Emperyalizmin yeni demokrasisi: Yönetişim

‘90’lı yılların başından beri siyasi literatüre yerleşen önemli kavramlardan biri küreselleşmedir. Küreselleşme, Sovyetler Birliği’nin 1989’daki açık çöküşünden sonra mali sermayenin dolaşımının önünde hiçbir politik engel kalmadığına inanan emperyalistlerin, yeni hegemonik durumun sunduğu olanaklar çerçevesinde dünyayı yeniden yapılandırma çabaları sonucunda elde etmeyi umdukları tablonun adıdır.
Küreselleşmenin ve yeniden yapılandırmanın içeriği emekçi sınıflar açısından çok iyi biliniyor. Çünkü IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum projeleri kapsamında dünya halklarının başına örülen çorap; işsizlik, açlık, yoksulluk, savaş ve şiddetle biçimlendi. Ve her gün, yöneticilerin, borç ve kredi şantajı karşısında, “15 günde 15 yasa” gibi dayatmalara hiç itiraz etmeksizin ulusal kaynakları gitgide nasıl elden çıkardıkları, bağımsızlığın artık esamisinin okunmadığı da biliniyor. Özelleştirme yoluyla sanayiden tarıma, sosyal hizmetlerden yerel hizmetlere, bankalardan diğer finans kurumlarına; devletin yeniden yapılandırılması adına da bürokrasiden temsili kurumlara, yasama, yürütme ve yargı üçlüsüne kadar dokunulmadık alan bırakılmadı.
Ecevit’in son Amerika ziyaretinde de yeni bir kavram güncelleşti. “Good Governance” ya da Türkçesiyle “Yönetişim” denilen bu kavram, ABD Başkanı Bush tarafından Türkiye’ye dikte edilen diğer konuların arasında, demokrasinin de yeniden yapılandırılmasını tarif etmek üzere kullanıldı ve böylece demokrasinin de küreselleşmenin koşulları arasında yer aldığı “resmen” teyit edilmiş oldu. Yönetişimin, 90’lı yılların başından bu yana Dünya Bankası’nın sürekli gündeminde olmasına ve Türkiye’de de seçilmiş pilot bölgelerde hayata geçirilmeye başlanmasına karşın, mali sermayenin ciddi bir eğilimi olarak tanımlanması bu gezi sırasında olmuştur.
Yirminci yüzyıl boyunca liberal demokrasiyi baş tacı eden, toplum bilimci Max Weber’in kullandığı bir tanımlamayla bu demokrasiyi bütün dünya halkları için ulaşılması gereken “ideal tip” olarak tarif eden ve yapılan her müdahalenin, işgalin, saldırının bile ideolojik meşruiyetini “demokrasinin yaygınlaştırılması” gerekçesiyle kurmaya çalışan emperyalist burjuvazi, demek ki şimdi de, “demokrasisi”ni yeniden yapılandırmak üzere kollarını sıvadı. Genel ve eşit oy hakkı, seçilmiş vekillerin temsili, yasama-yürütme-yargı erkinin birbirinden ayrılması gibi klasik normlar içeren liberal demokrasinin, artık tarihsel misyonunun tamamlandığına, bir yönetim ilkesi olarak, yeni tarihsel koşullarda geçersizleştiğine inanılıyor. Gerçekten de, burjuva demokrasisinin en çok kurumlaştığı Batı Avrupa’dan başlamak üzere, bu kurumlaşmanın güdük kaldığı geri kapitalist ülkelere kadar, dünya emekçilerinin parlamenter demokrasiden soğumaları, oy verme oranlarındaki düşüş, vekil seçiminde gitgide mali ve siyasi gücün belirleyici olması, seçmenlerin seçtiklerinin kendilerini temsil ettiğine inançlarını epeydir yitirmeleri ve bu demokrasinin askeri darbeleri ve polis terörünü dışlamaya muktedir olmadığının farkına varılması; liberal demokrasinin kriz çanlarını çoktan çalmıştı. Dolayısıyla sınıf ilişkilerini dengeleyici, sınıf mücadelesini denetleyici işlevi ile hem 20. Yüzyıl Batı demokrasisinin en önemli nedeni hem de başlıca eleştirisi olan sosyalizmin varlığı koşullarında en güçlü dönemlerini yaşayan, bu en güçlü dönemlerinde bile, hem dünya emekçilerinin şiddetli eleştirilerinden hem de kendi iç çelişkilerinden dolayı çöküşe geçen liberal demokrasi, bugün burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor. Ama klasik demokrasiyle alt sınıfların artık yönetilemez olması, gerekçelerden sadece birini oluşturuyor. Asıl sorun, küreselleşme koşullarında sermayenin birikim süreçlerinin ihtiyaç duyduğu büyük hıza ulaşabilmesi için, klasik demokratik kurumların artık birer ayak bağı haline gelmesidir. Uluslararası tekeller, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin güncel koşullarında, yeniden paylaşıma tabi tutulan dünya pazarlarının ulus devletlerin farklı farklı yönetsel iç prosedürleriyle bölünmüş olmasını artık hazmedemiyor; sınırsız bir dünya pazarı için, ulus devleti yirminci yüzyıl boyunca karakterize eden bütün ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel kurumları değiştirmek istiyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağıldığı, sendikaların kan kaybettiği, politik işçi örgütlerinin ciddi biçimde zayıfladığı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gerilediği bir dönemde, vaktiyle emekçi kitlelerin mücadelesinin bir kazanımı olan ama aynı zamanda da bu mücadelenin sistem içinde kalması için oluşturulan mekanizmaları kurumlaştırıp denetleyen liberal demokrasi de bir devlet biçimi olarak bu yüzden mercek altında.

DEMOKRASİNİN İLK TARİHSEL KOŞULLARİ
Burjuva demokrasisi, sermayenin serbest rekabetçi döneminde, milli pazarların birleştirilmesi için sürdürülen ulusal mücadeleler eşliğinde ortaya çıktı. Genel siyasi çerçevesi, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra çizildi. Gerçek bir kurumsallaşma için ise, 20. Yüzyılın beklenmesi gerekiyordu.
Burjuva demokrasisinin ilk prensipleri, başlıca iki statükonun hukuki olarak belirlenmesi amacına yönelikti. Birincisi, 14. ve 15. Yüzyıllardan itibaren oluşmaya başlamış kapitalist ticari mülkün, henüz yıkılmamış feodal iktidarlara karşı korunması için devlet ile piyasa arasındaki ilişkilerin düzene sokulması; ikincisi de, emeğin, rekabetin serbestçe sürdüğü bir pazarın unsurlarından biri haline getirilmesi sürecindeki ekonomik ve politik engellerin giderilmesiydi. Yüzyıllar süren bu gelişme sürecinde burjuvazi ve ideologları başlıca iki ideolojik kavram kullandılar: Bunlardan biri, devletin pazar ilişkilerine müdahale etmesi önünde bir bariyer oluşturacak olan sivil toplumun güçlendirilmesi; diğeri de kavramın tanımında aralarında nüanslar bulunsa da 18. Yüzyıl Aydınlanmalarının literatüründeki “toplumsal sözleşme” idi.
“Sivil toplum” vurgusu, geleneksel toplumsal örgütlenmenin sermayenin serbest ve özgür rekabetinin önüne çıkaracağı engelleri, piyasanın en önemli düzenleyici olduğu söylemiyle bertaraf etmeye yönelikti. Buna göre, devlet hiçbir ekonomik müdahalede bulunmamalı, ekonomik hayat, pazarın kadiri mutlak idaresine bırakılmalıydı. Zira, 2. Charles’in hazineyi dondurması, 8. Henry’nin kilise mallarına el koyması, 1. Charles’in darphaneyi soyması gibi ekonomik zorbalıklar, ticari sermaye birikiminin sınırlarının keyfi önlemler tarafından kesilmesi anlamına geliyordu ki, feodal ayrıcalıklar ve keyfiyet, daha o zamanlarda sınırsız bir birikimin düşünü kuran sermaye sahibinin özgürlüğü üzerinde demokles kılıcı gibi sallanmaktaydı. Oysa devlet, serbest girişimcinin çıkarlarını kollamak anlamında, bireylerin (yani serbest girişimcinin) özel faaliyet alanlarını güvence altına alan bir niteliğe kavuşmalıydı.
Piyasa ilişkileri, emeğin de tıpkı para ya da diğer ticari mallar gibi alınıp satılan bir meta haline dönüşmesi ilkesiyle kurulmuştu. Devlet, işveren ile emekçi arasındaki bu serbest mübadeleye de karışmamalı; pazarlık, özgür taraflar arasında çıkarlarda sağlanacak anlaşma düzeyine bağlı olarak sonuçlanabilmeliydi. Kuşkusuz bu durumda, taraflardan birinin, emekçinin, üretim araçlarından yoksunlaştırılıp kaba kol gücünden başka satacak bir şeyinin kalmamasına yol açan kapitalist mülksüzleştirilmesi ile diğer tarafın özel mülkiyete ve sermayeye sahip olmasından kaynaklanan ekonomik gücü arasında bir eşitlik olduğu varsayılıyordu. Zaten o dönem ortaya çıkan ve liberal demokrasinin sonraki yüzyıllarda da önemli birer söylemi haline gelen eşitlik ve özgürlük, girişimci burjuvanın kendi çıkarlarını gerçekleştirmesine yönelik söylemlerdi. Piyasa ilişkileri kapsamında talep edilen özgürlük, siyasal ilişkilere sonradan hukuk yoluyla tercüme edildiğinde de başlıca kaygı, pazarın bekasını koruma ve güvence altına almaya yönelik olacaktı. Ancak hemen eklemek gerekir ki, burjuvazi feodal aristokrasiye karşı yürüttüğü devlet müdahalesinden kurtuluş mücadelesini kendi ulus devletlerini kurduktan sonra sumen altına sakladı. Sermayenin yeniden üretimi ve dolaşımı sürecinde, kişisel sermaye sahiplerinin başaramayacağı alt yapı tesisleri (limanlar, demiryolları, haberleşme sistemleri, enerji santralleri vb.), toplam toplumsal artı-değerin bir bölümünü sermaye adına tasarruf eden burjuva devletin marifetiyle gerçekleştirilmek üzere, siyasal iktidara bırakıldı. Ulus devletler, ulusal pazarları yerli sermayenin çıkarları doğrultusunda koruyacak gümrük ve yatırım önlemleri almaya, ama ulusal sınırlar dışında yapılacak meta ihracını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmaya başladılar.
Çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfa bölünmüş burjuva toplumda, toplumsal ilişkilerin nasıl düzenleneceği, devlet ile toplum arasındaki alışverişin biçiminin ne olacağı, pazarda karşı karşıya gelen mülksüzler ile özel mülk sahibi sınıf arasındaki eşitsiz ilişkinin yol açacağı hasarın hangi siyasal yöntemle önlenebileceği, eski düşünürlerin önemli kaygıları arasındaydı. Hobbes, Locke, Rousseau, Montesque’nun Roma hukuk geleneği ile 18. Yüzyıl pazar ilişkilerini düzenleyen yeni ilkeler arasında yaptıkları sentez, pazarda birbirleriyle karşılaşan insanların mülkiyet ile ilişkilerinin göz ardı edilmesiyle sonuçlandı. Bu, tabii ki, doğrudan doğruya özel mülkiyet sahibi sınıfın çıkarlarının ifadesiydi. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki siyasi hukuk ile korunurken, toplum üyeleri arasındaki ilişkiler de, sivil topluma özgü ilişkisel formlar ile güvence altına alınacaktı. Sermaye sahibi ile emek arasındaki alışveriş ilişkisini, yani sömürü ilişkilerindeki gelişmeleri piyasanın kör güçlerinin düzenleyiciliğine havale eden, daha doğrusu burjuvanın keyfiyetine terk eden, ancak olası çıkar çatışmalarının çözümünü de son tahlilde yine egemen sınıfın sözde sivil toplumdan ayrışmış “aşkın” devletine ve hukukuna bırakan fikri inşa sürecinde, emekçi ve burjuva da, Rousseau’nun “yurttaş” tanımında eşitlenecekti. Rousseau, kendi “Toplumsal Sözleşmesi”ni, bireyin, üyesi olduğu topluluk aracılığıyla egemenliğe dâhil olacağı öngörüsüyle kavramsallaştırmıştı. Diğer düşünürlerden farklı olarak da, sivil toplum ve devlet arasındaki tehlikeli sonuçlar yaratabilecek bölünmenin aşıldığı bir toplumsal bütünleşme düzeyinin nasıl kurulacağına kafa yormuştu. Bu toplumsal bütünleşmenin özü, ona göre, devletin tüm yurttaşların ortak çabasıyla kurulacağı, devletin bu çabanın bir ürünü olduğuydu.
Rousseau’nun, sınıfsal çelişkileri gizlemeye elverişli yurttaş kavramı ile toplumun üstünde, sınıfsal çıkarlar tarafından belirlenmeyen, topluluk üyeleri tarafından oluşturulan devlet fikri, liberal demokrasinin kurucu öğelerindendir. 1789 Fransız ihtilaliyle başlayan süreçte burjuva devletin biçimi bu anahtar kavramlarla oluşturulacaktır.
