Özgürlük Dünyası’nın Haziran 2001 tarihli 111. sayısında yayınlanan “Solculuk Üzerine” başlıklı yazımızda, Türkiye’de işçi sınıfının iktidarını ve sosyalizmi hedeflediğini ileri süren her akımın, her partinin yapması gereken en önemli başlangıç noktalarından birisinin, “Türkiye’ye özgü ‘solculuk’tan kurtulmak” olduğunu söylemiştik. Bu “solculuğun” temel karakteristiği, kendisini “ideolojik bir akım” olarak kabul etmiş ve sınıfla ilişkileri bakımından da böylece donmuş olmasıydı. İdeolojik bir akım olarak donmak, esas olarak, hareketin düşünsel, kültürel niteliklerini, iktidarı hedefleyen siyasal boyutundan ve bu siyasal hedefi gerçekleştirecek toplumsal-sınıfsal güç kaynaklarından soyutlamak anlamına geliyordu.
Yine aynı yazımızda “sol” kavramının salt ideolojik bir içerikle tanımlanmasının, değişik grup ya da partilerin kendilerine özgü siyasal çizgilerinin arka plana düşmesine ve böylece de bu kavram ekseninde birliklerin gerekli ve zorunlu olduğu yanılsamasına yol açtığını da ileri sürmüştük.
İdeoloji, eğer bir siyasi yapının içinde vücut bulmuş değilse, ilkel dönemlere özgü işlevinde olduğu gibi, inanç, düşünce, ahlak ve kültür biçimlerinde, toplulukları “cemaatleri” bir arada tutmaya, topluluk üyelerinin birbirine bağlanma duygusu yaratmaya yarar sadece. Dinin ya da kan bağının, törelerin, geleneklerin, âdetlerin, tabuların, topluluk üyelerini birbirine bağlayan, birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını tanımlayan bir işlevleri vardır. Toplum, yöneten-yönetilen bölünmesine uğramadan önce, bir başka deyişle “siyaset öncesi” dönemde de, bu unsurlardan oluşan ideolojilere sahipti. Sınıflı toplumların bütün biçimlerinde ise, bu ideolojik yapılar, esas olarak yönetici sınıfların siyasetinin bir uzantısı, bu siyasetin egemenliğinin bir aracı haline gelmişlerdir. Kimi zaman da, ezilen din ve mezheplerin, ezilen ulusların siyasetinde, bir siyasetin yürütülmesi için gerekli “birlik ve beraberlik ruhu”nun yaratılması için rol üstlenmişlerdir. Genel olarak söylenecek olursa, günümüzde sınıflı toplumlarda herhangi bir ideolojinin, siyasi hedefler -iktidar hedefi- olmaksızın işlevli olması ancak mistik örgütler için söz konusu olabilmektedir.
Bu özetin sunduğu temel üzerinde, ÖDP’nin son durumunu değerlendireceğiz.
ÖDP’yi, özellikle “ideolojik solculuk” kavramı açısından ele alacağız. “Solculuk”, Türkiye’de bir sapmanın adı olarak daha çok “silahlı propaganda”yı, bireysel terörizmi başlıca ve belirleyici mücadele biçimi olarak seçmiş gruplar için, bir sapmayı adlandırmak amacıyla kullanılırdı. ÖDP gibi bir parti için bu terimin kullanılması yadırgatıcı olabilir. Ancak, burada “sol” terimini, Türkiye’de kullanılan en genel ve kapsayıcı anlamıyla, kimi temel idealler, düşünceler, özlemleri tanımlayan, ama işçi sınıfının güncel ve uzun vadeli mücadele hedeflerinden, işçi sınıfının ve emekçilerin ana kitlesinin ihtiyaçlarından kopuk bir ideolojik taraf tutmayı dile getiren anlamıyla kullanıyoruz. Bu yazıda, ÖDP’nin de, bu anlamda bir “solcu” parti olduğunu göstermeye çalışacağız.
Bu değerlendirme, ÖDP’nin içine düştüğü bunalımın tek nedeninin “ideolojik solculuk” olduğu anlamına gelmiyor. Ancak, “ideolojik solculuk” kavramının kapsadığı diğer unsurlar göz önüne alınınca, sorunu bu kavram açısından ele almanın çok fazla bir eksiklik yaratmayacağını söyleyebiliriz.
Özellikle iki başlıca noktada:
Birincisi, ÖDP’nin bunalımı “CHP’den ayrılanlarla yeni bir sol parti” girişiminin konuşulabilir olmasına kadar gelip dayanmıştır.
İkincisi, ÖDP’nin ezeli derdi olan “işçi sınıfı eksenli siyaset” korkusu, bunalım başladığından bu yana, parti içi tartışmalarda en az eleştiri konusu edilen özellik olmuştur.
