2002 1 Mayısı’nın işçi, emekçi hareketi açısından önemi

İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs yaklaşıyor. 2002 1 Mayısı da, 1 Mayıs’ın emek ve sermaye cephelerinin karşılıklı olarak güçlerini sınadığı bir gün olması tarihsel gerçekliğiyle kutlanacaktır. Ülkemizdeki sınıf mücadelesinin ve sınıf güç ilişkilerinin aktüel durumunu bir kaç cümleyle özetlemek gerekirse; şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır:
1- IMF programı (işçi ve emekçiler cephesinden) ciddi engelle karşılaşılmaksızın hayata geçiriliyor. Özelleştirme, resen emeklilik, düşük ücret, esnek çalışma saldırıları boyutlanarak sürüyor.
2- Irak’a yönelik ABD saldırısının koşulları hızla olgunlaştırılırken, ABD’li savaş ağası Dick Cheney Ankara ziyaretiyle; “Türkiye’nin fiyatı”nın ne olduğunu öğrenmiş ve Türkiye’nin operasyondaki muhtemel rolü belirlenmiş bir biçimde ülkesine döndü. Türkiye’nin, Filistin halkına yönelik Siyonist katliam karşısında sözüm ona “tarafsızlığını korurken, üstüne üstlük Irak’a yapılacak bir emperyalist saldırıda görev üstlenmesinin savaş bataklığına ülkeyi geri dönülmezcesine bağlayacağı kesindir. Öte yandan, AB’ye uyum süreci “demokratikleşme” güldürüsü etrafında yürütülüyor. Emekçilerin söz, basın, örgütlenme (sendikal-siyasal) haklarını dışa atan, demokrasi sorununda eksen olarak AB kriterlerini temel alan bir zeminde toplum “AB’ci ya da AB’ye karşı” biçiminde bölünmeye uğratılıyor.
3- AB’ye “karşı cephe”de görünen MHP, geleneksel Kemalist çevreler ve silahlı kuvvetlerin en azından bir bölümü için temel itiraz noktaları olarak Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu ileri sürülüyor. Bu itirazlar, aynı zamanda şovenizmi körüklüyor ve özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmanın başlıca dayanaklarını oluşturuyor.
4- Toplumsal muhalefetin ana omurgasını oluşturan işçi ve emekçi hareketi ise; sermayenin saldırılarını püskürtecek bir tutumla hareket edememekte; geri mevzilere çekilerek, fabrika ve işyerlerinin günlük, ekonomik-sendikalist sorunlarına hapsolmuş bir durumda “gelişmeleri izlemekte”dir. Bu durum, şüphesiz sermaye cephesinin işini hayli kolaylaştırmaktadır.

TABANDAN GELEN MÜCADELE BASKISI
Gelgelelim tüm bunlar madalyonun görünür yüzünde olanlardır. Madalyonun diğer yüzünde ise; Türk-İş’in düzenlediği bölge toplantılarının da çok somut gösterdiği gibi, alttan alta öfke birikmekte, sendika bürokrasisini zorlayarak mücadele ve eyleme geçmek istemektedir. Çeşitli talepler etrafında işyeri eylemlerinin yaygınlaşması da, bu eğilimi göstermektedir. Aynı şekilde, Newroz gösterileri özgürlük ve demokrasi taleplerinin Kürdüyle, Türküyle tüm toplumda ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne serdi. Newroz gösterilerinde dile gelen talepler derinlemesine incelendiğinde, sadece salt dil ve kültür haklarının geri verilmesinin istenmesiyle sınırlı kalınmadığı, ötesine geçerek, taleplerin kapitalist sömürü, baskı ve işsizliğe karşı mücadele kapsamına kadar genişlediği de görülecektir. Bu yönüyle 2002 Newroz’u, öncekilerle kıyaslanmayacak oranda 1 Mayıs’a güçlü bir dayanak oluşturmaktadır.

OLANAĞIN GERÇEĞE DÖNÜŞMESİ İÇİN
Bugün açık kitle hareketinin önündeki en büyük engel, sendikal bürokrasisinin hareket üzerindeki etkisi ve hareketin bu etkiyi de bertaraf ederek ileriye çıkış yapabilecek bir bilinç ve örgütlülüğe sahip olamayışıdır.
1 Mayıs, bu engelin aşılarak, hareketin, sermayenin saldırılarını püskürtecek ve özgürlük ve demokrasi taleplerine kadar genişleyecek bir pozisyon kazanmasında yakın dönemde sınıfın önündeki en büyük olanaktır.
Olanağın gerçeğe dönüşmesi başlıca şu üç koşulun layıkıyla yerine getirilmesine bağlıdır: a) hareketin genişliği, b) hareketin dayanacağı temel ve c) talepler.
a) Hareketin genişliği
İşçi ve emekçi hareketinin açık bir kitle hareketi karakteri kazanmasında, 1 Mayıs’ın en yaygın şekilde kutlanmasının rolü büyük olacaktır. Sınıfın hem kendi içinde hem de bağlaşıklarıyla hareket birliği sağlamasında, yine bu olgu belirleyici bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, ülkenin her köşesinde sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri işçileri ve sendikacıları bu yönde teşvik edici olacaktır. Diğer bütün imkânlar tükendiğinde, sınıf partisi tek başına da kalsa, tertip komitesi oluşturarak kutlamaların gerçekleştirilmesinden geri kalmayacaktır.
b) Hareketin dayanacağı temel
İşçi hareketi ve sendikal hareketin son yıllarda yaşadığı en büyük zaaflardan biri, fabrika temelinden koparak genel “muhalif” bir çizgiye düşmesi ve bu temelde bir “protestocu” tarzı aşamayışı; fabrika ve işyerinden koptuğu oranda da sendika bürokrasisi tarafından “yedeklenmesidir”.
Oysa 15–16 Haziran, ‘89 Bahar Eylemleri başta olmak üzere, işçi sınıfı tarihindeki tüm büyük eylemler, fabrika temeline dayanmıştır. Çünkü işçiler, sermayeyle ve bir bütün olarak burjuva-kapitalist sistemle tüm çelişki ve çatışmalarını üretim sürecinde (fabrika, işyeri) yaşar. Burada vereceği mücadelelerle sendikal ve giderek siyasal bilince kavuşur, bağımsız bir sınıf olduğunun ayırtına varır. Sendika bürokrasisinin etkisizleştirilmesinde ve sendikal hareketin yeniden mücadeleci bir kimliğe kavuşmasında da, sendikal çalışmanın fabrika, işyeri temelinde kavranmasının rolü belirleyicidir. İşçi sınıfının ileri kesimlerinin fabrikalar temelinde bir örgütlülüğe kavuşması, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapabilmesi için en temel dayanağı oluşturacaktır.
İşçi hareketi ve sendikal hareketin fabrikaları mücadele ve eyleminin merkezine alması gerekirliliği fikrinin yaygınlık kazanmasında, 1 Mayıs’ın fabrikalar temelinde örgütlenmesi, bu nedenlerle, vazgeçilmez önemdedir. Sınıf bilinçli, ileri işçiler ve sınıf partisinin örgütleri, 2002 1 Mayısı’nda hedeflerini bu çerçevede belirlediği ve temel fabrikalar, işletmeler üzerinde çalışmayı yoğunlaştırdığı oranda işçi, emekçi hareketi ileri doğru bir hamle yapacaktır.
1 Mayıs’ta fabrika ve işyerlerinde en “geri” biçimlerden, en “ileri” biçimlere kadar her türlü eylem örgütlenmeli, “olur”, “olmaz” toptancı yaklaşımlardan kaçınılmalıdır. Ayrıca fabrikalar arası bölgesel kutlamaların örgütlenmesi, 1 Mayıs’ın, sonraki süreç açısından da işçi emekçi hareketini ilerletici, kalıcı etkiler bırakması yönüyle önem arz eden bir diğer husustur. Yine açıktır ki, fabrika ve işyeri kutlamalarıyla, alan kutlamaları birbirlerinin alternatifi değildir, işyeri kutlamalarından sonra alan kutlamaları da en geniş ve en militan biçimde gerçekleştiği oranda, 1 Mayıs kutlamaları “resmigeçit törenleri” havasından kurtulacaktır.
c) 1 Mayıs talepleri
İşçi ve emekçilerin mücadelesinin kitlesel olarak yeniden yükselişe geçmesi, demokrasi ve özgürlükler cephesine genişlemesi ve siyasal bir platforma ilerlemesinde, doğru mücadele ve eylem biçimlerinin yanı sıra -verili koşullarda- taleplerin doğru tarzda formülasyonu da belirleyici rol oynar.
Buradan hareketle, 2002 1 Mayısı’nda işçi ve emekçilerin hedefinde IMF politikalarının olacağını söylemek bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Dahası, emekçilerin IMF politikalarına karşı dile getirecekleri talepler, özgürlük ve demokrasi talepleriyle birlikte ele alınmalıdır. IMF dayatmalarının karşısına, özelleştirmelerin durdurulması ve iptal edilmesi, işçi kıyımına son verilmesi, tüm işsizlerin işsizlik sigortasından yararlandırılmaları, yoksulluk sınırı dikkate alınarak ücretlerin yükseltilmesi, esnek çalışmanın yasaklanması, iş güvencesinin sağlanması, tüm halkın genel sağlık sigortası kapsamına alınması, parasız eğitim talepleriyle çıkılmalıdır. AB’ye uyum süreci tartışmaları ve bu çerçevede güncellik kazanan Kürt sorununa ilişkin taleplerin de 1 Mayıs kutlamalarında özel bir yer tutması anlamlıdır. Anadilde eğitim, kültür vb. hakların geri verilmesi, OHAL’in kaldırılarak bölgede yaşamın normalleştirilmesi talepleri, bunların en yakıcı ve güncel olanlarıdır. Kürtlerin en doğal haklarını istemesi, “terör örgütü PKK’nin siyasallaşma çabaları” demagojisi eşliğinde bastırılmak istenmektedir. Terör demagojisi işçi ve emekçilerin ve bir bütün olarak emekçi Türkiye halkının özgürlük ve demokrasi taleplerini hedef alan siyasi gericiliği yeşerten bir can suyu vazifesi görmektedir. Buna karşı ve bu durumu değiştirmek için, OHAL’in kaldırılması ve Kürtlerin dil ve kültürel haklarının tanınması, idamın kaldırılması ve koşulsuz bir genel af taleplerinin başta Türk emekçiler olmak üzere, bütün emekçiler tarafından sahiplenilmesi, bu “gerici silah”ın etkisiz kılınmasında bir mihenk taşı olacaktır.
Newroz’da ortaya çıkan sömürüye ve baskıya karşı birlik ve kardeşlik duyguları ile 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele ruhu, ülke sathında 1 Mayıs alanlarını kuşatmalıdır.

Newroz yürüyüşünü 1 Mayıs’a taşımak

Newroz kutlamaları sadece Kürtleri değil, emekçi Kürtlerle beraber, Türk, Arap ve diğer halkları da etkisi altına alarak gerçekleştirildi. Sermaye ve gericiliğin süregelen inkârcı ve asimilasyoncu tutumuna karşı, eşitlik ve özgürlük taleplerinin diğer tüm kardeş halklar tarafından da desteklendiği gün olarak gündeme damgasını vuran Newroz kutlamaları, aynı zamanda zorbalığa vurulmuş güçlü bir tokat oldu. Kürt emekçilerin ve ezilen tüm uluslar ve halkların bilincinde kardeşlik, dostluk ve dayanışmayı güçlendiren bir etki yaratan kutlamalar, burjuvazinin şu veya bu parti veya fraksiyonlarıyla tüm olanaklarını seferber ederek bile bir araya getiremeyeceği düzeyde bir kitlesellikle kutlandı. Günlerce öncesinde “kaos ve kargaşanın habercisi” olarak ilan edilen ve “lanetlenmiş bir gün” olarak propaganda edilen Newroz Bayramı’nda, gericiliğin ve baskı aygıtının tüm oyun ve saldırıları boşa çıkarıldı; yaratılan ortam, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde işçi sınıfının ve emekçilerin yürüyüşüne güç kattı.
Gerici egemen sınıfın ve onun yazılı ve görsel medyasının, tüm burjuva propaganda odaklarının, istihbarat birimlerinin, burjuva gerici parti ve oluşumlarının çarpıtma ve saptırma hesapları bu yıl kutlamalarda etkisini daha fazla yitirdi; Kürt ve Türk, Arap ve diğer halkların kardeşliği, bu Newroz’dan daha da güçlenmiş olarak çıktı. Bu güçlü halk dayanışması, halklar için ulusal değerler taşıyan, bayram ve özel günlerin yasaklanmasına karşı tutum olarak ortaya çıkarken, bölge emekçilerinin hak ve özgürlüklerine verilmiş güçlü bir destek oldu. Aynı zamanda, inkârcı tutuma ve sürdürülen asimilasyon politikalarına sessiz kalınmayacağına dair görkemli bir yanıt verildiğini, ezenler ve ezilenler cephesi bir kez daha gördüler. Varlık, dil, kültür ve tarihi geri kazanmak için sürdürülen hak ve özgürlük mücadelesini yıllardır “terör” ve “anarşi” gibi itici kavramlarla eşleştiren, bu yakıştırmayı provokasyon ve türlü baskılarla sürekli besleyen gerici egemen sınıflar, tüm çabalarına rağmen bu defa başarılı olamadılar. Newroz’u yaşayanlar, kaos ve kargaşadan, terör ve “çatışma” görüntülerinden yönetici güç odaklarını sorumlu tuttular. Gericiliğin İstanbul ve Mersin’de giriştiği provokasyonlar, bu kanıyı değiştirmeye yetmedi. Ölümlerle sonuçlanan olaylardan dolayı illerin yöneticileri şaibe altındadır ve yargılanıp hesap vermeleri için girişimler sürdürülmelidir. Gelişmelerle beraber dünya ve Türkiye kamuoyu, egemen sınıfın ve onların hükümetinin demokrasi düşmanı yasakçı ve saldırgan tutumunu görerek lanetlediler. Türkiye’de yaşayan milyonlar bir kez daha zorbalıkla sürdürülen sistemin ve yönetimin halkların kardeşliğinin önündeki engel olduğunu gördüler, yaşadılar ve bilince çıkardılar. Bundan sonra da bu değerlendirilerek sistemin gerçek yüzünün teşhiri sürecektir. Her türlü engelleme tutumuna rağmen yasaklanamayan yerlerde Newroz, halkın mücadeleci geleneklerine uygun olarak kutlandı. Özgürlük özlemi bu Newroz’da güçlü bir etki yaratarak dünya halklarına ve emperyalist kuşatmaya verilmiş bir mesaj oldu. Newroz kutlamaları emekçi halkların kardeşliğini güçlendirirken, gericiliğin pozisyonunu zayıflatan bir işlev görerek, halk lehine bir etki yarattı. “Devlet törenleri” ise trajikomik bir durum olarak hafızalarda yer etti. Birkaç yerde halka yasak edilen kutlamalar devlet erkânınca gerçekleştirildi! Ve önceki yıllarla kıyaslandığında yönetici güç odaklarının “pes ettiği” görüldü, birkaç “saf” ya da “işgüzar” yöneticinin devlet töreniyle ‘Nevruz bayramı’ kutlamasına da itibar edilmedi. Halkın bayramını yasaklayarak, polis ya da resmi görevlilere ateş yaktırıp üzerinden atlayan, yumurta kırma yarışına giren bakan, vali ve diğer devlet erkânı üyeleri, demir dövme gösterilerinde halksız ve desteksiz kaldılar. Ve halk nezdinde tükenenin, marjinal kalan ve halka yabancılaşmış olanın görüntüleri oldular.
Böylece, bir yanda, bir mizansen sergilenirken, diğer yanda, hemen her yerleşim biriminde halkı harekete geçiren, her türlü baskıyı göze alarak halkı alanlara çeken, en azında binlerin katıldığı, halkla coşku içinde kutlanan Newroz bayramına tanık olundu. Bu kutlamalar, özgürlük ve demokrasinin kazanılması mücadelesinde ezilen ve sömürülen tüm halklar için moral ve güç kaynağı oldu. Kent ve kır emekçilerinin, estirilen gerici teröre rağmen; polis ve asker ablukalarını, gözaltı ve tutuklamaları, işkenceleri, hakaretleri, bakanlık genelgelerini, yasakları, aramaları, kimlik kontrollerini ve daha birçok engeli aşarak bir insan seli olarak, akarak alanları doldurdular. Yüz binlerin bu alanlarda haykırdıkları sloganlar, sadece birikmiş öfkenin dışa vurumu değil, aynı zamanda, hak ve özgürlükleri kazanmaya duyulan inancın da ifadesiydi. “Diriliş” meşalesinin yakıldığı gün olarak “kutsal” sayılan 21 Mart Newroz Bayramı’nda, özgürlük uğruna yitirilen tüm değerler sahiplenilerek yumruklar sıkıldı, zafer işareti yüklü eller hep birlikte sallandı. Yaygın ve güçlü kutlamalara katılan özellikle bölge emekçileri, aynı zamanda, hakları ve özgürlüklerini kazanmak için çıktıkları yürüyüşlerinde, karşılarına çıkan her türlü saptırmaya ve oyalamaya yönelik tuzaklara teslim olmayıp karşılık verecek güçte olduklarını da gösterdiler. Ezici çoğunluğu işçi, işsiz ve yoksul halk ve onların genç kız ve erkek evlatları olarak alanları dolduranlar, ömrünün sonuna yaklaşan, ama bastonlarına dayanarak bayram alanına gelen yaşlı nineleri ve dedelerine, özgürlük kavgasının sürdürücüleri olacaklarına ant içer gibiydiler! Halk, dişiyle tırnağıyla direnerek kazandığı bayramını, resmen ve izne tabi olmaksızın kutlayacağı günlere olan inancıyla inkâr ve asimilasyon zincirini parçalayacağına olan güvenini göstermiş oldu.
Halkın tarihinde ve kültüründe derin izler bırakmış olan efsanedeki Demirci ustası Kawa’nın 2600 yılı aşkın süre önce Dehhak’a yönelen çekici, o gün, yüz binlerce kız ve erkek gencin ve emekçi Kürdün elinde, zulme ve sömürüye yönelmiş olarak işlevselleşiyordu. Kürt kültürü, tarihi ve yaşamında, zulme karşı başkaldırının, köleliğe karşı özgürlük mücadelesinin simgesi olarak yakılan ateşin etrafında kutlana-gelen Newroz; barış ve kardeşliği güçlendirerek, kışkırtma, düşmanlaştırma girişimlerini püskürtmüş, ırkçı ve şoven politikalara verilen bir yanıt olmanın yanında işçi ve emekçilerin süren birleşik hareketinin yolunu daha da genişletmiştir.
Baskıların yoğunluk kazandığı, Kürtçe isimlerin yasaklanarak, Nüfus müdürlüklerinin yeni doğan çocuklara verilen Kürtçe isimleri kabul etmediği, çocuklarına Kürtçe isim veren anne ve babalar hakkında Cumhuriyet Savcıları’nca soruşturmalar açıldığı, OHAL’in sürdüğü ve baskıcı benzer uygulamaların tüm bölgede ve Türkiye’de yaygınlaştırılmak istendiği, gerici yasaların genişletilerek yeniden hazırlandığı, partilerin kapatılmak istendiği, cezaevlerinde ölümlerin sürdüğü, MİT ve diğer kurumların sunduğu uydurma bilgi ve belgelerle kışkırtıcılığın örgütlendiği, Susurluk’un sadece Korkut Ekenler’den ibaret olmadığının emekli generaller tarafından açıklandığı, Kürt sorununun, “bölücü terör örgütü” gibi kavramlarla çözümsüz bırakılmak istendiği, sömürü ve yağmanın arttırılarak, emperyalist hegemonyanın derinleştiği ve güçlendiği koşullarda gerçekleşen Newroz kutlamaları; demokrasi ve özgürlük güçlerinin moral ve mücadele azmini daha da güçlendiren bir etki yarattı. MHP’nin, diğer burjuva, milliyetçi ve gerici partilerden farksız olarak, IMF dayatmalarının savunucusu ve emperyalist boyunduruğa koşulan uysal at konumunu perdelemek için “milli duyguları” suiistimal etmek üzere kışkırtıcılığı körükleyecek girişimlere hız verdiği, sendikalara yönelik düzenleme ve ele geçirme operasyonlarının dört koldan sürdüğü, üyelerine yönelik saldırılar, görevden alma ve sürgünlerle kamu emekçilerinin sindirilmek istendiği koşullarda Newroz kutlamaları; 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramımın ön hazırlığı rolünü de oynamış oldu. Newroz’u 1 Mayıs’a taşımak; Kürt emekçilerin, sınıf kardeşlerinin dünyanın dört bir yanında alanlara çıktığı 1 Mayıs’ta sokaklara çıkarak, özgürlüklerini kazanma mücadelesini sürdürmesi anlamına gelmektedir.
Anadil talepli dilekçe verenlerin gözaltına alınıp tutuklandığı ve öğrencilerin okullarından uzaklaştırılarak cezalandırıldığı, ancak “dilimizi, kültürümüzü, haklarımızı ve özgürlüklerimizi birlikte geri istiyoruz” mücadelesinin daha da güçlendiği günümüzde Newroz kutlamalarında sergilenen tutum, mücadelenin önümüzdeki günlerde katlanarak güçleneceğinin de habercisidir. Sömürü ve baskı karşısında özgürlük arayışı olarak süren mücadelenin boğulmak istendiği, egemen sınıfın bir süredir yeni plan ve projeler üreterek, halkı teslim almaya çalıştığı sır değildir. Başta Diyarbakır olmak üzere, alanlara yüz binler olarak çıkanlar, dört bir yandan dile getirilen halkın taleplerinin karşılanmasının engeli, sömürü ilişkileri ve burjuva sınıf egemenliğine yöneldikçe ve dolayısıyla mücadele güçlendikçe, saldırganlığın da o oranda artacağını bilmek için kâhin olmak gerekmiyor. 1 Mayıs bu bakımdan önemlidir. Egemen sınıfın elindeki tüm paslı silahları etkisiz kılarak, tüm halklardan işçi ve emekçilerin bayramı 1 Mayıs’ta Kürtlerin demokrasi talepleriyle alanlara çıkmaları için öncü işçiler, Newroz rüzgârını değerlendirmede şimdiden harekete geçmelidir. Kürt emekçilerin önümüzdeki dönem gelecek saldırıları püskürtmeleri için bu zorunludur. Kürt emekçilerin özgürlük tutkusunun, önümüzdeki süreçte güçlü karşı koyuşlara gebe olduğunu da görmek gerek. Bugün göreceli olarak süren “rahat” ortamın, hareketin yönelimiyle orantılı olarak değişeceğini görmek ve saldırıları püskürtecek denli güçlü halk örgütlenmesini yaratmak gerekli ve zorunludur.
Anadilde eğitim ile Kürtçe yayın ve televizyon hakkının tanınması, idamın kaldırılması, pişmanlık yasası gibi kirli ve onur kırıcı dayatmalardan vazgeçilerek ayrımsız bir genel affın çıkarılması, Susurluk Çetesi ve bölgede binlerce cinayetin adresi olarak gözükenlerin yargılanması, OHAL’e son verilerek işgal görüntülerinin son bulması, Kürt emekçilerin örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, gençliğin eğitim ve iş olanaklarına kavuşması, tarım ve hayvancılığın desteklenerek yıllardır süren mağduriyetlerin tazmin edilmesi, sendikal haklar üzerindeki baskıların son bulması, demokratik hak ve özgürlüklerin koşulsuz tanınması, iş ve toprak taleplerinin karşılanması; halkın acil taleplerinin başında gelmektedir. Sokağa çıkarak alanlarda toplanan yüz binlerce Kürt emekçisi, her konuşmayı, her haykırışı, her ifadeyi bir sloganla karşılayarak kölelik statüsünün sürmesine ve siyasal özgürlüklerden yoksunluğa kayıtsız kalmayacaklarını, zincirleri parçalayacaklarını hep bir ağızdan, geleneksel renkleri, diğer mücadele simgeleriyle “izah ettiler”. Halk ve onun gençliği, teslimiyeti kabul etmeyeceğini, hiçbir gücün bunu sağlayamayacağını yeri göğü inleterek haykırdı.
Artık gelinen yerde hiçbir gerekçe Kürt emekçilerin taleplerinin karşılanmasının karşısına konulamayacaktır. Ve milyonların iradesi görmezden gelinerek veya çiğnenerek “Kürt sorununu çözmeye” hiçbir güç yetmeyecektir. Kürt işçi ve emekçilerin taleplerinin karşılanması için verilen mücadelede, sınıfın devrimci partisinin sorumlulukları bugün, her zaman olduğundan daha çok artmış ve yerine getirilmesi aciliyet kazanmıştır. Kürt sorununun çözümünde, Kürt işçi ve emekçilerinin ve gençliğinin kendi politik talepleri etrafında kenetlenerek mücadeleyi yükselteceğinin güçlü işaretlerinin olduğu günümüzde, devrimci partinin rolü ve işlevi daha da artmıştır. Kürt işçilerinin fabrika ve işletmelerde sömürü ilişkilerine karşı, sınıf çelişkileri üzerinden güçlenen mücadele eğilimi, yine giderek daha büyük oranda gündeme girecek olan toprak talebinin yaratacağı mücadele koşulları, uzun yılların sorunu olarak değerlendirilemez. Ülkenin işçi ve emekçilerinin devrimci partisinin, bugünkü mevcut çalışma tarzı ve örgüt düzeyinin, hareketin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığını görmek ve bugünden eksiklerin ve zaafların aşılmasını için gerekli koşulların yaratılması için çalışma görevi ertelenemez. Sınıf mücadelesinin, her döneminin kendi ihtiyaçlarına yanıt verecek örgüt ve araçları yaratacağı gerçeği bir yana, bugünden yarını görmek ve burjuva siyasal egemenliğinin her türlü manevrasını alt edecek ve hareketin ezilmesine yönelik saldırıları püskürtecek örgütlenmeyi güçlendirmek gerekli ve zorunludur. Olağan seyri içinde gelişen hareketin her an yeni patlamalara gebe olduğunu bilerek, olası “sosyal patlamaların ve düzene duyulan öfkenin kapitalist kölelik ve inkârcılığın kaynağına yönelmesinde yetenek göstermek için, “olağanüstü” gelişmelerin üstesinden gelecek örgütlere sahip olunmalıdır. Son bir yıl içinde Dersim’de iki kez yaşananlar değerlendirilmeli ve bilince çıkarılmalıdır. Burada olduğu gibi, bir kıvılcımın kitlesel halk hareketine dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur. Aksine “sosyal patlamaya” neden olabilecek fazlasıyla ekonomik, sosyal ve siyasal neden bulunmaktadır. Özgürlük ve demokrasiyi, işçi ve emekçi iktidarını ve sosyalizmi kazanmak, ancak böylesi koşulların üstesinden gelecek örgütlere sahip olan sınıfın devrimci partisiyle olanaklıdır. Başta bölge olmak üzere Kürt emekçilerin yaşadığı her yerde özgürlük ve demokrasi taleplerini sırtlanmak için, partimiz örgütleri somut gelişmeleri ve kendi durumlarını yeniden değerlendirmeye koyulmalıdır. Örgütlerin konferanslarını gerçekleştirdikleri süreçte, bölge emekçilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin boyutu yeniden değerlendirilmeli ve parti örgütlerinin yetersiz kaldığı ya da yeterince eğil(e)mediği sorunlar bilince çıkarılarak, örgütlerin gündemine alınmalıdır. Kürt sorunu ve gelişmeler kapsamında konferanslar, eğitim çalışmaları ve örgütsel girişimler yapılmalıdır. Zira ulusal ve siyasal özgürlük mücadelesinde partimizin daha güçlü bir pozisyon edinmesinin koşulları her zamankinde daha elverişlidir. 2002 Newroz kutlamalarında partimiz örgütlerinin tutumu, bölgenin emekçi sınıfları içerisinde büyük ilgi bulmuş ve sempatiyi arttırmıştır. Ancak, işçi ve emekçilerin, ulusal taleplerin kazanılması mücadelesinde partimiz örgütlerini yeterince etkin ve atak görmediği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Kürtlerin tüm demokratik hak ve özgürlük istemleri ve güncel taleplerinin en önünde yer alan devrimci militanlara sahip olunmadan, kendi kurtuluşları için davalarının başına geçen Kürt gençleri örgütlerinde etkin olmadan, bu, hep aksak kalacaktır. Kürt gençliğinin tepki ve mücadele dinamiklerinin önünü açacak ve güçlü devrimci örgüt düzeyine çıkaracak koşulları yaratma mücadelesinden çaba daha da arttırılmadan, bu sorunu aşmak olası değildir.
Kürt emekçilerinin güçlü devrimci örgütü olarak kök salmak, mevcut statünün değiştirilmesi için halkın sürdürdüğü mücadelenin bir bileşeni olmak ve siyasal iktidarın saldırılarına karşı mücadeleyi daha da güçlendirmekle gerçekleşecektir. Parti örgütlerinin ve parti üyelerinin tereddütsüz önde yürümesi ve saldırıları göğüslemede kültürel, geleneksel, yerel hiçbir talebi es geçmeyen, küçümsemeyen bir tutum alması; sınıfın devrimci partisinin doğal görevidir. Sınıfın partisi, Kürtlerin henüz karşılanmamış talepleri uğruna mücadelede daha etkin olan, atak örgütlere sahip olmalıdır.
Üniversitelerde başlayan ve giderek halka yayılan ‘anadilde eğitim hakkı’ için verilen dilekçelere yönelik saldırı ve tutuklamalarda Emek Gençliği’nin bazı alanlarda gösterdiği tereddütlerin aşılması sağlanmalıdır. Anadilde eğitim talebinin karşılanması için güçlü mücadeleler örgütlemek, bu sorunu yeniden ele alarak Kürt gençliğini harekete geçirmek için zaman yitirilmemelidir. Kürt işçi ve emekçiler ve onun gençliğinin 1 Mayıs’taki temel talepleri, Newroz’da dile getirilenlerdir ve 1 Mayıs’ta bu talepler uğruna alanları doldurma görevi, partinin örgütlerinin omuzlarındadır. Kürt gençliğinin tereddüt ettiği ancak özlemle gerçekleşmesini istediği taleplerin ön açıcısı olarak onun güçlü ama sessiz gövdesine seslenmeyi ve onları harekete geçirmeyi başarmak olanaklıdır. Bu ertelenemez. Aynı tüm üniversite gençliğinin bu talebi sahiplenmesi ve ortak demokrasi ve özgürlük mücadelesi içinde birleştirmesi görevi partimiz gençlik örgütlerinin omuzlarındadır. Gençliğin güçlü bir gençlik hareketi olarak yeniden örgütlenmesi, üniversite gençliğinin, bilimsel demokratik ve parasız eğitim mücadelesinin anadilde eğitim talebiyle birleştirilmesi, mücadelenin olmazsa olmaz koşulu sayılmalıdır. Türk işçi ve emekçilerinin evlatları olarak üniversite gençliği, baskı ve sömürü mekanizmasının parçalanması mücadelesinde, özel kölelik koşullarına hassasiyet göstermeyi ve Kürt gençliğinin taleplerini sahiplenmeyi devrimci bir görev olarak yerine getirmeye özen göstermelidir.
Sınıfın devrimci partisinin yeni mücadele araçlarının yaratılması, propaganda ajitasyon araçlarının zenginleştirilmesi, bölge işçi ve emekçilerinin dönemin talepleri üzerinden örgütlenmesi sorununu gidermede daha atak davranması, gerekli ve zorunludur. Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin kazanılması mücadelesi kitleselleşerek ve siyasal boyutu genişleyerek güçlenmektedir. Burjuvazinin bunu püskürtme ve geriye itme olanakları yoktur. Tüm olanaklarını denemiştir. Yeniden bunu yapmaya kalkışacaktır. Ayrıntıları bilinen her türlü baskıya rağmen halkın özgürlük mücadelesi kitleselliğinden ve direnme gücünden bir şey yitirmemekte aksine değişik boyutlarıyla güçlenmektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları giderek artan, kapitalist baskı ve kölelik koşullarına duyduğu öfke patlama öğelerini biriktiren bölgenin işçi ve emekçilerinin içerisinde kök salmak, ulusal ve siyasal baskının kırılması mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamakla başarılabilir. Varlığın inkârı karşısında durmak, onların, varlığının kabulüne dayalı mücadelenin sürdürücüsü olan örgütleri olarak şekillenmek ve bugünkü durumumuzla yetinmeyerek; bölge işçi ve emekçilerinin, kent ve kır yoksullarının, topraksız ve az topraklı köylünün, tarım proletaryasının örgütleri olarak bu kesimler içinde sosyalizm propagandasını güçlendirmek için materyallerin çoğaltılması ve mücadelenin yeni ihtiyaçlarına yanıt verecek yenileriyle takviye edilmesi gerçekleştirilmelidir.
Kürt sorunu, günümüzde sınıfın partisinin programı ve taktik mücadelesinde en önemli sorunlardandır. Bu, burjuvazi için de böyledir. Burjuvazinin, Kürt sorununu geriye atmak ve bu beladan bir süreliğine de olsa kurtulmak için didinip durması boşuna değildir. Kürt sorununun ve diğer demokratik hak ve özgürlüklerin AB üyeliğiyle ilişkilendirilerek, emperyalizme bağımlılığı gizlemek ve AB’ye üyeliğe -yani ülke kaynaklarının peşkeş çekilmesine- halkı mahkûm etmek gibi gerici hesaplarının boşa çıkarılmasında, AB’ye girmenin özgürlüklerin elde edilmesi olarak sunulmasını deşifre etmek, koşulsuz olarak demokrasi ve özgürlüklerin önündeki tüm engellerin kaldırılması talebinin önünde yürümek ve yeni mücadele platformları yaratmak için, 1 Mayıs öncesi süreç değerlendirilmelidir. AB’ye üyelik sorununda emperyalistler ve tekeller arasında süren pazar kapma ve paylaşıma yönelik pazarlıkların dolgu malzemesi edilmek istenen demokratikleşme taleplerini burjuva gerici kliklerin elinde çek olmaktan çıkarmak, bölge ve ülke emekçilerin özlemlerinin sömürülmesine son vermek için aydınlatma faaliyetini ve araçlarını güçlendirmek gerekmektedir. AB üyeliği sorununda, sömürgeliği ve burjuva egemenliğini emekçiler için özgürlük ve demokrasinin elde edilmesi gibi sunan gerici egemen sınıfların değişik klikleri arasında süren it dalaşı ve pazar kavgası; demokrasiden yana ve demokrasi karşıtı olanlar arasında bir mücadele olarak yansıtılarak, bölge ve ülke işçi ve emekçilerin talepleri yedeklenmek ve giderek güçten düşürülüp teslim alınmak istenmektedir. Böylece, AB’ye üyelik sorunu, burjuva gericiliği tarafından bir avantaja dönüştürülmek istenmektedir.
Demokrasi ve emek düşmanı egemen sınıfın sürdürdüğü baskılara karşı mücadelede, Newroz kutlamaları, ezilen ve sömürülen tüm halka cesaret sunarken, ezen ve sömüren egemenlerin yüreğine korku salan gösteri ve eylemlere sahne oldu. Ve bir halk hareketi, bir özgürlük yürüyüşü olarak süren mücadele, Newroz ateşiyle, 1 Mayıs’a hazırlanan tüm halkların yüreğini ısıttı. Geri adım atılmayarak gösterilen bu direngen tutum, dünya halklarının sömürüye, zulme, emperyalizme ve gericiliğe karşı sürdürdüğü mücadeleye güç katmıştır. Emperyalizmin tüm dünya halklarını esir almak için gemi azıya aldığı, savaş silahlarının namlularını Asya’ya yönelttiği, Ortadoğu ve Kafkasları kan gölüne dönüştürmek için planlar yaptığı bugünkü koşullarda, Ortadoğu coğrafyasında diğer kardeş halklarla el ele gerçekleşen Newroz kutlamaları, emperyalizm ve işbirlikçilerini rahatsız etmiştir. Ezilen işçi ve emekçilerin eşitlik ve özgürlük kavgasında tüm dünya halklarının kardeşlik ve dayanışmasını güçlendirmiş olan Newroz, Filistin halkına yönelik katliamlara ve Irak halkına karşı sürdürülen emperyalist saldırganlıktan birinci derecede sorumlu olan ABD emperyalizmine verilmiş bir yanıt olmuştur. Bölge emekçilerinin, “dilimizi, kültürümüzü, haklarımızı birlikte geri istiyoruz” yönlü taleplerini bu denli güçlü haykırmaları, önümüzdeki süreçte işçi ve emekçi hareke tinin güçlü ve birleşik yönünü de göstermiş oluyor, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs Bayramı’nda, Kürt sorunu, bu kapsamda değerlendirilerek, yine emekçilerin mücadele günü olan Newroz’un gücüyle birleştirilmelidir. Bu mücadele, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı demokrasi ve özgürlüklerin kazanılması ve sosyalizm mücadelesi olarak daha da güçlenecektir.