Fransız devrimi, burjuva demokrasisini, iki önemli katkıyla geliştirdi. Bunlardan biri, Aydınlanmacıların “topluluğa görevle bağlı yurttaş” kavramını, insan hakları kavramıyla ikame etmesi; diğeri de, oy hakkının tanınmasıydı. Her iki zenginlik de, aslında, egemen sınıfın statüsünü bir kez daha netleştirmeye yarıyordu. Çünkü “insan”, nasıl “mülk sahibi”, “erkek” gibi kategorik kimliklere sahip olarak tasarlanmışsa, oy hakkı da bu tasarıma denk düşen yurttaşlara tanınmıştı. Mülksüzler, yabancılar ve kadınlar seçilme hakkı bir yana, oy hakkından yararlanamıyorlardı. Bireysel hak ve özgürlükler, sadece burjuvanın hak ve özgürlükleri anlamına geliyordu. Dolayısıyla yurttaşlık kavramının, başlangıçtaki iddiasını gerçekleştirebilmesi için, köprülerin altından çok suların akması gerekiyordu. Sınıfsal içeriği bu denli apaçık belirlenen yurttaşlık statüsünün kapsamı, sınıf ve kadın hakları mücadelelerinin gelişmesiyle değişen toplam toplumsal koşullara bağlı olarak, süreç içinde gelişip kurumlaştı. Ancak her gelişme aşaması, tıpkı insan haklarında olduğu gibi, sınıfsal içeriğinin biraz daha gizlenmesini kolaylaştırdı. Egemen sınıfın işçi mücadelelerini bastırmanın, önlemenin bir yolu olarak gördüğü sınıfı bölücü girişimlerden biri olarak, 19. Yüzyılda güçlenen işçi aristokrasisinin İngiltere’de sınıfın ana kitlesinden daha önce oy hakkına sahip olmasındaki gibi, tüm toplumu yurttaşlık kavramında eritip sözde bir eşitlik sağlanması fikri bile, uzun süre burjuvazi tarafından pek rağbet göremedi. Rousseau’nun kehaneti, onun hiç öngörmediği bir biçimde gerçekleşti; burjuvazinin demokrasisi, gerçekte yurttaşların elbirliğiyle değil ama sınıf mücadeleleriyle süreç içinde oluşturuldu. Fransız Devrimi’nin sloganlarından biri olan “Eşitlik”in, genel oy hakkı kapsamında biçimsel olarak sağlanması, ancak yirminci yüzyılın ortalarında mümkün olacaktı. Ki, demokrasi için “ideal tip” oluşturan Avrupa’da, oy hakkına sahip olmanın aynı zamanda tüm diğer yurttaşlık haklarına sahip olmak anlamına da geldiği Avrupa’da, göçmen işçilerin bu haktan hâlâ yoksun tutulduğu hesap edilirse, burjuva demokrasisi, her tarihsel döneminde, kutsal “eşitliği”ni, gözle görülür başka eşitsizliklere borçlu olmuştur.
Eşitsizliğin ana kaynağı, emek ve sermaye bölünmesine dayalı kapitalizm; bütün biçimleriyle gerçekleşmiş, görünürde mükemmel bir eşitliğe dayalı demokrasiyi eşyanın doğası gereği gerçekleştiremeyecektir. Demokrasi ancak, emekçi sınıfların, sistem içindeki, çerçevesi zorlanarak geliştirilen tarihsel bir kazanımı olmuştur. Bu yüzden, kurucuları tarafından mutlak, öngörülmüş bir tanımı, kapsayıcılığı olmadığı gibi; kimi küreselleşme ideologlarının pek sevdikleri, ama sınıf mücadeleleri belirleyenini dışta tutarak geliştirdikleri bir tanımla söylemek gerekirse de, “demokrasi bir süreç” olarak işlemiştir.
Fransız devrimiyle doğan burjuva demokrasisinin, gizlediği eşitsizlikler üzerine kurulu olduğu için çelişkili yapısı, temsil süreçlerinde de kendini gösterir. Serbest piyasa ekonomisinin siyasal arenadaki karşılığı olarak doğan, partiler arası yarışa dayalı seçim sistemi, saf bir rekabet alanı haline hiçbir zaman gelemedi. Seçmenlerin önüne çıkarılan sınırlı alternatifler, burjuvazinin nüanslı siyasal fikirlerinin ve projelerinin temsilcisiydiler. Mevcut partiler ve çoğunlukla alt sınıfların politik örgütlenmesinin önüne çıkarılan hukuki ve cebri engeller aşıldığında bile, emekçilerin karşısına, büyük mali güçler gerektiren propaganda, basın yayın, iletişim sorunları çıktı. Vekil adaylığının en büyük parayı bastırana kaldığı koşullarda, burjuva politikanın olmazsa olmaz cilveleri; ayak oyunları, rüşvet, dalavere, iltimas, oy satın alınması, alınamadığı takdirde gayri resmi müdahalelerin yapılması, parlamenter demokrasinin giriş kartını emekçilerden esirgedi.
“Bir oy, bir insan” hesabına dayalı temsili demokrasi, örgütlü refleksleri ortadan kaldırıp herkesi “yurttaşlık” statüsünde eritiyordu. Ancak, alt sınıflar, demokratik aygıtları kullanma becerilerini de geliştiren yükselen mücadele dönemlerinde, birçok ülkede, kendi temsilcilerini burjuva parlamentoya sokmayı başarabildiler. Fakat çoğu kez, kürsü kullanma hakkının bedeli ağır oldu. Dolayısıyla denebilir ki, temsili demokrasi; emekçi sınıfların, ancak üç dört yılda bir politikaya katılım duygusunu yaşadıkları, adayların belirlenmesinde söz sahibi olamadıkları, seçme ve seçilme süreçlerinde derin bir eşitsizlik hüküm sürerken, demokrasi oyunu izlemeye devam ettirildikleri bir yönetme prosedürüdür.
Burjuva demokrasisinin klasik ilkelerinden biri de, yasama yürütme ve yargı erkinin birbirinden ayrılmasıdır. Vaktiyle eski mutlakıyetçi yönetimlerin işleyişinden çıkarılan derslere göre, bir önlem olarak getirilen ve Montesque’nun önerdiği kuvvetler ayrılığı prensibi, sonraki süreçte, burjuva devlete, emekçi sınıfları yönetirken de kolaylıklar sağladı. Her şeyden önce, işlevleri farklılaşmış özerk kurumlar; devletin “toplum-üstülüğü”nü, “sınıf-dışılığı”nı, “objektifliği”ni, “aşkınlığı”nı kanıtlayan birer vesile olmaya devam ediyorlardı, ikincisi, yanlış giden, yolunda gitmeyen işlerden, eşitsizliği bozan işleyişlerden bir tek merci sorumlu olmuyordu ki bu, devlete ilişkin bir soyutlamayı engelleyerek, her sorun için insanların farklı mercilerle uğraşmasına, hatta sorunların bireysel hukuki sorunlar olarak görülmesine yol açıyordu. Öte yandan, bir kurumun esnemezliğinin yol açtığı sorunlar, bir başka kurumun esneyebilme yetenekleri ölçüsünde giderilebiliyor; oluşturulan herhangi bir kuvvete bağlı kurumlar, komisyonlar, organlar arasında dolaşan herhangi bir sorun, genel çerçevenin dışına çıkmamak kaydıyla, “toplumsal sözleşme”nin ruhuna uygun bir orta yolla çözülebilme imkânına sahip olabiliyordu. Bu, her sorunun toplumsal ya da politik genel bir çerçeve içinde algılanmasını önleyerek, toplumsal çelişkileri törpüleyici bir rol oynayabiliyordu. Bu durum (yasamanın birkaç yılda bir değişen vekiller aracılığıyla gerçekleştirilmesi, yürütmeden kabinenin sorumlu olması, yargının sözde bağımsızlığı), bir bakıma yanlış kararların en azından birkaç yıl sonra değişebileceği veya hukuki vicdanda mahkûm edilebileceği izlenimini sürekli körükleyerek, sisteme ve kurumlarına yönelik güven duygusunun baki tutulmasını garanti altına almıştı. Kuvvetler ayrılığı, sistemin, yurttaşlara karşı oluşturduğu bir güvenlik supabı olarak işledi, tepkiyi dağıttı, kitleleri oyaladı, ama sorunları hiçbir zaman çözmedi.
Kuvvetler ayrılığı, yönetmeyi, bir uzmanlık meselesi haline getirmişti. Yöneticilik, özel bir eğitim, ekonomik ya da toplumsal bir güç gerektiren meslekler arasına girdi. Bu, “demokratik süreçler”e her elini kolunu sallayanın giremeyeceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla, demokratik bir ülkede yaşayan bir tek “yurttaş” için politika, kendisinin anlamadığı, ama seçilmiş vekilleri ya da uzman hukukçuların onun adına en iyisini düşünerek karar verebileceği bir konuydu. Arada bir oyunu kullanarak görevini yerine getirmiş, bir sonraki seçim dönemine kadar iradesini teslim etmiş olacaktı!
Liberal demokrasinin başlangıçtan bu yana başlıca ilkeleri, böylece toplumsal eşitsizliğin gizlenerek insanların, yurttaşlar topluluğunun bir parçası olarak atomize edilmesinden, emekçi sınıflar için politik karar alma süreçlerine dair gerçek bir uzaklaştırma ve dışlamadan, sınıflar arasındaki mücadeleyi önleyecek mekanizmaların kurulmasından oluşturuldu. Demokrasi, bu bakımdan, başlangıç olarak, serbest piyasanın kutsanması, pazarda karşı karşıya gelen emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin dolaylandırılması amacına yönelikti. Ve doğal olarak, serbest rekabetçi dönemin girişimci burjuvazisinin ulusal pazarları güvence altına alma derdindeki ulus-devletinin, ilk siyasal tasarrufu olarak ortaya çıktı.
20. Yüzyıl, emperyalizm çağının başlangıcıdır, ama aynı zamanda da, proleter (ve ona bağlanan ulusal) devrimler çağının da. Bu dönemde oluşan, burjuva demokrasisinin ve devletin yeniden yapılandırılmasını gerektiren dünya çapındaki bir dizi olay, klasik burjuva demokrasisinin yeni bir boyut kazanmasına yol açtı.

20. YÜZYIL DEMOKRASİSİ
Lenin geçen yüzyılın başlarında yazdığı “Emperyalizm” adlı kitabında mali sermaye egemenliğinin, yani emperyalizmin tanımını yaparken, şu kıstasları sıralıyor: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirli rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içice geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin ardından gelen ve Lenin’in, başlıca karakterinin siyasal gericilik olduğunu söylediği emperyalizm, mali sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarını dünyanın sömürgeleştirilmesinde buluyordu. Emperyalizm, dünya yüzündeki hâkimiyetini, Lenin’in deyimiyle “Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması”nı, onu, meta ihracatı esasına dayalı serbest rekabetçi kapitalizmden ayıran sermaye ihracı aracılığıyla gerçekleştirecekti.
Mali sermayenin, başlangıcından bu yana, dünyanın sömürgeleştirilmesinin tamamlanması anlamında bir küreselleşme eğiliminde olduğunu söylemek zor olmayacaktır. Ancak 20. Yüzyılda yoğunlaşan ve kimi ülkelerde egemen sınıf olarak örgütlenme olanağı bulan işçi sınıfının mücadeleleri, anti-faşist mücadeleler ve ulusal kurtuluş hareketleri bu eğilimleri frenleyecek, kontrol altında tutulmasına yol açacak politik barikatlar yarattığından, bu eğilim bugünkü kadar pervasızlıkla hayata geçirilebilme olanağı kazanamadı, uygun zamanlara ertelendi. Bu politik barikatlar; başlıca karakteri siyasal gericilik olan emperyalizmi, madalyonun ikinci yüzünü de oluşturmak zorunda bıraktı. Batı demokrasisi, emperyalizmin hegemonyasına güler yüzlü bir davet olarak, gerektiğinde cuntaları, işgalleri birer sapma olarak tanımlayabilmek için kapitalizmin vitrinine yerleştirildi.
20. Yüzyıl Batı demokrasisinin -ilk dünya savaşı sonrası- başlıca özelliği, emperyalist burjuvazi için, sermayenin doğuşundan beri var olan dünya pazarlarını fethederek küreselleşme eğiliminin, dönemin sınıf mücadelelerinin düzeyi ve özellikleri bakımından sınırlanmasına yol açan siyasal koşullar nedeniyle ve sosyalizmin örnek alınmasının önünü kesme yönelimiyle, devletin, “sosyal devlet” olarak tabir edilen yeniden yapılandırılmasına denk düşecek bir içerik kazanmasıdır. Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, yerel Sovyetlerde gün geçtikçe daha çok işçinin yönetmeyi öğrenmek üzere örgütlenmesi, “en demokratik Batı ülkelerinden daha demokratik bir bir ülke yaratma” tutum ve yönelimi, özgürlüklerin hukuki güvencelere alınması ve bütün bunlardan önemlisi, toplumsal eşitsizliğin nedeni olan özel mülkiyet sisteminin iptal edilmesi; zaten önemli bir bölümü devrimci kalkışma halinde olan Avrupa işçi sınıfını, burjuva demokrasisi için bir tehlike haline getirmişti. Öte yandan, sosyalizm, işçi sınıfı için, işsizlik, iş güvencesi, iş güvenliği, gelecek kaygısı, eğitim ve sağlık gibi sorunların olmadığı bir dünya “vaat ediyor”, bunun için yoğun bir inşa faaliyeti sürdürülüyordu.
İkinci Dünya Savaşı, dünyanın yeniden paylaşılması kaygısı yanında, bu “vaat”in ne denli güçsüz olduğunu da kanıtlamak adına Sovyetler Birliği’nin üzerine çullanmak üzere tasarlandı. Demokratik seçim sandıklarından çıkan Hitler’in partisi iktidara geldikten sonra, Sovyetler Birliği’ni çökertmek üzere en geniş ittifakı sağlayarak bu ülkeye savaş açtı. Franco milislerinin, Mussolini kara gömleklilerinin kendi ülkelerinde estirdikleri terörün, faşist yayılmacılarla işbirliği yapan ya da sessiz kalan hükümetlerin karşısında dişe diş bir mücadele veren Sovyet halkı, savaştan, antifaşist mücadeleden doğan halk demokrasilerinin de oluşturduğu bir kampla birlikte, siyasal olarak güçlü çıktı. Bu dönemi Çin Devrimi izledi. Böylece dünya coğrafyası, gitgide burjuvazi için ürkütücü bir alternatif demokrasinin hüküm sürdüğü alan haline gelmekteydi. Bir yandan da, bu rüzgârdan esinlenen eski sömürge statülerindeki ülkelerde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri başlamıştı. Emperyalist ülkeler açısından, dünyanın yeni bir paylaşım sorunu varken, değişen statü, yeni ulus devletler, iç hukuklar, gümrük ve koruma önlemleri, piyasaya yönelik devlet müdahaleleri biçimindeki eğilimlerle uğraşmayı gerektirecekti ki, mali sermaye, o koşullarda buna ne politik bir cesaret ne de mecal bulacaktı. 1929 büyük krizini bir savaşla aşmaya çalışan emperyalizm, İkinci Savaş sonrasında daha büyük bir ekonomik sıkıntıyla karşılaştı. ABD’den gelen Marshall yardımıyla ayağa kalkmaya çalışan Avrupa ülkeleri, çöken sanayinin ulusal koşullarını oluşturabilmek, ulusal bir savunma sistemini canlandırmak ve toplumsal yaralarını sarabilmek için, bankaların kamulaştırılmasını da kapsayan yoğun bir ulusallaştırma kampanyası eşliğinde, ulus devletlerini güçlendirmek zorundaydılar. Dolayısıyla hem emperyalist ülkelerin içerideki ekonomik gereksinimleri hem de dünya siyasi haritasındaki değişiklikler, devletin sosyal önlemleri gözeterek ekonomiye müdahalesinin artışını zorunlu kılmıştı.
