Spekülatif sermaye krizi ve holding bankaları

Bankacılık sisteminin yaşadığı krizden, kulağa hoş gelen ‘yeniden yapılanmayla’ çıkılması amaçlanıyor. Kim için, kime göre yapılanma?
Gündemdeki yapılanma programı, bazı bankaların tasfiyesi, bazılarının da devlet kaynağı aktarılarak kurtarılmasıyla sağlanacak… Her iki yöntemde fatura, özelinde banka çalışanlarına ve genelinde emekçi halka kesilecek… Bankacılar kitlesel boyutta işten çıkarılacak, şubeler, hatta bankalar kapatılacak…
88 yıllık Türk Ticaret Bankası ve 75 yıllık Emlak Bankası’nın kapısına kilit vuruldu ve holding bankaları da iç borç takasıyla kurtarıldı…
Devlet Bakanı Kemal Derviş’in imzasıyla Uluslararası Para Fonu’na (IMF) verilen niyet mektubunda, her ne kadar ‘reel ekonomi’ ya da ‘güçlü ekonomi’ tanımlamaları yapılsa da, programın esasını para politikaları, daha doğrusu özel sermayeli ticaret bankalarını ‘ayağa kaldırmak’ oluşturuyor.
Devlet bankalarının bir an önce özelleştirilmesi amacıyla, idari ve faaliyetleriyle ilgili yeni kararlar peşi sıra alındı. Özellikle devlet bankalarının ‘görev zararı’ gibi bir anlamda ‘bilânço oyunlarını’ da içeren yöntemlerle ve özel sermayeli bankalara kaynak aktarımıyla, bankaların gözden çıkarılmasının ön çalışması denilecek uygulamalar sonucunda, devlet bankaları bir nevi psikolojik savaş yöntemiyle ekonominin ‘kamburu’ olarak gösterildi.
Ekonominin dolara endeksli yapılanımı arttıkça, sistemin krizi de derinleşti…
ABD Doları’na göbekten bağlı ekonomide, özellikle ‘paradan para kazanmak’ olarak tanımlanacak ‘kumarhane kapitalizmi’ güçlendi, üretken sermaye işlemleri ve sanayi işletmeciliği geri planda kaldı; gün spekülatif sermayenin günü…
Üretimde tıkanıklık yaşanırken ekonomide, kişi başına ulusal gelir de, 1990 sonrasında 3 bin dolara demir attı… 1990’da 2 bin 682 dolar olan kişi başına ulusal gelir, 1993’te 3 bin 56 dolara yükseldi, ama Çiller’in de ‘başarısıyla’ 1994’te 2 bin 161 dolara indi; ancak 1997’de 3 bin doları aştı (3.105 dolar); 1998’de 3 bin 247 dolara kadar çıktı ve 1999’da tekrar 2 bin 880 dolara geriledi, 2000’de nihayet 3 bin 60 dolara ulaşabildi ama hâlâ 1993 yılı düzeyinde; 2001’de küçülmenin yüzde 5 dolayında olacağı varsayımı dikkate alındığında, 2001’de yine 2 bin dolarlara belki de 1990’ların başı bir seviyeye inecek.
1990–2000 döneminde ekonomide bu denli krizli bir dönemin yaşandığı ve kişi başına ulusal gelirin 3 bin doları aşamadığı bir dönemin ardından, hâlâ ‘piyasalar piyasalar’ diyenler, genelde burjuvazinin özelde ise bankalar lobisinin birer propagandistidirler…
Kişi başına ulusal gelirde böylesi bir durgunluğun yaşandığı bu yıllarda büyüme ortalama olarak yüzde 3 civarında gerçekleşti, ama reel faiz tam yüzde 32 gibi (Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, sayfa 2) dünyanın hiçbir ekonomisinin kaldıramayacağı düzeyde oluştu ve deniz bitti… Ekonominin böylesi yüksek faiz afyonuna bağımlılığının artmasının sonucunda bugün, bütçenin vergi gelirleri sırf borç faizine bile yetmiyor.
Bu, genelde kapitalizmin, özelde spekülatif sermayenin bir mucizesidir…
Bütçenin faize ve dolayısıyla borç verenlere ipoteklendiği bu dönemde, devlet bankalarının sektördeki (aktif, kredi ve mevduat açılarından) payı ciddi oranda küçülürken, özel sermayeli yani holding bankalarının payının sürekli büyümesi bir tesadüf olmasa gerek.
Bunlar, aynı zamanda kapitalizmin krizinin de önemli bir yönüne işaret ediyor. Bu, aslında kumarhane kapitalizminin derinleştirdiği bir krizdir, para piyasaları özelinde ise holding bankacılığı krizidir.
Bakan Derviş’in şekerciliğin, tütüncülüğün bitirilmesi ve Telekom’a yönetici atanması gibi ‘tapusal’ bedeller karşılığında dışardan bulabildiği borcun 15 milyar doları geçtiği bir sırada, devletleştirilen holding bankalarına bir kalemde tam 12 milyar dolar aktarılması (Engin Akçakoca, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı, Hürriyet, 10 Mayıs 2001), krizin gerçek adresine işaret ediyor. Aktarma hâlâ devam ediyor; dipsiz bir kuyu…
Fona devredilmeyen holding bankalarına da Derviş ‘icadı’ takasla kaynak aktarıldı…
Türkiye Bankalar Birliği’nin, Bankalarımız 2000 raporu incelendiğinde, sektörün bu yapısal sorunlarını görmek mümkündür.
İktisat Bankası (15 Mart 2001) ve Ulusal Bank (28 Şubat 2001) bu yılın başında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredildiği için, Türkiye Bankalar Birliği’nin, batık bankalarla ilgili verileri sadece 11 bankayı ve 2000 yılını kapsamaktadır. İktisat Bankası geçen yılda 874 trilyon 81 milyar lira, Ulusal Bank da 94 trilyon 297 milyar lira zarar etti. Bu durumda fondaki bankaların zararları toplamı 4 katrilyon 278 trilyon 305 milyar liradır. Ayrıca aktifleri ve diğer verileri de buna göre değişmektedir. (Bkz. tablo 1)

SEKTÖRE BATIK BANKA DARBESİ – Tablo-1
(2000 – trilyon TL; döviz açığı, milyon dolar)

Kamu         Özel         Yabancı     Fon
Bankaları     Bankalar    Bankalar     Bankaları     Sektör
Aktif            35705        49434        5645        8862        104283
Kredi            9221        18644        366        2224        34213   
Mevduat        27606        29792        2217        8827        68442
Net Kar/Zarar        -177        529        34        -3310        -2709
Batık Kredi        1153        1138        28        1569        3940
Döviz Açığı        -652        -11474        -1532        -3960        -17301
AÇIKLAMA        Kalkınma ve yatırım bankaları hariç

‘PARADAN PARA KAZANMA’ KAPİTALİZMİ
1980 sonrası 24 Ocak ekonomisi ve 12 Eylül siyasetiyle, sermayenin ‘yeniden’ yapılandırılmasına yönelik politikalar izlendi… İdeologlar tarafından bunun gerekçesi de “dünyada şunlar yaşanıyor, Ankara bunun dışında kalamaz” şeklinde özetlendi.
1 Temmuz 1980’de faiz oranlan serbest bırakıldı. 2 Mayıs 1981’de kurlarda günlük ayarlama sistemine geçildi. ANAP’ın hükümet olmasının haftasında, 29 Aralık 1983’te alınan kararlarla kambiyo rejiminde serbestleşme dönemi başladı. 8–9 Ağustos 1989’da 32 sayılı kararnameyle sermaye hareketlerinde serbestleşme dönemi başlatıldı. TL’nin de konvertibl bir para olduğu açıklandı. Fakat tercih edilen TL değil, dolardı.
Artık TL’nin erimesi, engellenemez oldu; sıcak para politikasıyla günlük istikrar nutukları atıldı. Böylece kurdaki hareketlenme, piyasalardaki özellikle spekülatif hareketlerin etkinliğinde bugüne kadar süregeldi. Bunun sonucu olarak, 1989’da 2 bin 120 lira olan 1 doların değeri, 1995’te 45 bin 705 liraya, 2000’de de 676 bine ve 22 Haziran 2001’de de 1 milyon 285 bin liraya yükseldi.
Kambiyo piyasasındaki serbestleşme ve konvertibiliteye geçişle, kriz derinleşti, büyümenin istikrarsız özelliği daha da arttı, enflasyon dizginlenemez oldu. Son 20 yılda önceki dönemlere kıyasla yıllık ortalama, hem enflasyon daha da arttı hem de büyüme oranı küçüldü (Özgürlük Dünyası, s. 109, Mart-Nisan 2001, sayfa 15). 1960’tan 1980’lere kadar yıllık ortalama yüzde 6’ya yakın düzeyde gerçekleşen büyüme oranı, 1980 sonrasında yüzde 4’ün altında kaldı. Yıllık ortalama, 1960–70 döneminde yüzde 5,5’i geçen enflasyon oranı, 1970-’80 döneminde yüzde 25 düzeyinde gerçekleşti. Daha sonraki dönemde ise bu oran, yüzde 65’i aştı.
Üretimin tıkandığı bir ekonomik yapıda, sermaye transferinin bir aracı olarak fiyat politikalarına öncelik verildi. 1990’larda, 1940’ın ilk yarısındaki, yani İkinci Dünya Savaşı enflasyon ve küçülme oranı rekorları yenilendi.
Döviz, para ve sermaye piyasalarını ‘oluşturmaya ve güçlendirmeye’ yönelik politikaların sonucunda, finans sermayesi olarak spekülatif sermaye, sistem içinde sanayi, ticaret sermayesinin önüne geçip her geçen gün palazlanarak ilerledi.
Paradan para kazanma ilişkileri güçlendirildi…
Düne kadar sanayi, ticaret ve finans alanında görülen yerli ve yabancı sermaye işbirliği, tamamen spekülatif alanı da kapsadı. Böylesi bir işbirliğinin sonucunda, Merkez Bankası ve Hazine’nin kontrol edebileceği büyüklüğün üzerinde spekülatif amaçlı likidite oluştu.
Türkiye’nin gayri safi milli hâsılasının (GSMH-ulusal gelir) 124 katrilyon 406 trilyon lira olduğu 2000 yılında, borsadaki hisselerin işlem hacmi ve özel sektörün diğer menkul kıymetler işlem hacmi 111,9 katrilyon, bono-tahvil piyasası işlem hacmi tam 1.005 (yani, bin beş) katrilyon 669,9 trilyon ve repo piyasası işlem hacmi 554,1 katrilyon olup, toplamı 1.671 (bin altı yüz yetmiş bir) katrilyon 732,1 trilyon lirayı aştı. Merkez Bankası verilerine göre, 2000 yılı Merkez Bankası döviz ve efektif işlem hacmi 179 milyar 924 milyon dolar (Merkez Bankası, Yıllık Rapor 2000, sayfa 91). Buna, yarısı kadar sokakta döviz büfelerindeki işlemler de eklendiğinde toplam, 269,9 milyar dolara, ortalama kurdan 165 katrilyon 794,5 trilyona yaklaştı. Böylece 2000 yılında spekülatif sermayenin, ‘at oynattığı’ piyasaların toplamı 1.837 (yani bin sekiz yüz otuz yedi) katrilyon 526,6 trilyona ulaştı.
124,4 katrilyonluk bir değerin yaratıldığı ekonomide, spekülatif sermayenin (tahmini) işlem hacmi 1.837,5 (bin sekiz yüz otuz yedi buçuk) katrilyon liradır. Reel değerin yaratılmadığı piyasaların hacmi, reel ekonomiden 14,77 misli daha büyüktür. Bu oran, ekonominin küçüldüğü 1999 yılında 18,35’ti. 1995–2000 döneminde bu oran artış kaydetti. Dünya ölçeğinde Türkiye’deki oran küçük olabilir, ama Türkiye ekonomisi de uluslararası platformda çok da büyük değildir. Ekonominin bugünkü potansiyeli, bunun bile tahribatı altında kaldığı içindir ki, spekülatif sermaye hareketleri, Kasım ve Şubat krizlerinde önemli bir rol oynamıştır… Ufukta yeni sinyaller de yok değil, kriz üretmekte hayli gayretli bir ‘sermaye birikimi yapısı’ var… (Bkz. tablo 2)