8 Mart etkinlikleri ve gösterdikleri

Mart ayı, Türkiye’nin gündemine güncel gelişmelerin yanı sıra iki temel sorunu taşımaktadır. Bunlar, bilindiği gibi, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla kadın sorunu, diğeri 21 Mart Newroz dolayısıyla Kürt sorunudur. Her ikisi de, tarihsel çağrışımlarla yüklü bir mücadele gününün yıldönümü olmaları dolayısıyla bu iki sorunun güncel bağlantılar ve talepler çerçevesinde tartışılmasına ve eylemlere dönüşmesine yol açar.
2002 Mart Ayı, bu iki temel sorunla birlikte yoğun siyasal tartışmaların cereyan ettiği bir dönem oldu. IMF politikalarının yıkıcı sonuçlarının, özellikle son bir yıldır tarımdan sanayiye, üniversitelerden sağlık ve eğitime kadar her vesileyle tartışılması, Mart ayı içerisinde de sürdü. ABD’nin Irak’a saldırı planlarının somutlaşmasının yanında, Türkiye’nin AB üyeliği, başta idam cezası olmak üzere hak ve özgürlükler sorunu ile Kürt sorunu çerçevesinde anadilde eğitim ve yayın konuları öncelikli gündemler olarak tartışıldı. 8 Mart etkinliklerinin güncel bağlantıları ve talepleri de, doğal olarak, tartışılan sorunlar üzerinden şekillendi.
En temel ve kapsamlı saldırı, her kökenden emekçileri, bu arada bütün emekçi kadınları aynı mücadele hattında birleştiren IMF politikaları ve bunların sonuçları olarak yaşanıyor. Tarım kesimindeki emekçi kadınlardan kamu kesiminde memur olana, işçi ve ev kadınına, ev ve büro işlerinde çalışanından parça başı evde iş yapanına kadar bütün emekçi kadınlar, ayrım olmaksızın, bu politikalardan etkilendiler. Sonuçlarını, işsizliğin artması, sefaletin derinleşmesi, sosyal hakların elden gitmesi, geleceksizliğin ortak bir yazgıya dönüşmesi gibi elle tutulur bir somutlukta yaşadılar. Kürt kadınları, bunlara ek olarak kimlikleri, dil ve kültürleri üzerinden sürdürülen politikaların sonuçlarına maruz kaldılar. ABD’nin Afganistan’dan sonra Irak’a saldırının ortamını yaratma hazırlıkları, öncelikle evlatları savaşa sürülecek farklı kökenden ülkemiz kadınları başta olmak üzere, bütün Ortadoğu ve bütün dünya için bir tehdit olma özelliğini sürdürdü.
Emekçi kadınların talepleri de bu koşullar altında, işsizliğe, yoksulluğa, IMF politikalarına, emperyalist saldırganlığa ve Kürt sorunu ilişkin politikalara karşı iş, ekmek, eşitlik, özgürlük ve halkların kardeşliği temelinde bir mücadeleyi hep birlikte yükseltmek çerçevesinde oluştu.

KADIN, ERKEK EMEKÇİLERİN BİRLİĞİ VE 8 MART ETKİNLİKLERİ
Yapılan miting ve basın açıklamalarında, kapalı salon toplantılarında, pek çok ilde, büyük kentlerin emekçi semtlerinde, işyeri ve sendikalarda irili ufaklı pek çok toplantı ve gösteride binlerce kadın 8 Mart’ı kutladı, taleplerini haykırdı, sesini yükseltti. Alanlar, diğer gösteri ve protestolardan daha farklı renk ve görüntülere sahne oldu.
Gerçi bazı sendika ve derneklerin yaptıkları resmigeçit türünden etkinliklerde kadınların rolü, kadınları dekor olarak “değerlendirmenin” ötesine geçmedi. Ama genel olarak emekçi kadın yığınlarını mücadele örgütlerinde örgütleme yolundaki çabaların cılızlığına karşın, pek çok yerde emekçi kadınlar, yapılan etkinliklere katılımıyla ve siyasal gelişmelere ilgi ve tepkileriyle, mücadele ve örgütlenme isteklerini bir kez daha gösterdiler.
İstanbul, Adana ve bölge illerindeki gösterilere Kürt kadınlarının yığınsal katılımı, alanlara damgasını vurdu. İstanbul’da düzenleme komitesinin, “erkekleri mitinge almama, kadın erkek, birlikte gelecek kortejleri alana sokmama” gibi anlaşılamaz karar ve müdahaleleri, İstanbul’un emekçi kadınlarına en anlamlı desteklerden biri için alana gelmiş olan direnişçi Aktif dağıtım işçilerinin bu tutumu protesto ederek alanı terk etmesine neden oldu.
Şüphesiz Aktif dağıtım işçilerinin 8 Mart etkinliğine eşleri, çocukları ve aileleriyle birlikte gelmemesi eleştiriyi hak eden bir eksikliktir. Ancak, böyle bir eksiklikle uzaktan yakından alakası olmayan bir gerekçeyle yapılan müdahale, anlaşılmaz olan tutumun dışa vurduğu çarpıcı bir örneği oluşturdu.
Günün en yakıcı görevlerinden biri olarak emekçilerin birliğini, dayanışmasını somutlaştırma ihtiyacı ortada dururken, hayatın bütün alanlarında ezayı, cefayı, sömürüyü paylaşan kadın, erkek emekçilerin birlik ve dayanışmasını, bu somut gerçeğin alana yansımasını engelleme tutumu; sağlıklı düşünen kadın, erkek her emekçinin kafasında, anlaşılmaz bir tutum olarak yer etti.

FEMİNİZM DEĞİL, KÜRT KADINININ OFKE VE TALEPLERİ ALANLARDAYDI
Elbette bu tutumun siyasal olarak karşılık geldiği bir sınıf ve onun ideolojisi-politikası vardı. Feminizmin, bu burjuva ideolojisinin, bütünüyle emekçilerden oluşan binlerce kadının buluştuğu bu etkinlikte emekçileri ve onların güçlerini birleştirmekten uzak, itici tutumlara yol açan etkisi; emekçi kadınların kendi sınıflarının ideolojik ve politik tutumuyla bu platformlarda varlıklarını göstermekte yeterince örgütlü ve atak davranamamalarının sonucu olarak kendine bir yer bulabilmekteydi.
Bütün bu yapay etkenlerin oynadığı role karşın, İstanbul’da alana Kürtler, varoşların bu yoksul kadınları damgasını vurdu. Bütün yerel ve tarihsel renkleriyle, bütün güncel, dönemsel ve yakıcı talepleriyle sermayenin ve emekçilerin metropolünü kendi renklerine ve dillerine boyadılar. Onları böylesine bir yığınsallık, bunca canlı bir siyasal duyarlılık ve ilgiyle alana çeken etken neydi? Bu etken, ne “erkekleri alana sokmama” tutumunu 8 Mart gündeminin birinci sırasına taşıyan feminizmin etkisinin sınıf dışı, akıl dışı zorlamaları ne de AB üzerinden Türkiye’yi dize getirme kaygılarıydı.
Bu yığınsal katılım, yakın geçmişin kitlesel mücadele deneylerinin, inanmış, kavgasını vermiş, bedel ödemiş olmanın yarattığı politik birikimin, buna karşın halen taleplerinin karşılanmamış olmasının sonucuydu.
Aynı yığınsallıkla Newroz etkinliklerinde de yerlerini alarak, onlar, gerek emekçi sınıfların gerekse emekçi kadınların ortak düşmana karşı mücadelesinin önemli bir bileşeni olduklarını ortaya koydular.

SENDİKALARIN KATILIMINDAKİ ZAYIFLIK VE SINIF PARTİSİNİN ROLÜ
Öte yandan, işçi kadınların önemli bir bölümü, 2002 8 Mart’ını alanlarda değil de daha çok salonlarda, işyerlerinde, geleneksel bir özel gün havasında kutladılar. Bu durum, onların tercihi olmaktan çok, sendika yönetimlerinin belirlediği bir durumdu.
Özellikle kadın işçilerin yoğunluğu ve mücadeleciliğiyle bilinen Sümerbank ve Tekel işçilerinin alana çıkma, diğer emekçi kadın kesimleriyle buluşma konusunda, Türk-İş’in 9 Mart’ta düzenlediği İstanbul Bölge toplantısında gösterdikleri ileri tutumu 8 Mart’tan esirgemiş olmalarında, sendika yönetimlerinin yaptıkları tercihin rolü belirleyici oldu.
Adana dışında özellikle işçi sendikalarının, 8 Mart’ın bir mücadele gününe dönüştürülmesi, alanlara taşınan görkemli gösterilere sahne olması için bir rol oynamadıkları açık. Onların harekete geçirilmesinde etkili olabilecek sınıf partisinin ve bu alandaki güçlerinin de bu konuda planlı, atak ve işin önemine uygun davranma konusundaki zayıflıklarının, tablonun değişmemesinde önemli payı olduğu gerçeğini de vurgulamak gerekiyor. Bir istisna olarak sendikaların aktif rol oynadığı Adana’da, son yılların en kitlesel 8 Mart mitinginin yapılması, işin bu yönü açısından örnek olacak bir tablo ortaya çıkardı.
8 Mart etkinliklerine ilişkin birçok ilde yaşanan sorunlar ve özellikle sınıf dışı akımların dünya emekçi kadınlar gününü zayıflatıcı, saptırıcı tutumlarının Adana’da da yaşandığı bir gerçek. Ancak çok kısa bir süre içerisinde de olsa, sınıf partisinin sendikalardaki güçlerini harekete geçirerek duruma müdahale etmesi, bütün eksikliklerine rağmen, 8 Mart’ın anlamına uygun bir şekilde kutlanmasına hizmet etmiştir. Partililerin tarım işçisi kadınlara yönelik bildirilerinin sadece kapışılmaması ama elden ele dağıtılması, çağrıların coşkuyla karşılanması, bir örgütlenme ve mücadele susamışlığına işaret ederken, gelecekteki çalışmaların zorunlu bir yönünü de ortaya koymuştur. Konuya ilişkin başka olumlu örneklerden de söz etmek mümkün. Ancak sadece Adana örneği bile ele alındığında, sorun anlaşılır olmaktadır.
Toplam olarak bakıldığında, başta da söylendiği gibi, binlerce kadının aktif katılımıyla (daha fazlası şu veya bu nedenle katılamamış olsa da) gerçekleşen 8 Mart etkinlikleri ve gösterilerinde emekçi kadınlar; kulaklarını olanlara açık tutarak her zamankinden daha fazla ilgi ve duyarlılıkla, kendi sorunları ve gelecekleriyle ülkenin sorunları ve geleceği arasındaki yakın bağı gördüler, sezdiler; bir bölümü de bunu alanlarda dile getirdiler.
Ama görünen odur ki; bütün yaygınlığına karşın, 8 Mart etkinliklerinde, saldırılarıyla bütün emekçileri karşısına almış, onların öfke ve nefretini kazanmış IMF ve uluslararası sermayenin, emperyalizmin politikalarına karşı bütün emekçi kesimleri birleştirme ve seferber etme yolunda manivela rolünü üstlenmiş olan sınıf partisi; emekçi kadın kesimlerinin bu mücadelede yerini alması için, bu toplam üzerinden yerel çalışmalarını ve örgütlenmelerini güçlendirmede, güncel olanakları, güçleri ve mevzileri yeterince değerlendirememiştir.

GÖRÜLMESİ VE YAPILMASI GEREKEN…
Her şeye karşın, 8 Mart’ta sokağa çıkan Kürt, Türk emekçi kadınların ortaya koyduğu düzene karşı öfke, mücadele isteği ve geleceğini kazanma özlemi; 8 Mart çalışmaları ve öncesinde canlanan, kendi kabuğunu kırma eğilimini gösteren örgütlenme çabası açısından dikkate değerdir. Önümüzdeki süreçte, daha derinleşen bir örgütlenme çabasıyla, aydınlatma faaliyetiyle ve somut talepler etrafında gerçekleştirecek eylem ve etkinliklerle geniş emekçi kadın kitleleriyle buluşmanın yolu açıktır. 8 Mart, hem bu gerçeğin bir göstergesi olmuş hem de emekçi kadınların geçici mücadele birlikleri değil, kalıcı mücadele örgütleri oluşabileceğini ortaya koymuştur.
Bütün mesele, güncel ve yerel sorun ve talepleri, kadınların ortak talepleriyle ve ülkenin bugünü ve geleceği ile ilgili taleplerle birleştirerek emekçi kadınlarla paylaşmak, onlara mal etmek için aydınlatma çalışmasını canlı ve sürekli kılmaktır.
Bütün mesele, emekçi kadın yığınlarının kurtuluş ve özgürlük yolu ile ülkenin kurtuluş ve özgürlük yolunun nasıl örtüştüğünü görmek ve göstermektir.
Bütün mesele, en geniş emekçi kadın yığınlarıyla buluşmak için somut hedefler belirlemek ve bu hedefler yolunda güçlerimizi seferber etmeyi, buluştuğumuz kadın kümelerinin, yığınlarının enerjisini faaliyete dönüştürmeyi başararak gerçekleştirebilmektir.
Ama asıl mesele, bütün bunları gözeten pratik bir günlük çalışmayı bıkmadan örgütlemek, bıkmadan izlemek ve sonuçlarını değerlendirerek ilerlemeyi becermektir.

İşçi sınıfı mücadelesinde bir deney aktarımı: PARSAT Piston

Ocak 2002’de, işveren-sendika yönetiminin anlaşmalı oyunuyla gerçekleştirilen ve temsilcileri de içerisine alan işçi kıyımının yaşandığı Parsat Piston fabrikasının son beş yılı, sendikal ve politik örgütlenmenin yaratılması ve inşası bakımından zengin deneylere sahne olmuştur.
EMEP, kısa süre önce gerçekleştirdiği sendikal konferanslarda işbirlikçi-bürokratik sendikacılığa karşı verilecek mücadelenin temel yönlerini günümüz açısından ortaya koydu.
İşçi sınıfının, sermayeye karşı mücadelesinde elindeki en büyük silah kuşkusuz devrimci örgütüdür. Parsat’ta, sendikal ve politik örgütlenmenin önemli bir darbe yemesiyle sonuçlanan süreç; nesnel koşulların yanı sıra, beş yıldır fabrikada düzenli faaliyet yürüten ve asgari birim örgütüne sahip olan devrimci partinin bu alandaki faaliyetinin eksiklikleriyle birlikte ele alınmalıdır.
Elbette Parsat’ta yaşananlar -öncesiz ve sonrasız- anlık, dondurulmuş bir kesit olarak ele alınamaz. Bunun için fabrikayı tanıtmak ve geçmiş mücadele deneyimleri hakkında bilgi vermek, doğru sonuçlara ulaşmak açısından anlamlı olacaktır.

PARSAT HAKKINDA KISA BİLGİ
İstanbul’da Avcılar İlçesi sınırlarındaki “Fabrika Yolu” üzerinde bulunan ve Demirören Şirketler Grubu ile Alman K.S firması ortaklığıyla 1969’da faaliyete geçen fabrikanın ilk ismi Motopar.
Demirörenler, 1985’te hükümetten aldıkları krediyi geri ödememek için iflas göstererek Motopar ismini değiştiriyor. Bugün de üretilen pistonların üzerlerine vurulan M harfi Motopar’dan geliyor.
1985’e kadar 100 işçiyle gerçekleşen üretim sadece iç piyasaya dönük olarak sürdürülüyor. Alınan krediden sonra üretim genişletiliyor ve fabrika dış piyasalara açılıyor. 1990’da CNC tornalar alınarak daha ileri teknoloji ile üretime devam eden fabrika ek bir bina yapıyor ve yabancı ortaktan ayrılıyor. Halen K.S firmasının lisansı ile üretilen pistonlar, yurt dışında çoğunlukla K.S tarafından pazarlandığından, üzerlerinde K.S damgası var. Hatta paket değişikliği ile tekrar yurt içine yollanarak K.S ismiyle de piyasaya sürülebiliyor.
1995’e kadar dökümhanede el kalıbı ile döküm yapılırken, ‘95’te, İzmit’te bulunan İstanbul Piston adlı fabrikanın attığı yarı otomatik döküm kalıp makineleri satın alınıyor. Torna ve freze yardımı ile makineler taklit edilerek makine sayısı artırılıyor (lisanssız makine üretmek yasadışı olduğundan taklit makineler aparat adıyla kullanılıyor). 1998’de ise, fabrikanın geri teknolojili bölümleri gizlenerek, İSO 9001 kalite belgesi alınıyor.
Fabrika üretime geçtiği günden bu yana vardiyalı çalışıyor. Döküm yapılması için külçeler halinde getirilen metal, eriyik halde potalarda bekletiliyor. Metalin donması halinde alaşımı bozulduğundan, pek çok masraflı kimyasal işlemlerden geçirilerek tekrar kullanabiliyor. Bu yüzden, üretimin hiç kesilmeden sürmesi gerekiyor. Vardiya sistemi, üretimin artırılmasının yanında bir de bu yüzden zorunlu.
Bugün Türkiye’nin en büyük ve en çeşitli piston üreten piston fabrikası olan Parsat Piston, üretiminin % 90’ını ihraç ediyor.

“HA ALMANYA’DA ÇALIŞMIŞSIN HA PARSAT’TA”
Parsat, ’86 yılına kadar ücretlerin ortalama işçi ücretlerinin çok üzerinde olduğu, bölgede diğer işçilerin imrenerek baktıkları bir fabrika durumundadır. İşçilere Demirörenler’e ait Ankara Marketler Zinciri’nden alışverişi sağlayan çekler dağıtılmakta; sabahları zengin bir kahvaltı ile mesaiye başlanmaktadır.
’86 yılında, işçiler, örgütlü oldukları bağımsız Çelik-İş sendikasından, daha sonra DİSK’in Maden-İş’i ile birleşerek Birleşik Metal-İş ismini alan bağımsız Otomobil-İş’e geçmek istiyorlar. İşçilerin sendika değiştirme isteğini duyan işveren, fabrikayı üç gün kapatıyor ve büyük bir işçi kıyımı gerçekleştiriyor.
Öncü işçilerin bir kısmı işçileri yarı yolda bırakıyor. Bir tanesi, hem işyeri sendika baş temsilciliğine hem de bölüm müdürlüğüne terfi ettiriliyor. Diğer iki temsilci de, işveren tarafından seçilen iki bölüm şefi oluyor. Üç temsilci, böylece başladıkları temsilciliği on bir sene sürdürüyorlar.
O güne kadar büyük patron Erdoğan Demirören’in müdürleri aracılığı ile yönettiği fabrikanın başına küçük kardeş Bilgin Demirören getiriliyor. Almanya’da çalışmakla eş tutulan Parsat’ta, işveren ve sendikanın elbirliği ile ücretlerin eritileceği, çalışma koşullarının kötüleştirileceği süreç başlamış oluyor.

* * *
’92 yılında Parsat’ın örgütlü olduğu bağımsız Çelik-İş sendikası, Hak İş’e bağlı Öz-Demir-İş’le birleşerek Özçelik-İş adını alıyor. Kurulduğundan beri sendikalı olan fabrikada, gerçekte sendikanın esamisi dahi okunmuyor. İşçilerin haberdar dahi olmadıkları sözleşme süreci bittiğinde sözleşme sonuçları duvara asılarak işçilere duyuruluyor. Ücretler asgari ücretin birkaç milyon üzerinde, ikramiyeler üç ay ileri atılarak senetler ile ödeniyor. Resmi tatilde izin yok. Üç çeşit çıkan yemekler çok kötü. Servislerde işçiler ayakta gidiyor. İş elbisesi ve ayakkabı verilmiyor.
Altı ayda bir fabrikaya uğrayan şube yönetiminin tek işi, o süre içinde işe giren yeni işçileri sendikaya üye kaydetmekten ibaret. İşçiler Şube Başkanı’nı tanımadıkları gibi sendikanın yerini dahi bilmiyorlar. Fabrikada temsilci odası yok. Şimdiki temsilcilik odası o zamanlar ambar olarak kullanılıyor. Baş temsilcinin bölüm müdürü, diğer ikisinin bölüm şefi olduğu temsilciler hiçbir sorunla ilgilenmiyorlar. Temsilciye herhangi bir konuda soru sormak işten atılma sebebi oluyor. Yemekhanede dahi müdürlerle birlikte oturmayı tercih eden baş temsilci yerine, işçiler sorunlarını doğrudan müdürlere iletmeyi tercih ediyorlar. Temsilci seçimi yapılmayan fabrikada şube kongrelerine katılacak delegeler, şube yönetimi tarafından belirleniyor. Delegeler kongreye dahi çağrılmadan yerlerine oy kullanılıyor.
’97 yılına gelene kadar işçiler, üzerlerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan temsilcilik kurumunu değiştirmek için irili-ufaklı pek çok girişimde bulunuyorlar. Kahvelerde bir araya gelip sorunlarını tartışan, hatta çözümü sendikaya giderek şubeyle tartışmakta gören işçilerin öfkesi, kıyımlarla bastırılıyor. Sendika ve temsilciler, ispiyon mekanizmaları ile işvereni ve kendilerini koruyacak her türlü baskı ve tehdidi uyguluyorlar.
Bu dönemde bazı işçilerin, mücadele etmek yerine tazminatlarını alıp çıkmayı bu koşullarda çalışmaya tercih etmeleri ve tazminatlı işten atılmak için, “sendikayı değiştirelim” diyerek işverenin dikkatini çekmeye çalışmaları, işçilerin içerisinde oldukları ruh halini çarpıcı biçimde gösteriyor.

İŞÇİLER SENDİKALARINA SAHİP ÇIKIYOR
’97 yılının Eylül ayında işçilerin sendikaya baskısıyla gerçekleşen temsilci seçimine, işçiler, yukarıda kısaca aktardığımız deney ve bilgiler üzerinden hazırlanıyor. İşçilerin önemli bir kısmının Esenyurt’ta oturması ve çoğunlukla aynı bölgeden (Batı Karadeniz) gelmiş olmaları, sosyal yaşamlarını geldikleri yerdeki gibi sürdürmeleri ve iç içe olmalarını sağlıyor. Özellikle kahvelerde ve yöre derneklerinde doğal bir şekilde bir araya gelinmesi; fabrikanın tarihinin, mücadele deney ve birikiminin birbirlerine taşınmasında önemli bir etken oluyor.
İstanbul gibi fabrika işçilerinin şehrin dört bir tarafına dağıldığı bir metropolde, Parsat işçilerinin bir arada olmalarını kolaylaştırıcı sosyal ilişkileri, sendikal ve siyasal örgütlenmeye dikkate değer bir olanak sunuyor.
’97 Nisan ayında dört işçinin başlattığı çalışma, dört ay içinde işçilerin yüzde doksanına ulaşıyor. İşte bu dönem, Parsat İşyeri Komitesi, çalışmanın ihtiyacı olarak ortaya çıkıyor. İleri işçilerden oluşturulan işyeri komitesi, çalışmanın merkezileşmesinde olduğu kadar, ileri işçilerinin inisiyatiflerinin gelişmesi ve yeni işçi önderlerinin ortaya çıkmasında da önemli bir işlev görüyor.
İşyeri komitesinin yürüttüğü ajitasyonun hedef ve içeriğini; fabrikada sendikasız işyerlerinden farksız koşullarda çalışılması, ücretlerin düşüklüğü ve bunların sebebinin temsilciler başta olmak üzere sendikanın işveren yanlısı tutumu olduğunun işçilere kavratılması konuları oluşturuyor.
Bu durumun değiştirilmesi için, işçiler, birliğe ve bu birliğin ifadesi olarak temsilcilerin değiştirilmesi için her tür eyleme hazır olmaya çağrılıyor. İlk iki toplantı dışında bütün toplantılar, EMEP Büyükçekmece İlçe Binası’nda gerçekleştiriliyor. Dört ay boyunca her hafta sonu gerçekleşen toplantıların işverenin ve sendikanın kulağına gitmesi ile işveren, öncü işçilerden birini izine çıkararak örgütlenmeyi zayıf düşürmek istiyor, işçilerin bu dayatmaya tepkisi, mesai bitiminde servislere binmeyerek avluda toplanmak oluyor. İşverenin niyetini teşhir eden konuşmalar yapılıyor. İşveren; konuşma yapan işçileri işten attığını söylemesine rağmen, işçilerin kararlığı karşısında, izin dayatmasından da öncü işçileri işten atmaktan da vazgeçmek zorunda kalıyor. Bu gelişmenin ardından temsilci değiştirmek için imza toplayan işçiler, 40 işçi ile topladıkları 300’ün üzerinde imzayla sendikayı basıyor. İşçilerin kararlı tutumu sendikayı temsilci seçimi yapma kararı almak zorunda bırakıyor. Sendika yönetimi, işçilerin sendika değiştirebilecekleri kaygısı ile temsilci seçimini 1 Eylül’de imzalanacak sözleşmenin hemen ardından yapma kararı alıyor. Böylece, işçilerin bu tarihten sonra sendika değiştirmek istemeleri halinde, 2 yıllık sözleşme süresince mevcut sendika yetkili sayılacağından, bu durumun işçileri caydıracağı düşünülüyor.
Seçim kararının fabrikaya asılması ile birlikte, bir yandan işçiler diğer yandan işveren ve sendika açısından hummalı bir süreç başlıyor. İşçiler toplantılar yaparak adaylarını belirlerken, işveren kendine yakın MHP eğilimli birkaç işçi ve müdürleri aracılığı ile temsilci adayları üzerinde “kara propaganda” başlatıyor. Bir yandan adaylar arasında yer alan partili işçinin “terörist olduğu” söylentisi yayılırken, bir yandan da tehditlerle işçiler baskı altına alınmaya çalışılıyor. İşverenin adamı durumundaki az sayıda işçi, işyerinde yazdıkları bildirileri işçilere dağıtıyor, işverenin izniyle yemekhanede toplantı yapıyorlar. İşçiler, kendi toplantılarına katılmayan işçilerin bu tür çabalarını yanıtsız bırakıyorlar. MHP’li olduğu bilinen işçilerin hemen hepsi, sendika yönetimine ve temsilcilerine karşı çıkan işçi önderlerinin yanında yer alırken, küçük bir grubu oluşturan işveren yanlısı MHP’li işçilerin çabaları boşa çıkıyor. İşçilerin belirlediği ve dört işçiden oluşan sandık kurulunun denetiminde yapılan seçimde ezici bir farkla işçilerin belirlediği adaylar seçimi kazanıyor.
İşçilerin birleşik gücü ve inisiyatifiyle gerçekleşen temsilci seçimleri işçilerin birliğini daha da ileri taşıyan bir rol oynarken, seçim sonrası odasına çağırdığı temsilcilere, “sakın ha, sendikamı değiştirmeyin” diyen Bilgin Demirören’e, yeni baş temsilcinin “sendika senin değil, bizim” yanıtını vermesi, Parsat’ta değişenin ne olduğunu özlüce ifade ediyor.

YENİ DÖNEM…
Parsat’ta işçilerin baskısı ile gerçekleşen seçimi, basit bir temsilci değişikliği değil işçilerin sendikalarına kavuşması olarak anlamak gerekiyor. İşçiler, hiçbir bölücü oyuna gelmeyerek, kendi mücadele örgütlerini kurmak için “işçi demokrasisi”ni hayata geçiriyorlar. İşvereninin yönlendirdiği işçileri, kendi toplantılarına katılmadıkları için kötü niyetli ilan etmeleri ve dışlamaları bu açıdan anlamlıdır, işçilerin kendi mücadele örgütlerine, kendi mücadeleleri sonucu ulaşmaları, hem birbirlerine hem birliklerine olan güvenlerini ileri bir noktaya taşıyor. Aynı dönemde görüşülmekte olan sözleşmede işçilerin taleplerini belirlemek için gerçekleştirilen ankette işçilerin en önemli taleplerinin “Birlik ve beraberliğimizi bozanlar işten atılsın” olması, işçilerin bilinç düzeylerindeki ilerlemeyi gösteriyor. Daha önce gecikmeli olarak senetlerle ödenen ikramiyeler, maaşlara ekleniyor. Üç çeşit olan yemekler dört çeşit oluyor ve işçiler yemek listesini kendileri yapıyor. Ek servisler konarak, işçilerin servislerde ayakta gitmeleri önleniyor. İş elbisesi ve ayakkabı hakkı kazanılıyor.
Birkaçını örnek verdiğimiz iyileştirmelerin yanı sıra işçilerin örgütlenme ve bilinç düzeyindeki ilerleme, fabrika yaşantısını baştan aşağı değiştiriyor.
Daha önce işçi ilişkilerine üretim esnasında lümpen konuşmalar, sulu şakalar vb. alışkanlıklar hakimken, bunların yerini, modern bir sınıfa ait ilişkiler almaya başlıyor. İş disiplini ve yapılan işe karşı sorumluluk gelişiyor. Bu değişim, aynı zamanda üretime nicelik ve nitelik artışı olarak da yansıyor.
EMEP bu süreçte; işçilerin sendikal bürokrasiye karşı sergiledikleri mücadelede belirleyici bir rol oynuyor. Gerek işçilerin taleplerinin tüm işçilerin üzerinde birleşebileceği kapsam ve sadelikle formüle edilmesinde, gerekse sözleşme dönemi gibi işçilerin eylemlerini en etkin ortaya konabileceği dönemin belirlenmesinde parti, en ileri işçinin bilinci ve tutumuyla birleşerek hareketi yönetiyor.
Parsat’ın, metal işkolunda, sendikalı ve sektörünün en büyük fabrikası olması gibi özelliklerinin B. Çekmece sanayi havzasını etkileyeceği gerçeğinden yola çıkarak, elindeki tüm imkânları, güçlü bir fabrika örgütünün kurulması için seferber ediyor.
Fabrikadaki çalışmadan sorumlu parti görevlisi, kısa bir süredir fabrikada çalışmasına rağmen, partili olduğunu gizleyen, partinin olanaklarını işçilerden saklayan, dar bir çevrede sıkışan, işten atılırım gerekçesinin arkasına sığınarak işçilerin biriken öfkesinin ortaya çıkardığı mücadele olanaklarını görmezden gelen bir tutum içerisine girmeyerek, işçilerin güvenini kazanıyor.
Yukarıda yapılan değerlendirme, fabrika çalışmasında, düne göre daha az olmakla birlikte halen rastlanılan “aşamacı”, dar, cesaretsiz, gerekçeci yaklaşımların yerini bırakması gereken tutumun ileri ve somut bir örneği olması bakımından anlamlıdır.

SERMAYENİN KRİZ FIRSATÇILIĞI
Uygulanan IMF politikalarının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan Kasım-Şubat krizleri sonrası, işverenler, krizin yarattığı ortamı, işçi çıkarmanın, ücret düşürmenin, esnek çalışmayı dayatmanın, sendikal örgütlülüğe ve haklara saldırmanın fırsatı olarak gördüler. Yasaklanan grevler, kamu işçilerine ve memurlarına fedakârlık demagojisi ile dayatılan komik zamlar, krizin faturasını işçi ve emekçi sınıflara yıkma amacı taşıyordu. Geçtiğimiz bir sene içerisinde 1,5 milyona yakın kişinin işsiz kalması, ücretlerin erimesi, krizin emekçilerin yaşam koşullarında yarattığı tahribatı gözler önüne seren gelişmeler oldu.
Sendika bürokrasisinin, işverenlerin ve hükümetin işçi düşmanı uygulamalarına çanak tutan pasifliği, ileri, sınıf bilinçli işçilerinin bu pasifliğe rağmen saldırıları püskürtmek için birleşik bir mücadeleye yönelişi sağlayacak bilinç ve örgütlülüğe sahip olmaması, işçilerin mücadele isteğini zayıflatırken; işyerinde kalmanın hesabını yapan sessiz bir bekleyişin işçi hareketinde belirgin bir eğilim haline gelmesine neden oldu. Saldırılara yanıt oluşturacak düzeyin çok gerisinde kalan lokal eylemler ise, sermaye sınıfı ve hükümeti eliyle kolaylıkla bastırılabildi.
Kriz fırsatçılığında bayrağı elinde tutan metal işverenleri, kârları kriz sonrası artmasına rağmen, olağan dönemde gerçekleştiremedikleri pek çok uygulamayı krizle birlikte hızla gündeme getirdiler.
Üretiminin % 90’ını ihraç eden Parsat işvereni de krizin hemen sonrasında, daha yoğun fazla mesai yaptırarak siparişleri ancak karşılayabiliyordu. Buna rağmen, geçtiğimiz Ocak ayında biten sözleşme döneminde, işçi azaltma ve son iki sözleşmede kısmen yükselen işçi ücretlerini düşürecek bir zam teklifi ile masaya oturdu.
Bu tutumda krizden çok, işverenin ’97 öncesindeki “sendika”ya yeniden kavuşma niyetinin belirleyici olduğunu söylemek gerekir. İşçilerin hemen hemen tamamının sendikasız olduğu, sigortasız çalıştırmanın yoğun olduğu bir bölgede Parsat işçilerinin sahip olduğu haklar ve hepsinden önemlisi örgütlülük düzeyleri, Parsat fabrikasını, “etrafı adeta gerici güçlerle çevrili bir adacık”ta yalnızlaştırıyor ve dikkat çekmesini sağlıyordu.

SENDİKA BÜROKRASİSİ PUSUDA…
Sendika bürokrasisi de, fırsatçılıkta, uzantısı olduğu sermaye sınıfından hiç de geri kalmadığını gösterdi. İşçi gösterilerine işyeri düzeyinde kitlesel olarak katılan, bu gösterilerde bağlı olduğu HAK-İş’in pankartını taşıyan tek fabrika, yıllarca Parsat olmuştu. Nerede bir dayanışma, eylem varsa Parsat işçileri en ön safta yerlerini alıyordu. İşverenin her tür saldırısı karşısında iş bırakarak ya da yavaşlatarak yanıt vermek, fabrikada çokça karşılaşılan eylem biçimleri oluyordu. Temsilci ve ileri işçileri, işverenin defalarca sudan bahaneler göstererek işten çıkarma girişimi, Parsat işçisi tarafından anında tepkiyle karşılanarak engellenebiliyordu. Gerek işverene karşı gerçekleştirilen eylemlere gerekse işçi gösterilerine katılırken sendikaya danışmadan ama dayatarak alınan kararlar, sendika şubesini istemeyerek de olsa hareketin önünde yürümek ve işçilere, işçilerin istekleri doğrultusunda önderlik etmek zorunda bırakıyordu. Bölgedeki diğer sendikalı işyerlerindeki temsilcilerin bir araya gelerek oluşturmaya çalıştıkları “bölge temsilciler kurulunda” Parsat temsilcileri aktif rol oynarken, IMF karşıtı panel, kahve ve ev toplantıları, Parsat işçilerinin yoğun katılımı ile gerçekleştiriliyordu.
Dahası Parsat, örgütlü olduğu Özçelik-İş İstanbul Şubesi’nin en büyük fabrikası olma özelliğini de taşıyor; Jumbo, Kanca gibi metal işkolunda önemli sayılabilecek fabrikaların da örgütlü olduğu şubede, hemen her fabrikada işçiler, kriz sonrası ücretlerin sözleşmelerle erimesinden taşeronlaştırmaya, esnek çalışma dayatmasından işçi kıyımına ciddi sorunlar yaşıyor. Bölgedeki diğer iki fabrika, Parsat’ın hemen yanı başında kurulu. Parsat’taki işçi inisiyatifi, diğer işyerlerindeki işçilerin de dikkatini çekiyor ve bir mücadele odağı olma potansiyeliyle genel merkez dâhil, sendikacıları tedirgin ediyordu.
Şube’nin sahip olduğu en büyük fabrika olmasına rağmen, şube yönetimine Parsat’tan giden hiç bir yönetici bulunmuyor. Son Şube seçimde, işçilerinin sendikaya baskısı ile delege seçiminin gerçekleştirildiği tek işyeri, Parsat olmuştu. Henüz kendi inisiyatiflerini yeni elde ettiklerinden, Parsat işçileri, Şube’ye muhalif bir tutum içerisine girmemişlerdi. Parsat işçilerinin sendikalarına dair en önemli taleplerinin kendi mücadelelerine önderlik edebilecek mücadeleci bir anlayışa sahip olması olduğu düşünüldüğünde, içinden geçtiğimiz yılın sonunda yapılacak Şube Kongresi’nde Parsat işçilerinin Şube’ye bağlı diğer işyerlerindeki temsilciler ve ileri işçilerle birleşen bir muhalefet çalışmasının içerine girecek olmaları, mevcut Şube Yönetimi açısından bir sır değildi.