Batı Avrupa demokrasisi de bu koşullarda restore edildi. Zira şartlar, burjuva devletleri, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin yeniden düzenlenmesi için barışçıl önlemler almaya zorluyordu. Sosyalizm hevesleri karşısında barikat oluşturacağı sanılan işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, parasız sağlık ve eğitim, temel sosyal hizmetler, kültürel ve diğer yaşamsal desteklerin, toplu konut ve taşımacılığın emekçilere sunulması tek tek sermayedarların başarabileceği bir faaliyet olmadığından; bu işlevleri, sermayedarların ortak komitesinden başka bir şey olmayan kapitalist devletler üstlendi. Sosyal devlet koşullarında devletin büyütülüp şişirildiği iddiasıyla, artık ekonomiden el çekmesi gerektiğini söyleyenlerin, sonradan müdahale edecekleri bu gelişmeler; sermaye sınıfı açısından, emekçilere görece rahat bir günlük yaşam sağlama karşılığında devrimlerden kaçınabilmenin kefaretinin ödenmesi anlamına geliyordu. Keynes’in, daha 1929 Krizi sırasında fikri olarak oluşturduğu ilkeler, geçen yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Avrupa ülkelerindeki demokrasinin “ideal” bir form kazanmasını sağladı.
“Sosyal devlet”, üretim biçiminde herhangi bir değişiklik talebinde bulunacak bir sınıf hareketinin ya da toplumsal hareketin taleplerini, sistem içinde karşılayarak çözmeyi amaçlıyordu. Kuşkusuz çözemeyecekti ama bir yatıştırma da umut ediliyordu, nitekim bu umut tümüyle karşılıksız kalmadı. Bu yüzden bölüşüm süreçlerinde yapılan müdahaleler, ayarlamalar, tekelci sermayeye, dolayısıyla onun devletine oldukça pahalıya mal olmasına, artı değerin önemli sayılacak bir kısmının sosyal hizmetlere aktarılmasına rağmen, siyasal faydası nedeniyle, o yıllarda hiç tartışılmadı. Çünkü “sosyal devlet”, sınıf çelişki ve çatışmalarının düzenlenmesi ya da yatıştırılması demekti ki, üretim sürecinin baki kalması koşuluyla, bölüşüm süreçlerinde yapılacak feragat göze alınacaktı.
20. Yüzyıl demokrasisi, işte bu düzenlemelerin izlerini taşır. Sendikal mücadele içinde olgunlaşmış, kendi örgütlerini kurmuş ve “kendisi için sınıf olma” bilgisiyle donanmış Avrupa işçi sınıfının, “Toplumsal Sözleşme” yerine “Toplu Sözleşme” prosedürlerini dayattığı (ya da tersinden, işçi sınıfına toplusözleşmeyle sınırlanmanın dayatıldığı) bir demokrasidir bu. Dolayısıyla ücret politikaları ve “yardımlar” türünden “sosyal” arz, aynı zamanda örgüt deneyimi olan ve mücadeleye hazır işçi sınıfının yaptırımlarını göz önünde bulundurmak durumundaydı. Temsili demokrasi kurumları, bu koşullarda birçok ülkede komünist parti vekillerini ağırlamak zorunda kaldı. Liberal demokrasi artık, “bir oy, bir insan” modelinden, seçimlerde örgütlü emekçilerin inisiyatifinin de tanınması gereken bir biçime evrildi. Savaş sonrasında, kimi ülkelerdeki genel ve yerel seçimlerde, komünist partiler oldukça yüksek yüzdelerde oylar almıştır.
Sosyalizmin güvencesindeki dünya emekçilerinin kapitalizm koşullarında yaşayabileceği en yetkin demokrasi, yüzyılın savaş sonrası dönemlerinden başlayan ve birkaç on yıl süren bir zamanda yaşanmıştır. Ama bu, sosyalizmin önünü kesmeye yönelik bir “yetkin demokrasidir.
Peki, dünyanın Avrupa dışındaki bölgelerinde neler olmaktadır?
Eski sömürgelerin ulusal mücadeleler aracılığıyla bağımsızlıklarına kavuşma süreci 1970’lere kadar sürdü. Ulus devletler halinde örgütlenen bu ülkeler, daha, milli bayraklarını göndere çeker çekmez uluslararası finans kurumlarının müdahale ve yaptırımlarıyla karşılaştılar. Siyasi olarak yitirilen toprakların ekonomik bakımdan tekrar sömürgeleştirilmesi için, emperyalistler ve bağlı kurumları tarafından ambargolar, para politikaları, borç şantajları devreye sokuldu ve birçok ülke yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde uğruna onca cefa çekilmiş olan bağımsızlığını çoktan yitirmiş oldu. Sermaye birikim süreçlerini yer yer kısıtlayan ve zamana yayan, evrensel kapitalist ilkelerle uyumlu olsalar da, her ülkenin farklı özelliklerinin izlerini taşıyan bürokrasi, hukuk ve kültürel kurumlarının hız kesici etkileri, finans politikalarıyla aşılmaya çalışılmış ve bağımlılık veya entegrasyon adım adım oluşturulmuştu.
Emperyalizm, yoksul “üçüncü dünya” ülkeleri için biçtiği “kalkınma stratejisi” kapsamında, bu ülkelerin sermaye ihracına, yabancı sermaye ortaklıklarına, finans kurumlarının yaptırımlarına boyun eğdikleri koşullarda, gelişmiş ülkelerin standartlarını yakalayabileceklerini vaaz ediyordu. Yabancı sermayenin girişine karşı bu ülke halklarında kökleşmiş antiemperyalist bilinç, milliyetçi duygular ve sınıf mücadelesi ise işleri oldukça zorlaştırdığından, hem bu bilinci köreltmek hem de bağımlılaştırma sürecini hızlandırabilmek için, tekelci sermayenin halklara politik önerisi, bu ülkelerin bir an önce Batı demokrasisi ülkelerine yetişmeleriydi. Ama kapitalizmin doğasına içkin çelişkiler yüzünden bu eşitlik asla sağlanamayacağından, yetişilmesi gereken hedefler ile kalkış noktası arasındaki mesafe uzadıkça uzadı. Geri kapitalist ülkelerin yetişmesi gereken hedefler uzaklaştıkça, dışarıdan yapılan her türlü müdahale, yardım adı altında kredilendirme, özgürlük ve demokrasi götürmek adıyla işgaller meşrulaştı; böylece demokrasi söylemi eşliğinde sömürgeleştirme hız kazandı.
Demokrasi söyleminin ikiyüzlülüğü, en çok, mali sermayenin geri kalmış ülkelerle ilişkileri sırasında açığa çıkıyordu. Çünkü ‘70’li yıllardan başlayarak, sınıf mücadelesinin yükseldiği, alt sınıfların “çizmeyi aştığı” her durumda devreye giren askeri darbelerin, cuntaların başlangıç işaretini veren ABD; başta Kore işgali olmak üzere, birçok ülkeye de fiili müdahalede bulunarak kimi halkları hizaya getirmeye, diğerlerine de gözdağı vermeye çalışıyordu. Dolayısıyla kalkınmacı, Batı demokrasisine yetiştirmeci emperyalist politikalar, dünya emekçilerinin kanı ve canına mal oldu. Üstelik emperyalistlerin kendi emekçilerini zapturapt altında tuttukları Batı demokrasilerine sağlanan finansmanın önemli bir kısmı da, geri kapitalist ülkelerin sömürülmesinden elde edilen artı değerden ve ranttan gelmekteydi.
Asya, Afrika ve Latin Amerikalı emekçiler, bu ünlü liberal demokrasinin nimetleriyle hiç tanışamadan, kimin seçileceğinin CIA ve Pentagon tarafından belirlendiği, belirlenen sonuca ulaşabilmeyi garantiye alabilmek için entrikadan polisiye önlemlere, kontrgerilla-gladio yöntemlerinden rüşvet dağıtımına kadar her türlü yöntemin denendiği, alt sınıfların demokrasi mücadelesinin önüne binlerce engel çıkarıldığı güdümlü parlamenter sistemlerle yetinmeye zorlanarak geçirdiler bu süreci.
Liberal demokrasiyi tamamlayan gericilik, sadece geri kapitalist ülkelerde ortaya çıkmadı. Sözde demokrasinin kalesi ABD’de başlatılan ve etkisi tüm dünyaya yayılan McCarty’cilik ile emekçi örgütlerinin dağıtılması, kitle önderlerinin etkisizleştirilmesi, sosyalist fikirlerin gözdağı verilerek bastırılması için yaygın bir terör estirildi.
Şimdi de, bir yüzünde asla gerçekleşemeyen eşitlik vaatlerinin diğer yüzünde de eşitlik taleplerinin şiddetle bastırıldığı diktatörlüklerin bulunduğu liberal demokrasi madalyonu, işlevsizleştiği gerekçesiyle elden çıkarılıyor. Çok uzun süredir bir yönetme klasiği olarak anılan bu demokrasinin, neoliberal koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması gerektiğine dair girişimler başlatıldı, kuramlar oluşturuldu, konsept tarifleri yapıldı. Klasik demokrasinin bitiş çanı, onu kutsayanlar tarafından çalındı.

YÖNETİŞİM

A- YENİDEN SÖMÜRGELEŞTİRME SÜRECİNDE ULUS-DEVLET VE KÜRESELLEŞME
Mali sermaye, yoğunlaşma ve merkezileşmesinin uluslararası ölçekte kat ettiği ciddi mesafeye, üretimin maddi teknik temelinin gelişmesine, bugün için karşısında alternatif bir toplumsal yapı ve dolayısıyla alternatif bir üretim ve bölüşüm biçimi ve pazar olmayışına, bunun biçimsel kalıntılarının bile tamamen ortadan kalkışma bağlı olarak izleme şansı bulduğu küreselleşme politikalarıyla, egemenliğinin koşullarını ve biçimini yenilemeye yönelmiş bulunuyor.
Dönemin en önemli özelliği, sermaye hareketlerinin, önüne çıkan bütün engelleri hızla aşabilecek ölçüde büyük bir akışkanlık kazanmasıdır. Bu, dünyanın 20. Yüzyıldaki dengelerinin altüst olması, eski jeopolitikaların ve stratejilerin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geliyor. Burjuvazinin, tarih sahnesine ilk çıktığı koşullarda ticareti ve pazar hareketlerini zorlaştıran feodal yerel iktidar odaklarına karşı, kendisine siyasal bir mekân olarak seçtiği ve oluşması için büyük bir mücadele verdiği, Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar da dünya sınıf mücadeleleri karşısında az çok katlanmak zorunda kaldığı ulusal sınırlar, artık bu sınıfa yetmiyor. BM, IMF, DB, Gümrük Birliği, AB vb. gibi oluşumlar, kuşkusuz, sermayenin uluslararasılaşma eğiliminin göstergeleri ve ifadeleri olarak, ulusal sınırların yetmeyişi ve darlığının önceki dönemdeki ilanlarıydı. Şimdi bu örgütlerin işlevleri arttığı gibi, yanlarına yenileri eklenmiş, tek tek ve özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde uzantıları oluşmuş, örneğin çöp toplamanın, su kullanımının ve hatta -uluslararası tahkim ve tahkim kurulları aracılığıyla- hukukun bile tek ve tekelci standartlar üzerinden şirketleşerek uluslararasılaştığı koşullara ulaşılmıştır.
Kuşkusuz sermayenin, ilksel birikim dönemlerinden beri hem ulusal pazarlar üzerinde hâkimiyet kurmak hem de ulusal pazarlar dışındaki pazarları ele geçirmek gibi iki önemli eğilimi hep bir arada oldu. Bu iki eğilim arasındaki ilişkiyi düzenleyen başlıca faktörler ise, sermaye birikiminin düzeyi ile sermaye sahibi sınıfın kendi iç çelişkileri, sermaye kesimleri arasındaki şiddetli rekabet ve sınıflar mücadelesindeki mevzilenme biçimleri ve bu mücadelenin düzeyiydi. Kendi ulusal pazarlarında tam bir kontrol sağlamak isteyen sermaye, kendi ulus devleti aracılığıyla, bu pazarlarda rekabet avantajlarını çeşitli hukuki ve bürokratik önlemler alarak, yabancı sermaye yatırımlarına yüksek kotalar ve gümrük uygulamaları koyarak kollarken, başka ulusal pazarları koruyan bu türden engelleri aşmak ve dünya pazarlarına yayılabilmek için de amansız bir mücadeleye girdi. Sermaye birikim süreçlerinin eşitsiz gelişimi, pazar paylaşımı sırasındaki rekabetten bu birikimin en yoğun oluştuğu ülkelerin avantajlı çıkmasına, diğer ülkeler arasında da bir hiyerarşi yaratılmasına yol açtı. Belli tarihsel dönemlerde bu birikimi temsil eden ülkeler (19. Yüzyılda İngiltere, sonra onunla çekişme halinde Almanya, daha sonra ABD ve şimdi de ABD ile dişe diş bir rekabet halindeki diğer emperyalist ülkeler), bu hiyerarşinin alt katmanlarında bulunan geri kalmış ülkelerin sömürülmesi, sömürgeleştirilmesi sürecinde en güçlü devletler; politik odaklar haline geldiler.