Öne çıkan bu iki görüntü, “ideolojik solculuk” kavramının ifade ettiği başlıca karakteristiklere denk düşmektedir.
“SOLCULARIN BİRLİĞİ” OLARAK ÖDP
Kuruluş aşamasında ÖDP, ağırlıklı olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında genel olarak “sol” içinde yaygın “geçmiş dönem eleştirilerinin” ve ’90 sonrasında da SSCB’nin dağılmasıyla güç kazanan “reel sosyalizm eleştirilerinin” bir ortalaması olarak biçimlendi. Bu iki “yenilgi”nin sonuçları, ÖDP’nin oluşumunda kendisini, esas olarak örgütlenme modeli ve siyaset yapma tarzındaki farklılaşma çabasında gösterdi. Örneğin, daha partinin adından başlayarak, sosyalizm, işçi, emek, emekçi gibi terimlerden uzak durulmuş, “özgürlük” ve “dayanışma” gibi, sınıfsal bakımdan daha belirsiz ve genel olarak “solcuyum” diyen herkes tarafından benimseneceği düşünülen kavramlar seçilmişti. (Kemal İnal’ın bu konudaki saptamaları için bkz. “ÖDP’nin Solan Renkleri”, Radikal–2, 26 Mart 2000) Parti, “parti olmayan parti” biçiminde, siyaset yapmak ise, daha çok entelektüel boyutları ağır basan ve “medyatik eylemlerle” kamuoyuna duyurulacak “alternatif projeler geliştirmek” biçiminde tanımlanıyordu. “Reel sosyalizm eleştirisi”, parti içinde ve partinin kamuoyuna açık belgelerinde, kapitalizm eleştirisinden daha fazla yer tutuyordu. Sınıf mücadelesi ve bunun işaret ettiği toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin yarattığı hareket yerine, “yeni toplumsal hareketlerin muhalefeti önemseniyor, politika bu hareketlere göre ve kimi zaman da dolaysız olarak onların temsilcileri tarafından yapılıyordu. “Sınıf bilinci”nin yerini, “Yurttaş olma bilinci” almıştı. Türkiye’de temel çelişmenin, ana toplumsal sınıflar arasında değil, “devletle sivil toplum arasında” olduğu düşünülüyor, bu yüzden de sınıf-meslek örgütleri yerine, “sivil toplum örgütleri” başlıca örgütlenme biçimleri olarak değerlendiriliyordu. Gerek toplumsal gelecek projeleri içinde, gerekse gündelik politik taktikler içinde, “sivil toplum” kavramı belirleyici bir rol oynuyordu. (ÖDP’ye ilişkin bu değerlendirmeler için, ilhan Kamil Turan, Ergülen Top ve Gürsel Yumli’nin değişik bülten ve gazetelerde yayınlanan yazılarından yararlanılmıştır.) Bunun rastlantısal olmayan bir başka sonucu “sokak” kavramına yüklenen gerici-romantik anlam oldu. “Sokağa, eyleme, özgürlüğe” sloganı, bir yandan başkaldırma, isyan, bürokratik ve hiyerarşik biçimlerden bağımsızlık gibi anlamlar içeriyordu, diğer yandan ise, ’80 sonrasının dünya çapındaki “yeni toplumsal hareketler” kavramının belirlediği bağlam içinde, üretim ilişkilerinden, üretim odaklarından kopuk, toplumsal sınıf ilişkilerinin belirlediği çatışma alanlarından uzak bir eylem alanına işaret ediyordu. Bu ikinci işaret, kavramın ilk anda çağrıştırdığı özellikleri soyut hale getiriyor, “eylemin ve özgürlüğün” öznesini olmadık yerlerde aramaya yönlendiriyordu. Ortalama bir ÖDP’li için, tinerci çocuklar, travestiler, serseriler, sokak çeteleri, lümpen kategoriler, sokak efsanesinin kahramanları değerine yükselebiliyordu.
Özetle söylenecek olursa, ÖDP’nin kuruluşuna yol açan gelişmelerin başında, 12 Eylül silindirinin ve ardından da, “Duvarın yıkılmasının”, “sol”da yarattığı perişanlık bulunmaktadır. 12 Eylül rejimi tarafından ezilmiş ve en geri savunma çizgisine itilmiş bulunan “sol”, önce insan hakları savunuculuğu düzeyine düşürülmüş, böylece “sınıf” kavramının yerini, daha belirsiz ve kapsayıcı “insan” kavramı almıştır.