BEKLENEN İŞÇİ KIYIMI
İşçi hareketi ve sendikaların içerisinde oldukları durum gözetildiğinde ileri bir mevzi olan Parsat, sermaye sınıfını ve güçlü bir grubu olan Demirörenleri hayli rahatsız ediyordu. Geçtiğimiz Ocak ayında sonuçlanan sözleşme dönemine girildiğinde, işverenin işçi inisiyatifini ortadan kaldırma niyetinin son derece açık olmasına ve sözleşme döneminin başında işçi çıkaracağını söylemesine rağmen, altı ay boyunca temsilcilerin sendikacılarla hazırladıkları taslaklar dışında bir hazırlığın yapılmamış olması, üzerinde durmaya değerdir. Oysa Parsat işçilerinin ve temsilcilerinin kendi öz deneyimleri dahi, sözleşme döneminin asgari olarak nasıl bir hazırlık gerektirdiğini gösteriyordu. Önceki iki sözleşmede işçilerin isteklerinin toplantılar ve anketlerle belirlenmiş olması ve sözleşme döneminin greve hazırlık süreci olarak algılanması, temsilcileri masada işveren karşında güçlü kılmıştı. İşverenin “yüzde 15 verirsem batarım” dediği ve üretimin yüzde 40’lara kadar düştüğü 2000–2002 sözleşme döneminde, greve hazır olan işçilerin, grev kararını asmalarının hemen ardından, işveren, yüzde 40 zam artışına imza atmak zorunda kalmıştı. Daha önce de ifade edildiği gibi, hem yoğun ve çeşitli olan siparişlerin karşılanabilmesi için hem de eriyik halindeki metalin donmasının yol açacağı maddi zarar dolayısıyla, fabrikada üretimin kesintiye uğramasına işverenin tahammülünün olmayacağı bilinen bir gerçekti.
En mücadeleci işçilerden başlamak üzere 150’nin üzerinde işçinin atılmasıyla sonuçlanan yeni sözleşme dönemine girildiğinde ise, sendikacıların çıkarlarının Demirörenlerin çıkarları ile ortaklaştığını, yukarıda ortaya konan tablodan çıkarmak güç olmayacaktır. Sendikacılar sözleşme döneminde grev silahını hiç gündeme getirmemişlerdir. Ücret zammıyla işçi atılmamasını pazarlık konusu etmeleri işvereni cesaretlendirmiş, sözleşme düşük zamla tamamlanır tamamlanmaz kıyım başlamıştır. Eski dostların arasını açabilecek bir grev hiç de yerinde olmayacaktı kuşkusuz.
Altına her zamankinden daha çok odunun atıldığı bir cadı kazanının kaynatılmakta olduğu, ileri işçiler ve temsilciler tarafından kavranamadı, işyeri örgütlülüğünün ve işçi inisiyatifinin bir kez elde edildikten sonra, her daim işvereni ve sendika bürokratlarını alt edebilecek bir güç olmadığı, her gün saldırının boyutları düzeyinde yeniden kurulması, yenilenmesi gerektiği yeterince anlaşılamadı, işçilerin temsilcilere haklı güvenlerinin perdelediği örgütsüzlük, rehavet ve saldırının boyutlarını küçümseme ile birleşince, kıyımın kapıya dayanması ile ortaya konan cılız çabalar, sürecin işçiler lehine gelişmesine yetmedi.
TİS komitesinin örgütlenmesi başta olmak üzere yapılmayan hazırlıkları, gözden kaçırılan teknik ayrıntılar olarak görmemek; hazırlıksızlığın, işçi kıyımının gerçekleşmesinin en büyük sebebi olduğu kadar, mevcut bürokratik-sendikal anlayışın etkilerinin sendika yönetimleriyle sınırlı olmayıp, temsilciler başta olmak üzere ileri işçilere kadar sirayet ettiğinin ve bu durumun pratik oportünizmi temellendirmesinin bir dışavurumu olarak anlamak gerekir.
Görünün o ki, işyeri temsilcileri, sözleşme görüşmelerini; işçilerin taleplerinin gerçekleşmesi için greve çıkabilecek kararlılığa sahip olduklarının işverene gösterileceği bir süreç olarak değil, sendikacıların ve (beş yıl içerisinde!) temsilcilerin işvereni alt edebilecek “işçilerde olmayan özel yeteneklerinin sergilendiği bir süreç olarak anlamışlardır.
Sermaye ve hükümetin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik topyekûn saldırısı anlaşılamadığı ölçüde işverenin kararlılığı da anlaşılamamış ve her zamankinden daha kapsamlı ve güçlü gelen saldırının boyutu kavranamamıştır. İşçilerin sendika yönetimine değil ama temsilcilere olan büyük güvenleri, beraberinde işçi hareketindeki durgunluğa bağlı olarak her geçen gün sayısı büyüyen işsizler ordusu, işçilerde mücadele etmeden işyerinde kalma eğilimini büyütmüş ve bu yüzden gelişmeleri sadece izleyen bir tutum ortaya çıkmıştır.
İşçilerin anlaşılabilir tutumunu, hazırlıksızlığın ve örgütsüzlüğün sonucu güçlenen bir eğilim olarak değil, gelinen noktanın nedeni olarak anlayan geleneksel sendikalist anlayış, kaçınılmaz olarak beraberinde işçilere güvenmeyen bir yaklaşım içerisine girebilmiştir. Hakların kazanılmasını, en azından korunmasını, işçilerin örgütlü gücünde değil, işverenin masasında arayan ve temsilcileri de çepeçevre kuşatan “sendikal” anlayışın hazin olduğu kadar doğal bir sonucudur yaşanan.

İŞYERİ ÖRGÜTÜNÜN ÖNEMİ
Yaşanan işçi kıyımı, Parsat işçileri şahsında işçi hareketinde yaşanan zaaf ve zayıflıkları gözler önüne serdi. Bu zaafları başlıca iki başlıkta toplamak mümkündür. İlki, işçi hareketinin siyasallaşma ihtiyacıdır. Diğeri ise, işçi hareketi ve sendikal hareket saflarında yaşanan örgütsüzlüktür. Öyle ki, sendikalar, bürokrasi eliyle sınıfın örgütsüz kılınmasının birer aleti haline dönüştürülmüş durumdadır. Bu yüzden, sendikal çalışma, her düzeyde yeniden ele alınmak ve mücadeleci bir temelde yeniden örgütlenmek durumundadır. Sendikal çalışma ve örgütlenmenin işyeri temelli ele alınıp sürdürülmesinin vazgeçilmez önemi Parsat’ta yaşananlarla bir kere daha somutluk kazanmıştır.
IMF merkezli saldırılar karşısında bugün açısından; işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı mücadelesinin ortaya çıkardığı, işçilerin ücret düzeylerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinde, ekonomik-sendikal hak ve özgürlüklerinin kazanılması ve korunmasında geliştirdiği en etkin mücadele aygıtlarından biri de işyeri komiteleridir.(*) Bugün işyeri komiteleri, sendikal mücadelenin en güçlü aygıtı olduğu kadar sendikal örgütlülüğün kendisi olarak da anlaşılmalıdır. İşçiler, ancak kendi öz örgütleri sayesinde diğer sınıf kardeşleri ile dayanışma içerisine girebilir ve birleşmiş bir sınıf olarak kapitalist sınıf karşısına çıkabilir. Öte yandan ve buna bağlı olarak, işçilerin egemen sınıflar karşısında bağımsız bir politik güç olarak örgütlenmesinin imkânları da, bugün güçlü işyeri örgütleri ve komiteleri ile ortaya çıkabilir ve genişleyebilir. İşçi sınıfının daha büyük kavgalara hazırlanabilmesinin, ileri işçinin sınıf mücadelesine daha ileri bir düzeyden katılmasının, hareketteki rolünü her gün yeniden kavramasının, bilinç düzeyinin ilerlemesi ve inisiyatifinin gelişmesinin koşulu olarak da anlaşılmalıdır, işyeri komiteleri.
Toplu sözleşme, ekonomik olarak “iyi” ya da “kötü” sonuçlanması halinde de, en nihayetinde bir pazarlıktır. Hiçbir ücret artışı, ücretli kölelik düzenini ortadan kaldıramayacağı gibi, sermaye sınıfını kârsız bırakmaz. Sermaye sınıfı ile sözleşme vb. her türden karşı karşıya gelişte, işçi sınıfı için gerçek kazanım, örgüt ve bilinç düzeyindeki ilerlemedir. Böyle bakıldığı oranda, işçi sınıfının uzun vadeli hedefleri açısından, kimi zaman “iyi” olan geri, “kötü” olansa ileri doğru atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir. Bunun bilincinde olan bir işyeri örgütlenmesi yaratılmadığında ise, her sermaye saldırısı karşısında baştan kazanma imkânı ortadan kalkmaktadır.
Sendikal bürokrasi de, uğursuz rolünü örgütsüz bir fabrikada rahatlıkla oynayabilmektedir. Bütün işçileri bir mücadele fikri etrafında bir araya getirecek ve her işçiyi katacak iş bölüşümüne sahip bir mekanizma olmaksızın, inisiyatifi sendikacıların elinden almak olanaksızdır. Böylesi bir eksiklik, iyi niyetli ileri işçilerin de bürokrat sendikacılar tarafından yedeklenmesine de yol açmaktadır. İşçi sınıfının en ileri mücadele örgütü olan bağımsız politik partisi ise, sınıfın işyerleri düzeyindeki her türden örgütlenme girişimini destekleyip, yardım ederek tarihsel rolünü oynamanın koşullarını önemli ölçüde ilerletmiş olacaktır.

MÜCADELENİN SİYASALLAŞTIRILMASI
Uluslararası sermayenin IMF aracılığıyla yönelttiği tek merkezli saldırı programı ile emekçi sınıflara özelleştirme, esnek çalışma, sendikasızlaştırma ve sefalet ücreti dayatılmakta, işsizlik, yoksulluk her geçen gün katlanarak artmaktadır. Sermaye, işçi ve emekçilerin örgütsüz, her tür hak ve özgürlükten yoksun olduğu bir düzen istiyor. Saldırıların aynı odaktan gerçekleşiyor olması ve bütün emekçi kesimleri içerisine alması, lokal mücadele ile en küçük kazanımların dahi elde edilmesini güçleştiriyor. Süreç, işçi hareketine, sendikalı kesimler başta olmak üzere, tüm olay ve olgulara siyasal bir perspektifle yaklaşmayı zorunlu kılıyor.
Mücadeleyi -işverenlerin bugün her dönemden daha güçlü olduğu- ücret ve iş koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlayan sendikalist anlayış, günlük sorunlarla baş etmede dahi çözümsüzdür. Bugün tek bir işverene karşı tek bir işletmenin işçilerinin mücadelesinin yerini sınıfın sınıfa karşı vereceği topyekûn mücadele almak zorundadır.
Yukarıda bahsettiklerimizden, Parsat işçisinin, sözleşme döneminde işyeri komitesini yenileyerek güçlendirmenin ve çalıştırmanın yanı sıra, bölgeyi örgütleyecek bir perspektifle mücadeleyi ele almasının kaçınılmaz olduğu anlaşılmalıdır. Başta aynı şubede örgütlü diğer işyerlerinin işçileri olmak üzere, örgütlü-örgütsüz bütün işyerlerinde, emekçi semtlerinde diğer emekçi kesimleri ile de birleşen bir dayanışmayı örgütlemeksizin, IMF politikalarına karşı birleşik bir cephe yaratılmasını hedeflemeksizin, kendi işvereni karşısına bir güç olarak çıkmak ve sendikal bürokrasinin oyununu bozmak mümkün görünmüyor.
Öyleyse Parsat’ta, sendikal örgütlülüğün, bürokratik sendikacılıkla hesaplaşarak, mücadeleci bir anlayışla yeniden inşa edildiği geçmiş sürecin birikimine rağmen, böylesi ağır bir yenilgiyi yaşamasının nedenini, mücadele perspektifinin dönemin gerektirdiği genişlikte olmaması ve işçilerin siyasal mücadele içerisine yeterince sokulamamasında aramak yanlış olmayacaktır.

PARSAT İŞÇİLERİ VE EMEP
Sendika bürokrasisinin fabrikada onlarca yıldır sürmekte olan işveren işbirlikçisi sendikal anlayışına karşı verdikleri ve müdür temsilcilerin değişmesiyle sonuçlanan mücadele ile işçiler, işverenle ve sendika bürokrasisi ile ilk büyük kapışmalarını gerçekleştirmişlerdi. İşçilerin gerçek temsilcilerini belirledikleri bu süreç ve sonrasında, işçiler lehine her iyileştirmenin irili ufaklı mücadeleler sonucunda gerçekleşmiş olması, işçilerde, mücadeleci bir sendikacılığın nasıl inşa edileceği ve korunacağı ile ilgili sendikal bir bilincin, üstelik işçilerin hemen tamamında açığa çıkmasını sağlamıştı. EMEP baştan beri bu mücadelenin içerisinde yer almış, ileri işçi kitlesi üzerindeki etkinliğini, Parsat işçilerinin bilincini sınıf bilinci yönünde ilerletme yönünde kullanmaya çalışmıştır.
Temsilciler başta olmak üzere ileri işçiler, EMEP’i, mücadeleye atıldıkları ilk günden itibaren tanıma olanağı sahip olmuşlardır. İşçiler, partinin olanaklarını ihtiyaçları doğrultusunda her zaman kullanabildiler. İşçilerin önemli bir kısmının Esenyurt’ta oturuyor olması nedeniyle, parti üye ve yöneticileriyle işçiler, zayıf da olsa doğal bağlar kurabildiler. Partiyi özellikle ileri işçi kitlesinden gizleyen ve partili mücadeleyi belirsiz bir zamana erteleyen beklenticilik, Parsat’ta eğilim olarak dahi ortaya çıkmadı. İleri işçiler partiyi, fabrikadaki mücadelelerinde yollarını görmelerini sağlayan bir güç olarak gördü ve kendi partileri olarak sahiplendi. İleri işçiler, kopup geldikleri yörelerde etkilendikleri düzen partilerinden (özellikle DSP) yollarını ayırdılar.
EMEP’in 2. Kongresi’ne kadar işçilere parti her fırsatta anlatılmış ve işçilere partili mücadele çağrısı ısrarlı olmasa da sürekli yapıla-gelmişti. İleri işçiler, büyük güven duydukları bir işçi önderinin ağzından dinledikleri EMEP hakkında, ortalama bir bilgi sahibi olabilmişlerdi. Partinin il ve ilçe kongrelerine kitlesel olarak katılıp büyük coşku katan Parsat işçileri, iki parti üyesinin olduğu fabrikada, adeta parti saflarında yer alma isteklerini ortaya koymuşlardı.
2. Parti Kongresi, EMEP’in, fabrika örgütlerinin toplamı bir devrimci parti olma hedefi ve şiarı ile toplandı. İşçilerin örgütlenmesine özel bir önem verilmesi gerektiği bir kez daha vurgulanırken, her üyenin somut bir parti görevine sahip olması üyelik kıstaslarına ekleniyordu. Kongre kararları, Parsat’taki parti çalışmasının yeni bir yöneliş içerisine girmesini sağlamıştı.
Partinin fabrikadaki etkinliğini örgüte dönüştürmek için başlatılan çalışmalar kısa zamanda sonuç vermiş, on beş işçi, tören niteliğinde bir etkinlikle partilerine üye olmuşlardı. Üye olan işçilerin önemli bir kısmı, ’97’de yaşanan mücadelenin başını çeken işçilerden oluşmaktaydı.
Kitlesel üyeliklerin partinin IMF karşıtı bir kampanyayı başlattığı 2000 yılının sonunda gerçekleşmiş olmasından dolayı düzenli yapılmaya başlanan toplantıların baş gündemi IMF karşıtı propagandanın yaygınlaştırılması olmuştu. Parsat işçilerinin evlerinde gerçekleşen ev toplantılarına işçiler, partisiz işçileri ve komşularını katmışlardı. Aynı kampanya çerçevesinde ilçe bürosunda gerçekleştirilen panele 60 Parsat işçisi katılırken, kahve toplantılarıyla da desteklenen kampanya sürecinde bazı işçiler partiye üye oldu.
Yazı boyunca yapılan değerlendirmeler ve parti örgüt çalışmasına ilişkin ortaya konan olgulara şunları da eklemek gerekir.
* Parti faaliyetlerinin birime mal edilmesi, istikrarlı ve günlük hale getirilmesi için birim örgütü içerisinden beş kişilik bir parti komitesi seçilmiş ve komiteyle daha sık bir araya gelme ve parti platformuna daha ileri düzeyden kazanmak hedeflenmişse de, komitenin istenen düzeye ilerlemesi sağlanamamıştır. Parti komitesinin, partili işçilerle birlikte hareketi yönetmesi ve olanakları değerlendirip parti örgütlülüğünü ilerletmesinde zayıf kalınmıştır. Partili işçilerin, aidat ödemek ve partinin toplantı çağrılarına uymak dışında, parti çalışmalarına çok yönlü katılımında istikrar sağlanamamış, birçok işin sorumlu parti yöneticisine havale edilmesi tutumu aşılamamıştır.
* Fabrikaya ’97 yılından beri sürekli sokulan işçi basını, yeterince etkili kullanılamamıştır. Fabrika ile ilgili haberler işçilere sürekli taşınmamış, parti örgütünün haber ve işçi mektupları ile gazete beslenmemiştir. Bunlar daha çok dışardan kotarılan işler düzeyinde kalmıştır. Partili işçilerin tamamının günlük olarak gazeteyi okuması sağlanamamıştır. Bu eksiklik, işçilerin partinin günlük taktik eylem platformunu anlamasını ve siyasal düzeylerinin ilerletilmesini olumsuz etkilemiştir. Diğer yandan, partili işçilerle partisizlerin tutumlarının aynılaşmasına ve partili işçilerin sayıca artmasının Parsat’taki işçi örgütlenmesine yapabileceği katkıyı yapamamasına sebep olmuştur.
Parti birim örgütü, 97’deki mücadelede öne çıkmış işçilerin önemli bir kısmıyla oluşturulmuş ve partisizler üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuş olsa da, bu süre içerisinde, yüzü aşkın yeni ve genç işçiye, fark edilmelerine rağmen, yönelinmemiştir. Önder pozisyonundaki işçilerin eski ve bir kısmının emekliliği yaklaşan işçiler olmaları, işçi kıyımı sürecinde olumsuz bir rol oynamıştır. Kıdem tazminatları kabaran eski işçilerde gelişen “yüklü” bir tazminat alıp ayrılma eğiliminin önüne geçilememiştir. Oysa aynı süreçte genç işçiler, mücadele isteklerini ortaya koymuşlar ve ikirciksiz bir tutum içerisinde olmuşlardır. Mücadelenin önünde yer almaya hazır genç işçilere yönelmede ve inisiyatif kazanmalarını sağlamadaki zayıflık, parti organının genç işçilerle güçlenememesine neden olmuştur.
* Bütün bunlar, partili işçilerin, işçi sınıfının mücadele tarihinden, partinin programı ve bilimsel sosyalizmin birikiminden öğrenmelerini sağlayacak bir eğitimin gerçekleşmemesiyle birleşince, partili mücadele fikri zayıf kalmış, ileri sendikal bilincin ötesine geçen bir politik tutum parti örgütüne egemen olmamıştır. Parti komitesi ve birimi ile bu durumu değiştirecek günlük örgüt ilişkisinin sürdürülmesinde zayıf kalınmıştır.

Sonuç olarak; Parsat’ta yürütülen çalışma, olumlulukları ve eksiklikleriyle, işçi sınıfının sendikal ve politik örgüt birikimi açısından önemli ve öğreticidir. Anlatılanlar bitmiş bir sürece değil, devam eden bir mücadeleye dairdir. Parsat işçileri ve işçi sınıfının partisi öğrendikleriyle yoluna devam ediyor.

Dipnot:
* Okur, işyeri komitelerini; sendikal hareket saflarında sıkça karşımıza çıkan ve daha çok küçük-burjuva sol gruplar tarafından empoze edilen ve işçilerin mücadelesinin bir ürünü olmaktan çok, atanmış örgüt militanlarının oluşturduğu “işyeri komiteleriyle” karıştırmamalıdır. Mücadelenin ihtiyaçlarına bağlı olarak TİS, grev, direniş komiteleri adı altında bir dizi işyeri temelli örgüt biçimi de karşımıza çıkmaktadır.

Emperyalizmin yeni demokrasisi: Yönetişim

‘90’lı yılların başından beri siyasi literatüre yerleşen önemli kavramlardan biri küreselleşmedir. Küreselleşme, Sovyetler Birliği’nin 1989’daki açık çöküşünden sonra mali sermayenin dolaşımının önünde hiçbir politik engel kalmadığına inanan emperyalistlerin, yeni hegemonik durumun sunduğu olanaklar çerçevesinde dünyayı yeniden yapılandırma çabaları sonucunda elde etmeyi umdukları tablonun adıdır.
Küreselleşmenin ve yeniden yapılandırmanın içeriği emekçi sınıflar açısından çok iyi biliniyor. Çünkü IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum projeleri kapsamında dünya halklarının başına örülen çorap; işsizlik, açlık, yoksulluk, savaş ve şiddetle biçimlendi. Ve her gün, yöneticilerin, borç ve kredi şantajı karşısında, “15 günde 15 yasa” gibi dayatmalara hiç itiraz etmeksizin ulusal kaynakları gitgide nasıl elden çıkardıkları, bağımsızlığın artık esamisinin okunmadığı da biliniyor. Özelleştirme yoluyla sanayiden tarıma, sosyal hizmetlerden yerel hizmetlere, bankalardan diğer finans kurumlarına; devletin yeniden yapılandırılması adına da bürokrasiden temsili kurumlara, yasama, yürütme ve yargı üçlüsüne kadar dokunulmadık alan bırakılmadı.
Ecevit’in son Amerika ziyaretinde de yeni bir kavram güncelleşti. “Good Governance” ya da Türkçesiyle “Yönetişim” denilen bu kavram, ABD Başkanı Bush tarafından Türkiye’ye dikte edilen diğer konuların arasında, demokrasinin de yeniden yapılandırılmasını tarif etmek üzere kullanıldı ve böylece demokrasinin de küreselleşmenin koşulları arasında yer aldığı “resmen” teyit edilmiş oldu. Yönetişimin, 90’lı yılların başından bu yana Dünya Bankası’nın sürekli gündeminde olmasına ve Türkiye’de de seçilmiş pilot bölgelerde hayata geçirilmeye başlanmasına karşın, mali sermayenin ciddi bir eğilimi olarak tanımlanması bu gezi sırasında olmuştur.
Yirminci yüzyıl boyunca liberal demokrasiyi baş tacı eden, toplum bilimci Max Weber’in kullandığı bir tanımlamayla bu demokrasiyi bütün dünya halkları için ulaşılması gereken “ideal tip” olarak tarif eden ve yapılan her müdahalenin, işgalin, saldırının bile ideolojik meşruiyetini “demokrasinin yaygınlaştırılması” gerekçesiyle kurmaya çalışan emperyalist burjuvazi, demek ki şimdi de, “demokrasisi”ni yeniden yapılandırmak üzere kollarını sıvadı. Genel ve eşit oy hakkı, seçilmiş vekillerin temsili, yasama-yürütme-yargı erkinin birbirinden ayrılması gibi klasik normlar içeren liberal demokrasinin, artık tarihsel misyonunun tamamlandığına, bir yönetim ilkesi olarak, yeni tarihsel koşullarda geçersizleştiğine inanılıyor. Gerçekten de, burjuva demokrasisinin en çok kurumlaştığı Batı Avrupa’dan başlamak üzere, bu kurumlaşmanın güdük kaldığı geri kapitalist ülkelere kadar, dünya emekçilerinin parlamenter demokrasiden soğumaları, oy verme oranlarındaki düşüş, vekil seçiminde gitgide mali ve siyasi gücün belirleyici olması, seçmenlerin seçtiklerinin kendilerini temsil ettiğine inançlarını epeydir yitirmeleri ve bu demokrasinin askeri darbeleri ve polis terörünü dışlamaya muktedir olmadığının farkına varılması; liberal demokrasinin kriz çanlarını çoktan çalmıştı. Dolayısıyla sınıf ilişkilerini dengeleyici, sınıf mücadelesini denetleyici işlevi ile hem 20. Yüzyıl Batı demokrasisinin en önemli nedeni hem de başlıca eleştirisi olan sosyalizmin varlığı koşullarında en güçlü dönemlerini yaşayan, bu en güçlü dönemlerinde bile, hem dünya emekçilerinin şiddetli eleştirilerinden hem de kendi iç çelişkilerinden dolayı çöküşe geçen liberal demokrasi, bugün burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor. Ama klasik demokrasiyle alt sınıfların artık yönetilemez olması, gerekçelerden sadece birini oluşturuyor. Asıl sorun, küreselleşme koşullarında sermayenin birikim süreçlerinin ihtiyaç duyduğu büyük hıza ulaşabilmesi için, klasik demokratik kurumların artık birer ayak bağı haline gelmesidir. Uluslararası tekeller, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin güncel koşullarında, yeniden paylaşıma tabi tutulan dünya pazarlarının ulus devletlerin farklı farklı yönetsel iç prosedürleriyle bölünmüş olmasını artık hazmedemiyor; sınırsız bir dünya pazarı için, ulus devleti yirminci yüzyıl boyunca karakterize eden bütün ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel kurumları değiştirmek istiyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağıldığı, sendikaların kan kaybettiği, politik işçi örgütlerinin ciddi biçimde zayıfladığı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gerilediği bir dönemde, vaktiyle emekçi kitlelerin mücadelesinin bir kazanımı olan ama aynı zamanda da bu mücadelenin sistem içinde kalması için oluşturulan mekanizmaları kurumlaştırıp denetleyen liberal demokrasi de bir devlet biçimi olarak bu yüzden mercek altında.

DEMOKRASİNİN İLK TARİHSEL KOŞULLARİ
Burjuva demokrasisi, sermayenin serbest rekabetçi döneminde, milli pazarların birleştirilmesi için sürdürülen ulusal mücadeleler eşliğinde ortaya çıktı. Genel siyasi çerçevesi, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra çizildi. Gerçek bir kurumsallaşma için ise, 20. Yüzyılın beklenmesi gerekiyordu.
Burjuva demokrasisinin ilk prensipleri, başlıca iki statükonun hukuki olarak belirlenmesi amacına yönelikti. Birincisi, 14. ve 15. Yüzyıllardan itibaren oluşmaya başlamış kapitalist ticari mülkün, henüz yıkılmamış feodal iktidarlara karşı korunması için devlet ile piyasa arasındaki ilişkilerin düzene sokulması; ikincisi de, emeğin, rekabetin serbestçe sürdüğü bir pazarın unsurlarından biri haline getirilmesi sürecindeki ekonomik ve politik engellerin giderilmesiydi. Yüzyıllar süren bu gelişme sürecinde burjuvazi ve ideologları başlıca iki ideolojik kavram kullandılar: Bunlardan biri, devletin pazar ilişkilerine müdahale etmesi önünde bir bariyer oluşturacak olan sivil toplumun güçlendirilmesi; diğeri de kavramın tanımında aralarında nüanslar bulunsa da 18. Yüzyıl Aydınlanmalarının literatüründeki “toplumsal sözleşme” idi.
“Sivil toplum” vurgusu, geleneksel toplumsal örgütlenmenin sermayenin serbest ve özgür rekabetinin önüne çıkaracağı engelleri, piyasanın en önemli düzenleyici olduğu söylemiyle bertaraf etmeye yönelikti. Buna göre, devlet hiçbir ekonomik müdahalede bulunmamalı, ekonomik hayat, pazarın kadiri mutlak idaresine bırakılmalıydı. Zira, 2. Charles’in hazineyi dondurması, 8. Henry’nin kilise mallarına el koyması, 1. Charles’in darphaneyi soyması gibi ekonomik zorbalıklar, ticari sermaye birikiminin sınırlarının keyfi önlemler tarafından kesilmesi anlamına geliyordu ki, feodal ayrıcalıklar ve keyfiyet, daha o zamanlarda sınırsız bir birikimin düşünü kuran sermaye sahibinin özgürlüğü üzerinde demokles kılıcı gibi sallanmaktaydı. Oysa devlet, serbest girişimcinin çıkarlarını kollamak anlamında, bireylerin (yani serbest girişimcinin) özel faaliyet alanlarını güvence altına alan bir niteliğe kavuşmalıydı.
Piyasa ilişkileri, emeğin de tıpkı para ya da diğer ticari mallar gibi alınıp satılan bir meta haline dönüşmesi ilkesiyle kurulmuştu. Devlet, işveren ile emekçi arasındaki bu serbest mübadeleye de karışmamalı; pazarlık, özgür taraflar arasında çıkarlarda sağlanacak anlaşma düzeyine bağlı olarak sonuçlanabilmeliydi. Kuşkusuz bu durumda, taraflardan birinin, emekçinin, üretim araçlarından yoksunlaştırılıp kaba kol gücünden başka satacak bir şeyinin kalmamasına yol açan kapitalist mülksüzleştirilmesi ile diğer tarafın özel mülkiyete ve sermayeye sahip olmasından kaynaklanan ekonomik gücü arasında bir eşitlik olduğu varsayılıyordu. Zaten o dönem ortaya çıkan ve liberal demokrasinin sonraki yüzyıllarda da önemli birer söylemi haline gelen eşitlik ve özgürlük, girişimci burjuvanın kendi çıkarlarını gerçekleştirmesine yönelik söylemlerdi. Piyasa ilişkileri kapsamında talep edilen özgürlük, siyasal ilişkilere sonradan hukuk yoluyla tercüme edildiğinde de başlıca kaygı, pazarın bekasını koruma ve güvence altına almaya yönelik olacaktı. Ancak hemen eklemek gerekir ki, burjuvazi feodal aristokrasiye karşı yürüttüğü devlet müdahalesinden kurtuluş mücadelesini kendi ulus devletlerini kurduktan sonra sumen altına sakladı. Sermayenin yeniden üretimi ve dolaşımı sürecinde, kişisel sermaye sahiplerinin başaramayacağı alt yapı tesisleri (limanlar, demiryolları, haberleşme sistemleri, enerji santralleri vb.), toplam toplumsal artı-değerin bir bölümünü sermaye adına tasarruf eden burjuva devletin marifetiyle gerçekleştirilmek üzere, siyasal iktidara bırakıldı. Ulus devletler, ulusal pazarları yerli sermayenin çıkarları doğrultusunda koruyacak gümrük ve yatırım önlemleri almaya, ama ulusal sınırlar dışında yapılacak meta ihracını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmaya başladılar.
Çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfa bölünmüş burjuva toplumda, toplumsal ilişkilerin nasıl düzenleneceği, devlet ile toplum arasındaki alışverişin biçiminin ne olacağı, pazarda karşı karşıya gelen mülksüzler ile özel mülk sahibi sınıf arasındaki eşitsiz ilişkinin yol açacağı hasarın hangi siyasal yöntemle önlenebileceği, eski düşünürlerin önemli kaygıları arasındaydı. Hobbes, Locke, Rousseau, Montesque’nun Roma hukuk geleneği ile 18. Yüzyıl pazar ilişkilerini düzenleyen yeni ilkeler arasında yaptıkları sentez, pazarda birbirleriyle karşılaşan insanların mülkiyet ile ilişkilerinin göz ardı edilmesiyle sonuçlandı. Bu, tabii ki, doğrudan doğruya özel mülkiyet sahibi sınıfın çıkarlarının ifadesiydi. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki siyasi hukuk ile korunurken, toplum üyeleri arasındaki ilişkiler de, sivil topluma özgü ilişkisel formlar ile güvence altına alınacaktı. Sermaye sahibi ile emek arasındaki alışveriş ilişkisini, yani sömürü ilişkilerindeki gelişmeleri piyasanın kör güçlerinin düzenleyiciliğine havale eden, daha doğrusu burjuvanın keyfiyetine terk eden, ancak olası çıkar çatışmalarının çözümünü de son tahlilde yine egemen sınıfın sözde sivil toplumdan ayrışmış “aşkın” devletine ve hukukuna bırakan fikri inşa sürecinde, emekçi ve burjuva da, Rousseau’nun “yurttaş” tanımında eşitlenecekti. Rousseau, kendi “Toplumsal Sözleşmesi”ni, bireyin, üyesi olduğu topluluk aracılığıyla egemenliğe dâhil olacağı öngörüsüyle kavramsallaştırmıştı. Diğer düşünürlerden farklı olarak da, sivil toplum ve devlet arasındaki tehlikeli sonuçlar yaratabilecek bölünmenin aşıldığı bir toplumsal bütünleşme düzeyinin nasıl kurulacağına kafa yormuştu. Bu toplumsal bütünleşmenin özü, ona göre, devletin tüm yurttaşların ortak çabasıyla kurulacağı, devletin bu çabanın bir ürünü olduğuydu.
Rousseau’nun, sınıfsal çelişkileri gizlemeye elverişli yurttaş kavramı ile toplumun üstünde, sınıfsal çıkarlar tarafından belirlenmeyen, topluluk üyeleri tarafından oluşturulan devlet fikri, liberal demokrasinin kurucu öğelerindendir. 1789 Fransız ihtilaliyle başlayan süreçte burjuva devletin biçimi bu anahtar kavramlarla oluşturulacaktır.
Fransız devrimi, burjuva demokrasisini, iki önemli katkıyla geliştirdi. Bunlardan biri, Aydınlanmacıların “topluluğa görevle bağlı yurttaş” kavramını, insan hakları kavramıyla ikame etmesi; diğeri de, oy hakkının tanınmasıydı. Her iki zenginlik de, aslında, egemen sınıfın statüsünü bir kez daha netleştirmeye yarıyordu. Çünkü “insan”, nasıl “mülk sahibi”, “erkek” gibi kategorik kimliklere sahip olarak tasarlanmışsa, oy hakkı da bu tasarıma denk düşen yurttaşlara tanınmıştı. Mülksüzler, yabancılar ve kadınlar seçilme hakkı bir yana, oy hakkından yararlanamıyorlardı. Bireysel hak ve özgürlükler, sadece burjuvanın hak ve özgürlükleri anlamına geliyordu. Dolayısıyla yurttaşlık kavramının, başlangıçtaki iddiasını gerçekleştirebilmesi için, köprülerin altından çok suların akması gerekiyordu. Sınıfsal içeriği bu denli apaçık belirlenen yurttaşlık statüsünün kapsamı, sınıf ve kadın hakları mücadelelerinin gelişmesiyle değişen toplam toplumsal koşullara bağlı olarak, süreç içinde gelişip kurumlaştı. Ancak her gelişme aşaması, tıpkı insan haklarında olduğu gibi, sınıfsal içeriğinin biraz daha gizlenmesini kolaylaştırdı. Egemen sınıfın işçi mücadelelerini bastırmanın, önlemenin bir yolu olarak gördüğü sınıfı bölücü girişimlerden biri olarak, 19. Yüzyılda güçlenen işçi aristokrasisinin İngiltere’de sınıfın ana kitlesinden daha önce oy hakkına sahip olmasındaki gibi, tüm toplumu yurttaşlık kavramında eritip sözde bir eşitlik sağlanması fikri bile, uzun süre burjuvazi tarafından pek rağbet göremedi. Rousseau’nun kehaneti, onun hiç öngörmediği bir biçimde gerçekleşti; burjuvazinin demokrasisi, gerçekte yurttaşların elbirliğiyle değil ama sınıf mücadeleleriyle süreç içinde oluşturuldu. Fransız Devrimi’nin sloganlarından biri olan “Eşitlik”in, genel oy hakkı kapsamında biçimsel olarak sağlanması, ancak yirminci yüzyılın ortalarında mümkün olacaktı. Ki, demokrasi için “ideal tip” oluşturan Avrupa’da, oy hakkına sahip olmanın aynı zamanda tüm diğer yurttaşlık haklarına sahip olmak anlamına da geldiği Avrupa’da, göçmen işçilerin bu haktan hâlâ yoksun tutulduğu hesap edilirse, burjuva demokrasisi, her tarihsel döneminde, kutsal “eşitliği”ni, gözle görülür başka eşitsizliklere borçlu olmuştur.
Eşitsizliğin ana kaynağı, emek ve sermaye bölünmesine dayalı kapitalizm; bütün biçimleriyle gerçekleşmiş, görünürde mükemmel bir eşitliğe dayalı demokrasiyi eşyanın doğası gereği gerçekleştiremeyecektir. Demokrasi ancak, emekçi sınıfların, sistem içindeki, çerçevesi zorlanarak geliştirilen tarihsel bir kazanımı olmuştur. Bu yüzden, kurucuları tarafından mutlak, öngörülmüş bir tanımı, kapsayıcılığı olmadığı gibi; kimi küreselleşme ideologlarının pek sevdikleri, ama sınıf mücadeleleri belirleyenini dışta tutarak geliştirdikleri bir tanımla söylemek gerekirse de, “demokrasi bir süreç” olarak işlemiştir.
Fransız devrimiyle doğan burjuva demokrasisinin, gizlediği eşitsizlikler üzerine kurulu olduğu için çelişkili yapısı, temsil süreçlerinde de kendini gösterir. Serbest piyasa ekonomisinin siyasal arenadaki karşılığı olarak doğan, partiler arası yarışa dayalı seçim sistemi, saf bir rekabet alanı haline hiçbir zaman gelemedi. Seçmenlerin önüne çıkarılan sınırlı alternatifler, burjuvazinin nüanslı siyasal fikirlerinin ve projelerinin temsilcisiydiler. Mevcut partiler ve çoğunlukla alt sınıfların politik örgütlenmesinin önüne çıkarılan hukuki ve cebri engeller aşıldığında bile, emekçilerin karşısına, büyük mali güçler gerektiren propaganda, basın yayın, iletişim sorunları çıktı. Vekil adaylığının en büyük parayı bastırana kaldığı koşullarda, burjuva politikanın olmazsa olmaz cilveleri; ayak oyunları, rüşvet, dalavere, iltimas, oy satın alınması, alınamadığı takdirde gayri resmi müdahalelerin yapılması, parlamenter demokrasinin giriş kartını emekçilerden esirgedi.
“Bir oy, bir insan” hesabına dayalı temsili demokrasi, örgütlü refleksleri ortadan kaldırıp herkesi “yurttaşlık” statüsünde eritiyordu. Ancak, alt sınıflar, demokratik aygıtları kullanma becerilerini de geliştiren yükselen mücadele dönemlerinde, birçok ülkede, kendi temsilcilerini burjuva parlamentoya sokmayı başarabildiler. Fakat çoğu kez, kürsü kullanma hakkının bedeli ağır oldu. Dolayısıyla denebilir ki, temsili demokrasi; emekçi sınıfların, ancak üç dört yılda bir politikaya katılım duygusunu yaşadıkları, adayların belirlenmesinde söz sahibi olamadıkları, seçme ve seçilme süreçlerinde derin bir eşitsizlik hüküm sürerken, demokrasi oyunu izlemeye devam ettirildikleri bir yönetme prosedürüdür.
Burjuva demokrasisinin klasik ilkelerinden biri de, yasama yürütme ve yargı erkinin birbirinden ayrılmasıdır. Vaktiyle eski mutlakıyetçi yönetimlerin işleyişinden çıkarılan derslere göre, bir önlem olarak getirilen ve Montesque’nun önerdiği kuvvetler ayrılığı prensibi, sonraki süreçte, burjuva devlete, emekçi sınıfları yönetirken de kolaylıklar sağladı. Her şeyden önce, işlevleri farklılaşmış özerk kurumlar; devletin “toplum-üstülüğü”nü, “sınıf-dışılığı”nı, “objektifliği”ni, “aşkınlığı”nı kanıtlayan birer vesile olmaya devam ediyorlardı, ikincisi, yanlış giden, yolunda gitmeyen işlerden, eşitsizliği bozan işleyişlerden bir tek merci sorumlu olmuyordu ki bu, devlete ilişkin bir soyutlamayı engelleyerek, her sorun için insanların farklı mercilerle uğraşmasına, hatta sorunların bireysel hukuki sorunlar olarak görülmesine yol açıyordu. Öte yandan, bir kurumun esnemezliğinin yol açtığı sorunlar, bir başka kurumun esneyebilme yetenekleri ölçüsünde giderilebiliyor; oluşturulan herhangi bir kuvvete bağlı kurumlar, komisyonlar, organlar arasında dolaşan herhangi bir sorun, genel çerçevenin dışına çıkmamak kaydıyla, “toplumsal sözleşme”nin ruhuna uygun bir orta yolla çözülebilme imkânına sahip olabiliyordu. Bu, her sorunun toplumsal ya da politik genel bir çerçeve içinde algılanmasını önleyerek, toplumsal çelişkileri törpüleyici bir rol oynayabiliyordu. Bu durum (yasamanın birkaç yılda bir değişen vekiller aracılığıyla gerçekleştirilmesi, yürütmeden kabinenin sorumlu olması, yargının sözde bağımsızlığı), bir bakıma yanlış kararların en azından birkaç yıl sonra değişebileceği veya hukuki vicdanda mahkûm edilebileceği izlenimini sürekli körükleyerek, sisteme ve kurumlarına yönelik güven duygusunun baki tutulmasını garanti altına almıştı. Kuvvetler ayrılığı, sistemin, yurttaşlara karşı oluşturduğu bir güvenlik supabı olarak işledi, tepkiyi dağıttı, kitleleri oyaladı, ama sorunları hiçbir zaman çözmedi.
Kuvvetler ayrılığı, yönetmeyi, bir uzmanlık meselesi haline getirmişti. Yöneticilik, özel bir eğitim, ekonomik ya da toplumsal bir güç gerektiren meslekler arasına girdi. Bu, “demokratik süreçler”e her elini kolunu sallayanın giremeyeceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla, demokratik bir ülkede yaşayan bir tek “yurttaş” için politika, kendisinin anlamadığı, ama seçilmiş vekilleri ya da uzman hukukçuların onun adına en iyisini düşünerek karar verebileceği bir konuydu. Arada bir oyunu kullanarak görevini yerine getirmiş, bir sonraki seçim dönemine kadar iradesini teslim etmiş olacaktı!
Liberal demokrasinin başlangıçtan bu yana başlıca ilkeleri, böylece toplumsal eşitsizliğin gizlenerek insanların, yurttaşlar topluluğunun bir parçası olarak atomize edilmesinden, emekçi sınıflar için politik karar alma süreçlerine dair gerçek bir uzaklaştırma ve dışlamadan, sınıflar arasındaki mücadeleyi önleyecek mekanizmaların kurulmasından oluşturuldu. Demokrasi, bu bakımdan, başlangıç olarak, serbest piyasanın kutsanması, pazarda karşı karşıya gelen emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin dolaylandırılması amacına yönelikti. Ve doğal olarak, serbest rekabetçi dönemin girişimci burjuvazisinin ulusal pazarları güvence altına alma derdindeki ulus-devletinin, ilk siyasal tasarrufu olarak ortaya çıktı.
20. Yüzyıl, emperyalizm çağının başlangıcıdır, ama aynı zamanda da, proleter (ve ona bağlanan ulusal) devrimler çağının da. Bu dönemde oluşan, burjuva demokrasisinin ve devletin yeniden yapılandırılmasını gerektiren dünya çapındaki bir dizi olay, klasik burjuva demokrasisinin yeni bir boyut kazanmasına yol açtı.