20. Yüzyıldaki, yukarıda andığımız sınıf mücadelelerinin düzeyi, sosyalizmin varlığı ve ulusal mücadelelerin yükseldiği koşullarda, uluslararasılaşma eğilimini ve dünya pazarlarında sınırsız hegemonya kurma talebini engelsiz tatmin etme olanağı bulamayan ve bu mücadelelerin ketleyici etkisini gözetmek zorunda kalan mali sermaye, bugünkü elverişli özel tarihsel koşullarda, ulus devletler ve ulusal sınırlar üzerinde yeni düzenlemeler yapmaya ve bu yolla dünya pazarlarının bölüşümünü yeniden düzenlemeye çalışıyor. Kuşkusuz bu, geri kapitalist ülke devletleri uydulaştırılırken emperyalist tekellerin merkezileştiği emperyalist ülkelerdeki devletlerin de gittikçe güçlendirilmesi, dünya ekonomisini ve siyasetini belirlemedeki rollerinin hiçbir kaygı olmaksızın çoğaltılması anlamına gelmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, (bir eski ABD Başkanı’nın ifade ettiği gibi “General Motors için iyi olan ABD için de iyidir”) tekellerin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş devletlerdir ve bu tekellerin bir bakıma cisimleşmiş çıkarlarıdır.
Yeniden sömürgeleştirme süreci, ulus devletler üzerindeki, bu birbirini tamamlayan iki gelişmeyle karakterizedir. Bir yanda mali sermayenin merkezi ülkeleri tarafından kumanda edilen geri kalmış kapitalist ulus-devletlerin uydulaştırılması, diğer yanda da muazzam bir sermaye birikimini kontrol eden emperyalist devletlerin aynı ölçüdeki büyümesi. Geri kapitalist ülkelerin ulusal ekonomilerinin, ulusal sınırlarının ve devletlerinin tüm kurumlarıyla elden geçirilmesi de, pazar paylaşımının en önemli imkânlarını sunan bu eşitsizliğin yeniden yeniden üretilmesinden geçiyor. Bu durum, 20. Yüzyılda oluşturulan sınırların, emperyalizm tarafından yeni ihtiyaçlarına uygun olarak artık başka türlü çizilebileceği bir süreçte özel bir anlam taşımaktadır.
Ulusal sınırlar, basit coğrafi düzenlemelerden çok daha fazlasını içerir. Bu sınırlar, kalkınma retoriğine göre ihracata ve ithalata koyulan korumacı önlemler, her ülkenin ayrı ayrı bürokrasi ve iç hukuk düzenlemeleri, yönetme alışkanlıkları, geleneksel statükolar, ulusal para sistemleri, emek gücünün sosyal maliyetinin yerel toplumsal coğrafi değişkenleri, halkların antiemperyalist, milliyetçi duyarlılıkları vs. gibi pek çok prosedürden; mali sermayeyi, akışkanlığını kırtasiyeye boğan, dirençlerle uğraşmak ve sınıflar arası dengeleri gözetmek zorunda bırakan, dolayısıyla talep ettiği bütünselleştirmeyi zorlaştıran etkenlerden oluşmaktadır.
Küreselleşme ise, özellikle emperyalist kapitalizmin, bu etkenlerin direncini de az ya da çok aşan bir eğilimi olarak tüm 20. yüzyıl boyunca ilerleyişini sürdürürken, “merkez” ülkelerin “ulusallığı”yla hep malûl kalacak bir “kapitalist enternasyonal” olarak artık tam gerçekleşme koşullarını, bütün bu prosedürlerin iptal ve ilgasında görmektedir. Kapitalizmin -ulusal ve uluslararası eğilimlerinde ifadesini bulan- kendi içinde çelişkili varoluşu, teorik ve son ABD çelik ithalatı vergisinin yükseltilmesi/çelik savaşı örneğinde bir kez daha görüldüğü gibi pratik bakımdan, bu prosedürlerin toptan ilgasını olanaksızlaştırsa da, bu ilga, küreselleşmenin sivri ucu olarak, özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelere dayatılmaktadır.
1980’li yıllardan bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum projeleri” kapsamında geri kapitalist ülkelerin yola getirilmesinde, 90’lı yıllardan bu yana da, eski “Doğu Bloğu ülkeleri”nin restorasyonunda bir hayli mesafe kat edildi. Dolar-Mark (şimdi Euro), Dolar-Yen savaşlarıyla yan yana, dünya çapında mali bir hegemonya kurabilmenin başlıca koşulu olan ulusal paranın konvertible edilmesi sürecini içeren dolarizasyon politikaları, ülkelerin yabancı sermayeye ekonomik bağımlılıklarını gitgide artırıp içeride derin yoksulluklar yaratırken, ulusal devletlerin de birer “büro”ya dönüşmeleri yönünde etkide bulunuyor. Bu bağımlılık, ülkeleri, her an bir başka bölgeye kaçma tehdidinde bulunan sermayenin o ülkede kalabilmesini sağlamaya yönelik onur kırıcı önlemler almaya zorluyor. Borç şantajı yapılan, kredi kıskacına alman devletler, kendilerine birer batık şirket muamelesi gösteren büyük finans kurumlarının sözünden çıkamaz hale getirildiler. Birçok ülkede “yabancı sermaye yatırımlarının, yerli sermaye ile ortaklığı” koşulu ortadan kaldırıldı, ulusal ekonomik kalkınma söylemi eşliğinde vaktiyle kurulmuş gümrük duvarları süreç içinde yıkıldı, yıkılıyor; böylece mali sermaye, ülkelerin istediği yerlerinde istediği ölçüde ve hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın yatırım yapabilme, yatırımlar karşılığında dünya pazarlarına buradan meta ihraç edebilme koşullarına sahip oldu, oluyor. Hiç kuşkusuz bu koşulları sağlayan başlıca etken, emek gücünün fiyatının alabildiğine aşağı çekilerek, bu ülkelerin ucuz emek cenneti haline getirilmesiydi, işsizliği yoğunlaştırmayı, ücretlerin sosyal içeriğinin de törpülenerek reel olarak düşürülmesini içeren IMF ve Dünya Bankası politikaları, ulusal tarımı ve zaten az buçuk olan sanayileri çökerterek, ülkeleri yabancı sermayeye muhtaç hale getirip kıskıvrak bağlamış oldu. Yabancı sermaye, emek gücünün aylık on dolar olduğu bir ülkeden, 8 dolara düşürülmüş bir başka ülkeye kaçabileceği tehdidini her fırsatta hatırlattığından, devletler, kendilerinden ne istenmişse yapabilir hale geldiler.
Had safhaya ulaşan tekelleşme; şirket evlenmeleri ya da satın almalar yoluyla sermayenin merkezileşip yoğunlaşması (örneğin, birleşme ve satın almalar bir yıl içinde, bir önceki yıla oranla yüzde 35’lik bir artışla 3,4 trilyon dolara kadar ulaştı), uluslararası tekellerin dünya pazarlarından edindikleri kârların devasa boyutlara ulaşması ile artan yoksulluk ve işsizlik, herkese refah vaat eden küreselleşmenin eşitlikçi, özgürlükçü balonunun kimler için şişirildiğini her gün tekrar tekrar gösterdi.
Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul ülkesi arasındaki gelir oranı 1998’de 74’te 1’e düşmüştür. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin dünya gelirinden aldığı pay, 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2,3’ten yüzde 1,4’e inmiş bulunuyor. Güneydoğu Asya’da yaşayan emekçilerin yüzde 59’u günde 1 dolardan az para kazanıyorlar. En zengin 25 kişinin mal varlığı Afrika kıtasının toplam Gayri Safi Milli Hâsılasına eşit. 2000 yılı BM insanî Kalkınma Raporu’na göre, en zengin yüzde 20’lik gelir grubu dünya gelirinin yüzde 86’sını, ortadaki yüzde 60’lık gelir grubu yüzde 13’ünü, en alt yüzde 20’lik grup da dünya gelirinin yüzde birini alıyor. Bunların yanı-sıra; dünyanın en zengin kişisi olan Microsoft’un patronu Bili Gates’in 60 milyar doların üzerindeki serveti, Kostarika, Brezilya, Panama, Honduras, Nikaragua, Jamaika ve Bolivya’nınkinden fazla. General Motors tekelinin cirosu Danimarka’nın, Toyota’nınki de Norveç’in GSMH’sını aşıyor.
Uluslararası tekeller; bir yanda muazzam servetlerin diğer yanda ise günde 1 dolarlık ve hatta daha az ücretlilerin yaygın yoksulluğunun ve açlığın oluşturduğu derin eşitsizliği, küresel düzeyde en kârlı yatırım olanaklarını yaratmaya yönelik finans politikalarıyla sağladılar. Dünya meta ve sermaye ticaretini elinde bulunduran emperyalist tekellerin mali işlerini gören finans kurumları, az gelişmiş ülkeleri kredi vermeme, dünya pazarlarından uzaklaştırma veya ambargo tehdidiyle; kur farkları ve devalüasyonlar ile iç ve dış ödemeler dengelerinde yaratılan depremlere karşı korunmasız bırakarak, bu yoksullaşmanın sürekliliğini güvence altına aldılar.
ABD eski Başkanı Clinton’ın Çalışma Bakanı Prof. Rich,”artık ulusal ürünler ya da teknolojiler, ulusal şirketler, ulusal endüstriler olmayacak. Artık en azından bu kavramdan çıkarsadığımız anlamda ulusal ekonomiler olmayacak. Her ulusun ilksel varlıkları, onun yurttaşlarının becerileri ve kavrayış güçleri olacak!” (Aktaranlar; Tim Lang, Colun Hınes, Yeni Korumacılık, Kaynak Yayınları, Çeviren, Teoman Törün) demişti. “İlksel varlıklar” kavramıyla tanımlanan “yurttaşların becerileri ve kavrayış güçleri”nden, emek gücünün kendisini tekellere beğendirmek için neler yapmak, nelere katlanmak zorunda bırakıldığını anlamak gerekiyor. Yani istenen, mümkün olan en az ücrete razı olunabilecek bir âlicenaplıktır. Bu âlicenaplık ise, rekabete zorlanan dünya işçi sınıfının beceri ve kavrayışının değerini oluşturacak. Ulusal ekonominin kalmayacağına dair stratejik bir kehanet, demek ki, sadece emek gücünün ulusal kalmasını da öngörmektedir.
Ulus devletlerin uluslararası tekeller için birer “büro” haline getirilmesi, doğrudan finansal müdahaleyi destekleyen ve yolunu açan uluslararası organizasyonlar, bloklaşmalar ve örgütlenmeler ile de güçlendirildi. Bugün sadece IMF ve DB değil, DTÖ, G-7’ler veya G-8’ler diye bilinen oluşumlar, OECD (çoğaltılabilir: AB, NAFTA vb.) birer dünya hükümeti gibi çalışıyorlar. Hepsinin gündemleri ortak ve DTÖ, bağlayıcı kararları ve yaptırımlarını, yapısal uyum projeleriyle dize getirilmiş ülkelere rahatlıkla dayatabiliyor. Uluslararası tekeller bir ülkede “konakladıktan sonra” olabilecek gelişmeler karşısında ve o ülkenin halkı ya da devletiyle ihtilaflarında hiçbir sorumluluk üstlenmeyecekler. Tahkim kurulu, her ülkenin iç hukukunun, küresel bir işletme yönetmeliği halinde düşünülen uluslararası hukuk ilkelerine göre düzenlemesini öngörüyor. Yatırımlardaki mali ve sosyal risklerin önlenmesi, “büro-devletler”in görevi. Olası sınıf mücadelelerinin, protestoların, “toplumsal bir patlama”nın oluşturacağı tehdidi bertaraf etmek, edemiyorsa, tekelin zarar ziyanını karşılamak, ulus devletin yükümlülükleri arasında. Ayrıca tekellerle ihtilafa düşen devletler, uluslararası tahkim kurullarına başvuru haklarına sahip değiller; çünkü tahkim, tekellerin devletle ilişkilerini düzenlemeye yönelik, sözde Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları sözleşmesine rağmen tek taraflı bir yaptırım organı olarak düşünüldü. Bu konuda yapılan bir kaç başvuru örneğinde de kazanan hep tekeller oldu.
DTÖ, fikri mülkiyet hakları sözleşmesi (TRIPS) ile tarımdan kimya sektörüne, tıptan sağlık sektörüne kadar birçok alanda üretim bilgisini patente bağlayarak, ulusal ekonomilerin bir kez daha çökertilmesini gündeme alırken; GATS sözleşmesiyle de, yerel yönetim hizmetlerinin yabancı şirketlere özelleştirilmesini kolaylaştıracak yolu açıyor. Bu, kuşkusuz ulus devletleri mal ve hizmet üretiminde devreden çıkardıktan sonra, finansal hâkimiyetin; bölünüp parçalanmış yerel idareler bağımlılaştırılıp özerklikleri törpülendikten sonra güçlendirilmesini amaçlıyor.
Denebilir ki, ‘90’lı yıllardan bu yana ulus-devlet örgütlenmesinin artık sonuna gelindiğini söyleyen mali sermaye egemenliği, bu yönelimi gerçekliğe ulaştırabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Bu,” bir başka söylemle de pekiştiriliyor. Çok yakın bir zamanda, önce IMF direktörünün, sonra Kemal Derviş’in ağzından duyduğumuz, daha sonra da burjuva medya kalemşorlarının yazılarından okuduğumuz “devletin küçültülmesi” söylemi, emperyalist tahakkümün icraatına ilişkin bir klişe haline getirildi.
Varlığının yeni koşulunu ücretleri mutlak ve reel olarak dibe çekmeye bağlamış emperyalizm, kapitalist devletlerin bir önceki yüzyılda tanımak zorunda kaldığı sosyal yüklerinden arınmasını ve sosyal hizmetlerin pazar ilişkilerine, piyasaya terk edilmesini buyurduğundan bu yana, “sosyal devletin bütün kalıntılarına karşı esaslı bir savaş açıldı. Reagan-Theatcher-Kohl (bizde Özal) üçlüsünün başlattığı girişimlerden bu yana, hem refah toplumunun kalesi Avrupa’da, hem de bu refahın hiç uğramadığı az gelişmiş ülkelerde, dünya emekçilerinin, en alt yoksulluk sınırında eşitlenebileceği bir sürece girilmiş olundu. Bunun gerekçelerinden biri de şöyle ifade ediliyor: “Artık ulus devletler ortadan kalkmak üzere olduğuna göre, ancak bu devletlerin sağlayabileceği sosyal yatırımların yapılmasının olanağı yoktur!” Bu, liberal demokrasinin, bölüşüm süreçlerinde ayarlamalar yaparak, burjuva devletler için oluşabilecek sosyal riskleri önleme derdinin kalmadığını gösteriyor. Zira sınıfın bölünüp parçalanmasında, sendikal örgütlerin dağıtılmasında, politik örgütlerin revizyona uğratılmasında, refah toplumu yılları olan soğuk savaş döneminden bu yana, epey bir mesafe kat edildi; dünya işçi hareketinin ivmesi gerilere çekildi. Emperyalizm, sosyalizm karşısında ayakta kalabilmek için bir bedel ödemesi gerektiğini düşünmüyor. Bu yüzden sosyal hizmetlerde özelleştirmeler yapılarak ücretin sosyal bileşeni törpülenirken, diğer yandan da, bu hizmetler bir kâr kapısı haline getirilerek, tekellerin sofrasına sunuluyor.
