Kürt Sorununu terör sorunu olarak gören ve gösteren egemen sınıflar demokratik çözüme hâlâ direnmektedirler. Bu açıdan her hak talebi ve özgürlük arayışı zor ve baskı yöntemleriyle karşılanmakta, “çözüm” bu yönden aranmaktadır. Eşit haklar, özgürlük ve kardeşlik için yürütülen mücadelenin ve örgütlenmenin boyutuna bağlı olarak “yanıtlar” değişiklik gösterse de yaklaşım böyle olmakta ve sorunun demokratik-halkçı çözümünü tıkayan tutum egemen kılınmaktadır. “Ülkenin bölünmez bütünlüğü” gibi demagojik kavramlar, Kürt sorunu gündeme getirildiğinde piyasaya sürülmekte ve Kürtlerin demokratik haklarının karşısına çıkarılmaktadır. Eşit ve özgür koşullarda kardeşçe yaşama isteğinin karşısına konulan bu propagandif içerikli çaba ırkçı ve milliyetçi çevrelerin oy toplaması ve prim yapmasına tahvil edilmektedir. Türk işçi ve emekçileriyle diğer halkları şovenizmin zehriyle etkileyerek Kürtler ve talepleri karşısında bir tutuma sürüklemeyi marifet sayan bu tutum bugün de sürdürülmektedir.
İşçi ve emekçilerin demokratik Türkiye, eşit ve sömürüsüz bir ülke için verdikleri mücadeleyi her dönem “dış güçlerin kışkırtması” gibi göstererek zayıflatmak çabasında olan egemen sınıflar, Kürtlerin mücadelesini de “bölücülük ve terörizm” adına hedefe koymaktadır. Yıllarca, “Türkiye’de sosyal sınıflar yoktur, hak ve menfaatleri birbirine bağlı, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir millet, bir kitle vardır” demagojik propagandasının bir diğer ayağı da Kürtler için söylenegelmektedir. “Kürt yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur, onların konuştuğu da Türkçenin bir lehçesidir” yaklaşımının yaşamın gerçekleri karşısında anlamsızlığına rağmen olması gereken yapılmamaktadır. İfade edilen bu tutum, öncesi bir yana, on yıllardır yönetici güç odaklarının süregelen esas politikasıdır. Türk işçi ve emekçi halkının ve Kürtlerin özgür iradesiyle çözümlenecek olan sorun, işçi ve emekçilerin birleşmesini engellemek için kullanılmaktadır. Sorunun demokratik ve halkçı çözümüne olanak tanımayan, bunun yerine emperyalizmin ve işbirlikçi gerici egemen sınıfların çıkarları üzerinden “çözümü” dayatanlar, on yıllardır tekrarladıkları nakaratı tüm olup-bitene rağmen hala sürdürmektedirler.
Egemen sınıflar, bugüne değin baskıcı ve anti-demokratik tüm olanaklarını kullandılar, dahası her dönem değişik gerekçelerle “yeni” uygulamaların mimarı olageldiler. Osmanlı İmparatorluğu yıllarında başlayan, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Orta ve Batı Anadolu’ya sürgünlerle devam eden ve İstiklal Mahkemeleri, Mecburi İskân Kanunları, faşist Mussolini İtalya’sından alınmış yasalarla süren bir politika sorunun “çözümü” için uygulana-gelmiş oldu.
Kürtler bu gün de aynı mantığın ürünü olan yeni uygulamalarla karşı karşıya bulunmaktadırlar. 25 yıldır sıkıyönetim ve ardından OHAL’le sürdürülen koşullar devam ettirilmek istenmektedir. Koruculukla, özel tim ve diğer özel uygulama ve askeri yöntemlerle idare edilen bölgenin “özel statüyle” algılanması ve bunun sürekli kılınması kabul edilir bir durum değildir. OHAL uygulamasının yerine getirilmek istenen “Güneydoğu Müsteşarlığı” bu yaklaşımın bölgeye özel statü ve özel uygulamalar tutumunun sürdürülmesinden başka bir şey değildir. “Bölge Müsteşarlığı” Türkiye’de yaşayan milyonlar arasında ayrımcılığa vurgu yapan bir kurum olarak algılanmaya müsaittir. İş ve ekmek, toprak ve özgürlük talepleri bulunan halkın karşısına çıkarılan bir bastırma ve yönetme işlevi görecek olan bu yeni kurumlaşmadan vazgeçilmelidir. Bugün hala çözümsüz politikalarda ısrar eden, bölge halkının taleplerine sırt çeviren, onların özlemlerine set çekmeyi amaçlayan politikalarda ısrar eden bir tutumdur. Bir asra yakın süredir haklarından mahrum yaşayan Kürtlere yönelik yaklaşımda değişen bir şey yok. Bugün AB ve demokratikleşme demagojisinin at-başı gittiği koşullarda da tüm işçi ve emekçiler ve Kürtler için iyiye dair herhangi bir “emare” bulunmamaktadır. Böyle olunca Ağustos başında Hakkâri ve Tunceli’de kalkacak olan ve dört ay sonra da tamamen kaldırılacak olan OHAL’in yerine ikame edilenin “demokratikleşmeye dair bir gelişme” olduğunu düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. DGM’lerde askeri üyelerin yerine sivil üyelerin atanmasındaki biçimsel durum burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu yaklaşım demokratikleşmenin önünde set oluşturma ve halkı bilinen tarzla hizaya getirme yöntemidir. AB tartışmalarının Kürtlerle ilişkilendirilerek bir yedekleme tuzağına dönüştüğü günümüzde “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın gündeme getirilmesi ve devreye sokulmak istenmesi yıllardır süregelen uygulamaların devamında rol oynayacak bir organizasyon olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Bölge halkı başta olmak üzere Türk halkının ve tüm dünya halklarının gözünde baskı ve anti-demokratik uygulamaların zırhı olarak bilinen OHAL’in yerine daha yumuşak ve ilk anda militarizmi çağrıştırmayan, daha çok sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarla ilişkilendirilen “Müsteşarlık” kavramı kim ne derse desin, çelik ele giydirilmiş kadife bir eldivenden öte bir şey değildir. “Güneydoğu” gibi Kürt sorunuyla algılanan bir bölge ismiyle birleştirildiğinde ne işlev göreceğine dair fikir yürütmek zor olmasa gerek. AB tuzağının Kürtlerin demokrasi taleplerinde kullanılmak istendiği günümüzde “Müsteşarlık” bölge halkının taleplerini karşılamaktan çok, bölgenin “özelliğine ve özgünlüğüne” işaret eden, bölgeyi olağanlaştırmaya karşı direnen bir çabanın adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çabayı ve 2003 yılı Ocak ayından itibaren yürürlüğe sokulması tasarlanan yeni uygulamayı bölge halkını özel yasa ve uygulamalarla baskı cenderesinin içinde tutmak olarak anlamak ve görmek gerek. Tahrip edilmiş ekonomik ve sosyal yaşamı onarmaya yönelik hiçbir adım atmayan gerici güç odakları, yıllardır devam ettikleri uygulamalardan dolayı bölge halkından özür dilemek ve Kürtlerin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel taleplerini karşılamak yerine olası toplumsal hareketleri ve demokratik mücadeleyi boğmak için özel harpçi yöntemlerle sürece müdahaleyi benimsemektedir. Bölge halkının uğradığı yıkımın telafisi ve tazmini için bir girişimde bulunmayan gerici ve baskıcı yönetici güç odakları binlerce köyün yakılıp yıkılması ve boşaltılması, doğanın ve yaşamın onulmaz derecede tahrip edilmesine neden olan koşulları düzeltmek bir yana, bu talepleri yok sayarak “tedbir”i önermektedirler. İşsizliğe, açlığa ve özgürlüksüzlüğe karşı biriken tepkiyi bastırmış ve bölgede halkın uğradığı faili meçhullerden diğer maddi ve manevi tüm kayıplarda perde olmuş, yaşanan acı ve dramı meşru göstermiş bir kurumun yerine ikame edilecek olan “Müsteşarlık”, egemen sınıfların terör ve sömürü aracı olarak işlev görecektir. Yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayacak ve statüyü sürdürmede kullanılacak yeni bir hükmetme aracı olacaktır. “Bölge Müsteşarlığının gündeme getirilmesindeki temel kaygı ve mantık budur.
MGK’de gündeme getirilen ve OHAL’in kaldırılmasından sonra devreye sokulacağı ilan edilen “Bölge Müsteşarlığı” özel harpçiliğin “yeni” bir yönetme tarzı olarak eskinin sürdürülmesinde değerlendirilecek komple bir organizasyondur. Hak ve özgürlük taleplerini boğma amaçlı bir militer organizasyonun cilalanarak sunulması durumu ile karşı karşıyayız. Sözüm ona sivil görüntü altında yeni argüman ve teknikle donatılacak olan “Müsteşarlık” tüm burjuva partilerinin de savunduğu ortak payda durumundadır. Müsteşarlığı savunmak Kürt sorununun demokratik ye halkçı çözümüne karşı olmak anlamındadır. Gerici güç odaklarının emperyalizme uşaklıkta yarıştıkları gibi Kürtlerin baskı altında tutulması politikasında da birleştikleri gerçeği bu oluşumlarda ortaya çıkmakla beraber bu organizasyonların niteliğini de ele vermektedir. Bölge halkının ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal ihtiyaçlarını yanıtlamaya yönelik bir girişim olarak gündeme getirilmemekte, ancak görece durağanlığın her an toplumsal bir tepki olarak gündeme damgasını vurabileceği veya “sosyal patlamalar”ın yaşanabileceği varsayımı üzerinden “tedbir” alınmaktadır. Dahası bölge halkı potansiyel suçlu olarak değerlendirilmekte ve onun gereği olarak “yeni araçlar” inşa edilmekte ya da ad değiştirerek uygulamaya sokulmak istenmektedir. Son üç yıllık uygulamalara ve yönelime bakıldığında gerici egemen sınıfların demokratikleşmeye dair ettikleri bir yığın lafa rağmen Kürtlerin talepleri karşısında gösterilebilecekleri tek iyileşme bulunmamaktadır. İşsizlik çığ gibi büyümektedir. Sağlık sorunları açısından bölge, geri bıraktırılmış bir Afrika ülkesini andırmaktadır. Bulaşıcı hastalıklar, şark çıbanı da dâhil olmak üzere salgın haldedir. Eğitim talebi baskıyla yanıt bulmakta, taşımalı eğitim komedisiyle köylerde eğitim içler acısıdır. Özelleştirmeyle kapatılan işyerlerine yenileri eklenmektedir. Tarım ve hayvancılık bitirilmiştir. Üretici köylülüğün ve yaşamını hayvancılıkla sürdürmek isteyenlerin desteklenmesi bir yana OHAL koşullarından kaynaklı olarak köyünden, tarımdan ve hayvancılıktan olan bölge halkına hiçbir destek sunulmamaktadır.
Olup-bitenler ve gelişmeler, esas tutumun ırkçı ve şoven yaklaşımın sonucu olarak mevcut durumun derinleşerek süreceği yönündedir. Kürtlerin sosyal-siyasal ve kültürel hak taleplerinin yanıtlanması değil, yok sayılması politikası devam etmektedir. Kürt işçi ve emekçilerinin bölge halkının istekleri, dile getirdikleri kulak ardı edilerek sözde çözümler önerilmek istenmektedir. Halkın büyük özveriyle ve büyük bedeller ödeyerek gündemde tuttuğu talepler konusunda tek bir adım bile atılmamaktadır.
