GAP, Türkiye egemenleri tarafından üzerinde fırtınalar koparılan bir proje. Bölge ülkelerinin ilgi odağı olan GAP, dünya devleri tarafından da önemsenen “büyük çaplı” bir proje. İçinde yer aldığı bölgenin özgünlüğü, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya’ya yönelik hesaplan olanlar bakımından projeyi daha da önemli kılıyor.
Kürt sorunu gibi karmaşık bir denklemin göbeğindeki bu projeye ilgi karmaşık hesaplarla dolu. Bu yazı kapsamında GAP ve Tarım, GAP ve Sanayi, GAP’ın Sosyal Yönü; GAP, Çevre ve Kültür; GAP’ta Uluslararası işbirliği ve Uluslararası Su Kuruluşları ile İlişkiler, GAP’ın Finansmanı ve GAP’ta Ulaşılan Son Nokta’yı, bölgenin jeostratejik konumuyla bağlantısı içinde ele alacağız.
GAP’A GENEL BAKIŞ
“GAP Bölgesi” olarak tanımlanan geniş alanda, Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri bulunmaktadır. Bölge aynı zamanda Ortadoğu ülkeleriyle de sınır oluşturduğundan, ekonomik, coğrafi, siyasi ve askeri hesaplar bakımından önemli bir alan durumundadır, Kürtlerin yaşadığı coğrafya olarak on yıllardır süren bir mücadeleye, son 15 yıl boyutlanmış bir çatışmalı ortama sahne oluşu, halkın demokratik taleplerinin henüz karşılanmamış olması, güç ve pozisyonların sürekli değişiklik göstermesi, yine Türkiye, İran, Suriye ve Irak topraklarıyla birlikte üzerinde Kürtlerin yaşadığı geniş ama parçalanmış geniş bir coğrafyanın kesişme merkezinde bulunuşu da, GAP’ı önemli kılan faktörlerdendir.
Dolayısıyla GAP; Türkiye, Ortadoğu ülkeleri, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin hesapları açısından önemli bir sınır bölgesidir. GAP kapsamına girmeyen Kürt illerinin Ermenistan ve İran ile sınırı dâhil edilmezse, Güney’de Suriye, Güneydoğu’da ise Irak’la sınır olan GAP’ın yüzölçümü 75.358 kilometrekaredir. Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illeri Suriye ile sınırdır. Ve Suriye sınır uzunluğu yaklaşık 610 km’dir. Kilis, Karkamış, Akçakale, Ceylanpınar ve Nusaybin’de sınır kapıları bulunmaktadır. Ancak, Karkamış ve Ceylanpınar kapıları faaliyette değildir. Şırnak ili ayrıca Irak ile de sınırdır ve sınır uzunluğu yaklaşık olarak 378 km’dir. Silopi’de sınır kapısı bulunmaktadır, bugün en faal ticari kapı durumundadır. GAP Bölgesi’nde yaklaşık olarak 3,1 milyon hektar tarım alanı bulunmaktadır. Bu alanın 1,7 milyon hektarı GAP kapsamında sulanacaktır. Türkiye’de sulanabilir toplam 8,5 milyon hektar arazinin % 20’si, aşağı Fırat ve Dicle havzalarındaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nde yer almaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yüzde 9,7’sine denk düşmektedir.
Ayrıca, Türkiye enterkonnekte sistemine giren enerjinin önemli bir bölümünü üretmekte olan Karakaya ve Atatürk Barajları ile Kralkızı ve Karkamış Barajları’nda gerçekleştirilen hidroelektrik üretimi, Türkiye elektrik üretiminde önemli bir yer tutmaktadır. GAP Bölge Kalkınma idaresi tarafından Temmuz 2001’de yapılan açıklamaya göre; “GAP kapsamındaki barajlardan açılışlarından 2001 Haziran ayı sonuna dok yaklaşık 10,6 milyar dolarlık enerji elde edilmiştir. Enterkonnekte sisteme giren hidro-elektrik enerjinin önemli bir bölümü Karakaya ve Atatürk Hidroelektrik Santralleri (HES) ile Aralık 1999 tarihinden itibaren işletmeye açılan Kralkızı, Karkamış HES ve deneme üretimine başlanan Birecik HES tarafından sağlanıyor. Tesislerin açılışından 2001 yılı Haziran sonuna kadar üretilen yaklaşık 10,6 milyar dolar değerindeki toplam 117 milyar kilovat saatlik enerji, 34.2 milyar metreküp doğalgaz veya 44.3 milyon ton fuel oile eşdeğer bulunuyor.” GAP’ın Türkiye enerji üretimindeki payı, hidrolik enerjide % 42.7, tüm üretimde % 12.7’dir. GAP tamamlandığında ise, 7500 megavatın (MW) üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saat hidroelektrik enerjisi üretileceği hesaplanmaktadır.
Fırat ve Dicle Havzası Projeleri olmak üzere iki gruptan oluşan GAP kapsamında; 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali bulunmaktadır. Ayrıca 1,7 milyon hektar toprağın sulanmasını sağlayacak sulama kanalları inşası öngörülmektedir. Elektrik enerjisi üretimi, sulama sistemleri ve jeostratejik elverişliliği bakımından pazar ekonomisine sunulan GAP’ta toplam 13 baraj tamamlanmış ve 7 hidroelektrik santrali işletmeye açılmış durumdadır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir alanın % 20’sine; planlanan elektrik enerji üretimi ise, Türkiye toplam yıllık elektrik enerjisi potansiyelinin % 22’sine eşdeğerdir. GAP Bölgesi 75 bin km karelik geniş bir alana sahiptir ve bu alan içerisinde farklı iklim istekleri olan zeytinden fıstığa, narenciyeye kadar geniş yelpazede ürünler yetiştirilmektedir. Bölgede 3,1 milyon hektar tarım arazisi, 1,1 milyon hektar orman arazisi ve 2,3 milyon hektar çayır ve mera arazisi bulunmaktadır. GAP Master Planı’nın 1990–2005 dönemi sonu itibariyle belirlediği hedef ve büyüklüklere ulaşabilmek için yapılması öngörülen kamu yatırımları finansman ihtiyacı, 2000 yılı sabit fiyatlarıyla toplam 14 katrilyon 865 trilyon 753 milyar TL’dir. GAP için 1999 yılı sonuna kadar 14 milyar ABD doları harcama yapıldığı açıklanmıştır. 32 milyar dolar olarak öngörülen Proje kapsamındaki kamu yatırımlarının nakdi gerçekleşme oranı 2000 yılında % 44 olarak açıklanmıştır. (Kaynak: Başbakanlık GAP Kalkınma İdaresi Başkanlığı Dergisi, “GAP’ta Son Durum”, Haziran 2000) 2010 yılında bitirilmesi tasarlanan projenin bugüne kadar süren çalışma gözlenerek hedeflenen zamanda bitirilemeyeceği uzmanlar tarafından da belirtilmektedir. Yıllardır bölgeye yatırım yapılmadığı, harcamaların daha çok silahlanmaya gittiği ve “güvenlik” amaçlı yapıldığı bilinmektedir.
Aşağı Fırat ve Dicle Havzaları’ndaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nin bakir ve verimli toprakları; su, ısı ve güneş gibi doğal bileşenlerin zenginliği ve uygunluğu bakımından uluslararası tekellerin ilgi alanları içerisinde bulunuyor.
GAP bölgesinde mevcut sulama sahalarında yapılan pamuk üretimi Türkiye pamuk üretiminin üçte birini karşılamakta ve iklimin elverişli olması halinde bölgede yılda iki ürün elde edilebilmesini mümkün olmaktadır. Bölge doğal yapısı itibariyle hayvancılık için de oldukça elverişlidir. Son on beş yıldır bölgede süren sürgün ve baskı politikaları sonucu olarak, yayla ve mera yasağı nedeniyle can derdine düşmüş bölge halkının hayvancılık yapamadığı bilinmektedir. Emperyalistlerin, IMF ve Dünya Bankası’nın sömürgeci politikalarıyla işbirliği içindeki Türkiye egemen sınıfları daha önce özelleştirerek bitirdikleri, Et Balık Kurumu, Yem Sanayi, Süt Endüstrisi Kurumu, Zirai Donatım gibi tarım ve hayvancılık bakımından önemli kurumlardan sonra, Tekel ve şeker fabrikaları da özelleştirmeyle bitirilerek, bölge, yabancı tekellerin istedikleri ürünleri ektikleri ve istedikleri gibi yatırım yaptıkları bir açık pazara dönüştürülmüş olacaktır. Gümrüksüz ihracat ve sunulmuş diğer sömürü avantajlarıyla bölge açık yağmaya hazır hale getirilmektedir.
Kürtlerin tarihi ve toplumsal durumlarına ilişkin hak taleplerinin Cumhuriyet’in kuruluşuyla paralel, 1920 yılı sonunda başlayıp 1921’de süren Koçgiri halk hareketiyle gündeme girdiği bilinmektedir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları en kapsamlıları olmak üzere onlarca başkaldırı hareketi yaşandı. Ancak, her defasında bastırılan ve ezilen tüm isyanlar “bir grup çapulcu veya şakinin başkaldırısı” olarak değerlendirildi. “(…) Efendim mevzuu müzakere olan Koçgiri meselesi hükümetin zaafından bilistifade beş-on çapulcu isyan etmiştir.” (Konya milletvekili Vehbi Efendi, TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 2, s. 272) Cumhuriyetin kuruluşunda Kürt sorununda inkâra endekslenmiş bir “kabul” söz konusudur. İlk yıllardaki aldatıcı “diplomatik” tutum yıllar geçtikçe açık bir inkâr, tedip ve tenkil biçimine bürünerek adeta değişmez politik resmi devlet tutumu olmuştur. Zara’dan Dersim’e ve Erzincan bölgesine kadar genişlemiş olan Koçgiri halk hareketi için dönemin içişleri Bakanı Dr. Adnan Bey mecliste durumu şöyle açıklamaktadır: “(…) Dersim’de şayanı endişe bir şey yoktur. Türklük ve Kürtlük diye bir konu yoktur. Yalnız Alişir (Alişer) adında biri, başına birkaç kişi toplamış oralarda dolaşıyormuş. Kemah’ın birkaç mahallesine saldırmış, birkaç ev yakmış, bir-iki yağmada bulunmuş.” (Erzurum’dan Lozan’a ve M. Kemal Paşa, s. 85) Daha sonraki yıllarda da, kapsamı ve etkisi ne olursa olsun tüm başkaldırı ve isyanlar “feodal başkaldırı”, “dinci-gerici isyan”, “dış mihrakların kışkırtması”, “terör ve anarşi” olarak değerlendirilmiş ve bölgenin geri kalmışlığının asılmasıyla “Kürt sorunu”nun da aşılacağı iddia edilmiştir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın esareti altındaki ulusların ve halkların bağımsızlıklarını ilan etmelerinin korkusunu taşıyan M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı başlangıcında ve savaş koyunca Kürtlerin varlığını ret ve inkar etmeyerek onların varlığını kabul etmiş görünmesine rağmen,
Kürt feodal önde gelenlerim ve din adamlarını yanına almak için yoğun çaba sarf ettiği bilinmektedir. Kurulacak devletin Kürt Ye Türk halkının demokratik devleti olacağı açıklamaları ise, iktidar ele geçirildikten sonra “unutulmuştur”. Kürtlerin eskisinden farksız süren mevcut statülerine her itirazları olağanüstü tedbirlerle karşılanmış ve bu durum giderek olağanlaştırılmıştır. Sonrasında Kürtlere dayatılan koşullar bölgeye yönelik tüm yatırım ve çalışmaların da belirleyicisi oldu. Ekonomik, sosyal-kültürel, siyasal her proje ve yatırım bu politikaya hizmet ettiği oranda hayat buldu.
Ancak derin etkiler ve acılar bırakan bu politikalar, bölgede ne üretim ve verimlilik/gelişmişlik bakımından ne de zorla asimilasyonda başarılı olmuştur. 1925 isyanının şiddetle bastırılması, İstiklal Mahkemeleri’ndeki ünlü yargılamalar ve kitlesel idamlara eşlik eden toplu sürgün ve “Takrir-i Sükun Kanunları” ile baskı ve terör Türkiye sathına yaygınlaştırılmış oldu. Geri kalmışlık, feodal ilişkiler, ağalık, beylik ve şeyhlik gibi tarihsel toplumsal etkenler bölgede egemen sınıfın sarıldığı ve kullandığı tarihsel Kürt-Türk ilişkileri olmasına rağmen, Şefik Hüsnü revizyonizminin yedeklenmesinde olduğu gibi, “gerici başkaldırı”, “irticai kalkışma”, “genç Cumhuriyete karşı feodal hareket” gibi değerlendirmelerle Kürt sorununda “sol”, “sosyalist” ve “komünist” yaftalı çevreler manipüle edilerek yedeklenmesi sağlandı. TKP resmi tarihi, aynı zamanda Kürt halkının inkarı olarak Türk “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkili oldu.
