sonra işçi sınıfı ve köylülüğe sırtını çevirdi.
Burjuvazinin yükseliş döneminde, burjuva ideologları, anayasayı, toplumsal bir sözleşme (bütün sınıfların, hatta bütün yurttaşların ortaklaşa belirledikleri kuralları kabul ettikleri ve bu kurallara uymayı taahhüt ettikleri bir sözleşme) veya siyasi iktidarın gücünü ve keyfiliğini sınırlayan, onu dizginleyen, yurttaşların hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir temel yasa olarak tanımladılar. Ama burjuva iktidarları altında gerçekler, ideologların anlattıkları gibi değildi.
Burjuvazi daha yolun başında “herkes” sözcüğünden, herkesi anlamadığını gösterdi. Örneğin ABD’de zenciler, Kızılderililer “herkes”in içinde değildi! Avrupalı burjuvazi için, Avrupa devletlerinin sömürgelerinde yaşayan halklar ve Avrupa dışındaki insanlar “herkes”e dâhil değildi. Ve hatta kadınlar “herkes”ten sayılmıyordu. Burjuvazi, “herkes” olarak, sadece egemen sınıfları kastediyordu. Fransa’da yurttaşlar 1791 Anayasası’nda aktif yurttaş ve pasif yurttaş olarak ayrılıyordu. Burjuva devrimi egemenliğin bütün ulusa ait olduğunu ilan etmiş, ama seçme ve seçilme haklarını, yurttaşları aktif yurttaş (belli bir gelir-servet ya da kültür düzeyindeki erkekler), pasif yurttaş (az vergi veren) ayrımına tabii tutarak, esas olarak zenginleri, burjuvaları siyasi haklardan yararlandırmıştı.
İngiltere’de erkekler için “genel oy”a, 1919’da geçildi. Kadınların siyasal hakları 1939’da tanındı. İsviçre’de ise, kadınların oy verme hakkının tanınması için 1971’e kadar beklenilmesi gerekecekti.
ABD’de 1776 Bağımsızlık İlanı’ndan önce tek tek koloniler özgürlük bildirileri ve anayasalarla temel hak ve özgürlükleri tanıdıklarını ilan ederken; köleliğin kaldırılması yüzyıl sonra 1865’de gerçekleşti. Yine, zencilere karşı ırkçı yasaların egemenliği ancak 1960’larda kırılmaya başlandı. 1964’de ABD’nin güney eyaletlerinde okullar, restoranlar ve ulaşım araçlarında zenci-beyaz ayrımı hâlâ devam ediyordu. Aynı tarihte ABD’de zencilerin sadece yüzde yedisi oy kullanabiliyordu. Bu ülkede de özellikle zencileri oy hakkı yoksun bırakan dolaylı teknikler (Anayasayı okuyup anlama ve yorumlama!) geçerliydi.
Burjuvazinin tanıdığı ilk insan hakkı, iş gücünün eşit ölçüde burjuvalar tarafından sömürülme hakkı olmuştu.
Böylece, bütün insanlık için ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerinin aslında sadece burjuvazinin talepleri olduğu ortaya çıktı.
Genel oy hakkı, kadınların seçme ve seçilme hakkı, ırk ayrımcısı politikaların sona erdirilmesi vb. hak ve özgürlüklerin tümü, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesi ile kazanılmış ve bugünkü burjuva anayasalarına yazdırılmıştır.
Sınıflı toplumlarda “herkes için hak” koca bir aldatmacadır. Hak, herkes için olduğunda hak olmaktan çıkar.
Siyasi eşitliği, hukuki eşitliği gerçekleştirdiğini savunan burjuva devlet, insanların doğuştan, mevkiinden, eğitiminden ve yaptığı işten kaynaklanan eşitsizlikleri siyasi ya da hukuki olmayan farklar olarak görmüştür. Böylece, doğuştan, mevkiinden, eğitimden ve işten dolayı eşitsizliklerin devamını onaylamıştır. Siyasal eşitsizliklerin bu aşırı örneklerinin kaldırılması, burjuva egemenlik koşullarında mümkün olabilmiş, ancak bu, başlıca ezilenlerin mücadeleleri ve ödedikleri bedeller sayesinde gerçekleşmiştir.