Öte yandan, kamu mülkiyeti niteliğindeki sanayi tesislerinin, kurum ve kuruluşların özelleştirilmesi ile yabancı sermayeye konuşlanma alanları açılırken, bizde gündeme girdiği üzere, Devlet İhale Yasası gibi, yatırımcıları bürokratik prosedürlerden geçmeye zorlayan hukuki düzenlemeler de, sözde yolsuzlukları önlemek adına ortadan kaldırılarak, bu alanlar iyice engelsiz hale getiriliyor.
Mali sermayenin ulus devletlerle uğraşması, elbette bu siyasal aygıttan gerçekten vazgeçmek isteğinden kaynaklanmıyor. Zira uluslararası tekellerin başlıcaları ABD, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi büyük devletlerde merkezileşmiş durumda. Ve kuşkusuz ki, hiçbir küreselleşmecinin aklının ucundan ABD devlet makinasının küçültülmesi, ortadan kalkması vb. türünden bir düşünce geçmiyor. Tersine, küreselleşmenin bir bileşeni de ABD vb. gibi “ulusal devletler”in güçlenmesidir. Ulus devletlerin ortadan kalkması ya da devletin küçültülmesi söylemi, az gelişmiş ülke pazarlarının ele geçirilmesi, bu bölgelerde siyasi hâkimiyetin tesis edilmesi ve dünyanın yeniden kolonileştirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum ise, dünya emekçilerine savaş açılmasından başka bir anlama gelmiyor. Ve elbette yasama, yürütme ve yargı erkini artık, -kuşkusuz ABD vb. merkezli- uluslararası güçlere, emperyalist siyasi organizasyonlara, DTÖ’ye ve Tahkim Kurullarına, şimdi anayasal vatandaşlık kavramı yerine “şirket yurttaşlığı” kavramını ikame eden uluslararası tekellere terk etmiş olan devletlerin; genel ve eşit oy esasına dayalı liberal demokrasiyi işletmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, meşruiyetlerini de halktan sağlama dertleri kalmadı. Ulus devletler, bu meşruiyet sorununu, küreselleşmeye, mali sermayenin çıkarlarına ne kadar yapısal uyum sağladıklarını ölçen Standart and Poors gibi karne dağıtıcısının önündeki pozisyonlarını ayarlayarak, çözmeyi tercih ediyorlar. Bunun için de, kendilerine kolay kolay oy vermeyeceklerini bildikleri yurttaşlarının oyuna başvurmayı düşünmüyor, istemiyorlar. Ancak elbette hâkimlerin “tebaa”yı yönetme sorunu, sona ermiş değil. Küreselleşme koşullarının “yeni demokrasisi” olarak “yönetişim”, bu sorunu çözmek için ortaya atıldı ve dünyanın çözüme kendisini uyarlaması bekleniyor.

B- KÜRESELDEN YERELE
Liberal demokrasinin öğeleri ulusal bir çerçeve içinde oluşmuştu, neoliberal dönemin demokrasisi, yani yönetişim de, iki önemli ölçekle tanımlandı. Bunlardan biri küreselleşme diğeri de yerelleşmedir. Dünya Bankası’nın ikiz kardeş olarak kabul ettiği bu iki kavram, mali sermayenin yeni egemenlik ilişkileri kapsamındaki politik yapılandırmanın da anahtar sözcükleridir. Dünya pazarlarının yeniden paylaşımı sürecinde ülkelerin, başta ABD emperyalizminin uyduları haline getirilerek yeniden sömürgeleştirilmeleri anlamına gelen küreselleşme ile, sosyal yüklerinden arındırılıp “küçültülmüş” devletlerin, idari yetkilerinin de sözde yerel olana devri, gerçekte ise, mali sermaye egemenliğinin yerel düzeylerde müdahalelerini kolaylaştıracak bölgesel yapıların oluşturulması anlamına gelen yerelleşme, birbirini tamamlamaktadır.
Devletlerin “ulusal” karakterlerinin ABD güdümlü DTÖ, DB, IMF gibi tekelci sermayenin karar organizasyonlarının önünde bir engel olmaktan çıkarıldığı, “sosyal” karakterinin de, özelleştirmelerle eritilmesi yoluyla sermaye ihraç ve işgalinin politik engellerinin en aza indirilmeye çalışıldığı küreselleşme sürecinde, yerelleştirme de, mali sermaye hareketini ve özelleştirmeleri kolaylaştıran siyasal bir strateji olarak gündeme getirildi.
Bu konuda başlıca operasyon yerel yönetimler üzerinde yapılmaktadır. Dünya Bankası literatüründe “Yerel Gündem 21” adıyla geçen strateji kapsamında, hem bir yandan dünya kamuoyu demokrasinin yeniden yapılandırılmasının başlıca özellikleri konusunda aydınlatılıp pratik sürece “kazanılmaya” çalışılıyor, hem de yerel yönetimlerin merkezi ve kamusal kredi sistemleriyle bağlarının kesilmesi yoluyla kaynak sıkıntısına düşmelerini sağlayarak onları yabancı sermayeye muhtaç hale getirecek ulusal ve küresel yasalar çıkartılıyor.
Finansmanını önemli ölçüde, sunduğu hizmetlerden ve merkezi iktidarın kaynaklarından sağlayan yerel yönetimlerin, bizde “yerel yönetimler yasası” kapsamında olduğu gibi, merkezi kredilerden yoksun bırakılması da, kuşkusuz “devletin küçültülmesi” operasyonunun bir parçasıdır ve operasyonun özelleştirmeler ile tamamlanması öngörülmektedir. DTÖ kapsamındaki GATS sözleşmesi uyarınca, ulaşımdan çöpe, sudan enerjiye, inşaat ve müteahhitlik hizmetinden eğlence sektörüne, yerel sağlık hizmetlerinden turizm alanına, spordan kültüre kadar pek çok yerel yönetim hizmetinin özelleştirilmesi ve piyasaya açılması kayda bağlanmış ve bu sektörler emperyalist tekellerin ilgi alanına girmiştir.
Bir yerel yönetim bölgesinde yaşayanların şimdiye değin ucuza yararlandığı ve ticari değil, kamusal yönünün ön plana alınmasının bir teamül olduğu yerel sosyal hizmetlerin fiyatlarının gitgide ağırlaşması, belediye hizmetlerinin ilave vergilendirilmesi de, elbette özelleştirmeyi ve yabancı sermaye işgalini meşru ve gerekli göstermeye yarıyor. Hizmetlerin “serbest piyasaya” açıldığı, yerel hizmetlerin kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak ticarileştirilip özelleştirildiği, kısacası liberalize edildiği koşullarda, yerel idarelerin de birer birer mali sermayeye teslim olmalarının koşulları hızlandırıldı. (Sadece su alanında şu gelişmeler oldu: Antalya’da belediye su işletmeciliği 10 yıllığına, İzmit’te Yuvacık barajının işletmeciliği 16 yıllığına uluslararası şirketlere devredildi. Çeşme-Alaçatı ve Bursa su işletmeciliği için de Dünya Bankası devreye girdi.)
Yerele yetki devri ve bu slogana verilen anlamla herkese bulunduğu alanda söz ve karar hakkı tanındığı bir palavradır. Küresel düzeyden ulusal düzeye, ulusaldan yerel düzeye kadar tüm aşamalarda hâkimiyetini güçlendirecek önlemler alırken, emperyalizm, emekçi sınıfların burjuva devleti eleştirirken ileri sürdükleri demokrasi talebini, içini boşaltarak kullanmaktadır. Kuşkusuz bu eleştiri ve taleplerin önce sınıfsal karakteri dejenere edilmekte, mali sermayenin çıkarlarına uygun hale getirildikten sonra, dünya emekçilerine, yıllardır dile getirdikleri taleplerin karşılandığı propagandası yapılmaktadır. Kitlelerin burjuva demokrasisine duydukları hoşnutsuzluk böylece hem eritilecek hem de mali sermayenin yeni düzeni güçlendirilecektir.
Klasik liberal demokrasinin başlıca ilkelerinden olan yasama, yürütme yargı ayrılığını, emperyalizmin güncel ihtiyaçları kapsamında, tekellerin uluslararası örgütlerine; emperyalist devletlerin ortak organizasyonlarına bırakarak birleştirmeye ve bu süreci ulus devletler içinde kolaylaştıracak düzenlemeyi öngören neoliberal demokrasi kapsamında yerel önlemler, aynı zamanda ulusal ölçekteki düzenlemelerle de destekleniyor. Tamamen IMF’ye bağımlı olarak çalışan, üyelerinin yüksek maaşları IMF kredileriyle garanti edilen “üst kurullar” bu amaca hizmet etmektedir. Türkiye’de enerjiden telekomünikasyona kadar pek çok sektör, ilgili bakanlıklar devre dışı bırakılmak suretiyle, üst kurullara bağlandı. Devlet bürokrasisinin geleneksel ayrıcalıklarını gideren, yasama ve yürütme organlarının üzerinde özerk, ama IMF’nin acentesi olarak çalışan üst kurullar, mali sermayenin müdahalelerini dolaysızlaştırma ve engebeleri düzleştirme işlevini görüyorlar.
Durum buyken, küresel-ulusal-yerel düzeylerde kurulup yaygınlaştırılacağı söylenen neoliberal demokrasinin başlıca özelliğinin, demokratik katılımı tabandan sağlayacak ideal bir demokratik örgütlenme olduğu ileri sürüldü. Burjuvazinin ilk demokratik kavramlarından “Toplumsal Sözleşme”, dönemin ruhuna uygun olarak küresel sözleşme kavramıyla yer değiştirdi. Bu sözleşmeye göre, küresel kararlar, BM gibi çok devletli örgütlerin, artı tekellerin, artı sivil toplum örgütlerinin (NGO veya STÖ) karar alma süreçlerine katılmasıyla alınacaktı. Bu sözleşmenin ulusal düzeylerdeki karşılığının devlet (bürokrasi), artı sermaye, artı STÖ’ler olması; formülün, yerel yönetimlerde de, yerel çerçeve içindeki karşılıklarının denkleme yerleştirilerek uygulanması öngörülmektedir.
Sermayenin örgütlenmiş hali olan devletin özerk olduğunu; sivil toplum örgütleri derken de, emekçi örgütleriyle sermayenin örgütlerini aynı kefede tartarak hepsini birden eşitledikten sonra, sermayenin de, sözde devlete uzak olduğunu ima eden bu çarpık formül, aslında karar alma süreçlerinin her düzeyinde sermayenin ağırlığını ve kontrolünü artırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla yönetişim formülü, 20. Yüzyılda sınıf mücadelelerinin, ulusal mücadelelerin, anti-faşist mücadelelerin, insan hakları mücadelelerinin önemli kazanımlarla çerçevesini genişlettiği ve emekçi sınıfların, manevra alanlarını gün geçtikçe çoğalttığı liberal demokrasinin, sermaye açısından, handikaplarını giderme kaygısıyla hazırlandı. Dünya emekçilerinin, yerel-ulusal-küresel düzeylerde mali sermayenin soluğunu enselerinde duyacakları; uluslararası mali sermaye örgütlerinin ve ulusal düzeyde de devletin, denetimi dolaylılaştıran, müdahaleleri zorlaştıran, karar alma süreçlerini uzatan ve sınıfsal dengeleri göz etmek zorunda bırakan klasik temsili biçimlere kıyasla; yönetilenleri, daha yakın temasta kontrol edip yönlendirebileceği bir demokrasi biçimidir bu. Ve kuşkusuz bütün süslü ideolojik cilasına karşın, gerici ve faşizan bir içeriğe sahiptir. Yönetişim, her şeyden önce, karar alma süreçlerini tabana yayma iddiasının ardında, geniş emekçi kitlelerinin demokrasiden, siyasetten uzak tutulmasını, kitlelerin örgütsüzleştirilmesini, sermayenin hegemonik etkisini artırmayı amaçlayan siyasal bir biçimdir.
