Egemenlerin FP manevrası, tehlikeler ve olanaklar

Fazilet Partisi’nin kapatılması, hem bu partinin kendisi ile ilgili olan, hem de ucu iç politikadan Avrupa Birliği sürecine kadar uzanan özellikler taşımaktadır.
Öncelikle kararı veren Anayasa Mahkemesinin Meclis’teki milletvekili dengeleri bakımından erken seçim ihtimalini gündeme getirecek bir karar vermemesi, egemenler ve programlarını uyguladıkları emperyalist efendilerinin üzerine titrediği “istikrardın sarsılmamasına dikkat edildiğinin göstergesidir.

KAPATMA KARARI İLE VERİLEN MESAJLAR
Kararın açıklanmasından hemen sonra Başbakan Bülent Ecevit’in kararın ekonomik dengeleri etkilememesi gerektiğini söylemesi, bunun beklenen bir karar olduğunu dile getirmesi de bunun bir ifadesidir. Kararın borsa kapandıktan sonra açıklanması da aynı yöndeki bir başka gelişmedir.
Burada ikili bir durum dikkati çekmektedir. Birincisi, Türkiye yönetenleri, bir partiyi kapatırken ya da halka karşı bir baskı ve dayatmada bulunurken bile öncelikle, bağlı bulundukları emperyalist güçlerin dayattığı programları sarsmamak, ona uygun olarak görmek durumundadırlar, ikincisi de, Türkiye’de FP’nin kapatılmasında etkin olanlar, bu tavırlarıyla, hem bu partinin kapatılmasına çekince koyan AB’ye, hem de onun bu yaklaşımını paylaşan Türkiye’deki başka hâkim ve sözde “muhalif” güçlere mesaj vermiş olmaktadırlar. Kendisini “laik cumhuriyetin” koruyucu ve hâkim gücü olarak hissettiren kurum ve aktörler, bu kararla, AB’ye giden yolun her şeyden önce kendilerinden geçtiğini, onların olurları istikametinde gidileceğini ima etmişlerdir.
FP’nin, kendisinden önce kapatılan RP ile kıyaslandığında rejim için tehdit olarak algılanacak kadar belirgin bir tutum içine girmemiş olduğundan hareket edenler bu kararı garipseseler de, milletvekilliği düşürülen Nazlı Ilıcak ve Bekir Sobacı’nın, kendisini “irtica tehdidi ile mücadele” etmekle gerekçelendiren askeri güçlerle girdikleri polemik, başörtüsü üstünden siyasetin simgesi olmaya aday olan Merve Kavakçı’nın aldığı tutumlar bu kararı alanlar için yeterli kanıtlardır. Ayrıca FP’nin kapatılmasının, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarının uygulanması bakımından da FP üstünden yeni bir hatırlatma içerdiği de söylenebilir. Bu kararın MGK’daki sivil sayısının artırılmasının benimsendiği koşullarda verilmiş olması da ayrıca düşünmeye değerdir.
Ancak, 28 Şubat müdahalesinin kendisini gerekçelendirdiği “irtica” tehdidi nasıl suni bir nitelik taşımıyorsa, bu müdahalenin tek nedeninin bu olmadığı da bilinmektedir. Sistemin yıpranan kurumlarını yeniden tahkim etmek, bunu yaparken toplumun ilerici diye bilinen kurumlarını da sisteme yedeklemek isteyen bu güçler, FP’nin kapatılmasıyla, amaçlan bakımından kan tazelemiş olmaktadırlar.
Kararın, Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından nasıl karşılandığı da, bu kararla ilgili yapılan etraflı her değerlendirme için önem taşımaktadır. AB’nin karara itiraz ederken, “AİHM’deki RP kararı beklenmeliydi” demesi, onun Türkiye ile ilgili hesaplarını temel olarak, insan hakları üstünden gerçeklendirmesiyle ilgilidir. Ancak, FP’nin RP’nin devamı olmaktan değil, “odak olmaktan” kapatılması AB’nin bu itirazının “alıcı” bulmasını engellemiştir. Kapatma kararını savunan medya organları ve köşe yazarları, hatta AB’ci hukukçuların bir kısmı, Anayasa Mahkemesi’nin, bu “dikkatli” tutumu nedeniyle AB’ye çalım attığını savundular ve onu alkışladılar.