MALİ PİYASALAR VE ULUSAL GELİR – Tablo-2
(1995 – 2000; trilyon TL)

Özel Sektör     Kamu                 Döviz ve              Ulusal
Kıymetleri     Kıymetleri      Repo         Efektif         Toplam (A)     Gelir (B)     (A/B)
1995    2.2673,9    22.247,6    5.782,0    –        30.703,5    7.855,0    3,61
1996    3.456,4    73.980,1    18.340,0    –        95.776,5    14.978,0    6,39
1997    9.284,7    185.792,8    58.192,0    –        253.269,5    29.393,0    8,62
1998    18.173,8    298.585,0    97.278,0    24.571,3    438.608,1    53.518,0    8,20
1999    37.070,2    1.085.422,4    250.724,0    63.370,5    1.436.587,1    78.283,0    18,35
2000    111.941.2    1.005.669,9    554.121,0    165.794,5    1.837.526,6    124.406,0    14,77
(Özel sektör ve kamu kıymetleri: Hisse senedi, tahvil, bono, ve diğer menkul kıymetler.
Döviz ve efektif piyasası, Merkez Bankasının bankalararası verileri ile bu yapı dışında büfelerdeki işlemin, Merkez Banka işlemin %50’si kadar olacağı varsayımla toplam hesaplandı. Kaynak; SPK, IMKB ve TCMB.)

Piyasa tapıcı ekonomistlerin yorumu da, piyasalar ‘Kâbe’sine göre oluyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda hisselerin ortalama fiyatının yüzde 485,6 oranında artması, yani hisselerin yüzde 485,6 kazandırması piyasaların önemli bir tepkisi olarak değerlendirildiği 1999 yılında, ekonominin yüzde 6,1 oranında küçülmesi ise görmezden gelindi; küçülen ekonomide, borsanın nereden kazandırdığı kulak arkasına atıldı. Bunlar için varsa da yoksa da, paradan para kazanmak, üretim, istihdam ve yatırım, göz ardı edilmesi gereken unsurlar. Bunun içindir ki, akşama kadar televizyonlarda saatlik, hatta dakikalık ekonomi lafı yapanların tek derdi, borsa, döviz ve faiz üçgeni…
Yani mal ve hizmet piyasası, yine sistemin adlandırmasıyla emek piyasasını göz ardı edenler, döviz, para ve hisse senedi piyasalarını esas aldı. Çünkü spekülatif sermayenin bu piyasaları yükselen değerler olarak öne çıkarıldı.
Döviz piyasasının sistemdeki rolü özellikle sıcak para olarak bilinen kısa vadeli yabancı sermayenin girişiyle artırıldı.
TL’nin tahtı da sarsıldı; döviz, tasarruf aracı olmada TC’nin resmi para birimi TL’yi bile solladı. 1990’da 100 liralık TL tasarruf mevduatına karşın, 69,2 lira döviz mevduatı vardı. Bu miktar, 2000 yılında 155,5 liraya yükseldi. Yani 10 yılda tasarruf aracı olmada ABD Doları, resmi para TL’nin yerini aldı. 1990 yılında 22,5 trilyon lira olan döviz tevdiat hesabı, 1.240 misli artarak geçen yılda 27,9 katrilyona yükseldi, aynı dönemde tasarruf mevduatı ise 549,1 misli büyüyerek 32,6 trilyondan ancak 17,9 katrilyona çıktı.
Ayrıca Hazine’nin garantisiyle özellikle bankaların dışarıdan borçlanmasıyla ve sıcak paranın da bono, hisse senedi ve döviz piyasasında işlemler yapmasıyla, döviz piyasasının rolü daha arttı. Bankaların döviz varlıklarının, döviz yükümlülüklerini karşılayamaması, yani döviz pozisyonu açığı nedeniyle, döviz piyasasında ani gelişmelerin bir nedeni de bankalardır. 19 Şubat’ta da böylesi bir talep yaşandı. Ve arkasından izlediğimiz ve yaşadığımız ‘sahneler oynandı’…
Döviz gelirlerinin yetersizliği nedeniyle, sıcak paranın zaman zaman ani yurtdışına çıkış yapmasıyla, ekonomi sık aralıklarla dalgalandı… Bu, sadece döviz piyasasıyla sınırlı kalmayarak, para ve sermaye piyasasına da yansıdı…
Sıcak para çıkışından kaynaklanan krizi yaşayan Malezya, dövize (sıcak paraya) belli bir süre ülkede kalma zorunluluğu getirilmesi gibi sınırlamaları içeren politikaları uyguladı (Fatih Özatay ve Güven Sak, Radikale dizi ve Ekorehber, 30 Mart 2001). Malezya’nın önemli gelişmeler sağladığı da ifade ediliyor. Türkiye’de sıcak para sahiplerinin ve içerdeki işbirlikçilerinin öne sürdüğü ‘piyasalara müdahale yapılamaz’ politikası nedeniyle, Malezya’nın sınırlamaya yönelik politikası görmezden gelindi.
Spekülatif sermayenin, döviz gelirlerinin yetersizliği nedeniyle bu piyasada kolayca hareketlenmeye neden olabildiğini, en yakın Kasım ve Şubat kriziyle görme imkânı bulduk.
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Akın İzmirlioğlu da, sermayenin spekülatif hareketleriyle ve sıcak para politikasıyla krizler arasındaki bağlantıya dikkat çekmek zorunda kaldı (4 Mayıs 2001 tarihli açıklaması). Nihayet. Fakat Malezya benzeri bir politikayı önerme cesareti de gösteremedi.
Merkez Bankası başkan yardımcılığına atanan Fatih Özatay, bu göreve başlamadan bir gün öncesinde Radikal’deki köşesinde bir dizi makale yazmaya başladı ve makalesini numaralandırdı, ama ataması nedeniyle yarım kaldı. Özatay, bu makalesinde döviz piyasasında belirli sınırlamalara gidilmesi gereği üzerinde durdu (Radikal, 16 Mayıs 2001). Bakalım, bürokrat oldu, söylediğini yapabilecek mi? Öncelikle sıcak para denetlenmeli…
Reel sektör temsilcileri de faizden, repodan kazanmayı tatlı bulunca, bu alanın sermayedarlarıyla yaşanılan çelişki, ancak krizde spekülatif sermayenin rolü ortaya çıktıkça sesini yükseltmeye başladı.
Sermayenin ve sermayedarın sanayi, finans, ticari veya “spekülatif” ayrımı, mekanik olarak anlaşılmamalı. Çünkü bilinen holdinglerin bu alanın her biriyle doğrudan ilişkisi vardır.
Borsada işlemlerin hâlâ hamiline yapılması, spekülatif sermaye gelirinin vergilendirilmemesi, sistemin bir ekonomi politikasıdır. Asgari ücretli yüzde 15 vergi ödüyor, ya bonodan ve borsadan trilyonları götürenlerse, kuruş ödemeyeceklerdir: “2000”de banka faizi, döviz tevdiat hesabı ve repo geliri olanlar, tutarı ne olursa olsun beyan etmeyecekler ve vergi de ödemeyecekler… Mevcut yasaya göre 2000 yılında, borsadan 10 milyar, 100 milyar, hatta 1 trilyon lira ve daha fazla kazanç sağlayanlar da vergi ödemeyeceklerdir.” (Prof. Dr. Şükrü Kızılot, Sabah, 7 Mart 2001)
Krize karşın, spekülatif sermayenin kazançlarının bugünkü koşullarda bile vergilendirilememesi, bu alanın etkini bankalar lobisinin ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir.

SİLAHSIZ SOYGUN: HORTUMLAMA
Soygunun bilinen tanımlamasına uygun olarak yapılanı silahlı olanıdır. Kapitalizm, emek gücünü ‘özgürleştirmesi’ ve feodalizmin ekonomi dışı zorunu ortadan kaldırması gibi, soygunda da benzer bir değişimi gerçekleştirdi.
Artık 21’inci yüzyıl dünyasında soygun, politik ve bürokratik kurmayların el birliğiyle silahsız olarak yapılıyor.
Ekonomi literatürüne Ankara’nın katkısı olarak geçecek olan ‘hortumlama’ silahsız yapılan bir soygun türüdür…
Önce her bir holdinge birer banka kurduruldu, arkasından içinin boşaltılması işleminin tamamlanmasıyla bu bankalar devletleştirilerek, operasyon tamamlandı.
Bugün ise, bankacılık sisteminde, holding bankalarının devletleştirilmesiyle yaşanılan krizi, devlet bankalarının görev zararıyla perdelemeye yönelik bir psikolojik harekât yaşanıyor. 1 Temmuz’da kapatılacak olan Türkbank hariç, devletleştirilen 12 bankanın hepsi de holding bankalarıdır. 2000 yılı zararı 4,3 katrilyona yaklaştı.
1990’lı yıllarda, sistemde devlet bankalarının sektörel payı azalırken, holding bankalarının payıysa arttı. Böylesi yapısal bir değişimin sonucu olarak, holding bankalarının silahsız olarak soyulmasına, yani hortumlanmasına bağlı olarak sistemde, hem bankaların içinin boşaltılması ve devlet bankaları kaynaklarına el konulması, hem de öz sermayelerinin yetersizliği gibi nedenlerle sektörde bir holding bankacılığı krizi yaşanıyor.
Bu krizin sektörü etkileme boyutuna göre, 1990’lı yılların ikinci yansından itibaren kârlılığı hızla azaldığı, fondaki bankalar nedeniyle zarar arttığı için geçen yılın sonunda sektörün dönemsel zararı 2 katrilyona yaklaştı.
Bu artış, bir anlamda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu yönetiminde olan holding bankalarından kaynaklanıyor, içinin boşaltılması sonucudur ki, bu bankalar devletleştirildi.
Bir yandan devlet bankalarının özelleştirilmesi her fırsatta tekrar edilirken, diğer yandan holding bankaları devletleştiriliyor; sistemin paradoksu…
Bankalar Kanunu’nun gerek parça parça gerekse bütün olarak sık sık değiştirilmesinin -1999 Haziran ayından bugüne önce tüm bankalar kanunu değiştirildi, arkasından iki kere daha birçok maddesi değiştirildi ve bugün tümden değiştirilmesinin yeniden gündemde tutulmasının- paylaşım kavgasıyla doğrudan ilişkisi olsa gerek. Yoksa bu bir tesadüfle ya da bilmezlikle açıklanamaz.
Koçbank Yönetim Kurulu Başkanı Burhan Karaçam’ın -1990’lı yıllarda Yapı ve Kredi Bankası Genel Müdürü- sistemi içerden iyi bilen birisi olarak, yapılan yasal düzenlemelerin sorunların çözümünü sağlamayacağı iddiasında bulunurken, isim vererek ‘holding bankacılığı’ üzerinde durması dikkat çekicidir (Hürriyet, 3 Haziran 2001).
Holding bankacılığı buhranı olarak bankacılık sistemin yaşadığı kriz, kamu bankalarına havale edilmek isteniyor. Kamu bankalarının görev zararını sistemdeki ana sorun olarak göstermekle, kriz perdelenmeye çalışılıyor. (Özgürlük Dünyası, s. 109, Mart-Nisan 2001, sayfa 27–28) Bundan, devlet bankalarının sorunsuzluğu anlaşılmamalıdır.
Elbette bankacılık sisteminin krizi, devlet kapitalizminden de soyutlanamaz…
Bir yandan devletleştirmeler krizi derinleştirirken, diğer yandan da bankacılık sektörü devletleştirildi… Sektörün tüm yükümlülükleri devlet tarafından üstlenildi. Böylece devlet kapitalizminin etkinliği genişletildi… Sistemdeki böylesi bir durumu maskelemek isteyenlerin, çözüm denildiğinde akıllarına ilk gelen, devlet bankaların hemen elden çıkarılması oluyor. Bakan Derviş’le bu muratlarına ereceklermiş gibi görünüyor…
Sayıştay’ın 2000 Yılı Mali Raporu, görev zararında yaşanılan gerçeği ortaya koyuyor. Görev zararına piyasa rayicinin birkaç misli üzerinde yüzde 300’e varan oranda faiz uygulanması nedeniyle, 1993 yılının 315 milyon doları, 1997’de yapılan 712 milyon dolarlık ödemeye rağmen, 1999’da tam 11 milyar dolara ulaştı. Aynı faiz oranının uygulanması halinde, bu miktar 2002’de 34 milyar dolar olacak. Rakamsal şişkinlik devlet bankalarının zararını arttırıyor. Bu da, devlet bankalarının hedef tahtasına kolaylıkla konulmasını sağlıyor.
Bugün holding bankaları en resmi ağızdan, Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Şükrü Binay tarafından şöyle yorumlandı: “Özel bankalar kurumsallaşmayı sağlamalılar. Eğer bunu yapamazlarsa, dışardan banka ithal ederiz. Bundan da utanmam” (İstanbul’da Finans Dünyası Dergisi toplantısı, 14 Haziran 2001; Dünya, 15 Haziran 2001). Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Ali İhsan Karacan da, (öncesinde Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı idi) ertesi gün yanıt verdi: “Önce Merkez Bankası ithal et” (Dünya, 16 Haziran 2001).
En iyisi, her ikisinin kurumlarından kurtulmak!