Şeyh Said isyanından sonra uzun yıllar Kürt sorunu egemenlerin resmi bakış açısıyla ya da onun derin etkisiyle değerlendirildi. ’30’lu yıllardan sonra resmi bilimsel çalışmalar kurumlar düzeyine çıkarıldı. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve diğer “milli” kurumlar aynı zamanda Kürtlere dair hummalı “bilimsel çalışmalar” başlattılar. Tarih, dil ve kültür alanında hazırlıklara başlandı ve Kütlerin “dağ Türkleri” oldukları tezi çok yönlü olarak işlendi. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi geliştirildi. 1936 yılında yayınlanan Türkçe Sözlükte: “Kürt: Çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret olup bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak, İran’da yaşayan bir topluluk adı ve bu topluluktan olan kimse.” olarak tescil edildi. Bu kurumlarca ırkçı ve inkârcı görüşler resmi görüşler olarak ders kitapları, TRT gibi kitlesel araçlarla ve “bilimsel”lik iddiasıyla yaygınlaştırıldı. Kürtlerin “dağ Türkleri” oldukları bu tür “bilimsel” çalışmalarla ispatlanmaya çalışılırken diğer yandan bölgede başlayacak yatırım ve çeşitli düzeylerde toprak reformlarıyla durumun değişeceği ve halkın kaderini belirleme hakkı iddiasından vazgeçeceği yönlü yaklaşımın ürünü olarak. Mustafa Kemal bölgenin su, enerji, toprak ve hayvancılık başta olmak üzere diğer doğal potansiyelinin değerlendirilmesi amaçlı projeler için direktifler verdi.
FIRAT VE DİCLE’NİN BARAJLAR SÜRECİ VE GAP
Bölgede ekonomik ve politik bir güç olunması zorunluluğuna dikkat çekilen bu tarihten sonra Fırat, Dicle ve irili ufaklı doğal su kaynaklarının değerlendirilmesi amacıyla Mustafa Kemal’in emriyle, 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) kuruldu. EİEİ, ilk olarak Fırat üzerinde çalışmalara başlamıştır. “Keban Projesi” ile Palu, Kadıköy, Pertek, Keban Boğazı, Bakırhan, Karakilise, Sarsap ve Kömürhan’da rasat istasyonları kurulmuş, Keban Boğazında jeolojik ve topografik etütlere girişilmiş ve 1940 yılında Keban Barajı projesi tamamlamıştır. 1936’da başlayan başkaldırılar ve ’38’de Dersim isyanının bastırılmasıyla, Kürt sorununun bir daha gündeme gelmemek üzere geriye atıldığını düşünen egemen sınıflar, bu yıllarda bölgedeki projeleri rafa kaldırılarak bir süre gündemden düşürmüşlerdir, İkinci Dünya Savaşı koşulları ve Türkiye’nin yaşadığı “kıtlık” döneminde, baskıcı ve talancı despotik politikalar tüm ulus ve milletlerden emekçileri etkiledi; Hitler faşizminin Sovyet halkı karşısındaki gerileyişi ve yenilgisi sonrasında, dünya halklarında ve Türkiye emekçilerinde gelişen sosyalizm sempatisi ve Türkiye egemen sınıflarının buradan kaynaklı korkularına eşlik eden Kürtlerin tamamen inkârı ve bunun ispatı için hazırlanan ideolojik “bilimsel araştırma ve tezler”deki ilerleme, resmi-düzmece yaklaşımlarla devam etti. 1950’li yıllardaki DP iktidarıyla birlikte bu tutum artarak sürdü. Aynı zamanda Kürt işbirlikçi-feodal kesimiyle ilişkilerini geliştiren egemen sınıflar, kasaba, ilçe ve il merkezlerine yerleşerek güçlenen Kürt işbirlikçi sınıfıyla ilişkilerini güçlendirdiler. Bu ‘temsilci’ kesimler maddi ve manevi olarak her zaman desteklendiler. Palazlanan Kürt “işadamları” ile ilişkiler güçlendikçe karşılıklı “güven” de arttı. Ve önü açılan bu kesim, parlamento ve yerel düzeyde “yeni-modern temsilci sınıf” olarak, iş yerleri-ticarethaneler, otel işletmeciliği, tekel ve petrol bayilikleri, zirai aletler bayilikleri ve ulaşım gibi alanlarda nüfuz sahibi olarak “itibar” sahibi oldular.
1950–1960 yılları arasında bölgede yeniden bir “yatırım” çalışması başlatıldı ve Fırat ve Dicle üzerinde EİEİ tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verildi. 1954 yılında Diyarbakır, Dicle-Rezuk, Batman-Hüseyinkan jeolojik etütleri tamamlanmış ve aynı yıl Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) de kurulmuştur. 1959 yılında Dicle’nin Garzan ve Batman dilimi çalışmaları sürdürülmüş ve bu süre içinde Fırat’ın Murat kolu üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. 1961 yılında Diyarbakır’da kurulan Fırat Planlama Amirliği tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 1964 yılında Fırat Havzası’nın sulama ve enerji potansiyelini belirleyen “Fırat Havzası İnkişaf Raporu” hazırlanmıştır. Bu projeye göre, Fırat nehri üzerinde, Bilaluşağı, Şarap ve Kömürhan, yine Halfeti-Kömürhan arasında kalan suların birleştirilmesi ve Fırat’ın kolları olan Munzur ve Peri sularının toparlanması için ilk çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Murat nehri Bulanık civarından Muş’a kadar, Dicle’nin Batman bölümünde ise, Malabadi ve Hüseyinkan baraj yeri olarak tespit edilmiş ve 1962 yılındaki rapora ek olarak, 1966 yılında “Aşağı Fırat İnkişaf Raporu” geliştirilmiş ve Birecik ovasında Halfeti Barajı için hazırlık yapılmıştır. Dicle Havzasında aynı paralelde çalışmalar DSİ Diyarbakır Bölge Müdürlüğü’nce sürdürülürken, 1961 yılından sonra Dicle ve Fırat üzerinde geniş çaplı araştırma ve etüt çalışmaları devam ettirilmiştir.
1963 yılında özel sektörü teşvik adı altında bazı işbirlikçi çevrelere olanaklar yaratılarak Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) yatırım yapacak toprak ağası/işadamlarına büyük teşvikler sunularak, bu işbirlikçilerin “yatırım indirimi” teşvik tedbirleri vs. gerekçelerle maddi ve nüfuz olarak güçlendirilmeleri sağlandı. 1965 yılında inşaatına başlanan Keban Barajı 1973 yılında Türkiye’nin hidrolik enerjisini iki katına çıkararak enerji vermeye başladı. Keban Barajı GAP kapsamında olmamakla birlikte, Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış barajlarının düzenli su almasını sağlayan kilit konumunda olması nedeniyle de GAP için büyük önemdedir. 1966’da yapılan hesaplara göre; (Keban Barajı hariç) 13 baraj ve 6 HES ile 906.500 hektar sulama alanı ve 3.182 MW kurulu güç tasarlanmış ve 1967 yılında Suriye sınırı yakınında Dicle üzerinde Dermah, Rezuk ve başka alternatif barajlar için etüt çalışmaları başlatılmıştır. Aynı yıl Ceylanpınar-Akçakale sulama inşaatı başlatılmış ve Aşağı Fırat havzasının sulanabilmesi amacıyla Urfa-Harran, Mardin-Viranşehir, Ceylanpınar, Kızıltepe, Siverek-Hilvan bölgelerinde geniş çaplı etüt çalışmaları yapılmıştır. Çağ-Çağ santralının devreye girdiği 1968 yılında, Aşağı Fırat Projesinin depolama tesisleri, HES ve sulama kapsamlı olarak yerli-yabancı ortak firmalara ihale edilmiştir.
1960’lı yıllar Kürt sorununun “Doğu Sorunu” olarak yeniden gündeme girdiği yıllardır. ’67 “Doğu mitingleri” statükoya karşı kitlesel tepkinin mayalanmasında önemli rol oynadı. Diğer yandan egemen sınıflar yeni projeler geliştirerek, 1967–72 yıllarını kapsayan beş yıllık kalkınma planı ekseninde, yıllardır devam eden baskı ve inkârcı politik yaklaşıma yeni bir boyut kazandırdılar. Denetimi sağlamak ve asimilasyonu derinleştirmek amaçlı olarak dağınık köy ve mezraların merkezileştirilmesi projesi bu yıllarda devreye sokuldu. Bunun için bazı merkezler seçilmiş, yatırımlar için girişimler başlamış ve ayrıca özel sektörün de bu merkezlerde yatırım yapması için daha cazip koşullar ve olanaklar sunulmuştur. Vergi indirimi ve kredi olanakları sağlanmış, ayrıca Organize Sanayi Bölgeleri için teşvik araçları devreye sokulmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda, dünyada ulusal ve sosyal kurtuluş amaçlı direniş ve mücadelelerin yükseldiği, emperyalizme karşı başkaldırının yaygınlaştığı yıllardır. Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük kapsamlı geniş gençlik ve giderek halk yığınlarını etkisi altına alan eylemler Türk ve Kürt gençliği tarafından ilgiyle karşılanmakta ve onları harekete geçirmektedir. Devrimci düşüncelerin etkisindeki Türk ve Kürt gençleri Kürtlerin statüsünü bir kez daha sorgulayarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz savunurlar. Kürt sorununda yeni bir evre başlamıştır. Egemen resmi ideolojiyle bağlarını koparamamış reformist “sol” ile devrimci gençlik giderek ayrışmaya yönelir. Reformist-revizyonist ideolojik tutumla Kürt sorunundaki şoven tutumun reddedilmesi gündeme girmiştir. Kürt sorununda inkârcı ve asimilasyoncu egemen tutumun savunucusu veya etkisindeki “sol”la, Kürtlerin tam hak eşitliğini, geleceğini özgürce belirleme hakkını savunan anlayış bu yıllarda ayrışmaya başladı. Böylece sosyal şoven tutumlara karşı bayrak açılmış, Kürt aydın ve üniversite gençliği ile idam sehpasındaki son sözlerinde yansıyan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Kürt sorununa yaklaşımı tarihe geçmiş oldu. Bu yıllarda aynı zamanda bölgede egemenlere yakın ve işbirliği potansiyeli taşıyan kesimin desteklenmesi ve palazlandırılması amaçlı olarak toprak ağaları, şeyh ve nüfuz sahibi kesimlerle ilişkilerin daha da ilerlediği, yaygın karakol ve okul ağıyla zor ve asimilasyon at başı sürüyordu.