Bu geniş zemin üzerinde, sol gruplar arasındaki farklılıkların önem taşımadığı örgütler (insan Hakları Derneği, kimi sendikalar, meslek odaları, CHP örgütleri ve belediyeler vs.) içinde “mücadele” olanakları bulunmuş, buradan da, önce “partisiz devrimcilik”, sonra da “parti olmayan parti içinde devrimcilik” aşamasına ilerlenmiştir.
12 Eylül yenilgisi, geniş kesimlerde “birlik olmadan hiçbir şey olmaz” gibi, amiyane bir derse neden olduğundan, “yeni dönemde” mutlaka “solun birliğinin” sağlanması gerektiği inancı güçlenmiştir.
ÖDP, bu atmosferin ve bununla belirlenmiş “solcu ihtiyaçlarının” partisi olarak doğmuştur. Halkın ve sınıfın ihtiyaçlarının bir sonucu olduğunu söylemek hiç mümkün değildir.
“Solun birliği”ni sağlayan unsurlar ise, bu çerçeveye uygun olarak, işçi sınıfının, emekçilerin güncel-somut mücadele talepleri, sendikal sorunları, işsizlik, kapitalist saldırı vs. gibi sorunlardan değil, yine ideolojik kavramlar ekseninde gerçekleşmiştir. Bunlar ise, yine emek hareketiyle doğrudan ilgili olmayan, ancak bu hareketin siyasetinde anlam bulabilecek “özgürlük, demokrasi, insan haklan, ilericilik, çevrecilik” gibi kavramlarla, yeni ithal edilmiş “çoğulculuk, sivil inisiyatif, bireyselleşme” gibi kavramlardı.
Toplumsal çelişkileri, “muhalif grupların” (çevreciler, feministler, anarşistler, savaş ve nükleer teknoloji karşıtları, eşcinseller) talepleri üzerinden yorumlayan ve muhalefetini esas olarak bu gruplar tarafından kullanılan temalar üzerinden “medyatik” yöntemlerle yürütmeye yönelen ÖDP önceli gruplar ve sonra da bunların “partileşmesi” olan ÖDP, “sınıf eksenli siyaset” yapmayı, “Ortodoks sola özgü bir geçmiş dönem özelliği” saydığı için, “güç gösterme ve toparlanma” amacı dışında sendikalara, fabrikalara, köylülüğe hiç yönetmedi, işçi ve emekçilere dönük siyasetler geliştirme, muhalefet hareketini toplumsal sınıfların çatışma alanından yapma endişesi göstermedi. Bunun için elverişli örgütlenme modelleri, yine “klasik Ortodoks” yönelimler olarak eleştirilip dışlandığı için, esas olarak böyle bir eğilim olsa bile gereği yapılamayacaktı.
“İDEOLOJİK SOLCULUK” SİYASET DUVARINA ÇARPINCA…
Nihayet ÖDP, “Ekmek ve Gül Platformu” sözcüsü ilhan Kamil Turan’ın dediği gibi, “bir sınıra geldi dayandı”, ilhan Kamil Turan son bunalımla ilgili değerlendirmelerini şu sözlerle sürdürüyor: “Bu sınır, … dört olay karşısında kendini göstermiştir. Bunlardan ilki 28 Şubat’la birlikte içine girilen dönemdir. ÖDP, 28 Şubat’ın 12 Eylül’ün bir devamı olduğunu görmek istememiş ve ‘ne refah-yol ne hazır-ol’ yaklaşımında görüldüğü gibi esasen 28 Şubat’a karşı değil, 28 Şubat’ın karşı çıktığı olguyla (Refah-yol/şeriat) kendisini bir eşitleme içinde ele almıştır. … İkinci olay, siyasi süreçleri bütünselliği içinde anlayamayan, kitlelerin ideolojik-siyasal belirlenimlerini ölçemeyen toyluklara dayalı abartılı beklentilerin tersine seçim sonuçlarının ÖDP yönetiminde yarattığı şok olmuştur. Üçüncü olay, Abdullah Öcalan İtalya’da iken ve Türkiye’ye getirildiği günlerde estirilen şoven ve milliyetçi dalga karşısında duyulan ürküntüdür. Ve nihayet dördüncü olay, devlet tarafından son ölüm oruçları vesile edilerek hareketle yaşanan gelişmelerdir.”