Ancak birkaç yıldır sürdürülen oyalama ve etkisizleştirerek yedekleme politikasının miadı da dolmak üzeredir. Anadilde eğitim talebi için üniversitelerde öğrenciler tarafından verilen dilekçelerin nasıl terör estirme gerekçesi yapıldığı bilinmektedir. Hemen her üniversitede, uzaklaştırılmış, okuldan atılmış, cezalandırılmış, çeşitli baskı ve işkencelerle karşılaşmış ve tutuklanmış öğrenciler bulunmaktadır. Yine Kürtler çocuklarına Kürtçe isim verememektedirler. Bu yasağa rağmen direnenler ise baskı görmekte, kovuşturmaya uğramaktadırlar. Dahası nüfus memurları bile “görevini kötüye kullanmaktan” sanık sandalyesine oturmaktadırlar. “Berivan” isminde cisimleşen onlarca dava dosyası hala yargı aşamasındadır ve bundan böyle bir iyileşmenin olacağına dair bir belirti yoktur. Tek yol mücadeleye kalmaktadır. Değiştirilmiş ilçe, köy, mezra, dağ ve diğer özgün isimlerin düzeltilmesi de böyle sağlanacaktır. Bölgede ve bölgenin boşaltılmasından kaynaklı olarak Kürtlerin nüfus yoğunluğu altındaki güney illerinde sürgünler, kovuşturmalar durmadan devam ediyor. Köye dönüş talebi olanların burunları bir kez daha sürtülmek isteniyor. Onurları ayak altı ediliyor. Köylerin boşaltılması ve yaşanan vahşetin kaynağı gizlenmekte, köylülerin kendi aleyhlerine belge imzalamaları istenmektedir. Müsteşarlık bu uygulamaların sürmesinde bir yönetme ve uygulama merkezi olarak yerleştirilmek istenmektedir. Kürt sorununun terörle izah edildiği ve “güvenlik” tedbirleriyle çözülmeye çalışıldığı koşullar sürdükçe kurulacak her organizasyonun çaresiz kalması kaçınılmazdır. Kötü ünlü OHAL’in yerine geçirilmek istenen “yeni” organizasyonun bu olup bitenden bağımsız düşünülmesi olası değildir. Doğrudan Başbakan’a bağlanarak sivil bir görünüm verilecek olan Müsteşarlık bir koordinasyon merkezi olarak OHAL Valiliği gibi MGK’ye bağlı olacak ve düzenli olarak MGK’yi bilgilendirecek, yükümlülüklerin merkezi olacaktır. Bölgeyi bir kırmızı daire içinde değerlendirecek mantığın ürünü olan bu yaklaşım, OHAL ve Mücavir alan uygulamasının sürdürücüsü olarak zaten olağanüstü yetkilere sahip valilerin de üzerinde yetkilerle donatılmış olacak. İller İdaresi Yasası ile valilerin birer sıkıyönetim komutanı yetkileriyle donatılmışlığı bile yeterli bulunmayarak, bölge halkı potansiyel suçlu ve bölgedeki resmi ve sivil yetkililer de özel statüye sahip “özel görevli”ler olacaklar. Bölge halkının yedeklenemediğinin, HADEP’in saldırı hedefinden çıkarılmadığının Başbakan Ecevit tarafından ısrarla belirtildiği koşullarda Müsteşarlığa ve egemen sınıfların diğer çeşitli yaklaşım ve girişimlerine bel bağlamak ve iyi niyetle yaklaşmak ancak ahmaklık olabilir. İsminin ne olacağı da önemli değildir. “Ekonomik olağanüstü hal”, “koordinatör valilik”, “Güneydoğu Müsteşarlığı” gibi isimlerle bir süredir tartışılan yeni bölge organizasyonu dünün kirli işlerinin ve baskı koşullarının üzerine oturacaktır. OHAL’in tüm uygulamalarıyla yargıya açılmadığı, bölgedeki tüm karanlık işlerin aydınlığa kavuşmadığı, sorumlularının cezalandırılmadığı koşullarda kurulacak organizasyonun adı ne olursa olsun işlevi aynıdır. Kaldırmak zorunluluğu ve adının akıllarda bıraktığı iyi hiçbir izin bulunmadığı OHAL yerine ne koyabiliriz düşüncesinin ürünü olan bu yaklaşımdan vazgeçilmeli, halkın taleplerine kulak verilmelidir. Halka rağmen değil, halkın talepleri için adım atılmalıdır. Faili meçhullerin, yıkım ve sürgünlerin, yaşanan acıların üzerine sünger çekmeyi de amaçlayan Müsteşarlık, gericiliği temize çıkaracak bir “yeni model” olamayacaktır. Bölgenin sosyo-ekonomik gelişimi amaçlı olarak kurulacağı söylenen “Müsteşarlık” girişiminin bu amaca yönelik olacağını düşünmek için hiçbir neden bulunmamaktadır. Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi taleplerin karşılanması değil bastırılması ve bir daha gündeme getirilmemesi amaçlı bir refleksin sahibi olan sömürücü ve baskıcı egemen sınıflar bölge halkının taleplerinin yanıtlanmasını bırakın, yeni provokasyonlar ve saldırılar için hazırlıkları aralıksız sürdürmektedirler.
Bölgede işsizliğin ve sefaletin boyutları bilinirken özelleştirme kapsamında birçok işletmenin kapatıldığı ve sırada daha kapatılacak işletmenin bulunduğu ve yeni iş alanları açmaya yönelik bir projenin bulunmadığı, tarım ve hayvancılık alanında IMF planları kapsamında bir yıkımın yaşandığı bölgede iş bulanların da çok düşük ücretle çalıştıkları, sigortasız ve sendikasız çalışmanın yaygınlığı da bilinmektedir. İşbirlikçi Kürt sermaye çevrelerinin “Müsteşarlık” için övgü dolu sözler etmeleri bu bakımdan anlaşılır bir durumdur. Diyarbakır Sanayi ve İşadamları Derneği (DİSİAD) Başkanı’nın bir basın toplantısı düzenleyerek MGK’de ele alınan Müsteşarlığın derhal uygulamaya sokulması yönlü açıklamaları bölge halkının kaygılarıyla işveren çevrelerinin kaygılarının farklılığını da ortaya koymuş oldu. “Huzur ve refahın gelmesi için, gelişmiş sanayi, eğitim seviyesi yüksek, güvenli bir yaşam standardına ihtiyaç vardır. Bunların sağlanması amacıyla OHAL’den sonra Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığına ihtiyaç vardır” açıklamasını yapan DİSİAD Başkanı Şeyhmus Akbaş “Milli Güvenlik Kurulu’nda Güneydoğu’ya önem verilmesinin DİSİAD olarak kendilerini sevindirdiğini” de belirttikten sonra “Zira bu, devletin bölgemize olan ilgisini göstermektedir. Bölge Valiliği yerine kurulması düşünülen Güneydoğu Ekonomik Kalkınma Müsteşarlığının özel yasalarla donatılması gerektiği inancı içerisindeyiz. Çünkü bölgelerarası ekonomik dengesizliğe acilen çözüm bulunması gerekir.” Merkezi Diyarbakır’da olacak müsteşarlığın bölgeye kısa süre içinde büyük katkılar sunacağını sözlerine eklemeyi ihmal etmeyen DİSİAD başkanının, işbirlikçi sermayenin aç gözlülüğüyle harekat ettiğinden kuşku duyulamaz. Yeni bir kılıf olarak bölgedeki uygulamaların uyarlanacağı çerçeve olan müsteşarlıkta uygulamanın OHAL benzeri özel yasalarla bölgeyi yönetmek anlamına geldiğini bilmek gerekiyor. İl İdare Yasası gibi anti-demokratik, despotik uygulamalarla valileri donatan yasalarla bile yetinmeyerek bölgeye özgü özel yasalar uygulamaya konulmak istenmektedir. Refah-Yol Hükümeti zamanında bir süre tartışılan “Güneydoğu Müsteşarlığı”nın yeniden ve OHAL’in kalkmasının gündemde olduğu bir zamanda “iyi” kaygılarla izah edilmesi aldatmaya yöneliktir.
Newroz yürüyüşünü 1 Mayıs’a taşımak
Newroz kutlamaları sadece Kürtleri değil, emekçi Kürtlerle beraber, Türk, Arap ve diğer halkları da etkisi altına alarak gerçekleştirildi. Sermaye ve gericiliğin süregelen inkârcı ve asimilasyoncu tutumuna karşı, eşitlik ve özgürlük taleplerinin diğer tüm kardeş halklar tarafından da desteklendiği gün olarak gündeme damgasını vuran Newroz kutlamaları, aynı zamanda zorbalığa vurulmuş güçlü bir tokat oldu. Kürt emekçilerin ve ezilen tüm uluslar ve halkların bilincinde kardeşlik, dostluk ve dayanışmayı güçlendiren bir etki yaratan kutlamalar, burjuvazinin şu veya bu parti veya fraksiyonlarıyla tüm olanaklarını seferber ederek bile bir araya getiremeyeceği düzeyde bir kitlesellikle kutlandı. Günlerce öncesinde “kaos ve kargaşanın habercisi” olarak ilan edilen ve “lanetlenmiş bir gün” olarak propaganda edilen Newroz Bayramı’nda, gericiliğin ve baskı aygıtının tüm oyun ve saldırıları boşa çıkarıldı; yaratılan ortam, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde işçi sınıfının ve emekçilerin yürüyüşüne güç kattı.
Gerici egemen sınıfın ve onun yazılı ve görsel medyasının, tüm burjuva propaganda odaklarının, istihbarat birimlerinin, burjuva gerici parti ve oluşumlarının çarpıtma ve saptırma hesapları bu yıl kutlamalarda etkisini daha fazla yitirdi; Kürt ve Türk, Arap ve diğer halkların kardeşliği, bu Newroz’dan daha da güçlenmiş olarak çıktı. Bu güçlü halk dayanışması, halklar için ulusal değerler taşıyan, bayram ve özel günlerin yasaklanmasına karşı tutum olarak ortaya çıkarken, bölge emekçilerinin hak ve özgürlüklerine verilmiş güçlü bir destek oldu. Aynı zamanda, inkârcı tutuma ve sürdürülen asimilasyon politikalarına sessiz kalınmayacağına dair görkemli bir yanıt verildiğini, ezenler ve ezilenler cephesi bir kez daha gördüler. Varlık, dil, kültür ve tarihi geri kazanmak için sürdürülen hak ve özgürlük mücadelesini yıllardır “terör” ve “anarşi” gibi itici kavramlarla eşleştiren, bu yakıştırmayı provokasyon ve türlü baskılarla sürekli besleyen gerici egemen sınıflar, tüm çabalarına rağmen bu defa başarılı olamadılar. Newroz’u yaşayanlar, kaos ve kargaşadan, terör ve “çatışma” görüntülerinden yönetici güç odaklarını sorumlu tuttular. Gericiliğin İstanbul ve Mersin’de giriştiği provokasyonlar, bu kanıyı değiştirmeye yetmedi. Ölümlerle sonuçlanan olaylardan dolayı illerin yöneticileri şaibe altındadır ve yargılanıp hesap vermeleri için girişimler sürdürülmelidir. Gelişmelerle beraber dünya ve Türkiye kamuoyu, egemen sınıfın ve onların hükümetinin demokrasi düşmanı yasakçı ve saldırgan tutumunu görerek lanetlediler. Türkiye’de yaşayan milyonlar bir kez daha zorbalıkla sürdürülen sistemin ve yönetimin halkların kardeşliğinin önündeki engel olduğunu gördüler, yaşadılar ve bilince çıkardılar. Bundan sonra da bu değerlendirilerek sistemin gerçek yüzünün teşhiri sürecektir. Her türlü engelleme tutumuna rağmen yasaklanamayan yerlerde Newroz, halkın mücadeleci geleneklerine uygun olarak kutlandı. Özgürlük özlemi bu Newroz’da güçlü bir etki yaratarak dünya halklarına ve emperyalist kuşatmaya verilmiş bir mesaj oldu. Newroz kutlamaları emekçi halkların kardeşliğini güçlendirirken, gericiliğin pozisyonunu zayıflatan bir işlev görerek, halk lehine bir etki yarattı. “Devlet törenleri” ise trajikomik bir durum olarak hafızalarda yer etti. Birkaç yerde halka yasak edilen kutlamalar devlet erkânınca gerçekleştirildi! Ve önceki yıllarla kıyaslandığında yönetici güç odaklarının “pes ettiği” görüldü, birkaç “saf” ya da “işgüzar” yöneticinin devlet töreniyle ‘Nevruz bayramı’ kutlamasına da itibar edilmedi. Halkın bayramını yasaklayarak, polis ya da resmi görevlilere ateş yaktırıp üzerinden atlayan, yumurta kırma yarışına giren bakan, vali ve diğer devlet erkânı üyeleri, demir dövme gösterilerinde halksız ve desteksiz kaldılar. Ve halk nezdinde tükenenin, marjinal kalan ve halka yabancılaşmış olanın görüntüleri oldular.