Yönetişim demokrasisinin emekçileri burjuvazinin çıkarlarına entegre etmede kullandığı en önemli düzey olarak yerel yönetimlerin çıkarılması da, bu hegemonik etkinin, tüm toplumun hücrelerine dek, hiçbir alan boş bırakılmadan kurulmak istenmesinden kaynaklanıyor. Yerel sözcüğünün işyerlerinden, mahallelerden okullardan apartmanlara kadar; insanların birlikte bulundukları her yer anlamına getirilerek kullanılması da bunun göstergelerinden biridir. Birincisi; sözcüğün kapsayıcılığının bu denli genişletilerek kullanılması, yerelin ekonomik ve politik bir birim olarak saptandığı gerçeğini gizler: Örneğin, İstanbul gibi kentleri, “dünya kentleri” kurma projesi kapsamındaki teşviklerle, mali sermayenin işgaline bırakacak; endüstri bölgeleri (Bush, ABD ziyaretinde Ecevit’e, yönetişimin yanı sıra endüstri bölgeleri dayatmasında bunun için bulundu) ve serbest ticaret bölgeleri kurulması dayatmalarıyla da, sömürünün biçim ve olanaklarını çoğaltacak olan stratejik bir yerel kavramının tartışılmasını engeller, ikinci olarak, karar alma ve katılım süreçlerini apartmanlara, okullara, mahallelere indirgediği ölçüde de, kitlelerin merkezi politikalar hakkında tutum alabilecekleri örgütlü ilişkilerin kurulmasının önünü, onları günlük yaşamın apolitik kaygılarına boğarak keser. Ve bir kentte veya semtte yaşayanlar, yerel hizmetlerle ilgili herhangi bir konuyu tartışmaya çağırıldıklarında da, bu, uluslararası tekellerin faaliyetlerine veya kentlerde gelişen mafyatik ilişkilere, -özelleştirmeler ve işsizlik, sendikasızlaştırma gibi alt yapıların hazırlanma sürecini takiben- kendilerinden onay istendiği içindir: Yerel düzeylerde oluşturulan ve o yerelde bulunan her sınıftan unsurları içermesi beklenen yönetişim organlarının, bir koalisyon gibi çalışarak, ortak kararlar alması beklenmektedir. Bu kararların nasıl alınacağını ise, kuşkusuz sermayenin emekle ilişkisinin düzeyi belirlemektedir:
“Ortaya çıkan yerel koalisyonda diğer yerel birimlerle yarışılan bir ortamda, çalışan sınıflara genellikle daha düşük ücrete razı olarak -kendi yerel birimlerine (gezinen) sermayeyi çekme görevinin de düşeceği açıktır… Burada tercih, yatırımı başka yerel birimlere kaptırarak işsizliğe razı olmakla daha düşük ücrete rıza gösterip kendi yerel birimini çekici hale getirmek arasında yapılacaktır. Üstelik sermaye bir yere çöküp burada sonsuza kadar kalma eğiliminde değildir. Hareketliliği yüksek sermayeyi, işçi ücretlerini düşürerek ve özendirici şemalar geliştirerek bekleyen alternatif birimler vardır. Böyle bir tehdit, yerel işçi sınıflarını disipline edip ücretlerini artırma talebinde bulunmamaları için baskı oluşturmaktadır. Bu ise, sonuçta bir yandan işçi sınıfının ulusal düzeyde örgütlenmesinin mantığını ortadan kaldırırken, genelde ücretleri aşağı çeken bir yapı yaratmaktadır.” (Tarık Şengül, Küreselleşme; Derleyen, E. Ahmet Tonak içinde, İmge yayınları, s. 135)
Sözde yönetilen ile yöneten arasındaki ayrıma son verdiği iddia edilen, gerçekte ise, uluslararası tekellerin dünya yüzündeki denetimini ve iktidar olanaklarını güçlendiren yönetişim demokrasisinin, “kent konseyleri”, “kent kurultayları” adı altında (Bunun için Türkiye’de, İzmir -ilk kent parlamentosu uygulaması Aliağa’da başlatıldı-, Antalya, Bursa ve GAP gibi pilot bölgeler seçildi. Çerçeve içindeki Habitat Raporu’nda, bu “sivil toplum demokrasisi”nin hangi işlerle iştigal olduğu da görülüyor.) oluşturulan koalisyon aygıtları, şimdi artık, uluslararası şirketlerin karşısında mal ve sermaye satın alacak birer müşteri haline getirilen yerel yönetimlerin karar mekanizmalarına, bu şirketlerin doğrudan doğruya katılabilmesinin olanaklarını açmaktan başka bir anlama gelmiyor. Yönetişimin başlıca iki argümanı olan ve “doğrudan demokrasi”, “taban katılımı”, “çok kültürlülük”, “çok seslilik” gibi kamuoyuna yönelik şık sloganlar eşliğinde gündeme getirilen sivil toplumculuk ile farklılıklar politikası da, tabanın değil tavanın; emekçilerin değil uluslararası sermayenin, halkın değil devletin çıkarlarını güçlendirmek üzere dile getiriliyor. Yönetişimin gerici içeriğini gizleyen cilalı söylem, tamamen bu iki kavramla oluşturulmuştur.

C- SİVİL TOPLUMCULUK
Kapitalizmin ilk dönemlerinde “görünmeyen bir el” tarafından düzenlendiği varsayılan pazarı, siyasal iktidarın müdahalelerinden korumayı amaçlayan talebin söylemi olan “sivil toplum”, kapitalizmin bundan önceki değişik dönemlerinde olduğu gibi, 90’lı yıllarda da, yeniden hatırlandı ve kavramın geleneksel içeriği güncelleştirildi. Şimdi “sivil toplum”, mali sermayenin güncel ihtiyaçlarının karşılığı olan neoliberal politikaların yaygınlaştırılması sürecinde, devlet ile ekonomi, emekçi sınıflar ile devlet, iktisat ve politika arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılması amacıyla kullanılmaktadır. Geri ulus devletlerin bağımlılıklarının olduğu kadar, sermayenin merkezileştiği ülkelerdeki devletlerin dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin pekiştirilmesini öngören küreselleşme süreci; bütün bu “kapitalist perestroyka” sürecinde, ekonominin sözde politikadan ayrışması
tabiriyle, gerçekte, dünya emekçilerinin politik sorunlara müdahale etmelerinin yollarını ortadan kaldırmaya çalışırken, mali sermayenin de, hem bu alt sınıfların politik müdahalelerinden kurtulmasını, hem de ulusal sınırlar içindeki bürokratik işleyişin oyalayıcı süreçlerinden arınmasını öngörüyor.
Sivil Toplumcu tezler, her zaman devletin, toplumun üstünde ve ötesinde toplum karşısında tamamen özerk ve aşkın bir varlığının olduğu varsayımından hareket etmişlerdi. Siyasetin, toplumsal bir ilişki içinde gerçekleşen ekonominin dışında oluştuğunu ima eden idealist özerklik tanımı, aynı zamanda, devletin, bu toplumsal ilişkilere içkin sınıf ilişkilerinden bağımsız bir varlığının da olduğunu ima ediyordu. Sivil toplum, aile kurumunun oluşturduğu özel alan ile devlete kadar olan bölgede, ekonomik ilişkilerden diğer toplumsal ilişkilere kadar her şeyin düzenlendiği, bu düzenleme işine kendiliğinden muktedir bir geniş hareket alanıydı. Karşılıklı pazarlık gücüne sahip emek ve sermaye arasındaki özgür ve belirlenmemiş bir ilişkinin imkânıydı ve devlet bu ilişkiye karışmamalıydı.
Öte yandan, mutlaklaştırılan özerklik tanımının mantıksal uzantısında çıkarılan bir başka sonuç da çoğunlukla şöyle olmaktadır: Devlet hiçbir sınıfın siyasal çıkarlarıyla bütünüyle örtüşmez. Yani hiçbir sınıfa ait değildir. Devlet, herkes tarafından “oluşturulabilen” bir oluşum, bir süreçtir!
Hem devletin bu özerkliğinin kabulü hem de bu kabulden çıkarılan mantıksal sonuç, devlet ile sivil toplumun birbiriyle karşılıklı konumlanmış iki alan olduğu saptamasından yola çıkar. Devlet, sivil toplumun; sivil toplum da, devletin zıttıdır! Oysa Marx, Aydınlanmacı düşünürlerden ve Hegel’den aldığı bu terimin idealist içeriğini deşifre ettikten sonra, devlet ile sivil toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi şöyle kurmuştu: Sivil toplum, kapitalist sömürü ilişkilerinin cereyan ettiği, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın yaşandığı alan ve devlet de, bu sömürü ilişkisinin öznesi olan sınıfın yani egemen sınıfın sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan aygıttır. Devletten bağımsız bir sivil toplum ile sivil toplumdan tamamen kopuk “özerk” bir devlet aygıtının varlığı söz konusu değildir. Ancak sivil toplum, homojen bir bütünselliğe sahip, sınırları kapalı bir alan değildir. Aynı zamanda, sınıf mücadelelerinin de alanıdır. Ve bu mücadele, devlet iktidarının ve sivil toplumun, birlikte radikal değişimini gerçekleştirecektir.
Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde, dönemin politik polemiklerine yanıt vermek üzere kullandığı sivil toplum kavramını sonraki eserlerinde bir daha anmadı. Ama bu burjuva kavram, zaman zaman Marx’ın bu kitabı referans gösterilerek kullanılmaya devam etti.
Bugün, burjuvazinin çocukluk dönemindeki tartışmalarına geri dönen küreselleşme stratejistleri, ekonomik ve politik ilişkileri birbirinden ayırdıkları bir sivil toplum ve devlet ikiliğinden hareket etmeye, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Tek farkla ki, geçmişte feodal zorbalığın kısıtlayıcılığı karşısında “sivil toplum”un liberal burjuvazinin tek “sığınağı” oluşunun tersine, şimdi devlet iktidarı, bütünüyle mali sermaye ve tekellerin elindedir. Dolayısıyla bugün görünüşte kendi devletleri karşısında özel bir ağırlık atfettikleri “sivil toplum”, emekçileri, düzene ve kuşkusuz devletlerine bağlamaya yöneldikleri tamamen aldatıcı bir kavrama dönüşmüş bulunuyor. “Sivil toplum” kavramıyla yapılmak istenilen, toplumun “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle olduğu” mistifikasyonunun güncel koşullarda yeniden üretilmesidir. Öyle ki, bu durumda toplumun tamamen dışında ve üstünde özerk bir aygıt olarak bulunan devletin karşısına yerleştirilen sivil toplumda, ne sınıflar ne de sınıf mücadelesinin varlığının sözü edilmektedir. Zaten sivil toplum denilen şeyin, tamamen bu sınıfların karşılıklı ilişkileri tarafından oluşturulduğu; emekçi sınıfların mücadelelerine bağlı olarak egemen sınıf hegemonyasının değişik biçimler aldığı, yöntemler kullandığı, ama kapitalist sistemde, önünde sonunda bu hegemonyanın üretildiği alan olduğu gerçeği gizlenmektedir.
Oysa egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Dolayısıyla devlet örgütlenmesi hangi sınıfın elinde ise, sivil toplumu şekillendiren fikirler de bu sınıfın fikirlerinden oluşacaktır. Ve bu durumun değiştirilmesi, ancak, alt sınıfların devlet halinde örgütlenmesini sağlayacak olan bir devrim ile mümkün olabilecektir. Kuşkusuz şimdiye kadar sınıf mücadeleleri burjuvazinin hegemonik süreçlerinde önemli çatlaklar da yarattı. Bunlardan en önemlisi, burjuva devlet aygıtının sınıfsal özelliklerinin deşifre edilmesi ve bu eleştiriyle birlikte toplumun üzerinde sınıflar üstü özerk görünümüne ilişkin burjuva mistik/aldatıcı yargıların parçalanmasıydı. Dünya emekçileri nezdinde burjuva devlet, propaganda edildiği gibi, hiçbir zaman “herkesin devleti” yapılamadı, böyle bir görünüm kazanamadı. Bu durum ise, dünya egemen sınıfları açısından hep bir tehdit kaynağı olarak kalmıştır. Küreselleşmeci yeniden yapılandırma koşullarında, sınıf mücadelelerinin yol açtığı geçmiş yangınlardan ders alan mali sermaye egemenliği; bu kez, yangından ilk kurtarılacak aygıt olan devleti, ideolojik olarak kamufle edecek ve iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen toplumsal sınıflardan hem fikri hem de nesnel olarak uzaklaştıracak, ama onların eleştirilerine ve tepkilerine “yanıt” verecek formülü, sivil toplumculuğun kurumlaşmasında buldu. Böylece devlet, topluma yayılacak; hiçbir sınıfın malı olmayacak, devlet kitleleri değil, kitleler devleti yönetecekti! Yönetme ve yönetilme ilişkisinin baş aşağı çevrilerek kavramsal bir işleme tabi tutulması (“Yönetişim” kavramı da, aynı gerekçeyle ve buna uygun olarak türetilmiştir. Artık, tek yanlı bir yönetme-yönetilme ilişkisini tanımlayan, özel olarak yönetmeyi, yöneticileri ve dolayısıyla devleti varsayan, hatta vurgulayan “yönetim”, İngilizcesiyle “government” kavramının geçersizliği ve “çağdaş” toplumsal siyasal ilişkileri karşılamadığı ileri sürülerek, yerine, karşılıklılığı, çok taraflı katılımı, yöneten-yönetilen bölünmesinden yönetilenin olmamasına ya da herkesin yönetilirken aynı zamanda yönetmesine geçildiği, “yönetişim”, İngilizcesiyle “governance” kavramı ikame edildi.) elbette dünya çapındaki nesnel reorganizasyonlardan gerekli sonuçlar da çıkarılarak, takviye edildi. Devletin ulusal ve sosyal karakterine yönelik işlemlerle, artık devletin küçüldüğü, hatta Marksist terminolojiden alınan ve komünizm-devlet ilişkisini anlatmak için kullanılan bir kavramla “sönümlenmeye” gittiği iddia ediliyordu. Devletin sönümlendiği noktada ise artık, halkın kendi kendisini yönettiği gerçek demokrasiye geçildiği ilan edildi. Böylece aslında sosyal ve ekonomik yüklerinden arındırılan ve saf bir şiddet aracı haline getirilen devletin ve sermayenin her türlü müdahalesinin dolaysızlaştırıldığı; denetimin ve zorun doğrudan uygulanabileceği bir alan açan sivil toplumcu projenin başlıca yönelimi belirlenmiş oldu. “Sivil toplum”, bireysel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, hantal ve bürokratik, bireye hiçbir hareket imkânı ve ifade hakkı tanımayan devlet aygıtının yerine geçirilecekti! Oysa bu kavramın kullanıcılarına bağlı olarak, bireysel hak ve özgürlükler, geçmişte neyi ifade ediyorsa, şimdi de aynı şeyi ifade etmektedir; girişimci burjuvanın (şimdi tekeller) sömürü ilişkilerinde yasalardan, kayıttan-kuyuttan kurtulmuş varlığının baki, sömürülenlere yönelik korumacı önlemlerin yok olduğu bir özgürlük ortamıdır bu.