Feodal iktidarı devrimle ya da evrimci bir yolla değiştiren burjuvazi, kendi iktidarının, burjuva iktidarının işleyişini ve temellerini burjuva anayasaları ile olumlayıp yasallaştırdı.
Burjuva anayasalarında bundan sonra yapılan değişiklikler, esasen kısmi değişiklikler olup, burjuva sınıfının döneme ait ihtiyaçlarının karşılanmasına hizmet eden değişikliklerdi. Bu yüzden burjuva iktidarları altında, toplumsal sistemin kökten değişmesi söz konusu olmadığından, anayasal sistemin de kökten değişmesi söz konusu olmadı. Değişiklikler, parlamenter sistem yerine başkanlık sisteminin kabul edilmesi türünden ikincil değişikliklerle, genel olarak burjuvazinin gericileşmesine paralel gericileşen ihtiyaçlarının karşılanmasını kapsadı.
Fransa’da İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra yapılan Anayasa ve ilan edilen İkinci Cumhuriyet, esasta Birincisi’nden farklı değildi. Değişen, devletin biçimine ilişkin kurallardı. Burjuva parlamentolarındaki anayasa tartışmaları, esasen çeşitli burjuva kliklerinin çıkar çatışmalarından ibaret olageldi.
1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız Devrimi sonrası ilan edilen Anayasal metinlerden sonra; 1917’de Rusya’da işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını devirip kendi iktidarını kurması ile yeni bir toplumsal sistem ve bu sistemin kurallarını belirleyen yeni bir anayasa ortaya çıktı.
Elbette, Ekim Devrimi ve işçi sınıfı iktidarına kadar, işçi sınıfı, ekonomik ve sosyal eşitlik hedefine yönelik mücadelesinde ileri sürdüğü bazı talepleri kısmen de olsa burjuva anayasalarına yazdırdı. Fakat burjuva anayasaları ile işçi sınıfının devletinin anayasası öz olarak farklı idi. Yazılı metinlerde lâfzî olarak birbirine benzeyen basın özgürlüğü gibi, örgütlenme özgürlüğü gibi, seyahat özgürlüğü gibi, vb. hak ve özgürlüklerin kullanılmasını düzenleyen diğer yasalar ve uygulamada burjuvazi ve işçi sınıf arasındaki fark ortaya çıkıyordu.
Örneğin, SSCB 1936 Anayasası’nda çalışmak bir haktır. Burjuva sisteminde işçi sınıfı ancak mücadele ile işsizlik sigortasını elde edebilmişken, SSCB Anayasası Mad.118 “Çalışmak SSCB yurttaşlarının hakkıdır. Yani, tam çalışmaya ve nicelik ve niteliğe göre yaptıkları işten ücret almaya haklan vardır.” diyordu.
Birincisinde işçiden kesilen (patrondan kesilen prim de aslında işçiden kesilmektedir) primlerin toplamından işçiye geçici bir süre cüzi bir işsizlik yardımı verilirken, işçi devleti her yurttaşa yeteneğine göre bir iş bulmak ve emeğine göre bir ücret vermek zorunluluğunu yasalaştırmıştı.
Burjuva sisteminde dinlenme süresi çalışanın kıdemine göre ve dinlenmede geçen zaman sekiz, dokuz saatlik işgünü ile geri alınarak uygulanırken; SSCB Anayasası Md.119 “Dinlenmek SSCB Yurttaşlarının hakkıdır. Dinlenme hakkı, endüstri, daire ve meslek işçileri için iş gününün yedi saat olarak tespiti, güç işlerde iş saatlerinin altı saate indirilmesi ve iş şartları çok güç olan yerlerde dört saate indirilmesi, ücretlerin ödenmesi suretiyle endüstri, daire ve meslek işçileri için yıllık izin tesisi, işçilerin ihtiyaçlarına geniş bir sanatoryumlar, dinlenme yurtları ve kulüpler ağı ayrılması yollarıyla elde edilir.” diyerek dinlenme hakkını düzenliyordu.