“KKTC’DE 40 MİLYAR DOLAR AKLANIYOR”
Holding bankalarının içini boşaltanlar, politik ve bürokratik kurmayların da desteğiyle değişik yöntemler uyguladı. Bunlardan birisi off-shore bankası kurmaktı.
Bu uygulamada KKTC, bir nevi pilot bölge seçildi…
Devletleştirilen her banka ve hatta kayıt-dışı işlemlerde sağlanan parayı aklamayı amaçlayanlar, KKTC’de birer off-shore banka kurdu. 33 özel makam arabası olan Denktaş da [Sabah, 27 Temmuz 2000), yıllardır değişmeyen lider konumunda olup, off-shore’un kaymağı yağlı geldiği için sesini çıkarmadı…
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Civelek’in, Denktaş’ın KKTC’sinde para piyasalarına yönelik yaptığı değerlendirme çok dikkat çekici. Civelek, kumar turizmiyle KKTC’de aklanan paranın 40 milyar dolar olduğunu ve bu paranın kaynağının da eroin ve uyuşturucu olduğunu iddia etti. KKTC’de 80 bankanın 44 tanesinin off-shore bankası olduğunu ve mevduat toplamının da 800 milyon dolar olduğunu hatırlatan Civelek, işte bu off-shore bankaların bulunmasını da kara-paranın varlığına bağladı. [Dünya, 27 Haziran 2000). Bu tür ekonomik ilişkilerle olsa gerek Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in mafya merkezi olarak tanımlandı (Dr. Cengiz Aktar, Radikal 14 Kasım 2000).
Yavru bu haldeyse…
Türkiye ile ilgili yapılan yorumlar da, KKTC’den farksız. “Uyuşturucuya polis yol veriyor. 100 milyar dolarlık uyuşturucu 25 yıldır böyle geçer” (MHP Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici, Radikal, 12 Haziran 2000).
“Eroin sıkıyönetimlerle yerleşti. Eroinle ilgili konuşanlar öldürüldü hep. Uğur Mumcu, Susurluk’a giden yolun uyuşturucuyla döşendiğini görmüştü ki onu da götürdüler… Eroin bürokrasiyi satın alıyor… Interpol Şefi, ‘İstanbul polisine verdiğimiz bilgi kaçakçılara gidiyor’ dedi” (Prof. Dr. Doğu Ergil, Radikal, 19 Haziran 2000).
Susurluk Davası sanığı Yaşar Öz, ABD’ye uyuşturucu ihraç ettiği gerekçesiyle 15 yıl ceza aldı. Öz, ifadesinde, “Ağar’ın benden ricaları oldu” dedi. (Cumhuriyet, 20 Haziran 2000)
KKTC Bankalar Birliği Başkanı C. Yenal Musannif da, sürekli gündemde olan kara-para aklama faaliyetiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Aslında kara-para aklama yeri KKTC değil, TC’dir” (Dünya, 13 Kasım 2000).
TC’nin yardımlarıyla ekonomik faaliyetini sürdüren KKTC’de 1997–1999 arasında 580 milyon dolar yardıma rağmen, bankalar krizi yaşandı. (Milliyet, 7 Ocak 2000). KKTC’nin batık banka tartışması, KKTC’nin ikilisi Denktaş-Eroğlu’nun kapışmasına neden oldu [Hürriyet, 24 Eylül 2000). KKTC’de banka sahibi Denktaş’ın dünürü (bugünkü Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın kayınbabası) batık bankacı Salih Boyacı, geçen yılın eylül ortasında bankacılık krizi nedeniyle TC’nin gönderdiği 25 milyon doların 12,5 milyon dolarını da bir hafta içinde ‘hiç’ etti [Yeni Binyıl, 28 Eylül 2000; Sabah 26 Eylül 2000).
Önce Güney Kıbrıs’a oradan Romanya’ya kaçan batık KKTC’li bankacı Elmas Güzelyurt, kendisinin ‘Rum pasaportunun’ olduğunun hatırlatılması üzerine, KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’nun da ‘Rum pasaportunun’ olduğunu söyledi [Hürriyet, 25 Eylül 2000).
KKTC’deki batık banka vurgununu 150 trilyon lira olarak açıklayan KKTC Başbakanı Eroğlu, para piyasalarıyla ilgili durumu şöyle özetliyordu: 1992 yılından beri bankalar denetlenmedi ve KKTC Merkez Bankası Başkanı da bilgi gizledi, bizleri yeterince bilgilendirmedi (Dünya, 13 Kasım 2000).
Kayıt-dışı harcama bir nevi devlet politikasıdır. Kayıt-dışı harcama yine TC’nin bir organı olan Sayıştay tarafından bizzat tespit edildi ve raporlaştırıldı. 1971–2000 döneminde kayıt-dışı bütçe giderleri toplamı 116 milyar doları aştı. Yani 116 milyar dolarlık harcama, devletin bilinen denetim mekanizması dışında yapıldı. (Sayıştay, 2000 Mali Yılı Raporu, sayfa, 12) 1999 yılında tespit edilen kayıt-dışı harcama toplamı 610 trilyon olup, bunun 217 trilyonu Milli Savunma Bakanlığı, 32 trilyonu Emniyet Genel Müdürlüğü, 360 milyarı da Ulaştırma Bakanlığı gibi kurumlar tarafından yapılmıştır. (Sayıştay temsilcisi, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda konuştu, 16 Kasım 2000).
Kayıt-dışı ekonomik faaliyetlerin arttığı dönemde ‘çıktı’ vurguncuların olması, holding bankalarının palazlanması bir tesadüf değildir. KKTC sevgisinde böylesi bir faktörün olduğunu, açıklamalardan çıkarmak mümkündür.

FİNANS SERMAYESİ İHRACI
1990’lı yıllarda bankalar, bir biçimde giren parayı, sistem içine çekmek amacıyla gündeme gelen off-shore bankaların yanı sıra, yurtdışında daha öncesinden beri var olan temsilcilik ve şube açma ağını bizzat banka kurarak daha da güçlendirdi. Sermaye ihracında bulundular.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, bankaların yurtdışında 101 tane şube ve temsilcisi var. Ülkeler sıralamasında 43 şube ve temsilcilikle Almanya başı çekiyor. Bunu 13’le KKTC, 8’le Bahreyn, 6’şar taneyle İngiltere ve Malta, 4’le ABD, 3’er taneyle Hollanda, Belçika, İsviçre, Rusya, 2’şer taneyle Fransa ve Lüksemburg, 1’er taneyle Avusturya, Çin, Gürcistan, İran, Makedonya izledi.
Şube ve temsilciliği olan bankalar arasında Ziraat Bankası da ilk sırayı alıyor.
Bankaların yurtdışında toplam 89 tane mali iştiraki ya da bağlı ortaklığı var. Bu ülkeler arasında KKTC, Kazakistan, Özbekistan, Almanya, Azerbaycan, Bosna, Hollanda, İrlanda, İzlanda, Romanya, Bulgaristan, Fransa, İsviçre, Rusya, Malta, Cayman Adaları, Lüksemburg, Avusturya, İngiltere var.
Garanti Bankası’nın 9, Ziraat Bankası ve Demirbank’ın 7, Finansbank’ın 6, Osmanlı Bankası’nın 5; Vakıflar Bankası ile Yapı Kredi Bankası’nın 4’er; Kentbank, Koçbank, Şekerbank, Dışbank, Körfezbank ve Halk Bankası’nın 3’er tane; Akbank, Alternatif Bank, İş Bankası, iktisat Bankası, Bank Ekspres, TEB, Oyakbank, Sümerbank, Yaşarbank ve Emlak Bankası’nın 2’şer tane; Pamukbank, GSD Yatırım Bankası, Okan Yatırım Bankası, Tekstilbank, Toprakbank, Egebank, Esbank, Bayındırbank ve EGS Bank’ın 1’er tane iştiraki ya da ortaklığı var.
Kayıt-dışı paraları aklama ekonomik faaliyetinin bir gereği olarak, içerdeki ve dışarıdaki mali kanallar kullanıldı.
Etibank’ı batırmak ‘iddiasıyla’ tutuklanan Sabah Gazetesi sahibi Dinç Bilgin’in New York Bank Off-Shore, kredi listesi bu anlamda çok önemlidir. [HaberTürk, 23 Mart 2001; Haberatak, 6 Nisan 2001).