Sivil toplum, başlangıcında olduğu gibi, toplumsal hayatın, ticaretin emek sermaye arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi olarak yine “görünmez bir el”i ima etmektedir. Ama bu el, bu kez -kuşkusuz yine dolaysızca “piyasa”ya, ama yanı sıra ve siyaseten- “sivil toplum örgütleri” denilen toplumsal “aktörler”e yakıştırılmaktadır. Aktörlerin bedenini ise, sermayenin ulusal ve uluslararası çıkarlarını kollayan aygıtlar ve başta DTÖ olmak üzere uluslararası tekellerin uluslararası örgütleri oluşturmaktadır. (Kayseri Genç Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (GESİAD) düzenlediği “ABD ile ticari ilişkilerimiz” konulu konferansa katılan ABD büyükelçisi Robert Pearson, şunları söyledi: “Kayseri iş toplumu kentin dokusunu destekleyerek sivil toplumun büyümesine katkıda bulunmuştur. Bu bakımdan Kayseri bana Chicago, Cincinatti ve Minneapolis gibi Amerika’nın ortasındaki muhteşem kentleri hatırlatıyor. Buralarda aile şirketleri kalıcı işler kurmuşlardır ve girişimciler kendi kentlerinin kültürel ve manevi yaşamlarının canlılığına katkıda bulunmuştur. Eminim ki, Türkiye’de bizimle ticaretin lokomotif rolünü üstlenecek şehir Kayseri olacaktır… Ticaretimiz dengeli ama çok düşük. Bence ABD pazarlarında rekabet edebilmenin planlamasını yapmak, üreticiler bakımından stratejik zorunluluk. Kayserili üreticiler bunu yapacak yeteneğe sahiptir. (Radikal 6 Mart)) Emperyalist tekellerin ve onların küresel yasama, yürütme ve yargı organı haline gelmiş kuruluşlarının komuta hiyerarşisinde emir eri konumuna düşen ulus devletlerin tamamlayıcı karşıtı olarak çıkarılan yerel, ulusal ve hatta küresel “sivil toplum örgütleri”nin, bu hiyerarşik düzen içinde görevlendirilmesi de, demokrasinin yeniden yapılandırılması adı altında; toplumsal hayatın liberalize edilmesi, tüm toplumsal ilişkilerin piyasaya açılmasını amaçlamaktadır.
Toplumsal mücadelenin siyasal erki ele geçirmeyi hedeflemekten vazgeçmesi ve sınıfın, uluslararası sermayeyle, parçalanmış ve örgütsüz olarak karşılaşması amacına ulaşmak üzere gerekenlerin yapılması için de, bu “el”, elinden ne gelirse yapmaktadır ve ona STÖ’ler yardımcı olmaktadır.
Ama elbette, gerçeği gizlemek üzere, STÖ’ler ile ilgili bir heyecanlı masal da üretildi. Küreselleşme rüzgarlarına dayanamayıp savrulan, esnek çalışma, taşeronlaştırma uygulamalarıyla ve sendika bürokrasilerince işlevsizleştirilen sendikalarla; patron örgütleri, çeşitli kitle örgütleri veya değişik nedenlerle kurulmuş bütün organizasyonların, her birinin, aynı kefeye, eşit statüde doldurulduğu “sivil toplumcu” konseptin, sözde toplumun bütünleşmesini ve birleşmesini sağlayarak, herkese hoşgörüyü öğreteceği propaganda edilmektedir. Bu propagandayı şöyle anlamak gerekir: Sivil toplumcu demokrasi projesi aslında, sınıf mücadelesini; sınıfın örgütlerini kontrol altında tutmak yoluyla körelten, bu örgütlerin dağılmasıyla sonuçlanacak ekonomik ve politik önlemleri daha başında ilkesel olarak kabul eden, emekçileri sermaye karşısında savunmasız bırakarak sınıf işbirliğine zorlayan ve böylece her türlü örgütsel ve eleştiri silahlarından yoksun bırakan bir projedir. Yönetişimle kurulan sacayağıyla da (yerel ve ulusal bürokrasi, sermaye ve STÖ’ler), bu niyet bir gerçek haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu sacayağının her kademesinde sadece sermaye vardır. Sermayenin hoşgörüsünün asıl karşılığı da, emekçilerin, sivil toplum eliyle sindirilmesi faaliyetinden başka bir şey değildir.
Bu bakımdan denebilir ki, devlet ile mesafeli duruyormuş gibi gösterilen sivil toplumculuğun devlet ile ilişkisi, bir kez daha dolaysız olarak ortaya konmuştur. Çünkü sivil toplumculuk, politik iktidar hedefinden vazgeçirilmesi hedeflenen işçi sınıfının, gerçekte demokratik süreçler dışında bırakıldığı, geçmiş demokratik kazanımlarının iptal edildiği, sermayenin ulusal ve küresel politikalarının pasif mutabıkı haline getirildiği bir ideolojik kurgudur.
Ve sivil toplumculuk, devletin sınıflar-üstü, sivil toplumun da etkili bir demokratik denetim odağı olduğu ve kitlelerin, demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum örgütleri vasıtasıyla katılacağı iddialarına rağmen, “devlet eliyle oynanan “bir oyun”dur. Bu doğrultuda Türkiye’de de sık sık provalar yapıldı. Eski sağ ve sol liberallerin de, bu konseptin kavramsal çerçevesinin oluşmasına katkıda bulunmada birbirlerinden cevval davrandığı görülmektedir. 28 Şubat sürecinde kitlelerin devlet politikalarına kenetlenmesi için yapılan “sivil topluma” yönelik çağrılar, deprem döneminde devletin karşılaması gereken zarar ziyanın yaptıkları iş karşılığında taltif edilerek STÖ’lere havale edilmesi, “bir dakika karanlık” eylemleri sırasında ilan edilen “sivil seferberlik”; hep “sivil toplumcu” bir “demokrasinin provaları arasında yer alıyor. Süleyman Demirel’in, cumhurbaşkanlığı sırasında, TÜSİAD ve TİSK gibi burjuva örgütlerinin yanı sıra sendikaları ziyaret etmesi, yine hem işçi hem işveren örgütlerini bir araya getiren Ekonomik Sosyal Konsey’in kurulması ve güçlendirilmeye çalışılması, hep bu oyunun birer sahnesidir. Bütün bu uygulamalar, sivil topluma yapılan övgülerin, aslında, örgütsüzleştirilmiş, dolayısıyla sınıf mücadelesinin araçlarından ve bilincinden uzaklaştırılmış kitlelerin yönetilebilmesini kolaylaştıran araçlara övgü olduğunu gösteriyor.
Bir bakıma Sovyetler Birliği’ndeki yerel Sovyet aygıtlarından esinlenen, ancak bu aygıtların kötü bir kopyası haline getirilen, Sovyetler Birliği’ndeki gibi emekçilerin, ulusal düzeydeki karar alma süreçlerine doğrudan katılımlarını garanti etmeyi değil de, kapitalizm koşullarında yönetilenlerin yaşamlarını ağırlaştıracak kararlar alınırken bu kararların içeriği ve ulusal-küresel boyutları konusunda bilgilenmelerini engellemeyi, tavır almalarını ve örgütlenmelerini zorlaştırmayı gözeten sivil toplumcu demokrasi, bu yönüyle gerçekte, yerelleşme ve katılım gibi şık argümanlarla gizlenen politik bir müdahaledir. (Arjantin’de IMF-DB politikalarına karşı geçtiğimiz aylarda ayaklanan kitleler, dünya çapında önemli bir örnek oluşturdu. Ancak Arjantin emekçilerinin bu patlaması örgütsüz ve kendiliğindendi. Bu yüzden kolaylıkla yatıştırılabilir, kontrol altına alınabilir, başka menzillere kanalize edilebilir mahiyetteydi. Eylemler sırasında halkın kurduğu semt meclisleri, bu yüzden tekelci sermaye çevrelerinin ilgisini çekti. Her sınıftan her kesimden insanların bir araya geldiği bu oluşumlarda yer alanların siyasilere ve politikaya düşmanlıkları yüceltildi. Örgüt düşmanı anarşistlerin de desteklediği politikasızlık, yaygın bir değer olarak kutsanıyor ve körükleniyor. Gelişmeler, ayaklanmanın ortaya çıkardığı bu kendiliğinden konseylerin (katılımcıları “işsizler, tüccarlar, aktivistler, tasarrufçulardan oluşan gruplar” olarak anılıyor) neoliberal demokrasinin hanesine kaydedilmesi ve birer yönetişim aygıtı haline gelmesi için, sermayenin boş durmadığını gösteriyor. Bunun için mevcut demokrasinin işleyişi eleştirilmeye, kent konseylerinin yaratacağı olanaklar değerlendirilmeye başlandı. (Bkz. Günlük Evrensel, 19 Mart 2002, s. 7)

D- KİMLİK POLİTİKALARI
Neoliberalizmin yönetişim “demokrasisi”nde sınıf mücadelesini yatıştırmak, denetleyebilmek ve engelleyebilmek amacıyla toplumsal yapıda gerçekleştirilmek istenen düzenlemelerin biri de, “kimlik politikaları” kavramıyla anılmaktadır.
“Kimlik politikaları”, insanların her birinin belirli sınıflara mensup oldukları ve son tahlilde bu konumlarının belirlediği çıkarlara göre hareket ettikleri gerçeğini reddeder. Sınıfsal olmayan aidiyetlere birincil derecede önem atfederek, toplulukları etnik, milli, dinsel, cinsel kimliklerine göre böler ve kategorilendirir. Yönetişim ilkesine göre, hiç kimsenin nesnel konumuna, yani üretim ilişkilerinde bulunduğu pozisyona uygun bir kimliği yoktur. Kimlikler, ya fikri tartışmalar sürecinde oluşur ya da başka başka pozisyonların bileşiminden oluşan birçok kimliklilikten söz etmek gerekir. Bir kişi, aynı anda hem savaş karşıtı olabilir, hem de bulunduğu bölgeye yabancı sermayenin yatırım yapmasını destekleyebilir, hem özelleştirme karşıtı hem AB yanlısı olabilir, hem Afganistan müdahalesini protesto edebilir hem MGK politikalarını destekleyebilir. Bu tutumlar arasında içsel bir tutarlılık olması gerekmez. Bir gün şöyle bir başka gün böyle düşünülebilir. Etnik kimlik veya dinsel kimlik, bir kimsenin işçi veya işveren olması kadar belirleyici bir kimliktir. Üstelik hangi kimliğin belirleyici olacağı konuya ve duruma bağlıdır vs…
Sınıfsal konumları “çok kimliklilik”, “çok kültürlülük” söylemleri eşliğinde parçalamaya, dağıtmaya yönelik bölücü ve idealist bir müdahaledir bu. Hepsinden önemlisi de, emekçilerin ortak çıkarları etrafında birleşmesi ve örgütlenmesini, güçlü ulusal ve uluslararası örgütler kurmasını engellemeyi amaçlar. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin 20. Yüzyılda oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek kaygısındadır, ama mikro milliyetçilikleri kışkırtır, sınıfı etnik cemaatlere veya dinsel kimliklere hapsederek ortak ve genel bir politika geliştirebilmesini imkânsız hale getirecek düzenlemeler yaparken; düşman sınıflar ile yapay temas noktaları yaratıp sözde bir toplumsal barış için yatırım yapar.
Yönetişim, kitlelerin apolitikleştirilmesinin siyasal aracıdır. Mahallede, sokakta, okulda, işyerinde bulunduğu alanın, otoritelerce ortaya konulan sorunları hakkında kafa yormaya çalıştırılan ve bu sivil toplum koalisyonlarına ancak bireysel kimlikleriyle katılabilen, “çok kimlik”lerine parçalanmış sınıf üyeleri, asla iç ve dış politika konusunda ortak fikirler geliştiremeyecek, bu fikirler ekseninde hareket edemeyeceklerdir. Bu tür koalisyonlar, sermayenin yerel veya genel çıkarları için meşruiyet aradıkları ve bunu bulmayı umdukları birer araç olarak çalıştırılacaktır.
Yönetişim platformları, sınıf mücadelesini söndürmeyi hedefleyen, apolitik; ama iktidarın çıkarları doğrultusundaki politikalara onay veren şekilsiz oluşumlar olarak öngörülmüştür. Bu koalisyonlar burjuvaziyle birer uzlaşma alanı olurken, kuşkusuz, emekçi sınıflar arasında potansiyel düşmanlıkları da körüklemektedir. Ancak politik bir örgütlenme sürecinde sınıf olabilen işçi yığınlarının, ilkel kimliklerin öne çıktığı cemaatlere bölünmesi; bir savaş makinesi olan emperyalizmin her hamlesinde, kitlelerin kendi çıkarlarıyla çelişen tutumlara sürüklenmelerini olanaklı kılar. Bu ise, daha kolay yönlendirilebilirlik demektir. 11 Eylül’den sonra dünyanın gündemine Huntington’dan alınmış bir kavram ile “Medeniyetler Savaşı” söylemini sokan ABD kurmayları, dünya işçi sınıfını da, bu geri kimlikleri kışkırtmak suretiyle bölmeyi ve yedeklemeyi ummuştur. Dolayısıyla, yerel kimlik politikalarıyla işletilen yönetişim süreçlerinin, küresel süreçlerle de ilişkisi vardır ve bu süreçler, mali sermayenin jeostratejik hesaplarına uygun geliştirilmektedir.
“Avrupa Birliği Kopenhag Kriterleri” kapsamında, üye ülkelere bir politik uyarlanma ilkesi olarak önerilen “Çok Kültürlülük”, her uluslararası örgüt ve bloklaşmada gündemi ortaklaştıran mali sermayenin, emekçi sınıfları, milli ve kültürel kimliklerin belirleyici kılındığı bir ortamda bölüp parçalayarak, ortak bir sınıf politikası oluşturabilme yeteneğini köreltme planlarından biridir. Bizde de, Kürt sorununa bu pencereden bakarak çözüm arayan kimi siyasal partiler (HADEP gibi), kavramın çekiciliğinden kalkarak, dünyadaki öteki örnekleri veya bu konuda uzlaşan sağ ve sol muadilleri gibi, böyle bir uyarlanmaya gönüllü oluverdiler.
Sivil toplumcu ve yerelci yönetişim demokrasisinin ideolojik dolgu malzemelerinden biri olan çok kültürlülük, kitleleri feodal kimliklerinin gettolarına hapsettiği gibi, onların, karşıt sınıftan unsurlar ile milliyetçi, dinsel hatta cinsel kimlikler ekseninde bir araya gelmelerini kolaylaştırmaktadır.
Ancak ortak bir politika üretmeye ve kitleleri örgütleyebilme potansiyeline sahip olabilen her alt kimlik de, kendi içinde parçalanmış çeşitli öğelere ayrılmıştır. Milliyetçi kimlikler, emperyalizme karşı mücadelenin tetikleyicisi olma potansiyeli taşıdıkları ölçüde, ulusların içindeki etnik varlıklara yapılan vurgularla bölünmeye çalışılmakta; ezilen cinsin eşitlik mücadelesi de, kadınların çok kategorili bir katman olduğuna yönelik propagandayla bölünmektedir. Böylece kimlikler sermayenin işine geldiği biçimde ve sürece devamlı olarak işlem görmekte; her ülke, her bölge ve her durum için değişen ağırlıkta ve kah kışkırtıcı kah yatıştırıcı ideolojik motivasyon motifleri olarak kullanılmaktadır.