1970 yılında Dicle havzasında 37 baraj, 38 HES, 1.520 MW kurulu güç ve 210.000 hektar sulama alanı için planlama yapılmıştır. 1972 yılında 7.500 ha’lık Diyarbakır-Devegeçidi barajı ve sulaması çalışmaları başlatılmış ancak, 1973 yılından sonra bu planlama çalışmalarına yeniden ara verilmiştir. MSP-CHP koalisyonu döneminde bölgeye ilişkin yatırımlar ve “ağır sanayi hamlesi” gibi projeler daha sonra mizah konusu olarak hatırlanacaktır. (Erbakan’ın attığı temeller pikabın kasasına yüklenerek meclise getirilmiş ve dalga geçilmişti.) 1974 yılında 8.700 ha’lık Silopi- Nerdüş sulaması için inşaat çalışmaları başlamış iki yıl sonra da Karakaya Barajı’nın temeli atılmıştır. Şanlıurfa tünellerinin inşaatına başlandığı 1977’de, Karababa Barajı 60 metre yükseltilerek Gölköy ve Bedir barajlarını da kapsayacak ve kurulu gücü 2.400 MW olacak şekilde “Yüksek Karababa Barajı” ve HES planı hazırlandı. Ancak 1978 yılında bu barajın adı Atatürk Barajı olarak değiştirildi. 1983 yılında Atatürk Barajı ve HES inşaatına başlandı. 1985’te Kralkızı ve HES, bir yıl sonra da Dicle Barajı ve HES inşaatı başlatıldı. Su kaynaklarının geliştirilmesi ve merkezileştirilmesiyle, bölgenin sosyo-ekonomik yapısının değişeceği ve Ortadoğu’nun enerji, gıda ve su deposu olacağı hesapları yapan egemen sınıflar, 1986 yılında, bölge düzeyinde, tarım esas olmak üzere, sanayi ve tüm ekonomik yapıda köklü değişimlerin olacağı iddiasıyla başlatılan GAP’ı, DPT’ye (Devlet Planlama Teşkilatı) bağladılar. 1987 yılında Karakaya Barajı, 1989 yılında ise Hancağız sulaması işletmeye açıldı. En büyük baraj olan GAP kapsamındaki Atatürk Barajı ve HES inşaatında 1990 yılında su tutulmaya başlandı ve bir yandan da dolgu tamamlama çalışmaları sürdürüldü. Birecik Barajı ve HES Yap-İşlet Devret modeli ile yerli-yabancı özel şirketlere verildi. Bu baraj bitirilmiş olarak çalışır haldedir. Yine, Silopi-Nerdüş, Hacmidir sulaması, Garzan-Kozluk sulaması işletmeye açılmış, Atatürk barajı ve HES inşaatında 1, 2,3 ve 4 no’lu üniteler devreye sokulmuş ve HES’de üretim başlamıştır. 1993’te Atatürk Barajı ve HES inşaatında 5, 6, 7 ve 8 nolu ünitelere su verildi. 1991 ve ’92 yıllarında Harran Ovası sulaması III, IV ve V. Kısım inşaatları devreye girmiş ve aynı yıl Kayacık Barajı inşaatına başlanmıştır. Karakaya ve Atatürk Barajları’nda 1992 ve ’94 yılları arasında elde edilen elektrik enerjisi toplam 39 milyon kilovat saat olarak açıklanmıştır.
Silvan bölgesinde I ve II bölüm ve Suruç YAS Sulamasının kısmen faaliyete geçtiği 1977 yılında, Dicle ve Fırat üzerinde yapılan ayrı ayrı çalışmaların birleştirilmesi ve bir merkezde toplanıp su kaynakları çalışmalarının entegre bir kapsamla değerlendirilmesi amacıyla, daha önce Fırat ve Dicle Su Kaynakları Geliştirme Projesi olarak adlandırılan etütlerin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olarak isimlendirilmesi gerçekleştirildi. Böylece Fırat ve Dicle nehirlerinin sulama ve enerji üretimi için değerlendirilmesi, düzensiz akışı olan bu iki nehrin sularının dizginlenmesi amacıyla Fırat ve Dicle havzalarına ilişkin olarak 1960’larda başlayan etüt ve planlama çalışmaları, 1977 yılında “Güneydoğu Anadolu Projesi” olarak adlandırılmıştır.
Bugün kapsadığı alan bakımından Türkiye’nin yüzölçümü ve nüfusunun yüzde 10’una tekabül eden GAP bölgesi başlangıçta Fırat ve Dicle üzerinde sulama ve hidroelektrik santralleri amaçlı açıklanmış olmakla beraber, insan unsuru hep dışlanmıştır. Bölge halkının katılımı, söz ve karar sahibi olması gibi faktörler özellikle yoktur. Dikkat edilirse projenin hedeflerinin, politik amaçların başarısı kapsamında değerlendirildiği görülecektir. Projeye ödenek ayrılması da bu mantık üzerinden yapılmaktadır. “14 yılda ‘güvenliğe’ 200 milyar dolar ayrılırken, GAP’a 14 milyar dolar ayrıldığı” bilinmektedir. 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali inşaatı ile beraber, “kentsel ve kırsal altyapı, tarımsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve başkaca yatırımları” da kapsayacağı iddia edilen proje, merkezi yönetimin ihtiyaçları üzerinden ve emperyalizmin hesaplarına paralel gelişmelere bağlı olarak yeniden dizayn edilmektedir. GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanı Dr. Olcay Ünver bunu şöyle izah ediyor. “Böylece Güneydoğu Anadolu Projesi sadece dev boyutlu ve dev bütçeli bir yatırım paketi olma özelliğini çoktan geride bırakıp, hükümet dışı kuruluşların ve kalkınmaya konu olan hedef kitlenin katılımına ortam sağlayan düzenlemeleriyle uluslararası ilgiye de yoğunlukla konu olmakta.” (“Bir Bölgesel Kalkınma Yöntemi Örnek Olayı”, Önsöz, Emine Akın.)
GAP ULUSLARARASI PROJELER İÇERİSİNDE ÖNEMLİ BİR YERE SAHİP
GAP çerçevesindeki barajlar, hidroelektrik santralleri, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için sağlanan dış krediler ve bu kredilerin veriliş şartları, projenin geleceğini ve önemini de belirlemektedir. Proje tamamlandığında, yılda 50 milyar metreküpten fazla su akıtılan Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde kurulan tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin yüzde 28’inin kontrol altına alınacağı, 1.7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanmasını ve 7.476 megavatın üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saatlik elektrik üretilmesini sağlayacağı hesaplanan GAP’ın meydana getireceği yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede gelir düzeyini 5 kat arttıracağı ve bölge nüfusunun yaklaşık 3.5 milyonuna iş imkanı yaratacağı var sayılmaktadır. Dünyadaki benzer projelerle kıyaslandığında GAP en ön sıralarda yer almaktadır. Emperyalizmin gözünü diktiği dünyanın değişik bölgelerindeki bu tür kapsamlı projeler aynı zamanda bir başka gerçeğe de işaret etmektedir: “Küresel dünyada, küresel yağma”.
ABD’de Tennessee Valley Authority (TVA) 1933, Brezilya’da Kuzeydoğu Brezilya Kalkınma İdaresi (SUDENE) 1960, İtalya’da Sicilya ve Sardunya adalarını da kapsayan Güney italya Kalkınma Fonu veya Ajansı 1950, Fransa’da Delegation al’Amenagement du Territoire et a l’Action Regionale (DATAR) ve bu kapsamdaki CAD, GID, SEPAC projeleri 1966, İspanya’da, Asturias ve Andalucía gibi bölgelerde, Instituto de Fomento de Andealucia (İFA) 1970, İspanya’nın en geri kalmış bölgesi olan Murcia Projesi IFM ve IMADE, Asturias Otonom bölgesini kapsayan IFR projesi, Singapur’da Economic Development Board (EDB). Japonya’da Hokkaido-Tokoku Development Finance Puplic Corportion (HDTFPC), Portekiz 1970, Birleşik Krallık Galler WDA 1970, Kuzey İrlanda ve İskoçya’da benzer projeler uygulanmaktadır. Bilinen büyük projelerle birlikte ismi anılan GAP, bu projeler içerisinde kapsam ve bölgesel önem bakımından ön sıradadır. Bu uluslararası projelerin yer aldığı bölgelerin çoğunda etnik/ulusal sorun ve geri kalmışlık/bırakılmışlık tespit edilebilir. Ve birbirlerinden farklı özgünlüklerle birlikte, ortak bir amaç her ülke egemenlerinin birleşme noktası gibidir. Ancak gizlenmiş bu gerçek şöyle formüle edilmektedir: “Diğer bölgelere kıyasla çok daha düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip olan ve tabii kaynakların bilinçsizce kullanıldığı bölgeyi kalkındırmak.” TVA sayılmazsa diğerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme alınmış projelerdir ve buralarda bölgesel etnik, ulusal ve demokratik hak ve özgürlük sorunları ağırlıktadır. Projelerde temel hedef; sömürü, yağma ve teslim alınmış, köleleştirilmiş yerli halklar olarak ifade edilebilir.
1933 yılında ABD Cumhurbaşkanı Roosevelt’in Tennessee Nehri ve çevresini kapsayan 400 km uzunluğunda ve 120 km genişliğindeki TVA projesi için hazırlanan yasanın imza töreninde söylediği sözler tüm projelerin temelini de atan taşlar olmuştur! “Özel sektör esneklik ve girişimciliğine sahip, fakat federal kamu otoritesi kullanabilen bir kuruluş.” 1957 yılında AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) antlaşma metninde “Değişik bölgeler arasındaki gelişme farklılıklarını azaltarak ve daha az gelişmiş bölgelerin kalkınmalarındaki gecikmeyi gidererek, ekonomilerinin birliğini güçlendirmeye ve uyumlu bir şekilde gelişmesini sağlamaya …” (DPT Avrupa Topluluğu ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, Avrupa Topluluklarını Kuran Antlaşmalar) Kapitalizm, 1950 yıllarında yağmalayacağı alanlar keşfetmede atağa geçti ve girdiği tüm alanları yağmalamaya yöneldi. Bakir alanlar, ucuz işgücü ve söz konusu ülkenin pençeye alınması amaçlı olarak fonlar oluşturularak buralara yönelim hızlandı. Singapur buna örnek teşkil etmektedir. Bu hedefinin belirlenmesinden sonra, emperyalist tekellerce dünyanın dört bir yanında benzeri 50 kadar projenin başlatıldığı, ancak bunlardan 21’nin söz konusu bölgelerde derin yaralar açarak iflas ettiği bilinmektedir. Dışa bağımlı olarak gelişen bu projeler emperyalizmin konjonktürel ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarına denk düştüğü oranda sürdürülmekte, değilse, herhangi bir nedenle verilen “hibe”, fon ve krediler kesilerek proje bitirilmektedir. Hindistan’da 1971 yılında Andhra Pradesh eyaletinin Karimnigar bölgesinde uygulamaya sokulan CSIR (Council of Scientific and Industrial Research) projesi bunu doğrulamaktadır. Söz konusu proje, 1975 yılında tarımda verimi arttırmak, küçük sanayi ve hizmet sektörünü canlandırmak amacıyla uygulamaya geçilmiş, ancak, “altyapı ve diğer zorunlu harcamalar için gereken kaynağın bulunamaması ve bölge dışı fonların yaratılamaması” gibi nedenlerle bu proje yüzüstü bırakılmıştır. Bölgede, küçük çaplı da olsa ortaya çıkan tarım ve küçük sanayideki gelişme de böylece bitirilmiştir.
GAP’IN FİNANSMANI VE ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ
Yatırım toplam tutarı 32 milyar ABD doları olan GAP’a, 1999 yılı sonuna kadar yapılan 14 milyar dolar eşdeğerindeki harcamanın büyük bir bölümü iç kaynaklardan karşılanmıştır. Türk ve Kürt emekçilerinin vergileri ve açlığı pahasına geliştirilen projenin “Türkiye’nin medar-ı iftiharı” olduğu bilinmektedir. ABD, Kanada, İsrail, Fransa ve bazı Avrupa ülkeleri ile başta Dünya Bankası olmak üzere diğer uluslararası kuruluşlar, bazı yabancı fon ve kredi kuruluşları, GAP’a finansal katkı sağlamada çaba göstermektedirler! GAP’ta bazı projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılması kaydıyla, yabancı finans kuruşları, yaklaşık 2,9 milyon ABD dolarına eşdeğer miktarda hibe finansman sunmuşlardır.
GAP’ın toplam maliyeti sabit yatırım tutarı 32 milyar dolar olarak belirtilmektedir. GAP kapsamındaki barajlar ve hidroelektrik santrallerinin yapımı, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için aşağıda dökümü verilen 2,1 milyar ABD dolarına tekabül eden dış kredi de bu rakamların içersindedir. (Kaynak Başbakanlık GAP idaresi Yayınları)
Dış kredi sağlayan ülkeler ve miktarları şöyledir:
ABD Exim Bank: 111 milyon $, İsviçre Ticari: 467 milyon $, İsviçre-Alman Ticari kredisi: 782 milyon $, Avrupa Yatırım Bankası: 104 milyon $, Dünya Bankası: 120 milyon $, Avrupa Konseyi Sosyal Kalkınma Fonu: 183 milyon $, İtalyan Hükümet Kredisi: 85 milyon $, Fransız Hükümet Kredisi: 33 milyon $, Alman Hükümet Kredisi: 15 milyon $, Avusturya Hükümet Kredisi: 200 milyon $, Toplam: 2,1 milyar $.