20. YÜZYIL DEMOKRASİSİ
Lenin geçen yüzyılın başlarında yazdığı “Emperyalizm” adlı kitabında mali sermaye egemenliğinin, yani emperyalizmin tanımını yaparken, şu kıstasları sıralıyor: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirli rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içice geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin ardından gelen ve Lenin’in, başlıca karakterinin siyasal gericilik olduğunu söylediği emperyalizm, mali sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarını dünyanın sömürgeleştirilmesinde buluyordu. Emperyalizm, dünya yüzündeki hâkimiyetini, Lenin’in deyimiyle “Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması”nı, onu, meta ihracatı esasına dayalı serbest rekabetçi kapitalizmden ayıran sermaye ihracı aracılığıyla gerçekleştirecekti.
Mali sermayenin, başlangıcından bu yana, dünyanın sömürgeleştirilmesinin tamamlanması anlamında bir küreselleşme eğiliminde olduğunu söylemek zor olmayacaktır. Ancak 20. Yüzyılda yoğunlaşan ve kimi ülkelerde egemen sınıf olarak örgütlenme olanağı bulan işçi sınıfının mücadeleleri, anti-faşist mücadeleler ve ulusal kurtuluş hareketleri bu eğilimleri frenleyecek, kontrol altında tutulmasına yol açacak politik barikatlar yarattığından, bu eğilim bugünkü kadar pervasızlıkla hayata geçirilebilme olanağı kazanamadı, uygun zamanlara ertelendi. Bu politik barikatlar; başlıca karakteri siyasal gericilik olan emperyalizmi, madalyonun ikinci yüzünü de oluşturmak zorunda bıraktı. Batı demokrasisi, emperyalizmin hegemonyasına güler yüzlü bir davet olarak, gerektiğinde cuntaları, işgalleri birer sapma olarak tanımlayabilmek için kapitalizmin vitrinine yerleştirildi.
20. Yüzyıl Batı demokrasisinin -ilk dünya savaşı sonrası- başlıca özelliği, emperyalist burjuvazi için, sermayenin doğuşundan beri var olan dünya pazarlarını fethederek küreselleşme eğiliminin, dönemin sınıf mücadelelerinin düzeyi ve özellikleri bakımından sınırlanmasına yol açan siyasal koşullar nedeniyle ve sosyalizmin örnek alınmasının önünü kesme yönelimiyle, devletin, “sosyal devlet” olarak tabir edilen yeniden yapılandırılmasına denk düşecek bir içerik kazanmasıdır. Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, yerel Sovyetlerde gün geçtikçe daha çok işçinin yönetmeyi öğrenmek üzere örgütlenmesi, “en demokratik Batı ülkelerinden daha demokratik bir bir ülke yaratma” tutum ve yönelimi, özgürlüklerin hukuki güvencelere alınması ve bütün bunlardan önemlisi, toplumsal eşitsizliğin nedeni olan özel mülkiyet sisteminin iptal edilmesi; zaten önemli bir bölümü devrimci kalkışma halinde olan Avrupa işçi sınıfını, burjuva demokrasisi için bir tehlike haline getirmişti. Öte yandan, sosyalizm, işçi sınıfı için, işsizlik, iş güvencesi, iş güvenliği, gelecek kaygısı, eğitim ve sağlık gibi sorunların olmadığı bir dünya “vaat ediyor”, bunun için yoğun bir inşa faaliyeti sürdürülüyordu.
İkinci Dünya Savaşı, dünyanın yeniden paylaşılması kaygısı yanında, bu “vaat”in ne denli güçsüz olduğunu da kanıtlamak adına Sovyetler Birliği’nin üzerine çullanmak üzere tasarlandı. Demokratik seçim sandıklarından çıkan Hitler’in partisi iktidara geldikten sonra, Sovyetler Birliği’ni çökertmek üzere en geniş ittifakı sağlayarak bu ülkeye savaş açtı. Franco milislerinin, Mussolini kara gömleklilerinin kendi ülkelerinde estirdikleri terörün, faşist yayılmacılarla işbirliği yapan ya da sessiz kalan hükümetlerin karşısında dişe diş bir mücadele veren Sovyet halkı, savaştan, antifaşist mücadeleden doğan halk demokrasilerinin de oluşturduğu bir kampla birlikte, siyasal olarak güçlü çıktı. Bu dönemi Çin Devrimi izledi. Böylece dünya coğrafyası, gitgide burjuvazi için ürkütücü bir alternatif demokrasinin hüküm sürdüğü alan haline gelmekteydi. Bir yandan da, bu rüzgârdan esinlenen eski sömürge statülerindeki ülkelerde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri başlamıştı. Emperyalist ülkeler açısından, dünyanın yeni bir paylaşım sorunu varken, değişen statü, yeni ulus devletler, iç hukuklar, gümrük ve koruma önlemleri, piyasaya yönelik devlet müdahaleleri biçimindeki eğilimlerle uğraşmayı gerektirecekti ki, mali sermaye, o koşullarda buna ne politik bir cesaret ne de mecal bulacaktı. 1929 büyük krizini bir savaşla aşmaya çalışan emperyalizm, İkinci Savaş sonrasında daha büyük bir ekonomik sıkıntıyla karşılaştı. ABD’den gelen Marshall yardımıyla ayağa kalkmaya çalışan Avrupa ülkeleri, çöken sanayinin ulusal koşullarını oluşturabilmek, ulusal bir savunma sistemini canlandırmak ve toplumsal yaralarını sarabilmek için, bankaların kamulaştırılmasını da kapsayan yoğun bir ulusallaştırma kampanyası eşliğinde, ulus devletlerini güçlendirmek zorundaydılar. Dolayısıyla hem emperyalist ülkelerin içerideki ekonomik gereksinimleri hem de dünya siyasi haritasındaki değişiklikler, devletin sosyal önlemleri gözeterek ekonomiye müdahalesinin artışını zorunlu kılmıştı.
Batı Avrupa demokrasisi de bu koşullarda restore edildi. Zira şartlar, burjuva devletleri, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin yeniden düzenlenmesi için barışçıl önlemler almaya zorluyordu. Sosyalizm hevesleri karşısında barikat oluşturacağı sanılan işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, parasız sağlık ve eğitim, temel sosyal hizmetler, kültürel ve diğer yaşamsal desteklerin, toplu konut ve taşımacılığın emekçilere sunulması tek tek sermayedarların başarabileceği bir faaliyet olmadığından; bu işlevleri, sermayedarların ortak komitesinden başka bir şey olmayan kapitalist devletler üstlendi. Sosyal devlet koşullarında devletin büyütülüp şişirildiği iddiasıyla, artık ekonomiden el çekmesi gerektiğini söyleyenlerin, sonradan müdahale edecekleri bu gelişmeler; sermaye sınıfı açısından, emekçilere görece rahat bir günlük yaşam sağlama karşılığında devrimlerden kaçınabilmenin kefaretinin ödenmesi anlamına geliyordu. Keynes’in, daha 1929 Krizi sırasında fikri olarak oluşturduğu ilkeler, geçen yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Avrupa ülkelerindeki demokrasinin “ideal” bir form kazanmasını sağladı.
“Sosyal devlet”, üretim biçiminde herhangi bir değişiklik talebinde bulunacak bir sınıf hareketinin ya da toplumsal hareketin taleplerini, sistem içinde karşılayarak çözmeyi amaçlıyordu. Kuşkusuz çözemeyecekti ama bir yatıştırma da umut ediliyordu, nitekim bu umut tümüyle karşılıksız kalmadı. Bu yüzden bölüşüm süreçlerinde yapılan müdahaleler, ayarlamalar, tekelci sermayeye, dolayısıyla onun devletine oldukça pahalıya mal olmasına, artı değerin önemli sayılacak bir kısmının sosyal hizmetlere aktarılmasına rağmen, siyasal faydası nedeniyle, o yıllarda hiç tartışılmadı. Çünkü “sosyal devlet”, sınıf çelişki ve çatışmalarının düzenlenmesi ya da yatıştırılması demekti ki, üretim sürecinin baki kalması koşuluyla, bölüşüm süreçlerinde yapılacak feragat göze alınacaktı.
20. Yüzyıl demokrasisi, işte bu düzenlemelerin izlerini taşır. Sendikal mücadele içinde olgunlaşmış, kendi örgütlerini kurmuş ve “kendisi için sınıf olma” bilgisiyle donanmış Avrupa işçi sınıfının, “Toplumsal Sözleşme” yerine “Toplu Sözleşme” prosedürlerini dayattığı (ya da tersinden, işçi sınıfına toplusözleşmeyle sınırlanmanın dayatıldığı) bir demokrasidir bu. Dolayısıyla ücret politikaları ve “yardımlar” türünden “sosyal” arz, aynı zamanda örgüt deneyimi olan ve mücadeleye hazır işçi sınıfının yaptırımlarını göz önünde bulundurmak durumundaydı. Temsili demokrasi kurumları, bu koşullarda birçok ülkede komünist parti vekillerini ağırlamak zorunda kaldı. Liberal demokrasi artık, “bir oy, bir insan” modelinden, seçimlerde örgütlü emekçilerin inisiyatifinin de tanınması gereken bir biçime evrildi. Savaş sonrasında, kimi ülkelerdeki genel ve yerel seçimlerde, komünist partiler oldukça yüksek yüzdelerde oylar almıştır.
Sosyalizmin güvencesindeki dünya emekçilerinin kapitalizm koşullarında yaşayabileceği en yetkin demokrasi, yüzyılın savaş sonrası dönemlerinden başlayan ve birkaç on yıl süren bir zamanda yaşanmıştır. Ama bu, sosyalizmin önünü kesmeye yönelik bir “yetkin demokrasidir.
Peki, dünyanın Avrupa dışındaki bölgelerinde neler olmaktadır?
Eski sömürgelerin ulusal mücadeleler aracılığıyla bağımsızlıklarına kavuşma süreci 1970’lere kadar sürdü. Ulus devletler halinde örgütlenen bu ülkeler, daha, milli bayraklarını göndere çeker çekmez uluslararası finans kurumlarının müdahale ve yaptırımlarıyla karşılaştılar. Siyasi olarak yitirilen toprakların ekonomik bakımdan tekrar sömürgeleştirilmesi için, emperyalistler ve bağlı kurumları tarafından ambargolar, para politikaları, borç şantajları devreye sokuldu ve birçok ülke yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde uğruna onca cefa çekilmiş olan bağımsızlığını çoktan yitirmiş oldu. Sermaye birikim süreçlerini yer yer kısıtlayan ve zamana yayan, evrensel kapitalist ilkelerle uyumlu olsalar da, her ülkenin farklı özelliklerinin izlerini taşıyan bürokrasi, hukuk ve kültürel kurumlarının hız kesici etkileri, finans politikalarıyla aşılmaya çalışılmış ve bağımlılık veya entegrasyon adım adım oluşturulmuştu.
Emperyalizm, yoksul “üçüncü dünya” ülkeleri için biçtiği “kalkınma stratejisi” kapsamında, bu ülkelerin sermaye ihracına, yabancı sermaye ortaklıklarına, finans kurumlarının yaptırımlarına boyun eğdikleri koşullarda, gelişmiş ülkelerin standartlarını yakalayabileceklerini vaaz ediyordu. Yabancı sermayenin girişine karşı bu ülke halklarında kökleşmiş antiemperyalist bilinç, milliyetçi duygular ve sınıf mücadelesi ise işleri oldukça zorlaştırdığından, hem bu bilinci köreltmek hem de bağımlılaştırma sürecini hızlandırabilmek için, tekelci sermayenin halklara politik önerisi, bu ülkelerin bir an önce Batı demokrasisi ülkelerine yetişmeleriydi. Ama kapitalizmin doğasına içkin çelişkiler yüzünden bu eşitlik asla sağlanamayacağından, yetişilmesi gereken hedefler ile kalkış noktası arasındaki mesafe uzadıkça uzadı. Geri kapitalist ülkelerin yetişmesi gereken hedefler uzaklaştıkça, dışarıdan yapılan her türlü müdahale, yardım adı altında kredilendirme, özgürlük ve demokrasi götürmek adıyla işgaller meşrulaştı; böylece demokrasi söylemi eşliğinde sömürgeleştirme hız kazandı.
Demokrasi söyleminin ikiyüzlülüğü, en çok, mali sermayenin geri kalmış ülkelerle ilişkileri sırasında açığa çıkıyordu. Çünkü ‘70’li yıllardan başlayarak, sınıf mücadelesinin yükseldiği, alt sınıfların “çizmeyi aştığı” her durumda devreye giren askeri darbelerin, cuntaların başlangıç işaretini veren ABD; başta Kore işgali olmak üzere, birçok ülkeye de fiili müdahalede bulunarak kimi halkları hizaya getirmeye, diğerlerine de gözdağı vermeye çalışıyordu. Dolayısıyla kalkınmacı, Batı demokrasisine yetiştirmeci emperyalist politikalar, dünya emekçilerinin kanı ve canına mal oldu. Üstelik emperyalistlerin kendi emekçilerini zapturapt altında tuttukları Batı demokrasilerine sağlanan finansmanın önemli bir kısmı da, geri kapitalist ülkelerin sömürülmesinden elde edilen artı değerden ve ranttan gelmekteydi.
Asya, Afrika ve Latin Amerikalı emekçiler, bu ünlü liberal demokrasinin nimetleriyle hiç tanışamadan, kimin seçileceğinin CIA ve Pentagon tarafından belirlendiği, belirlenen sonuca ulaşabilmeyi garantiye alabilmek için entrikadan polisiye önlemlere, kontrgerilla-gladio yöntemlerinden rüşvet dağıtımına kadar her türlü yöntemin denendiği, alt sınıfların demokrasi mücadelesinin önüne binlerce engel çıkarıldığı güdümlü parlamenter sistemlerle yetinmeye zorlanarak geçirdiler bu süreci.
Liberal demokrasiyi tamamlayan gericilik, sadece geri kapitalist ülkelerde ortaya çıkmadı. Sözde demokrasinin kalesi ABD’de başlatılan ve etkisi tüm dünyaya yayılan McCarty’cilik ile emekçi örgütlerinin dağıtılması, kitle önderlerinin etkisizleştirilmesi, sosyalist fikirlerin gözdağı verilerek bastırılması için yaygın bir terör estirildi.
Şimdi de, bir yüzünde asla gerçekleşemeyen eşitlik vaatlerinin diğer yüzünde de eşitlik taleplerinin şiddetle bastırıldığı diktatörlüklerin bulunduğu liberal demokrasi madalyonu, işlevsizleştiği gerekçesiyle elden çıkarılıyor. Çok uzun süredir bir yönetme klasiği olarak anılan bu demokrasinin, neoliberal koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması gerektiğine dair girişimler başlatıldı, kuramlar oluşturuldu, konsept tarifleri yapıldı. Klasik demokrasinin bitiş çanı, onu kutsayanlar tarafından çalındı.

YÖNETİŞİM

A- YENİDEN SÖMÜRGELEŞTİRME SÜRECİNDE ULUS-DEVLET VE KÜRESELLEŞME
Mali sermaye, yoğunlaşma ve merkezileşmesinin uluslararası ölçekte kat ettiği ciddi mesafeye, üretimin maddi teknik temelinin gelişmesine, bugün için karşısında alternatif bir toplumsal yapı ve dolayısıyla alternatif bir üretim ve bölüşüm biçimi ve pazar olmayışına, bunun biçimsel kalıntılarının bile tamamen ortadan kalkışma bağlı olarak izleme şansı bulduğu küreselleşme politikalarıyla, egemenliğinin koşullarını ve biçimini yenilemeye yönelmiş bulunuyor.
Dönemin en önemli özelliği, sermaye hareketlerinin, önüne çıkan bütün engelleri hızla aşabilecek ölçüde büyük bir akışkanlık kazanmasıdır. Bu, dünyanın 20. Yüzyıldaki dengelerinin altüst olması, eski jeopolitikaların ve stratejilerin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geliyor. Burjuvazinin, tarih sahnesine ilk çıktığı koşullarda ticareti ve pazar hareketlerini zorlaştıran feodal yerel iktidar odaklarına karşı, kendisine siyasal bir mekân olarak seçtiği ve oluşması için büyük bir mücadele verdiği, Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar da dünya sınıf mücadeleleri karşısında az çok katlanmak zorunda kaldığı ulusal sınırlar, artık bu sınıfa yetmiyor. BM, IMF, DB, Gümrük Birliği, AB vb. gibi oluşumlar, kuşkusuz, sermayenin uluslararasılaşma eğiliminin göstergeleri ve ifadeleri olarak, ulusal sınırların yetmeyişi ve darlığının önceki dönemdeki ilanlarıydı. Şimdi bu örgütlerin işlevleri arttığı gibi, yanlarına yenileri eklenmiş, tek tek ve özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde uzantıları oluşmuş, örneğin çöp toplamanın, su kullanımının ve hatta -uluslararası tahkim ve tahkim kurulları aracılığıyla- hukukun bile tek ve tekelci standartlar üzerinden şirketleşerek uluslararasılaştığı koşullara ulaşılmıştır.
Kuşkusuz sermayenin, ilksel birikim dönemlerinden beri hem ulusal pazarlar üzerinde hâkimiyet kurmak hem de ulusal pazarlar dışındaki pazarları ele geçirmek gibi iki önemli eğilimi hep bir arada oldu. Bu iki eğilim arasındaki ilişkiyi düzenleyen başlıca faktörler ise, sermaye birikiminin düzeyi ile sermaye sahibi sınıfın kendi iç çelişkileri, sermaye kesimleri arasındaki şiddetli rekabet ve sınıflar mücadelesindeki mevzilenme biçimleri ve bu mücadelenin düzeyiydi. Kendi ulusal pazarlarında tam bir kontrol sağlamak isteyen sermaye, kendi ulus devleti aracılığıyla, bu pazarlarda rekabet avantajlarını çeşitli hukuki ve bürokratik önlemler alarak, yabancı sermaye yatırımlarına yüksek kotalar ve gümrük uygulamaları koyarak kollarken, başka ulusal pazarları koruyan bu türden engelleri aşmak ve dünya pazarlarına yayılabilmek için de amansız bir mücadeleye girdi. Sermaye birikim süreçlerinin eşitsiz gelişimi, pazar paylaşımı sırasındaki rekabetten bu birikimin en yoğun oluştuğu ülkelerin avantajlı çıkmasına, diğer ülkeler arasında da bir hiyerarşi yaratılmasına yol açtı. Belli tarihsel dönemlerde bu birikimi temsil eden ülkeler (19. Yüzyılda İngiltere, sonra onunla çekişme halinde Almanya, daha sonra ABD ve şimdi de ABD ile dişe diş bir rekabet halindeki diğer emperyalist ülkeler), bu hiyerarşinin alt katmanlarında bulunan geri kalmış ülkelerin sömürülmesi, sömürgeleştirilmesi sürecinde en güçlü devletler; politik odaklar haline geldiler.
20. Yüzyıldaki, yukarıda andığımız sınıf mücadelelerinin düzeyi, sosyalizmin varlığı ve ulusal mücadelelerin yükseldiği koşullarda, uluslararasılaşma eğilimini ve dünya pazarlarında sınırsız hegemonya kurma talebini engelsiz tatmin etme olanağı bulamayan ve bu mücadelelerin ketleyici etkisini gözetmek zorunda kalan mali sermaye, bugünkü elverişli özel tarihsel koşullarda, ulus devletler ve ulusal sınırlar üzerinde yeni düzenlemeler yapmaya ve bu yolla dünya pazarlarının bölüşümünü yeniden düzenlemeye çalışıyor. Kuşkusuz bu, geri kapitalist ülke devletleri uydulaştırılırken emperyalist tekellerin merkezileştiği emperyalist ülkelerdeki devletlerin de gittikçe güçlendirilmesi, dünya ekonomisini ve siyasetini belirlemedeki rollerinin hiçbir kaygı olmaksızın çoğaltılması anlamına gelmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, (bir eski ABD Başkanı’nın ifade ettiği gibi “General Motors için iyi olan ABD için de iyidir”) tekellerin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş devletlerdir ve bu tekellerin bir bakıma cisimleşmiş çıkarlarıdır.
Yeniden sömürgeleştirme süreci, ulus devletler üzerindeki, bu birbirini tamamlayan iki gelişmeyle karakterizedir. Bir yanda mali sermayenin merkezi ülkeleri tarafından kumanda edilen geri kalmış kapitalist ulus-devletlerin uydulaştırılması, diğer yanda da muazzam bir sermaye birikimini kontrol eden emperyalist devletlerin aynı ölçüdeki büyümesi. Geri kapitalist ülkelerin ulusal ekonomilerinin, ulusal sınırlarının ve devletlerinin tüm kurumlarıyla elden geçirilmesi de, pazar paylaşımının en önemli imkânlarını sunan bu eşitsizliğin yeniden yeniden üretilmesinden geçiyor. Bu durum, 20. Yüzyılda oluşturulan sınırların, emperyalizm tarafından yeni ihtiyaçlarına uygun olarak artık başka türlü çizilebileceği bir süreçte özel bir anlam taşımaktadır.
Ulusal sınırlar, basit coğrafi düzenlemelerden çok daha fazlasını içerir. Bu sınırlar, kalkınma retoriğine göre ihracata ve ithalata koyulan korumacı önlemler, her ülkenin ayrı ayrı bürokrasi ve iç hukuk düzenlemeleri, yönetme alışkanlıkları, geleneksel statükolar, ulusal para sistemleri, emek gücünün sosyal maliyetinin yerel toplumsal coğrafi değişkenleri, halkların antiemperyalist, milliyetçi duyarlılıkları vs. gibi pek çok prosedürden; mali sermayeyi, akışkanlığını kırtasiyeye boğan, dirençlerle uğraşmak ve sınıflar arası dengeleri gözetmek zorunda bırakan, dolayısıyla talep ettiği bütünselleştirmeyi zorlaştıran etkenlerden oluşmaktadır.
Küreselleşme ise, özellikle emperyalist kapitalizmin, bu etkenlerin direncini de az ya da çok aşan bir eğilimi olarak tüm 20. yüzyıl boyunca ilerleyişini sürdürürken, “merkez” ülkelerin “ulusallığı”yla hep malûl kalacak bir “kapitalist enternasyonal” olarak artık tam gerçekleşme koşullarını, bütün bu prosedürlerin iptal ve ilgasında görmektedir. Kapitalizmin -ulusal ve uluslararası eğilimlerinde ifadesini bulan- kendi içinde çelişkili varoluşu, teorik ve son ABD çelik ithalatı vergisinin yükseltilmesi/çelik savaşı örneğinde bir kez daha görüldüğü gibi pratik bakımdan, bu prosedürlerin toptan ilgasını olanaksızlaştırsa da, bu ilga, küreselleşmenin sivri ucu olarak, özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelere dayatılmaktadır.
1980’li yıllardan bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum projeleri” kapsamında geri kapitalist ülkelerin yola getirilmesinde, 90’lı yıllardan bu yana da, eski “Doğu Bloğu ülkeleri”nin restorasyonunda bir hayli mesafe kat edildi. Dolar-Mark (şimdi Euro), Dolar-Yen savaşlarıyla yan yana, dünya çapında mali bir hegemonya kurabilmenin başlıca koşulu olan ulusal paranın konvertible edilmesi sürecini içeren dolarizasyon politikaları, ülkelerin yabancı sermayeye ekonomik bağımlılıklarını gitgide artırıp içeride derin yoksulluklar yaratırken, ulusal devletlerin de birer “büro”ya dönüşmeleri yönünde etkide bulunuyor. Bu bağımlılık, ülkeleri, her an bir başka bölgeye kaçma tehdidinde bulunan sermayenin o ülkede kalabilmesini sağlamaya yönelik onur kırıcı önlemler almaya zorluyor. Borç şantajı yapılan, kredi kıskacına alman devletler, kendilerine birer batık şirket muamelesi gösteren büyük finans kurumlarının sözünden çıkamaz hale getirildiler. Birçok ülkede “yabancı sermaye yatırımlarının, yerli sermaye ile ortaklığı” koşulu ortadan kaldırıldı, ulusal ekonomik kalkınma söylemi eşliğinde vaktiyle kurulmuş gümrük duvarları süreç içinde yıkıldı, yıkılıyor; böylece mali sermaye, ülkelerin istediği yerlerinde istediği ölçüde ve hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın yatırım yapabilme, yatırımlar karşılığında dünya pazarlarına buradan meta ihraç edebilme koşullarına sahip oldu, oluyor. Hiç kuşkusuz bu koşulları sağlayan başlıca etken, emek gücünün fiyatının alabildiğine aşağı çekilerek, bu ülkelerin ucuz emek cenneti haline getirilmesiydi, işsizliği yoğunlaştırmayı, ücretlerin sosyal içeriğinin de törpülenerek reel olarak düşürülmesini içeren IMF ve Dünya Bankası politikaları, ulusal tarımı ve zaten az buçuk olan sanayileri çökerterek, ülkeleri yabancı sermayeye muhtaç hale getirip kıskıvrak bağlamış oldu. Yabancı sermaye, emek gücünün aylık on dolar olduğu bir ülkeden, 8 dolara düşürülmüş bir başka ülkeye kaçabileceği tehdidini her fırsatta hatırlattığından, devletler, kendilerinden ne istenmişse yapabilir hale geldiler.
Had safhaya ulaşan tekelleşme; şirket evlenmeleri ya da satın almalar yoluyla sermayenin merkezileşip yoğunlaşması (örneğin, birleşme ve satın almalar bir yıl içinde, bir önceki yıla oranla yüzde 35’lik bir artışla 3,4 trilyon dolara kadar ulaştı), uluslararası tekellerin dünya pazarlarından edindikleri kârların devasa boyutlara ulaşması ile artan yoksulluk ve işsizlik, herkese refah vaat eden küreselleşmenin eşitlikçi, özgürlükçü balonunun kimler için şişirildiğini her gün tekrar tekrar gösterdi.
Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul ülkesi arasındaki gelir oranı 1998’de 74’te 1’e düşmüştür. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin dünya gelirinden aldığı pay, 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2,3’ten yüzde 1,4’e inmiş bulunuyor. Güneydoğu Asya’da yaşayan emekçilerin yüzde 59’u günde 1 dolardan az para kazanıyorlar. En zengin 25 kişinin mal varlığı Afrika kıtasının toplam Gayri Safi Milli Hâsılasına eşit. 2000 yılı BM insanî Kalkınma Raporu’na göre, en zengin yüzde 20’lik gelir grubu dünya gelirinin yüzde 86’sını, ortadaki yüzde 60’lık gelir grubu yüzde 13’ünü, en alt yüzde 20’lik grup da dünya gelirinin yüzde birini alıyor. Bunların yanı-sıra; dünyanın en zengin kişisi olan Microsoft’un patronu Bili Gates’in 60 milyar doların üzerindeki serveti, Kostarika, Brezilya, Panama, Honduras, Nikaragua, Jamaika ve Bolivya’nınkinden fazla. General Motors tekelinin cirosu Danimarka’nın, Toyota’nınki de Norveç’in GSMH’sını aşıyor.
Uluslararası tekeller; bir yanda muazzam servetlerin diğer yanda ise günde 1 dolarlık ve hatta daha az ücretlilerin yaygın yoksulluğunun ve açlığın oluşturduğu derin eşitsizliği, küresel düzeyde en kârlı yatırım olanaklarını yaratmaya yönelik finans politikalarıyla sağladılar. Dünya meta ve sermaye ticaretini elinde bulunduran emperyalist tekellerin mali işlerini gören finans kurumları, az gelişmiş ülkeleri kredi vermeme, dünya pazarlarından uzaklaştırma veya ambargo tehdidiyle; kur farkları ve devalüasyonlar ile iç ve dış ödemeler dengelerinde yaratılan depremlere karşı korunmasız bırakarak, bu yoksullaşmanın sürekliliğini güvence altına aldılar.
ABD eski Başkanı Clinton’ın Çalışma Bakanı Prof. Rich,”artık ulusal ürünler ya da teknolojiler, ulusal şirketler, ulusal endüstriler olmayacak. Artık en azından bu kavramdan çıkarsadığımız anlamda ulusal ekonomiler olmayacak. Her ulusun ilksel varlıkları, onun yurttaşlarının becerileri ve kavrayış güçleri olacak!” (Aktaranlar; Tim Lang, Colun Hınes, Yeni Korumacılık, Kaynak Yayınları, Çeviren, Teoman Törün) demişti. “İlksel varlıklar” kavramıyla tanımlanan “yurttaşların becerileri ve kavrayış güçleri”nden, emek gücünün kendisini tekellere beğendirmek için neler yapmak, nelere katlanmak zorunda bırakıldığını anlamak gerekiyor. Yani istenen, mümkün olan en az ücrete razı olunabilecek bir âlicenaplıktır. Bu âlicenaplık ise, rekabete zorlanan dünya işçi sınıfının beceri ve kavrayışının değerini oluşturacak. Ulusal ekonominin kalmayacağına dair stratejik bir kehanet, demek ki, sadece emek gücünün ulusal kalmasını da öngörmektedir.
Ulus devletlerin uluslararası tekeller için birer “büro” haline getirilmesi, doğrudan finansal müdahaleyi destekleyen ve yolunu açan uluslararası organizasyonlar, bloklaşmalar ve örgütlenmeler ile de güçlendirildi. Bugün sadece IMF ve DB değil, DTÖ, G-7’ler veya G-8’ler diye bilinen oluşumlar, OECD (çoğaltılabilir: AB, NAFTA vb.) birer dünya hükümeti gibi çalışıyorlar. Hepsinin gündemleri ortak ve DTÖ, bağlayıcı kararları ve yaptırımlarını, yapısal uyum projeleriyle dize getirilmiş ülkelere rahatlıkla dayatabiliyor. Uluslararası tekeller bir ülkede “konakladıktan sonra” olabilecek gelişmeler karşısında ve o ülkenin halkı ya da devletiyle ihtilaflarında hiçbir sorumluluk üstlenmeyecekler. Tahkim kurulu, her ülkenin iç hukukunun, küresel bir işletme yönetmeliği halinde düşünülen uluslararası hukuk ilkelerine göre düzenlemesini öngörüyor. Yatırımlardaki mali ve sosyal risklerin önlenmesi, “büro-devletler”in görevi. Olası sınıf mücadelelerinin, protestoların, “toplumsal bir patlama”nın oluşturacağı tehdidi bertaraf etmek, edemiyorsa, tekelin zarar ziyanını karşılamak, ulus devletin yükümlülükleri arasında. Ayrıca tekellerle ihtilafa düşen devletler, uluslararası tahkim kurullarına başvuru haklarına sahip değiller; çünkü tahkim, tekellerin devletle ilişkilerini düzenlemeye yönelik, sözde Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları sözleşmesine rağmen tek taraflı bir yaptırım organı olarak düşünüldü. Bu konuda yapılan bir kaç başvuru örneğinde de kazanan hep tekeller oldu.
DTÖ, fikri mülkiyet hakları sözleşmesi (TRIPS) ile tarımdan kimya sektörüne, tıptan sağlık sektörüne kadar birçok alanda üretim bilgisini patente bağlayarak, ulusal ekonomilerin bir kez daha çökertilmesini gündeme alırken; GATS sözleşmesiyle de, yerel yönetim hizmetlerinin yabancı şirketlere özelleştirilmesini kolaylaştıracak yolu açıyor. Bu, kuşkusuz ulus devletleri mal ve hizmet üretiminde devreden çıkardıktan sonra, finansal hâkimiyetin; bölünüp parçalanmış yerel idareler bağımlılaştırılıp özerklikleri törpülendikten sonra güçlendirilmesini amaçlıyor.
Denebilir ki, ‘90’lı yıllardan bu yana ulus-devlet örgütlenmesinin artık sonuna gelindiğini söyleyen mali sermaye egemenliği, bu yönelimi gerçekliğe ulaştırabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Bu,” bir başka söylemle de pekiştiriliyor. Çok yakın bir zamanda, önce IMF direktörünün, sonra Kemal Derviş’in ağzından duyduğumuz, daha sonra da burjuva medya kalemşorlarının yazılarından okuduğumuz “devletin küçültülmesi” söylemi, emperyalist tahakkümün icraatına ilişkin bir klişe haline getirildi.
Varlığının yeni koşulunu ücretleri mutlak ve reel olarak dibe çekmeye bağlamış emperyalizm, kapitalist devletlerin bir önceki yüzyılda tanımak zorunda kaldığı sosyal yüklerinden arınmasını ve sosyal hizmetlerin pazar ilişkilerine, piyasaya terk edilmesini buyurduğundan bu yana, “sosyal devletin bütün kalıntılarına karşı esaslı bir savaş açıldı. Reagan-Theatcher-Kohl (bizde Özal) üçlüsünün başlattığı girişimlerden bu yana, hem refah toplumunun kalesi Avrupa’da, hem de bu refahın hiç uğramadığı az gelişmiş ülkelerde, dünya emekçilerinin, en alt yoksulluk sınırında eşitlenebileceği bir sürece girilmiş olundu. Bunun gerekçelerinden biri de şöyle ifade ediliyor: “Artık ulus devletler ortadan kalkmak üzere olduğuna göre, ancak bu devletlerin sağlayabileceği sosyal yatırımların yapılmasının olanağı yoktur!” Bu, liberal demokrasinin, bölüşüm süreçlerinde ayarlamalar yaparak, burjuva devletler için oluşabilecek sosyal riskleri önleme derdinin kalmadığını gösteriyor. Zira sınıfın bölünüp parçalanmasında, sendikal örgütlerin dağıtılmasında, politik örgütlerin revizyona uğratılmasında, refah toplumu yılları olan soğuk savaş döneminden bu yana, epey bir mesafe kat edildi; dünya işçi hareketinin ivmesi gerilere çekildi. Emperyalizm, sosyalizm karşısında ayakta kalabilmek için bir bedel ödemesi gerektiğini düşünmüyor. Bu yüzden sosyal hizmetlerde özelleştirmeler yapılarak ücretin sosyal bileşeni törpülenirken, diğer yandan da, bu hizmetler bir kâr kapısı haline getirilerek, tekellerin sofrasına sunuluyor.
Öte yandan, kamu mülkiyeti niteliğindeki sanayi tesislerinin, kurum ve kuruluşların özelleştirilmesi ile yabancı sermayeye konuşlanma alanları açılırken, bizde gündeme girdiği üzere, Devlet İhale Yasası gibi, yatırımcıları bürokratik prosedürlerden geçmeye zorlayan hukuki düzenlemeler de, sözde yolsuzlukları önlemek adına ortadan kaldırılarak, bu alanlar iyice engelsiz hale getiriliyor.
Mali sermayenin ulus devletlerle uğraşması, elbette bu siyasal aygıttan gerçekten vazgeçmek isteğinden kaynaklanmıyor. Zira uluslararası tekellerin başlıcaları ABD, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi büyük devletlerde merkezileşmiş durumda. Ve kuşkusuz ki, hiçbir küreselleşmecinin aklının ucundan ABD devlet makinasının küçültülmesi, ortadan kalkması vb. türünden bir düşünce geçmiyor. Tersine, küreselleşmenin bir bileşeni de ABD vb. gibi “ulusal devletler”in güçlenmesidir. Ulus devletlerin ortadan kalkması ya da devletin küçültülmesi söylemi, az gelişmiş ülke pazarlarının ele geçirilmesi, bu bölgelerde siyasi hâkimiyetin tesis edilmesi ve dünyanın yeniden kolonileştirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum ise, dünya emekçilerine savaş açılmasından başka bir anlama gelmiyor. Ve elbette yasama, yürütme ve yargı erkini artık, -kuşkusuz ABD vb. merkezli- uluslararası güçlere, emperyalist siyasi organizasyonlara, DTÖ’ye ve Tahkim Kurullarına, şimdi anayasal vatandaşlık kavramı yerine “şirket yurttaşlığı” kavramını ikame eden uluslararası tekellere terk etmiş olan devletlerin; genel ve eşit oy esasına dayalı liberal demokrasiyi işletmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, meşruiyetlerini de halktan sağlama dertleri kalmadı. Ulus devletler, bu meşruiyet sorununu, küreselleşmeye, mali sermayenin çıkarlarına ne kadar yapısal uyum sağladıklarını ölçen Standart and Poors gibi karne dağıtıcısının önündeki pozisyonlarını ayarlayarak, çözmeyi tercih ediyorlar. Bunun için de, kendilerine kolay kolay oy vermeyeceklerini bildikleri yurttaşlarının oyuna başvurmayı düşünmüyor, istemiyorlar. Ancak elbette hâkimlerin “tebaa”yı yönetme sorunu, sona ermiş değil. Küreselleşme koşullarının “yeni demokrasisi” olarak “yönetişim”, bu sorunu çözmek için ortaya atıldı ve dünyanın çözüme kendisini uyarlaması bekleniyor.