Yine sağlık ve ihtiyarlık sigortası yerine; Md. 120’de “SSCB Yurttaşları, ihtiyarlıklarında, hastalıklarında ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarının sağlanması hakkına sahiptir. Bu hak, gideri devlete ait olmak üzere, endüstri, daire, meslek işçilerinin sosyal haklarının geniş olarak gelişmesi, işçiler için ücretsiz sağlık hizmeti, işçilerin emrine bir sağlık istasyonları ağı kurulması yollarıyla elde edilir.” denilerek, çalışılan süre ve ödenen prime bağlı kalmadan güvenceler sağlıyordu.
Parası olmayanın okuyamadığı paralı okullar sistemini “Herkesin öğrenim hakkı vardır” yalanı olarak anayasasına geçiren burjuvaziye karşı; SSCB Anayasası Md. 121 “SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkı vardır. Bu hak, genel ve ücretsiz yedi yıllık öğrenim, on yıllık öğrenimin geniş olarak gelişmesi, yüksek ücretsiz eğitim, yüksek okullarda çalışmalarında üstünlük gösteren öğrencilere verilen devlet bursları sistemi, okullarda ana dilinde eğitim yapılması, fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makine ve traktör istasyonlarında ve kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve tarım eğitimi yoluyla elde edilir.” demişti.
SSCB Anayasası ile burjuva anayasalarının öze ilişkin, iktidardaki sınıfa ilişkin farklılıklarını örneklerle çoğaltmak mümkün. Fakat bunun için bu yazının sınırları uygun değil. Farklılığın özü şu: Bir tarafta; ayda yüz yirmi milyon ücret alan işçiye, seyahat özgürlüğün var, dünyanın her tarafına gidebilirsin demek; diğer tarafta işçi için seyahat edebilecek olanakları da yaratmak. Bir tarafta; trilyonluk gazete ve televizyonların bir iki tekel arasında paylaşıldığı bir sistem yaratıp herkesin basın özgürlüğü vardır demek; diğer tarafta, işçilere gazete çıkarma, radyo ve televizyon yayını yapma olanakları sağlamak… Bir tarafta; seçim barajları, burjuva partilerine trilyonluk devlet yardımları, parti kapatma yasaları vb. diğer tarafta, işçi sınıfı ve halkın yasama, yürütme ve yargı organlarını doğrudan seçebilme ve seçilebilme olanaklarının yaratılması…
Şu sonuç kolaylıkla çıkarılabilir: Sınıfsal çıkarları birbiriyle uzlaşmayan, birbirine zıt iki sınıfın hak ve özgürlükleri tanımlaması ve kullanabilmesinin aynı yasal kurallarla düzenlenmesi mümkün değildir.
Bu yüzden, bütün toplumun (işçi sınıfı ve burjuvazinin) mutabakat sağladığı, iki sınıf arasında toplumsal sözleşme sayılabilecek bir anayasa mümkün değildir.
Ancak işçi sınıfı ve emekçi halk kendi iktidarını (ve kuşkusuz iktidarının koşullarını anayasal olarak da tanımlamayı) hedefleyen mücadeleyi sürdürürken, elbette mevcut burjuva sistemde hak ve özgürlüklerinin sınırlarını genişletmek ve fiilen kullanılabilir hale getirmek için de mücadele edecektir ve bunları yasa ve Anayasa metinlerine geçirtmeye çalışacaktır. İşçi sınıfı bütün hak ve özgürlüklerini ancak kendi iktidarında elde edip kullanabileceğini ileri sürerek acil talepleri için mücadeleyi erteleyemez. Ayrıca, işçi sınıfı devrim ve iktidar mücadelesi sırasında, bu mücadelenin yan ürünleri olarak hak ve özgürlükler açısından belirli iyileştirmeler elde edebilecektir.