Ülkenin en yakıcı sorunlarında “ortalama bir solcu tavır” göstermenin ötesine geçemeyen ÖDP, “Küreselleşme”, “özelleştirmeler”, “Avrupa Birliği” gibi belli başlı konularda da, ne dediği açıkça bilinmeyen, herhangi bir yerde ÖDP’li olarak konuşanın ya da yazanın bağlı olduğu gruba göre değişen görüşlerle kamuoyu karşısına çıktı. Bu konularda, ÖDP içinde farklı görüşler olduğu biliniyor, ama Partinin görüşünün ne olduğu asla bilinemiyordu. Ancak Kürt sorunu, Partinin çok güncel, kamuoyunda yankısını derhal bulacak bir konu olduğundan ve sorunu Parti içinde sahiplenmiş görünenlerin tutumu da tartışmayı ÖDP’nin iç sorunu olmaktan çıkaran bir seyir izleyince, Akın Birdal, Yavuz Önen, Mihri Belli, Celal Beşiktepe, o günlerde cezaevinde bulunan Eşber Yağmurdereli, Metin Ayçiçek ve İrfan Cü-re’nin de aralarında bulunduğu grup Disiplin Kurulu’na sevk edildi.
Burada sorun, “çetelere karşı” kampanyada olduğu gibi, açıktan tavır alınması “genel kabul gören” türden bir sorun değildi. ÖDP’nin düzen güçleri karşısındaki yerini netleştirmesi, o ana kadar “neşeli, aşk ve devrim partisi” olarak hoş-görülmüş bir partinin rejimin en katı olduğu sorunlar (Kürt sorunu, laiklik vs.) hakkında kendi duruşunu belirlemesi söz konusuydu. Aslında kadrolarının büyük bir çoğunluğunu 85–95 yılları arasında İHD içinde yer almış, kendi siyasi varlığını bu dernek aracılığıyla ifade etmiş kişilerden oluşturan bir partide, Kürt sorununun, yine herhangi bir İHD şubesi içinde ele alındığı gibi alınması sorun yaratmayabilirdi. O güne kadar da, zaten bu ölçüde bir muhalif duruş vardı. Ne var ki, Akın Birdal ve onunla birlikte adı geçenler, “Kürt sorununa demokratik çözüm” başlığı altında -pek çok yönden eleştirilebilecek- siyasi bir program önerisi geliştirmişlerdi. Başka birçok grup gibi, “Demokrasi Hareketi Girişim Grubu” da, kendilerine özgü görüşlerini parti içinde işlevli hale getirmeye çalışıyordu. İşte bu farklılık, bir “parti sorunu” halini aldı.
“Ölüm oruçları” üzerine tartışma, önceki “Kürt sorunu” bunalımının henüz sıcak kalan tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Bu kez, partinin artık bölünme aşamasına geldiği, “gruplar koalisyonu”nun (ÖDP kuruluşunda yer alan 9 farklı eğilimi kapsıyor. Buna karşılık yönetici grup ise sadece üç eğilimi temsil ediyordu) “Çekoslovakya gibi barışçı mı, yoksa Balkanlar gibi savaşarak mı” bölüneceği tartışmasına kadar geldi. Bu sorun da, partinin “solcu bir parti mi, yoksa özgürlükçü-eleştirel bir parti mi” olacağı konusundaki tartışmaya denk düşüyordu. “Sol kamuoyundan kopmak”, “Ölüm oruçlarını destekleyen” gruba, parti içi dengeleri sarsmayı göze alacak kadar rahatsız edici gelmişti.
Esas olarak Özgürlükçü Sosyalizm Platformu (ÖSP) ve Sosyalist Eylem Platformu (SEP) arasında gelişen tartışma, parti içindeki diğer sorunların su yüzüne çıkmasının da aracı haline geldi.
SEP sözcüleri, “ya SEP gider, ya ÖDP biter” dayatmasıyla karşı karşıya olduklarını açıklayarak, kendilerinin ÖDP’yi yeniden kurmayı amaçladıklarını ileri sürdüler. Parti içinde çoğunluğu elinde bulunduran ÖSP ise, SEP’in partiyi eski tipte-klasik sol çizgiye çekerek, “şemsiye parti” halinde tüketmek istediğini iddia ediyordu. Sonuçta, ÖDP Merkez Yürütme Kurulu ve Parti Meclisi üyelerinden bir kısmı, parti kararına rağmen “Ölüm oruçları sürerken F tipi cezaevlerine karşı eylem yaptıkları” gerekçesiyle partiden ihraç edildi.
İhraç edilenlerden MYK Üyesi Veysi Sarısözen ÖDP’nin küreselleşmeci sol-liberal bir partiye dönüştürülmek istendiğini söyledi. KESK Genel Başkanlığı’nın Siyami Erdem’den Sami Evren’e geçtiği süreçten bu yana ÖDP’de sistematik tasfiyeler yapıldığını belirten Sarısözen, İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi üç kişinin ve İzmir İI Yönetim Kurulu üyesi dört kişinin kesin olarak, Şişli ilçe yöneticilerinin ise 6 ay süre ile ÖDP’den ihraç edildiğini belirtti. ÖDP Parti Meclisi Üyesi 21 kişi de kesin ihraç istemiyle disiplin kuruluna sevk edilmişti. “Ama asıl amaç ÖDP’yi bölmektir. Sosyalist Eylem Platformu (SEP) ve Hareket Grubu’nu ÖDP’den ihraç etmektir” dedi.