B- KÜRESELDEN YERELE
Liberal demokrasinin öğeleri ulusal bir çerçeve içinde oluşmuştu, neoliberal dönemin demokrasisi, yani yönetişim de, iki önemli ölçekle tanımlandı. Bunlardan biri küreselleşme diğeri de yerelleşmedir. Dünya Bankası’nın ikiz kardeş olarak kabul ettiği bu iki kavram, mali sermayenin yeni egemenlik ilişkileri kapsamındaki politik yapılandırmanın da anahtar sözcükleridir. Dünya pazarlarının yeniden paylaşımı sürecinde ülkelerin, başta ABD emperyalizminin uyduları haline getirilerek yeniden sömürgeleştirilmeleri anlamına gelen küreselleşme ile, sosyal yüklerinden arındırılıp “küçültülmüş” devletlerin, idari yetkilerinin de sözde yerel olana devri, gerçekte ise, mali sermaye egemenliğinin yerel düzeylerde müdahalelerini kolaylaştıracak bölgesel yapıların oluşturulması anlamına gelen yerelleşme, birbirini tamamlamaktadır.
Devletlerin “ulusal” karakterlerinin ABD güdümlü DTÖ, DB, IMF gibi tekelci sermayenin karar organizasyonlarının önünde bir engel olmaktan çıkarıldığı, “sosyal” karakterinin de, özelleştirmelerle eritilmesi yoluyla sermaye ihraç ve işgalinin politik engellerinin en aza indirilmeye çalışıldığı küreselleşme sürecinde, yerelleştirme de, mali sermaye hareketini ve özelleştirmeleri kolaylaştıran siyasal bir strateji olarak gündeme getirildi.
Bu konuda başlıca operasyon yerel yönetimler üzerinde yapılmaktadır. Dünya Bankası literatüründe “Yerel Gündem 21” adıyla geçen strateji kapsamında, hem bir yandan dünya kamuoyu demokrasinin yeniden yapılandırılmasının başlıca özellikleri konusunda aydınlatılıp pratik sürece “kazanılmaya” çalışılıyor, hem de yerel yönetimlerin merkezi ve kamusal kredi sistemleriyle bağlarının kesilmesi yoluyla kaynak sıkıntısına düşmelerini sağlayarak onları yabancı sermayeye muhtaç hale getirecek ulusal ve küresel yasalar çıkartılıyor.
Finansmanını önemli ölçüde, sunduğu hizmetlerden ve merkezi iktidarın kaynaklarından sağlayan yerel yönetimlerin, bizde “yerel yönetimler yasası” kapsamında olduğu gibi, merkezi kredilerden yoksun bırakılması da, kuşkusuz “devletin küçültülmesi” operasyonunun bir parçasıdır ve operasyonun özelleştirmeler ile tamamlanması öngörülmektedir. DTÖ kapsamındaki GATS sözleşmesi uyarınca, ulaşımdan çöpe, sudan enerjiye, inşaat ve müteahhitlik hizmetinden eğlence sektörüne, yerel sağlık hizmetlerinden turizm alanına, spordan kültüre kadar pek çok yerel yönetim hizmetinin özelleştirilmesi ve piyasaya açılması kayda bağlanmış ve bu sektörler emperyalist tekellerin ilgi alanına girmiştir.
Bir yerel yönetim bölgesinde yaşayanların şimdiye değin ucuza yararlandığı ve ticari değil, kamusal yönünün ön plana alınmasının bir teamül olduğu yerel sosyal hizmetlerin fiyatlarının gitgide ağırlaşması, belediye hizmetlerinin ilave vergilendirilmesi de, elbette özelleştirmeyi ve yabancı sermaye işgalini meşru ve gerekli göstermeye yarıyor. Hizmetlerin “serbest piyasaya” açıldığı, yerel hizmetlerin kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak ticarileştirilip özelleştirildiği, kısacası liberalize edildiği koşullarda, yerel idarelerin de birer birer mali sermayeye teslim olmalarının koşulları hızlandırıldı. (Sadece su alanında şu gelişmeler oldu: Antalya’da belediye su işletmeciliği 10 yıllığına, İzmit’te Yuvacık barajının işletmeciliği 16 yıllığına uluslararası şirketlere devredildi. Çeşme-Alaçatı ve Bursa su işletmeciliği için de Dünya Bankası devreye girdi.)
Yerele yetki devri ve bu slogana verilen anlamla herkese bulunduğu alanda söz ve karar hakkı tanındığı bir palavradır. Küresel düzeyden ulusal düzeye, ulusaldan yerel düzeye kadar tüm aşamalarda hâkimiyetini güçlendirecek önlemler alırken, emperyalizm, emekçi sınıfların burjuva devleti eleştirirken ileri sürdükleri demokrasi talebini, içini boşaltarak kullanmaktadır. Kuşkusuz bu eleştiri ve taleplerin önce sınıfsal karakteri dejenere edilmekte, mali sermayenin çıkarlarına uygun hale getirildikten sonra, dünya emekçilerine, yıllardır dile getirdikleri taleplerin karşılandığı propagandası yapılmaktadır. Kitlelerin burjuva demokrasisine duydukları hoşnutsuzluk böylece hem eritilecek hem de mali sermayenin yeni düzeni güçlendirilecektir.
Klasik liberal demokrasinin başlıca ilkelerinden olan yasama, yürütme yargı ayrılığını, emperyalizmin güncel ihtiyaçları kapsamında, tekellerin uluslararası örgütlerine; emperyalist devletlerin ortak organizasyonlarına bırakarak birleştirmeye ve bu süreci ulus devletler içinde kolaylaştıracak düzenlemeyi öngören neoliberal demokrasi kapsamında yerel önlemler, aynı zamanda ulusal ölçekteki düzenlemelerle de destekleniyor. Tamamen IMF’ye bağımlı olarak çalışan, üyelerinin yüksek maaşları IMF kredileriyle garanti edilen “üst kurullar” bu amaca hizmet etmektedir. Türkiye’de enerjiden telekomünikasyona kadar pek çok sektör, ilgili bakanlıklar devre dışı bırakılmak suretiyle, üst kurullara bağlandı. Devlet bürokrasisinin geleneksel ayrıcalıklarını gideren, yasama ve yürütme organlarının üzerinde özerk, ama IMF’nin acentesi olarak çalışan üst kurullar, mali sermayenin müdahalelerini dolaysızlaştırma ve engebeleri düzleştirme işlevini görüyorlar.
Durum buyken, küresel-ulusal-yerel düzeylerde kurulup yaygınlaştırılacağı söylenen neoliberal demokrasinin başlıca özelliğinin, demokratik katılımı tabandan sağlayacak ideal bir demokratik örgütlenme olduğu ileri sürüldü. Burjuvazinin ilk demokratik kavramlarından “Toplumsal Sözleşme”, dönemin ruhuna uygun olarak küresel sözleşme kavramıyla yer değiştirdi. Bu sözleşmeye göre, küresel kararlar, BM gibi çok devletli örgütlerin, artı tekellerin, artı sivil toplum örgütlerinin (NGO veya STÖ) karar alma süreçlerine katılmasıyla alınacaktı. Bu sözleşmenin ulusal düzeylerdeki karşılığının devlet (bürokrasi), artı sermaye, artı STÖ’ler olması; formülün, yerel yönetimlerde de, yerel çerçeve içindeki karşılıklarının denkleme yerleştirilerek uygulanması öngörülmektedir.
Sermayenin örgütlenmiş hali olan devletin özerk olduğunu; sivil toplum örgütleri derken de, emekçi örgütleriyle sermayenin örgütlerini aynı kefede tartarak hepsini birden eşitledikten sonra, sermayenin de, sözde devlete uzak olduğunu ima eden bu çarpık formül, aslında karar alma süreçlerinin her düzeyinde sermayenin ağırlığını ve kontrolünü artırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla yönetişim formülü, 20. Yüzyılda sınıf mücadelelerinin, ulusal mücadelelerin, anti-faşist mücadelelerin, insan hakları mücadelelerinin önemli kazanımlarla çerçevesini genişlettiği ve emekçi sınıfların, manevra alanlarını gün geçtikçe çoğalttığı liberal demokrasinin, sermaye açısından, handikaplarını giderme kaygısıyla hazırlandı. Dünya emekçilerinin, yerel-ulusal-küresel düzeylerde mali sermayenin soluğunu enselerinde duyacakları; uluslararası mali sermaye örgütlerinin ve ulusal düzeyde de devletin, denetimi dolaylılaştıran, müdahaleleri zorlaştıran, karar alma süreçlerini uzatan ve sınıfsal dengeleri göz etmek zorunda bırakan klasik temsili biçimlere kıyasla; yönetilenleri, daha yakın temasta kontrol edip yönlendirebileceği bir demokrasi biçimidir bu. Ve kuşkusuz bütün süslü ideolojik cilasına karşın, gerici ve faşizan bir içeriğe sahiptir. Yönetişim, her şeyden önce, karar alma süreçlerini tabana yayma iddiasının ardında, geniş emekçi kitlelerinin demokrasiden, siyasetten uzak tutulmasını, kitlelerin örgütsüzleştirilmesini, sermayenin hegemonik etkisini artırmayı amaçlayan siyasal bir biçimdir.
Yönetişim demokrasisinin emekçileri burjuvazinin çıkarlarına entegre etmede kullandığı en önemli düzey olarak yerel yönetimlerin çıkarılması da, bu hegemonik etkinin, tüm toplumun hücrelerine dek, hiçbir alan boş bırakılmadan kurulmak istenmesinden kaynaklanıyor. Yerel sözcüğünün işyerlerinden, mahallelerden okullardan apartmanlara kadar; insanların birlikte bulundukları her yer anlamına getirilerek kullanılması da bunun göstergelerinden biridir. Birincisi; sözcüğün kapsayıcılığının bu denli genişletilerek kullanılması, yerelin ekonomik ve politik bir birim olarak saptandığı gerçeğini gizler: Örneğin, İstanbul gibi kentleri, “dünya kentleri” kurma projesi kapsamındaki teşviklerle, mali sermayenin işgaline bırakacak; endüstri bölgeleri (Bush, ABD ziyaretinde Ecevit’e, yönetişimin yanı sıra endüstri bölgeleri dayatmasında bunun için bulundu) ve serbest ticaret bölgeleri kurulması dayatmalarıyla da, sömürünün biçim ve olanaklarını çoğaltacak olan stratejik bir yerel kavramının tartışılmasını engeller, ikinci olarak, karar alma ve katılım süreçlerini apartmanlara, okullara, mahallelere indirgediği ölçüde de, kitlelerin merkezi politikalar hakkında tutum alabilecekleri örgütlü ilişkilerin kurulmasının önünü, onları günlük yaşamın apolitik kaygılarına boğarak keser. Ve bir kentte veya semtte yaşayanlar, yerel hizmetlerle ilgili herhangi bir konuyu tartışmaya çağırıldıklarında da, bu, uluslararası tekellerin faaliyetlerine veya kentlerde gelişen mafyatik ilişkilere, -özelleştirmeler ve işsizlik, sendikasızlaştırma gibi alt yapıların hazırlanma sürecini takiben- kendilerinden onay istendiği içindir: Yerel düzeylerde oluşturulan ve o yerelde bulunan her sınıftan unsurları içermesi beklenen yönetişim organlarının, bir koalisyon gibi çalışarak, ortak kararlar alması beklenmektedir. Bu kararların nasıl alınacağını ise, kuşkusuz sermayenin emekle ilişkisinin düzeyi belirlemektedir:
“Ortaya çıkan yerel koalisyonda diğer yerel birimlerle yarışılan bir ortamda, çalışan sınıflara genellikle daha düşük ücrete razı olarak -kendi yerel birimlerine (gezinen) sermayeyi çekme görevinin de düşeceği açıktır… Burada tercih, yatırımı başka yerel birimlere kaptırarak işsizliğe razı olmakla daha düşük ücrete rıza gösterip kendi yerel birimini çekici hale getirmek arasında yapılacaktır. Üstelik sermaye bir yere çöküp burada sonsuza kadar kalma eğiliminde değildir. Hareketliliği yüksek sermayeyi, işçi ücretlerini düşürerek ve özendirici şemalar geliştirerek bekleyen alternatif birimler vardır. Böyle bir tehdit, yerel işçi sınıflarını disipline edip ücretlerini artırma talebinde bulunmamaları için baskı oluşturmaktadır. Bu ise, sonuçta bir yandan işçi sınıfının ulusal düzeyde örgütlenmesinin mantığını ortadan kaldırırken, genelde ücretleri aşağı çeken bir yapı yaratmaktadır.” (Tarık Şengül, Küreselleşme; Derleyen, E. Ahmet Tonak içinde, İmge yayınları, s. 135)
Sözde yönetilen ile yöneten arasındaki ayrıma son verdiği iddia edilen, gerçekte ise, uluslararası tekellerin dünya yüzündeki denetimini ve iktidar olanaklarını güçlendiren yönetişim demokrasisinin, “kent konseyleri”, “kent kurultayları” adı altında (Bunun için Türkiye’de, İzmir -ilk kent parlamentosu uygulaması Aliağa’da başlatıldı-, Antalya, Bursa ve GAP gibi pilot bölgeler seçildi. Çerçeve içindeki Habitat Raporu’nda, bu “sivil toplum demokrasisi”nin hangi işlerle iştigal olduğu da görülüyor.) oluşturulan koalisyon aygıtları, şimdi artık, uluslararası şirketlerin karşısında mal ve sermaye satın alacak birer müşteri haline getirilen yerel yönetimlerin karar mekanizmalarına, bu şirketlerin doğrudan doğruya katılabilmesinin olanaklarını açmaktan başka bir anlama gelmiyor. Yönetişimin başlıca iki argümanı olan ve “doğrudan demokrasi”, “taban katılımı”, “çok kültürlülük”, “çok seslilik” gibi kamuoyuna yönelik şık sloganlar eşliğinde gündeme getirilen sivil toplumculuk ile farklılıklar politikası da, tabanın değil tavanın; emekçilerin değil uluslararası sermayenin, halkın değil devletin çıkarlarını güçlendirmek üzere dile getiriliyor. Yönetişimin gerici içeriğini gizleyen cilalı söylem, tamamen bu iki kavramla oluşturulmuştur.

C- SİVİL TOPLUMCULUK
Kapitalizmin ilk dönemlerinde “görünmeyen bir el” tarafından düzenlendiği varsayılan pazarı, siyasal iktidarın müdahalelerinden korumayı amaçlayan talebin söylemi olan “sivil toplum”, kapitalizmin bundan önceki değişik dönemlerinde olduğu gibi, 90’lı yıllarda da, yeniden hatırlandı ve kavramın geleneksel içeriği güncelleştirildi. Şimdi “sivil toplum”, mali sermayenin güncel ihtiyaçlarının karşılığı olan neoliberal politikaların yaygınlaştırılması sürecinde, devlet ile ekonomi, emekçi sınıflar ile devlet, iktisat ve politika arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılması amacıyla kullanılmaktadır. Geri ulus devletlerin bağımlılıklarının olduğu kadar, sermayenin merkezileştiği ülkelerdeki devletlerin dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin pekiştirilmesini öngören küreselleşme süreci; bütün bu “kapitalist perestroyka” sürecinde, ekonominin sözde politikadan ayrışması
tabiriyle, gerçekte, dünya emekçilerinin politik sorunlara müdahale etmelerinin yollarını ortadan kaldırmaya çalışırken, mali sermayenin de, hem bu alt sınıfların politik müdahalelerinden kurtulmasını, hem de ulusal sınırlar içindeki bürokratik işleyişin oyalayıcı süreçlerinden arınmasını öngörüyor.
Sivil Toplumcu tezler, her zaman devletin, toplumun üstünde ve ötesinde toplum karşısında tamamen özerk ve aşkın bir varlığının olduğu varsayımından hareket etmişlerdi. Siyasetin, toplumsal bir ilişki içinde gerçekleşen ekonominin dışında oluştuğunu ima eden idealist özerklik tanımı, aynı zamanda, devletin, bu toplumsal ilişkilere içkin sınıf ilişkilerinden bağımsız bir varlığının da olduğunu ima ediyordu. Sivil toplum, aile kurumunun oluşturduğu özel alan ile devlete kadar olan bölgede, ekonomik ilişkilerden diğer toplumsal ilişkilere kadar her şeyin düzenlendiği, bu düzenleme işine kendiliğinden muktedir bir geniş hareket alanıydı. Karşılıklı pazarlık gücüne sahip emek ve sermaye arasındaki özgür ve belirlenmemiş bir ilişkinin imkânıydı ve devlet bu ilişkiye karışmamalıydı.
Öte yandan, mutlaklaştırılan özerklik tanımının mantıksal uzantısında çıkarılan bir başka sonuç da çoğunlukla şöyle olmaktadır: Devlet hiçbir sınıfın siyasal çıkarlarıyla bütünüyle örtüşmez. Yani hiçbir sınıfa ait değildir. Devlet, herkes tarafından “oluşturulabilen” bir oluşum, bir süreçtir!
Hem devletin bu özerkliğinin kabulü hem de bu kabulden çıkarılan mantıksal sonuç, devlet ile sivil toplumun birbiriyle karşılıklı konumlanmış iki alan olduğu saptamasından yola çıkar. Devlet, sivil toplumun; sivil toplum da, devletin zıttıdır! Oysa Marx, Aydınlanmacı düşünürlerden ve Hegel’den aldığı bu terimin idealist içeriğini deşifre ettikten sonra, devlet ile sivil toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi şöyle kurmuştu: Sivil toplum, kapitalist sömürü ilişkilerinin cereyan ettiği, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın yaşandığı alan ve devlet de, bu sömürü ilişkisinin öznesi olan sınıfın yani egemen sınıfın sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan aygıttır. Devletten bağımsız bir sivil toplum ile sivil toplumdan tamamen kopuk “özerk” bir devlet aygıtının varlığı söz konusu değildir. Ancak sivil toplum, homojen bir bütünselliğe sahip, sınırları kapalı bir alan değildir. Aynı zamanda, sınıf mücadelelerinin de alanıdır. Ve bu mücadele, devlet iktidarının ve sivil toplumun, birlikte radikal değişimini gerçekleştirecektir.
Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde, dönemin politik polemiklerine yanıt vermek üzere kullandığı sivil toplum kavramını sonraki eserlerinde bir daha anmadı. Ama bu burjuva kavram, zaman zaman Marx’ın bu kitabı referans gösterilerek kullanılmaya devam etti.
Bugün, burjuvazinin çocukluk dönemindeki tartışmalarına geri dönen küreselleşme stratejistleri, ekonomik ve politik ilişkileri birbirinden ayırdıkları bir sivil toplum ve devlet ikiliğinden hareket etmeye, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Tek farkla ki, geçmişte feodal zorbalığın kısıtlayıcılığı karşısında “sivil toplum”un liberal burjuvazinin tek “sığınağı” oluşunun tersine, şimdi devlet iktidarı, bütünüyle mali sermaye ve tekellerin elindedir. Dolayısıyla bugün görünüşte kendi devletleri karşısında özel bir ağırlık atfettikleri “sivil toplum”, emekçileri, düzene ve kuşkusuz devletlerine bağlamaya yöneldikleri tamamen aldatıcı bir kavrama dönüşmüş bulunuyor. “Sivil toplum” kavramıyla yapılmak istenilen, toplumun “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle olduğu” mistifikasyonunun güncel koşullarda yeniden üretilmesidir. Öyle ki, bu durumda toplumun tamamen dışında ve üstünde özerk bir aygıt olarak bulunan devletin karşısına yerleştirilen sivil toplumda, ne sınıflar ne de sınıf mücadelesinin varlığının sözü edilmektedir. Zaten sivil toplum denilen şeyin, tamamen bu sınıfların karşılıklı ilişkileri tarafından oluşturulduğu; emekçi sınıfların mücadelelerine bağlı olarak egemen sınıf hegemonyasının değişik biçimler aldığı, yöntemler kullandığı, ama kapitalist sistemde, önünde sonunda bu hegemonyanın üretildiği alan olduğu gerçeği gizlenmektedir.
Oysa egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Dolayısıyla devlet örgütlenmesi hangi sınıfın elinde ise, sivil toplumu şekillendiren fikirler de bu sınıfın fikirlerinden oluşacaktır. Ve bu durumun değiştirilmesi, ancak, alt sınıfların devlet halinde örgütlenmesini sağlayacak olan bir devrim ile mümkün olabilecektir. Kuşkusuz şimdiye kadar sınıf mücadeleleri burjuvazinin hegemonik süreçlerinde önemli çatlaklar da yarattı. Bunlardan en önemlisi, burjuva devlet aygıtının sınıfsal özelliklerinin deşifre edilmesi ve bu eleştiriyle birlikte toplumun üzerinde sınıflar üstü özerk görünümüne ilişkin burjuva mistik/aldatıcı yargıların parçalanmasıydı. Dünya emekçileri nezdinde burjuva devlet, propaganda edildiği gibi, hiçbir zaman “herkesin devleti” yapılamadı, böyle bir görünüm kazanamadı. Bu durum ise, dünya egemen sınıfları açısından hep bir tehdit kaynağı olarak kalmıştır. Küreselleşmeci yeniden yapılandırma koşullarında, sınıf mücadelelerinin yol açtığı geçmiş yangınlardan ders alan mali sermaye egemenliği; bu kez, yangından ilk kurtarılacak aygıt olan devleti, ideolojik olarak kamufle edecek ve iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen toplumsal sınıflardan hem fikri hem de nesnel olarak uzaklaştıracak, ama onların eleştirilerine ve tepkilerine “yanıt” verecek formülü, sivil toplumculuğun kurumlaşmasında buldu. Böylece devlet, topluma yayılacak; hiçbir sınıfın malı olmayacak, devlet kitleleri değil, kitleler devleti yönetecekti! Yönetme ve yönetilme ilişkisinin baş aşağı çevrilerek kavramsal bir işleme tabi tutulması (“Yönetişim” kavramı da, aynı gerekçeyle ve buna uygun olarak türetilmiştir. Artık, tek yanlı bir yönetme-yönetilme ilişkisini tanımlayan, özel olarak yönetmeyi, yöneticileri ve dolayısıyla devleti varsayan, hatta vurgulayan “yönetim”, İngilizcesiyle “government” kavramının geçersizliği ve “çağdaş” toplumsal siyasal ilişkileri karşılamadığı ileri sürülerek, yerine, karşılıklılığı, çok taraflı katılımı, yöneten-yönetilen bölünmesinden yönetilenin olmamasına ya da herkesin yönetilirken aynı zamanda yönetmesine geçildiği, “yönetişim”, İngilizcesiyle “governance” kavramı ikame edildi.) elbette dünya çapındaki nesnel reorganizasyonlardan gerekli sonuçlar da çıkarılarak, takviye edildi. Devletin ulusal ve sosyal karakterine yönelik işlemlerle, artık devletin küçüldüğü, hatta Marksist terminolojiden alınan ve komünizm-devlet ilişkisini anlatmak için kullanılan bir kavramla “sönümlenmeye” gittiği iddia ediliyordu. Devletin sönümlendiği noktada ise artık, halkın kendi kendisini yönettiği gerçek demokrasiye geçildiği ilan edildi. Böylece aslında sosyal ve ekonomik yüklerinden arındırılan ve saf bir şiddet aracı haline getirilen devletin ve sermayenin her türlü müdahalesinin dolaysızlaştırıldığı; denetimin ve zorun doğrudan uygulanabileceği bir alan açan sivil toplumcu projenin başlıca yönelimi belirlenmiş oldu. “Sivil toplum”, bireysel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, hantal ve bürokratik, bireye hiçbir hareket imkânı ve ifade hakkı tanımayan devlet aygıtının yerine geçirilecekti! Oysa bu kavramın kullanıcılarına bağlı olarak, bireysel hak ve özgürlükler, geçmişte neyi ifade ediyorsa, şimdi de aynı şeyi ifade etmektedir; girişimci burjuvanın (şimdi tekeller) sömürü ilişkilerinde yasalardan, kayıttan-kuyuttan kurtulmuş varlığının baki, sömürülenlere yönelik korumacı önlemlerin yok olduğu bir özgürlük ortamıdır bu.
Sivil toplum, başlangıcında olduğu gibi, toplumsal hayatın, ticaretin emek sermaye arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi olarak yine “görünmez bir el”i ima etmektedir. Ama bu el, bu kez -kuşkusuz yine dolaysızca “piyasa”ya, ama yanı sıra ve siyaseten- “sivil toplum örgütleri” denilen toplumsal “aktörler”e yakıştırılmaktadır. Aktörlerin bedenini ise, sermayenin ulusal ve uluslararası çıkarlarını kollayan aygıtlar ve başta DTÖ olmak üzere uluslararası tekellerin uluslararası örgütleri oluşturmaktadır. (Kayseri Genç Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (GESİAD) düzenlediği “ABD ile ticari ilişkilerimiz” konulu konferansa katılan ABD büyükelçisi Robert Pearson, şunları söyledi: “Kayseri iş toplumu kentin dokusunu destekleyerek sivil toplumun büyümesine katkıda bulunmuştur. Bu bakımdan Kayseri bana Chicago, Cincinatti ve Minneapolis gibi Amerika’nın ortasındaki muhteşem kentleri hatırlatıyor. Buralarda aile şirketleri kalıcı işler kurmuşlardır ve girişimciler kendi kentlerinin kültürel ve manevi yaşamlarının canlılığına katkıda bulunmuştur. Eminim ki, Türkiye’de bizimle ticaretin lokomotif rolünü üstlenecek şehir Kayseri olacaktır… Ticaretimiz dengeli ama çok düşük. Bence ABD pazarlarında rekabet edebilmenin planlamasını yapmak, üreticiler bakımından stratejik zorunluluk. Kayserili üreticiler bunu yapacak yeteneğe sahiptir. (Radikal 6 Mart)) Emperyalist tekellerin ve onların küresel yasama, yürütme ve yargı organı haline gelmiş kuruluşlarının komuta hiyerarşisinde emir eri konumuna düşen ulus devletlerin tamamlayıcı karşıtı olarak çıkarılan yerel, ulusal ve hatta küresel “sivil toplum örgütleri”nin, bu hiyerarşik düzen içinde görevlendirilmesi de, demokrasinin yeniden yapılandırılması adı altında; toplumsal hayatın liberalize edilmesi, tüm toplumsal ilişkilerin piyasaya açılmasını amaçlamaktadır.
Toplumsal mücadelenin siyasal erki ele geçirmeyi hedeflemekten vazgeçmesi ve sınıfın, uluslararası sermayeyle, parçalanmış ve örgütsüz olarak karşılaşması amacına ulaşmak üzere gerekenlerin yapılması için de, bu “el”, elinden ne gelirse yapmaktadır ve ona STÖ’ler yardımcı olmaktadır.
Ama elbette, gerçeği gizlemek üzere, STÖ’ler ile ilgili bir heyecanlı masal da üretildi. Küreselleşme rüzgarlarına dayanamayıp savrulan, esnek çalışma, taşeronlaştırma uygulamalarıyla ve sendika bürokrasilerince işlevsizleştirilen sendikalarla; patron örgütleri, çeşitli kitle örgütleri veya değişik nedenlerle kurulmuş bütün organizasyonların, her birinin, aynı kefeye, eşit statüde doldurulduğu “sivil toplumcu” konseptin, sözde toplumun bütünleşmesini ve birleşmesini sağlayarak, herkese hoşgörüyü öğreteceği propaganda edilmektedir. Bu propagandayı şöyle anlamak gerekir: Sivil toplumcu demokrasi projesi aslında, sınıf mücadelesini; sınıfın örgütlerini kontrol altında tutmak yoluyla körelten, bu örgütlerin dağılmasıyla sonuçlanacak ekonomik ve politik önlemleri daha başında ilkesel olarak kabul eden, emekçileri sermaye karşısında savunmasız bırakarak sınıf işbirliğine zorlayan ve böylece her türlü örgütsel ve eleştiri silahlarından yoksun bırakan bir projedir. Yönetişimle kurulan sacayağıyla da (yerel ve ulusal bürokrasi, sermaye ve STÖ’ler), bu niyet bir gerçek haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu sacayağının her kademesinde sadece sermaye vardır. Sermayenin hoşgörüsünün asıl karşılığı da, emekçilerin, sivil toplum eliyle sindirilmesi faaliyetinden başka bir şey değildir.
Bu bakımdan denebilir ki, devlet ile mesafeli duruyormuş gibi gösterilen sivil toplumculuğun devlet ile ilişkisi, bir kez daha dolaysız olarak ortaya konmuştur. Çünkü sivil toplumculuk, politik iktidar hedefinden vazgeçirilmesi hedeflenen işçi sınıfının, gerçekte demokratik süreçler dışında bırakıldığı, geçmiş demokratik kazanımlarının iptal edildiği, sermayenin ulusal ve küresel politikalarının pasif mutabıkı haline getirildiği bir ideolojik kurgudur.
Ve sivil toplumculuk, devletin sınıflar-üstü, sivil toplumun da etkili bir demokratik denetim odağı olduğu ve kitlelerin, demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum örgütleri vasıtasıyla katılacağı iddialarına rağmen, “devlet eliyle oynanan “bir oyun”dur. Bu doğrultuda Türkiye’de de sık sık provalar yapıldı. Eski sağ ve sol liberallerin de, bu konseptin kavramsal çerçevesinin oluşmasına katkıda bulunmada birbirlerinden cevval davrandığı görülmektedir. 28 Şubat sürecinde kitlelerin devlet politikalarına kenetlenmesi için yapılan “sivil topluma” yönelik çağrılar, deprem döneminde devletin karşılaması gereken zarar ziyanın yaptıkları iş karşılığında taltif edilerek STÖ’lere havale edilmesi, “bir dakika karanlık” eylemleri sırasında ilan edilen “sivil seferberlik”; hep “sivil toplumcu” bir “demokrasinin provaları arasında yer alıyor. Süleyman Demirel’in, cumhurbaşkanlığı sırasında, TÜSİAD ve TİSK gibi burjuva örgütlerinin yanı sıra sendikaları ziyaret etmesi, yine hem işçi hem işveren örgütlerini bir araya getiren Ekonomik Sosyal Konsey’in kurulması ve güçlendirilmeye çalışılması, hep bu oyunun birer sahnesidir. Bütün bu uygulamalar, sivil topluma yapılan övgülerin, aslında, örgütsüzleştirilmiş, dolayısıyla sınıf mücadelesinin araçlarından ve bilincinden uzaklaştırılmış kitlelerin yönetilebilmesini kolaylaştıran araçlara övgü olduğunu gösteriyor.
Bir bakıma Sovyetler Birliği’ndeki yerel Sovyet aygıtlarından esinlenen, ancak bu aygıtların kötü bir kopyası haline getirilen, Sovyetler Birliği’ndeki gibi emekçilerin, ulusal düzeydeki karar alma süreçlerine doğrudan katılımlarını garanti etmeyi değil de, kapitalizm koşullarında yönetilenlerin yaşamlarını ağırlaştıracak kararlar alınırken bu kararların içeriği ve ulusal-küresel boyutları konusunda bilgilenmelerini engellemeyi, tavır almalarını ve örgütlenmelerini zorlaştırmayı gözeten sivil toplumcu demokrasi, bu yönüyle gerçekte, yerelleşme ve katılım gibi şık argümanlarla gizlenen politik bir müdahaledir. (Arjantin’de IMF-DB politikalarına karşı geçtiğimiz aylarda ayaklanan kitleler, dünya çapında önemli bir örnek oluşturdu. Ancak Arjantin emekçilerinin bu patlaması örgütsüz ve kendiliğindendi. Bu yüzden kolaylıkla yatıştırılabilir, kontrol altına alınabilir, başka menzillere kanalize edilebilir mahiyetteydi. Eylemler sırasında halkın kurduğu semt meclisleri, bu yüzden tekelci sermaye çevrelerinin ilgisini çekti. Her sınıftan her kesimden insanların bir araya geldiği bu oluşumlarda yer alanların siyasilere ve politikaya düşmanlıkları yüceltildi. Örgüt düşmanı anarşistlerin de desteklediği politikasızlık, yaygın bir değer olarak kutsanıyor ve körükleniyor. Gelişmeler, ayaklanmanın ortaya çıkardığı bu kendiliğinden konseylerin (katılımcıları “işsizler, tüccarlar, aktivistler, tasarrufçulardan oluşan gruplar” olarak anılıyor) neoliberal demokrasinin hanesine kaydedilmesi ve birer yönetişim aygıtı haline gelmesi için, sermayenin boş durmadığını gösteriyor. Bunun için mevcut demokrasinin işleyişi eleştirilmeye, kent konseylerinin yaratacağı olanaklar değerlendirilmeye başlandı. (Bkz. Günlük Evrensel, 19 Mart 2002, s. 7)