İşçi sınıfı, çok sayıda ülkede geçmişte kendi iktidarını kurmuş ve işçi sınıfı ve halk iktidarının anayasal ve yasal düzenlemelerini yapmıştır. İşçi sınıfının iktidar deneyleri ve halk iktidarının hukuksal gelişimi, bütün dünya işçisinin kazanımı olarak işçi sınıfının dağarcığındadır.
Türkiye işçi sınıfının ileri kesimlerinin de, dünya işçi sınıfının deneylerinden öğrendiği ve kendi mücadelesi içinde oluşturduğu bir iktidar programı ve bir anayasal yaklaşımı kuşkusuz vardır. İşçi sınıfı kendi iktidarı ve bağımsız demokratik Türkiye için mücadele ederken kuşkusuz anayasa tartışmalarına da ilgisiz ve uzak kalmayacaktır. Bugünkü burjuva parlamentonun, TBMM’nin işçi sınıfının savunduğu gibi bir anayasa yapması mümkün olmasa bile, bu tartışmaları kuşkusuz en başta mücadelesiyle etkilemeye ve kendi taleplerinin en azından bir kısmının anayasada yer almasını sağlamaya çalışır, taleplerini açıklar, savunur ve gerçekleşmesi için mücadele eder.
Buradan yazının başına dönüp; anayasaların toplumsal sistemlerin değişmesine ya da iktidardaki sınıf değişmemesine rağmen, onun dönemsel ihtiyaçlarına bağlı olarak anayasalarda değişiklikler yapılması şeklinde değiştiğini bir kere daha yineledikten sonra, Türkiye’de anayasa değişikliklerinin nasıl olduğuna kısaca değinmek faydalı olacak.
Belki hiçbir ülkede bizdeki gibi uzun süre Anayasa’nın değiştirilmesi ya da yeni bir Anayasa yapılması üzerine konuşulmamıştır. Neredeyse 1960 darbesinden bu yana Anayasa tartışmaları yapılmaktadır. Tartışma daha çok, başlıca burjuvazinin çeşitli kesimleri ve bu kesimlerin temsilcileri politikacılar ve aydınlar tarafından sürdürülmüştür, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından ileri sürülen hak ve özgürlük taleplerini, burjuvazinin kendi içinde sürdürdüğü bu tartışmalardan doğal ki ayırmak gerekiyor.
Tartışmanın burjuvazi, tekeller ve politikacıları arasında sürmesinin nedeni, çeşitli burjuva kesimleri arasında Anayasa’dan ve diğer yasalardan (Siyasi Partiler Yasası vb) kaynaklanan çıkar çelişmeleri ve çatışmalarının mevcudiyetidir. Bizde daha bütün burjuva kesimlerinin mutabakat sağladığı bir Anayasa yapılamamıştır.
Bizde Anayasalar (1876 Anayasasından bu yana farklı Anayasalar olarak kabul edebileceğimiz altı Anayasa da) askerler aracılığıyla yapılmış ve değiştirilmiştir. 1921 ve 1924 Anayasasını TBMM yapmıştır diye itiraz edilebilirse de, bu dönemde askerlerin iktidar dizginlerini ellerinde tutmaları nedeniyle, bu iki anayasanın da asker tarafından yapıldığını söylemek yanlış olmaz.
3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ve sonra Tanzimat Dönemi’ndeki Hatt-ı Hümayunlar ve Islahat Fermanları Anayasal hareket ve düzenlemeler kabul edilirse, bu düzenlemelerde dış güçlerin baskısının önemli etkisi olmuştur. Osmanlı’ya rakip Batılı burjuva devletler, Osmanlı’yı parçalamak için Osmanlı egemenliği altında gelişen kapitalizme paralel olarak yükselen milli hareketleri kışkırtmış ve desteklemiş, çeşitli milliyetlere ilişkin azınlık hakları olarak bazı hakların tanınmasında etkili olmuştur. Azınlıklara tanınan haklar, giderek aydınlar ve ilerici güçler tarafından herkes için talep edilmeye başlanmıştır. Diğer taraftan cılız da olsa gelişen burjuvazi, özellikle ticaret burjuvazisi ve Batı’dan etkilenmiş genç subayların siyasal etkinliğinin de hak ve özgürlük hareketinde, meşrutiyet kavgasında rolü olmuştur.