Evrensel’in konuya ilişkin haberi şöyle devam ediyordu: ÖDP’de yeni bir oluşum yaratılmak istendiğini belirten Sarısözen, bu oluşumla ÖDP’nin Yeni Dünya Düzeni’ne ayak uyduran bir pozisyona getirileceğini söyleyerek “Yeni oluşum yarı özelleştirmeci, yan AB’ci, yarı küreselleşmeci olacak. İki koltukta birden oturmak istiyor yani” dedi. Sarısözen, ÖDP’de yeşeren bir ‘Sol Baykalizm’ olduğunu da sözlerine ekledi. Sarısözen, partideki sorunların ilk olarak 28 Şubat öncesinde Kürt sorunu üzerine yapılan tartışmalardaki düşünce farklılıklarıyla başladığını belirterek, özelleştirmelere bakış konusundaki farklılıkların ise tartışmaları derinleştirdiğini söyledi.
Tartışmada ve karşılıklı eleştirilerde kullanılan argümanların, esas olarak keskin “fraksiyonel” özellikler taşıdığı görülüyordu. 12 Eylül’den, “Ortodoks solculuğun” sorumlu olduğunu düşünenler, bütün ÖDP deneyimi boyunca en sert eleştirileri sosyalizm pratiğine, örgüt ve siyaset anlayışına yöneltenler, şimdi geçmişin gerçekten en lekeli üslubuna sarılıyorlardı.
Çıkarılan dersler, sosyalizmin ve emek hareketinin dünya çapındaki deneyimleri içinde, inatla savunulması gereken her özelliğin reddi, ama “kendi deneyimimizin” en kötü yanlarının gizliden yaşatılması üzerineydi!
İŞÇİ SINIFI, EMEKÇİLER VE ÖDP
ÖDP’deki son bunalımda, parti içinde öteden beri gerek örgütsel işleyişe, gerekse izlenen politikalara karşı eleştirileri olan, ancak bunları “parti içi hayatın gereği olarak” dışa kapalı tutan bazı etkili üyeler, artık “bülten savaşı” adı verilen bir tartışma ve suçlama ortamında dile getiriyorlardı. Burada dile getirilen görüşlerden bazıları, tartışmanın kaynaklarını ve yönelimlerini görebilmek bakımından önemli:
Mihri Belli (PM Üyesi): ÖDP adam olur mu? Eğer palavralardan medet umma durumuna düşmeyecek isek, ÖDP’nin bırakın toplumsal muhalefetin partisi olmak düpedüz sıradan bir parti olduğunu bile söyleyemeyiz. Çatısı altında yirmi küsur fraksiyon yayın organı yayınlanırken, parti organı sayılan gazetesi, utanç verici bir şekilde iflas etmiş ve yayınlanmasının lafı bile edilmezken, parti adına layık bir partinin varlığından söz edilemez.
Ertuğrul Kürkçü (MYK Fahri Danışmanı): Partimizdeki bunalımın özeti şudur: 28 Şubat, sonunda ÖDP’nin kapısına dayanmıştır. Türkiye’nin bütün ekonomik-siyasal yapısını “Demirden mantıklarda “yeniden yapılanmaya” zorlamayı sürdüren 28 Şubat müdahalesi, bütün mali, idari, siyasi yapıya kendi iradesini dayatır, siyasetin bütün kurumlarını hallaç pamuğu gibi atarken, ÖDP’nin bundan bağışık kalabileceğini umanlarımız vardıysa artık aymış olmalılar.
Gökhan Kaya (PM Üyesi): Son aylarda ÖDP kendi sınırları içinde yapısal bir kriz yaşıyor. Parti kamuoyunda ‘SEP’ sorunu olarak bilinen durum, özellikle son birkaç aydır bu platformun ayrı eylem kararları alıp uygulaması ile daha kritik bir safhaya girdi.
Silivri İlçe üyeleri: Son PM toplantısı da olmazsa partide ne olup bittiğinden haberimiz olmayacaktı. Şu halimize bakın, dışarıda bizi bekleyen koskoca bir dünya var, siz ise kapalı salonlarda “birbirinize göre” siyaset yapıyorsunuz. Partiyi bölünce ne büyük iş yapmış olacaksınız. ÖDP sokağın partisidir, deyip durduk. Bugün sokağa hiç çıkmayan, alanlardan bahsedip hiç birinde çalışma yapmayanların, sokağı Beyoğlu İstiklal Caddesi ile sınırlı görenlerin bu partinin geleceğine ipotek koymaya hakları yoktur.