Böylece, bir yanda, bir mizansen sergilenirken, diğer yanda, hemen her yerleşim biriminde halkı harekete geçiren, her türlü baskıyı göze alarak halkı alanlara çeken, en azında binlerin katıldığı, halkla coşku içinde kutlanan Newroz bayramına tanık olundu. Bu kutlamalar, özgürlük ve demokrasinin kazanılması mücadelesinde ezilen ve sömürülen tüm halklar için moral ve güç kaynağı oldu. Kent ve kır emekçilerinin, estirilen gerici teröre rağmen; polis ve asker ablukalarını, gözaltı ve tutuklamaları, işkenceleri, hakaretleri, bakanlık genelgelerini, yasakları, aramaları, kimlik kontrollerini ve daha birçok engeli aşarak bir insan seli olarak, akarak alanları doldurdular. Yüz binlerin bu alanlarda haykırdıkları sloganlar, sadece birikmiş öfkenin dışa vurumu değil, aynı zamanda, hak ve özgürlükleri kazanmaya duyulan inancın da ifadesiydi. “Diriliş” meşalesinin yakıldığı gün olarak “kutsal” sayılan 21 Mart Newroz Bayramı’nda, özgürlük uğruna yitirilen tüm değerler sahiplenilerek yumruklar sıkıldı, zafer işareti yüklü eller hep birlikte sallandı. Yaygın ve güçlü kutlamalara katılan özellikle bölge emekçileri, aynı zamanda, hakları ve özgürlüklerini kazanmak için çıktıkları yürüyüşlerinde, karşılarına çıkan her türlü saptırmaya ve oyalamaya yönelik tuzaklara teslim olmayıp karşılık verecek güçte olduklarını da gösterdiler. Ezici çoğunluğu işçi, işsiz ve yoksul halk ve onların genç kız ve erkek evlatları olarak alanları dolduranlar, ömrünün sonuna yaklaşan, ama bastonlarına dayanarak bayram alanına gelen yaşlı nineleri ve dedelerine, özgürlük kavgasının sürdürücüleri olacaklarına ant içer gibiydiler! Halk, dişiyle tırnağıyla direnerek kazandığı bayramını, resmen ve izne tabi olmaksızın kutlayacağı günlere olan inancıyla inkâr ve asimilasyon zincirini parçalayacağına olan güvenini göstermiş oldu.
Halkın tarihinde ve kültüründe derin izler bırakmış olan efsanedeki Demirci ustası Kawa’nın 2600 yılı aşkın süre önce Dehhak’a yönelen çekici, o gün, yüz binlerce kız ve erkek gencin ve emekçi Kürdün elinde, zulme ve sömürüye yönelmiş olarak işlevselleşiyordu. Kürt kültürü, tarihi ve yaşamında, zulme karşı başkaldırının, köleliğe karşı özgürlük mücadelesinin simgesi olarak yakılan ateşin etrafında kutlana-gelen Newroz; barış ve kardeşliği güçlendirerek, kışkırtma, düşmanlaştırma girişimlerini püskürtmüş, ırkçı ve şoven politikalara verilen bir yanıt olmanın yanında işçi ve emekçilerin süren birleşik hareketinin yolunu daha da genişletmiştir.
Baskıların yoğunluk kazandığı, Kürtçe isimlerin yasaklanarak, Nüfus müdürlüklerinin yeni doğan çocuklara verilen Kürtçe isimleri kabul etmediği, çocuklarına Kürtçe isim veren anne ve babalar hakkında Cumhuriyet Savcıları’nca soruşturmalar açıldığı, OHAL’in sürdüğü ve baskıcı benzer uygulamaların tüm bölgede ve Türkiye’de yaygınlaştırılmak istendiği, gerici yasaların genişletilerek yeniden hazırlandığı, partilerin kapatılmak istendiği, cezaevlerinde ölümlerin sürdüğü, MİT ve diğer kurumların sunduğu uydurma bilgi ve belgelerle kışkırtıcılığın örgütlendiği, Susurluk’un sadece Korkut Ekenler’den ibaret olmadığının emekli generaller tarafından açıklandığı, Kürt sorununun, “bölücü terör örgütü” gibi kavramlarla çözümsüz bırakılmak istendiği, sömürü ve yağmanın arttırılarak, emperyalist hegemonyanın derinleştiği ve güçlendiği koşullarda gerçekleşen Newroz kutlamaları; demokrasi ve özgürlük güçlerinin moral ve mücadele azmini daha da güçlendiren bir etki yarattı. MHP’nin, diğer burjuva, milliyetçi ve gerici partilerden farksız olarak, IMF dayatmalarının savunucusu ve emperyalist boyunduruğa koşulan uysal at konumunu perdelemek için “milli duyguları” suiistimal etmek üzere kışkırtıcılığı körükleyecek girişimlere hız verdiği, sendikalara yönelik düzenleme ve ele geçirme operasyonlarının dört koldan sürdüğü, üyelerine yönelik saldırılar, görevden alma ve sürgünlerle kamu emekçilerinin sindirilmek istendiği koşullarda Newroz kutlamaları; 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramımın ön hazırlığı rolünü de oynamış oldu. Newroz’u 1 Mayıs’a taşımak; Kürt emekçilerin, sınıf kardeşlerinin dünyanın dört bir yanında alanlara çıktığı 1 Mayıs’ta sokaklara çıkarak, özgürlüklerini kazanma mücadelesini sürdürmesi anlamına gelmektedir.
Anadil talepli dilekçe verenlerin gözaltına alınıp tutuklandığı ve öğrencilerin okullarından uzaklaştırılarak cezalandırıldığı, ancak “dilimizi, kültürümüzü, haklarımızı ve özgürlüklerimizi birlikte geri istiyoruz” mücadelesinin daha da güçlendiği günümüzde Newroz kutlamalarında sergilenen tutum, mücadelenin önümüzdeki günlerde katlanarak güçleneceğinin de habercisidir. Sömürü ve baskı karşısında özgürlük arayışı olarak süren mücadelenin boğulmak istendiği, egemen sınıfın bir süredir yeni plan ve projeler üreterek, halkı teslim almaya çalıştığı sır değildir. Başta Diyarbakır olmak üzere, alanlara yüz binler olarak çıkanlar, dört bir yandan dile getirilen halkın taleplerinin karşılanmasının engeli, sömürü ilişkileri ve burjuva sınıf egemenliğine yöneldikçe ve dolayısıyla mücadele güçlendikçe, saldırganlığın da o oranda artacağını bilmek için kâhin olmak gerekmiyor. 1 Mayıs bu bakımdan önemlidir. Egemen sınıfın elindeki tüm paslı silahları etkisiz kılarak, tüm halklardan işçi ve emekçilerin bayramı 1 Mayıs’ta Kürtlerin demokrasi talepleriyle alanlara çıkmaları için öncü işçiler, Newroz rüzgârını değerlendirmede şimdiden harekete geçmelidir. Kürt emekçilerin önümüzdeki dönem gelecek saldırıları püskürtmeleri için bu zorunludur. Kürt emekçilerin özgürlük tutkusunun, önümüzdeki süreçte güçlü karşı koyuşlara gebe olduğunu da görmek gerek. Bugün göreceli olarak süren “rahat” ortamın, hareketin yönelimiyle orantılı olarak değişeceğini görmek ve saldırıları püskürtecek denli güçlü halk örgütlenmesini yaratmak gerekli ve zorunludur.
Anadilde eğitim ile Kürtçe yayın ve televizyon hakkının tanınması, idamın kaldırılması, pişmanlık yasası gibi kirli ve onur kırıcı dayatmalardan vazgeçilerek ayrımsız bir genel affın çıkarılması, Susurluk Çetesi ve bölgede binlerce cinayetin adresi olarak gözükenlerin yargılanması, OHAL’e son verilerek işgal görüntülerinin son bulması, Kürt emekçilerin örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, gençliğin eğitim ve iş olanaklarına kavuşması, tarım ve hayvancılığın desteklenerek yıllardır süren mağduriyetlerin tazmin edilmesi, sendikal haklar üzerindeki baskıların son bulması, demokratik hak ve özgürlüklerin koşulsuz tanınması, iş ve toprak taleplerinin karşılanması; halkın acil taleplerinin başında gelmektedir. Sokağa çıkarak alanlarda toplanan yüz binlerce Kürt emekçisi, her konuşmayı, her haykırışı, her ifadeyi bir sloganla karşılayarak kölelik statüsünün sürmesine ve siyasal özgürlüklerden yoksunluğa kayıtsız kalmayacaklarını, zincirleri parçalayacaklarını hep bir ağızdan, geleneksel renkleri, diğer mücadele simgeleriyle “izah ettiler”. Halk ve onun gençliği, teslimiyeti kabul etmeyeceğini, hiçbir gücün bunu sağlayamayacağını yeri göğü inleterek haykırdı.