Genç Osmanlılar, Jön Türkler, daha sonra ittihat ve Terakki bu hareketlerin öncülüğünü yapmıştır. Birinci ve İkinci Meşrutiyet, 1876 Anayasası, 1908’de “Hürriyetin İlanı” ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesi, ülkede anayasal hareketin tarihsel köşe taşları kabul edilir.
Cumhuriyet’in ilanı, Kemalist reformlar, 1921 ve 1924 Anayasaları, aslında Osmanlı topraklarında burjuvazinin filizlenmesi ve giderek güçlenmesiyle paralel giden, elli yıllık ilerleme, modernleşme hareketinin devamıdır.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Türkiye’nin ABD’ye yaklaşması ve kurulan yeni burjuva dünyasında yerini alması için çok partili sisteme geçmesi, CHP Diktatörlüğü için yapılmış anayasayı yetersiz kılmıştır. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı komutanları Atatürk, İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir vb.nin siyasi iktidardaki fiili etkili durumları nedeniyle sorun olmayan askerlerin siyasi iktidar içindeki rolü, Menderes-Bayar iktidarında sorun olmuş, askeri kast 1960 darbesinden sonra yaptırdıkları anayasal düzenleme ile siyasi iktidar içindeki yerlerini anayasal güvence altına almıştır.
MGK, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakana bağlı olması, Cumhurbaşkanı’nın emekli bir asker olması geleneği, askeri mahkemeler, vb. bu dönemden sonra gerçekleşmiştir.
1960 darbesinde reformcu burjuvazinin temsilcilerinin rol alması, emperyalistlerle uzlaşan orta sınıflar ve temsilcilerinin, büyük burjuvazinin yanı sıra darbenin oluşumunda etkili oluşları ve Bayar-Menderes diktatörlüğü’ne karşı mücadele içinde ve onunla bağlantılı olarak darbenin ortaya çıkmış olması, görece demokratik bir siyasal ortamı koşullandırmış ve bu da 1961 Anayasasına yansımıştır. Darbeyi destekleyen ilerici üniversite hocaları, 1961 Anayasasının hazırlanışında görev almışlar ve yapabildikleri kadarıyla, Batılı devletlerin anayasalarına benzer çağdaş burjuva bir anayasa yapmaya çalışmışlardır.
1961 Anayasası, 60’lı yıllar boyunca gerici-faşist siyasi çevreler tarafından eleştirilmiş ve 1971 darbecileri topluma “bol” geldiğini iddia ettikleri ’61 Anayasası’nı daraltmışlardır.
1982 Anayasası da anayasal hak ve özgürlükleri daha da kısıtlamıştır. 12 Mart ile daraltılan ceket, 12 Eylül ile atlet fanila haline getirilmiştir. 12 Eylül sonrası, anayasa tartışmalarının çoğu, 12 Eylül cuntacıları tarafından partileri kapatılmış ve siyaset yapmaları yasaklanmış Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in partilerinin başına geçmeleri ve siyaset yapabilmelerine odaklanmıştır.
İlerici, “solcu” aydın çevrelen, 1982 Anayasası’nın lâfzî olarak dahi Batılı burjuva normlara çok uzak olması nedeniyle, hakların en azından 1961 Anayasasındaki sınırlarına genişletilmesi çerçevesinde Anayasa değişikliği tartışmalarına katılmıştır.
İleri işçiler, işçi önderleri ve devrimciler ise, mevcut yasa ve yasaklara rağmen, hak ve özgürlükleri fiilen kullanma yolunu seçmişlerdir. Özellikle basın özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konusunda haklar, zaman zaman gerileyerek, Anayasa ve yasalara rağmen fiilen kullanılagelmiştir.