Başbakanlık GAP idaresi tarafından yapılan açıklamalar veri kabul edilecek olursa, “GAP Projesi”nin nakdi gerçekleşme oranı 1999 yılı sonu itibariyle henüz % 44 düzeyine ulaşmıştır. Bu gerçekleşme, sektörler baz alındığında; enerji projeleri bakımından % 75, tarımda % 12,8, ulaşım ve haberleşmede % 30, diğer kamu hizmetleri ve sosyal sektörlerde % 55,5 düzeyindedir. 2000 yılı Yatırım Programı’nda GAP’a 422 trilyon tahsis yapılmıştır. 2010 yılında bitirilmesi hedeflenen GAP’ın, 2010 yılı itibariyle tamamlanabilmesi için, yılda ortalama en az 2 milyar dolara gereksinim duyulmaktadır.
Proje geliştikçe bölgeye ilgi daha da artmaktadır. “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde temel atılımların uygulanmasına başlandığı ve kalkınma sürecinin, geri dönülemeyecek bir aşamaya ulaştığı noktada, yabancı ülke ve kuruluşların da GAP kalkınmasına katkıları yoğunlaşmıştır.” (GAP idaresi açıklaması.)
1995–1999 yılları arasında bölgeyi ziyaret eden grupların yıllara göre arttığı gözlenmektedir. 1995’te: 2539, 1996’da: 7151, 1997’de: 9254, 1998’de: 12785, 1999’da: 7184 ziyaret gerçekleştirildiği açıklanmıştır. Bu gruplar genellikle işadamları, diplomatlar, medya mensupları, kamu görevlileri, sivil toplum örgütü mensupları ve akademisyenlerden oluşmuş olup yerli grupların 9000, yabancıların ise 2000 kişi civarında olduğu belirtilmektedir. (Kaynak; Başbakanlık GAP idaresi istatistikleri) 1999 Eylül ve 2000 Haziran ayı arasında başta, ABD, Almanya, Hollanda, İngiltere, İsrail, Japonya, Fransa, İsviçre, Rusya ve İsveç’ten olmak üzere değişik amaçlarla defalarca heyetler bölgeye gelerek incelemelerde bulundular. Bölgede yatırımlara başlayan yabancı şirketlerin başında tekstil (% 33 İsviçre), inşaat malzemesi (% 50 Alman) cam elyaflı boru (% 50 Amerikan) ve gıda (% 50 İsrail) yatırımları gelmektedir. GAP-GİDEM tarafından yapılan bir araştırmanın 1995–1997 yılları arasında bölgedeki tesis sayısında % 60 oranında bir artışı (550’den 873’e) gösterdiği açıklanmıştır. Ayrıca son yıllarda Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinden yerleşik büyük firmaların teknolojik ve büyük yatırımlarla ilgilerini GAP Bölgesi’ne yöneltmeye başladıkları da gözlenmektedir. Bölgedeki çatışma ortamının son bulması yatırımcıların iştahını kabartmış bulunuyor.
Bölgede yıllardır dayatılan politikalar sonucu ortaya çıkan ve giderek artan sorunları “çözmek” amacıyla 1977 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’yla başlayan ilişkiler “GAP’ta Sürdürülebilir Kalkınma Programı” kapsamında yürütülüyor. Kürt halkının varlığının kabulü ve haklarının özgürce kullanımı değil inkârı üzerinde şekillenen tüm projelerdeki temel mantık sömürü ve asimilasyon olunca, ortaya ilginç durumlar çıkıyor. Boşaltılan köyler, sağlıksızlık, eğitimsizlik, işsizlik, açlık, ailelerin parçalanmışlığı, sokakta kalan çocuklar, çocuk ve anne ölümlerindeki artışın nedeni olan politikalar orta yerde dururken, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile GAP İdaresi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği projelerin amacı “temel sosyal hizmetler” olarak ifade ediliyor. Sosyal amaçlı projeler çerçevesinde; Diyarbakır’da Sokakta Çalışan Çocukların Rehabilitasyonu, kırsal alanlarda okul servisi otobüsü hizmetleri ve Mardin’de gençlere yönelik projeler de GAP İdaresi’nce çeşitli uluslararası fonlardan sağlanan kaynaklarla yürütülmektedir. Kadınların “eğitim ve iş sahibi olmalarını” sağlamak amacıyla kurulan ÇATOM’larda (Çok Amaçlı Toplum Merkezleri) 14–51 yaşlarındaki kadınların Kürt, Arap, Süryani… olmaları gözetilmeden inkârcı bir yaklaşımla eğitilmeleri amaçlanıyor. Şanlıurfa, Mardin, Batman, Adıyaman, Siirt, Kilis, Gaziantep ve Şırnak il merkezleri ve ilçelerinde 2000 yılı itibariyle ÇATOM sayısı 22’ye ulaşmıştır. Eğitim, sağlık, konut, cinsiyet grupları arasında eşitlik, kentsel yönetim, çevresel sürdürülebilirlik, kurumsal ve toplumsal düzeyde kapasite oluşturulması ve halk katılımı alanlarındaki projeler aracılığıyla inkâr ve entegrasyonda mesafe kat edilmek isteniyor. Bu amaçlı 29 alt projeden oluşan Program’ın toplam bütçesi 5,2 milyon dolar olarak açıklanmıştır. 15 Haziran 2000 tarihinde İsviçre hükümeti ve UNDP arasında imzalan anlaşmaya göre bu projeye 2,2 milyon ABD doları kaynak aktarımı sağlanmıştır. Dünya Bankası, “Şanlıurfa-Harran Ovaları Tarla-içi ve Köy Geliştirme Hizmetleri Projesi” ile “GAP Kentsel Planlama ve Sanitasyon Projesi” için toplam 650 bin ABD doları hibe finansman sağlamış, takiben toplam 128,5 milyon ABD dolarlık kredinin Dünya Bankası’nca sağlanacağını açıklamıştır. “GAP çerçevesinde Türkiye ve ABD arasındaki işbirliği olanakları devamlı bir artış eğilimi göstermektedir.” (GAP İdaresi Kaynakları) Uluslararası tekeller ve özellikle ABD bölgenin birçok bakımdan önemini bilerek ve planlı olarak uzun vadeli çıkarlarına denk düşecek yatırımlar yapmaktadır. Örneğin bölgede yol, su, okul, sağlık, eğitim gibi temel insani ihtiyaçlara ilişkin hesaplar ve yatırımlarda cimri davranan ya da es geçen emperyalistler “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Çalışması” ile bölge için oluşturulan geniş proje stokunun yanı sıra aynı çalışmada öngörülen “GAP Uluslararası Havalimanı”nın mühendislik tasarımı ve fizibilite çalışmalarını hızla gündeme almışlardır. Bu proje GAP İdaresi tarafından ABD-Ticaret Kalkınma Ajansı’ndan sağlanan hibe ile gerçekleştirilmiştir. GAP Uluslararası Havalimanı inşaatına, Ulaştırma Bakanlığı’nca Mayıs 1998’de başlanmıştır. Hâlbuki bölgede mevcut 9 ilin 7’sinde asgari ihtiyaçları karşılayacak oranda havaalanı da mevcuttur. Ancak bölgede GAP’la birlikte 1985-1995 yılları arasında, örneğin kırsal su temini % 57’den 67’ye, kentsel su temini % 15’ten 57 düzeyine ancak çıkarılmıştır. Bölgede susuzluk toplumsal bir sorun olarak orta yerde durmaktadır. ABD Ticaret ve Kalkınma Ajansı (USTDA)’ndan GAP Uluslararası Havaalanı ve GAP Coğrafi Bilgi Sistemi (GAP GIS) projelerine büyük miktarda hibe sağlanmıştır, yine Arizona State Üniversitesi (ASU), San Diego Üniversitesi (SDSU) ve Tennessee Vadisi Otoritesi (TVA) ile GAP idaresi arasında ortak projeler yürütülmesi için birçok anlaşma bulunmaktadır. Eğitim işbirliğine yönelik çalışmalar son yıllarda artarak devam etmektedir. 1995’te kurulan IHA (INTERNATIONAL HYDROPOWER ASSOCIATION-IHA) ile ayrıca, “Kurak Alanlarda Tarımsal Araştırma Uluslararası Araştırma Merkezi” (İCARDA) ile GAF İdaresi arasında kırsal kalkınmaya ilişkin ortak araştırma ve projeler yürütülmektedir. Kanada Uluslararası Kalkınma Teşkilatından (CIDA) alınan finansman desteği ile CAMS/CODEMA firmaları ve yerli uzmanların katkıları ile hazırlanan “GAP Bölgesi Yaş Sebze-Meyve Hasat Sonrası Teknolojileri Projesi” kapsamında, stratejilerin belirlenmesi ve bölge koşullarına uygun olabilecek teknolojilerin araştırılmasına yönelik bir çalışma gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu halklarının tepkisini kazanan ve Filistin halkının yıllardır katledilmesi ve bölgenin bir barut fıçısına dönüşmesinde ABD ile beraber başrolü oynayan İsrail, bölgede Türkiye ile işbirliğine önem veren ülkelerin başında geliyor ve birçok kuruluş ile bölgeyi kuşatmış bulunmaktadır, İsrail Tarımsal Kalkınma işbirliği Merkezi (CINADKO), İsrail Kalkınma Araştırma Merkezi (DSC) ve İsrail Dışişleri Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Merkezi (MASHAV) ile GAP idaresi arasında işbirliği yürütülmektedir. Ayrıca aralarında Agro-Technology, Food Industrie Service, Yuran Metal, Juran Cav Systems gibi firmaların bulunduğu 65 İsrail tekeli çeşitli sektörlerde yatırım yapmak üzere girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’yi stratejik müttefik kategorisinde değerlendiren İsrail, sulama ve enerji ihalelerinde önemli bir pay sahibi olmuştur.
Yine Uluslararası Su Kuruluşları ile GAP idaresi arasında gelişen ilişkiler, suyun emperyalist ülkelerin elinde nasıl bir silaha dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye, 22 Mart 1996’da kurulan Dünya Su Konseyi’nin (World Water Council: WWC) ve yine 1996’da kurulan Küresel Su Ortaklığı (GWP) Teknik Danışma Komitesi’nin, merkezi İngiltere’de bulunan Uluslararası Hidrolik Enerji Birliği’nin (IHA), Uluslararası Su Kaynaklan Birliği’nin de (IW-RA) üyesidir. Bölgedeki su kaynaklarının nasıl kullanılacağına dair kararların zamanla “merkezileşeceği” ve giderek bu kurumlardan çıkacağı anlaşılmaktadır. Ülkelerin doğal su kaynakları da, petrol ve petrol tekelleri örneğinde olduğu gibi, belli ellerde toplanacaktır. Çok sayıda projenin kapsamı bölge kaynaklarının yağmalanması, bölge halkının köleleştirilmesi ve asimile edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Sosyal alanda tasarlanan “Toplumsal Değişim Eğilimleri”, “Nüfus Hareketleri”, “Kadının Statüsü ve Kalkınma Sürecine Entegrasyonu”, “Baraj Göl Aynasında Kalacak Yerleşimlerin İstihdam ve Yeniden Yerleşme sorunları” gibi araştırmaların hemen tümünde tarih ve küttür yağmalanmakta, halk acılar içerisinde yerleşim yerlerinden sürülmektedir. Sosyal alandaki bu uygulama sürecine halkın katılımını sağlamak için ve “sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek üzere” GAP Sosyal Eylem Planı olarak devreye sokulan uygulamanın temel mantığı, ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle, bölge halkının çıkarına denk düşmemektedir.