DOLARİZASYON AÇMAZI
Bugünkü ekonomik ilişkide sistemin esas para birimi döviz ve özellikle dolardır. ABD’nin kendi parası olan doları ihraç etmesinin hiçbir maliyeti yok, ama dünyada hâkimiyetinin ispatlanması anlamında önemli bir imkândır. Dünya parası düzeyinde doların işlem görmesi, dış ekonomik ilişkilerde ABD lehine olanaklar sağlıyor. Kaynağa gerek duyması halinde ABD, Türkiye’deki gibi para matbuatını sık sık çalıştırmasa dahi faizi biraz yükseltmesi halinde hemen çekim merkezi olabilmektedir; ya da tersi bir operasyon da yapılabilmektedir.
Mali piyasalarda “spekülatif amaçlı” finansal işlemlerin artmasıyla, dünyada dolar işlem hacmi şişiyor ve bunun yarattığı sorunlar da sürekli artıyor. Dünya kumarhane kapitalizmi işlem hacminin günlük 1,5 trilyon dolar ve yıllık da 550 trilyon dolar gibi bir şişkinliğe ulaşmasına karşın dünya reel ticareti yani ihracatı ve ithalatı toplamıysa 12–15 trilyon dolardır. Dünya reel ticaret hacmi, kumarhane kapitalizmi tarafından en fazla 10 günde gerçekleştirilen bir işlem hacmidir. Kumarhane kapitalizminin bu şişkinliği, kapitalizmin kendi kendinin kurdu olduğu değerlendirmesine imkân veriyor.
Dünya kumarhane kapitalizminin Türkiye masasında ne gibi zarların atıldığının hem yaşayanı hem de şahidiyiz…
Sıcak para politikasının bir gereği olarak dışardan döviz borçlanıp bunu içerde TL’ye çeviren bankaların mali yapılarında döviz yükümlülüklerinin artmasından ve döviz varlıklarının azalmasından doğan döviz açığı, sistemi zorlar bir miktara ulaştı.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, 2000 yılında aktifleri toplamı 148,3 milyar dolar olan ticari bankaların döviz açığı, 17 milyar dolardır. Yani bu bankaların döviz borçlan, döviz varlıklarından 17 milyar dolar daha fazladır. Oysa bu miktar 1999’da 13,1 milyar dolardı. Buna göre, sistemin döviz açığı 2000 yılında tam 4 milyar dolar artmıştır. Birkaç 100 milyon dolarlık ‘ani’ işleme karşı duyarlı olan piyasada, bu denli açığın faturası, finansal etken olarak Kasım ve Şubat krizlerinde kendisini açığa vurdu…
Kalkınma ve yatırım bankalarının döviz varlıklarının, borçlarından daha fazla olması nedeniyle sistemin açığı 17 milyar dolardır. Ticari bankaların toplam döviz açığı, 1999’a göre 4,3 milyar dolar artarak 17,6 milyar dolara çıktı. 17,6 milyar dolarda devlet bankalarının payı 652 milyon dolar, özel sermayeli ticaret bankalarınınki 11,5 milyar dolar, batık bankalarınki 3,9 milyar dolar ve yabancı bankaların da 1,5 milyar dolardır.
Tüm bunlar, sistemin döviz pozisyonu açığının özel sermayeli ticari bankalardan kaynaklandığını gösteriyor. Sistemin döviz açığı sorunu, aslında özel sermayeli ticari bankaların sorunudur.
İç borç senetlerin dövize endeksli tahvile dönüştürülmesi yani takas yapılması bu anlamda sistem için çok önemlidir.
2001 ve 2002 vadeli iç borç senetlerinin vadelerinin uzatılmasıyla ilgili yapılan takasın (aslında bir konsolidasyondur), yeniden gündeme geleceği ufak ufak dillendirilmeye başlandı. Bugünkü net 8 milyar doları aşan takas, aslında holding bankaların döviz açığını önemli oranda azaltmaya ve ek olarak da kârlılıklarını artırmaya yönelik bir operasyondur. Batmayanlara yönelik bir harekâttır…
Londra piyasasında (Libor) yüzde 3,9 ve yurtiçi bankalarda yüzde 7-8 olan doların yıllık faizi, takasta yüzde 15’e yaklaştı. Yani dolara yıllık yüzde 7–8 faiz veren bir banka, elindeki iç borç senetlerini yıllık yüzde 15 dolar faiziyle sattı. Dolar faizindeki bu denli uçurumun İstanbul Sanayi Odası Meclis Başkanı Ömer Dinçkök’ün de dikkatini çekmesi (İSO toplantısı, 20 Haziran 2001), soygunun boyutu açısından çok önemlidir. Oysa Bakan Derviş, bir gün öncesinde (19 Haziran’da) TÜSİAD üyelerine takasın başarılı olduğunu anlatmış ve alkışlanmıştı.
TL faiz yükünü dolar faiz yüküne dönüştürmenin adı olan takas, batmayan bankaları rahatlatmanın ve devletten holding bankalarına kaynak aktarmanın adıdır.
Bankacılık sisteminde döviz cinsinden aktiflerin, yani varlıkların, döviz cinsinden pasiflere, yani yükümlüklere oranı, 1990–2000 döneminde devlet bankaları dışında, hem sektörel olarak hem de holding ile yabancı banka gruplarında sürekli azaldı. (Bkz. tablo 3) 1990’larda her 100 dolarlık yükümlülüğe karşın devlet bankalarında 83,5 dolar olan varlıklar miktarı, holding bankalarında ise 88,7 dolardı. 2000’e gelindiğinde devlet bankalarındaki varlık miktarı 93,8 dolara çıkarken, holding bankalarındaysa 74,2 dolara geriledi.
Döviz cinsinden likit varlıkların, döviz cinsinden pasiflere oranı da, devlet ve yabancı bankalarda çok hareketli bir gelişme göstermezken, holding bankalarında tersine bir durum yaşandı ve sürekli geriledi.
Döviz cinsinden aktif ile likit aktif değerlerin, döviz cinsinden pasiflere oranının azalması, döviz yükümlülüklerin, döviz varlıklardan daha hızlı arttığını ortaya koyuyor. Tersi durumda da, varlıkların daha İnalı arttığı anlama geliyor. Bunun sonucunda, gerek sektörün gerekse banka gruplarının döviz pozisyon açığı daha net olarak anlaşılıyor. Böylece döviz piyasasında esas olarak holding bankalarından bir talebin yaşandığı ortaya çıkıyor.
Bankacılık sisteminin nazım hesaplarında da döviz cinsinden hesapların payı, TL cinsinden hesaplara kıyasla büyüktür. Aktif ve nazım hesabı yani sektörün gayri nakdi krediler de dâhil toplamı 209,4 katrilyondur. Bunun 105,1 katrilyonu gayri nakdi krediler, yani bilânço dışı işlemlerdir. Aktiflerinde yabancı para işlemlerinin yüzde 32,2 olan payı, nazım hesaplarında yüzde 62’dir. Bu oran genel toplamdaysa yüzde 49’a yaklaştı.
Sistemde döviz cinsinden işlemlerin etkin olması, 19 Şubat’ta başlayıp 22 Şubat’ta netleşen ‘son’ krizin niteliğini daha iyi anlamamızı ortaya koyuyor.

DEVLETLEŞTİRİLEN ‘ÖZEL’ BANKACILIK
Özel sermayenin en dinamik sektörü olarak gösterilen bankacılık sistemi, tam da internet çağında özel sermayeye yapılan tüm güzellemelere rağmen, devletleştirilen bir sistemdir. Kamu bankalarının özelleştirilmesini isteyenlerin kulağı çınlasın…

DÖVİZ CİNSİNDEN AKTİFLERİN DÖVİZ CİNSİNE PASİFLERE ORANI – Tablo-3
(yüzde)
1990     1991     1992      1993     1994     1995     1996    1997    1998    1999     2000
Sektör                    88,1       90,0       86,8       84,6       96,5    90,6       93,6       89,6       84,9       79,4     76,0
Kamu bankaları     83,5       88,1       89,0        89,9     101,6   95,7     101,8     102,1    97,8       99,2     93,8
Özel bankalar           88,7        89,8        85,1        83,1       94,9       87,9        90,3        86,1        82,6         82,2     74,2
Fon bankaları                  –     –      –      –     –       –      –      –     36,5         23,0     53,2
Yabancı bankalar       87.7       86,7     86,9     82,3    90,6     77,2       81,5     70,7     78,7         75,4    72,6
Açıklama: Bankalar Birliği

Devletleştirme sadece, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun el koyduğu 12 holding bankasından (Türkbank’la, 13 oluyor; 2000’de el konulan banka sayısı 11’di, sonradan 13’e yükseldi) ibaret değildir. Devletleştirme sadece, devlet bankası olan Sümerbank’ın ve Etibank’ın yeniden devletleştirilmesiyle sınırlı değildir.
Sistemin tüm yükümlülüklerine devlet garantisinin verilmesi anlamında bir devletleştirme vardır. Yani davul devletin omzunda, tokmak da özel sermayenin elindedir; özel girişimciliği övenlere ve her derdin devası piyasa diyenlere bu ayıp yeter…
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından çok sınırlı düzeyde tasarruf mevduatına getirilen sigorta güvencesi, Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Tansu Çiller’in Başbakan olduğunun yılı dolmadan 1994 Nisan kriziyle tüm tasarruf mevduatını kapsayacak şekilde genişletildi. Yani Çiller’le tüm tasarruf mevduatına devlet güvencesi getirildi. Bankalar battı, ama mevduatı devlet ödedi. Batıranın da yanına kâr kaldığı için. 1994’ten bugüne 13 banka battı.
Ecevit de, Çiller’den geri kalmadı. Kasım 2000 krizi sonrasında döviz alacaklarını garantiye almak isteyen yabancı finansörlerin IMF kanalıyla gayreti sonucunda, getirilen hükümler ‘ulusalcı’ Ecevit tarafından kabul edildi…
Aralık ayında IMF’ye verilen niyet mektubunda ifade edilen yeni güvencenin boyutlarını, bu yılın başında Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (18 Ocak 2001) açıkladı. Bununla ilgili kanunî düzenleme yapılması gerektiği, bu güvencenin hukuki bir temelinin olmadığı iddiası da tartışılıyor. Bu hukuki tartışma bir yana, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) belirlediği güvencenin kapsamı şu:
Garanti, Bankalar Kanunu’nun BDDK ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na verdiği yetkiler çerçevesinde, TMSF tarafından sağlanır. Bu garanti, kayıtlı bilanço dışı yükümlülükler de dahil olmak üzere Türkiye’de kurulmuş mevduat bankalarının ve bu bankaların bilançolarında hesapları konsolide edilen yurtdışı şubelerinin yükümlülüklerini kapsamaktadır. Garanti, bankaların Fon’a devriyle işlerlik kazanacaktır. Gerekli kaynak hükümet tarafından sağlanacaktır. Suça konu teşkil eden uygulamalar kapsam dışındadır. Devralman bankanın tüm yükümlülükleri garanti kapsamında bulunmaktadır.
Buna göre, 2000 yılı tasarruf mevduatı 17 katrilyon 947 trilyon 802 milyar lira, döviz tevdiat hesabı (hepsinin tasarruf mevduatı niteliğinde olduğu varsayımıyla) 27 katrilyon 908 trilyon 64 milyar lira, sistemin tüm bilânço dışı işlemleri de 105 katrilyon 147 milyar lira olup, toplamı 151 katrilyon 2 trilyon 976 milyar liradır. Bankacılık sistemin aktif toplamıysa 104 katrilyon 283 trilyon 106 milyar liradır. Sektörün aktifleri ve bilânço dışı toplamıysa 209 katrilyon 430 trilyon 216 milyar liradır. Buna göre sistemin yüzde 72,1’i devlet garantisindedir. Yani bankacılık sisteminde her 100 liralık yükümlülüğün tam 72,1 lirasına devlet kefildir. (Bkz. tablo 4)

SİSTEME DEVLET ŞEMSİYESİ – Tablo-4
(2000 – milyar TL; yüzde)
Tasarruf mevduatı                 17.947.802
Döviz tevdiat hesabı                 27.908.064
Bilânço dışı yüküm./nazım hesapları         105.147.110
Toplam (A)                     151.002.976
Aktif toplamı/bilânço                 104.283.106
Nazım hesapları+aktifler (B)             209.430.216
Garanti oranı (A/B)                 72,1

“Yok, mu batıran!”
Bankanın yükümlülüğü, yurtiçi ve yurtdışı kurum ya da kişilere karşı olabilir. Döviz tevdiat hesabı, bir döviz yükümlülüğüdür. Bilânço dışı yani nazım hesaplar olarak bilinen teminat mektubu, banka kabulleri, repo işlemleri, garanti ve kefaletler gibi bankanın kefil olduğu işlemlerde, döviz yükümlülüğü payı Türk Lirası’ndan çok daha fazladır. Geçen yıl itibariyle nazım hesaplarında TL’nin payı yüzde 38 iken, dövizin payı yüzde 62’dir. Devletin nazım hesaplara da kefil olması, aslında, döviz yükümlülükten doğan karardır. Çünkü yabancı finansör, IMF gibi kurumların da etkisiyle alacağının garanti kapsamına alınmasını sağlıyor. İçerdeki işbirlikçileri de bundan mahrum kalmıyor, doğal olarak onlar da yararlanıyorlar.
Piyasanın sihrinden ve özel sektörün hür teşebbüsçü ruhundan bahsedenler, sistemin bu denli devletleştirilmesinin hiç mi hiç analizini yapmıyorlar.
Ekonominin en çok piyasa kurallarının işlerlik kazandığı sektör olarak tanımlanan para piyasasında, devlet şemsiyesi altında özel sektör bankacılık oyunu oynuyor.
Ne kapitalizm ama!