Artık gelinen yerde hiçbir gerekçe Kürt emekçilerin taleplerinin karşılanmasının karşısına konulamayacaktır. Ve milyonların iradesi görmezden gelinerek veya çiğnenerek “Kürt sorununu çözmeye” hiçbir güç yetmeyecektir. Kürt işçi ve emekçilerin taleplerinin karşılanması için verilen mücadelede, sınıfın devrimci partisinin sorumlulukları bugün, her zaman olduğundan daha çok artmış ve yerine getirilmesi aciliyet kazanmıştır. Kürt sorununun çözümünde, Kürt işçi ve emekçilerinin ve gençliğinin kendi politik talepleri etrafında kenetlenerek mücadeleyi yükselteceğinin güçlü işaretlerinin olduğu günümüzde, devrimci partinin rolü ve işlevi daha da artmıştır. Kürt işçilerinin fabrika ve işletmelerde sömürü ilişkilerine karşı, sınıf çelişkileri üzerinden güçlenen mücadele eğilimi, yine giderek daha büyük oranda gündeme girecek olan toprak talebinin yaratacağı mücadele koşulları, uzun yılların sorunu olarak değerlendirilemez. Ülkenin işçi ve emekçilerinin devrimci partisinin, bugünkü mevcut çalışma tarzı ve örgüt düzeyinin, hareketin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığını görmek ve bugünden eksiklerin ve zaafların aşılmasını için gerekli koşulların yaratılması için çalışma görevi ertelenemez. Sınıf mücadelesinin, her döneminin kendi ihtiyaçlarına yanıt verecek örgüt ve araçları yaratacağı gerçeği bir yana, bugünden yarını görmek ve burjuva siyasal egemenliğinin her türlü manevrasını alt edecek ve hareketin ezilmesine yönelik saldırıları püskürtecek örgütlenmeyi güçlendirmek gerekli ve zorunludur. Olağan seyri içinde gelişen hareketin her an yeni patlamalara gebe olduğunu bilerek, olası “sosyal patlamaların ve düzene duyulan öfkenin kapitalist kölelik ve inkârcılığın kaynağına yönelmesinde yetenek göstermek için, “olağanüstü” gelişmelerin üstesinden gelecek örgütlere sahip olunmalıdır. Son bir yıl içinde Dersim’de iki kez yaşananlar değerlendirilmeli ve bilince çıkarılmalıdır. Burada olduğu gibi, bir kıvılcımın kitlesel halk hareketine dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur. Aksine “sosyal patlamaya” neden olabilecek fazlasıyla ekonomik, sosyal ve siyasal neden bulunmaktadır. Özgürlük ve demokrasiyi, işçi ve emekçi iktidarını ve sosyalizmi kazanmak, ancak böylesi koşulların üstesinden gelecek örgütlere sahip olan sınıfın devrimci partisiyle olanaklıdır. Başta bölge olmak üzere Kürt emekçilerin yaşadığı her yerde özgürlük ve demokrasi taleplerini sırtlanmak için, partimiz örgütleri somut gelişmeleri ve kendi durumlarını yeniden değerlendirmeye koyulmalıdır. Örgütlerin konferanslarını gerçekleştirdikleri süreçte, bölge emekçilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin boyutu yeniden değerlendirilmeli ve parti örgütlerinin yetersiz kaldığı ya da yeterince eğil(e)mediği sorunlar bilince çıkarılarak, örgütlerin gündemine alınmalıdır. Kürt sorunu ve gelişmeler kapsamında konferanslar, eğitim çalışmaları ve örgütsel girişimler yapılmalıdır. Zira ulusal ve siyasal özgürlük mücadelesinde partimizin daha güçlü bir pozisyon edinmesinin koşulları her zamankinde daha elverişlidir. 2002 Newroz kutlamalarında partimiz örgütlerinin tutumu, bölgenin emekçi sınıfları içerisinde büyük ilgi bulmuş ve sempatiyi arttırmıştır. Ancak, işçi ve emekçilerin, ulusal taleplerin kazanılması mücadelesinde partimiz örgütlerini yeterince etkin ve atak görmediği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Kürtlerin tüm demokratik hak ve özgürlük istemleri ve güncel taleplerinin en önünde yer alan devrimci militanlara sahip olunmadan, kendi kurtuluşları için davalarının başına geçen Kürt gençleri örgütlerinde etkin olmadan, bu, hep aksak kalacaktır. Kürt gençliğinin tepki ve mücadele dinamiklerinin önünü açacak ve güçlü devrimci örgüt düzeyine çıkaracak koşulları yaratma mücadelesinden çaba daha da arttırılmadan, bu sorunu aşmak olası değildir.
Kürt emekçilerinin güçlü devrimci örgütü olarak kök salmak, mevcut statünün değiştirilmesi için halkın sürdürdüğü mücadelenin bir bileşeni olmak ve siyasal iktidarın saldırılarına karşı mücadeleyi daha da güçlendirmekle gerçekleşecektir. Parti örgütlerinin ve parti üyelerinin tereddütsüz önde yürümesi ve saldırıları göğüslemede kültürel, geleneksel, yerel hiçbir talebi es geçmeyen, küçümsemeyen bir tutum alması; sınıfın devrimci partisinin doğal görevidir. Sınıfın partisi, Kürtlerin henüz karşılanmamış talepleri uğruna mücadelede daha etkin olan, atak örgütlere sahip olmalıdır.
Üniversitelerde başlayan ve giderek halka yayılan ‘anadilde eğitim hakkı’ için verilen dilekçelere yönelik saldırı ve tutuklamalarda Emek Gençliği’nin bazı alanlarda gösterdiği tereddütlerin aşılması sağlanmalıdır. Anadilde eğitim talebinin karşılanması için güçlü mücadeleler örgütlemek, bu sorunu yeniden ele alarak Kürt gençliğini harekete geçirmek için zaman yitirilmemelidir. Kürt işçi ve emekçiler ve onun gençliğinin 1 Mayıs’taki temel talepleri, Newroz’da dile getirilenlerdir ve 1 Mayıs’ta bu talepler uğruna alanları doldurma görevi, partinin örgütlerinin omuzlarındadır. Kürt gençliğinin tereddüt ettiği ancak özlemle gerçekleşmesini istediği taleplerin ön açıcısı olarak onun güçlü ama sessiz gövdesine seslenmeyi ve onları harekete geçirmeyi başarmak olanaklıdır. Bu ertelenemez. Aynı tüm üniversite gençliğinin bu talebi sahiplenmesi ve ortak demokrasi ve özgürlük mücadelesi içinde birleştirmesi görevi partimiz gençlik örgütlerinin omuzlarındadır. Gençliğin güçlü bir gençlik hareketi olarak yeniden örgütlenmesi, üniversite gençliğinin, bilimsel demokratik ve parasız eğitim mücadelesinin anadilde eğitim talebiyle birleştirilmesi, mücadelenin olmazsa olmaz koşulu sayılmalıdır. Türk işçi ve emekçilerinin evlatları olarak üniversite gençliği, baskı ve sömürü mekanizmasının parçalanması mücadelesinde, özel kölelik koşullarına hassasiyet göstermeyi ve Kürt gençliğinin taleplerini sahiplenmeyi devrimci bir görev olarak yerine getirmeye özen göstermelidir.
Sınıfın devrimci partisinin yeni mücadele araçlarının yaratılması, propaganda ajitasyon araçlarının zenginleştirilmesi, bölge işçi ve emekçilerinin dönemin talepleri üzerinden örgütlenmesi sorununu gidermede daha atak davranması, gerekli ve zorunludur. Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin kazanılması mücadelesi kitleselleşerek ve siyasal boyutu genişleyerek güçlenmektedir. Burjuvazinin bunu püskürtme ve geriye itme olanakları yoktur. Tüm olanaklarını denemiştir. Yeniden bunu yapmaya kalkışacaktır. Ayrıntıları bilinen her türlü baskıya rağmen halkın özgürlük mücadelesi kitleselliğinden ve direnme gücünden bir şey yitirmemekte aksine değişik boyutlarıyla güçlenmektedir. Ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları giderek artan, kapitalist baskı ve kölelik koşullarına duyduğu öfke patlama öğelerini biriktiren bölgenin işçi ve emekçilerinin içerisinde kök salmak, ulusal ve siyasal baskının kırılması mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamakla başarılabilir. Varlığın inkârı karşısında durmak, onların, varlığının kabulüne dayalı mücadelenin sürdürücüsü olan örgütleri olarak şekillenmek ve bugünkü durumumuzla yetinmeyerek; bölge işçi ve emekçilerinin, kent ve kır yoksullarının, topraksız ve az topraklı köylünün, tarım proletaryasının örgütleri olarak bu kesimler içinde sosyalizm propagandasını güçlendirmek için materyallerin çoğaltılması ve mücadelenin yeni ihtiyaçlarına yanıt verecek yenileriyle takviye edilmesi gerçekleştirilmelidir.
Kürt sorunu, günümüzde sınıfın partisinin programı ve taktik mücadelesinde en önemli sorunlardandır. Bu, burjuvazi için de böyledir. Burjuvazinin, Kürt sorununu geriye atmak ve bu beladan bir süreliğine de olsa kurtulmak için didinip durması boşuna değildir. Kürt sorununun ve diğer demokratik hak ve özgürlüklerin AB üyeliğiyle ilişkilendirilerek, emperyalizme bağımlılığı gizlemek ve AB’ye üyeliğe -yani ülke kaynaklarının peşkeş çekilmesine- halkı mahkûm etmek gibi gerici hesaplarının boşa çıkarılmasında, AB’ye girmenin özgürlüklerin elde edilmesi olarak sunulmasını deşifre etmek, koşulsuz olarak demokrasi ve özgürlüklerin önündeki tüm engellerin kaldırılması talebinin önünde yürümek ve yeni mücadele platformları yaratmak için, 1 Mayıs öncesi süreç değerlendirilmelidir. AB’ye üyelik sorununda emperyalistler ve tekeller arasında süren pazar kapma ve paylaşıma yönelik pazarlıkların dolgu malzemesi edilmek istenen demokratikleşme taleplerini burjuva gerici kliklerin elinde çek olmaktan çıkarmak, bölge ve ülke emekçilerin özlemlerinin sömürülmesine son vermek için aydınlatma faaliyetini ve araçlarını güçlendirmek gerekmektedir. AB üyeliği sorununda, sömürgeliği ve burjuva egemenliğini emekçiler için özgürlük ve demokrasinin elde edilmesi gibi sunan gerici egemen sınıfların değişik klikleri arasında süren it dalaşı ve pazar kavgası; demokrasiden yana ve demokrasi karşıtı olanlar arasında bir mücadele olarak yansıtılarak, bölge ve ülke işçi ve emekçilerin talepleri yedeklenmek ve giderek güçten düşürülüp teslim alınmak istenmektedir. Böylece, AB’ye üyelik sorunu, burjuva gericiliği tarafından bir avantaja dönüştürülmek istenmektedir.
Demokrasi ve emek düşmanı egemen sınıfın sürdürdüğü baskılara karşı mücadelede, Newroz kutlamaları, ezilen ve sömürülen tüm halka cesaret sunarken, ezen ve sömüren egemenlerin yüreğine korku salan gösteri ve eylemlere sahne oldu. Ve bir halk hareketi, bir özgürlük yürüyüşü olarak süren mücadele, Newroz ateşiyle, 1 Mayıs’a hazırlanan tüm halkların yüreğini ısıttı. Geri adım atılmayarak gösterilen bu direngen tutum, dünya halklarının sömürüye, zulme, emperyalizme ve gericiliğe karşı sürdürdüğü mücadeleye güç katmıştır. Emperyalizmin tüm dünya halklarını esir almak için gemi azıya aldığı, savaş silahlarının namlularını Asya’ya yönelttiği, Ortadoğu ve Kafkasları kan gölüne dönüştürmek için planlar yaptığı bugünkü koşullarda, Ortadoğu coğrafyasında diğer kardeş halklarla el ele gerçekleşen Newroz kutlamaları, emperyalizm ve işbirlikçilerini rahatsız etmiştir. Ezilen işçi ve emekçilerin eşitlik ve özgürlük kavgasında tüm dünya halklarının kardeşlik ve dayanışmasını güçlendirmiş olan Newroz, Filistin halkına yönelik katliamlara ve Irak halkına karşı sürdürülen emperyalist saldırganlıktan birinci derecede sorumlu olan ABD emperyalizmine verilmiş bir yanıt olmuştur. Bölge emekçilerinin, “dilimizi, kültürümüzü, haklarımızı birlikte geri istiyoruz” yönlü taleplerini bu denli güçlü haykırmaları, önümüzdeki süreçte işçi ve emekçi hareke tinin güçlü ve birleşik yönünü de göstermiş oluyor, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs Bayramı’nda, Kürt sorunu, bu kapsamda değerlendirilerek, yine emekçilerin mücadele günü olan Newroz’un gücüyle birleştirilmelidir. Bu mücadele, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı demokrasi ve özgürlüklerin kazanılması ve sosyalizm mücadelesi olarak daha da güçlenecektir.