GAP’IN YARATACAĞI SORUNLAR VE OLANAKLAR
2000 yılı haziran ayı itibariyle, GAP Sulama projelerinin % 12’si bitmiş (215.080 ha) olup, % 9’u inşaat safhasında (146.317 ha) bulunmaktadır. Başından beri uluslararası birçok kuruluş ve tekelin kredi, hibe ve kaynak aktarımı yapması, yine bölgedeki bazı barajların (Birecik Barajı gibi) “Yap işlet Devret” modeliyle uluslararası (Avusturya) konsorsiyumlar tarafından değerlendirilmesine bakılırsa, bölgenin bir enerji merkezi olarak denetim altına alınması ve GAP’ın zengin enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkaslar için bir “sınır kapısı” olarak bir üsse çevrilmesi planlanmaktadır. Tarıma yönelik dev kapitalist entegre işletme projeleriyle bölgenin bir gıda ambarı (tarım-hayvancılık) olarak hesaplanması, yeni tarım ürün türleri üzerinde yapılan çalışmalar, Fransa, İsrail ve Hollanda’nın seracılıkta kat ettiği mesafe, kurulan çiftliklerde daha şimdiden Avrupa standartlarını aşan düzeyde et ve süt verimiyle Koç-ATA grubunun Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’ni şimdiden kuşatması ve diğer girişimler; GAP etrafında oluşan büyük çıkar ve rant paylaşım kavgalarının işaretleri olarak değerlendirilebilir. Maydanoz tohumundan dev hidroelektrik santrallerine kadar her şeyin tekellerin eline geçtiği bölgenin hâkimiyetinin giderek emperyalist tekellerin ve işbirlikçilerinin tam olarak eline geçeceği söylenebilir. Başta ABD tekelleri olmak üzere uluslararası tekeller enerjiden tarıma, tekstilden telekomünikasyona kadar kıyasıya bir pay kapma çabası içerisindedirler. Enerji-su-gıda (tarım ve hayvancılık) merkezli yatırım alanı olan GAP’ın, aynı zamanda Kürt yoksul ve topraksız köylüleri ve işsiz Kürt emekçileri bakımından sömürü, talan ve asimilasyon kapsamlı bir “dev” proje olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Egemen sömürgeci yaklaşımın bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını işletmeye açmasının bölgede Kürt işçi ve emekçisine, bölge halkına katkısı önceki işletmelerden kalkılarak söylenebilir. Adıyaman, Batman petrolleri, Guleman, Ergani-Maden Bakır madeni işletmeleri, Mazıdağı fosfatı, Elazığ Krom işletmeleri, Şırnak asfaltiti, Keban Barajı (HES), Karakaya Barajı (HES) gibi büyük maddi kaynakların bölge kalkınması ve Kürt halkının yaşamına sunduğu “olanaklar” ortadadır. Hâlâ “geri kalmış bölge” konumu aşılamadı. Zira kaynaklar peşkeş çekilmiş ve talan edilmiş haldedir. Ergani-Maden işletmeleri özel sektöre devredildikten sonra kalan 20 personelini de Elazığ Ferro Krom tesislerine gönderdi. 1.030’ü işçi olmak üzere çalışan 1.531 emekçi, üç aydır maaş ve ikramiyelerini alamamaktadırlar. Etibank-Elazığ Ferro Krom işletmesi dünyanın önemli krom merkezlerinden biri iken 1 Temmuz 2001’de üretime ara vermiş, işçilere zorunlu emeklilik ve çıkış dayatılarak özelleştirilmesi hazırlığına başlanmıştır. Bu, rant çevrelerine peşkeş çekmenin ve taşeronlaştırmayla kölelik koşullarında işçi çalıştırmanın hazırlığı olarak değerlendirilmelidir.
Her politik çevrenin konumlanışı ve sınıf tutumu ölçüsünde bir anlam yüklediği “yeni dönem”, siyasal ve toplumsal ilişkilerdeki mevcut çelişki ve çatışma öğelerine yenilerini katarak gelişecektir. Ve elbette her politik çevre burada bir pozisyon edinecektir. Mevcut pozisyonlarda değişiklikler olacağı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bunun emekçiler lehine olması için durum iyi değerlendirilmelidir. PKK’nin YDD kapsamındaki politikalara her geçen gün daha fazla angaje oluşu, önümüzdeki süreçte işçiler ve kır yoksuları içinde, sınıf partilerine duyulan ihtiyacı daha da belirginleştirecek ve ezilen müttefik kesimlerde birleşmeyi arttıracaktır. GAP, Kürt proletaryası ve Kürt emekçi halkının devrimci partisinin sorumluluklarını daha da arttırmaktadır. Aydınlatma ve örgütlenme faaliyetinin kapsamı genişletilerek, halkın kendi kaderini tayin hakkının savunulması ve yayılmak istenen ideolojik bombardımanın etkisiz kılınması önem kazanmaktadır.
PKK’nin sunduğu ideolojik-politik zemini değerlendirmek isteyen egemen sınıflar, yaşananları inkârın verisi olarak kullanmak istemektedirler. 107 maddelik “Doğu ve Güneydoğu Eylem ve Kalkınma Planı”, Köy-Kent, Merkez Köy Projesi, köylerine dönmek isteyenlerin bir telsiz, bir silah verilerek korucu olmaya zorlanması ile yaygınlaştırılmak istenen koruculuk sisteminde ısrar, çatışma ortamının sürdürülmesi ve PKK’nin öne sürdüğü en geri taleplerin dahi kabul edilmeyip kayıtsız, koşulsuz teslim olmaya zorlanması, HADEP’in “Türkiye partisi olma” adına sürüklendiği liberal burjuva platformda yer edinme ve emekçilerin taleplerinden uzaklaşma tutumu, emekçi Kürt halk hareketine kanal açıp yön verme yerine “krizden çıkışın yolu erken seçimdir” açıklamalarıyla parlamentoya girmeyi garantileyen bir “ittifak” politikası arayışıyla hareket ediyor oluşu, yine baskıcı politikalardan dolayı yerel yönetimlere halk tarafından tanınan kredinin giderek tüketiliyor olmasının ortaya çıkardığı sorunlar ve bunların istismarı üzerinden sürdürdükleri politikalarla durumu “değerlendirmek” ve “kazanca” dönüştürmek isteyen işbirlikçi Kürt çevrelerinin çalışmaları “toparlanma” ve “yeni” bir Kürt partisi hazırlıkları dikkate değer gelişmelerdir.
Devlet güçlerinin şimdilik küçük çaplı, ama daha büyüklerinin de hazırlıkları süren sınır ötesi operasyonları, baskı ve yasaklardaki ısrar, Tunceli, Bingöl bölgesindeki operasyonlar ve devam eden tutuklamalar, Günlük Evrensel gazetesinin çıktığı gün bölgede yasaklanması, OHAL’in devam ediyor olması, dahası “sosyal patlama” açısından da bölgenin potansiyel tehlike olarak görülmesi ve “güvenlik” tedbirlerinin arttırılıyor oluşu, İsrail ile artan askeri ilişkiler, ABD ve AB’nin bölgeye yönelik askeri hesaplan, füze kalkanı hazırlıkları ve öteki baskıcı politikaların inceltilmiş olarak sürmesi, bölgenin işçi ve emekçilerinin önümüzdeki süreçte kapsamlı saldırıların boy hedefi olacağını gösteren verilerdir.
Ancak demokratik mücadele geleneğinin kitlesellik kazandığı son yirmi yılı unutmamak gerek. Kürt yoksul ve topraksız köylüsü, gençliği ve kadınları, işçi ve işsiz kitlesinin her geçen gün artan oranda sorunları ve talepleri, artan baskı ve sömürüye paralel süren zora dayalı uygulamalar halkın tepkisini topluyor. Direnme dinamiklerini birleşme ve tutum almaya iten gelişmeler, darlaştırılıp amacından saptırılan “serhıldan” tutumunu bölge halkı içerisinde yeniden tartışmaya açmış bulunuyor. Bu tartışma önümüzdeki dönemde derinleşmeye adaydır. Gelişmeler, egemen sınıfların sıkıntılarının da artacağını ve bölgenin, önümüzdeki yıllarda geçmişten değişik tarz ve düzeyde ama daha sıcak mücadelelere sahne olacağına işaret etmektedir. MGK’nın “sosyal patlama” korkusu yerindedir ve bölgedeki ezilen milyonlar bakımından bir hak ve özgürlük mücadelesine denk düşmektedir. Büyüyen tepkilerin örgütlü bir harekete dönüşmesi, bölge işçi ve emekçilerinin devrimci partisinin yerel örgütlerinin tutumuyla orantılı gelişecektir. Zira sınıfların mevzilenmesinde önümüzdeki süreç önemli olacaktır. Politik duruşların daha açık bir karakter kazanacağı bu gidişat içinde, aynı zamanda, bölgenin toprak ağaları ve işbirlikçi kesimleriyle emekçi halkı karşıt sınıf çıkarlarıyla daha belirgin biçimde karşı karşıya geleceklerdir. Bölgede emekçi cephesindeki ideolojik bulanıklık ve tereddütler yerini sınıf tutumuna bırakmaya yönelik olarak gelişiyor. Denebilir ki, her türlü ulusal özelliği yok sayarak entegrasyonu hedefleyen egemen sınıflar, GAP’ın kısmi bazı olanaklar sunması ve iyileştirmeler sağlamasını diğer gerçeklerin üzerini örten bir örtü olarak kullanmada bugün daha az olanağa sahiptirler. Egemen sınıflar ellerindeki ideolojik silahlarını, propaganda ve demagojik malzemelerini daha fazla yitirmiş olarak yeni bir sürece giriyorlar. Bu, çıplak zora, provokasyona vb. olan ihtiyacı artıracaktır. Gerilim ortamı sürdürülmek istenecektir, işbirlikçi Türkiye gericiliği, son 15 yıllık mücadeleyi, hak ve özgürlük kapsamlı demokratik halk muhalefetini bastırdığı hesabıyla ve gelişmeleri kendi lehine çevirmiş olma avantajıyla bölgede at koşturmayı hesaplıyor. PKK’nin çekilmiş olduğu “Yeni Dünya Düzeni” platformunda “barış” söylemli bir mücadeleye angaje oluşu ve bunu genel bir tutum olarak halka benimsetmek istemesi, yine pasif-sivil toplumcu itaatsizliğin yüceltilmesi ve genel bir yaklaşım ve mücadele tarzı olarak halka mal edilmek istenmesi, burjuva-liberal basın ve çevrelerce bunun pompalanması/desteklenmesi, egemenler bakımından baskıyla paralel olarak değerlendiriliyor. Bölgenin her karış toprağı yeniden değerlendirmeye alınmış gözüküyor. Egemen sınıf, halkı dışlayan politikaları sürdürerek, “bölgenin makûs talihi” ve “geri kalmışlığını aşmada GAP’ı önemli bir ideolojik silah olarak kullanmak istiyor.
GAP’IN TARIM POTANSİYELİ VE PLANLAR
Araştırmalara göre, GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, şimdiye kadar Türkiye’de devlet eliyle sulamaya açılan alana eşit bir alan daha, sulu tarıma açılacaktır. Buna bağlı olarak ürün miktarı ve deseninde önemli değişiklikler olacaktır. Örneğin buğday üretiminde % 90, arpada % 43, pamukta % 600, domateste % 700, mercimekte % 250 ve sebzede ise % 167 oranında artış olacağı varsayılmaktadır. Ayrıca bölgede bugüne kadar yetişmeyen ya da yetiştirilmeyen birçok ürün de yetiştirilecektir. Bölge’de soya, yerfıstığı, mısır, ayçiçeği ve fasulye yetiştirilmesi planlanırken ayrıca çok sayıda ürünün yetişmesi olanağı doğacaktır. Sulamanın getirdiği ikinci ürünler, yağlı tohumlar ve yem bitkileri olarak yetiştirilecek bu ürünlerle birlikte tarıma dayalı sanayinin gelişmesinin temeli de genişlemiş olacaktır.
Proje tamamlandığında, yılda toplam 52,94 milyar metreküpten fazla su akıtan Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin % 28,5’i kontrol altına alınacak, Çukurova’nın 4,5 katı olan 1,7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanması sağlanacaktır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir toplam alanın % 20’sine denk düşmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin bölgesel kalkınma ekseninde en büyük yatırımı olan GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, sulu tarıma açılacak alanlarla GAP’ın sağlayacağı yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede ekonomik hâsılayı 4,5 misli artıracağı varsayılmaktadır. Bugün ise, GAP Bölgesi’nde sulama şebekeleri üzerinden 203.080 hektar alan sulanmakta ve Türkiye kütlü pamuk üretiminin yaklaşık % 36’sı sulanan bu alanlardan sağlanmaktadır.
ABD’NİN BÖLGEYE YÖNELİK ÇIKAR HESAPLARI
Temelleri yeni atılan projelere ek olarak büyük emperyalist devletlerin bölgeyi bir sıçrama tahtası olarak tasarladıkları, askeri alanda bölgeye yönelik hesaplarının kapsamını genişlettikleri, Türkiye’yi bölge jandarması olarak komşularıyla sürekli gergin halde tutmaya özen gösterecekleri ve bunun üzerinden Türkiye’nin silahlanmaya ve ABD’nin bölge cephaneliği olmaya mahkûm edileceği belli olmuştur. Arap, Acem ve diğer Ortadoğu halklarıyla düşmanlaştırılmış, Ermeni halkı, Kafkas halkları ve diğer halklarla barışık olmayan bir Türkiye’nin bölgede ABD ve emperyalistlerin savaş arabasına koşulacak uysal ata çevrilmesi kuşkusuz daha kolay olacaktır. Şimdiden ciddi tartışmalara neden olan füze rampaları ve bölgeyi bir askeri kapışma alanına hazırlayan çabaları ekseninde Çekiç Güç’ün bölgedeki rolü, incirlik Üssü’nün gölgesindeki GAP’la ilişkisi açısından gözden kaçırılamaz.