Bundan yaklaşık bir yıl kadar önce, Ertuğrul Kürkçü, ufukta biriken bulutlara işaret ederek, ÖDP’nin “bir bedel ödemekte olduğunu”, bunun nedeninin de, “stratejik yığınağını ‘ekmek kavgası’ içinde kuramaması ve ekmek ve özgürlüğü birlikte kavrayan bir seçeneği sunamaması” olduğunu yazmıştı. (Radikal2, 2.4.2000)
Bir bakıma bu eleştiri, ÖDP’nin “ideolojik solculuk” dediğimiz yapısıyla ilgilidir. “Ekmek kavgası” içinde hayat bulamayan bir partiden söz etmek, mücadelenin sınıfsal ve dolayısıyla da siyasal boyutunda yer alamamak anlamına geliyor. Hiç kuşkusuz, “Susurluk”a karşı kampanya, “Barış için 1 Milyon İmza”, “ne Refah-yol, ne Hazır-ol” mitingi gibi eylemler ve kampanyalar da genel anlamda siyasal içerikteydi. Ancak, bunlarda “ekmek kavgası” içindeki işçiler ve emekçiler ikinci planda kalıyordu ve onlara doğrudan seslenme olanağı vermiyordu. Üstelik medyanın suyunu çıkarırcasına işlediği bu konular genel bir kanıksama atmosferinde bir “tekrar” duygusu yaratıyor, bu temalara kilitlenmiş ajitasyonu etkisizleştiriyordu. ÖDP’nin propaganda ve ajitasyon malzemelerinde, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma, IMF politikaları gibi konular, ancak dönemsel olarak ve bir mitinge, bir gösteriye bağlı olarak yer alabiliyor, bunlar örneğin kadın, gençlik ve çevre sorunları kadar örgütlenmenin ve mücadelenin esas dayanakları haline getirilmiyordu.
Sendikalarda ve meslek örgütlerinde, ÖDP’nin yine “eski tarzda solculuk”tan kopmayan, tepeden ve esas olarak yönetimi ele geçirmeye yönelik bir çabasının olduğu görülüyordu, işyerlerindeki çalışma (daha çok kamu işyerleri -okullar, bürolar, bankalar, hastaneler vs.-) yönetiminde bulunulan ilgili sendikanın aracılığıyla yürütülüyor, sendikanın olmadığı, ya da sendika yönetiminde ÖDP’lilerin bulunmadığı yerlerde herhangi bir parti çalışmasının izine rastlanmıyordu. Sendika yönetimlerinde yer alma mücadelesi de, yine eski tarzda “ittifaklar-pazarlıklar” yöntemiyle yürütülüyor, “tabandan gelen bir güçle” yönetimi alma çalışması, bunların yanında daima ikinci planda kalıyordu.
Kamu emekçilerinin bazı sendikalarının yanı sıra, daha çok meslek odalarında etkili olan ÖDP (daha doğrusu ÖDP içindeki etkili grup ÖSP) bu konumunu emekçilerin Parti içindeki etkinliği konumuna taşıma endişesi de göstermemiştir. Çünkü ÖDP kendisini bir işçi-emekçi partisi olarak tanımlamak yerine, en çok “emekten yana” bir parti olarak tanımlamayı seçmiş, “işçi kitle partisi” terimi bazı gruplar tarafından kullanılmasına karşın, bunun ne anlama geldiği teorik olarak dahi çözülmemiştir, “işçilerin, emekçilerin partisi” olmakla, “emekten yana bir parti” olmak arasındaki fark, sözcüklerin ifade ettiğinden daha fazladır.