1995’den bu yana Anayasa tartışmalarına patronlar kulübü TÜSİAD da katılmaktadır. TÜSİAD’ın çeşitli akademisyenlere hazırlattığı Anayasal değişiklik önerileri, esasen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin gereklerine ve “küreselleşme” saldırganlığına uyum sağlanması için gerekli olan değişikliklerdir. AB ve “küreselleşme”nin öncüsü ABD yeni dönemde Anayasa ve yasalarda bir geçişgenlik, paralellik istemektedir. TÜSİAD’ın Anayasa’da istediği değişiklikler de, yerli tekellerin emperyalistlerinkiyle birleşen istekleri doğrultusunda ileri sürülmektedir.
Bazı “solcu” çevrelerin TÜSİAD’ın Anayasa değişikliği taleplerinin lâfzî kısmını öne çıkararak, TÜSİAD’ı “ilerici”, “demokrat”, “solcu” vb. ilan etmeleri, aslında bu çevrelerin küreselleşmeye uyum çabalarının ifadesidir.
Yukarıda belirtildiği gibi, lâfzî olarak benzer şeyler söylemek, aynı amaçlara sahip olmak ve aynı sonuçları istemek anlamına gelmez. Küreselleşme ile başlayan ve insan hakları çerçevesi içinde emperyalist burjuvazi tarafından kategorize edilen bazı haklar, örneğin “azınlık hakları” ya da bazı “ulusal” hak ve özgürlükler, aynı sözlerle formüle edildiği halde, farklı amaçlarla kullanılmaktadır. İşçi sınıfı ve sosyalistler ulusal hak ve özgürlükleri demokratik bir hak olması, halkların baskıdan kurtularak ulusal ve sınıfsal varlıklarını geliştirmesi için savunurken; emperyalistler ve işbirlikçileri, enerji kaynakları ya da stratejik önemleri nedeniyle ilgilendikleri bölgelerdeki devletleri bölüp parçalamak, kendilerine doğrudan bağımlı uydu devletler yaratmak ve o bölgedeki çıkarları için bu devletler içinde askeri vb. mevziler elde etmek, son olarak da, “hakları”nı savunur göründükleri kesimleri yedeklemek için savunmaktadır.
Emperyalistlerin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardaki insan hakçı, azınlık hakları savunucusu görünüşlerinin temelinde bu amaçlar vardır.
TÜSİAD’ın Anayasa değişikliklerinde yer verdiği Kürtçe üzerindeki yasakların kaldırılması önerisi, bir taraftan emperyalistlerin bu konudaki taleplerine uyum sağlamak, diğer taraftan Kürt muhalefetini yedeklemek isteğinden kaynaklanmaktadır. Demokratizmle ilgisizdir.
İleri işçilerin, Kürtlerin, devrimcilerin yıllardır ileri sürdükleri taleple sadece lâfzî olarak, o da kısmen benzerlik taşımaktadır.
Bugün, Anayasa değişikliğinden ve demokratikleşmeden söz eden TÜSİAD dâhil hiçbir burjuva parti ve mihrakın, değişiklik önerileri içinde; MGK’nın kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, Askeri Mahkemelerin kapatılması, Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine tabi olması, YÖK’ün kapatılması, RTÜK’ün kapatılması, DGM’lerin kaldırılması, HSYK’dan Adalet Bakanı ve müsteşarının çıkarılması, üyelerinin seçimle gelmesi ve kararlarının yargı denetimine tabi olması, memurların yargılanmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler kaldırılması, Adli kolluk kurulması, Jandarma’nın kaldırılması vb. değişiklikler yoktur.
Yukarıdaki değişiklikler olsa da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası demokratik bir anayasa ve rejim burjuva demokrasisi bile olamayacaktır. Fakat burjuva demokrasisinin asgari koşullarını bile savunmayan TÜSİAD, ANAP vb. bugün demokrasi havarileri pozuna bürünmüşlerdir ve bazı “solcu” çevreler de maalesef bunları burjuva demokratı, ilerici olarak topluma kabul ettirme gayreti içindedir.