Farklılıklar politikası, insanların mücadele potansiyeli olan nesnel konumlarını “kimlik”lere indirgemekte, ama bu kimlikleri de, ikincil veya üçüncül öğelerine kadar parçalamakta ve sonuçta, herhangi ortak özellikli bir kitleyi, ortada sadece kişi kalıncaya kadar böldükten sonra, sözde birbirine benzemez, özdeşleşmez yapılara saygı duyma eğilimini tatmin etmeye değecek, ortada sadece birey kalmaktadır. Dolayısıyla sivil toplumun koalisyonu; her bakımdan örgütlenmiş sermaye ile birbirleriyle bir araya gelip örgütlenemeyen emekçilerin politik olarak temsil edilmelerinin mümkün olmadığı, öyleyse ancak eli kolu bağlı, benzersiz birer birey olarak hazır bulundukları bir burjuva koalisyon olacaktır. Tekelci sermayenin yeni “demokratik mahareti” budur.
Yirmi yıldır “Japon Modeli” olarak adlandırılan, Uzakdoğu’da mali sermayenin özel birikim tarzı sırasında oluşturulmuş “Kalite Çemberleri”nin, (Bkz. Semra Çaralan, Özgürlük Dünyası, sayı. 117–118) küresel bir model olarak ayrıntılandırılıp zenginleştirilmesi olarak da tanımlanabilen ve ilhamını bundan alan yönetişim, dünyanın sömürgeleştirilmesine ilişkin siyasal projelerden biridir. Kapitalizmin, liberal demokrasinin yetersiz kaldığı katılımcılık ve meşruiyet sorununa bir çözüm olarak geliştirildiği öne sürüldü. Tıpkı daha önceki yeniden yapılandırma dönemlerinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz koşullara da bir demokrasi biçimi belirleyen egemen sınıf; siyasal iktidarının geleceğini, bugün de yönetişim projesiyle kurgulamaktadır. 20. Yüzyılda gelişen ve artık emekçi sınıflar için çok önemli bir gelenek haline gelmiş sendikal mücadeleyi ve işçi sınıfının her ülkedeki -potansiyel ya da bir gerçek olarak var olan- merkezi politik örgütlenmesi ve mücadelesini önlenmeyi ve kitleleri atomize ederek dağıtmayı hedefleyen yönetişimin gerçek anlamı ve içeriği, laf cambazlıkları ve parıltılı söylemlerle gizleniyor.
Ancak hegemonik durum 20. Yüzyıldakinden ciddi biçimde farklılaşmış, dünya işçi sınıfı önemli ölçüde mevzi yitirmiş olsa da, bu sürecin kaçınılmaz ve engellenemez bir süreç olduğu söylenemez. Çünkü her şey mali sermayenin hareketinden ibaret, bu hareket de bir kader değil. Bir yüzyıl boyunca emperyalist tekelleri pusuda sabırla beklemeye zorlayan, küreselleşme atılımlarını sürekli sınırlamaya ve denge hesapları yapmaya zorlayan şey, en başta, yaygın işçi sınıfı mücadelesiydi. Küreselleşmenin aynı zamanda sınıf mücadelelerini kışkırtan boyutlarını görmeksizin, uluslararası sermayenin başarıları karşısında büyülenenler ya da umutsuzluğa kapılanların, daima hatırlaması gereken de budur. 20 yüzyıl sosyalizminin ve ona ödün olarak kurulan sosyal devlet ile liberal demokrasinin tarihsel olduğunu (kimileri neredeyse bu süreci bir sapma olarak değerlendirecekler) öne sürerek burun kıvıranlar, mali sermayenin bugünkü pervasız egemenliğinin ve bu egemenliği güçlendirmek için yapıp ettiklerinin ve başarılarının da bir tarihsellik taşıdığını, bilinçli olarak görmezden geliyorlar; gizliyorlar. Ama bu başarılar, kendisini, sınıf mücadelesinin şimdiki düzeyine borçludur. Sınıf mücadeleleri ise, sınıflar var olduğu sürece bitmeyecek, engellenemeyecek olduğuna göre; emperyalist tekellerin küreselleşme başarılarının tarihsel birer illüzyon olarak kalmak zorunda olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Geçen yüzyılın büyük devrimcisi Rosa Lüksemburg “ya sosyalizm ya da barbarlık” demişti. Seçmek mümkün, ya bu süreç barbarlığa evrilecek ya da kapitalizm yıkılacak.

EK BÖLÜM:

HABİTAT II, “ÜLKE RAPORU -YÖNETİŞİM ALT BÖLÜMÜ”nden Ağustos 2000
“… İzmir Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde, merkezi ve yerel yönetimlerin, üniversitelerin, STK’ların, meslek odalarının, özel sektörün ve sendikaların katılımı ile İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları başlatılmıştır. Kurulan Kent Konseyi, her ay toplanmakta ve Büyükşehir Belediyesi’nin yürütmekte olduğu ve hedeflediği projeler tartışmaya açılmaktadır… Antalya Kent Konseyi ise, yerel yönetimin halk tarafından denetlenmesi konusunda iyi bir örnek teşkil etmektedir; özellikle arazi tahsisleri gündeme alınarak bu tahsislerin yöreye, ekonomisine ve sosyal yaşamına katkıları tartışılmakta, yerel protesto eylemleri düzenlenmekte, ilgili kamu kurumları nezdinde başvurular yapılmaktadır… Kent Konseyi uygulamalarından başka Kent Parlamentoları da, kentlinin yönetime katılımında ve çok aktörlü yönetim anlayışının hayata geçirilmesinde önemli bir etkendir.
… Bursa 2020 Çevre Düzeni Planı’nın hazırlanması aşamasında (1995–98) bilim adamları, özel sektör, merkezi ve yerel yöneticiler yer almıştır. Strateji Planlarının izlenmesi ve güncelleştirilmesi amacıyla 2000 Mayıs’ında katılımcı tekniklerin uygulanmasında uzman bir kuruluşla bir dizi toplantı yapılmıştır. İlk aşamada çalışmaya katkıda bulunan tarafların karar verici düzeydeki temsilcilerinden oluşan yürütme kurulu toplantısı yapılmış, çalışmanın kurgusu oluşturulmuş ve Bursa’yı temsil edebilme profiline uygun genişletilmiş yürütme kurulu belirlenmiştir.
GAP Bölgesi’nde, GAP’ın tümüyle devreye girmesi sonucu, Bölge’de oluşacak yoğun sosyal ve ekonomik faaliyetlerin çok önemli bir bölümü kent merkezlerinde yer alacağından, bu faaliyetlerin mekânda dağılımını düzenlemek ve kentlere yönelik nüfus baskısını azaltmak amacıyla düzenlenen imar planlarının hazırlanmasında, ilgili tüm tarafların katılımının sağlanması ve bu katılımın zaman içinde kendiliğinden, yani tabandan-tavana bir oluşumun gerçekleştirilmesi için katılımcı imar planlama çalışmaları başlatılmıştır. Örnek projelerle başlayan bu yaklaşımlardan elde edilen deneyimler GAP Bölgesindeki tüm imar planı çalışmalarına yansıtılacaktır. Katılımcı imar planlama yaklaşımıyla GAP Bölgesi’nde şimdiye kadar İslâhiye (Gaziantep) ve Karaköprü (Şanlıurfa) imar planları yapılmıştır. Söz konusu çalışmalar 1996–99 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. İmar planlama sürecinde yer alan “plana itiraz” konusunun, anılan bu çalışmalarda oldukça az bir düzeyde bulunması, böyle bir yaklaşımla imar planı üretiminin, uygulama evresinde sorun yaratmayacağının ve dolayısıyla başarılı olduğunun göstergesidir.
GAP İdaresi tarafından (Türkiye Kalkınma Vakfı ve Bölge İl Valiliklerinin işbirliğiyle) Bölge’de, entegre, katılımcı ve sürdürülebilir bir yaklaşımla, Çok Amaçlı Toplum Merkezleri (ÇATOM) kurulmuştur. ÇATOM’lar GAP Bölgesindeki kentlerin daha çok kırdan göç etmiş yoksul hanelerin oluşturduğu gecekondu mahallelerinde ve kadınların marjinalleştiği merkezi nitelikli köy yerleşimlerinde kurulan topluma dayalı merkezlerdir. 1995 yılı sonu ve Haziran 1999 sonu itibariyle 22 ÇATOM ile yaklaşık 25 bin kişiye ulaşılmıştır. ÇATOM’ların 2010 yılına kadar özerk bir yapıya kavuşarak sivil toplum kuruluşu halinde bölge kadınına ve nihai hedef olarak topluma hizmet götürebilecek hale gelmeleri hedeflenmektedir.
GAP İdaresi çeşitli çalışmalarında sivil toplum örgütleri ile kalkınma sürecinde ortaklık ve işbirliği yapma yönünde çabalar geliştirmiş ve projelerinde sivil toplum örgütleri ile çalışmaya önem göstermiştir. Bir takım projelerin uygulanması sivil toplum örgütlerine delege edilmiştir. GAP ile meydana çıkmaya başlayan iş ve yatırım ortamına katılacak olan Bölge içi ve Bölge dışı potansiyel girişimcileri özendirmek ve bu girişimcilere ihtiyaç duyacakları bilgi ve danışmanlık hizmetlerini sağlamak amacıyla GAP-Girişimci Destekleme ve Yönlendirme Merkezleri (GAP-GİDEM) kurulmuştur. GAP-GİDEM modelinin diğer ortakları TKB (Türkiye Kalkınma Bankası), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), ve KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme Başkanlığı)’dir. Proje bölge ticaret ve sanayi odalarının etkin katılımı ile yürütülmektedir. GAP-GİDEM’ler yarı-otonom, bürokratik uygulamalardan arındırılmış, esnek ve dinamik bir yapıda örgütlenmişlerdir…”
“… Sivil Toplumcu anlayışın taleplerinin başında kapitalist sistemin reform edilmesi geliyor ve anlayış; bu reformun ancak demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının da dâhil edilmesiyle mümkün olabileceğini savlıyor. Karşıtlıkları -tarafların çeşitli tavizler vererek birbirlerine yaklaştığı- birer uzlaşmaya dönüştüren sivil toplumcu anlayışa göre, ortada bir sistem sorunu yok ve kapitalin terbiye edilmesi mümkün. Örneğin Euro-Med Partnership adlı Avrupa Birliği girişimiyle, aslında Avrupa’ya deniz ya da kara üzerinden sınırı bulunan ülkelerin serbest piyasa ekonomisine entegrasyonu ve bölge ülkelerinde serbest bölgelerin sınırlarının genişletilmesi hedefleniyor. Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkelerini de kapsayan bu “ortaklık” projesi, Akdeniz Bölgesi’ndeki sivil toplum kuruluşlarını da belli periyotlarda bir araya getiriyor ve STK’lara, bu ortaklık sonucunda bölgede oluşması muhtemel negatif çevresel etkilerin nasıl en alt düzeye çekilebileceği üzerine tartışmalar yaptırılıyor. STK’lar arası toplantıların önemli bölümü Avrupa Komisyonu tarafından finanse ediliyor. Ve bu yapılara karşıt bir görüş iletildiğinde ortaklaşılmış, tekleştirilmiş o cevap duyuluyor: “Yalnızca karşı çıkmakla bir sonuca varılamaz. Karşıysak bir de alternatifimiz olmak zorunda. Burada bizim alternatifimiz, olabilecek zararları en aza indirmek ve bu da yanlış bir hedef değil.” Bu tip toplantılarda örneğin, çevresel zararların sermayeye maliyetiyle, gerçekleştirilebilirliği arasındaki ilişki benzeri, aslında tartışmaların odağını oluşturması gereken kavramlar hiç tartışılmıyor ve çözüm önerileri, bu tip bölgesel paktların tek hedefi sermaye maliyetlerini en aza indirmek değilmiş ya da ekolojik dengenin bozulması ve çevresel yıkımın artmasının nedeni sermaye kârlılığının yükseltilmesi değilmişçesine geliştiriliyor. Sistem açısından bakıldığında hem o meşhur “şeffaflık” (transparency) sağlanıyor, yani sivil toplum, sermaye tarafından başlatılan girişimi başından sonuna kadar adım adım öğreniyor ve girişime meşruiyet kazandırılmış oluyor ve hem de buna rağmen bir karşıtlık oluşmamış oluyor; bunun yanında, bir şey hakkında çözüm önerileri geliştiriyorsanız o şey’in gerekliliğini de stratejik anlamda onaylamış oluyorsunuz. Yani STK’ların Euro-Med projesini madde madde masaya yatırıp; her bir madde hakkında öneri ve katkılar geliştirmesi, sivil toplumun projeyi stratejik olarak onayladığı anlamını taşıyor…” Gaye Yılmaz, Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü, İFMC-İKTİSAT DERGİSİ – Ağustos/2001

KAYNAKÇA:
Gencay Şaylan; Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, İmge Y.
Gülten Kazgan; Küreselleşme ve Ulus Devlet, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Taner Timur; Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, imge Y.
Lenin; Emperyalizm, Çeviren Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın
Paul Hirst-Grahame Thompson; Küreselleşme Sorgulanıyor, Çevirenler: Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi
E. Ahmet Tonak (Derleyen); Küreselleşme, imge Y.
Tim Liang-Colin Hines; Yeni Korumacılık, Çeviren: Teoman Türün, Kaynak
Karl Polanyi; Büyük Dönüşüm, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Y.
Seyla Benhabib; Demokrasi ve Farklılık, Demokrasi Kitaplığı
Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan, İlker Maga; Sivil Toplum: Devletin Büyümesi, YGS
Gülgün Erdoğan Tosun; Devlet-Sivil Toplum İlişkisi, Alfa Y.
Anthony Arbslater; Demokrasi, Doruk Y.
Bryan Turnen Eşitlik, Dost Kitabevi
Ozan Erözden; Ulus Devlet, Dost Kitabevi
Doç Dr. Birgül Ayman Güler, “Tekellerin Yeni iktidar Formüle: Yönetişim”, Röportaj: Şebnem Turhan, Evrensel Gazetesi, 5 Ocak 2002
EMEK Araştırma Dergisi, Genel-İş yayını, 2002/1

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