D- KİMLİK POLİTİKALARI
Neoliberalizmin yönetişim “demokrasisi”nde sınıf mücadelesini yatıştırmak, denetleyebilmek ve engelleyebilmek amacıyla toplumsal yapıda gerçekleştirilmek istenen düzenlemelerin biri de, “kimlik politikaları” kavramıyla anılmaktadır.
“Kimlik politikaları”, insanların her birinin belirli sınıflara mensup oldukları ve son tahlilde bu konumlarının belirlediği çıkarlara göre hareket ettikleri gerçeğini reddeder. Sınıfsal olmayan aidiyetlere birincil derecede önem atfederek, toplulukları etnik, milli, dinsel, cinsel kimliklerine göre böler ve kategorilendirir. Yönetişim ilkesine göre, hiç kimsenin nesnel konumuna, yani üretim ilişkilerinde bulunduğu pozisyona uygun bir kimliği yoktur. Kimlikler, ya fikri tartışmalar sürecinde oluşur ya da başka başka pozisyonların bileşiminden oluşan birçok kimliklilikten söz etmek gerekir. Bir kişi, aynı anda hem savaş karşıtı olabilir, hem de bulunduğu bölgeye yabancı sermayenin yatırım yapmasını destekleyebilir, hem özelleştirme karşıtı hem AB yanlısı olabilir, hem Afganistan müdahalesini protesto edebilir hem MGK politikalarını destekleyebilir. Bu tutumlar arasında içsel bir tutarlılık olması gerekmez. Bir gün şöyle bir başka gün böyle düşünülebilir. Etnik kimlik veya dinsel kimlik, bir kimsenin işçi veya işveren olması kadar belirleyici bir kimliktir. Üstelik hangi kimliğin belirleyici olacağı konuya ve duruma bağlıdır vs…
Sınıfsal konumları “çok kimliklilik”, “çok kültürlülük” söylemleri eşliğinde parçalamaya, dağıtmaya yönelik bölücü ve idealist bir müdahaledir bu. Hepsinden önemlisi de, emekçilerin ortak çıkarları etrafında birleşmesi ve örgütlenmesini, güçlü ulusal ve uluslararası örgütler kurmasını engellemeyi amaçlar. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin 20. Yüzyılda oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek kaygısındadır, ama mikro milliyetçilikleri kışkırtır, sınıfı etnik cemaatlere veya dinsel kimliklere hapsederek ortak ve genel bir politika geliştirebilmesini imkânsız hale getirecek düzenlemeler yaparken; düşman sınıflar ile yapay temas noktaları yaratıp sözde bir toplumsal barış için yatırım yapar.
Yönetişim, kitlelerin apolitikleştirilmesinin siyasal aracıdır. Mahallede, sokakta, okulda, işyerinde bulunduğu alanın, otoritelerce ortaya konulan sorunları hakkında kafa yormaya çalıştırılan ve bu sivil toplum koalisyonlarına ancak bireysel kimlikleriyle katılabilen, “çok kimlik”lerine parçalanmış sınıf üyeleri, asla iç ve dış politika konusunda ortak fikirler geliştiremeyecek, bu fikirler ekseninde hareket edemeyeceklerdir. Bu tür koalisyonlar, sermayenin yerel veya genel çıkarları için meşruiyet aradıkları ve bunu bulmayı umdukları birer araç olarak çalıştırılacaktır.
Yönetişim platformları, sınıf mücadelesini söndürmeyi hedefleyen, apolitik; ama iktidarın çıkarları doğrultusundaki politikalara onay veren şekilsiz oluşumlar olarak öngörülmüştür. Bu koalisyonlar burjuvaziyle birer uzlaşma alanı olurken, kuşkusuz, emekçi sınıflar arasında potansiyel düşmanlıkları da körüklemektedir. Ancak politik bir örgütlenme sürecinde sınıf olabilen işçi yığınlarının, ilkel kimliklerin öne çıktığı cemaatlere bölünmesi; bir savaş makinesi olan emperyalizmin her hamlesinde, kitlelerin kendi çıkarlarıyla çelişen tutumlara sürüklenmelerini olanaklı kılar. Bu ise, daha kolay yönlendirilebilirlik demektir. 11 Eylül’den sonra dünyanın gündemine Huntington’dan alınmış bir kavram ile “Medeniyetler Savaşı” söylemini sokan ABD kurmayları, dünya işçi sınıfını da, bu geri kimlikleri kışkırtmak suretiyle bölmeyi ve yedeklemeyi ummuştur. Dolayısıyla, yerel kimlik politikalarıyla işletilen yönetişim süreçlerinin, küresel süreçlerle de ilişkisi vardır ve bu süreçler, mali sermayenin jeostratejik hesaplarına uygun geliştirilmektedir.
“Avrupa Birliği Kopenhag Kriterleri” kapsamında, üye ülkelere bir politik uyarlanma ilkesi olarak önerilen “Çok Kültürlülük”, her uluslararası örgüt ve bloklaşmada gündemi ortaklaştıran mali sermayenin, emekçi sınıfları, milli ve kültürel kimliklerin belirleyici kılındığı bir ortamda bölüp parçalayarak, ortak bir sınıf politikası oluşturabilme yeteneğini köreltme planlarından biridir. Bizde de, Kürt sorununa bu pencereden bakarak çözüm arayan kimi siyasal partiler (HADEP gibi), kavramın çekiciliğinden kalkarak, dünyadaki öteki örnekleri veya bu konuda uzlaşan sağ ve sol muadilleri gibi, böyle bir uyarlanmaya gönüllü oluverdiler.
Sivil toplumcu ve yerelci yönetişim demokrasisinin ideolojik dolgu malzemelerinden biri olan çok kültürlülük, kitleleri feodal kimliklerinin gettolarına hapsettiği gibi, onların, karşıt sınıftan unsurlar ile milliyetçi, dinsel hatta cinsel kimlikler ekseninde bir araya gelmelerini kolaylaştırmaktadır.
Ancak ortak bir politika üretmeye ve kitleleri örgütleyebilme potansiyeline sahip olabilen her alt kimlik de, kendi içinde parçalanmış çeşitli öğelere ayrılmıştır. Milliyetçi kimlikler, emperyalizme karşı mücadelenin tetikleyicisi olma potansiyeli taşıdıkları ölçüde, ulusların içindeki etnik varlıklara yapılan vurgularla bölünmeye çalışılmakta; ezilen cinsin eşitlik mücadelesi de, kadınların çok kategorili bir katman olduğuna yönelik propagandayla bölünmektedir. Böylece kimlikler sermayenin işine geldiği biçimde ve sürece devamlı olarak işlem görmekte; her ülke, her bölge ve her durum için değişen ağırlıkta ve kah kışkırtıcı kah yatıştırıcı ideolojik motivasyon motifleri olarak kullanılmaktadır.
Farklılıklar politikası, insanların mücadele potansiyeli olan nesnel konumlarını “kimlik”lere indirgemekte, ama bu kimlikleri de, ikincil veya üçüncül öğelerine kadar parçalamakta ve sonuçta, herhangi ortak özellikli bir kitleyi, ortada sadece kişi kalıncaya kadar böldükten sonra, sözde birbirine benzemez, özdeşleşmez yapılara saygı duyma eğilimini tatmin etmeye değecek, ortada sadece birey kalmaktadır. Dolayısıyla sivil toplumun koalisyonu; her bakımdan örgütlenmiş sermaye ile birbirleriyle bir araya gelip örgütlenemeyen emekçilerin politik olarak temsil edilmelerinin mümkün olmadığı, öyleyse ancak eli kolu bağlı, benzersiz birer birey olarak hazır bulundukları bir burjuva koalisyon olacaktır. Tekelci sermayenin yeni “demokratik mahareti” budur.
Yirmi yıldır “Japon Modeli” olarak adlandırılan, Uzakdoğu’da mali sermayenin özel birikim tarzı sırasında oluşturulmuş “Kalite Çemberleri”nin, (Bkz. Semra Çaralan, Özgürlük Dünyası, sayı. 117–118) küresel bir model olarak ayrıntılandırılıp zenginleştirilmesi olarak da tanımlanabilen ve ilhamını bundan alan yönetişim, dünyanın sömürgeleştirilmesine ilişkin siyasal projelerden biridir. Kapitalizmin, liberal demokrasinin yetersiz kaldığı katılımcılık ve meşruiyet sorununa bir çözüm olarak geliştirildiği öne sürüldü. Tıpkı daha önceki yeniden yapılandırma dönemlerinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz koşullara da bir demokrasi biçimi belirleyen egemen sınıf; siyasal iktidarının geleceğini, bugün de yönetişim projesiyle kurgulamaktadır. 20. Yüzyılda gelişen ve artık emekçi sınıflar için çok önemli bir gelenek haline gelmiş sendikal mücadeleyi ve işçi sınıfının her ülkedeki -potansiyel ya da bir gerçek olarak var olan- merkezi politik örgütlenmesi ve mücadelesini önlenmeyi ve kitleleri atomize ederek dağıtmayı hedefleyen yönetişimin gerçek anlamı ve içeriği, laf cambazlıkları ve parıltılı söylemlerle gizleniyor.
Ancak hegemonik durum 20. Yüzyıldakinden ciddi biçimde farklılaşmış, dünya işçi sınıfı önemli ölçüde mevzi yitirmiş olsa da, bu sürecin kaçınılmaz ve engellenemez bir süreç olduğu söylenemez. Çünkü her şey mali sermayenin hareketinden ibaret, bu hareket de bir kader değil. Bir yüzyıl boyunca emperyalist tekelleri pusuda sabırla beklemeye zorlayan, küreselleşme atılımlarını sürekli sınırlamaya ve denge hesapları yapmaya zorlayan şey, en başta, yaygın işçi sınıfı mücadelesiydi. Küreselleşmenin aynı zamanda sınıf mücadelelerini kışkırtan boyutlarını görmeksizin, uluslararası sermayenin başarıları karşısında büyülenenler ya da umutsuzluğa kapılanların, daima hatırlaması gereken de budur. 20 yüzyıl sosyalizminin ve ona ödün olarak kurulan sosyal devlet ile liberal demokrasinin tarihsel olduğunu (kimileri neredeyse bu süreci bir sapma olarak değerlendirecekler) öne sürerek burun kıvıranlar, mali sermayenin bugünkü pervasız egemenliğinin ve bu egemenliği güçlendirmek için yapıp ettiklerinin ve başarılarının da bir tarihsellik taşıdığını, bilinçli olarak görmezden geliyorlar; gizliyorlar. Ama bu başarılar, kendisini, sınıf mücadelesinin şimdiki düzeyine borçludur. Sınıf mücadeleleri ise, sınıflar var olduğu sürece bitmeyecek, engellenemeyecek olduğuna göre; emperyalist tekellerin küreselleşme başarılarının tarihsel birer illüzyon olarak kalmak zorunda olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Geçen yüzyılın büyük devrimcisi Rosa Lüksemburg “ya sosyalizm ya da barbarlık” demişti. Seçmek mümkün, ya bu süreç barbarlığa evrilecek ya da kapitalizm yıkılacak.

EK BÖLÜM:

HABİTAT II, “ÜLKE RAPORU -YÖNETİŞİM ALT BÖLÜMÜ”nden Ağustos 2000
“… İzmir Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde, merkezi ve yerel yönetimlerin, üniversitelerin, STK’ların, meslek odalarının, özel sektörün ve sendikaların katılımı ile İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları başlatılmıştır. Kurulan Kent Konseyi, her ay toplanmakta ve Büyükşehir Belediyesi’nin yürütmekte olduğu ve hedeflediği projeler tartışmaya açılmaktadır… Antalya Kent Konseyi ise, yerel yönetimin halk tarafından denetlenmesi konusunda iyi bir örnek teşkil etmektedir; özellikle arazi tahsisleri gündeme alınarak bu tahsislerin yöreye, ekonomisine ve sosyal yaşamına katkıları tartışılmakta, yerel protesto eylemleri düzenlenmekte, ilgili kamu kurumları nezdinde başvurular yapılmaktadır… Kent Konseyi uygulamalarından başka Kent Parlamentoları da, kentlinin yönetime katılımında ve çok aktörlü yönetim anlayışının hayata geçirilmesinde önemli bir etkendir.
… Bursa 2020 Çevre Düzeni Planı’nın hazırlanması aşamasında (1995–98) bilim adamları, özel sektör, merkezi ve yerel yöneticiler yer almıştır. Strateji Planlarının izlenmesi ve güncelleştirilmesi amacıyla 2000 Mayıs’ında katılımcı tekniklerin uygulanmasında uzman bir kuruluşla bir dizi toplantı yapılmıştır. İlk aşamada çalışmaya katkıda bulunan tarafların karar verici düzeydeki temsilcilerinden oluşan yürütme kurulu toplantısı yapılmış, çalışmanın kurgusu oluşturulmuş ve Bursa’yı temsil edebilme profiline uygun genişletilmiş yürütme kurulu belirlenmiştir.
GAP Bölgesi’nde, GAP’ın tümüyle devreye girmesi sonucu, Bölge’de oluşacak yoğun sosyal ve ekonomik faaliyetlerin çok önemli bir bölümü kent merkezlerinde yer alacağından, bu faaliyetlerin mekânda dağılımını düzenlemek ve kentlere yönelik nüfus baskısını azaltmak amacıyla düzenlenen imar planlarının hazırlanmasında, ilgili tüm tarafların katılımının sağlanması ve bu katılımın zaman içinde kendiliğinden, yani tabandan-tavana bir oluşumun gerçekleştirilmesi için katılımcı imar planlama çalışmaları başlatılmıştır. Örnek projelerle başlayan bu yaklaşımlardan elde edilen deneyimler GAP Bölgesindeki tüm imar planı çalışmalarına yansıtılacaktır. Katılımcı imar planlama yaklaşımıyla GAP Bölgesi’nde şimdiye kadar İslâhiye (Gaziantep) ve Karaköprü (Şanlıurfa) imar planları yapılmıştır. Söz konusu çalışmalar 1996–99 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. İmar planlama sürecinde yer alan “plana itiraz” konusunun, anılan bu çalışmalarda oldukça az bir düzeyde bulunması, böyle bir yaklaşımla imar planı üretiminin, uygulama evresinde sorun yaratmayacağının ve dolayısıyla başarılı olduğunun göstergesidir.
GAP İdaresi tarafından (Türkiye Kalkınma Vakfı ve Bölge İl Valiliklerinin işbirliğiyle) Bölge’de, entegre, katılımcı ve sürdürülebilir bir yaklaşımla, Çok Amaçlı Toplum Merkezleri (ÇATOM) kurulmuştur. ÇATOM’lar GAP Bölgesindeki kentlerin daha çok kırdan göç etmiş yoksul hanelerin oluşturduğu gecekondu mahallelerinde ve kadınların marjinalleştiği merkezi nitelikli köy yerleşimlerinde kurulan topluma dayalı merkezlerdir. 1995 yılı sonu ve Haziran 1999 sonu itibariyle 22 ÇATOM ile yaklaşık 25 bin kişiye ulaşılmıştır. ÇATOM’ların 2010 yılına kadar özerk bir yapıya kavuşarak sivil toplum kuruluşu halinde bölge kadınına ve nihai hedef olarak topluma hizmet götürebilecek hale gelmeleri hedeflenmektedir.
GAP İdaresi çeşitli çalışmalarında sivil toplum örgütleri ile kalkınma sürecinde ortaklık ve işbirliği yapma yönünde çabalar geliştirmiş ve projelerinde sivil toplum örgütleri ile çalışmaya önem göstermiştir. Bir takım projelerin uygulanması sivil toplum örgütlerine delege edilmiştir. GAP ile meydana çıkmaya başlayan iş ve yatırım ortamına katılacak olan Bölge içi ve Bölge dışı potansiyel girişimcileri özendirmek ve bu girişimcilere ihtiyaç duyacakları bilgi ve danışmanlık hizmetlerini sağlamak amacıyla GAP-Girişimci Destekleme ve Yönlendirme Merkezleri (GAP-GİDEM) kurulmuştur. GAP-GİDEM modelinin diğer ortakları TKB (Türkiye Kalkınma Bankası), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), ve KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme Başkanlığı)’dir. Proje bölge ticaret ve sanayi odalarının etkin katılımı ile yürütülmektedir. GAP-GİDEM’ler yarı-otonom, bürokratik uygulamalardan arındırılmış, esnek ve dinamik bir yapıda örgütlenmişlerdir…”
“… Sivil Toplumcu anlayışın taleplerinin başında kapitalist sistemin reform edilmesi geliyor ve anlayış; bu reformun ancak demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının da dâhil edilmesiyle mümkün olabileceğini savlıyor. Karşıtlıkları -tarafların çeşitli tavizler vererek birbirlerine yaklaştığı- birer uzlaşmaya dönüştüren sivil toplumcu anlayışa göre, ortada bir sistem sorunu yok ve kapitalin terbiye edilmesi mümkün. Örneğin Euro-Med Partnership adlı Avrupa Birliği girişimiyle, aslında Avrupa’ya deniz ya da kara üzerinden sınırı bulunan ülkelerin serbest piyasa ekonomisine entegrasyonu ve bölge ülkelerinde serbest bölgelerin sınırlarının genişletilmesi hedefleniyor. Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkelerini de kapsayan bu “ortaklık” projesi, Akdeniz Bölgesi’ndeki sivil toplum kuruluşlarını da belli periyotlarda bir araya getiriyor ve STK’lara, bu ortaklık sonucunda bölgede oluşması muhtemel negatif çevresel etkilerin nasıl en alt düzeye çekilebileceği üzerine tartışmalar yaptırılıyor. STK’lar arası toplantıların önemli bölümü Avrupa Komisyonu tarafından finanse ediliyor. Ve bu yapılara karşıt bir görüş iletildiğinde ortaklaşılmış, tekleştirilmiş o cevap duyuluyor: “Yalnızca karşı çıkmakla bir sonuca varılamaz. Karşıysak bir de alternatifimiz olmak zorunda. Burada bizim alternatifimiz, olabilecek zararları en aza indirmek ve bu da yanlış bir hedef değil.” Bu tip toplantılarda örneğin, çevresel zararların sermayeye maliyetiyle, gerçekleştirilebilirliği arasındaki ilişki benzeri, aslında tartışmaların odağını oluşturması gereken kavramlar hiç tartışılmıyor ve çözüm önerileri, bu tip bölgesel paktların tek hedefi sermaye maliyetlerini en aza indirmek değilmiş ya da ekolojik dengenin bozulması ve çevresel yıkımın artmasının nedeni sermaye kârlılığının yükseltilmesi değilmişçesine geliştiriliyor. Sistem açısından bakıldığında hem o meşhur “şeffaflık” (transparency) sağlanıyor, yani sivil toplum, sermaye tarafından başlatılan girişimi başından sonuna kadar adım adım öğreniyor ve girişime meşruiyet kazandırılmış oluyor ve hem de buna rağmen bir karşıtlık oluşmamış oluyor; bunun yanında, bir şey hakkında çözüm önerileri geliştiriyorsanız o şey’in gerekliliğini de stratejik anlamda onaylamış oluyorsunuz. Yani STK’ların Euro-Med projesini madde madde masaya yatırıp; her bir madde hakkında öneri ve katkılar geliştirmesi, sivil toplumun projeyi stratejik olarak onayladığı anlamını taşıyor…” Gaye Yılmaz, Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü, İFMC-İKTİSAT DERGİSİ – Ağustos/2001

KAYNAKÇA:
Gencay Şaylan; Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, İmge Y.
Gülten Kazgan; Küreselleşme ve Ulus Devlet, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Taner Timur; Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, imge Y.
Lenin; Emperyalizm, Çeviren Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın
Paul Hirst-Grahame Thompson; Küreselleşme Sorgulanıyor, Çevirenler: Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi
E. Ahmet Tonak (Derleyen); Küreselleşme, imge Y.
Tim Liang-Colin Hines; Yeni Korumacılık, Çeviren: Teoman Türün, Kaynak
Karl Polanyi; Büyük Dönüşüm, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Y.
Seyla Benhabib; Demokrasi ve Farklılık, Demokrasi Kitaplığı
Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan, İlker Maga; Sivil Toplum: Devletin Büyümesi, YGS
Gülgün Erdoğan Tosun; Devlet-Sivil Toplum İlişkisi, Alfa Y.
Anthony Arbslater; Demokrasi, Doruk Y.
Bryan Turnen Eşitlik, Dost Kitabevi
Ozan Erözden; Ulus Devlet, Dost Kitabevi
Doç Dr. Birgül Ayman Güler, “Tekellerin Yeni iktidar Formüle: Yönetişim”, Röportaj: Şebnem Turhan, Evrensel Gazetesi, 5 Ocak 2002
EMEK Araştırma Dergisi, Genel-İş yayını, 2002/1

Lenin ve doğa bilimleri

Çeviren: Sema Saydı

(Makale, “Unter dem Banner des Marxismus”ta (Marksizm’in Bayrağı Altında) yayımlanan A. Maximov’un doğa bilimlerini konu alan dizi yazısının ikinci makalesidir. İlk makale, emperyalizm çağında doğa bilimlerinin krizine ilişkindir; üçüncü makaleyse, doğa bilimlerinin dönemdeki krizini ve felsefe okullarının mücadelesini incelemektedir. 1933’te yayımlanan elinizdeki makale, derginin 7. yıl, 4. sayısından çevrilmiştir.)