Bölge, zengin doğal kaynakları, büyük insan gücü ve stratejik konumu itibariyle emperyalist ülkelerin iştahını kabartıyor. Bu devasa doğal kaynak ve olanakların, bölgenin ve halkının gelişimi ve refahı amaçlı olarak değerlendirilmeyişinin Kürtler açısından bir “ulusal algılayış” düzeyinde olduğu söylenebilir. Bu “ulusal güvensizlik” batılı emperyalist güçlerce istismar edilerek bölge hamiliğine dönüştürülmek isteniyor. Batılı emperyalistler aynı zamanda halkın demokratikleşme özlemini de kullanarak bölgede bir güç olmayı hesaplamaktadırlar. On yıllardır direniş ve başkaldırı hareketleriyle dolu bir tarihe sahip bölge halkının taleplerinin bilincinde olan emperyalist tekeller, 15 yıl süren çatışmalardan sonra A. Öcalan’ı Türkiye’ye ortaklaşa teslim ederek aynı zamanda yeni bir süreç başlattılar. Son on beş yıldır ekonomik yatırım yapmaktan çekindikleri bölgedeki “yeni durumu” ekonomik ve askeri hesaplar bakımından yatırım yapmak ve değerlendirmek için, “ufak-tefek” kaygıları gidermeye çalışıyorlar. ABD, taşeron örgütü İsrail ile muhatap düzeyine düşürdüğü Türkiye’yi her geçen gün daha fazla çaptan düşürüp kendisine esir etmekte, ekonomik ve siyasi olarak kıpırdayamaz bir hale sokmaktadır. Batılı tekeller yıllardır ekonomik yatırımlar yapmayı uygun bulmadıkları, kaygıyla baktıkları bölgeye iki yıldan bu yana heyet üzerine heyet göndermeye, incelemelerde bulunmaya başladılar. ABD, AB ülkelerinin devleri, İsrail, Japonya, Kanada gibi ülkeler; “güvenlik”, verimlilik, toprak ve su kaynak potansiyeli ve zenginliği bakımından sondaj çalışmalarını artırdılar. Onlar her yeni gelişmeyi yeniden değerlendirmekle beraber, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik yayılmacı hesaplarında paylaşım ve kapışmaya uygun pozisyon edinmek için hazırlıklarını sürdürüyorlar. Dicle ve Fırat, bu iki önemli akarsu GAP Bölgesi’nden geçerken geniş alanları etkisi altına alarak uzanıyor ve Basra Körfezi’ne karışıyor. Suriye ve Irak bu su kaynaklarından faydalanabilecek coğrafi koşullara sahipken, Türkiye, Suriye ve Irak devletleriyle suyun kullanımı konusunda sürekli problem yaşamaktadır. Egemen sınıflar bölgenin diğer kaynaklarıyla ilgili olduğu gibi, suyu da bu iki ülkeye karşı bir koz olarak değerlendirmektedir. Hem Kürtler hem de su, bölge ülkelerinin elinde birer şantaj malzemesi olarak kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’nin İsrail ile girdiği “stratejik ittifak” ve işbirliği ve su kaynaklarına ilişkin yapılan anlaşmalardan dolayı bölge ülkeleri ve Arap halklarıyla ilişkiler giderek daha da bozulmaktadır. Uluslararası durum, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bölgeye ilişkin oyunları ve sınır ülkelerinin aralarındaki sorunların sertleşmesi veya yumuşaması, suyun akışını da etkilemekte ve o oranda problem olabilmektedir.
ABD, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye gericiliğini hep “teyakkuz” halinde tutarken, İran’ın “pusuya yatmış” olduğuna ve “güvenilmezliğine” Türkiye’yi ikna etmiş bulunuyor.
“Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmayı hedefleyen İran (…) nükleer silah temin edecek, kıtalararası füze üretecek. Silahlanma yolunda hızla ilerleyen İran ülkemiz için de potansiyel tehdit oluşturuyor.” (Em. Hv. Orgeneral A. Çörekçi, “Ulusal Strateji” Kasım-Aralık 2000.)
Irak sınırları içinde yaşayan Kürtleri Talabani ve Barzani otoritesine zorlayan ve bir resmileşmiş “yönetim statüsü” verilmiş bu işbirlikçileri “koz” olarak kullanmayı garantilemeye çalışan ABD, Suriye’nin “kurnaz çöl tilkisi” olarak her zaman kendisini arkadan hançerlemeye ve “bölücü terör örgütleri”ni beslemeye devam edeceğine Türkiye’yi inandırmış olarak, bölgede rahat hareket etmektedir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben-Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük Türkiye ziyaretinde Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’yla görüşmüş olmasındaki olağanüstü hız Türkiye’nin durumunu çarpıcı olarak anlatmaktadır, İsrail Savunma Bakanı, görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada; “Bu dev ülkeyi sadece bir dost ülke olarak değil, bir stratejik destekçi olarak arkamıza almak büyük bir kazançtır” diyerek Ortadoğu’da Türkiye’yi mahkum ettikleri pozisyonu ortaya koymuştur. “Dahası, İsrail şirketleri Türkiye’nin güneydoğusundaki geniş kalkınma projesi için çok büyük boyutlu yatırımlar yapmanın eşiğindeler. (…) İsrail Büyükelçisi Uri Bar Nir, Türkiye’nin dünyada (ABD’den sonra) en önemli ikinci ülke olduğunu söylerken abartmıyordu.” (Prof. Bary Rubin, The Jerusalem Post, 11 Temmuz 2001).
Ortadoğu’nun kaygan zemininde yerinden oynayan bir taşın her şeyi altüst edebilirliğine rağmen, emperyalistler bölge için tüm bu rizikoları göze almaktadırlar. ABD, AB ülkeleri ve diğer kapitalist/yayılmacı ülkeler bölgeye yönelik hesapların ne denli önemli olduğu bilinciyle burada yer edinmeye çaba gösteriyorlar. Uluslararası çeşitli tekellerin temsilcileri, bölgedeki iş adamları, ticaret ve sanayi odaları, yerel yönetimler, yerel platform ve inisiyatiflerle, sendikalar, dernekler, gayri-Müslim cemaatler ve kurum temsilcileriyle (Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler vb.) ve HADEP gibi politik muhataplarla ve bu partinin belediye başkanlarıyla görüşmeler yapmakta, havayı koklamaktadırlar. Çeşitli kurumlar ve bölge yerel yönetimleriyle değişik düzeylerde ekonomik, kültürel, sosyal ilişkiler geliştirmekte ve bölgedeki duruma tamamen vakıf ve söz sahibi olmayı amaçlamaktadırlar.
BÖLGEDE NORMALLEŞME VE YENİ MİSYONERLER
“Yaşamın normalleşmesi” amaçlı olarak sosyal ve kültürel etkinliklere “ipin ucunu kaçırmamak” kaydıyla izin veriliyor. Festival, film, müzik, sinema, panel, türü etkinliklerle araştırma grupları, dayanışma heyetleri vb. projeler oluşturularak maddi ve manevi olarak destekleniyor; konuklar askeri çadırlarda ya da resmi kurumlarda misafir ediliyor. Halkın “barış ve demokrasi” talepleri türlü vesilelerle istismar edilerek politik kazanca tahvil edilmek isteniyor. “Kirven Mehmetçik olsun” şenlikleriyle babası “çatışmada ölü ele geçirilen” çocuklara kirve olunuyor. Kurulan bu “geleneksel bağ”ın süresinin bir sünnet kesimi kadar olacağını bilen egemen sınıflar “ilişkileri çeşitlendirmek” için çaba sarf ediyor ve “sivil toplum örgütleri”ni devreye sokuyor. ÇYDD gibi ırkçı ve şoven politikalarla beslenen kurumlar organizasyonlar yapıyor, anneleri çocuk doğurmamak şartıyla genç kızlara burs veriyorlar. Bu amaçlı çalışmalarla bölgeye gelen heyetler -bazı aydınlar ayrı tutularak- adeta yeni dönemin misyonerleri gibi davranmaktadırlar. Bölgedeki bu tür ziyaretlerde baskı politikalarının sözü edilmemektedir. Aksine, acıların kaynağı olarak Kürtlerin “isyanları”, “başkaldırıları” gösterilmektedir, içerden ve yurtdışından bölgeye gelen heyetlerin ortak telkini “Aman ha, bir daha direnmeye kalkmayın!” oluyor. Dahası “ilerici” ve “Kürt dostu” pozlarındaki misyonerlerin acemi olanları ipin ucunu kaçırarak renklerini belli ediyorlar. Onlara göre, mücadeleci tutumu benimseyerek direnen halk “yabancı” kendileri “yerli”dir. Bölgeye gelen çok sayıda heyetlerden birinde yer alan bir kişinin açıklamaları bu bakımdan çarpıcıdır: “Uzun uzun dinledikten sonra dedim ki, ‘acınızı yüreğimde hissediyorum. Ama silahla hak istenmesinin bedeliydi bunlar. (…) El ele verelim, yokluğun, acıların üstesinden en büyük silah olan sevgi ve akılla gelelim, kimseleri bir daha aramıza sokmayalım’ dedim” (Saynur Varışlı, Cumhuriyet, 13 Haziran 2001) Bugün artık, “ortamın yumuşaması”, Kürt halkının ‘terbiye edilmesi’ için fırsat sayılıyor ve bu role soyunmuş, ne yaptığını bilen misyonerler iyi niyetli Türk aydınlarını “ahmak” yerine koyarak mesafe almak istiyorlar. Kürtçe türkülerin söylenmesi için Hakkâri’de olduğu gibi İçişleri Bakanlığı’ndan minnet rica izin alınıyor ve “sağduyu galip geldi” yaklaşımıyla Kürtçe üç şarkı izni koparmak başarı sayılıyor. Medyanın Hasan Cemal gibi “ağır topları”, muhabirleri atlanarak “derin tahliller” yapması için bölgede incelemelere gönderiliyor. Küreselleşmeci neoliberal Cemal, rapor mahiyetindeki dizi yazılarıyla gelişmeleri aktarıyor ve HADEP’in etkisinden söz ederek hâlâ törpülenmesi gerektiğinden söz ediyor. Yabancı ve yerli heyetler, devletin yetkili kurumlarıyla görüşmeleri sürdürerek, geleceğe dair yapacakları çok yönlü ve büyük yatırımlar için adeta pürüzsüz ve sorunsuz hareket etmenin koşullarını yaratmaya çalışıyorlar. Bölgedeki “olumlu hava”nın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinde ne denli rol oynayacağı anlatılıyor.