Demokratik ve halkçı mücadeleye saldırının yeni platformu: “Demokrasi ve Kürt sorunu çözüm girişimi”
Abdullah Öcalan’ın özel bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesinin ardından Kürt sorunu yeni özellikler kazandı, PKK’de birtakım değişimler yaşandı. Egemen sınıflar cephesinde on yıllardır süregelen inkârcı politik tutumda ısrar devam ederken, AB aday üyelik sürecinden dolayı Türkiye’ye dayatılan ve yerine getirilmesi şart koşulan yükümlülükler, yasal düzenlemelerden ibaret formaliteler olarak birçok çevrenin beklentilerini boşa çıkararak ve umutlarını kırarak hâlâ sürüyor. Bir süredir AB’nin elindeki demokratikleşme ve Kürt sorunu kozu yeniden ABD’nin elinde bölge düzeyinde değerlendirmeye alınmış bulunuyor. ABD, Afganistan’a saldırının ardından Orta Asya’dan Ortadoğu’ya dönük planlarında Kürt sorununu değerlendireceğini bağıra bağıra açıklamaktadır. Diğer yandan, henüz yerli yerine oturmamış olmakla beraber süreç PKK’nin inisiyatifini etkisizleştirerek ilerliyor. A. Öcalan’ın sorunu ele alış tarzındaki bocalama ve Kürt sorununu bir emekçi sorunu olmaktan soyutlayarak değerlendirme yaklaşımının yarattığı kafa karışıklığı ‘derinleşerek’ sürüyor. Ancak önemli bir tarihi süreç olarak Kürtlerin bilincinde yer etmiş bulunan mücadele ve direniş yılları, aynı zamanda örgütlü yaşama ve değerlere bağlılık gibi olumlu bir kültür de yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki, son üç yıl içerisinde yaşanan önemli gelişme ve saldırılara rağmen Kürtler düzen kulvarına çekilememiştir. Önümüzdeki süreç daha da önemli gelişmelere gebe. Çözülmemiş halde duran Kürt sorunu var oldukça beklenmedik gelişmelerle karşı karşıya kalmak da anlaşılır bir durum olacaktır.
Ancak bazı politik çevrelerin önümüzdeki dönemdeki gelişmelere dair bugünden aldıkları pozisyon ve işaretini verdikleri tutum kaygı vericidir. Bu çevrelerin, HADEP’in ve bazı örgütlü yapıların hata ve yanlışlarına, ikircikli tutumlarına ve sistemin demokratikleşme manevra ve yalanlarına inanarak fazlasıyla adapte olmalarına karşı uyarıcı, dostça ve yapıcı yaklaşmak yerine, bu yaklaşımların ideolojik ve sınıfsal karakterini görmezden gelerek, oklarını keskinleştirip onlara fırlatan tutumu sürüyor. Kürtlerin demokratik mücadelesine katkı sunmak, halkçı ve demokratik değerlere sahip çıkmak ve onunla birleşip saldırıları göğüslemek yerine, adeta “pusuya yatmış avcılar” durumunda bulunan bu çevrelerin “içeriden saldırıları” karşısında halkımızın uyarılması ve doğru tutumu benimsemeleri için çaba sarf etmek, yönetici güç odaklarının saldırıları karşısında gösterilecek tutum ve direniş kadar önemlidir.
“İDEOLOJİSİZ PARTİ” “İDEOLOJİSİ” VE KONSEPT TAPINMACILIĞI
Burkay bunu diğerlerinden farklı bir biçimde kendisini sosyalist sayarak, PSK’nın genel sekreteri olarak yapmaktadır. Dağınık olan bu kesimlerin güçlerini birleştirerek atağa geçecekleri önümüzdeki dönem bu durum daha da önem kazanabilir. Zira “Yeni” diye ortalıkta dolaşan birçok oluşum ve yaklaşım bulunmaktadır ve “eski”lerin bir araya getirilmesinden başka bir şey olmayan bu çevrelerin geçmişleri de halkımızca sır değildir. Ancak yapılan açıklamalar ve girişimlerden anlaşılmaktadır ki; mezhebi geniş bu “yeni oluşum”lar, “kapanmış bir sürece müdahale” edecekler ve yeni dönemin de başlatıcıları olacaklar!
“Yeni oluşum”un içerisinde, solcu, sosyalist, dinci, liberal, işveren, ağa, bey… her boydan politikacı var. İşçi ve yoksul Kürtler, açlar, sefiller ve sömürü ve baskı sisteminin esas mağduru olan Kürtler yok. Böyle olunca “değişik çevrelerin birliğinden müteşekkil” olması bir şey ifade etmiyor. Aslında yalnızca bir çevreyle karşı karşıya bulunmaktayız.
Peki, “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin yeniliği nereden geliyor ve nereden çıkıyor? Yeni “Kürt Partisi” hangi ihtiyaca yanıt vermeye kadirdir? gibi sorulara yanıt verilmelidir. Hazırlıkları devam eden bu partinin girişimcileri ve yetkili olan temsilcileri tarafından değişik vesilelerle yapılmış açıklamalar bulunmaktadır, ideologluğunu Kemal Burkay’ın üstlendiği bu girişimin halk ve emekçilerden uzak ‘üst tabaka’ Kürtlerin ve dahası ‘zahmetsizlerin’ bir girişimi olduğu ilk söylenmesi gereken gerçektir, ikinci önemli belirleme PKK ve HADEP düşmanlığı üzerinden kendini var etme isteğidir ki, bu durum irdelenmelidir. Üçüncü önemli saptama bu girişimin emekçileri dışlayan, sosyalizm düşmanı bir ideolojik tutuma sahip olduğudur. Tıpkı KDP ve ya YNK’ya benzemek istemektedirler. Kurucular kapsayıcı olmak iddiasına sahip olmakla beraber geçmiş ve mevcut duruma bakıldığında iddialarının aksine, böyle bir gerçeğe denk düşmedikleri söylenebilir. Ancak, hangi ihtiyaca yanıt vereceği sorusuna Abdülmelik Fırat, “HADEP kapsayıcı olmadı” diyerek yanıt veriyor. “… Ama istatistikî olarak hesapladığımız zaman HADEP Kürtlerin yüzde 20’sinin oyunu almıştır. Yüzde 80’i yine düzen partilerindedir.” A. Fırat’ın düzen partilerinden ne anladığı anlaşılmaz bir durum! Kendisi düzenin neresindedir ve eleştirdiği düzen kapitalist sömürü düzeni midir? Bu düşünülemez. Elbette değil. Ancak defalarca düzen partilerinden aday olmuş, yöneticilik yapmış ve milletvekili olmuş Fırat’ın, ‘ideolojisiz parti’sinin nasıl düzen karşıtı olacağını merak etmiyoruz. “İdeoloji partisi değiliz. Biz diyoruz ki: Kürtlerin ateisti de, şeriatçısı da, sosyal demokratı da Kürt olarak, doğal hakları bakımından zulüm altındadırlar. Öyleyse bu bir ideoloji meselesi olamaz ki…” {Evrensel gazetesi, 14 Ağustos 2001)
Kürtlerin farklı sınıflara mensup kesimlerinin zulüm altında olduklarını kabul etmemiz halinde bile, zulmü uygulayanların bir ideolojiye mensup oldukları gerçeği karartılamaz. Zulmedenlerin bir ideolojisi varsa edilenlerin de bir ideolojiye sahip olmaları doğaldır. Ancak yeni oluşumcular sınıf ayrımını özellikle gizlemek için işe soyunmuş durumdalar ve bunun için paslı bir silaha “ideoloji partisi değiliz” diyerek başvurmaktadırlar. Fırat ve diğerleri sınıf işbirliğini vaaz etmekte ve egemen sınıf taşeronları olarak Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini suiistimal etmek için bu role soyunmaktadırlar. Zira Fırat ve çevresi, yaşamın ve onun toplamı olan ilişkilerin ideolojik bir temelden yansıdığını ve Kürtlerin mevcut statüsünün burjuva kapitalist sistemin ve onun ideolojik yansıması olduğunu bilmiyor değildirler. O ve Burkay gibi sınıf işbirlikçiler PKK’nin zaaflarına ve HADEP’in tutarsızlıklarına karşı besledikleri kin ve öfkeyi sömürü ve baskı sistemine karşı duymamaktadırlar. A. Öcalan’ın tutumundan ve politik yanlışlıklarından kalkarak onun şahsında olumlu ve olumsuz yanlarıyla yaşanmış küçümsenemez bir ulusal direnişe, mücadeleye ve geçmişin değerlerine fütursuzca saldırmaktadırlar. “Biz zaten söylemiştik, bu kadar kayıp boşuna oldu. Madem böyle olacaktı neden yaptınız?” vs. yaklaşımlarla felaket tellallığı yapılarak hiçbir mantıklı ve bilimsel tutarlılığı bulunmayan sonuçlara varmakta ve bunun üzerinden bir politik gelecek inşa etmek istemektedirler. Ancak üzerinde bulundukları zemin ve geçmiş temelleri onları ele veriyor: Sınıf işbirlikçiliği ve pragmatizm. Hareketin kitlesel bir direniş ağına sahip olduğu geçmiş yıllarda olası bir zafer durumunu değerlendirme hesabıyla bir biçimde şimdi saldırdıkları harekete yamanmış, ya da ‘protokol’ imzalamış ve onların gidişatından övgüyle söz etmiş bulunanlar, bugün tam bir riyakâr tutumla burjuva politikacılığı ve bezirgânlığı yapmaktadırlar. Ekonomik ve siyasi saldırıları ve onun kaynağını değerlendirmek, ABD’nin ve emperyalizmin dünya ölçeğinde halklara karşı başlattığı saldırganlığa karşı tutum almak, Emek Platformu’nun Kürt sorununun diğer sorunlarla birleştirmesi için çaba sarf etmek, sermaye ve saldırılara karşı güç toplamasına yardımcı olmak; emek ve demokrasi hareketini güçlendirmek gibi kaygılar taşımayan, aksine bu sorunlara sırt çevirmiş bulunan bu çevrelerin girişimleri ve eleştirileri Kürtler için bir şey ifade etmemekle beraber, egemen sınıfların saldırılarıyla birleştiğinde ‘tehlikeli’ ve endişe vericidir. Zira provokatif girişim ve açıklamalar yapılmakta ve sorumsuzca oraya buraya saldırılmaktadır. Hedefe konulan bazen A. Öcalan, bazen Bozlak veya bir başkası olmaktadır, ama hedef ulusal direniş geleneğini, mücadeleyi, serhıldanları ve yaratılan toplumsal değerleri ‘boşa’ çıkarmak, değersiz kılmaktır. Onların yaptıkları; örgüt ve direnme bilincini tahrip etmek, geçmişten pişmanlık duymayı sağlamak ve bunu toplumsal bir yargı düzeyine çıkarmak ve hafızalardan silmek ya da ‘keşke olmasaydı’ yargısını Kürtlerin yargısı haline getirmektir.