ABD’nin, kararı eleştirirken “Parlamentoda grubu bulunan bir partinin kapatılmasının doğru bulunmadığı” gibi usulden bir tavır göstermesi de yine onun pozisyonunun bir sonucudur. ABD yönetimi bu tutumu ile hem bu kararı alan “dostlarına” güçlük çıkarmamıştır, hem de kendisinden icazet almak için Washington’a gelen FP’nin her iki kanadından temsilcilerinin “gönlünü almıştır”.
Tüm bunların, ABD’nin Ortadoğu politikası ve bu politikada “siyasal İslam”ın ele alınış tarzı içinde bir yere oturmuş olduğu da söylenmelidir. İran’da ABD ile “barışma”, piyasa ilişkileri bakımından tedrici olarak da olsa yeniden yapılanma işaretleri veren Hatemi’ye yakın duran Washington yönetiminin, Türkiye’de de “siyasal İslam’ın yeniden yapılandırılarak, piyasa ilişkilerinin merkezine, (yani bir anlamda da ABD’nin kendisine) doğru çekilmesinden memnun olduğu ortadadır. FP’nin “radikal İslamcı” bir program ve söyleme sahip olup olmamasından ziyade, onun üstünden verilen mesajın ABD’nin bölgesel konsepti ve uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu olup olmaması önemlidir. FP ve onun destekçisi yazarlar her ne kadar karara itiraz ederken ABD’nin “usulen” gösterdiği eleştiriyi arkasına alsalar da, bu onların sempatizanlarını motive etmekten öte bir anlam taşımayacaktır.
Konuya, FP’nin destekçisi durumundaki bu tip yazarlara göre farklı yaklaşan Fehmi Koru, Yeni Dünya Düzeni’nin en zorlandığı alanlardan birisinin İslam dünyası olduğunu savunduğu yazısında, FP’yi kapatma kararını Yeni Dünya Düzeni’ne uyum sürecinin bir parçası olarak gördüğünü belirtti: “Başörtüsü ve İslami Siyaset’ konulan Batı’nın işbirliği yaptığı elitlerin eğilimleri istikametinde standartlaşıyor gibi. Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatması da, kapatma gerekçesini ‘başörtüsü’ üzerine oturtması da tesadüf değil. Karar, ekonomik ve siyasi yönden Batı’ya entegre etmeyi kabullenmiş elitlerin, yeni dünya düzenine bir katkısı…” (Fehmi Koru, Mihver Fikir, Yeni Şafak, 29 Haziran 2001)

DAVA SÜRECİNİN DERİNLEŞTİĞİ BÖLÜNME
Sürecin doğrudan FP ile ilgili kısmı ise, bu kapatma kararından iki yıl önce, FP’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra gündeme gelmiş olan kapatma davasıdır. Kapatılma tehdidinin iki yıl boyunca bu partinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanması, bir taşla birden fazla kuşun vurulması türünden bir sonuç yaratmıştır. Öncelikle medya desteğiyle kurulan baskı, FP içinde Yeni Dünya Düzenci, “küreselleşmeci” politikalara daha hızlı ayak uyduran ve yine medya tarafından “yenilikçi” olarak adlandırılan -özünde onların “yenilikçiliği” Yeni Dünya Düzeni’nin “Yeni”sinden farklı değil- kanadın, kendisini diğerlerinden ayırması sürecini hızlandırmıştı. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayının 15’inde yapılan FP kongresinde Milli Görüş hareketinin kurucusu ve 30 yıllık lideri Erbakan’ın emanetçisi olan Recai Kutan 633 oy alırken, “yenilikçi” diye cilalanan kanadın adayı Abdullah Gül’ün 521 oy almış olması, “küreselleşmeci”lerin bu ayrışmada epey bir başarı sağladıklarını göstermişti.