BİRİKEN TEPKİNİN PATLAMA EĞİLİMİ VE SERMAYENİN HESAPLARI
Ancak, bölge halkının talepleri ve beklentilerinin kısa süreli bir oyalamadan sonra neye dönüşeceği, Türkiye egemen sınıflarını ve bölgeye ilişkin kötü emeller peşinde olan yabancı güçleri endişelendiren bir muammadır. Yeniden gelişebilecek bir halk hareketinin emperyalistleri ve işbirlikçilerini korkuttuğu sır değildir. TÜSİAD, TOBB gibi dernek ve birliklerin bölgedeki üyeleri olan Kürt işadamları, kimlik, anadilde yayın gibi “en makul” hakların bile verilmemesinin uzun sürmeyecek bir zaman diliminde “olumlu” ortamı olumsuz etkileyeceğine dair kaygılarını ifade ediyorlar. Bunun birleşik tepkiye ve toplumsal talebe dönüşeceği endişesi taşıdıklarını her vesileyle belirtiyorlar.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, hükümet ortağı parti liderleri ve diğer heyetleri karşılama törenlerinde halk “dertlere çare” bulunmasını, Kürt sorununa “çözüm” bulunmasını talep ediyor, “barış” istiyor. Mevcut tutumda ısrar edilmesi, yani “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” ve buradan kalkarak “terör bitti, sıra geri kalmışlığı aşmakta” içerikli klasik devlet tutumunun devam etmesi halinde, “sorun” çıkacağının belirtilerini her vesileyle ortaya koyup “imalarda” bulunuyor. Bölgedeki Kürt işadamları ve liberal burjuva çevreler de devletin bu “katı” tutumunun “küresel politikalara” denk düşmediğini anlatıyorlar. Bu tarzla bölge halkının kazanılmayacağına dair açıklamalar ve değerlendirmeler yapıyorlar. Bunlar, bu çevrelerin güçlenme isteklerinin yanı sıra “barış sürecinin bozulacağı” yolundaki korkularının ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Devletin katı, inkârcı ve tavizsiz tutumu, Kürt işadamlarının ve Kürt liberal burjuva çevrelerin üstlendikleri rolü anlamsızlaştırıyor, onları “gözden düşürüyor!” Bölge Sanayi ve Ticaret Odaları üyeleri kendilerine güven duyulmasını istiyorlar. TOBB ve TÜSİAD’ın bölgedeki Kürt üyeleri “kimlik ve kültürel haklar” düzeyine indirgenmiş bir Kürt sorununun çözüm fırsatının değerlendirilmesi için canla başla koşturuyorlar. Ancak A. Öcalan’ın söyleminin de bu düzeye inmiş olmasından kaynaklı ortak payda “sorun” oluyor. Burjuva reformcu taleplerin sözcülüğünü ele geçirmek isteyen ve bunu politik sözcülük düzeyine çıkarmak amacında olan Kürt işadamlarının tutumu “Ada”dan yapılan açıklamalarla çakışıyor. Ayrıca, egemen sınıflar bu yeniyetme işadamlarının “sadakatinden hâlâ şüphe duyuyorlar! Her şeyin tamamen ele geçirilmesi ile “çözüm yoluna girileceği” egemenlerin açıklamalarından anlaşılıyor. Kamuran İnan geleneğinin uğradığı tahribatın bilincindeler. Ensarioğulları, Bucaklar, Septioğulları, Akyıllar, Topraklar ve diğerlerinin halk nezdinde itibar kaybettiği koşullarda yeni işadamları biraz daha örselenmeli ve “pişirilmeli”dir! Ancak bölge emekçileri, son ekonomik krizle beraber sürüklendiği, işsizlik, açlık ve sefalete koşut devam eden baskılardan bunalmış olarak üç yıldır süren “barış” ortamının bir kazanıma denk düşmediğini dile getiriyor. PKK tarafından önceleri, “barış, savaştan daha zor bir mücadeledir” biçiminde izah edilen durum, son zamanlarda “sabrımız kalmadı” şeklinde dile getirilmeye başlandı. Beklenti yerini kaygıya bırakıyor. Bu kapsamdaki kaygılar yabancı tekeller ve emperyalist batılı ülkelerce de paylaşılmaktadır.
Bilinmektedir ki; Türkiye egemen sınıfları bölgeye ilişkin olarak hep “hesaplı” davranmıştır. Bunu “tavizsiz” sürdürecek görünmektedirler. Teşvik ve kredilerin verilmesi dahi hesaplı yapılmaktadır.
GAP Bölgesi’nde (Gaziantep ve Kilis hariç) Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) genel olarak uygulanan teşviklere ek olarak 21 Ocak 1998 tarihinde kabul edilen 4325 sayılı yasayla yatırımları ve istihdamı geliştirmek için ek teşvik tedbirleri getirilmiştir.
1 Ocak 1998 ve 31 Aralık 2000 tarihleri arasında bölge illerinden Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Şırnak’ta yapılacak yatırımlardan 10 veya daha fazla işçi istihdam eden projelerin teşvikten yararlanacağı açıklanmıştır. Buna göre, 5 yıl (yatırım dönemi dahil) gelir ve kurumlar vergisinden muafiyet getirilmiş, daha sonraki yıllarda, 2007 yılına kadar, bu vergilerden istihdam durumuna göre % 40–50 indirim öngörülmüş ve işçilerden kesilen vergilerin 2 yıl gecikmeli olarak ödenebilmesi, işçiden alınan SSK işveren payının hazine tarafından karşılanması ile beraber söz konusu yatırımlar için kamu arazisinin ücretsiz olarak tahsis edileceği ilan edilmiştir. Bölgedeki organize sanayi ve işletmelerde çalışan işçilerin kölelik koşulları, bölge halkının açlık ve sefaleti üzerinden peşkeş çekilen olanaklar, devletin belirlediği kesimlere sunulmaktadır.
Kürt sorunu gibi bir “belayı” bir türlü savuşturmamaları, “bitirildi” denilen her dönemden, bastırıldı denilen her “isyan”dan sonra kapsamı genişlemiş ve derinleşmiş olarak, hem de umulmadık bir zamanda sorunun “hortlaması”, egemen sınıfları bugün daha kapsamlı hesap yapmaya zorluyor. Tüm baskı ve acılara rağmen kalıcı bir boyun eğme ortamının yaratılamaması ve her defasında kapsamı büyüyen Kürt sorununun, yeniden uluslararası sorun haline gelmesi, GAP’ın önemini daha da artırıyor. Ve GAP’ı bir uluslararası proje haline getirmiş oluyor.
Yabancı tekeller “riskli” buldukları bölgenin “mayın tarlası” kadar tehlikeli bir sınır bölgesinde bulunduğunu biliyorlar. Kürt halkının taleplerinin ve mücadelesinin bastırılmasında Türkiye egemenleriyle kader birliği eden emperyalistler, bugün bölgeye yatırım yaparken, egemenlere her koşulda destek olacaklarının da garantisini vermiş oluyorlar. Bölgesel bir kapışmada ilerisi için pozisyon edinme peşinde olan devletlerin, şimdi yaptıkları yatırımların gelecekteki durumlarıyla orantılı olmasını gözetecekleri ve Kürt işbirlikçi çevreleriyle sağlam bağlar kurmaya çaba gösterecekleri ve bunu fazlasıyla önemseyecekleri de gözlenebiliyor. Bugün Türkiye ile girilen “ittifakın” yarınki bölgesel hesapları nasıl etkileyeceğini, dengeleri nasıl bozacağını da zaman gösterecek. Kürt sorununun “terör” ve “geri kalmışlık” sorunu olmadığını bilen ve GAP’a yatırım yapan büyük devletler, ekonomik yatırımlarda dün gösterdikleri çekingenliği bugün aşmış olsalar da; Kürt sorununun geriye atılmış, çözümlenmiş ve giderilmiş bir sorun olmadığını bilecek kadar tarih bilgisine sahiptirler. Ancak, MAI, MIGA gibi Tahkim Yasaları, Tarımda Reform Yasası ve 15 Derviş Yasası ile kendilerini daha da güvenceye almış oldular.
Emperyalizmin politikalarına mahkûm olmuş bir Türkiye’nin GAP’ta alacağı rolün ve payın ne miktarda olacağı da giderek netleşiyor. Birecik Barajı’nın Avusturya’ya peşkeş çekilmesinden sonra giderek tüm barajlarını özelleştirerek satışa sunmaya mahkûm edilmiş bir Türkiye’nin bölgede bir ABD taşeronu rolü oynayacağı belirlenmiştir. Kapitalist dev tekellerin dünya kapitalist sistemi kapsamında bir entegre tesis olarak hesapladıkları GAP, 40–50 yıl içerisinde yağmalanmış, büyük kârlar elde edilmiş ve bir çöle dönüştürülmüş olacaktır.
GAP’TA TARİH VE KÜLTÜR YAĞMALANIYOR
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları arasında geçişi sağlayan bir köprü görevi görmüş olan GAP bölgesi, Yukarı Mezopotamya veya Verimli Hilal olarak adlandırılmakta ve insanlık tarihinde uygarlığın beşiği olarak bilinmektedir. Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynağından döküldüğü noktaya kadar birçok uygarlık, krallık, savaş ve yaşama mekân olmuş bölge, adeta bir tarih ve uygarlık alanı durumundadır. Her baraj inşaatı bir uygarlık merkezini -Zeugma Krallığı’nda olduğu gibi- “kazara” ortaya çıkarırken, birçok proje de adeta bu uygarlık merkezinin dünya insanlık bilincinden silinmesini amaçlar gibi arka arkaya uygulamaya sokulmaktadır. Kürt coğrafyasının sahne olduğu uygarlıkların sulara gömülmesinde gösterilen hoyratlık ve cüret, Kürt sorununa yaklaşımdan bağımsız değildir. 30’lu yıllardan bu yana süregelen bu tarih ve kültür yağması dünyanın gözleri önünde yeni projelerle hâlâ devam ediyor. Keban ve Karakaya barajlarının altında kalan doğa güzelliği bir yana, bu bölgedeki tarihi kültürel miras da silinmiş oldu. Bu Atatürk Barajı ile devam etti. Sular altında kalan Samsat (Samosata-Sümeysat) antik kentini, Birecik Barajı ile yok edilen Zeugma Krallığı izledi. Ilısu Barajı’yla sulara gömülecek olan Hasankeyf sırada bekliyor. “İlk Milli Park” Munzur Vadisi’nin doğa harikası güzelliğini, bitki örtüsü ve hayvan türlerini de bu akıbet bekliyor. Ucuz elektrik enerjisi elde etme ve aşırı kâr uğruna yok edilen tarih, doğa ve uygarlıklar Fırat ve Dicle boyunca devam ediyor.
GAP BÖLGESİNİN MEVCUT DURUMU: VARLIK İÇİNDE YOKLUK
GAP bölgesinde bulunan Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri toplam ülke yüzölçümünün % 9,7’sine tekabül etmekte olup 75.358 km karelik bir alana sahiptir. Bölge nüfusu 1997 Yılı Nüfus Tespiti kesin sonuçlarına göre; 62.865.574 olan ülke toplam nüfusunun % 9,7’sine denk düşen GAP Bölgesi nüfusu 6.128.973 dür. % 64’ü kentlerde % 36’sı ise kırsal alanlarda yaşayan bu nüfusun ezici çoğunluğu Kürt’tür. Bölgede nüfus artış hızı ülke ortalamasının üzerindedir. 1990–1997 döneminde nüfus artış hızı Bölge’de % 2,5, ülke genelinde ise % 1,5 olarak gerçekleşmiştir. Ülke ve bölge düzeyinde kentsel ve kırsal alanlardaki nüfus artış hızlarına bakıldığında, bölgede kentsel nüfus artış hızının % 4,6 olduğu görülmektedir. Bu değer, ülke genelinde kentsel nüfus artış hızı olan % 2,9’un oldukça üzerindedir. Kırsal alandaki nüfus artış hızında ise hem bölge hem de ülke genelinde azalma söz konusudur. Ancak bu durum 1985 yılından itibaren bölgede daha da artmıştır. Bölgeye yönelik baskı ve insansızlaştırma politikası sonucu köyler boşaltılmış, büyük merkezlere göç yoğunlaşmıştır. 1990 yılı itibariyle bölge toplam nüfusu içinde % 56’lık paya sahip olan kent nüfusu 1997 yılında % 64’e çıkarken, kırsal alan nüfusu % 44’ten % 36’ya düşmektedir. 1997 nüfus tespitlerine göre, nüfusun yüzde 64,1 ‘i kentlerde, yüzde 35,9’u kırsal alanda yaşamaktadır. (Kaynak: DİE GAP 11 İstatistikleri 1997 Nüfus Tespit Kesin Sonuçları) GAP bölgesi göç veren bir bölge olmasına rağmen, yine de yıllık nüfus artışı, Türkiye nüfus artış ortalamasının üzerindedir. Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep ve Mardin, yıllık nüfus artışında daha da ileri bir noktada, % 3,4 düzeyindedir. Ortalama çocuk sayısı kırsalda aile başına 5 iken, kentte 3,6 düzeyindedir. Evlenme yaşı kırda, kente göre daha düşüktür.
Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası’nın GAP idaresince Gaziantep, Diyarbakır, Ş. Şanlıurfa, Adıyaman ve Mardin illerinde yaptırılan bir araştırmaya göre, tarımla geçinen ailelerin yüzde 74’ü doğrudan kendi toprağında çalışmaktadır. Toprakta yarıcılık, ortakçılık biçiminde toprak işleme yaygın olarak devam etmektedir. Sulu ya da kuru tarım yapan işletmelerin yüzde 22’si 25 dönümün altındadır. Bölgede işletmeler genelde küçük olduğu gibi, çok parçalıdır. Toprak işletmelerinin ancak yüzde 26’sı tek parça bütün halindedir.