12 Eylül sonrasının TKP’si, N. Sargın ve H. Kutlu’ları olmaya aday bu beylerin tasfiyeci ve teslimiyetçi olduklarından kuşku duyulamaz. Onlar, Kürtlerin yeniden düzen partilerinden birine veya bu piyasaya pazarlanmasında aracılık yapmak istemektedirler. Beraber olmak, parti kurmak için ‘Kürtler vardır’ demeyi yeterli bulan bu çevre, AB ve ABD’yi kutsarken, ulusal demokratik mücadeleyi ve uzun yıllar süren halkın kazanım ve kayıplarını, direniş ve tarihsel birikimini hiçe saymaktadırlar. Dünya ölçeğinde etki yapmış ve Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini bilince çıkarmış önemli ve deneylerle dolu bir süreci yok saymaktadırlar. Acıyı ve sevinci yaşamamış, bu yıllarda hariçte kalmış olmayı bir avantaj saymaktadırlar. Ancak bunu başarmak olası değildir. Bu tarih silinemez. Direnmiş bir halkın mücadele tarihini inkâr etmek, direnişini yok saymak, küçümsemek, bu direnişinde, başında ve yanında bulunanları aşiret kafasıyla düşman görmek, gerici egemen sınıfların cephaneliğinden silahlarla hedef almak ancak mücadeleyle karşılık bulabilir. Kürt işçi ve emekçileri; direnenler, yerinden yurdundan edilenler, yaşanan kahırlı yılların mağdurları olarak buna yanıt vereceklerdir. Yaşanan süreci, inkârcı konseptin kriterleriyle değerlendirenler bir bataklıkta bulunmaktadırlar. Bir döneme damgasını vuran bir harekete ve onun bileşenlerine düşmanca duygu, kin ve nefretle yaklaşmak, ama Barzani ye Talibani’ye övgüler dizmek, Çekiç Güç ve ABD’ye şükran duymak, AB’den Kürt sorununa çözüm dilemek onların “kaygı”larını yalanlamakta, maskelerini anlamsız kılmaktadır. Sorunu kişiselleştirerek, bilinçleri çarpıtmak istemektedirler. Durumu kişilerle izah ederek niyetlerini gizlemek, prim yapmak istemektedirler. Bu tutum halkımız ve demokrasi güçlerinden, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinden kabul görmeyecektir. Burkay, Fırat ve şürekâsının PKK ve HADEP’e yönelik eleştirileri ‘keskin bir yurtseverlik’ söylemiyle süslü olarak dile getirilmekle beraber halkımızı zehirlemek ve egemenlerin politik kulvarına çekmek amaçlıdır. Sözde eleştirileri “teslimiyeti” hedeflemekte ve mücadeleyi önermektedir. Ancak bu doğru değildir. A. Öcalan’ın teslimiyetçi bir tutum aldığını, HADEP’in düzenle entegre çabasında olduğunu bundan dolayı bu sürece kayıtsız kalamayacaklarını ifada eden bu çevrenin saptamalarının isabet ve isabetsizliği bir yana, kaygılarında samimi olmadığı açıktır. Aksine bu çevre, Kürtlerin sisteme eklemlenmesi amaçlı pasifizmi ve teslimiyeti öneren bir “siyasal” mücadele vaaz etmektedir. Kışkırtıcı ve düşmanca bir üslubun hâkim olduğu açıklamaları ve demeçlerinin yanı sıra, onlar düzene ve diktatörlüğe dair oldukça itidalli bir üslup kullanmaktadırlar. Programlarında dikkatli olacaklarını belirtmektedirler. Ancak HADEP ve PKK’ye ve mücadeleci tarza yönelik hiçbir lafı esirgememektedirler! Bu cüret ve cesaret hayret vericidir. “Biz Murat Bozlak’ın ne olduğunu biliyoruz, cemaziyül evvelini de biliyorum ben onların… Tabii ehil olmayan bir şekilde konuşabilir, yani laklak yapabilir. Bozlak laklak olabilir. Şimdi Bozlak’ın patronlarından ses gelmesi lazım, bizim onu kaile almamız doğru değil, onlar güdümlü siyaset yapıyor, bunu kendileri bildiği gibi bütün dünyada ve Türkiye’de her siyaset yapan bilir. (…) Bunların konuşmasının ehemmiyeti yok, ikincisi de Kürtçede çok güzel bir söz vardır; ‘axa bı xulam e, xulam ji bı olam e’ yani böyle şahsiyetsiz bazı insanlar var ağalığa özenirler de kendilerine hizmetkâr tutarlar. Ağanın hizmetkârı var, hizmetkârın da kendisine hizmetkâr tutma arzusu var. Ağalarının sesi çıkmıyor, ağalarının sesi çıkarsa daha iyi olur. Xulamların sesi bizi pek etkilemez.” (Dema Nû, 15 Ağustos 2001)
Dema Nü, “yeni oluşum”un tüm bileşenlerini PKK ve HADEP düşmanlığına teşvik etmekte, onlara sordukları sorularla süreci provoke etmektedirler. Ancak bu çevreden her konuşan, seviyesiz ve içeriği boş konuşmakta, mugalâta yapmaktadır. Bu yaklaşımda Kürt sorununu sahiplenme, özgürlük ve demokrasi kaygısı yoktur. Politik seviye yoktur. Fırat ve beraberindekilerin koyu sınıf işbirlikçileri ve sömürü düzeni savunucuları olarak her söyledikleri gerçek niyetlerini ele vermekten başka işe yaramamaktadır. Ancak, ‘Kapatılan Kürt politikasının yolunu açmak’ için çaba sarf ettiklerini söylemelerindeki niyet açığa çıkmış, anlam bulmuş oluyor.
ABD VE AB İLE BARIŞIK BİR OLUŞUM
“A. Melik Fırat, DKP ve DBP çevresinden gelen arkadaşlar var; bir de ’80 öncesi Kürt siyasal hareketi geleneğinden gelenlerimiz var,” diyen İbrahim Güçlü, partilerini “ABD ile kavgası olmayacak olan bir parti”, “Çağdaş dünyayla, ABD ve AB ile bütünleşen bir parti” olarak tarif etmektedir (Evrensel). Burkay’ın yönlendiriciliğinde vücut bulan bu oluşum; ‘yenilikçi, değişimci, çoğulcu, sistemi demokratikleştirecek ve Kürt sorununu çözebilecek bir toplumsal projeyi benimseyen liberallerden, sosyal demokratlardan, sosyalistlerden, demokrat insanlardan oluşacak bir parti’ olarak tarif edilmektedir. Abdülmelik Fırat, Şerafettin Elçi’nin DKP’si, DBP ve çeşitli Kürt siyasal hareketlerinde yer almış ama “Kopenhag kriterleri”nde karar kılmış bulunan YDD’ci bu ‘koalisyon’un ortak paydası uzlaşmacılık ve sınıf işbirliğidir. Dünyada ideolojik çatışmaların yerini akılcı çözümlere bıraktığı iddiasında olan bu çevrelerin ABD’nin dünya ölçeğindeki saldırgan ve halkları boğazlayan tutumuna sessizliğini bir yana bırakalım. Revizyonizmin Kürt versiyonunun temsilcisi Kemal Burkay’ın önümüzdeki sürece ilişkin değerlendirmeleri ise şöyle:
“Yurt içinde en başta bir kitlesel legal parti gerekir. Rejimin oyunlarını gören, PKK’nin teslimiyet politikasını benimsemeyen Kürt yurtsever kesimleri, sosyalist, liberal ya da İslami değerleri ağır bassın, böyle bir örgütte bir araya gelmeli, güçlerini birleştirmeliler.” (K. Burkay, Deng, Aralık 2000)
Bu çevre, egemen sınıfların ve yönetici güç odaklarının kendilerini PKK ya da HADEP’le karıştırmaması için mesajlarını ‘net’ olarak vermek istemektedirler. Ne denli uysal olduklarının kanıtı olarak bu çevreye saldırıyı kanıt göstermek istemekte, onların geçmişine lanet okumaktadırlar. Öyle ki kin ve nefret kusarak dün kutsadıkları, gücüne taptıkları, çevresinde dolanıp durdukları, ikbal aradıkları PKK ve HADEP için içerik ve politik değerlendirmeden yoksun, küfre varan ithamlarda bulunurken aynı zamanda, kendilerini de ayrıştırmakta ve ayıklamaktadırlar.
Oysa bir de madalyonun öbür yüzü vardır. PSK ile PKK arasında 19 Mart 1993 tarihinde gerçekleştirilen bir “protokol” vardır ve Burkay tarafından buna atfedilen ‘tarihi’ önem bilinmektedir! Bu girişimi, “Barış ve demokrasi için tarihi fırsat” olarak değerlendiren ve bu gelişmeyi yere göğe sığdıramayan Burkay, o tarihte Deng dergisinde bu işbirliğinin neden bu kadar gecikmiş olduğunu hayıflanarak şöyle izah ediyordu: “Ne var ki, bir yandan deneysizlik, diğer yandan çeşitli dış etkenler yakınlaşmanın ve birliğin daha önce gerçekleştirilmesine olanak vermedi.” Yine aynı değerlendirmede şairane bir dille durum şöyle izah ediliyordu: “Aylar boyunca hazırlığını yapan bir ağaç da, bir ilkbahar günü ansızın çiçeğe ve yaprağa donanır. Yaz boyu sabırla büyüyen meyveler sonbaharın belli günlerinde olgunlaşır. Kürt politikasındaki bu değişim de yılların ürünüdür ve bu yönüyle hiç de bir sürpriz değildir.”
Burkaycılar o dönem “ateşkes”i değerlendiren ya da eleştiren bir bölüm “Türk solu” çevrelerini eleştirirken kendilerini adeta PKK’ye kalkan etmişlerdi! Burkaycılar şöyle diyordu: “PKK silah bırakmamış, geçici bir ateşkes yapmış ve barış yolunun açılması için kendi önerilerini sunmuştur. Eğer Türk tarafı da iyi niyet gösterir, kan dökülmesinin gerçekten durmasını, barış ve Kürt sorununun adil bir çözümü için yolun açılmasını isterse, bazı ön adımlar atarak bu süreci kolaylaştırabilir. (…) Aksi halde, yani sömürgeci rejim barış ve politik çözüm yolunu kapatmaya devam ederse Kürt halkı da direnişini her araçla sürdürecektir. Böyle bir durumda zararlı çıkacak olan sömürgeci rejim olacaktır.” (Deng, Mart-Nisan 1993) Bir an bu tehdit dolu açıklamada ‘Türk tarafı’nın adım atmaması halinde PSK’nın da silaha sarılacağı kanısı uyanabilir! Burada politik uyanıklık yapan Burkay, PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadeleyi “gizli” olarak övmektedir. PKK’nin silah bırakmadığına, geçici bir ateşkes yaptığına başkalarını iknaya çalışmaktadır. Ve ‘adım atılmaması’ halinde Kürt halkının her araçla mücadelesini sürdüreceğini söyleyerek adeta ‘garanti’ vermektedir! Kuşkusuz Burkaycıların sözünü ettiği ‘her araç’ kullana geldikleri ve bugün kullandıkları burjuvazinin cephaneliğindeki çakaralmaz araçlardır. Burkay’ın iştahını kabartan ve onu aşka getiren konjonktürdür. Yine o dönem PKK söz konusu edilerek yapılan “Kürt ulusal hareketi, yaptığı barış ve diyalog çağrısıyla karşı tarafı, yani Türk hükümetini ulusal ve uluslararası planda köşeye sıkıştırmıştır. Bu önemli bir politik ataktır.” değerlendirmesi de Burkaycılara aittir. (Deng, Mart-Nisan 1993)
Ancak şu değerlendirme de Kemal Burkay’a aittir: “Herkes de bilir ki PKK daha baştan, devlet eliyle, en başta Kürt sol ve yurtsever partileriyle savaşmak için, Kürt ulusal hareketini yanlışa, maceraya itmek için kuruldu. PKK’nin ortaya çıkar çıkmaz söylediklerine ve yaptıklarına bakarak biz bunu zaten anlamıştık ve daha o yıllarda dile getirdik… Ama elbet, bunu gösteren birçok kanıt olsa da, elimizde MİT in belgeleri yoktu.” (Kemal Burkay, Deng, Aralık 2000)
Bu çelişkili iki değerlendirme Burkay’a ve onun dergisi Deng’e aittir. Hangisi doğrudur sorusu anlamsızdır ve bunu tartışmaya gerek yoktur. Bir uçtan diğer uca savrulma. Ömrünü politikayla geçirmiş 65’indeki bu yaşlı kurtların yarın ne yapacakları ve ne diyecekleri belli olmayacaktır! Çünkü onların politik tutumunu belirleyen burjuva cephede gösterilen koridordur! Bu izah edilir bir durumdur; Burkay’ın üzerinde bulunduğu ideolojik zemin burjuva liberal ve işbirlikçi bir zemindir ve pragmatizm onun karakteri sayılmalıdır. Böyle olunca Burkay ve onun örgütünün bu kıvraklığını anlamak olası! Ancak insan sormadan edemiyor. Madem başından beri bunu, yani PKK’nin bir devlet organizasyonu olduğunu ve bunu sürdürdüğünü biliyordunuz, neden bu ünlü ‘Protokol’ü yaparak şu cümlelerin altına imza attınız, yoksa PKK sizi tehdit mi etti, başınıza silah dayayarak mı imza attırdı? “PSK ve PKK, (…) yurtsever örgütleri arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi, işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesi ve giderek ortak bir cephenin oluşturulması için çaba göstereceklerdir” (19 Mart 1993 protokol metni.) Burkaycılar neden ‘işbirliği’ yaptıklarını kendilerini aldatmadan yapamayacaklardır. Dahası Burkay çevresi “Nitekim Türk devlet adamlarının, iki partinin yakınlaşmasından ve başlatılan birlik sürecinden ciddi biçimde tedirgin oldukları daha ilk günden belli olmuştur. Onlar, bu yöndeki gelişmeyi önlemek, araya çomak sokmak için de ellerinden geleni yapacaklardır.” (Deng, Mart-Nisan 1993) değerlendirmesini yaparak süreci sabote etmek isteyenlerin olacağı kaygısını dile getirmektedirler. Acaba, ‘Türk devlet adamları’ bu işbirliğine çomak sokarak mı bugünkü sonuca ulaştılar, iki örgütün arasını açmayı kim başardı? Ya da devlet eliyle kurulduğu Burkaycılar tarafından başından beri bilinen (!) PKK, PSK’yi de kendi platformuna mı çekmiş oldu?!