Bunun yanında kapatılma tehdidi altında bulunmak, Meclis’teki temsil niceliği bakımından “ana muhalefet” konumunda bulunan FP’lilerin, burjuva siyasetin bir gereği olan manevraları yapabilmesi bakımından ihtiyaç duyduğu alanı da daraltmıştır. Halkın, iktidarın uyguladığı politikalardan duyduğu rahatsızlığı kendisine desteğe dönüştürebilmek adına alacağı bir tavırla, sistemi kilitleyecek herhangi bir tutuma girmek, zaten “potansiyel suçlu” ilan edilmiş bir parti için -hele bu bir de kapatılmasına en sıradan tepkiyi bile gösteremeyen bir sermaye partisi ise- hiç kolay değildir.
IMF politikaları, özelleştirmeler gibi “küreselleşmeci” politikalar bakımından Erbakan’ın da iktidarda olduğu Refah-yol döneminde rüştünü ispatlamış olduğu, dolayısıyla Tayyip Erdoğan tarafından temsil edilen diğer gruba göre “milli” bir özellik taşımadığı bilinmektedir. Ancak TÜSİAD-MÜSİAD çatışmasına da konu olan Türkiye’deki egemenlik ilişkilerinde Erdoğan ve çevresinin daha hızlı bir gelişim gösterdiği, sistemin işleyişi bakımından yer yer ayak bağı olacak bir “ideoloji partisi” gibi durmadığı da ortadadır. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde temsil edilen çizgi kendisini Özal’la özdeşleştirirken, “ak saçlı” ya da “gelenekçi” olarak da adlandırılan diğerleri bu açıdan şerhli yaklaşmaktadır.
FP’nin kapatılmasından sonra, Bil-kent’te yapılan “Birlik” toplantısında Özal tartışması çıkmış, Nevzat Yalçıntaş Özal’ı överken, Erbakan’ın en yakınındaki isimlerden Oğuzhan Asiltürk buna itiraz etmiştir.

ASKERLERE VE PATRONLARA GÜVENCE
Ayrıca medyaya yansıyan haberlere göre Tayyip Erdoğan, hem patronlara görüşlerini anlatmış, hem de RP’nin kapatılmasında, FP’nin de kapatılma tehdidi altına sokulmasında belirleyici etkiye sahip askeri çevrelerden bir Koramiral ve Albay’la görüşmüş, “laiklik” konusunda güvence vermiştir. (“Askerle iki Temas”, Hürriyet, 25 Haziran 2001) Genelkurmay Başkanlığının daha sonra yaptığı yalanlama ise, Genelkurmay Başkanı ya da onun görevlendirdiği kişiler dışında yapılan açıklamaların TSK’yı bağlamayacağı yönünde olmuş, dolayısıyla bu satır aralarını okuyabilenlerce Hürriyet’in haberinin tümden bir tekzibi olarak değerlendirilmemiştir.
Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi, 28 Şu-bat’ın sıcak günlerinde kendisini daha açıktan hissettiren TÜSİAD-MÜSİAD kapışmasını da, sistem lehine çözmeye aday bir konumda bulunmaktadır. Kendisini “yeşil sermaye” gibi yakıştırmalarla da adlandırılan MÜİSAD’ın siyasetçisi olarak sunmayı bir “darlaşma” olarak gören Erdoğan, TÜSlAD gibi Türkiye siyasetinde etkin unsurları karşısına almamaya özen göstermekte, bilakis onlar tarafından onaylanmaya açık bir siyaset izlemekte, dahası bunun için özel bir çaba sarf etmekte, programını bu dengeye oturtmaktadır.