LENİN’İN BİLİMCİLERE YAKLAŞIMI
Modern kapitalist toplumdaki sınıf mücadelesi, felsefi mücadelede de idealizm ile kapitalizm arasındaki kavga biçiminde yansır.
Tutarlı diyalektik materyalizm proletaryanın ideolojisidir – idealizm ise, burjuvazinin ve feodal sınıf kalıntılarının ellerinde emekçilerin zihinsel ve ruhsal köleliğinin aracıdır.
Kapitalist toplumun iki temel sınıfının ideolojilerinin mantıksal ifadelerini bulduğu bu iki biçim arasında, bir dizi, tutarsız ara biçimler vardır. Ama Marksist analiz, iki temel biçim arasındaki mücadelenin bu ikincil akımlarda da sürdüğünü gösterir.
Uluslararası proletaryanın iktidar mücadelesinin bugünkü aşamasında ittifaklar konusundaki Leninist öğretinin incelenmesi özel bir önem kazanıyor. Proletaryanın, emperyalizm çağındaki strateji ve taktik sorunlarına son şeklini Lenin vermiştir. Leninizm’in strateji ve taktik hakkındaki öğretisinin tümü, uygun biçimlerde felsefi mücadelede alanında da uygulanabilir. Lenin, bu alanda da, modern kapitalist toplumdaki sınıf güçlerinin durumu ile ilgili kesin bir analiz yapmış ve burada da proletaryanın çizgisini belirlemiştir.
Elinizdeki makale, Lenin’in düşmanca akımlara karşı mücadele hakkında öğrettiklerinin doğa bilimleri alanına uyarlanmasına yönelik bir özetleme denemesidir. Yine bu yazı, farklı farklı burjuva doğa araştırmacıları gruplarına karşı Lenin’in savunduğu görüşlere uygun bir analiz denemesidir.
Doğa bilimleri cephesinde, doğa bilimcileri arasında sınıf güçlerinin, felsefi eğilimleri kriter alan, hangi dağılımı saptanabilir?
Doğa bilimleri alanında felsefi cephe, Lenin’e göre, iki kampa bölünmüştür: İdealizm kampı ve materyalizm kampı.
İdealizm kampı, Lenin’e göre şu gruplardan oluşuyor: açık fideizmden veya klerikalizmden, klerikalizmin yardakçı diplomatlarından -felsefe profesörlerinden- ve kendini becerikli bir biçimde doğa bilimlerinin ifade biçiminin ardında az çok gizleyen, bilimcileri daha kolay kandırabilmek için gerekçelendirmelerini materyalizmden çalarak yapan idealizmden.
Materyalizmin kampı, Lenin’e göre, kendiliğinden materyalizm zemininde duran doğa araştırmacılarından, doğa araştırmacıları arasındaki bilinçli ama tutarsız metafizik materyalistlerden (mekanikler) ve nihayet Marksist doğa bilimcilerini kapsayan tutarlı materyalistlerden oluşuyor.
Bununla beraber, bu ayrım, metafizik bir tarzda algılanamaz. Kamplardan her birine ait farklı gruplar arasında, hatta düşman kamplar arasında dahi, ayrı ayrı kişilerin temsil ettiği ara basamaklar ve geçişler vardır; bu grupların her biri, değişim ve hareket içindedir. Materyalist Dühring, arka kapısını fideizme, eserlerindeki tutarsızlıklar sayesinde işte böyle açtı. Tersi yönde, idealist doğa bilimcilerinin kampında da Wilhelm Ostwald ve benzerleri gibi, bazı idealist iddialarını terk etmek ve materyalizmin haklı olduğunu kabul etmek zorunda kalan bilimcilere rastlıyoruz.
İdealizmin, doğa bilimleri alanındaki pozisyonunu tamamen parçalamak için, en güçlü darbeyi idealizmin genel kampının hangi parçasına vurmak gerekir? Marksist bilimcilerin idealizme karşı mücadeledeki esas görevi, doğa bilimlerinde materyalist, kuşkusuz diyalektik materyalist tutarlı bir bilgi kuramı oluşturmaktır. Marksist doğa-bilimciler, bilimsel bilginin materyalist karakterini ortaya çıkarmalı ve her yeni bilimsel buluşu materyalistçe açıklamalıdırlar. Yani Marksist bilimcilerin idealizme karşı mücadelelerindeki en önemli görevleri, burjuva toplumun felsefesi olan idealizmin karşısına doğa bilimlerinin materyalist bilgi kuramını dikmek ve idealist felsefeyi doğa bilimlerinden izole etmektir. Doğa bilimlerinden idealizmin yalıtılmasının başarılması, Marksist bilimcilerin ana görevidir.
Ancak, doğa bilimleri, din ve idealizm arasındaki karşılıklı ilişkiler konusunda, genel soruların ortaya konması ile Marksist doğa bilimcilerinin temel görevlerine henüz somut olarak işaret edilmiş olunmaz.
Lenin, eserlerinde verdiği sayısız örnekte, Marksizm’in temel ilkelerinin, belirli bir aşamadaki somut mücadele koşullarının karmaşık bütünün analizine dayanmıyorsa canlılığını yitireceğini gösterir.
Marksist öğretinin temellerini ortaya koyduğu bir makalesinde, Lenin, “verili toplumun istisnasız bütün sınıflan arasındaki karşılıklı ilişkilerin tamamının nesnel olarak dikkate alınması”nın, proletaryanın doğru taktik ve stratejisinin belirlenmesi için temel dayanak olduğunu vurgular. (Bu ve Lenin’den yapılan diğer aktarmalar, başlıca iki eserinden, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” kitabıyla “Militan Maddecilik Üzerine” makalesinden alınmıştır. Marksizm’in Bayrağı Altında, kaynak olarak Lenin’in “Toplu Eserleri”nin Rusça baskısına gönderme yapmaktadır.)
Tüm sınıflar arasında süren mücadelede, bu karşılıklı ilişkilerin; sınıf mücadelesinin statik değil dinamik bir süreç olarak, mücadele eden güçlerin dağılımının, bu mücadelenin gelişimi dışında değil, aksine sınıf mücadelesinin akışı içinde değerlendirilerek ve bu akış içinde çelişkilerin çeşitliliği göz önüne alınarak, gözlenmesi gerekir. Buradan şu kesin görev çıkar: Sınıf mücadelesinin hareketi “sadece geçmiş açısından incelenmemelidir, aksine gelecek açısından da incelenmeli ve bu da ‘evrimcilerin’ sadece yavaş değişimleri gören basmakalıp anlayışlarına göre değil, diyalektik …” olarak yapılmalıdır.
İdealizm ve din, doğa bilimlerine karşı kendi tarzlarında, tutarlı bir düşmanlık içindedirler. Bu formülasyon doğrudur, ama soruna gerçekten Marksist bir yanıt vermek için yetersizdir, çünkü bu formülasyon, materyalizmin idealizme ve dine karşı mücadelesinin herhangi bir aşaması için de doğrudur.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında Marksizm’in görevi, yani Leninizm’in görevi, verili tarihi an için, idealizmin doğa bilimleri üzerindeki etkisinin gerçekleştiği somut yolların gösterilmesinden, -doğa bilimlerinin belirli bir gelişme aşamasında, onların karşılıklı ilişkilerinin somut analizinin yapılmasından oluşur. Bundan dolayı, idealizmin ve dinin doğa bilimleriyle ilişkileriyle ilgili sorunun genel olarak belirlenmesi de, Lenin’in, idealizmle, doğa bilimleri alanında, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde nasıl mücadele edilip etkilerinin yok edileceği sorununu kesin olarak çözdüğü “Materyalizm ve Ampriokritisizm” ve “Militan Materyalizm Üzerine” yazılarının ana içeriği değildir.
Hayır. Lenin doğa bilimleri alanında idealizme karşı mücadelesini yalnız Berkeley’e karşı, yalnız açık klerikalizme karşı yürütmez; fakat 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında doğa bilimlerinin vargılarını gerçekte felsefi idealizme tabi kılan felsefi akıma karşı yürütür.
Bildiğimiz gibi, bu akım Machçılıktır. Lenin, neden doğa bilimleri alanında esas darbesini tam da idealizmin bu yönüne (tutarsız Berkeleycilik’e) karşı yöneltir?
Bunu şu nedenlerden dolayı yapar: Birincisi, çünkü Machçılık 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki somut koşullarda, bilimin en yeni buluşlarından çıkan vargıları idealizm yararına istismar eden felsefi akımdı, ikincisi, idealizmi doğa bilimleri alanında tecrit etmek ve yenmek için, darbenin, idealist kampın en zayıf ve idealizmin doğa bilimleri ile bağlarını sağlayan noktasına indirilmesi gerekiyordu. Ve üçüncüsü, çünkü Machçılık, doğa bilimcilerinin idealizme kayan parçasını oluşturan felsefi akımı temsil ediyordu.
Lenin, Machçılar arasında en tanınmış ve etkili kişi olan Mach’a büyük önem verir. Yine de diğer Machçılar’dan farklı olarak, idealist bakış açısını en tutarlı savunanın Mach olduğunu düşünmek, yanlış olur. Onun popüler olmasının nedeni; bir doğa-bilimcisi olması değil, kendi felsefesini, doğa bilimlerine ait problemleri belirli bir tarzda ele alarak oluşturduğu için de değil; fakat kendini, çok sık doğa bilimcilerinin kendiliğinden materyalizmi ile maskelemesinden, yalpalayan doğa bilimcilerini, kendi tutarsızlığı ve tutarlı idealizmden sapmalarıyla etkilemesi yüzündendir. Ve tam da bu noktada, Mach, örneğin İngiliz Machçı K. Pearson’dan ayrılır.
Sonuncu ile ilgili olarak Lenin defalarca, onun “tutarlı bir idealist”, “materyalizmin güvenilir ve dürüst bir karşıtı”, “en net, en tutarlı, kaçamak sözlerden hoşlanmayan bir Machçı” olduğunu söyledi. Ancak tam da bu, idealist görüşlerini açık ve dürüst olarak sergilemesi ve eserlerinde tutarlılıkla geliştirmesi, Pearson’un, doğa bilimcileri arasında daha az tanınmasına neden oldu. Mach için ise, tam tersi söz konusudur.
Mach tutarsızdır ve bu tutarsızlığı Lenin adım adım açığa çıkarır.
Machçılık, özü itibariyle Berkeleyci, yani sübjektif idealist olsa da, kendi bakış açısını yürütmeye muktedir de değildir, çünkü doğa bilimcileri arasında belirli bir akım oluşturarak üstlendiği rol, onu doğa bilimleri alanındaki sorunlarla uğraşmaya zorlar. Ancak doğa olayları ile doğal süreçlerin nesnel olduklarını kabul etmeksizin uğraşılamaz; en azından kendiliğinden materyalist bir bakış açısı olmaksızın, bu mümkün değildir. Mach’ın sığlığı, yetersizliği buradan ileri geliyor. O, Berkeley’in öğretisini vaaz ederken, bir yandan da, doğa bilimlerine ait problemlerle uğraşırken materyalizmi “aşırıyor”. Bu yüzden Mach’ın çalışmalarında, materyalizm ve idealizm içice geçer. Bu yüzden Mach’ın çalışmaları, materyalizm ve idealizmin (birbirinden ayırt edilemez) bir karmasını oluşturur.
Mach’ın öğretisine karşı Lenin’in argümanları esas olarak şunlardan oluşur: Mach, bir doğa bilimci olarak, (özellikle de metafizik materyalizme saldırdığında) materyalistçe hüküm vermekten, materyalizme taviz vermekten, materyalizmden bazı şeyleri ödünç almaktan, materyalist bir örtüye bürünmekten, materyalizm ile idealizm arasında yalpalamaktan kendini alıkoyamaz.
İkinci olarak Lenin, Mach’ın felsefesinin bu iki mutlak heterojen unsuru olan idealizm ile materyalizmin, uzlaşmazlıklarının altını çizer. Machçılığın çaresizliği ve eklektisizminin nedeni budur. Lenin, Machçılık’ın bu özelliğine işaret eder ve şöyle yazar:
“Demek öyle. İskete kuşu önce denizi yakacağı sözünü verir, yani, fiziksel unsurları fiziksel olandan oluşturacağına söz verir; sonra açığa çıkar ki, bu fiziksel unsurlar, ‘bedenimizde bulunan’ fiziksel unsurların sınırları dışında, bulunuyor. İşte güzel bir felsefe!”
Üçüncü olarak, Lenin, Machçılığın eklektik bir öğreti olduğu bir kenara bırakıldığında, tam da doğa bilimlerinin materyalizmine karşı mücadelenin onun özünü oluşturduğunu ve materyalizme verilen tüm Machçı tavizlerin, materyalizm örtüsü altında, doğa bilimlerini idealizme satmaya hizmet ettiğini vurgular.
Dördüncü olarak, Lenin, epistemoloji alanında Machçılığın temel varsayımlarının, sübjektif idealizmin, yani Berkeley felsefesinin temel varsayımları ile özdeş olduğunu ispatlar. Berkeley’e karşı yönelttiği darbelerle Lenin, Machçı felsefenin temellerini de vurur.
Böylece Lenin, Machçılığın, doğa bilimlerine düşman akımlardan biri olarak gerçek yüzünü açığa çıkartır ve Machçılığın heterojen unsurları arasına, bunların çelişkilerinin uzlaşmazlığını göstermek suretiyle çomak sokar.
Machçılıkla tutarlı idealizm arasındaki fark, Lenin’in bir yerde belirttiği gibi, Protestan papazla Katolik papaz arasındaki farktan daha büyük değildir. Bilgi kuramının temel varsayımları açısından da, bu, tamamen doğrudur. Fakat Machçı grup içindeki farklı nüansların ve idealist kamptaki çelişkilerin Marksistler açısından bir rolü olmadığını düşünmek yanlış olur.
“Leninski Sbornik’în 12. sayısında Lenin, Aristo’nun Platon’a eleştirisi ile ilgili olarak şöyle yazar:
“Eğer bir idealist bir diğer idealistin idealizminin temellerini eleştiriyorsa, burada kazanan daima materyalizm olur.”
Materyalizm için böyle bir kazancı, Lenin, Hegel’in Kant eleştirilerinde de görüyor.
Machçı kamptaki çelişkiler, tam da, idealizme doğru olduğu kadar materyalizme doğru da yalpalamaları da olanaklı kılar; Lenin’e, bir Machçıyı bir diğerinin karşısına çıkarma olanağı verir. Eğer Mach tutarsızsa, Poincare ve özellikle de W. Ostwald daha da tutarsızdılar, diye cevap verir Lenin.
Lenin, Poincare hakkında, onun görüşlerinin özellikle karışık ve tutarsız olduğunu ve onun, Mach’ın “konseptüalizm”i (kavramcılığı) ile yeni mekanizm, yani mekanik materyalizm arasında durduğunu söyler.
Bizim için, özellikle Lenin’in Wilhelm Ostwald’ın pozisyonu ile ilgili değerlendirmelerini dikkate almak önemlidir, çünkü Lenin’in taktiklerinin doğruluğunun en açık onayını ona gelince alırız.
Ostwald, fizik ve kimya bilimlerinde energetik (Enerjinin dönüşümü teorisi -ç.n.) dünya görüşü olarak anılan düşünce akımının kurucusudur. Bu dünya görüşüne göre, doğa bilimlerinde en kapsayıcı kavram madde değil, enerjidir. Bunu da, madde olmaksızın hareketin tasarlanması denemesi ve elbette idealizme kayış izler.
Bununla birlikte, W. Ostwald, doğa bilimlerinin genel sorunları hakkındaki eserlerinde bu görüşünü tutarlı olarak korumaz, ancak enerji kavramını, sıklıkla, nesnel gerçeklikle eş anlamlı olarak kullanır. Böylece energetikci Ostwald’ın önünde iki gelişme yolu vardır: Bunlardan biri, eğer dış dünyanın nesnelliğini hiçbir kayıt ileri sürmeksizin tanır ve kabul ederse, materyalizme; diğeri ise, eğer energetik materyalizme karşıt hale getirilse, idealizme gider. Genel olarak Machçı hareket zincirinin bir halkasını temsil eden “energetik” terimlerinde, idealizmin olduğu kadar materyalizmin de ifade edilebiliyor olmasından ileri gelen Ostwald’ın görüşlerinin, bu kendine özgülüğünü dikkate almamak veya gözden kaçırmak, yanlış olurdu.
Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm ” adlı eserinde, Ostwald’ın duruşundaki bu özelliğe haklı olarak işaret eder. Ostwald’ın görüşleri, diğerlerinin yanı sıra “atomculuğun” inkârına yol açtı. “Teorik Kimya”sının ilk baskısında Ostwald, kimyayı, molekül ve atom kavramlarını kullanmaksızın açıklamaya çalıştı. Bu gericilikti. Fakat daha sonra hatasının farkına varması ve en yeni buluşların baskısı altında, atom ve moleküllerin nesnel varlığını daha fazla inkâr edememiş olması, anlamlıdır.
1908 yılında “Genel Kimyanın Özeti” kitabının dördüncü baskısının önsözünde Ostwald şöyle yazıyor:
“Atom-hipotezinin yüz yıllardır, hatta bin yıllardır aradığı maddenin gizli ve tanecikli doğası için deneysel kanıtlara kısa bir süredir sahip olduğumuza ikna oldum. Bir taraftan J. J. Thomson’un kusursuz ve uzun çalışmalarını tam bir başarı ile taçlandıran gaz iyonlarının yalıtımı ve sayımı, diğer taraftan Brown’cu hareketin, en son ve en eksiksizi J. Perrin’inki olmak üzere bir dizi araştırmacı tarafından kanıtlanan kinetik hipotezin iddiaları ile örtüşmesi, şimdi en dikkatli bilim adamlarını dahi, uzayda yer işgal eden maddenin atomik özelliklerinin deneysel kanıtlanması hakkında konuşmaya cesaretlendiriyor.
Böylece, şimdiye kadarki atomik hipotez, bilimsel olarak iyi temellendirilmiş teori düzeyine yükselmiştir ve genel kimyanın bilgi alanına girişle ilgili kitaplardaki yerini hak etmiştir.”
Burada, Ostwald’ın atom ve moleküllerin gerçekliğini onaylamasının, Machçılığın bütün pozisyonlarına karşı bir darbe olduğunu görüyoruz. Haklı çıkanlar Machçılar değil, aksine materyalistlerdir ve eğer materyalizm, materyalizmin bu başarısından ve bu başarının Machçı kamptan bir doğa bilimci tarafından tanınmış olması gerçeğinden yararlanması gerektiğini anlayama-aydı, bu bir suç olurdu.
Leninist taktik, böyle bir sonucun olanaklı olduğunu öngördü; bu, doğru ve Bolşevik bir taktikti. Fakat buradan, devamla şu çıkar; cephenin verili bir bölümündeki mücadelenin somut koşullarını göz önüne almaksızın, bütün doğa bilimcilerini kolayca yüzeysel bir şekilde idealist kampa ait saymak, dogmatik sol çocukluk, devrimci öğretinin kötüye kullanılması olurdu. Ostwald’ın pozisyonunun Leninist analizinden, düşman kamptaki çelişkileri dikkate almamız ve bundan kendi pozisyonumuzu güçlendirmek, karşı tarafınkini ise zayıflatmak için yararlanmamız gerektiği sonucu çıkar.
Machçılık, gördüğümüz gibi, idealizmin, kökleri bizzat doğa bilimlerinde olmakla birlikte, doğa bilimlerini idealizme satan bir türevidir. Machçılık, bu hain rolünde, kendisini doğa bilimsel materyalizm olarak maskelemek zorundadır. Elbette ki, Machçılık doğa bilimlerine karşı haince bir rol oynayan tek akım değildir, idealizmin diğer bir tutarsız biçimi, doğa bilimsel bir süslemeyle ortaya çıkan ve doğa bilimlerine idealist etkilerde bulunan Kantçılıktır.
Burada Kantçılığın doğa bilimlerindeki rolünün ayrıntılı bir analizini vermeksizin, Lenin’in, temel konusu Machçılığın analizi olan “Materyalizm ve Ampriokritisizm” kitabında Kantçılıkla da ilgili bir değerlendirme yaptığının altını çizmek istiyoruz.
Lenin bu eserde şöyle yazar:
“Kantçı felsefenin temel özelliği, materyalizm ile idealizmi barıştırmak, aralarında bir uzlaşma sağlamak, değişik ve birbirine zıt iki felsefi öğretiyi bir sistem içinde birleştirmektir.”
Hem eski hem de yeni Kant’çılığın, Machçılığın yanı sıra, idealizme eğilimli doğa bilimcileri arasında en geniş yayılmaya sahip olmasının nedeni, tam da bu tutarsızlıktır. (Yeri gelmişken, Machçılığın ve Yeni Kantçılığın, sosyal demokrasi ve sosyal faşizm içinde özellikle en yaygın akım olduğunu belirtelim. Bu felsefi akımlar, herhangi bir başkasına göre, materyalizmden idealizm kampına geçişi örtülemeye daha elverişlidirler ve başka hiçbir felsefi akımın olmadığı kadar, felsefe alanındaki sosyal ihanetçiliğin sınıfsal rolünü ifade ederler.)
Lenin çelişkileri ortaya çıkardı ve tutarlı materyalizmin, sadece Machçılık ve Kantçılıkla ilgili olarak değil, idealist kampın bütününe ait çeşitli akımlar arasındaki karşılıklı ilişkilerle ilgili olarak da, bu çelişkilerden yararlanması gerektiğini gösterdi. Bu anlamda, Machçılar, içkinci filozoflar ve Kantçılar arasındaki mücadelenin Leninist analizi fevkalade değerlidir. (İçkincilik, nesnenin bilinçte içkin olduğunu savunan nesnel idealist bir felsefi akım. – ç.n.)
Lenin, Kantçılığın kendi içinde çelişkilerle dolu olduğunu kanıtlayıp, Kant’ın iki farklı yönden eleştirilebileceğini vurgular: Hem sağdan hem de soldan. Zorunluluğu ifade eden nedensellik kavramına ve tutarsızca da olsa, Kant tarafından türetilen “kendinde şey”in varlığına karşı çıkabilmek için, Kant’ın apriorizmine ve “kendinde şey”ine karşı savaş açarak, Machçılar ve içkinci filozoflar Kantçılığı sağdan eleştirirler. Mach ve Avenarius’un yandaşları olan içkinci filozoflar Kant’tan hoşlanmazlar, “çünkü o, bazı konularda materyalist ‘uçurumun’ kıyısına yaklaşır.”
Kantçılık, soldan ise, materyalizme verdiği tavizler nedeniyle değil, aksine idealizmi nedeniyle, materyalistler tarafından eleştirilir.
Lenin, idealist kamptaki bu çelişkileri vurgular ve Marksistlerin “kendinde şey”in nesnel bir gerçek ve tamamıyla anlaşılabilir olduğu yönündeki iddialarına karşı büyük yaygara koparan “bizim Machçılara”a verdiği yanıtta şöyle yazar:
“Bizim Machçıların, Kant’ı kendilerinin, ‘modası geçmiş’ materyalistlerden daha tutarlı ve kararlı bir şekilde eleştirdikleri konusundaki iddialarını okuduğumda, aklıma şu gelir: sanki Puriçkeviç bizim toplumumuzda yolunu şaşırmış ve bağırıyor: ben Kadetler’i sizden daha tutarlı ve kesin eleştirdim, sayın Marksistler. Kesinlikle doğru, sayın Puriçkeviç, politik olarak tutarlı kişiler, Kadetler’i daima taban tabana zıt bir bakış açısından eleştirebilirler ve eleştireceklerdir. Ama bu arada unutulmamalıdır ki, onlar Kadetler’i çok fazla demokrat oldukları için, biz ise yeterince demokrat olmadıkları için eleştiriyoruz. Machçılar da, Kant’ı kendileri için fazla materyalist olduğundan, biz ise yeterince materyalist olmadığı için eleştiriyoruz. Machçılar Kant’ı sağdan, biz soldan eleştiriyoruz.”
Lenin’in idealizm kampındaki çelişkileri nasıl açığa çıkardığına ve bunları materyalizm yararına nasıl kullandığına dair daha çok örnek bulunabilir. Biz sadece, onun, içkinci filozof Rehmke’nin, fizyolojik verileri Kantçılık yararına kullanmaya çalışan Lange’nin karşısına çıkması gibi olguları dahi gözden kaçırmamış olduğuna işaret etmek istiyoruz.
“Materyalizm ve Ampriokritisizm” kitabında, bir idealistin bir diğerini eleştirdiğinde, bundan yalnızca materyalizmin kazançlı çıktığını gösteren buna benzer parlak kanıtlar buluyoruz. Ve Lenin bize, materyalizmin bu uygun durumdan nasıl yararlanabileceğini öğretti.
Kantçılığın doğa bilimlerinde oynadığı rol sorunu ile bağlantılı olarak ve şimdiye kadar söylenenlerin gelişimi içinde, oluşum ve ideolojileri bakımından bütünlüğü olmayan akımlarla -ki Engels onları bilinemezci olarak adlandırmıştı- ilgili Leninist analiz çalışmaları üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Engels “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” adlı kitabında ve “Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm” kitabının İngilizce baskısının önsözünde bilinemezciliğin özünü analiz eder ve “Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm” adlı eserinde ise bu sorunu detaylı olarak ele alır. Engels burada bilinemezcilerden söz ederken, hedef aldığı doğa bilimcileri, dünyanın, bütün doğanın yasalar tarafından yönlendirildiği ve dışardan gelecek etkilere karşı kapılarının kapalı olduğu, bütün bilgimizin duyularımız aracılığı ile algıladığımız verilere dayandığı şeklindeki doğa bilimlerinden çıkan materyalist sonuçları benimseyenlerdir. Bununla birlikte, bir bilinemezci, bütün çıkarsamaları doğa bilimlerinden elde etmeye korkar. Bilinemezci, tanrının varlığına karşı, bütün temel tanıtları kabul etmesine rağmen, bildik dünyamızın ötesinde üstün bir “varlık”ın mevcut olup olmadığını kanıtlamaya muktedir olmadığımızı söyler. Her ne kadar o, bilginin ampirik kaynağını kabul etse de, duyularımızın, bizim tarafımızdan algılanan şeyleri doğru yansıttığını kabul etmeye cesaret edemez, kendini algılamamızın sübjektif yanı ile sınırlar vb.
“Ancak bizim bilinemezci bu biçimsel ön şartları bir kez öne sürdü mü” diye yazar Engels, “o zaman, özünde de olduğu gibi, tamamen sağlam bir materyalist gibi konuşur ve davranır.”
Bu tip bilinemezci doğa bilimcilerinin görüşleri için Engels, “utangaç materyalizm” kavramını kullandı. Aynı çalışmada Engels, bilinemezciliğin yayılmasının nedeni olan, 19. yüzyılın ikinci yarısının kapitalist toplumunda sınıf güçleri arasındaki ilişkilerin analizini verir. Engels, proletaryanın güçlenmesi ve burjuvaziye karşı mücadelesinin ilerlemesinin, burjuvazinin materyalizmden ürkmesine ve materyalizmde düşman sınıflarından birinin bayrağını görmeye başlamasına neden olduğuna işaret eder. Bunu, felsefenin; materyalist bir pozisyonda duran, ancak bunu açık açık ifade etmekten korkan doğa bilimcileri arasında “materyalizmin utangaç biçiminin” yayılmasında ifadesini bulan geriye doğru hareketi izler.
Lenin, Engels’in bilinemezcilik sorunu üzerine düşüncelerinin derinliği ve doğruluğunun altını çizer ve 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında doğa bilimleri için verilen mücadelede kullanarak, bu görüşleri geliştirir.
“Bilinemezcilik, nesnel, yani duyusal algılamamızda var olan gerçekliğin inkârıdır. ” diye yazıyor Lenin.
“Bilinemezci şöyle söyler: ‘Bize duyusal algılamamız aracılığı ile yansıyan nesnel bir gerçekliğin olup olmadığını bilmiyorum ve bunu bilmenin olanaksız olduğunu açıklıyorum.’ Bilinemezcinin nesnel gerçekliği reddi ve onun cinlere, Katolik azizlere ve bunun gibi şeylere karşı hoşgörüsü, dar kafalı, korkak hoşgörüsü, bundan dolayıdır.”
Bilinemezcilik, bilgi kuramına ait sorunlarda idealisttir ve bu haliyle materyalizme mutlak olarak karşı ve düşmandır. Fakat duyusal algımızda verili nesnel gerçekliği reddeden bilinemezcilik, bizim dışımızda varolan bir gerçekliğin olup olmadığı sorusuna da açık bir cevap vermez. Bilinemezciliğin babası ve temsilcisi Hume’dir.
Hume’den çıkan iki yol vardır: Berkeley’e ve Kant’a. Birinci durumda söz konusu olan, bilinemezciliğin, Mach ve Machçılık tarafından temsil edilen biçimidir. Burada, bilinemezcilerin tamamen öznel idealizm pozisyonuna, Berkeley’in pozisyonuna nasıl kaydıklarını gözlüyoruz.
İkinci durumda, nesnel gerçekliğin reddi, “kendinde şey”in varlığının kabulü ile bağlantılıdır. Bu tutarsızlıktır ve materyalizme verilen bir tavizdir. Kantçılık’tan ya ileri doğru materyalizme ya da geriye doğru Hume’e ve devamla Berkeley’e gidilir.
Lenin, kendini bilinemezciliğin terminolojisi altında saklayan doğa bilimcilerini birbirinden ayırmayı ve bir bilinemezciyi diğeri ile karşı karşıya getirmeyi özellikle önemli bulur. Bu veya öteki bilinemezci doğa bilimcisinin dünya görüşünde idealist unsurların mı yoksa materyalist unsurların mı ağırlığı olduğunun tespiti, kriter olarak alınmalıdır.
Mach, dünya görüşlerinde Berkeleyciliğin belirleyici bir rol oynadığı bilinemezci türün temsilcisidir. Bundan dolayı Lenin, bu türü materyalizme ve doğa bilimlerine mutlak düşman bir akım olarak teşhir eder.
-Materyalizme karşı düşmanca tavır alan burjuva toplumun genel düşüncesinin baskısı altında- kendini bilinemezci olarak adlandıran, ancak idealizmden çok materyalizme eğilim gösteren doğa bilimcileri ise, tamamen farklı davranır; onlarda idealizm, dış koşulların zorlamasına bağlı olarak kendini gösterir ve her zaman bilinçli olmasa da, kendi gerçek düşünceleri ile çelişki halinde bulunur. Bu tip bilinemezcilerin en önemli temsilcisi, Huxley’dir.
Huxley, söylemde materyalizme karşı hareket etti ve bilgi kuramı alanında bilinemezci idi. Bilimsel sorunlarda ise, yalnızca bunların sonuçlarının materyalist karakterini tanımakla kalmadı; ayrıca, doğa bilimlerinde yalnızca materyalist bakış açısının verimli olduğunu, buna karşın idealist bakış açısının yüzeysel ve değersiz olduğunu itiraf etmekten de kaçınmadı.
Lenin Huxley’in görüşleri ile ilgili şöyle yazar:
“Huxley’in felsefesi, Mach’ın felsefesi gibi, Hume’cülük ile Berkeleycilik’in bir karışımıdır. Yalnız Huxley’in vardığı Berkeleyci çıkarımlar rastlantısaldır ve onun bilinemezciliği, materyalizmi örtmek için incir yaprağı işlevi görür. Mach’da karışımın rengi farklıdır ve Huxley’e karşı öfkeyle mücadele eden aynı ispritizmacı Ward, Mach ve Avenarius’un sırtlarını sevgiyle sıvazlar.”
Lenin burada bu yolla, kendilerini genel bilinemezcilik adı altında gizleyen heterojen elementleri ve ince farkları somut bir analiz aracılığı ile ortaya çıkarır. Aynı zamanda Leninist analiz bize, şu veya bu doğa bilimcinin kendisini hangi felsefi kampa ait sayıyor olmasına bakmadan, onunla ilgili değerlendirmeyi, sadece açıklamalarının ve görüşlerinin nesnel anlamına (sınıfsal içeriği bakımından) dayanarak, kendimizin yapması gerektiğini öğretti.
Lenin, kendilerini doğa bilimin örtüsü altında saklayan Mach vb.lerinin idealist olduklarını açığa çıkarıp onların karşısına materyalist doğa bilimlerini koyar ve böylece idealizmden doğa bilimlerinin desteğini çekip alırken, Huxley gibi, kendini materyalist olarak adlandırmaya korkan ve bilinemezciliğin resmi üniformasını giyinen doğa bilimcilerini ise, materyalist kamp içinde sayar.
Belli bir ölçüde aynı şey Helmholtz, Hertz, Ostwald vb. için de geçerlidir. Helmholtz’un hiyeroglit teorisini, Lenin, bilinemezci, Helmholtz’un kendisini de, tutarsız bir Kantçı olarak nitelendirir. Ancak aynı zamanda, Lenin, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında doğa bilimlerinde süren felsefi mücadelenin somut koşullarında, Helmholtz ve onun gibi doğa bilimcilerini, doğa bilimcilerinin materyalist kanadının temsilcileri olarak, Machçılığa kayan doğa bilimcilerinin karşısına çıkarmıştır.
Böylelikle, Lenin’in, doğa bilimcileri arasında, kendilerini materyalist maske altında gizleyen idealistlerle, egemen kamusal düşüncenin “hatırına” kendilerini bilinemezci (ve idealist) olarak adlandıran materyalistler arasında ayrım yaptığını görüyoruz.
Lenin’in bilinemezcilikle ilgili eleştirilerini inceledikten sonra, doğrudan, Lenin’in doğa bilimleri alanında materyalist cephenin durumuna ilişkin analizine geliyoruz.
Fakat buna geçmeden önce, idealist kamptaki güçler ilişkisi ve doğa bilimleri alanında idealizme karşı mücadelenin yöntemlerine ilişkin Leninist analizin sonuçlarının özetini yapmak istiyoruz.
Doğa bilimleri cephesinin felsefi mücadele diliminde Marksist doğa bilimcilerinin görevi, idealizme karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmektir. Bunun için Bolşevikler, materyalist dünya görüşünü geliştirmeye devam etmeli, materyalist dünya görüşünü doğa bilimlerindeki en yeni sonuçlara uygulamalı, bilimsel buluşların materyalist içeriğini göstermeli ve doğa bilimlerinin materyalist bilgi kuramının, -açık klerikalizm ve yardakçılarından, felsefe profesörlerine, idealizmin gizli ve maskeli açıklamalarına kadar- idealizmin bütün ifade biçimleriyle mutlak olarak çelişki içinde olduğunu kanıtlamalıdırlar. Dolayısıyla, idealizmin sınıfsal içeriği, proletarya düşmanı sınıfların ideolojisi olarak teşhir edilmelidir.
Lenin bize aynı zamanda, idealist cephenin durum analizinin somut olması gerektiğini, yani bu analizin, idealizmin çeşitli grupları arasındaki karşılıklı ilişkileri, bu kamptaki çelişkileri, bu kampın materyalizm kampı ile ilişkisini, tıpkı burada karşı karşıya olduğumuz ve bize, idealizmin değişik türevlerinin nasıl ve hangi yöne geliştiklerini ve içice geçtiklerini gösteren sınıf mücadelesinin hareket ve diyalektiğinde olduğu gibi, işaret etmesi gerektiğini öğretiyor. Sadece bu şart altında, idealist kampın çelişkilerinden, materyalizmin dolaylı yedekleri olarak yararlanılabilir; ve felsefi cephedeki mücadele, felsefi olanın politik mücadele ile bağlanması yoluyla, soyut, henüz kitlesel eylem haline gelmemiş mücadeleden somut bir mücadeleye dönüştürülebilir.
Bu somut analizle Lenin, aynı zamanda, doğa bilimleri alanında idealizmin en zayıf noktasının, idealizmin, kökleri bizzat doğa bilimlerinde bulunan biçimi olan “fiziksel” idealizm olduğunu kanıtlar. Doğa bilimleri alanında idealizmi temelsiz bırakmak ve onu cephenin bu kesiminde yenilgiye uğratmak için, idealist cephenin tam da bu kesimine karşı büyük bir güçle darbe indirilmelidir; doğa bilimleri cephesinde idealizme karşı mücadele veren Marksistlerin ana güçleri, dikkatlerini tam da bu grup üzerinde yoğunlaştırmalıdır.
Doğa bilimleri alanında Marksistlere bu görevi vererek, Lenin, Marksistlerin materyalizm için verilen mücadelede öncü olduklarını vurgular. Onlar idealizme karşı mücadele için, materyalist cephenin bütününü ve müttefiklerini örgütlemeli ve materyalizm için savaşma yeteneği gösteren doğa bilimcileri kitlesinin tümünü mücadeleye yönlendirmelidir.

II
Her şeyden önce, gözümüzü, Lenin’in materyalist doğa bilimcilerinin kendiliğinden materyalist bir zeminde bulunan grubuna karşı tavrına dikiyoruz.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki sınıf mücadelesinin somut koşulları altında, burjuva bilimciler için, kendilerini, açıkça materyalist olarak tanımlamak “yakışıksız” sayılıyordu. Bunun için devrimci bir cesaret sahibi olmak ve akıntıya karşı yüzmek gerekliydi ki bu özelliklere burjuva aydınlar sahip değildi. Buna rağmen, doğa bilimcilerinin çoğunluğunun materyalizmden vazgeçmesi olanaksızdı, çünkü bütün doğa bilimlerinin esası materyalisttir. Bundan dolayı, daha önce de Huxley, Helmholtz ve diğerlerine ilişkin olarak tespit ettiğimiz gibi, bunların, söylemde materyalizmi reddedip gerçekte kabul ettiklerini gözlüyoruz.
Gerçekten doğa bilimlerinde, yalnızca bir tek fenomen üzerinde dahi, materyalizmin dilinden başka bir dilde konuşmak olanaksızdır; yani, doğa olaylarının nesnel olarak varlığını ve bizim bilincimizden bağımsız olduklarını kabul etmeden bilimsel çalışma yürütülemez. Doğa bilimlerinin materyalist dili, onun binlerce yıllık gelişiminin dilidir ve doğa bilimcilerinin her yeni nesli tarafından kendiliğinden miras olarak alınmıştır. Bunun nedenle, doğa bilimci, bu materyalist dilde konuştuğunda, aslında bu dili bütün günlük doğa bilimsel pratiğinde kullandığının genellikle hiç farkına varmaz.
Ancak bu olgu son derece önemlidir ve bilinçle ifade edildiği ve belirli bir felsefi dünya görüşü haline geldiği ölçüde, daha fazla önem kazanır. Bu kendiliğinden materyalizmin unsurlarını açığa çıkartmak, tüm bilinçli Marksist materyalistlerin görevidir.
Doğa bilimlerinde kuram yaratan, bu alanda belirleyici bir rol oynayan, biliminin gelişimini bir dönem boyunca belirleyen doğa bilimcileri açısından, kendiliğinden materyalizmin örtüsünü kaldırmak, özellikle çok büyük bir anlam kazanır. Bu tip doğa bilimcilerinin hangi kampa ait sayılacakları sorununda bir mücadelenin başlaması anlaşılır bir şeydir, çünkü onlardan şu veya bu kişinin belirli bir felsefi kampa dâhil edilmesi, doğa bilimsel çıkarsamaları şu veya bu sınıfın dünya görüşüne tabi kılmak anlamına gelmektedir. Söylemde materyalizmle aralarına sınır koysalar da, materyalist bir dille konuştuklarının farkında olmasalar da, özünde materyalist olan doğa bilimcilerinin idealist kampa itilmelerine izin vermemek, Marksistlerin görevi olmalıdır.
Kendiliğinden materyalizm hakkındaki Leninist çözümleme bize bunu öğretmektedir. Hertz örneğinde bu çözümlemenin uygulanmasına bir göz atalım.
19. yüzyıl başlarının en büyük bilginlerden olan Hertz, Helmholtz’un öğrencisidir ve Farraday ve Maxwell’in çalışmalarını geliştirerek, elektromanyetik dalgaların varlığını deneysel olarak kanıtlamış, böylece Farraday ve Maxwell’in temel görüşlerinin doğruluğunu pratikte kanıtlamıştır. Hertz’in dönemi, her yönüyle bir altüst oluş dönemidir: Kapitalizm emperyalizm aşamasına girmiş, proletarya kapitalizme karşı, iktidarı ele geçirme amacıyla doğrudan hücuma geçmiş ve kapitalizmin tüm çelişkileri olağanüstü keskinleşmiştir.
Bu durum, ideolojik gericiliğin güçlenmesinde ve bir dizi doğa bilimcisinin yüzünü idealizme dönmesinde ifadesini buldu. Eş zamanlı olarak doğa bilimleri, madde, hareket, mekân, zaman vb. konularda, tüm eski, metafizik düşünceleri devrimci bir biçimde parçalayan önemli buluşların yapıldığı bir döneme girdi.
Hertz’in buluşlarının da önemli bir rol oynadığı, elektriğe ilişkin öğretinin daha da gelişmesi; fizikçileri dolaysız olarak, eski Newton mekaniği ile onun üzerine kurulu maddenin elektriksel oluşumu hakkındaki fizik öğretisi arasındaki ilişki sorunuyla karşı karşıya bıraktı. Fizikte yeni bir dönemin başında olunduğu ve eski ve yeni görüşler arasında bir köprü kurulması gerektiği herkes için netti.
Hertz, “Yeni Bağlantılar Işığında Mekaniğin Prensipleri” adlı eserinde, eski mekaniğin, en yeni fiziksel buluşlarla arasındaki ilişkiyi de çözmeye çalıştı. Fiziksel dünya görüşünün temel prensipleri konusuna da değindiği bu çalışmasında, sorunu felsefi açıdan ortaya koymaktan ve doğa bilimlerinin temel sorunlarına kendine göre bir yanıt aramaktan kaçamadı.
Biz burada, Hertz’in mekaniğin prensiplerine ilişkin sorunu nasıl çözmeye çalıştığı konusuna girmeyeceğiz. Burada sadece, O’nun Newton mekaniğinin sınırlılığını aşamadığını saptıyoruz. Bununla birlikte, Hertz fiziksel dünya görüşünün öze ilişkin bütün sorunlarını ortaya koymuş, bunlara verdiği yanıtlarla büyük bir etki yapmış ve çalışması, günümüze kadar önemini yitirmemiştir. Biz burada, sadece, Hertz’in bilgi kuramı alanındaki duruşunun ana çizgilerine ve temellerine değineceğiz.
Hertz, dışımızda, bizden bağımsız bir doğanın varlığından düşüncede dahi kuşkulanmaya izin vermez. Bu temel materyalist koşulu, kitabının tüm kurgusunun çıkış noktası olarak alır. Bu tez, onun için, aynı zamanda, mekaniğin şu veya bu sisteminin doğru olup olmadığının ölçütüdür. Şöyle yazar:
“Eğer, geçerli görünümlerin temel ilişkileri, dışsal şeylerin ilişkileriyle çelişiyorsa, biz bunların doğru olmadığını (mantıklı – A. Maksimov) söylüyoruz.” “O halde, bu görünümlerin doğruluğunun tek ölçütü, şeylerin zoru tarafından belirlenmesi ve keyfi olmamasıdır.”
Benzeri ifadelere kitabında onlarca kere rastlanır.
Bizim mekanik tasarımlarımız, Hertz’in iddia ettiği gibi, doğanın yeniden üretiminde kullandığımız resimler iseler ve “doğa ve zihin arasında belirli bir örtüşme varsa”, o zaman bu, onun defalarca tekrarladığı iddiasını sonuna kadar götürmediği anlamına gelir ve sonuç olarak, bilinemezciliğe ve Kantçılığa savrulur.
Örneğin şöyle yazar:
“Geçmişten geleceği çıkarmak ve böylece amaçlanan öngörülere ulaşmak için daima kullandığımız yöntem şudur: Dışımızda bulunan nesnelerin simgelerini veya beynimizdeki görünümlerini yaratırız. Ve bunu, görünümlerin düşünsel zorunlu sonuçlarını, daima yine beynimizde yansımalarını oluşturduğumuz nesnelerin doğasal zorunlu sonuçların görünümleri olacak şekilde yaparız.”
Burada bilinemezcilik ile materyalizmin bir karmaşasını görüyoruz. Bir yanda dışsal şeylerin resimleri ki bu materyalizmdir, öte yanda şeylerin simgeleri, bu da bilinemezciliktir. Bu yalpalama, Hertz’i Kantçı bir tutuma sürükler. (Bu arada, onun mekaniği, sadece mekâna, zamana ve kütleye ait kavramlar üzerinde inşa etme denemesi, Descartes’in mekanizmine bir geri dönüşü ifade ettiğini de söyleyelim.) “Mekanik” adlı ilk kitabı şu sözlerle başlar:
“İlk kitapta yer alan düşünceler, tamamen tecrübeden yoksundur. İleri sürülen tüm açıklamalar, apriori olarak Kant’a dayanan yargılardır. Bunlar, iç görünün yasalarına ve ileri sürenin mantığının biçimlerine dayanır ve bu görü ve biçimlerle olan ilişki dışında, onun dış deneyimle hiçbir bağlantısı yoktur.”
Hertz’in felsefi düşüncelerinin birbiri ile çelişen unsurları nedeniyle, onun hangi felsefenin hangi ana yönüne denk düştüğü konusunda farklı düşünceler vardır. İdealistler, Hertz’in materyalist duruşunun, doğa bilimlerindeki kendiliğinden materyalizmle bağını silerek, onu idealist olarak göstermeye çalışırlar. Her büyük doğa bilimcisi hakkında olduğu gibi, Hertz hakkında da, felsefi bir tartışma ortaya çıkmıştır. Lenin bu vesileyle şunları yazıyor:
“H. Cohen, ünlü fizikçi Heinrich Hertz’i müttefik olarak kazanmaya çabalıyor: Hertz bize aittir, Kantçıdır, onda apriorinin kabulü vardır. Machçı Kleinpeter ise, Hertz’in Machçı ve kendilerine ait olduğunu iddia eder, çünkü Hertz de, aynen Mach gibi, varlığın öznel kavranışı fikrini savunmaktadır.
Hertz’in kime ait olduğu konusundaki bu garip kavga, idealist filozofların ünlü doğa bilimcilerinin ifadelerindeki en küçük belirsizliği ve en küçük hatayı fideizmin en moda savunularını haklı çıkarabilmek için nasıl yakalamaya çalıştıklarına iyi bir örnek oluşturur. Aslında, Hertz’in ‘Mekanik’ adlı kitabına felsefi girişi, materyalizmin ‘metafiziğine’ karşı profesörlerin ulumaları yüzünden gözü korkmuş, fakat buna rağmen, dış dünyanın gerçekliği konusundaki kendiliğinden kanıdan vazgeçemeyen doğa bilimcinin alışılagelmiş görüşünü sergiler.”
Lenin, Hertz’in genel pozisyonu ile doğa bilimlerinin kendiliğinden materyalizmi arasında bağıntı kurarak, bir yandan Hertz’deki materyalizm ve onun çelişkilerini açığa çıkartırken, öte yandan Hertz’in materyalizmi ile yeni Kantçıların ve Machçıların idealizmi arasındaki kavgayı kızıştırır. Farklı bireysel özellikleri göz ardı etmeksizin, Boltzmann, Helmholtz, Haeckel ve diğer doğa bilimcilerine karşı da, Lenin’in tavrının aynı olduğunu görürüz.
Metafizik olarak doğa bilimcilerinin ve filozofların açıklamalarını değil, aksine onların diğer grup ve kamplara karşı felsefi mücadelesindeki tavırlarını ele alması, Lenin’in, kendiliğinden materyalizm temelinde duran doğa bilimcilerine ilişkin çizgisini oluşturur. Genel olarak bilinemezcilik, özel olarak da Kantçılık örneklerinde, Lenin’in bize gösterdiği gibi, bu tip kendiliğinden materyalist doğa bilimcileri ile eklektik filozoflara ilişkin mücadele, iki farklı cepheden yürütülebilir: sağdan ve soldan, ideolojik gericilik koşulları altında, doğa bilimcilerinin bir bölümü idealizme yönelirken, Hertz, Helmholtz, Boltzmann, Heckel ve benzeri doğa bilimcilerinin düşünceleri, materyalizm için yararlı bir rol oynadı; buna rağmen, Hertz ve benzeri doğa bilimcileri, ideolojik alanda gerileyen hareketin etkisinden kurtulamadılar. Böylesi bir etki altında kalmış olmalarına rağmen, doğa bilimsel materyalizm ile olan ilişkilerini korumuşlar, kendi tarzlarında onu, idealizmin saldırılarına karşı savunmuşlardır. Bundan dolayı, Hertz ve diğer bilim adamlarının idealizme terk edilmemesi için, Lenin onlara sahip çıkmış, onların, tutarsız ve idealist yanlarından arındırılmış materyalist açıklamalarından yararlanarak, Mach’ın idealizmine ve Machçılığa karşı kıyasıya mücadele etmiştir. Fideizmin bu bilim adamlarının yalpalamalarından kendi pozisyonunu güçlendirmek için yararlanmasına, Lenin izin vermemiştir.
Lenin, tarafından incelenen bu dönemde, doğa bilimleri etrafında sürdürülen mücadelede idealist saldırının nesnesi, yalnızca ve esas olarak bilim adamlarının kendiliğinden materyalizmi değil, aksine doğrudan materyalist dünya görüşüydü. Materyalizme karşı yürütülen mücadelede, Dühring, Büchner ve benzerleri gibi, tamamen bilinçli materyalist doğa bilimcilerinin açıklamaları da saldırıya uğradı. Materyalizm için verdiği bu mücadelede, Lenin, materyalist kampın bu grubuna ilişkin, Marksizm’in tavrının özel karakterini de oluşturur. Biz burada, sadece, Lenin’in Büchner ve Dühring gibi bilinçli materyalist bir duruşu sürdüren doğa bilimcileri karşısındaki çizgisinin incelenmesi üzerinde duracağız.
Büchner meslekten doğa bilimciydi: tıp fakültesini bitirdi, bu alanda önemli bir dizi eser verdi, bir dönem Tübingen Üniversitesi’nde kürsü başkanlığı yaptı ve bütün hayatı boyunca mesleğinin pratiği ile olan ilişkisini kesmedi. Fakat o, sadece dar bir özel alanın uzmanı değildi, ayrıca, belirli bir dünya görüşünün oldukça etken bir propagandacısı ve bilinçli bir taraftarı da oldu. Büchner, bir ateist ve materyalist dünya görüşünün savunucusu olarak kendini ortaya koyduğu, çok sayıda önemli ve ünlü yazılar yayınlamıştır. 1864’te Lyells’in “İnsan Soyunun Yaşı” adlı yapıtını tercüme etmiş ve Darwinizm üzerine bir dizi yazı yayınlamıştı. Alman Özgür Düşünce Derneği’nin kurucularındandı ve Almanya’da ve yabancı ülkelerde, düşüncelerinin gelişmesine de yarayan çok sayıda konferans verdi.
Kendi görev ve hizmetini, “önyargısız, deneysel-felsefi doğa görüşünün, kaçınılmaz olduğu kadar, basit de olan sonuçlarından ödlekçe kaçılmaması” ve “doğa olaylarını açıklama çalışmalarından doğa üstücülüğün ve idealizmin her biçiminin uzak tutulmasının gerekliliğinde” görüyordu.
Materyalizmin Büchnervari propagandası, büyük bir başarı kazandı. Ve kitapları onlarca dile çevrildi.
Engels’in Büchner hakkındaki düşüncelerini paylaşan Lenin, Engels’in, Büchner’in materyalizmini değil, sadece materyalizmi savunuşundaki tutarsızlık ve sınırlılığı şiddetle eleştirdiğini vurguluyor.
“Engels bütün açıklığı ile Büchner ve ortaklarının, hiçbir şekilde, 18. yüzyıl materyalistleri olan hocalarının sınırlarını aşamadıklarını, bir adım bile ileri gidemediklerini söylüyor. Cahillerin kastettiği gibi, Engels onları, materyalizmleri dolayısıyla değil, aksine sadece ve sadece materyalizmi ileri götürmedikleri için -ki zaten materyalizmin teorisini geliştirmek onların işleri dışındaydı- suçladı. Yalnızca bu yüzden, Engels, Büchner ve ortaklarını eleştirir. “
Marx ve Engels materyalizmi, hem toplumbilim, hem de doğa ve düşünce bilimi alanlarında geliştirirken, Büchner ve ortakları, onu, eski materyalizmin tüm sınırlılığını koruyarak yüzeyselleştiriyorlardı. Lenin, Engels’in işaret ettiği sınırlılıkları, birer birer saymaktadır: mekanizm, anti-diyalektik tarzda felsefe yapma, idealizmin üstte tutulması, yani tarihsel materyalizmin kavranamaması. Lenin, Büchner ve ortaklarının sınırlılıklarının tümünü sıraladıktan sonra, şunun altını bir kez daha çizer:
“Sadece bu üç şey yüzünden ve sadece bu sınırlar çerçevesinde, Engels, 18. yy. materyalizmini ve Büchner ve ortaklarının öğretilerini reddetmiştir. Materyalizmin ABC’sini oluşturan (Machçılar’ın tahrif ettiği) diğer tüm konularda, Marx ve Engels’in eski materyalistlerle aralarında hiçbir fark olmamıştır, olamaz da.”
Burada, materyalizmin epistemolojik temelinin idealizme karşı savunusunda, Marksizm’in ve Büchner ve ortaklarının mekanik materyalizminin müttefikler olarak birleşik bir cephede mücadele ettiklerini görüyoruz. Lenin, enerjinin dönüşümü ve sakınımı yasalarını idealizmin lehine kullanmak isteyen Machçı Suworow’a karşı çıkarak, şöyle yazar:
“Bizim Marksist olma arzusundaki ‘gerçekçimiz’, kaba materyalist Büchner ve ortakları gibi, diyalektik materyalist Engels’in de, bu yasayı, materyalizmin temel ilkelerinden saydığını, acaba duymuş mudur?”
Lenin, Büchner’e olduğu gibi, Dühring’e karşı da, Dühring’in sosyal demokrasi ve işçi hareketiyle dolaysız ilişkisi olması özel gerçeğini dikkate almak kaydıyla, aynı çizgiyi takip eder. Şöyle yazıyor:
“Engels, tamamen ateist olan Dühring’e karşı, tutarsızlığı yüzünden fideizme kendi felsefesinde açık kapı bıraktığı için, mücadele etmekte tamamen haklıydı. “
Engels gibi Lenin de, Dühring’in idealizme yalpalamalarını açığa çıkarır ve bu yalpalamaların görüldüğü sorunların (örneğin, mekân ve zaman sorununun) Marksist çözümlerini sunar.
Lenin, Engels’in Büchner ve ortaklarına ve Dühring’e karşı savunduğu görüşlerin geliştirilmesinde, Engels’i, çalışmalarının ağırlığını, materyalizmin bilgi kuramı alanındaki temel pozisyonunun savunusuna değil, aksine materyalizmin geliştirilmesine vermeye zorlayan somut koşullara da işaret eder:
“Marx ve Engels gibi Dietzgen’in de, felsefi arenaya girdikleri dönem, genel olarak ilerici entelektüeller, özel olarak da işçiler arasında materyalizmin egemen olduğu bir dönemdi. Bundan dolayı, doğal olarak Marx ve Engels dikkatlerini, eskinin tekrarına değil, aksine materyalizmin ciddi teorik gelişimine, onun tarih alanına uygulanışına, yani materyalist felsefenin inşasının en tepe noktasına kadar tamamlanmasına vermişlerdir. Yine doğaldır ki, onlar, kendilerini, bilgi kuramı alanında, Feuerbach’ın yanılgılarını düzeltmekle, materyalist Dühring’in beylik sözlerini alaya almakla, Büchner’in hatalarını eleştirmekle ve işçi çevrelerinde en yaygın ve tanınmış yazarlarda özellikle eksik olan şeyin, yani diyalektiğin altını çizmekle sınırlamışlardır.”
Lenin, Marx ve Engels’in materyalizm için verdikleri mücadele döneminin kendine özgü somut koşullarının önemle altını çizerken, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserinin her yerinde, kendisini, bilgi kuramının ABC’si olan sorunlarda, Büchner ve ortakları ve Dühring’in Marksizm’i ve materyalizminin ortak pozisyonunu özellikle vurgulamaya zorlayan ve bizzat kendisinin de materyalizm için verdiği mücadeleyi yürüttüğü somut koşulları çözümler. Bu koşullar şunlardan oluşur: burjuva entelektüellerinin idealizme yönelmesi ve bununla bağlantılı olarak, “özellikle Marksist olmak isteyenlerin arasında, o dönemde Marksistler cephesi için esas tehlikeyi oluşturan, Marksizm’in idealist revizyonu için saldırının başlaması. Bundan dolayı, Lenin’in de yaptığı gibi, Marksizm’in geliştirilmesi görevi, yanı sıra, materyalizmin bilgi kuramsal temel ilkelerini, “bütün” materyalistlerle aynı cephede özellikle savunmak ve materyalizmin gerek Marksizm içi, gerekse dışındaki tüm güçlerini, gittikçe güçlenen idealist ve gerici cemaate karşı örgütlemek gerekiyordu.
Materyalizm ve doğa bilimleri cephesi hakkında Leninist taktiğe ilişkin olarak söylediklerimizin sonuçlarını, şöyle özetleyebiliriz:
Kendiliğinden materyalizm, kendiliğinden materyalistlerle bağlantılı olarak, ortaya çıkarılmalı, Hertz, Helmholtz, Boltzmann ve diğerlerinin materyalist oldukları kanıtlanmalıdır. Onların materyalizmlerindeki yalpalama ve tutarsızlıklar temizlenmeli; idealistlere, bunları fideizm ve gerici kamp yararına sömürmeleri için fırsat tanınmamalı ve bu bilim adamlarına, tutarlı diyalektik materyalizmin yolu gösterilmelidir.
Büchner ve Dühring türünden bilinçli materyalistler karşısında ise, genel olarak idealizme ve Marksizm içindeki idealist revizyonlara karşı mücadelede, bilgi kuramının ABC sorunlarında materyalist kampın tümünün ortak pozisyonunun altı çizilmelidir. Aynı zamanda, materyalizm geliştirilerek, bilinçli materyalizmin bu biçiminin tutarsızlık ve sınırlılıkları ile araya sınır çekilerek, burjuva dünya görüşünü aşmanın, dönüştürmenin, böylece de diyalektik materyalizm pozisyonuna geçişin yolu gösterilmelidir.