Burkay’ın PSK’si, PKK ve HADEP’i hiçbir zaman devrimci bir mevziden eleştirmemiştir. Çünkü PSK revizyonist ve sınıf işbirlikçi platformdan hiç inmedi. Bugün, A. Öcalan’ın değerlendirme ve ‘yeni’ çözüm önerilerini kişiselleştirerek ‘şark kurnazlığı’yla eleştiren ve buradan hareketle ‘kafa karışıklığı içindeki kesimleri’ toparlamayı esas siyaset haline getiren bu çevreler yurtsever Kürt halkının mücadeleci tutumuyla karşılaşacaklardır. Şeyh torunluğu, eski milletvekilliği, eski solculuk, şan ve şöhreti büyük olanların halkla ve mücadeleyle yakınlıkları bulunmamaktadır. Bedeller ödemiş halkın karşısına çıkarak prim yapacağını sananlar, yanıldıklarını anlayacaklardır, işçi, emekçi ve yoksul halk bu senaryoyu da bozacak güç ve deneyime sahiptir. Burkaycılar, Fırat, Elçi ve diğerleri umut bağladıkları tüm işbirlikçi çevreleriyle Kürt halkından gereken yanıtı alacaklardır. Dün samimi olmadıkları gibi bugün de samimi olmayan bu çevreler; PKK’yi, bütünüyle, sınıf işbirliği batağında boğmak, diplomasi ve protokol düzeyinde bir mücadeleye çekmek, AB ve ABD’nin eline düşmüş bir piyona dönüştürmek, emperyalizme karşı olan tutumlardan koparmak ve onun Kürt halkı üzerindeki etkisinden politik rant elde etmek, direniş ruhundan tamamen arındırmak, silahsızlandırmak ve teslim etmek için ‘aracı’ ve teşvikçi durumundadırlar. PKK’nin etkisini kırarak pozisyon edinmeyi amaçlayanlar, pusuda olan bu sözde “ulusal kurtuluşçu” bir yığın toprak ağası, işveren ve siyaset tüccarı da bu amaçla hem işten hem dıştan PKK ve HADEP’i kuşatmış olarak tamamen çaptan düşürmek istemektedirler. Sermayenin ve onun diktatörlüğünün “Kürtleri” olarak işlev görmektedirler.
Egemen sınıfların saldırılarını görmezden gelen ve bunları karşılamada dayanışmacı bir tutum bile göstermeyen Burkay ile “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin çabaları, Kürtlerin düzenden kopmuş ve henüz arayış içinde olan kesimlerini yeniden düzene bağlamanın politik arayışına denk gelmektedir. Bu tutum Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkı sunmak bir yana böylesi önemli bir dönemeçte onu arkadan hançerlemektir. Halkımızın özlemlerini suiistimal ederek “kırk katır mı kırk satır mı?” dayatmasında bulunmaya hiçbir çevrenin hakkı yoktur ve bu başarılamayacaktır.
Küçük reformlar dilemekle Kürtlerin özgürlük sahibi olacaklarını söyleyip duran PSK hiçbir zaman milliyetlerin özgürlüğünü, dolayısıyla Kürtlerin özgürlüğü sorununu köklü değişikliklere, demokratik kurtuluş hareketine bağlamadı. İcazetçi tutumuyla namlı, ABD ve AB hamiliğine susamış, Barzani ve Talabani tarzının “kültürel çözümcüsü” Burkay, kurtuluşu hedefleyen bir ufka ve yönelime sahip değildir ve emperyalizmin ekonomik, askeri ve siyasal varlığını hedeflememektedir. Oysa ulusal kurtuluş sorunu esas olarak emperyalizme karşı mücadele sorunudur. Emperyalizmi karşıya almadan, onun varlığına son vermeden ulusal sorunu çözmek olası değildir. Zira ulusal sorun, emperyalizmden kopuş sorunudur. Emperyalizme ve onların ‘ulusal’ dayanaklarına karşı bir devrimci kalkışma yaratılmadan ve savaşılmadan çözüm olası değildir. PKK eleştirilecekse buradan eleştirilmeli, hataları bilince çıkarılmalı ve doğru yönelim için ulusal demokratik kazanımların üzerinden harekete güç taşınmalıdır. Oysa övündüğü uzun politik yaşamı boyunca Burkay, burjuva egemenliğinin ve onun kurumlarının yıkılması hedefine hiçbir dönem sahip olmadı. Burjuva klikler arasındaki ilişki ve çelişkiler üzerinden mücadele yürüten ve burjuva kampın birinin destekçisi olarak yön belirleyen ve Türkiye’nin gidişatını AB aday üyeliğiyle beraber ‘Kopenhag Kriterleri’ne bağlayan ve Avrupa hayranlığını yücelten Burkay, son süreci değerlendirirken ve görev belirlerken şöyle demektedir: “Rejimin niyetleri belli. O, Apo’yu ele geçirdikten sonra, bizzat onun ve PKK’nin eliyle Kürt hareketini tümüyle ehlileştirip düzene boyun eğen sessiz bir yığma dönüştürmek istiyor. Buna evet demeyen tüm siyasal kadrolar, aydınlar, yurtseverler de bu oyunu bozmak için kendilerine düşeni yapmalılar. Bir araya gelerek koşullara ve döneme uygun örgüt ve mücadele biçimlerini yaratmalılar. Biz, geniş yurtsever kesimleri ortak bir program üzerinde bir araya getirecek bir legal partiyi bu dönemin kilit görevi olarak görüyoruz.” (K. Burkay, ‘PKK ne diyor biz ne diyoruz’, broşür) HADEP için ise; “legal bir partinin durumuyla hiç de bağdaşmayan sivri tavır ve tutumlar içinde, ‘militanca’ politika yaparken şimdi de havaya uyup, şu içi boş ‘demokratik cumhuriyet projesi’ne angaje olmuş durumda” değerlendirmesini yapmakta olan Burkay, ne savaşanı ne de pasif olanı seviyor! Kıvamında olacak, bu da ancak kendisinin başında olduğu bir oluşum olabilir! Ancak o da olmuyor. Bunu kendisi şöyle izah etmektedir; “DBP yeterince; kitlesel ve yurtsever hareketin değişik kesimlerini kapsayıcı değil.” diyerek bu partiyi fesih ettirmiş oldu ve kurulacak “yeni” partisinin başında bulunanlar da bilinen zat-ı muhteremler. M. Fırat, Ş. Elçi (eğer ikna olur ve başkanlığı dayatmazsa ve eski partisinin durumunu sonuçlandırırsa) ve diğer sınıf işbirlikçi kesimlerle oluşacak partinin Kürt işçi ve emekçileri ve halk için hiçbir katkısı olamaz. ‘Yeni dönemde yeni örgüt ve mücadele biçimlerine gerek var’ isimli broşürle HADEP’i geçmişte, “legal bir partinin durumuyla hiç de bağdaşmayan sivri tavır ve tutumlar içinde” olmakla suçlayan Burkay bugün için ise “havaya uyup, şu içi boş ‘demokratik cumhuriyet projesi’ne angaje” olmakla eleştirmekte ve “Kürtleri mevcut düzene entegre etme”den dolayı rahatsız olduğunu anlatmaktadır. Bunları söyleyen Burkay’ın kendi tarzı ve durumu ve ittifak güçlerinin, Elçilerin, Fıratların ve diğer işbirlikçilerin durumu bilinince anlamsız oluyor. Aslında PKK’nin politik yaklaşım ve dönemsel taktikleriyle PSK ve yeni “Demokrasi ve Kürt Sorunu Çözüm Girişimi”nin yaklaşımları arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. AB ve ABD ile ilişkiler sorunu, ittifaklar, sınıfsal sorun bakımından da durum böyledir. Hatta şu da söylenebilir ki; bu çevrelerin bu denli cüretkâr davranmalarında HADEP içindeki “işbirlikçi”lerin varlığı önemli yer tutmaktadır. HADEP’in ANAP ile ittifak arayışı ve düzen partilerinden herhangi biriyle seçim ittifakı arayışını en önemli sorun olarak gündeme getirmesi ve her vesileyle erken seçim istemesi ve “bizi parlamentoya taşıyacak her ittifaka sıcak bakarız” yönlü açıklamaları durumu yeterince açıklamaktadır. Ancak ayrılığın özü tutum ve tarza ilişkindir. Burkay hâlâ “ıslah” olmamış bir çevrenin varlığından rahatsızdır. Mücadele ve direnişin “halkı heder ettiği” iddiasında bulunmakta, Fırat ve Ş. Elçi’nin yolunu önermektedir.