FAİZİ, ‘BÜYÜK HESAPLAR’ GÖTÜRÜYOR
Para piyasalarını güçlendirmek adına, yüksek faizin ‘icat’ gibi sunulduğu 1980’li yıllarda tasarrufu artırmak ve dolayısıyla yatırımları finanse etmek için bunun bir zorunluluk olduğu özellikle 24 Ocak+12 Eylül modelinin sivili Özal tarafından hep dillendirildi.
Bugüne kadar da Özal’ı aratmadan hep uygulandı…
Geçen yılki tasarruf mevduatı toplamı 17,9 katrilyon lira olup, bu tam 48 milyon 645 bin 534 hesaba aittir.
Tasarruf mevduatı belli dilimlere bölündüğünde ve bunun da hesap payı bulunduğunda küçüklerin tasarruf edeceği ve faizinden önemli gelir sağlayacağı tezinin, sadece bir iddia olduğu bir kez daha anlaşıldı.
Mevduat tutarı 50 milyon liranın altında olan hesapların mevduat toplamındaki payı yüzde 1,26’dır. Ama bunların hesap toplamındaki payı ise tam yüzde 81,42’dir. Yani her 100 tasarruf hesabından 81,42 tanesinin, her 100 liralık mevduattaki payı sadece 1,26 liradır. Hesabı 100 milyar liranın üzerinde olanların mevduattaki payı yüzde 23,94 olup, bunun hesaptaki payı ise yüzde 0,02’dir. Buna göre 10 bin hesapta 2’sinin tasarruf mevduatı hesabı 100 milyar liranın üzerindedir.
Tasarruf mevduatı hesabın yüzde 81,4’ü mevduatın yüzde 1,26’sına sahip olurken, mevduatın yüzde 23,94’ü ise hesabın yüzde 0,02’sine aittir.
Bu tablo, yüksek faiz politikası ve faiz gelirinden vergi alınmaması siyasetinin karakterini net olarak ortaya koyuyor. Bu bir. İkincisi, tasarruf mevduatına getirilen güvencenin kiminin için güvence olduğunu da gözler önüne seriyor. (Bkz. Tablo 5)

TASARRUF MEVDUATI KİME KAZANDIRIYOR? – Tablo-5
(2000 – yüzde)
Mevduat Payı         Hesap Payı
0-50 milyon TL            1,26             81,42
50 milyon 1-250 milyon TL        3,06            8,55
250 Milyon 1-1 milyar TL        8,42            5,70
1 milyar 1-5 milyar TL            18,61            3,46
5 milyar 1-25 milyar TL        25,98            0,73
25 milyar 1-100 milyar TL        18,73            0,12
100 milyar 1 TL ve yukarısı        23,94            0,02

5 BANKA TEKELCİĞİ
Beş büyük bankanın (2000 yılı itibariyle beş büyük; Ziraat Bankası, Halk Bankası, İş Bankası, Yapı Kredi ve Akbank’tır; fakat holding bankası anlamında buna, Garanti Bankası ve Pamukbank eklenebilir) sektörün aktifteki, mevduattaki ve kredilerdeki payı itibariyle sistemdeki yoğunlaşmanın sektörde etkin konumda olduğu anlaşıldı.
Beş bankanın aktiflerdeki, kredi ve mevduattaki payı itibariyle yapılan araştırmada, 1990–1995 ve 1995–2000 dönemi itibariyle, ticari bankaların artış kaydettiği 1995 sonrasında da beş büyük banka, yüzde 50’lerde olan payını korumuştur.
5 büyük bankanın 1990’da aktiflerde yüzde 54 olan payı 1995’te yüzde 48’e indi. Mevduattaki payı 6 puan gerileyerek yüzde 53 ve kredilerdeki payı da 7 puan inerek yüzde 50 oldu. 1998’de aktiflerde yüzde 44 olan 5 büyük bankanın payı, mevduatlarda yüzde 49 ve kredilerde ise yüzde 40 olarak gerçekleşti. 2000 yılında sırasıyla 5 büyük bankanın payı aktiflerde yüzde 48, mevduatta yüzde 51 ve kredilerde ise yüzde 42 olarak hesaplandı.
Bu veriler 5 büyük bankanın sistemi etkileyecek bir tekelci hâkimiyete sahip olduğunu ortaya koyuyor. Demek ki, sistemde bu 5 büyük bankanın istemlerine en azından uzun vadeli ters bir gelişmenin yaşanamayacağını düşünmek gerekiyor. Sistemde çok banka var diyenlerin, sistemdeki bu yoğunlaşmanın üzerinde durmamaları çok anlamlı olsa gerek.
Sistemdeki bu denli yoğunlaşma, bankalar lobisinin istediğini Ankara’dan kolaylıkla almasına imkân veriyor. Asgari ücretlinin vergilendiği bir dönemde, borsa ve repo gelirlerinin vergilendirilmemesi, bu lobinin gücünü gözler önüne seriyor.

SİSTEMDE HOLDİNG EGEMENLİĞİ
1990’lı yıllarda sisteme hem bir yandan çok banka girdi, hem de bir yandan birçok banka çıktı. Sektörden çıkan daha açık bir deyişle batan bankaların niye böyle bir mali yapıda olduklarıyla ilgili gerekli araştırmayı yaptığımızda, grubun ya da holdingin bir bankasının olduğunu tespit ediyoruz.
Sistemde içi boşaltıldığı için devletleştirilen 13 bankanın (İktisat Bankası ve Ulusal Bank, bu yılda fona devredildi) dışında 27 tane özel sermayeli ticari banka var. Tarım birliklerin Tarişbank’ı, şeker kooperatiflerin Şekerbank’ı ile Turkish Bank hariç, geriye kalan 24 bankanın her biri veya birkaçı birlikte birer holdinge veya gruba ait.
Doğuş Holding’in üç (Garanti, Osmanlı, Körfezbank), Çukurova’nın iki (Yapı Kredi ve Pamukbank), Rumeli Holding’in iki (İmarbank ve Adabank), Fiba Holding’in iki (Fiba Bank ve Finansbank) bankası var. Bu durumda sektörde 9 bankaya 4 grup, geriye kalan 17 bankaya da 17 grup olmak üzere bankacılık sistemine tam 21 holding hâkimdir.
Holding veya bir grup, ticari ilişkilerde gerekli olan teminat mektubunu kolayca sağlamak, devletin iç borçlanma senetlerini almak ve bir diğer bankayla anlaşıp karşılıklı kredi kullanmak amacıyla bir bankaya sahip olmak istiyor. Bankanın sahibi olduğu holdinge vereceği kredi ve teminat mektubu gibi finansal imkânlarla ilgili kanunda var olan sınırlamalar da, diğer bankalarla sağlanan ilişkilerle kolaylıkla aşılmaktadır. Nitekim batık bankalardaki birçok kredi ilişkisinin, karşılıklı birbirine fonlamayla sağlandığı tespit edildi. Yanı sıra off-shore bankaları kurarak, kayıt-dışı ekonomik faaliyetin kolaylıkla sistem içine sokulmasını sağlamak bir diğer önemli ‘sistemsel’ imkândır.
Bankaların sermaye yapıları itibariyle Sabancı, Doğuş ve Çukurova holdingleriyle İş Bankası hareket birliği yaptığında, sistemde isteyip de yapamayacakları bir şey olduğu söylemek mümkün değildir.
Çünkü bu 4 sermaye grubunun sistemdeki payı, sistemi etkileyecek büyüklüktedir. Bu grupların sektörel aktiflerindeki payı yüzde 35,7, mevduattaki payı yüzde 32,2 ve kredilerdeki payı yüzde 42,4’tür. Bu oran özellikle devlet bankaları çıkarıldıktan sonra hesaplandığında, önemli miktarda artmaktadır. Örneğin sistemin aktif toplamı 104,3 katrilyon, devlet bankaları hariç olduğunda da 68,6 katrilyona iniyor. 68,6 katrilyonda bu grupların payı yüzde 54,3’tür. Oysa tüm sistemde bu oran yüzde 35,7 idi.
Bu yapılanımdan dolayıdır ki, bankalar lobisi güçlü lobiler arasında olup, bugüne kadar isteyip de yapamadıkları bir şey yoktur. Bankaların batıp, bunun da politik ve bürokratik kurmay heyetin gayretiyle halka fatura edilmesi, bu lobinin gücünü ortaya koyan önemli bir diğer göstergedir. Batıkların yükümlülüklerini devlet üstleniyor, batmayanlar için de Derviş icadı takas gibi politikalar izleniyor.

“ÇOK BANKA VAR” YALANI
Sektörle ilgili bir değerlendirme yapıldığında iki unsur üzerinde duruluyor: 1. Sistem çok büyük değil, orta çaplı bir Avrupa bankası kadar, 2. Çok banka olduğu için etkinlik de o denli güçlü olamıyor.
Sistemin küçüklüğünü öne sürüp, Avrupa’da bir banka kadar olduğunu iddia edenler ya cahiller ya da çok gevezeler. Bu denli mukayeseli ekonomi bilgisine sahip olanların, Türkiye ekonomisinin Avrupa’nın çokuluslu bir şirketi büyüklüğünde olduğunu da bilmeleri gerekiyor. O halde, böylesi bir ekonomi ‘geyiği’ niye yapılıyor.
Diğeri, çok bankanın faaliyet gösterdiği iddiası da, bir başka ekonomi geyiğidir. Bu iddianın sahipleri, bildikleri tek ve ana ekonomi kanununu, piyasanın sektörde gerekli düzenlemeyi yapacağını, böylece hizmetin en iyi şekilde verilmesini ve kârın maksimize edilmesini sağlayacağını kendi isimlerinden daha çok tekrar ederler. Madem piyasa düzenleyecekse, bu kadar laf cambazlığı niye, bu bir. İki, piyasa kendi temizlenmesini yapacak ve bazılarının da sistemden çıkmasına neden olacaksa, bu kadar telaş niye!
Burjuvazinin ekonomi politiği adına bile artık söylediklerinin bu denli anlamsızlaşmış olması, hem krizin boyutunu hem de sistemin ne denli sürdürülemez çelişkiler içinde bulunduğunu ortaya koyuyor olsa gerek.
1990 yılında Merkez Bankası hariç 66 olan banka sayısı, 1995’te 68’e ve 2000 yılında 79’a yükseldi. İzin veren kim? Politik ve bürokratik kadrolar. İzin alma gayreti gösteren kim? Sermayedarlar. Çünkü holding bankacılığının nimetlerini biliyorlar.
1995 ile 2000 yılını karşılaştırırsak, mevduat toplama ve kredi verme gibi işlemleri yapan ticari banka sayısı 55’ten 61’e, mevduat toplamayıp bulduğu kredilerle yatırımları finanse eden kalkınma ve yatırım bankası sayısı da 13’ten 18’e yükseldi. Banka sayısı tartışmasında özellikle ticari bankaların dikkate alınması gerekiyor. Çünkü 2000 yılı 155 milyar dolarlık sistem büyüklüğünde ticari bankaların payı yüzde 95,7’dir. Bu banka grubunda devlet bankası sayısı 5’ten 4’e indi ve özel sermayeli banka sayısı da, fondaki banka sayısının 13’e yükselmesi ve yeni kurulanların da olması nedeniyle 32’den 27’ye indi. Geriye kalanlar da yabancı bankalardır.
Sistemde banka çoktur iddiası, aslında holding bankacılığını gizlemenin ve sektörde tekelleşmeyi desteklemenin perdesidir.