Anadolu sermayesi diye tanımlanan kesime dayanan, kır orta sınıf ve yoksulları ile birlikte özellikle 1980 sonlarından itibaren metropollerin kenar mahallelerini de ev ev dolaşarak arkasında toplamaya çalışan “Adil Düzen” programı, Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi bakımından geri bir nokta olarak görülmektedir. Türkiye siyasetinde etkin olan Batı’nın emperyalist güçlerinin, tekellerinin işbirlikçisi durumundaki güçleri de kapsayan, onlar tarafından kabul edilen Özal-vari bir parti kurmayı amaçlayan Erdoğan ve çevresindekiler, bir cemaatin partisi olmaktan çok, temsil ettikleri cemaatleri sisteme entegre etmeyi amaçlamaktadır. Böyle bir çaba, hem İstanbul sermayesi olarak adlandırılan çevre ile kentli “liberal” aydınlan cezp etmekte, hem de Türkiye yönetenleri ile Türkiye üzerinde hegemonya mücadelesi veren ABD ve AB tarafından da daha kabul edilebilir bulunmaktadır.
28 Şubat’ın hâkim güçlerinin, “irtica tehdidinin” tamamen ortadan kalkmadığını söylemelerine rağmen, epey bir yol aldıklarını gösteren ifadelere, onların kendi raporlarında da rastlanmaktadır. MGK’nın son toplantısına sunulan “irtica ile mücadele” raporunda yer alan şu ifadeler bu bakımdan ilginçtir: “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içerisine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktasında önemli mesafeler alındı.” {Hürriyet, 30 Haziran 2001)
Kapatılan FP’den iki ya da üç partinin doğması, FP operasyonunu yönlendirenler ve yürütenlerin amacına ulaştığının bir işareti olacaktır. Bu gelişmelerin hangi boyutlara geldiğini gösteren güncel bir başka gelişme de Milli Görüş hareketinin 30 yıllık lideri Erbakan’ın içine düştüğü panik durumudur. Koltuğunun altından alınmaya çalışılmasına tepki gösteren Erbakan’ın, bir salonda hitap ettiği partililerine Milli Gazete’yi en büyük gazete haline getirmek için yemin ettirmesi bile bunun işaretidir.
Kanal 7, Yeni Şafak, Akit ve Zaman’ı kontrol edemeyen Erbakan, onların Erdoğan’a ağırlık tanıyan tutumları nedeniyle elindeki emin olduğu son silahı daha iyi kullanmak güdüsü ile hareket etmiştir.
Erbakan’ın bu konuşmasının ekranlara yansımasından sonra, rakibi Erdoğan’ın sesi olan Yeni Şafak’ın Başyazarı Ahmet Taşgetiren’in alınganlık göstermesi ve bunu köşesinde “Bir siyaset üslubunun eleştirisi” (29 Haziran 2001) başlıklı yazısıyla ifade etmesi bile bu camiadaki kaynamanın boyutlarını göstermektedir.

EMEKÇİLERİ YEDEKLEME MANEVRALARI
Geçmişte ABD’nin “kızıl tehdit” olarak gördüğü Sovyetleri çevrelemek için ortaya attığı “Yeşil Kuşak” projesinin sağladığı elverişli iklimden beslenen ve buna paralel olarak evrilen iç dengeler içinde kendisine ihtiyaç duyulan “Milli Görüş”ün, bugün böyle bir muamele görmesi, “küreselleşme” politikaları ve içeride bu politikaları temsil eden güçlerin onu arka koltuğa alma ihtiyaçlarının bir sonucudur. Dolayısıyla işin buraya kadarki bölümü, sistemle ve egemen sınıflarla bu partinin arasındaki ilişkiye dairdir.
Olayın emekçi sınıfları daha doğrudan ilgilendiren yönünde ise ciddi tehlikeler gizlidir. Küreselleşme politikalarını temsil eden siyasal güçlerin ve medyanın Türkiye’de bugün bir umut gibi cilaladığı, “yeni” diye gösterdiği güçlerden birisi ABD’nin memuru Kemal Derviş ise, bir diğeri de Recep Tayyip Erdoğan etrafından kotarılan harekettir.
Kendisini “solcu” olarak adlandıran Kemal Derviş “laik” diye bölümlendirilen, Erdoğan da muhafazakâr olarak adlandırılan çevrelerin “küreselleşme” merkezinde toparlayacak, “sağdan” ve “soldan” YDD politikaları bakımından tehdit olarak görülen aşırılıkları törpüleyecek isimler gibi sunulmaktadır. Bunların hangisinin ne kadar tutup tutmayacağı da “bekleyip göreceğiz” diyerek açıklanamayacak bir şeydir. Keza, siyaseti, egemen güçlerin çekip çevirdiği bir alandan ibaret görenler zaten daha baştan kaybetmeye mahkûmdurlar.