İşçi sınıfı ve emekçiler, yukarıda saydığımız değişikliklerle dahi yetinemez. MGK’nın kalkması askerlerin siyasi iktidar içindeki yerini tek başına etkilemeyecektir. RTÜK’ün kalkması basın yayın alanında müthiş bir özgürlük sağlamayacaktır. YÖK’ün kaldırılması hemen ertesi gün üniversitelerin demokratik ve özerk üniversite olmasını getirmeyecektir. Ancak bunları bile savunmayan demokrasi havarileri, lâfzî düzeyde ileri sürdükleri değişiklik istekleriyle ileri bir talep öne sürmemektedirler.
Kamu emekçilerinin grev ve toplu sözleşmeli sendika hakkı için yıllardır verdikleri mücadele, bu demokrasi havarilerini hiç ilgilendirmemektedir. Sahte sendika yasasına oy verirlerken sendika özgürlüğü konusunda tek söz söylememişlerdir. Emekçilerin siyaset yapabilmesi için barajların kaldırılması ve demokratik bir seçim sistemini bile savunmadıkları gibi, iki turlu seçim sistemini öne sürüp aslında yüzde elli barajı savunarak emekçileri hepten siyaset yapamaz hale getirmeyi amaçlamaktadırlar
Bizim demokrasi havarileri, Anayasa’nın giriş ve başında bulunan ve faşist yasakçılığın açık ifadesi olan kısımların değiştirilmesini önermeye dahi cesaret edememektedir. Anayasanın girişinde “Hiçbir düşünce ve mülahazanın… Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında koruma göremeyeceği…” yazılıdır. Yani 1982 Anayasası, ne olduğu kimse tarafından tam olarak açıklanmayan (ama uygulamadan 12 Eylülcülük olarak anlaşılan) Atatürk milliyetçiliği dışında bir düşünceyi, bu düşünceyi savunmayan siyasi partiyi, bu düşünce çerçevesine girmeyen hak ve özgürlüğü koruma altına almamaktadır. Yani Atatürk milliyetçisi olmayanlar anayasal güvence altında değildir. Bizim ilerici (ve hatta bazılarına göre devrimci) TÜSİAD’çılarımız, sığ sularda balık avlamaya çalışırken, 12 Eylül faşizminin simgesi hiçbir kurum ve kurala değinmemektedir.
ABD ve AB ise, Anayasa ve yasalarda yapılacak göstermelik değişikliklerle yetinerek Türkiye’yi demokratikleşme yolunda kararlılıkla ilerleyen ülke olarak selamlamaktadır.
ABD ve AB’nin asıl istediği yasal değişiklikler ise, emperyalist sermayenin ve emperyalist tekellerin mallarının Türkiye’ye serbestçe girişinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır, tekelci sermayenin azami karını engelleyebilecek bütün mevzuatın değiştirilmesidir. MAI, MIGA, Tahkim Anlaşmaları, Tütün Yasaları, Özelleştirmeler, Endüstri Bölgeleri vb.ne ilişkin Anayasal değişiklikler bunun içindir. TÜSİAD, ABD ve AB’nin isteklerinin temsilcisi pozisyonundadır.
İşçi sınıfı emperyalist tekellerin ve onların işbirlikçilerinin, TÜSİAD’ların, ANAP’ların ve diğerlerinin oyununa gelmeyecektir. Grev hakkı için, sendika hakkı için, parasız eğitim ve parasız sağlık hakkı için, örgütlenme, gösteri yapma, adil yargı hakkı için, toplantı yapma hakkı için, düşüncelerini serbestçe yayma ve haber alma hakkı için mücadele etmekte, bu haklarını sık sık fiilen kullanmakta ve haklarını genişletmeye çalışmaktadır. Taleplerini elbette elde edecek ve Anayasa’ya da yazdıracaktır. Hak ve özgürlükleri kazanmak ve güvence altına alınmasını sağlamakla yetinmeyecek, işçilerin ve emekçilerin Bağımsız Demokratik Türkiye’sini kurup kendi kurtuluşunun yolunu açarak bir kere daha emeğin haklarını bayrağına yazacaktır.
Temmuz 2001