“DEVLET BANKALARI HÂKİM” Mİ?
Kâbe’si piyasa olanların, dillerinde pelesenk ettikleri bir yalan da şu: “Sektöre, devlet bankaları hâkimdir.”
Veriler tersini yüzlerine vurmasına karşın, bu yalanı yine de tekrar etmekten geri kalmıyorlar. Bankalar sisteminin krizinden devlet bankalarını soyutlamak mümkün değildir, ama özel sermayeli bankaların kamu kaynaklarını politik ve bürokratik kadrolarla birlikte hortumlamalarına rağmen mali sorunları da bilinmektedir. Bu sorunların, geri planda kalması amacıyla, piyasada devlet bankaların etkinliğinden kaynaklanan sorunların yaşandığı, hatta krizin nedeni olduğu hep tekrarlanır.
1980’li yıllara kadar devlet bankalarının var olan etkinliği, sonrasında tersine dönmüştür. Fakat devlet bankalarının konumuyla ilgili bu yargı değiştirilmemiştir.
1990–2000 döneminde sektörün aktif toplamında devlet/kamu bankalarının payı sürekli azalarak yüzde 44,8’den yüzde 34,2’ye indi. 1990–1997 döneminde özel sermayeli bankaların payı yüzde 43,5’ten yüzde 55,4’e yükseldi. Fondaki batık bankaların yüzde 8,5’e ulaşan payı nedeniyle, özel sermayeli bankaların payı, yüzde 47,4’e geriledi. Yabancı bankaların payıysa, yüzde 2,9’dan yüzde 5,4’e çıktı. (Bkz. tablo 6)

AKTİF TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-6
(yüzde)
1990     1991     1992     1993     1994     1995     1996     1997     1998     1999     2000
Kamu bankaları         44,8       42,4       43,1       36,9       39,6       37,7       38,3       34,6       34,9     34,9     34,2
Özel bankalar        43,5       45,9       46,0       52,3       49,2       52,0       52,7       55,4       53,3     49,5     47,4
Fon bankaları               –    –    –    –    –    –    –   –    2,6     5,6     8,5
Yabancı bankalar         2,9         3,1         3,7         3,8         3,0         2,9         3,0        4,7         4,4     5,2     5,4

Devlet bankalarının kredi toplamında yüzde 45,4’ten yüzde 27’ye gerileyen payı, mevduatta da yüzde 48,6’dan yüzde 40,3’e indi. Özel sermayeli ve yabancı sermayeli bankaların payıysa, sürekli arttı. 2000 yılı itibariyle özel sermayeli bankaların kredilerde yüzde 54,5 olan payı mevduatta yüzde 43,5 olarak bulundu. Sırasıyla fon bankaların yüzde 6,4 ve 12,9 olan payı, yabancı bankalardaysa yüzde 2,8 ve yüzde 3,2 oldu. (Bkz. tablo 7 ve Tablo 8)

KREDİ TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-7
(yüzde)
1990 1991  1992  1993  1994 1995  1996  1997  1998 1999 2000
Kamu bankaları    45,4  43,3   42,4   35,5   38,1   39,2   35,1   34,7   29,1 28,2 27,0
Özel bankalar       39,8   41,7   43,7   51,2   47,8   47,9   53,3   54,4   57,6 55,1 54,5
Fon bankaları           ——–    1,7 3,5 6,5
Yabancı bankalar    2,9    3,2    3,0    2,8    1,8    1,9    1,8    2,7    2,9 2,9 2,8

MEVDUAT TOPLAMININ BANKA GRUPLARINA GÖRE DAĞILIMI – Tablo-8
(yüzde)
1990    1991    1992    1993    1994    1995    1996    1997     1998    1999    2000
Kamu bankaları         48,6       46,3       49,7       43,6       43,9       43,3       44,1       39,9       40,7       39,8     40,3
Özel bankalar           49,2       51,7       48,6       54,9       54,2       54,0       53,4       56,4       52,4        6,4     43,5
Fon bankaları               –    –    –    –    –    –    –    –    4,3    11,1     12,9
Yabancı bankalar        2,2        2,0        1,7         1,6        1,9        2,7        2,5        3,4        2,7        2,7     3,2
Fon bankalarının kredi payının küçük olmasına karşın mevduat payının büyüklüğü, batırılan kaynağın büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

KAPİTALİZMİN DEVLETİ, ÖZELİ BESLİYOR
1990’lı yıllarda devlet bankaları, ikili bir etkileşim içindeydi. Bir yandan derinleşen krizden çok etkileniyor, diğer yandan da kaynağının özel sermaye bankalarına ya da firmalarına bürokratik ve politik kadrolar tarafından aktarılmasından kaynaklanan sorunları yaşıyordu.
Piyasanın etkin olduğu bir ekonomik sistemi yaratmak amacıyla izlenen ekonomi politikanın paradoksu, devlet bankaları iflas ettirilirken, diğer yandan da bankacılık sisteminin getirilen garantiyle devletleştirilmesiydi; yani holding bankaları, batıkları dışında da devlet şemsiyesi altında nefes alır verir oldu.
Bankanın faaliyetinin finansmanında nereden ne kadar kaynak sağladığını göstermesi açısından öz sermaye ve kârın, aktife oranı çok önemlidir. Bu oran, ‘bankanın faaliyetin finansmanı için ne kadar öz kaynak, ne kadar yabancı kaynak kullanıyor?’ sorusuna yanıt vermektedir.
1990’lı yılların başında sektörde yüzde 89,9 olan aktiflerin finansmanında yabancı kaynakların payı, devlet bankalarında yüzde 91,8, holding bankalarında yüzde 88,5 ve yabancı bankalarda da yüzde 89,3 oldu. Özellikle 1994 krizi sonrasında devlet bankalarının yapısı hızla bozuldu. Çünkü 1993’te devlet bankalarında yüzde 91,2 olan bu oran, holding bankalarında yüzde 90,5 olarak hesaplandı. 2000 yılına gelindiğinde bu oran, sektörde yüzde 92,7, devlet bankalarında yüzde 96,9, holding bankalarında yüzde 86, batık bankalarda yüzde 123,2, yabancı bankalarda yüzde 90,4 olarak gerçekleşti. Aktifin finansmanında öz-kaynak (ve kârı) payı sektör genelinde ve kamu bankalarında azalırken, özel bankalarda hafif artış kaydetti. (Bkz. tablo 9)

AKTİFİN FİNANSMANINDA ÖZKAYNAK PAYI – Tablo-9
(yüzde)
1990     1991     1992     1993     1994     1995     1996     1997     1998     1999     2000
Sektör            10,1    9,6    8,6     9,3     8,4    8,9    8,9    9,4    8,9    5,9    7,3
Kamu bankaları    8,2    7,1    6,3     8,8     5,9    5,1    4,7    6,0    4,2    4,1    3,1
Özel bankalar    11,5    11,2    10,0     9,5     10,4    11,7    11,3    10,9    12,8    12,9    14,0
Fon bankaları    –    –    –     –     –    –    –    –    -30,5    -62,7    -23,2
Yabancı bankalar    10,7    14,6    13,3     11,2     18,6    14,5    14,2    10,8    12,9    12,6    9,6

1990’lı yıllar holding bankalarının hızla yaygınlaştığı ve krizin ödenmeyen kredilerle devlet bankalarına fatura edildiği bir dönem olarak yaşandı. Daha öncesinde de İstanbul Bankası’nın, Hisarbank’ın, TÖBANK’ın batmasında da fatura yine devlet bankasına kesilmişti. Çünkü bu bankalar Ziraat Bankası bünyesine katılmıştı. Ziraat Bankası, bir nevi banka çöplüğü olup, sektörden dökülenleri topluyordu… Bunların maliyeti unutulmamalı.
Devlet bankalarının görev zararıyla ilgili iddiaların da, holding bankalarına yapılan hortumlamayı perdelemenin bir aracından başka bir şey olmadığı, Sayıştay raporundan kolayca anlaşılmaktadır.
Fondaki batık bankalara mayıs ayı başına kadar aktarılan 12 milyar doların, bugün ne kadar olduğuyla ilgili bir açıklama yapılmadı, ama bu dipsiz bir kuyu. Diğer holding bankalarına takasla yapılan transfer de önemli bir kaynak aktarımını oluşturuyor.
Batık bankaların maliyeti yıllar sonra da ortaya çıkabiliyor. 1994 krizi sırasında faaliyetlerine son verilen TYT Bank, Marmarabank ve Impexbank mudilerine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, 1994–1995 yıllarında bugünün değeriyle tam 1,7 milyar dolar ödedi. Ama bu bankaların aleyhlerine açılan davalar zamanaşımı nedeniyle 15 Ocak 200Tde düştü (Zülfikar Doğan, Milliyet, 17 Ocak 2001). Banka sahipleri aleyhinde davalar açıldı, ama bir kuruş bile tahsil edilemeden, davalar bitti.
Osmanlı’nın 1850’li yıllar sonrası ve TC’nin 78 yıllık para piyasaları deneyiminin ardından ancak geçen mayıs ayında Bankalar Kanunu’nda yapılan değişiklikle, banka sahiplerinden batırdığı paranın tahsil edilmesini sağlayan hükümler getirildi.
Günaydın…
Bazı hukukçular buna bile gerek olmadan mevcut mevzuata göre bile yapılacağını iddia ediyordu, ama uygulama bu yönde olmadı.
Devlet bankasının, holding bankasına iç borçlanma senetleriyle değil, kredisiyle önemli bir kaynak aktardığının bir örneği de Vakıf Bank’tan. Fazilet Partisi Aksaray Milletvekili Ramazan Toprak, (Flash TV, 3 Haziran 2001; Melik Aşık, Milliyet, 5 Haziran 2001) anlatıyor:
“Son 10 yılda bazı işadamları özel banka kurmaları için teşvik edildi. İşte bu kurdurulan bankalardan biri, geçenlerde Vakıf Bank’a başvurdu ve yüzde 70’le 14 trilyon kredi aldı. Parayı çektiği gün Hazine’ye gitti, o parayla, yüzde 130 faizle, vergisi-mergisi olmayan Hazine bonosu satın aldı. Böylece devletin parasını devlete satarak, bir işlemle 10 trilyonun üzerinde para kazandı.”
Vakıflar Bankası yönetimi, mayıs ayı sonuna doğru personeline gönderdiği yazıda, personel çıkarmamak amacıyla, maaşların yarım olarak ödeneceğini açıkladı. Banka, kendi personelinden esirgediğini, holding bankasına cömertçe vermişti. İşte bu, piyasa ekonomisi…

VARLIKLARIN YAPISI DEĞİŞTİ
1990’lı yıllardaki politikanın da etkisiyle, gerek sektörde gerekse diğer banka gruplarında varlıkların yapısı krediler payının azalması yönünde değişti. Bankaların topladıkları kaynağı ekonomik faaliyeti kredilendirmek yerine daha değişik alanlarda plase etmesinin sorunları yaşandı.
Özellikle devletin iç borçlanmayla faaliyetine gerekli kaynağı sağlaması anlamında, rant ekonomisi güçlendi ve bankalar hatta sanayi kuruluşları da, ellerindeki fonları devlete borç olarak vermeyi tercih etti. Böylesi bir saadet zincirinin halkaları da ince olduğundan, kopunca bugün sorunlar ortaya çıktı finans sisteminde.
Genel olarak 1990’lı yılların başında yüzde 47 düzeyinde olan aktifte kredilerin payı, 2000 yılına gelindiğinde sektörde yüzde 32,8’e, devlet bankalarında yüzde 25,8’e, holding bankalarında yüzde 37,7’ye, yabancı bankalarda ise yüzde 17,1’e indi. (Bkz. tablo 10)