ÖDP, “parti” kavramının, teorik-pratik bin-bir gerekçeyle yıpratıldığı bir süreçte önemli rol üstlenmiş teorisyenlerin etkisiyle, kendisine “parti olmayan parti” terimini uygun bulmuştu. “Parti olmayan parti” demek, açılmış haliyle “Leninist parti öğretisinde tanımlanan parti olmayan parti” demekti, “işçi sınıfının öncü müfrezesi, işçi sınıfının örgütlü öncüsü”, özellikle de “hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan bir irade birliği”, “demokratik merkeziyetçilik” gibi tanım unsurları, “partili devrimcilik” denilince anlaşılan özellikler, ÖDP kurucuları açısından “bir hapishane”, “cendere”, “bürokratik diktatörlük” gibi karalamaların konusu yapılıyordu. Hiç kuşkusuz, birbirlerine güven düzeyi daima birbirlerini kollama ve gözlemeyi gerektiren, gruplar arasında sürekli bir “karşı hamle” psikozunun etkili olduğu bir ilişki düzeyini veri olarak kabul eden bir “birlikteliğin”, herhangi bir “merkeziyetçilik”ten korkması doğaldı. Ama böylece, karar alma ve uygulama süreçleri, her biri kendi iç disiplinine, kendi karar mekanizmalarına sahip grupların insafına terk edilmiş, sonuçta da “biz bu kararı uygulamayız, biz bu bildiriyi dağıtmayız, afişi asmayız” diyebilen il-ilçe örgütlerinin ortaya çıkmasına kadar uzanan bir hareketsizliğe, kararsızlığa, perspektifsizliğe düşülmüştür. İşçi sınıfı partisinin herhangi bir üyesi için, partisiyle bağlarının koptuğu anda bile, herhangi bir durumda partisinin nasıl davranacağına dair bir “bilgi” vardır. Programını, taktiğini, temel ilkelerini, ülkeye ve dünyaya bakışını net olarak bildiği partisi, ona o an nasıl davranacağı, ne yapacağı konusunda bir şey söyleyemiyor olsa bile, partili, ister fabrikasında, ister mahallesinde, ister partizan müfrezesinde, ne yapacağını bilir, işçi sınıfının-emekçilerin partisi olmak, mücadelenin her alanında ve anında her organın, her üyenin tutarlı ve bağıntılı hareket etmesine olanak veren bir örgütlenmeye ve “ortak irade”ye sahip olmak demektir.
ÖDP kurucuları, böyle bir parti fikrine karşı, “Stalinizm” korkuluğunu sallayarak cevap verdiler. Soğuk Savaş döneminin bütün emperyalist propagandaları, sınıf partisi düşüncesine karşı rehber olarak kullanıldı. “Farklılıkların birlikteliği”nin, fraksiyonlar koalisyonunun örgütü olarak “parti olmayan parti”nin tek “seçenek” olduğu ilan edildi. ÖDP sürecinin iflasını pratik olarak kanıtladığı şey, en başta budur. ÖDP’nin sorunu, ne kimin kimi tasfiye ettiği ya da genel olarak tasfiyecilik ne de parti içi demokrasi sorunudur ama “ideolojik solculuk”un somut bir görünümünü oluşturan “sol birlikçi” “parti olmayan parti” yaklaşımının seçenek olmadığının ortaya çıkması, sınıf partisi karşısında “seçenek” örgüt fikrinin iflas etmesidir.
Belki de, “işçi-emekçi partisi” olmakla, “emekten yana parti olmayan bir parti” olmak arasındaki farkın en can yakıcı yönü burasıydı. Sınıf niteliğinden korkmak, işçi sınıfın başlıca özelliklerinin partiye yansımasından korkmak ve bu korkuyla, şu taşı şuradan alıp buraya koyabilecek kadar bir iş olsun yapmamayı göze almak!
CHP VE ÖDP
Bu fark, örneğin CHP’nin kendisini “emekten yana” bir parti olarak tanımlamasında olduğu gibi, kimi zaman derin sınıf farklılıklarına karşılık düşmektedir. Böylece ÖDP, “ideolojik solculuk” noktasında, kendisini sınıfla tanımlamak bakımından da derin zaaflar göstermekte, bu belirsizlik giderek “CHP’lileşme” yolunu da açık tutmaya hizmet etmektedir.
Tasfiyelerle ilgili açıklamalarda dikkat çeken bir diğer değerlendirme, ÖDP ile CHP, Uras ile Baykal arasında yapılan karşılaştırmalardı.