Ülke kaynaklarının emperyalistlere peşkeş çekilmesine ve işçinin, emekçinin, çiftçinin açlığa mahkûm edilmesine hizmet eden Derviş programı, nasıl onun emekçi sınıflar gözündeki teşhiri için imkânları da genişletiyorsa, FP olayındaki gelişmeler de benzer özellikler göstermektedir.
Öncelikle bu hareket, tırmanışa geçtiği 1990’lı yılların başında, kendisini diğer düzen partilerinden ayırmak için kullandığı “Adil Düzen” sloganını bile terk etmiş, ev ev dolaşarak halkı kendi politikalarına kazanmayı bir kenara bırakarak diğer sermaye partileri gibi, siyaseti halkın dışında elitler eliyle yürütülen bir uğraş olarak görmeye başlamıştır. Kapatılma tehdidinden kurtulmak için, önceden “batıl” dediği Batıyı kutsayan bir siyasal yapılanmaya dönüşen bu hareketin Refah-yol döneminde uyguladığı politikalar için onun teşhiri bakımından zengin malzemeler sunmaktadır. RP’li belediyeler işçi çıkartma rekoru kırmış, önceden Siyonist denilen İsrail’le ikili anlaşmalar yine bu partinin iktidarı döneminde yaşanmıştır.

OKUNUP ÜFLENMİŞ LİBERALİZME KARŞI YENİ OLANAKLAR
FP’nin kapatılma süreci ise, FP kurmayları arasında tam bir koltuk kapma yarışına sahne olmuş, tüm burjuva partilerinde görülen entrikalar FP içinde de kıyasıya yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. AB’ye girmeyi, NATO’da kalmayı savunan her iki kanat da, “milli” söylemleri tamamen halkı kandırmak için kullanmaktadırlar.
Üstelik tüm bunlar, diğerlerinden farklı olmak adına, halkın dini inançları da kullanılarak yapılmaktadır. Kapatılan FP’nin içinden çıkacak bir oluşumun programı, emperyalist IMF politikalarına, yağma düzenine karşı tavır alıcı olmayacaktır. Böyle bir iddiaları da bulunmamaktadır. Bu hareketin bundan sonraki seyri, ayak bağı olarak görülen “ideoloji partisi” kimliğinden hızla uzaklaşma ve uyum bakımından kendisini sisteme kanıtlama, kabul ettirme yönünde olacaktır. Geçmişte, var olan sömürü düzenine karşı olmak, emperyalist yağmaya izin vermemek gibi duygu ve düşüncelerle RP-FP çizgisinden partilere oy vermiş olan emekçiler için, bu siyasi gelenek artık söylem düzeyinde bile bu iddiaları terk etmiş, kapitalizmin, emperyalist IMF programlarını, okuyup üfleyerek kabul ettirme misyonuna soyunmuştur.
Geçmişte RP-FP geleneğinin söyleminden etkilenmiş olan, işçi ve emekçilerin, kendi çıkarları etrafında birleşmeleri, kendi sınıf partilerinde örgütlenmeye yönelmeleri bakımından bugün fırsatlar, düne göre genişlemiştir. FP’nin kapatılması ile birlikte MHP’nin “transfer” telaşına düşmesi, DYP’nin büyük kentlerde, pankartlar yoluyla yaygın bir propaganda faaliyetine girişmesi bu fırsatı değerlendirme telaşının bir ürünüdür. Emekçi sınıflar, çıkarları açısından biri diğerinden farklı olmayan bu işbirlikçi sermaye partilerinin oyunlarını boşa çıkarmak, FP geleneğinin kendi tabanı olarak görerek sisteme yedeklemeye çalıştığı, yoksul halk kesimleri, işçi ve emekçiler içinde yaygın ve canlı bir çalışma ile mümkündür.

Temmuz 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