Bölgede kentsel nüfus, kırsal nüfusa oranla hızla artmakta; kırsal bölgelerde nüfus giderek azalmaktadır. Nüfusu 250’den daha az olan köylerin toplam köylere oranı yüzde 24,6’dır. Ve nüfusu 250–500 arasındaki köyler ise yüzde 15’tir. Kente akış ve düşük nüfuslu köy oranı Şanlıurfa’da en yüksek düzeydedir ve en yoğun nüfuslu köyler ise Adıyaman’da bulunmaktadır. GAP Bölgesi’nde kentsel nüfustaki bu yüksek artış hızı; sadece yetersiz düzeydeki kentsel altyapı hizmetlerinin daha da yetersiz hale gelmesini değil, aynı zamanda, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, giderek artan oranlarda işsizlik sorununu da berberinde getirecektir. Aşırı sömürü ve kölelik koşullarındaki çalışma yaşamının bölge halkının asimile edilmesini hızlandıracağı, ulusal hak ve özgürlük uyanışını geriye atacağı ve giderek “Kürt sorununu çözeceği” şeklindeki hedeflerin boşa çıkması olasıdır. GAP’ın ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde bir olanağa dönüştürülmesi ise, Kürt işçi ve emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, kır proletaryasının ve gençliğinin devrimci sınıf partisinin göstereceği yetenekle orantılıdır. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin gelişimi bakımından temel dinamik olarak mevcut olan, ancak bilinç bulanıklığıyla malûl Kürt işçisinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, işsiz milyonların, gençliğin sömürüye ve zulme karşı mücadelesinin koşullarını GAP daha da geliştirecektir. Sınıflar-arası çelişkileri derinleştirecek ve paralel oranda olanaklar yaratacak olan GAP, aşırı sömürü ve talan üzerine kurulan bir sömürgeci politikanın projesi olarak, bölgede emek ve sermaye çatışmasını da besleyecektir. Kapitalist üretim ilişkileri, geleneksel üretimi, feodal ilişki ve geri toplumsal yaşamı etkileyecektir. Az topraklı ve orta köylülük elindekini de yitirecektir.
Son derece eşitsiz olan toprak dağılımı ve dengesiz gelir dağılımı, bölgede zenginle yoksul arasındaki çatışmanın bir kaynağı olacaktır. Topraksız nüfus oranı; Urfa’da % 40,6, Mardin’de yüzde 21,1, Diyarbakır’da yüzde 44,7, Gaziantep’te yüzde 20,6, Adıyaman’da yüzde 54,2’dir. Topraksız ya da 1 ile 1,5 dönüm arası payla az topraklı köylülerin nüfusa oranı ise; Şanlıurfa’da yüzde 71,9, Mardin’de yüzde 57,8, Diyarbakır’da yüzde 70,7, Gaziantep’te yüzde 37,7’yi bulmaktadır. Buna karşılık, 500 dönümden fazla miktarda toprak sahibi olanların oranı ise; Urfa’da sadece yüzde 1,9, Gaziantep’te yüzde 5,1, Diyarbakır’da 5,3 olduğu bilinmektedir. Modern kapitalist üretimin merkezileşmeyi geliştirirken modern teknolojiyi zorlayacağı ve küçük köylü giderek ağır maliyet gerektiren işletmeciliği terk ederken üretimin tamamen bölgedeki tekellere teslim edileceği rahatlıkla söylenebilir. Topraklar hızla belli ellerde toplanacak ve topraksız köylü kır proleteri ve yoksul köylü olarak kölece yaşama mahkûm edilecektir. Gelişme aynı zamanda merkezlere göçü artıracak, geleneksel aşiret ilişkilerini ve feodal yapıyı tahrip edecektir. Ama aynı zamanda, her geçen gün güçlenen sınıf dinamikleriyle beraber, baskılanmış sorunları da su yüzüne çıkaracaktır.
GAP İdaresi’nce 1992 yılında yürütülen “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Geliştirme Çalışması” ile bölgedeki ekonomik gelişmenin muhtemel coğrafi dağılımı belirlenmiş, bölgede hızlı gelişmesi öngörülen 9 yörenin çevre düzeni planları yapılmış ve bunlarda GAP’ın yaratacağı sanayiler ve yapılacak yatırımlar için yer ayrılmıştır. Bu “Çalışma”ya göre, Türkiye genelindeki eşitsizlik bölge bakımından da derinleştirilerek “Kırık Aks” bölgesinde yoğunlaştırılacak ve burası bir ticaret merkezi olarak emperyalizmin açık pazarı olacaktır. Bu hizmetler için GAP ile yaratılan iş ve yatırım ortamına katılacak bölge içi ve dışı yatırımcılara bilgi ve danışmanlık hizmeti veren (GAP-GİDEM) “GAP Girişimci Destekleme Yönlendirme Merkezleri”, 5 il merkezinde bu kapsamda çalışmaktadır.
GAP Bölgesi’nde tamamlanan Organize Sanayi Bölgeleri’nin Türkiye toplamı içindeki payı, alan büyüklüğü bakımından % 11’e ulaşmaktadır. 1997 rakamları baz alınacak olursa, bölgede mevcut Organize Sanayi Bölgeleri’nde 342 fabrika üretime geçmiş ve bunlarda 34.400 kişi istihdam edilmiştir. Yine bölgede 1997 sonunda 18 Küçük Sanayi Sitesi tamamlanmış ve bunların Türkiye toplamı içindeki payı % 8 olarak belirlenmiş olup buralarda mevcut 5.514 işyerinde yaklaşık 33.000 kişinin çalıştığı hesaplanmaktadır. Bölge’de halen yapımı devam etmekte olan Küçük Sanayi Siteleri tamamlandığında istihdam kapasitesinin 60.000 kişiye ulaşacağı öngörülmektedir. Ancak son iki yıl içinde bölgedeki yatırımlar özellikle küçük sanayi siteleri bakımından olumsuz bir süreç olarak işlemiş, 2000 yılı Kasım ayı ve ardından bu yılın Şubat ayındaki krizlerle birlikte Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Siteleri’nde peş peşe iflas eden esnaf işyerlerine kilit vurmak zorunda kalmış ve işsizlik çığ gibi büyümüştür.
GAP Master Planı’na göre 2005 yılı hedefleri de belirlenmiştir. Buna göre hedef yılı itibariyle, ulaşılacak temel ekonomik büyüklük olarak Gayri Safı Bölgesel Hâsıla’nın (GSBH), tarım, sanayi ve hizmetler sektörleri kompozisyonu itibariyle, 2005 yılında 4,5 kat artması öngörülmüştür. Bu süre içinde, tarımın bölgesel ekonomi içindeki payının yüzde 40’tan yüzde 23’e inmesi, ağırlıklı bir şekilde tarımsal sanayin gelişmesi ve payının yüzde 16’dan yüzde 24’e çıkması ve hizmetler kesimi payının da yüzde 44’ten yüzde 53’e çıkması öngörülmüştür.
GERİ KALMIŞ BÖLGE VE “MAKÛS TALİH” YA DA KÜRT SORUNU
“Bölgenin geri kalmışlığının nedenleri Kürt sorunundan ayrı değerlendirilemez ve egemen sınıfların bölge kalkınması için yapacakları her yatırım planı kapsamlıca ele alman bu ilişkiler yumağından bağımsız düşünülemez. Başından bu yana bölgede şekillenen her tür demokratik hak ve özgürlük taleplerinin bastırılması ve siyasi taleplerin sosyal ekonomik geri kalmışlıkla açıklanarak “çözümü” yoluna gidilmesi, bundan sonra da Kürt sorununun Türkiye’nin ve bölgenin önemli sorunu olarak varlığını sürdüreceğini göstermektedir. Süregelen yok sayma ve baskı politikası adeta bölge halkının iş ve ekmek taleplerinin karşısına konulmaktadır. Yine, Kürt toprak ağaları ve ayrıca giderek kapitalist bir ilişki düzeyine yükselen ekonomik ve politik kader birliğine dönüşmüş olan Kürt işbirlikçi sınıfın tarihi tutumu, Kürt emekçileri tarafından anlaşılmalı ve politik bir tutum alışa dönüşmelidir. Sorunun çözümünde egemen sınıfların lehine, halka ihanet düzeyinde tutum alan bu kesim, halkın mevcut kölelik statüsünde önemli bir paya ve yere sahiptir. Her ulusun içerdiği sınıf ayrılıkları gibi, Kürtler de çıkarları çatışan karşıt sınıflara bölünmüştür. Tüm ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde olduğu gibi, görece büyük mülk sahibi kesimler giderek imtiyaz sahibi ve sömürücü egemen sınıfların işbirlikçileri olarak, hâkim güç oldular. Kurumlaşan ve kaderini birleştiren ve geleceğini işbirliği üzerine kuran bu Kürt burjuva-feodal sınıf, bu önemli evrede Türkiye egemen sınıfları ve emperyalizme karşı verilen mücadelenin hedefi kapsamında değerlendirilmelidir. Bu gerçek bir tutum haline gelmelidir. Ulusal ve sosyal kurtuluş iddiasıyla yola çıkan örgüt ve oluşumlarca hep “es” geçilen ve belirsizleştirilen bu gerçek, geniş emekçi Kürt yığınlarınca anlaşılamadı, kavranarak bilince çıkarılamadı. Bölgedeki kaynakların yağmalanması ve sömürülmesinde bu işbirlikçi kesim, sınıf çıkarları gereği, halka ve emekçilere kan kusturarak gelişti ve güçlendi; bölge halkının özgürlük ve bağımsızlık eksenli talepleri bu işbirlikçi sınıfın Türkiye egemen sınıflarıyla pazarlık kozu oldu. Ve her başkaldırı bu işbirlikçi sınıfı güçlendirdi. Silah ve güvenlik gücü olarak rol alan bu “korucu” tabaka, egemen sınıfların iktidarını korumadaki rolünü sürdürmektedir.
Seksen yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ırkçı ve şoven Türk egemen sınıflarıyla kader ve sınıf birliğini perçinlemiş, Kürt halkının düşmanı bir sınıf çoktan oluşmuştur ve bölge işçi ve emekçileri bu “yerli” düşmanlarını da hedef almadan demokrasi ve özgürlüğü elde edemeyecektir. Ekonomik ve politik nüfuz sahibi bu işbirlikçi kesim, “ulusal ve toplumsal kurtuluş” iddiasıyla ortaya çıkıp bir güç olan örgüt ve çevrelerin zaaflarını, sınıflar-arası ayrışma ve çelişkileri belirsizleştiren, sınıflar-arası uyumu/işbirliğini telkin eden tutumlarını “değerlendirmeyi” her defasında başardı, hayatiyetini Kürt halkının kıyımı üzerinden sürdürdü. Dolayısıyla, bilimsel sosyalizmin öngörüleri ve ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine dair büyük tarihsel birikim görmezden gelinerek, Kürt sorununu halkın ve emekçilerin lehine çözmek olası değildir.
GAP’ın Türkiye egemen sınıflarınca yeni bin yılda, “küreselleşen dünya”da “ulusal sorunun çözümü” kapsamında yeni bir model olarak da düzenlenmesinin öngörüldüğü kuşkusuzdur. GAP egemen sınıflar için bu hesaplara denk düştüğü oranda anlamlı ve önemlidir. Ancak GAP, Kürt işçi ve emekçilerinin devrimci partisi bakımından da, bağımsız demokratik Türkiye hedefine ulaşmada olduğu kadar, Kürt sorunun çözümü ve halkın kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması mücadelesinde ve tam hak eşitliği kavgasında da önemli bir olanaktır. Ve sonuçta GAP’ın kaderi ve geleceğini olduğu kadar Kürt sorununun geleceği ve çözümünü de, bu iki tutum ve kaynaklandıkları güçler arasındaki mücadele belirleyecektir. GAP’ın bölge ve ülke halkının yararına yönelik bir işlev kazanabilmesi kadar onunla yakından ilişkilenmiş ve üstelik yeni olanaklara da kavuşmuş Kürt sorunun köklü bir çözümü de, artık yeni bir zemine sahiptir: emek eksenli bir zemin. GAP’ın sunduğu yeni olanakların gerçeğe dönüştürülebilmesi de en başta böyle bir zeminde alınacak mesafeye bağlıdır. O nedenle, gerekli olan, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, bölge ve ülke çapında, işçi ve emekçilerin, ulusal özgürlükleri de kapsayan siyasal özgürlükleri kazanma mücadelesinin başına geçmesidir.
Ağustos 2001