III
Muzaffer proleter devrimin, teorik cephedeki mücadele açısından yarattığı yenilik nedir? Bu yenilik, birincisi, teorik olarak Marksizm’e dayanan işçi sınıfı partisi olan tutarlı devrimci partinin, muzaffer proletaryanın ülkesinde tek egemen parti haline gelmesinden; ikinci olarak, devlet kurumlarının (öğretim ve daha dar anlamda devlet kurumları) sadece politik ve ekonomik alanda değil, aynı zamanda ideolojik alanda Marksizm’i, tutarlı materyalizmi savunan ve sağlamlaştıran organlara dönüşmüş olmasından; üçüncü olarak, doğa bilimleri ve felsefe alanında, komünist ve Marksist kadroların hızlı ve engelsiz yetişmesinden; dördüncü olarak, devrimci Marksizm’in ve onun felsefesinin dergilerde, gazetelerde ve proleter devletin tüm basınında propaganda edilmesinin olanaklı oluşu ve görev haline gelişinden; beşincisi, Marksizm’in önderliğinde bilimsel kamuoyunun tümünün diyalektik materyalizmin bayrağı etrafında örgütlenmeye başlamasından oluşur. Tüm bunlar, sonuç olarak, sınıflar gibi, onların ideolojik biçimlerinin de -idealizm, din vs.- yok olduğu, sınıfsız, komünist bir toplum inşasını amaç edinen proletaryanın, toplumu dönüştürmesi sürecinin bir ifadesidir.
Lenin, bu yeni koşullar altında idealizme karşı mücadele, Marksizm ve materyalizmin geliştirilmesi ve savunulması alanlarında nasıl görevler koymuştur?
Önceden olduğu gibi, bu aşamadaki temel görevler, idealizme karşı mücadele etmek ve “Resmi bilimin temsilcileri de olsalar, kendilerini demokratik, köktenci veya ruhani sosyalistler olarak da ilan etseler, klerikalizmin tüm bu modern, diplomalı ve gönüllü uşaklarını ısrarla teşhir ve takip etmek”tir
“Marksizm’in Bayrağı Altında” gibi dergiler ve onun önderliğinde birleşmiş kadrolar, bütün güçlerini bu mücadelede yoğunlaştırmalıdırlar.
İdealizme karşı mücadele, aynı zamanda militan ateizmin propagandasına ve dine karşı yönelmelidir. Lenin bu görevi ortaya koyarken, bu işle görevlendirilmiş devlet kurumlarının tamamen yetersiz ve gevşek davrandıklarını vurgular. Aynı zamanda, bu Marksist dergiler etrafında toplanan bilim çevrelerinin uygulaması gereken somut mücadele biçimlerini gösterir.
İdealizme ve dine karşı mücadeleyi görev olarak koyarken, Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” eserinde de, modern doğa bilimleri alanında süren devrimle bağlantılı olarak, aynı zamanda, başarılı doğa bilimcilerinin açıklamalarının idealizmin propagandası lehine kullanılmak üzere çarpıtıldığı gerçeğini vurgular. Lenin, materyalizme sırtını dönenlere ve “gerici moda akımlarının peşinde koşarak Avrupa biliminin sözüm ona ‘son sözünün’ yaldızlı parlaklığının tuzağına düşen ve bu parlaklığın ardında saklı bulunan, şu ya da bu türde ortaya çıkan burjuvazi dalkavukluğunu, burjuva önyargıları ve burjuvazinin gerici yapısını analiz etmeyi bilmeyenlere” karşı mücadele çağrısında bulunur.
İdealist kampa karşı ağırlık yaratmak için, Marksistler, materyalist kampın örgütlenmesi ve sağlamlaştırılması yolunda her şeyi yapmalıdırlar. Karşı kampın tüm çelişkilerinden yararlanmak gerekir. Bunun için Lenin, ilkin, Marksizm cephesinin tümüne ilişkin olarak, komünistler ve komünist olmayanlar, ” ‘okumuş çevre’ denilenlerin felsefi önyargılarına ve felsefi gericiliğine karşı mücadele veren tutarlı ve militan materyalizm taraftarları” arasında birliği önerir, ikincisi, doğa bilimleri cephesi konusunda, “Materyalizme eğilimi olan, ‘okumuş çevre’ denilenler arasında hâkim olan idealizme ve kuşkuculuğa verilen moda felsefi tavizlere karşı materyalizmi temsil ve propaganda etmeye korkmayan modern doğa bilimlerinin temsilcileri ile birlik” önerir.
Dine karşı verilen mücadelede materyalistlerin pozisyonunu sağlamlaştırmak için Lenin, Drews’in “Hıristiyan Miti” eserinde olduğu gibi, dini önyargılara ve efsanelere karşı çıkan ve onları çürüten burjuva aydınlarının ilerici gurupları ile -aynı zamanda daha büyük beceriyle maskelenmiş yeni önyargıları, eski önyargıların yerine geçirme denemeleri yapmış olsalar da- belli ölçüde bir birliği önerir. Marksistler, dinin gerici yenilenme çabalarına işaret etmeli, en keskin eleştiriyi yapmalı, ama buna rağmen, Drews ve benzeri bilim adamlarından, materyalizmin pozisyonunu güçlendirmek için yararlanma olanaklarından vazgeçmemeli ve onları, dini obskürantizm ile karşı karşıya getirmelidir. Bu bağlamda vurgulanması gereken, Lenin’in, burjuvazinin devrimci döneminde materyalizm uğruna verilen mücadelede yaptığı değerli katkılar ve yararlarından vazgeçmeyi Marksizm’e ve materyalizme ihanet olarak gördüğüdür.
Fakat küçük burjuva kamptan müttefikler kazanmak için verilen mücadele; ne politik ve ekonomik ne de felsefi alanda, hiçbir biçimde, proletarya diktatörlüğü (iktidarın ele geçirilmesinden sonra da sağlamlaştırılması) için sürdürülen mücadelenin görevlerinin, küçük burjuvazi tarafından gündemde tutulan görevlerin ardına itilmesine yol açmamalıdır. Proletaryanın ittifaklar öğretisi, proletarya diktatörlüğünün genel öğretisine göre ikincil bir öneme sahiptir.
“Alman ‘Bağımsızlarının’ Görüşmelerin Kabulü Üzerine Önerilerine Yanıt İçin Tezler”de şöyle yazıyor Lenin:
“Proletarya diktatörlüğü, yetenek, fedakârlık ve kararlılık, emekçilerin ve sömürülenler kitlesinin tümünün, devrimci önlemlerle, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi aracılığıyla, kendisine (proletaryanın devrimci önderliğine) kazanılması anlamına gelir,”
Küçük burjuvazi ile ittifak için mücadele ederken, proletarya, emekçilerin önderi olarak rolünü, devrimin yönetici sınıfı olarak bütünlüğünü korur.
Bu, her şeyden önce, proleter devrimin hedeflerinin sabırlı takibinde; sosyalist devrimin görevlerinin ve toplumun yeniden örgütlenmesinin, burjuva devrimin görevlerinin gerisine itilmesi çabalarına karşı mücadelede, proletaryanın birliğinin savunulup korunmasında ifadesini bulur.
Lenin bir başka yerde şöyle yazar:
“Proletaryanın birliği, sosyalist devrimin muazzam bir silahıdır. Bu tartışmasız gerçekten, yine tartışmasız olan şu gerçek çıkar: eğer, sosyal devrim için mücadeleyi saptırabilecek küçük burjuva unsurlar önemli bir sayıda proletarya partisine katılıyorsa, böyle unsurlarla birlik, proletarya davası için zararlı ve vahimdir.”
Bu ilke, felsefi cephe için de geçerlidir.
Eğer komünist Marksistler, komünist olmayan Marksistlerle, materyalist doğa araştırmacıları ve burjuva bilginlerin ilerici bölümüyle bir ittifak yapacaklarsa, öncü rolünü üstlenmeleri gerekir. Teorik cephedeki mücadelede öncü rol, bir yandan, komünistlerin, yeni materyalizm, yani diyalektik materyalizm çizgisini sonuna kadar tutarlılıkla uygulaması, bu açıdan tamamen tavizsiz olması ve bu materyalizm biçiminin tahrif edilmesinin her türüne karşı mücadele etmesinden oluşur.
Öte yandan, teorik mücadelenin öncü rolünü üstlenmek; kitleleri beraberinde götürmek, onları materyalizm ruhuyla yetiştirmek ve diyalektik materyalizmin kavranmasına yakınlaştırmaktan oluşur. Lenin, teorik alandaki devrimin de salt komünistlerin eseri olamayacağını yazar:
“Her ciddi devrimci çalışmanın başarıya ulaşması, devrimcilerin, gerçekten yaşama yeteneğine sahip ilerici sınıfın öncüsü rolünü oynayabileceklerini kavramalarını ve bunu pratik çalışmanın temel çizgisi haline getirmelerini gerektirir. Öncü ancak, önderlik ettiği kitleden kopmamayı başarabildiği ve tüm kitleyi gerçekten ileri doğru yürütebildiği zaman, öncülük görevini yerine getiriyor demektir. En çeşitli faaliyet alanlarında komünist olmayanlarla ittifak kurmadan başarılı bir komünist inşadan söz etmek mümkün değildir.”
Tutarlı materyalizmi diyalektik olarak kavrayamayanların aksine, Lenin, milyonlarca köylüyü oluşturan kitlelere yaklaşırken, silahların her türü kullanılarak, “onlara (köylülere) şu ya da bu yönden yaklaşmayı” bilmek gerektiğini söyler. Tam da bu nedenle, din karşıtı propaganda için, 18. yüzyıl materyalistlerinin ateist yazılarının, Drews gibi bilginlerin eserlerinin çevrilmesini önermiştir.
Kitlelerin bu açıdan kazanılmasında komünistlerin görevi; materyalizmi ele alıp uygularken, burjuva yazarların tutarsızlıkları ve sapmalarının etkisine kapılmadan, bu tür silahları eleştirel bir bakışla kullanmaktan oluşur. Lenin, komünistlerin bu yazarlara eleştirel bir biçimde yaklaşmalarını ister.
Bu nedenle Lenin, kitleleri materyalizme ulaştırmayı başaramayan “sözde Marksistlerimiz, gerçekte Marksizm’i tahrif eden komünistlerimiz”i şiddetli bir biçimde eleştirir.
Olduğu yerde sayan kişi, materyalizm mücadelesi veremez. Somut bir materyalizm mücadelesi vermeye niyetli kişi, onu geliştirmek zorundadır. Lenin, bu nedenle, filozoflara, modern doğa bilimini ve bu alanda yaşanan materyalizm mücadelesini öğrenmelerini salık vermişti. En yeni doğa biliminin ortaya attığı sorunların olumlu bir çözümüne ulaşabilmek için Lenin, Hegelci diyalektiğinin materyalist bir yaklaşımla incelenmesini, bir “Hegelci diyalektiğin materyalist dostları topluluğu”nun örgütlenmesini önerir.
“Modern doğa bilimcileri, (onlar aramayı bilir ve biz de onlara bu konuda yardımcı olmayı öğrenirsek) materyalist açıdan kavranmış Hegelci diyalektikte, doğa bilimindeki devrim tarafından ortaya atılan ve karşısında burjuva modanın aydın hayranlarının gericiliğe ‘kaydığı’ felsefi sorunlara bir dizi yanıt bulacaklardır.”
Bunlar, Lenin’in felsefe ve doğa bilimlerine ilişkin komünistlere yüklediği görevlerdir. 1905 Devrimi’nden sonraki süreçle karşılaştırıldığında, bugünkü proletarya diktatörlüğü ve Sovyet Cumhuriyetleri koşullarındaki çalışmanın biçim ve yöntemlerine dair yapılan vurgu, burada, yeni bir olguyu temsil eder.
Bu yeni koşullar altında, bilimsel ve teknik aydın kadrolar sorunu, onlara yönelik taktik sorunu, daha önce görülmedik büyüklükte bir önem kazanmıştır.
Ekim Devrimi öncesindeki süreçte, parti, felsefe ve doğa bilimleri cephesinde yürütülecek mücadele için uzmanlaşmış kadrolara sahip değildi. Çünkü o dönemde henüz, bilimin proletarya tarafından doğrudan öğrenimi sorunu ortaya çıkmamıştı ve parti, bu mücadele alanına ayırabileceği özel güçlere sahip değildi. Marksizm’in tarih, ekonomi ve politikadaki temellerine ilişkin mücadele, felsefi alandaki diyalektik materyalizm mücadelesiyle organik bağlara sahipti.
Marx ve Engels, Marksizm’in ekonomik, tarihsel ve politik öğretilerini savunup geliştirerek, aynı zamanda felsefe ve doğa bilimlerinde de Marksizm’i savundular ve geliştirdiler. Aynı şey, yeni koşullar altında, Lenin tarafından sürdürüldü. Günümüzde ise Stalin, “Leninizm’in Sorunları”nda Marksist-Leninist diyalektiğin uygulanması ve geliştirilmesi konusunda klasik bir örnek oluşturmaktadır.
Ekim Devrimi öncesinde, kültür devrimi için gerekli önkoşullar (proletarya diktatörlüğü) henüz mevcut değildi ve kültür taşıyıcılarının o dönemdeki propagandası, burjuva hareketin bir türevini temsil ediyordu. Kapitalist toplumda bilim ve kültür, bir azınlığın tasarrufundaki ayrıcalıktır.
Proletarya diktatörlüğünün kuruluşuyla birlikte, bu durum, temelden değişir. O andan itibaren, hem işçi sınıfının hem de köylülüğün en geniş kitlelerinin kültür düzeylerinin yükseltilmesi mücadelesinin önkoşulları yaratılmaya başlar. Başta sanayi, tarım ve ulaşım sistemi olmak üzere, tüm ekonominin baştan aşağı dönüştürülmesi, proletaryayı, bilim ve tekniğe vakıf olmak göreviyle karşı karşıya getirir. Böylece, yalnızca ekonomik, tarihsel ve politik teori alanlarında değil, ayrıca felsefe, doğa bilimleri ve teknik alanlarında da, diyalektik materyalizmin, gelişme yönünde devasa bir atılım yaşadığı koşullar yaratılır. Diyalektik materyalizm, kültür devriminin en güçlü silahı, bütün biçim zenginlikleriyle, Sovyet ülkesinin inşasının bir aracı haline gelir.
Ancak proletarya diktatörlüğünün kuruluşundan sonra konulabilen tüm bu görevler, salt proletaryanın sahip olduğu güçlerle çözülemez. Sanayi ve tarımdaki çalışma için, Sovyet inşası ve kültür devrimi için, aydınlardan yararlanılması zorunludur.
Lenin, eserlerinde aydınların sınıfsal yapısının çok ayrıntılı bir analizini verir. Burjuva ve küçük burjuva öze sahip bu tabakanın karakteristik özelliklerinin, yaşam koşullarına bağlı olarak bireycilik, yalpalama eğilimi, istikrarsızlık, örgütsüzlük, gevşeklik olduğunu vurgular. Devrimci yükseliş dönemlerinde, bu tabakanın bir bölümü proletaryaya yaklaşır, ancak 1905 Devrimi’nde de yaşandığı gibi, yenilgi dönemlerinde, devrime sırt çevirir. Aydınlar tabakasının küçük burjuva ve burjuva karakteri, proletaryanın Ekim Devrimi’ni, aydınların karşısında, aydınların genel kitlesinin sabotajları altında gerçekleştirmesinin de nedeniydi.
Lenin, aydınlar tabakasının tüm bu özelliklerini açıklığa kavuşturur, devrimdeki tutumlarını analiz eder ve zaferin kazanılmasıyla birlikte, proletaryanın, aydınları değiştirip dönüştürmek, kendine tabi kılmak ve güvenilir olmayan unsurlarını ayıklamak göreviyle karşı karşıya olduğunun altını çizer.
“… Komünizm, ancak kapitalizmin yarattığı insan malzemesiyle inşa edilebilir. Burjuva aydınları kovup yok etmek mümkün değildir, tersine onları yenmek, değiştirip dönüştürmek, yeniden biçimlendirmek gerekir. Tıpkı proletarya diktatörlüğü zemininde yürütülecek zorlu mücadelelerle, küçük burjuva ön yargılarından bir mucize yardımıyla, Meryem Ana’nın himmetiyle ya da bir slogan, bir devrim veya bir genelgeye dayanarak bir anda değil, aksine kitlelerin, küçük burjuva etkilerin yaygın yansımalarıyla uzun ve zorlu bir mücadelesi sonucu kurtulabilecek olan proleterleri de değiştirip dönüştürmek gerektiği gibi..”
Lenin, hem Ekim öncesi hem de sonrasındaki devrim aşamaları için, proletaryanın aydınlar karşında izleyeceği taktiği, derinlemesine bir çalışmayla hazırlamıştır. Burada, Lenin’in teknikerler ve doğa bilimcilere yaklaşımının altını çizmek, bizim için özel bir önem taşımaktadır. Eski burjuva aydınlarının bu bölümü, Lenin’e göre, son derece değerlidir. Çünkü bu bölüm, burjuva kültürünün en nitelikli, sosyalizm için en önemli başarılarının taşıyıcısıdır ve sosyalist inşa da ancak, burjuvazinin kültür alanında yarattığı her şeyi kendine temel edinmesiyle olanaklıdır.
Uzmanları saflarına kazanmak, burjuvaziden kopuşlarını sağlamak, proleter önderliğe tabi kılmak, onları değiştirip dönüştürmek; bu, komünistlerin ve işçi sınıfının tamamının görevidir. Lenin, komünistlerin söz konusu alanda sosyalist inşanın tüm ayrıntılarını çok iyi bilmeleri, uzmanlardan, kapitalizmin başardığı her şeyi öğrenmeleri ve aynı zamanda, bize en yakın duran uzmanların burjuva dünya görüşünden kopuşlarını ve komünizmin saflarına geçişlerini sağlamaları gerektiğini yazmıştı. Uzmanları komünizme ulaştıran yolun, işçi sınıfının izlediği yola ya da aydınlar tabakasından gelen propagandacıların izlediği yola benzemediğini vurgulamıştı. Lenin, GOELRO’nun (“Rusya’nın Elektrifikasyonu İçin Devlet Komisyonu”) yaratılmasıyla ilgili olarak şunları yazdı:
“GOELRO içinde yer alan komünistlerin görevi, daha az emretmek, daha doğrusu emretmemektir. Görev, bilim ve teknik uzmanlarına (RKP programında, bunlar çoğu durumda kaçınılmaz olarak burjuva dünya görüşünün ve burjuva alışkanlıkların etkisindedirler, denir) son derece dikkatli ve akıllıca yaklaşmak, onlardan öğrenmek ve onlara yardım etmek, onların ufuklarını genişletmektir. Bu sırada komünistler, söz konusu bilimin kazanımlarına ve verili durumuna dayanmalı ve bir mühendisin, komünizmi, bir propagandist ve yazar gibi değil, başka bir yoldan, kendi biliminin verili durumu üzerinden benimseyeceğinin bilincinde olmalıdırlar. Bir ziraat mühendisi, kendine özgü bir yolla komünizmi benimseyecektir, orman mühendisi yine farklı bir yolla vb. Uzmanların çalışmalarını koordine etmeyi ve alçak gönüllülükle yönetmeyi, meselenin özünü kavramayı ve bütün ayrıntılarıyla araştırmayı bildiğini kanıtlamamış bir komünist, çoğu zaman zarar verir.”
Sosyalist inşanın başarıları, cephe hattı boyunca kapitalist unsurlara karşı saldırıya geçiş, tam kolektifleştirme temelinde kapitalizmin köklerinin temizlemesi, beş yıllık planın başarıyla yerine getirilmesi ve aşılması, geniş emekçi kitlelerin kültür ve refah düzeylerinin yükseltilmesi ve atılımcı çalışmayla sosyalist yarışmada ifadesini bulan işçi sınıfının coşkusunun yükseltilmesi; bütün bunlar, proletarya diktatörlüğünü olağanüstü sağlamlaştırmış ve aynı zamanda, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine ve kapitalist unsurların direnişine yol açmıştır.
Kapitalist ülkeler çökerken, SSCB’deki sosyalist inşa başarıyla yürümektedir. İşsizlik, hiç görülmedik boyutlardaki ekonomik kriz, hararetli silahlanma, silahlı bir çatışma tehlikesinin giderek artması, sınıf mücadelesinin, burjuvazinin açık faşist diktatörlüğüne varana dek olağanüstü keskinleşmesi bir yanda; öte yanda ise, komünizmin durdurulamaz ilerleyişi, sömürge ve yarı sömürgelerin devrimci hareketlerinde de büyüme; kapitalizmin bugünü budur. “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti!” Şimdi bu hayalet ete kemiğe bürünmüştür. Komünizm, kapitalist ülkelerde politik ve ekonomik yaşamın en güçlü faktörlerinden biri haline gelmiştir.
Bu koşullar altında, felsefe ve doğa bilimleri alanındaki ideolojik mücadele, tamamen yeni bir biçim alarak gelişmektedir. SSCB, dünya proletaryasının yalnızca ekonomide ve politikadaki öncü birliğini değil, aynı zamanda, ideolojik mücadeledeki öncü birliğini oluşturuyor. SSCB, modern materyalizmin, diyalektik materyalizmin kalesidir.
Bu nedenle, bugünkü durumda materyalizmin lehine ya da aleyhine mücadele, kaçınılmaz olarak, proletarya diktatörlüğü lehine ya da aleyhine bir mücadele haline gelmektedir. Materyalizmin duruşunu savunmak isteyen kişi, er ya da geç komünizm bayrağına ulaşacaktır. Çünkü komünizm, gönümüzün pratik ve teorik materyalizmidir.
Yurt dışında felsefe cephesinde 20. yy’ın başındakiyle aynı kamplar çatışmaktadır; ne var ki, bu iki kamp arasındaki güçler dengesi değişmiştir ve her geçen gün değişmeye devam etmektedir.
İdealizm, burjuva kampta olağanüstü güçlenmiş ve son derece saldırganlaşmıştır. Kapitalizmin artan saldırganlığını ve genel çürümesini yansıtan felsefi idealizmin saldırganlığı, burjuva doğa bilimcileri arasında, materyalist kampın bilinçli bir materyalizm savunusunun neredeyse tamamen eksik kalmasına yol açıyor. Kammerer gibi bilginlerin materyalizmi savunma girişimleri, tüm kapitalist kamuoyunun karşılarına geçmesine neden oluyor ve onları ya SSCB’ye sığınmak ya da yok olmak zorunda bırakıyor. Bu durum, bugün Almanya’yı kasıp kavuran Hitler diktatörlüğüyle daha da keskinleşmektedir ve tutarsız olsa bile, yine de materyalizmi savunmuş olan Planck vb.nin faşizm karşısında teslim olmalarına neden olmaktadır. Bunun anlamı, en iyi durumda, onların, artık birer materyalizm savunucusu olarak sayılamayacaklarıdır.
Kendiliğinden materyalist doğa bilimcilerinin -ki bunların varlığını materyalizm düşmanları da doğruluyor- düşünceleri, koyu bir ideolojik illegaliteye itilmiş durumdadır ve bu yönüyle, ancak modern toplumun iki ana gücünün, proletarya ve burjuvazinin çarpışmasıyla bir sonuca ulaşabilir.
Bu idealist sis bulutlarıyla sarmalanmış çelişkilerin varlığı, yaşanan son olaylarla da doğrulamaktadır: Yabancı bilim adamlarının SSCB’yi ziyaretleri ve verdikleri konferanslar, Londra’daki Uluslararası Bilim ve Teknik Tarihi Konferansı ve Moskova’daki Psikoteknik Konferansı’nda Sovyet delegasyonlarının konuşmaları ile ilgili olarak yaşanan olaylar. Burada, açık mücadele alanında proleter dünya görüşünün temsilcileri, Marksizm-Leninizm’in temsilcileri ile ideolojik gericiliğin temsilcileri bir araya gelmişlerdir. Sonuçlar, son derece öğreticidir. Çelişkiler su yüzüne çıkmakta, büyük bir itinayla gizlenmiş materyalist görüşler açıkça ortaya konmakta ve Marksizm-Leninizm tüm materyalist görüşlü doğa bilimcilerinin bayrağı haline gelmektedir.
Günümüz doğa bilimcileri arasındaki bu ayrışma sürecini ve materyalist kanadın örgütlenmesini desteklemek ve hızlandırmak için, her şeyden önce, Leninist politika ve taktiğin doğa bilimleri alanında uygulamasını öğrenmek gerekmektedir. “Materyalizm ve Ampriokritisizm” ve Lenin’in diğer eserleri, teorik cephedeki mücadele için yeri doldurulamaz bir önem taşır.
Doğa bilimleri alanında, bugünkü doğa bilimcileri arasındaki değişik akım, gruplaşma ve eğilimlerin karmaşık iç içe geçişi içerisinde “Materyalizm ve Ampriokritisizm” ve diğer {“Sol-Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı”, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky”, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm”, “Ne Yapmalı” vb.) Leninist eserlerin yönergelerini göz önünde bulundurmak ve somut olarak uygulamak komünistlerin görevidir. Proleter mücadelenin bu özel alanında, Komintern ve onun seksiyonlarının kararlarını uygulamak, materyalist diyalektiği, günümüz doğa bilim teorilerinin somut malzemesine dayanarak daha da geliştirmek komünistlerin görevidir.
Diğer cephelerde olduğu gibi, burada da, komünizm, yalnızca burjuvaziye ve onun ideologlarına karşı değil, aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki küçük burjuva temsilcisi sosyal demokrasiye karşı da mücadele etmek zorunda kalacaktır. Teorik cephedeki mücadele, uluslararası ölçekte ne denli büyük bir yaygınlıkla gelişirse, sosyal demokrasinin Marksist öğretiyi tahrif etme girişimleri o ölçüde artacak, komünistlerin felsefe alanındaki teorik çalışmalarına karşı yürüttükleri mücadele o denli şiddetlenecektir. Bu ihanetçi faaliyetler, ancak Marksizm-Leninizm’in temellerine dayanılarak püskürtülebilir. Bu nedenle, Marksist-Leninist teorinin saflığını koruma uğruna, Marksizm-Leninizm’in her türlü tahrif ve bozuşturulması girişimine karşı mücadele, doğa bilimcilerinin kazanılması için başarılı bir mücadelenin vazgeçilmez ön koşullarıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