AKTİFTE KREDİLER PAYI AZALDI – Tablo-10
(yüzde)
1990    1991    1992    1993     1994     1995     1996     1997      1998     1999     2000
Sektör            47,0    43,9    41,8    41,4    39,1    42,5    43,1    45,5    38,3    30,1    32,8
Kamu bankaları    47,6    44,8    41,1    39,9    37,6    44,2    39,5    45,6    31,9    24,3    25,8
Özel bankalar        43,0    39,8    39,8    40,5    38,0    39,1    43,6    44,7    41,4    33,5    37,7
Fon bankaları        –    –    –    –    –    –    –    –    24,8    18,5    25,1
Yabancı bankalar    47,1       44,0       34,5       30,9      23,8       27,9       25,3       26,3    25,6    16,5    17,1

Batık bankaların (2000 yılı verileri 11 batık bankayı kapsamaktadır, çünkü 2’sine bu yılın başında el kondu) dikkate alınması halinde, özel sektörün konumunda aleyhte bir durum yaşanmaktadır.
Donuk varlıkların ya da menkul değerlerin aktiflerdeki payı, aktifin yapısını daha iyi anlamaya imkân vermektedir. Donuk kredilerin aktifteki payı, devlet bankalarında yüzde 10 düzeyinde kalırken, holding bankalarında son üç yılda hızla artarak yüzde 18,9’a kadar yükseldi. Böylece banka kaynaklarının, kredilendirmenin dışında diğer alanlarda plase edildiği anlaşılıyor.
Takipteki kredilerin krediler toplamındaki payı da, sistemde ve tüm banka gruplarında hızla arttı. Sektörde yüzde 4,2’den yüzde 11,5’e, devlet bankalarında yüzde 5,7’den yüzde 12,5’e, holding bankalarında yüzde 2,6’dan yüzde 6,1’e yükselirken, yabancı bankalardaysa yüzde 3,4’ten yüzde 2,9’a indi. (Bkz. tablo 11)

KREDİ TOPLAMINDA BATIK KREDİLER PAYI – Tablo-11

1990    1991    1992    1993     1994     1995     1996     1997      1998     1999     2000
Sektör            4,2    4,9    3,4    3,1    4,1    2,8    2,0    2,1    7,2    10,7    11,5
Kamu bankaları    5,7    7,2    4,1    4,5    4,0    3,0    2,4    2,8    5,6    10,0    12,5
Özel bankalar        2,6    2,7    2,3    1,8    2,6    1i8    1,6    2,0    2,4    3,6    6,1
Fon bankaları        –    –    –    –    –    –    –    –    233,2    162,8    70,6
Yabancı bankalar    3,4    2,4    2,9    2,9    11,1    3,1    2,4    1,3    1,3    2,7    2,9

Fondaki batık bankalarda ise yüzde 70,6 oldu. Fon bankalarının özel durumu ve devlet bankalarından alınıp verilmeyen kredinin payı da dikkate alınmalıdır.
Varlıklarda kredi payının azalması ve diğer yandan tahsil edilecek kredilerin artması, finans sisteminin bugünkü krizinin bir başka göstergesidir.

TATLI KÂR DEVRİ ‘BİTTİ’ Mİ?
1990Tı yılların yüksek faiz ve düşük döviz kuru aracılığıyla sıcak parayı teşvik etme politikalarının yarattığı saadet zinciri, 1999 yılma kadar sürdü. Bankalar reel faizin yüzde 32 olduğu dönemde, devlet iç borçlanmasını finanse etti. Elbette bankalar özelinde hâlâ yüksek kârlılığını sürdürenler vardır. Ama sistem son iki yıldır, bilânçosunu zararla kapattı.
1999’da 305,6 trilyon lira olan sistemin net zararı, geçen yılda tam 2,7 katrilyonu aştı. Banka grupları açısından 2000 yılı itibariyle devlet bankalarının 117,4 trilyon olan net dönem zararı, fondaki batık bankalarda tam 3,3 katrilyon lira oldu. Devlet bankalarının 1999’da net kârı ise 284 trilyonu aşmıştı ve batık bankaların net dönem zararıysa 2,5 katrilyonun üzerindeydi.
1999 ve 2000 yılları itibariyle özel sermayeli bankaların net kârı 1,5 katrilyon ve 528,9 trilyon lira, yabancı bankalarınsa 221,2 trilyon ve 34 trilyon olarak gerçekleşti.
Finans sisteminde kârlılık krize de bağlı olarak dikkat çeken oranda gerilediği için, artık sektörel olarak 1990’lı yılların başındaki tatlı kârların yerini ‘zarar’ aldı. Bu, bir yönüyle mali piyasalardaki krizin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Bunun sonucunda sektörel olarak yüzde -(eksi)72,8 olan net kârın, öz kaynağa oranı, yani öz kaynak kârlılığı oranı (ki bu oran, öz kaynağın ne kadar kârlı kullanıldığını gösterir), banka grupları itibariyle, devlet bankalarında – 20,6, özel bankalarda yüzde 12,5 ve yabancı bankalarda yüzde 11,1 oldu. Bu oran, batık bankalarda ise yüzde 139,9 oldu. Batık bankalardaki oranın (+) yani pozitif çıkması, bu bankaların öz kaynağının zararını karşılamadığı ve (-) yani eksi değerde olduğu içindir.
1990–2000 dönemi itibariyle devlet bankaları dışında diğer özel sermayeli ve yabancı bankalar için 1999 yılı dâhil hep yüksek düzeyde gerçekleşen öz kaynak kârlılığı oranı, geçen yılda hızla düşüş kaydetti. (Bkz. tablo 12)

BANKA GRUPLARI OZKAYNAK KARLILIĞI – Tablo-12
(yüzde)
1990     1991      1992    1993    1994     1995     1996     1997    1998     1999     2000
Sektör            36,0       32,8        42,9       54,7       34,0       55,7       64,3       54,1       44,9     -14,9     -72,8
Kamu bankaları    33,4       11,9        49,8       57,9        -1,2        4,0       22,1       17,9       20,0     48,2     -20,6
Özel bankalar        42,0    47,3       40,6     56,5    53,7    77,3    80,0    69,6    70,8    65,2    12,5
Fon bankaları         –    –    –    –    –    –    –    –    234,8     179,2     139,9
Yabancı bankalar     45,6       83,1     101,8   73,9     171,1   93,0       78,8       98,5     106,7     124,2   11,1
Açıklama; Oran, net kârın öz-kaynağa bölünmesiyle hesaplandı. Zarar eden fon bankaların öz-kaynağı da negatif değerde olduğu için oran, pozitif değerde çok büyüktür.

Sistemi kârdan zarara yönelten birinci neden, devletleştirilen bankalardır. Bir diğeri de devlet bankalarıdır. Ne dikkat çekicidir ki, devlet bankalarının 1999’da yüzde 48,2 olan öz kaynak kârlılığı oranı, geçen yılda yüzde – 20,6 olarak gerçekleşti.
Bankaların “eski” asli görevi olan kredilendirme ve mevduat toplamanın gelir tablosuna yansıması, ana kalem itibariyle, kredi faiz geliri ve mevduat faiz gideridir. Faiz gelirinin, giderine oranı, gelirlerin ne denli gideri karşıladığını göstermesi açısından önemlidir. 1990–2000 döneminde bu oran, devlet bankaları için en düşük düzeyde ve özel sermayeli ile yabancı bankalarda yüksek düzeyde gerçekleşti.
Türkiye Bankalar Birliği’nin raporunda kârlılık performansı (Rapor, sayfa, 1–12), “1996yılından sonra başlayan kötüleşme, fondaki bankalar tarafından açıklanan zararlar nedeniyle hızlanarak sürmüştür” şeklinde değerlendiriliyor.
Bankalar Birliği de, fona devredilen hortumlanan holding bankalarının sektörel zararın oluşmasında en önemli ekten olduğuna dikkat çekiyor.
Sistemde bazı bankaların devletleştirilmesinin ötesinde, faaliyet gösteriyor olanların da devletin güvenlik şemsiyesi altında olması, krizin dışa yansımasından başka bir şey değildir.
Bunun önemli bir diğer göstergesi de, faaliyetini yarattığı kaynakla finanse edememesi, zararın öz kaynağını eritiyor olmasıdır.

“BEYAZ YAKALILARIN İŞSİZLİĞİ
Emek gücünü daha çok fikri faaliyetinde yoğunlaştıranlar olarak tanımlanan “beyaz yakalılar”ın işsizliği kitleselleşecek; özellikle bankacılık sektöründe tasfiye kararları bir bir alınıyor…
“Mavi yakalılar”, işçiler zaten böylesi bir süreci hep yaşar oldu…
Sektörde, 2000 yılında 7 bin 837 şubede toplam 170 bin 401 kişi istihdam edildi. Devlet bankalarında 2 bin 834 olan şube sayısı, özel bankalarda 3 bin 783, batık bankalarda bin 73 ve yabancı bankalarda 117 oldu. 70 bin 191 kişi devlet bankalarında, 70 bin 954 kişi özel bankalarda, 19 bin 895’i fondaki bankalarda ve 3 bin 805 kişi de yabancı bankalarda çalışıyor.
Devlet Bakanı Kemal Derviş’in IMF programının esasını bankacılık sektöründe izlenecek politikalar oluşturuyor, ama bunun neti, şube kapatmak, hatta o da yetmedi, banka kapatmak ya da tasfiye etmek ve çalışanları işten çıkartmak oluyor. Sadece bu mu? Hayır, buğday için “bulamadığı” birkaç yüz trilyonu katrilyonlar olarak bankalara rahatlıkla aktarabiliyor.
1913’te kurulan Türk Ticaret Bankası, 1 Temmuz’da kapatılıyor…
Şube kapatma öncelikle fondaki bankalardan başladı ve bunun Emlakbank ile devam edeceği, IMF programında belirtiliyor. Emlak Bankası’nın 405 şubesi ve 10 bin çalışanı var. Banka, Ziraat Bankası ile birleştirilecek ve şubeleri kapatılacak. Emlak Bankası ile fondaki bankaların istihdam toplamı 30 bine yaklaşıyor.
Kapitalizmde “beyaz” ve “mavi yakalıların kaçınılmaz kaderi: İşsizlik, açlık…

SONUÇ YERİNE
– Genel olarak mevcut kapitalist sistemin krizi, bankacılık sisteminin kriziyle, devlet bankalarından kaynaklanan bir “devlet kapitalizmi” ve holding bankacılığının kriziyle daha da derinleşmektedir.
– Milli parası TL olan, ama dolara endeksli ekonominin kriz girdabında; Kasım, Şubat krizleri ve…
– Özellikle finansal piyasalara hakim olan spekülatif sermayeden kaynaklanan kriz, tüm ekonomiyi etkilemektedir.
– Bankalar lobisinin etkisiyle, Kâbe’si piyasa olanlar, krizi perdelemeye çalışıyor.
– Sistemde özel sermayeli bankaların devletleştirilmesine neden olan sorunlardan dolayı, sektörün kârlılığı düşmüş, geçen yıl da zarar etmiştir.
– Devlet bankalarının kaynakları, özel sermayeyi takviye etmek amacıyla kullanılmıştır.
– Sektöre holding bankaları hakimdir.
– Devlet bankalarının, kamburu görev zararları olmayıp, özel sektöre verdikleri tahsil edilemeyen ahbap-çavuş kredileridir. Çünkü görev zararlarına yüzde 300 uygulanan faizin sonucunda kağıt üzerinde böylesi bir artış sağlanmıştır.
– Krizin faturası, yine emekçiye kesiliyor. Bir yandan özlük ve sosyal haklar kısıtlandı, bir yanda da banka çalışanları kitlesel olarak işten çıkarılıyor.