ÖDP ile CHP arasında, üyeler ve yöneticiler dahil, herkesin bir kafa karışıklığı halinde taşıdığı “özdeşleştirme”ler olduğunu ileri sürebiliriz. ÖDP’nin kuruluşu ile birlikte yükselişe geçmesi, “özgürlük, demokrasi, insan hakları, ilericilik, çevrecilik” vs. gibi kavramlara, “evet şimdi!” diyenleri çatısı altında toplamasındandı. Ama toplananların büyük bir bölümü, bu kavramlara herhangi bir sınıfsal içerik yüklemiyor, bunlarla ifade edilen toplumsal hak ve çıkarları elde etmek için sınıf mücadelesinden geçmenin, bunun için de bu kavramlarla ifade edilen hak ve çıkarların gerçek sahibi olan işçi ve emekçilerle birleşmenin zorunlu olduğunu düşünmüyor, önemsemiyor ya da bilmiyordu. Belki “hemen şimdi!” sloganı da, ciddi bir sınıf mücadelesi içinden geçmeksizin, burjuva-emperyalist egemenlik ve pratik koşullarında, bu düzen sınırları içinde de taleplerin gerçekleşebileceği umudunu sağlamlaştırıyor, “mücadele ederek kazanmak”la, “ısrarla ve kuvvetle talep etmek” arasındaki derin ayrımı, “talep etmek” lehine bulanıklaştırıyordu. Özellikle gençlik kitlesi, bunları programında, ajitasyonunda kullanan her partiyi “ilerici, demokrat” görmeye alışmış, ufku CHP’nin ötesine az çok geçebilen bir yapıdaydı ve ÖDP’den de, bütün bunları “samimi ve daha militanca” savunmasından daha fazlasını beklemiyordu. Bu “sola eğilimli insanlar”ın kitlesine dayanarak sağlanan kitleselleşme görüntüsü, seçimlere abartılmış bir umutla girilmesine yol açtı. Ama doğal olan gerçekleşti ve ÖDP’nin kitlesi gibi görünenler, hatta ÖDP’nin üyesi-yöneticisi olanların bir bölümü, “solun birliği” sloganının gerçekleşebileceğine inandığı bir yolu seçerek, CHP’ye oy verdi! Ufuk Uras’ın, “CHP’yi Baykal’dan ÖDP kurtaracak” (11.04.1999 Anadolu Ajansı) diyebildiği “CHP’yi kurtarma” perspektifinde, taraftarın, üyenin böyle bir eğilim göstermesi şaşırtıcı değildi. Son genel ve yerel seçimlerde, ÖDP’nin kendisinin aldığı sonucun “moral bozucu” bir etki yarattığını söylemek çok doğru değil. Asıl yıkım, CHP’nin özellikle de Karayalçın’ın Ankara belediye başkanlığı yarışında aldığı sonuçla ortaya çıktı.
Bu durum, ÖDP’nin kendisini CHP’den hangi özelliği ile farklı gördüğü ve göstermek istediği noktasının karışık olduğunu gösteriyordu. “Sol” deyince, üç-beş kavrama sahip çıkmanın ötesinde başka ölçü aramayan, taraftarına, üyesine daha fazlasını vermeyen, özellikle de sınıf çizgisi çizmeyi “Ortodoksluk” olarak karalayan düşüncenin egemen olduğu bir parti için, olup bitenler olağan karşılanmalıdır.
Bu yüzden, son bunalıma, bir de “CHP’den ayrılanlarla ilişki” sorunu eşlik etti. Son ihraçlarla ilgili basın açıklamasını yapan Ayla Yıldırım, ÖDP yönetimini ve özellikle de parti içinde ağırlık sahibi olan ÖSP’yi, CHP’den ayrılanlarla “kol kola yürümek”le suçladı. Açıklamaya göre, parti yönetiminde ağırlığı olanlar, “kendi fraksiyoncu çıkarlarıyla, CHP’den ayrılanlar arasında yer edinme amacı uğruna, tüzüğü çiğnemiş”ti.
Şimdi ÖDP’nin önünde bir seçenek gibi duran “Yeni Sol Parti’de yer alma”, yine “ideolojik solculuk” alışkanlığının kolaylaştırdığı, hatta kışkırttığı bir eğilimdir. “Solun birliği” fetişizmini bir parti içinde gerçekleştirmeye çalışanlar, şimdi aynı denemeyi ülke “solu”nun bütünü açısından da aynı rahatlıkla deneyebilirlerdi. Burada, onların önünde, herhangi bir siyasal-sınıfsal engel yoktur. “Aşağı yukarı aynı hedefleri gözeten, amaçları aşağı yukarı aynı ‘solcu’ gruplar”, şimdi “daha güçlü” bir başka parti yaratmak için neden geri dursunlar? Aynı nedenle, CHP lideri Baykal’ın, “Anadolu Solu” kavramına ve “Edebali hazretlerine” ilişkin sözleri, geleneksel CHP’liler kadar, ÖDP’lilerden de tepki aldı.
Baykal, “CHP’yi sağa çekmekle”, “tarikatlara göz kırpmakla” suçlandı.
Gelinen son durumda, ÖDP’nin geleceğinin “solda yeni parti” arayışlarının ve girişimlerinin gelişmesine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Sınıf siyasetinden uzak bir ideolojik biçimlenme, ideolojik genellemeleri aynı sınıfsız içeriğiyle, sınıf karşıtlıklarına ilişkin düşünce ve davranışları özellikle silmek amacıyla kullanan bir başka kapıda, içeriye alınmayı bekleyecektir.
Ağustos 2001