Temmuz 2001

EK: 1
PİYASA FETİŞİZMİ VE ‘PİYASALAR’ LOBİSİ
Spekülatif sermaye lobisi, bugün aslında ‘piyasalar böyle istiyor’ ya da ‘böyle yapılırsa piyasalar memnun olur, aksine piyasalar tepki duyar’ gibi yorumlarıyla sahnede.
Piyasaya öylesi ulvi bir paye veriliyor ki, ‘Kâbe’ olduğuna dikkat çekiliyor… Piyasanın gerektiğinde kullarını sevindirdiği, gerektiğinde de cezalandırdığı bir kalemde ya da bir lafta hemen ‘kutsal’ bir yorumla, ‘görevlileri’ tarafından aktarılıyor… Akşama kadar ‘piyasalar lafının bini bir para’…
Buğday fiyatının açıklandığının ertesinde borsanın düşmesi, doların ve faizin fırlamasının nedeni olarak yorumlar dökülmeye başladı: Piyasalarda buğday tepkisi, piyasalarda buğday krizi, piyasalarda buğday darbesi gibi… Belli merkezler sayesinde bu tarz yorumlar etkin kılınıyor ve kamuoyu da yönlendiriliyor…
Özellikle borsa yorumcuları, aynı kalıba göre konuşuyor ve yönlendiriyorlar… Akşam yatıyoruz, sabahleyin kalktığımızda, Arjantin’in ya da Papua Yeni Gine’nin İstanbul borsasını etkilediğini işitiyoruz…
Dr. Öztin Akgüç, Türkiye’nin önemli finansal analizcilerindendir ve bu tarz değerlendirmelerle ilgili ifadesi şöyledir: “Bazı bankaların aracı kurumların denetiminde bulunan televizyon kanallarında mali piyasalar konusunda yanlı, yönlendirici yorumlar, özür dilerim, geyik muhabbetleri yapılmaktadır… İşlevi olmayan bu piyasaların tepkileri diye yorumlar yapmanın, piyasalar çöktü filan gibi değerlendirmelerin anlamı yoktur.” (Cumhuriyet, 10 Haziran 2001).
Ekonomist Prof. Dr. Ahmet insel: “Piyasa, çoğu televizyonda gördüğümüz ekonomistlerin sıkça öptükleri bir ikonadır. Bu iman tazelemek için fena halde gereklidir… Bunlar, her dinde olduğu gibi, bazı simgeleri fetişleştirerek, kutsallaştırmaktadırlar. ‘Pazar’ veya ‘piyasa’, bu mezhebin fetişleştirdiği temel kavramdır… Somut olarak ortada piyasa diye bir aktör, bir özne yoktur… Sanal alandır piyasa veya piyasalar.” (Radikal İki, 8 Nisan 2001).
Ve bir örnek…
Krizin bu niteliği, güçlü bir lobi faaliyetiyle maskeleniyor. Öyle ki, 30 katrilyon lirayı aşkın adı ‘ek bütçe’, aslında aynı yılda ‘ikinci bir bütçe’ niteliğinde olan bütçenin, Meclis’te ilgili komisyona sunulduğu gün, güya gazeteci olarak CNN Türk’te ek bütçe haberini veren Erdal Sağlam, döktürüyor: “30 katrilyonluk bütçenin 24,5 katrilyonu faiz ödemeleri ve bankalar için kullanılacak. Geriye kalan 5,5 katrilyon da personel ve diğer harcamalar için ayrıldı. Önemli olan bu 5,5 katrilyonun finansmanı; aslında 24,5 katrilyon önemli değil. Asıl önemli olan 5,5 katrilyonun nasıl karşılanacağıdır.” (11 Haziran 2001, saat, 09.45)
Bu kadar olur, bütçe açığının esas olarak faiz ödemelerinden kaynaklandığını gizlemek için, personel ve diğer harcamalar üzerinde duruluyor. Bu örnek, lobinin açık faaliyetidir.

EK: 2
PAYİTAHT ANKARA SEMALARINDAN BİR SES: ‘TL’NİZİ ABD DOLARINA ÇEVİRİNİZ’
Ankara semalarında yankılanan ses: “Liranızı, dövize çevirin efendim.”
Yalnızca 100 Türk büyüğünün kulağının duyabileceği bu ses ne zaman mı yankılanıyor?
16 Şubat 2001, günlerden Cuma ve saat: 10.45.
Yer: Ankara.
TC’nin bürokratları görev başında…
Mekân: Bir kamu bankasının genel müdürünün özel kalemi…
Genel müdür telefonda konuşuyor ve dört misafiri de dinliyor: “Efendim, saygılar. Dolarda kıpraşma var. Bankamızın Şişli Şubesi’ne bir zahmet gidip, TL hesabınızı dövize çeviriniz… Efendim, İ.K. beyefendiye de bir zahmet haber veriniz… Saygılar efendim.” (Şakir Süter, Akşam, 14 Nisan 2001)
Genel müdür, aynı amaçla kısa sürede 10’u aşkın görüşme yapıyor.
Genel müdür, konukları da unutmuyor, onlara da hesaplarını dövize çevirme nasihatinde bulunuyor. Müdür hayli öngörülü ki, bu söylevlerinden 5 gün sonra yüzde 50’yi aşkın devalüasyon oluyor.
Böylece asil Türk büyükleri de götürüyor…

EK: 3
BÜROKRASİDEN HOLDİNG BANKACILIĞINA TRANSFER
Bankaların her türlü denetimini yapan yeminli murakıplar, Hazine Müsteşarlığı bünyesinde faaliyet gösteriyor. Bugün 48 murakıp, 29 tane de murakıp yardımcısı var.
Bankacılık sektöründe önemli bir istihdam biçimini de bu murakıplar oluşturuyor. Murakıplıktan bankacılığa transfer kendi içinde soruları da taşıyan bir geçiş. Çünkü bugünün bankacısı dünün murakıbı ya da bugünün murakıbı yarının bankacısı…
Yasada murakıplar ve üst düzey yöneticilerin özel sektöre geçişinin, görevden ayrıldıktan bir süre sonra yapılması gerektiği hükmü var. Bu hükme uymadan özel sektörde çalışanları, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, suç işlemekle itham etti ve 12 kişinin isimlerini açıkladı (Akit, 21 Kasım 2000; Dünya, 21 Kasım 2000).
Listeden bazı isimler Bayram Eser (Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanlığından Yurtbank Genel Müdür Yardımcılığına), Mustafa Kiralı (Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanlığından Yurtbank’a), Tevfik Altınok (Hazine Müsteşarlığımdan Koçbank Yönetim Kurulu Başkanlığına, bugün de Fondaki Bankalar Yönetim Kurulu Başkanı), Yener Dinçmen (Hazine Müsteşarlığından Toprakbank Yönetim Kurulu Başkanlığına)…
Bayram Eser’in Yurtbank’da 1998 ve 1999 yıllarında Yönetim Kurulu’na geçmezden önceki görevi, Yurtbank’ı denetlemekti.
Yurtbank, batık banka, devletleştirildi… Bugün ismi de kalmadı…
Murakıplıktan ayrılıp bankacı olan bazı İsimler: Cemil Özdemir, Altan Tatlışen, Caner Ersoy, Nadir Topçuoğlu, İsmail Emen, Ali Canip Özardalı, İsmail Canseven…
İsmail Hakkı Karakaya. kendine has bir diğer örnek…
Etibank’ın, Cavit çağlar’ın ipek Holding’ine ve Dinç Bilgin’in Medya Holding’ine satılması sırasında Özelleştirme idaresi Başkanı. Etibank’ın satışına onay verildikten sonra İsmail Hakkı Karakaya, Etibank’a Genel Müdür oluyor (Milliyet, 30 Ekim 2000). Etibank’ın satışına imza atan Devlet Bakanı Güneş Taner de, bir süre sonra Medya Holding Yönetim Kurulu’nda çalışmaya başlıyor…
Ohhh… Al gülüm ver gülüm kapitalizmi!

EK: 4
MERKEZ BANKASI BAŞKANI GAZİ ERÇEL, 52 MİLYARINI 83 MİLYAR YAPTI
Her fırsatta fedakârlık yapılması gereği üzerinde duran politik ve bürokratik kurmay heyetin üyelerinin, fiili durumdaysa tam aksi bir davranış içinde olduklarını biliyoruz. Aynen demokrasi aşığı olduklarını söylemeleri gibi…
Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, 20 Şubat 2001’de televizyon kanallarını gezerek hep açıklama yapıyor: “Kur politikası değişmeyecek. Programdan taviz yok.”
22 Şubat’ta dalgalı kura geçiliyor. Erçel, bu sefer de dalgalı kurla ilgili değerlendirmelerde bulunuyor.
Türkiye ekonomi politikasının bürokratik heyetinin başı olan Erçel, 22 Şubat’a kadar süren sabit kurda kalacağız söylemine karşın, Halk Bankası’ndaki 52 milyar liralık hesabını dolara çeviriyor. (Yeni Şafak, 9 Nisan 2001)
Ne zaman?
19 Şubat 2001’de.
Yani TL’den sorumlu Banka Başkanı durumdaki Erçel, kur politikası değiştirilmeden 48 saat önce dolara dönüyor.
Ve açıklıyor Erçel: “Devalüasyonu bilmem mümkün değil” (Dünya, 11 Nisan 2001). Anlat anlat heyecanlı oluyor…

EK: 5
BUNLARIN FEDAKÂRLIK VE…
Ecevit’in MGK toplantısından çıkıp demeç krizini sürdürdüğü gün Erçel hesabını dolara çeviriyor, ama söylemi değişmiyor.
Nisan başı itibariyle Erçel, Şubatta 52 milyar lirasını dolara çevirdiği için dişinden tırnağından artırdığı tasarrufunu 83 milyara çıkardı.
Ne isabetli karar ama!
Erçel yalnız değil.
Emekli Orgeneral Çevik Bir de, Halk Bankası İstanbul Şişli Şubesi’ndeki 60 milyar lirasını (Yeni Şafak, 21 Nisan 2001) ve Ziraat Bankası eski Genel Müdürü Osman Tunaboylu (Yeni Şafak, 16 ve 20 Nisan 2001; Habertürk, 15 Nisan 2001; Radikal, 16 Nisan 2001; Hürriyet, 17 Nisan 2001) da hesabını dolara çevirenlerden…
Asil Türk büyükleri, paranın ışığını görür!

EK: 6
‘IMF’NİN TÜRKİYE LABORATUARI’
Zimbabve’de bir seminer düzenlenir. Bir katılımcı da ABD’Ii eski bir Dünya Bankası uzmanıdır. Zimbabve’deki Dünya Bankası’nın başlattığı döviz politikasından bahsederken, ilginç bir ‘deney’ olduğunu söyler. Zimbabveli dinleyici, haykırır: “Bir ülkeye laboratuar olarak bakıyorsunuz ve ‘deney’ yaparak oynuyorsunuz.” (Seminerin diğer konuğu Prof. Dr. Korkut Boratav yazıyor, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Ağustos 1995).
Boratav’ın 1990’lı yılların başı için yazdığı, bugünün Türkiye’si için de geçerli. Yıllar geçse de IMF değişmiyor.
Hazine eski Müsteşarı ve Garanti Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Mahfi Eğilmez de, Dünya Bankası uzmanı gibi Türkiye’deki deneye dikkat çekti (Radikal, 5 Haziran 2001).
Dalgalı kurun mucidi 1MF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer’in makalesinde, esnek ve sabit döviz kuru arasındaki politikanın başarılı olamadığını yazdığını belirten Eğilmez, ‘denemenin’ başarılı olamaması halinde bir makalenin daha yazılacağına dikkat çekti.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