ANAP, DYP, CHP, SP ya da bir başka partide olmakla “yeni” partide olmak arasında fark görmeyen, sınıflar arası çelişkileri ve mücadeleyi reddeden, bu sınıf işbirlikçiliğinde tescilli “ekâbir” takımdan oluşacak bu parti olsa olsa seçimlerde kapağı parlamentoya atacak ittifak arayışında pazarlık unsuru olabilir. Ya da bir iki yıl oyalama ve umut tüketme platformu olabilir. YNK ve DKP’nin Kuzey kolu olduğunu varsayan Burkay’ın Kürtlerin geleceğine dair kaygısı varsa, en azından buna ilişkin politik önermeleri de olmalıdır. Oysa Burkay bunun yerine çevresindekilerin ‘PKK bizim çizgimize geldi’ değerlendirmeleriyle polemik yapmaktadır. Kendisiyle PKK ve HADEP arasına sınır koyarak varlığını sürdürmeyi ve ortaya çıkacağı varsayılan boşlukta rol almaya soyunmaktadır. PKK’nin çizgisiyle kendi çizgilerinin farklılığını ispata çalışmadaki yöntemi onu daha da gülünç kılmaktadır. Ancak şunu rahatlıkla söylemek mümkündür ki; PKK sizin çizginize geldiğinde Kürtler bir şey kazanmış olmayacaklardır.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi bugün kapsamı genişlemiş olarak sürüyor. İş, ekmek, toprak ve özgürlük sorunundan koparılmadan ele alınması gereken kapsamlı bir sorunla karşı karşıyayız ve sorumluluk sahibi her kişi, çevre ve partinin yapması gereken yönetici güç odaklarının ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı emek ve demokrasi mücadelesini güçlendirmek için çaba sarf etmektir. Düzenden ve düzen partilerinden uzaklaşmış, ulusal özlemlerle büyük bedeller ödemiş ve sosyal kurtuluş mücadelesine güç vermeye yatkın olan Kürtlerin yeniden sistem partilerinin kuşatmasıyla karşı karşıya oldukları gerçeği göz ardı edilemez. Ve büyük bir kuşatma altında olduğumuz tarihi bir süreçten geçmekteyiz. Kürtlerin PKK’ye yükledikleri misyon ile onun buna uygun tutum alıp almadığı tartışılmalıdır. Bu yıllardır yapılmaktadır. PKK’nin önemli hataları ideolojik tutumundan bağımsız değildir. Buradan eleştirilmelidir. Ancak Kürtlerin mücadele değerleri tahrip edilmeden, demokratik ve halkçı tutum zemin edilerek mücadele sürdürülmelidir. Bu yapılırken emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çok yönlü planlan ve tuzakları görülmelidir.
Emperyalizmi ve onunla işbirliğinde olan iç gericiliği karşısına almayan bir mücadele başarılı olamayacaktır. PKK ve PSK birbirlerini emperyalizme karşı tutumdan dolayı eleştirmemektedirler. PSK bu bakımdan ideolojik, politik ve pratik tutum bakımından kötü ünlü bir mirasın üzerinde bulunmaktadır. Ancak burada tersten bir gerçeğe vurgu yapmakta da yarar vardır. PKK ve HADEP de bu çevreleri, yani eski ve yeni oluşumu, doğru bir mevzide durarak eleştirmiş değildir. Beraber bulundukları durumun izahı PKK tarafından da sağlıklı olarak yapılmış değil. Zira bugün HADEP’te bu çevrelere benzer fazlasıyla temsilci hâlâ bulunmaktadır ve güç toplamaktadır. Ve dahası “yeni oluşum”la dirsek temasında bulunan bu kesimler Burkay ve Fırat’a güç ve moral taşımaktadırlar. “Oluşum”un geciktirilmesindeki nedenlerden birisi olarak bu gerekçe gösterilmektedir. PKK ve HADEP işçi, emekçi ve yoksul Kürtlerin talepleri üzerinde şekillenen bir mücadele hattı belirleyerek, demokrasi ve özgürlük bağlaşıklarıyla, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi cephesinde kararlıca yer almalıdır. PKK’nin belirsizlikleri ve HADEP yöneticilerinin seçim ve ittifaklara ilişkin açıklamaları ve uzlaşmacı demeçleri ve yerel yönetimlerde yaşanan olumsuzluklar kuşatmayı parçalamayı zorlaştıran bir ağ olarak güçlenmektedir. Buradaki net tutum ayrılıkların ve beraberliklerin çerçevesi olacaktır. Değilse, bugün HADEP dışında duranların yarın içinde, bugün içinde bulunan birçok kesim ve şahsiyetin de yarın dışında ve “yeni oluşum”la beraber olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Asıl sorun buradaki belirsizliktedir. Politik-ideolojik ayrılık netleşmeli, politik taktik tutum buradan yansımalıdır.
Aralık 2001
Emperyalist savaşın gölgesinde Kürt sorunu
Pentagon’a ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine uçaklarla yapılan saldırı, yeni bir emperyalist saldırganlık dalgasını da ateşledi. Dünya halklarının, özgürlük ve demokrasinin, halklarının egemenlik ve bağımsızlığının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi, olayın hemen ardından tüm dünya halklarını ilgilendirecek denli kapsamlı bir “savaş” ilan etti. Washington ve New York saldırısının kitlesel bir katliama yol açmasını kazanca tahvil ederek, güç gösterisi ve tahakküme dönüştürmekte acele eden Amerika’nın dünyaya ilan ettiği “savaş”ta, ilk hedef olarak gösterdiği merkez ise ilginçti. Terörizm, ilkellik, barbarlık gibi kavramların yüklendiği, kin ve nefretin yöneltildiği hedef tahtası yapılan Afganistan; “modern dünya’nın yüz karası” olarak, diğer emperyalist güçler bakımından da ezilip yok edilmeyi hak etmişti! Tümü, el konulma ve yeniden paylaşılma konusu olan Afganistan ve çevresindeki stratejik bölgeden yağlı bir kuyruk kapmak, en azından bölgeyi tek başına ABD’nin eline terk etmemek amacıyla, hızla oluşan “terörizme karşı koalisyon’^ katıldılar. Rusya 1979’da işgal ettiği Afganistan topraklarından özür dileyerek yıllar sonra çıkmış olmakla beraber, acı hatıralarını muhafaza ediyordu. Almanya, küçük de olsa bir köprübaşı tutmak niyetindeydi, vb.
Gelişmiş silahlarını, füze ve toplarını, görünmez ve pilotsuz savaş uçaklarını Afgan halkının üzerine yönelten ABD’nin, tüm yerleşim yerlerini, yiyecek depolarını, hastaneleri bombalayarak yakıp, yıkarak yaratmak istediği etki; katledilen Afganistan halkının nezdinde tüm dünya halklarının baskılanarak teslim alınması ve köleleştirilmesidir. Emperyalist müdahale, şimdiden bir katliama dönüşmüştür. Biyolojik ve kimyasal silahların denendiği laboratuar olarak sonsuz vadiler, dağ ve ovalardan oluşan Afganistan’da halk ise, yeni silahların derecesini ve gücünü ölçen kobaylar olarak seçiliyor.
Rusya’nın Afganistan işgali kadar haksız ve halkların iradesini ayaklar altına alan bu havadan ve karadan saldırganlık, tüm dünya halklarının nefretini daha şimdiden kazanmış durumdadır.
Halkın “sosyalist” maskeli Rus işgalcilere karşı direniş tutumunu da yedekleyerek kendisine bağlamış ve Taliban’ı siyasi temsilci düzeyine çıkararak halkı köleleştirmiş olan ABD, dün onları halklara özgürlük savaşçıları olarak sunmuştu. Sosyalizmi karalamak ve anti-komünizmi güçlendirmek için bu durumu değerlendiren gerici uluslararası emperyalist güçler, bu defa aynı mihrakların, “kapitalist uygarlık karşıtı” olduklarına ve ölümü hak ettiklerine halkları inandırmaya çalışmaktadırlar.
Ancak Rus ve Amerikan emperyalizminin ortak karakteri, yirmi yıl arayla bir coğrafyaya yansıyarak halkların bilincinde bir aydınlanmaya da işaret etmiş bulunmaktadır. Bu ortak tutumlarının, onlar arasında bir kapışmanın olmayacağı anlamına gelmediğini de belirtmek gerek. Aksine, esaslı kapışmalara süreç içinde sahne olacak bölgede tüm emperyalistler şimdilik pozisyon alarak ilerliyorlar. Sağlanan “ittifakın kapışmanın unsurlarını biriktirerek sürdüğü bilinmez değildir.
11 Eylül olayını ülke içerisinde ırkçı ve şoven propagandanın malzemesi yapan ABD; arttırdığı kısıtlama ve baskıların mazur görülmesi gerektiği yönünde propaganda yapmakta, hatta “olayın faili olarak yakaladıklarımız bilgi vermiyorlar” gerekçesiyle işkenceye toplumsal meşruluk kazandırmayı amaçlayarak tüm dünya diktatörlüklerine cesaret vermektedir. Emperyalist güçler, tüm propaganda unsurlarını değerlendirerek, halkları birbirine karşı kışkırtıyor, yeni savaş senaryoları hazırlayarak, bölgesel ve iç karışıklıkların zeminini hazırlıyorlar. Bölgeler düzeyinde etnik ve dinsel savaşların kışkırtıldığı, komşu ülkeler arasında yeni itilaf nedenlerinin bulunduğu ve kaşındığı bir süreç işletilmektedir. Tüm komşu ülkelerin, ulus ve azınlıkların, din ve mezhep ayrılıklarının yeniden gündeme getirildiği bu gidişatın, halklar ve emekçiler için yıkım olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu gidişatı kırmak, birbirine karşı savaş haline doğru sürüklenen halkların emperyalist odakların gösterdiği güzergâhtan yol almasına müdahale etmek, halkları uyarmak ve süreci terse çevirmek için mücadele görevi, başta işçi sınıfının ve ezilen halkların partilerine düşmektedir. Bilimsel sosyalizmin öğretici geçmişinden çıkarılabilecek fazlasıyla sonuç vardır.
Bugün halkların yeniden bilimsel sosyalizmle buluşmaları ve devrimci politik tutum etrafında birleşmelerinin olanakları zenginleşerek güçlenmektedir. “Yeni Dünya Düzeni” aldatmacasının ekonomik, politik ve ideolojik etkisinden kurtulan geniş emekçi, aydın ve akademisyen çevrelerin kendilerine gelmelerinin, bölünmüş ve parçalanmış bulunan işçi ve emekçi hareketinin toparlanmasının olanakları genişlemektedir. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” çağrısının, somut gelişme karşısında pratik politika bakımından yeniden kazandığı önemi anlamak ve atağa geçmek gerekmektedir. Tüm emekçi yığınların emperyalizm ve gericilik karşıtı bir platformda birleşmesinin olanaklarını da sağlayan koşullar, dünya ölçeğinde; bağımsızlık, demokratik halk iktidarı, devrim ve sosyalizm davasının savunucularına büyük görevler yüklemiş bulunmaktadır. Tarihsel olayları ve kavgaları, gerici ve ırkçı duygu, ihtilaf ve itirazları, yeni pazarlar elde etme emellerine dönüştüren emperyalist güç odaklarının saldırganlığı karşısında halkların birliği ve kardeşliği büyük önemdedir. Tüm ulus ve devletler için gündeme getirilen emperyalist (ve gerici) kapışma zemini yönetici güç odaklarınca taraf buluyor ve güçleniyor olmakla birlikte, halklar arasında öfkeyle karşılanıyor.
EMPERYALİST HEGEMONYADA YENİ BİR SÜREÇ
YDD’nin yıllar önce ilan ettiği tüm amaçları iflas etmiş durumda. Dünya proletaryası ve ezilen halkları nezdinde örgütlenme erozyonu, sosyal hak gaspları, daha fazla işsizlik, yoksulluk, açlık ve düşkünlük olarak büyük tahribatlar yaratan küreselleşme politikalarının ve onun ideolojik hegemonyasının sarsılmaya ve yıkılmaya yüz tuttuğu, küreselleşmeye karşı gösteri ve protestoların gelişmiş ülkeleri tedirgin edecek düzeye yükseldiği bir tarihsel süreçte; “uçaklı saldırı” manivela olarak kullanılarak, çökmüş YDD konseptinin “barış” maskesi fırlatılıp atılmıştır. Ne Ortadoğu ne de Balkanlar’da “yeni düzen”ini yerleştirebilen haydut Amerika’nın, bir anda tüm “insani normları”ndan sıyrılarak ve YDD’nin demagojik argümanlarını ayakları altında ezerek saldırıya geçmiş olması, dünya jandarması olarak pozisyonunu güçlendirme ve bunun için gözünü budaktan esirgememe yöneliminin bir start işaretidir.
Bush’un olayın hemen ardından “silah başına” çağrısı yapması, dünya halkları nezdinde “dünyanın yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklendiği” yönlü değerlendirmelere neden olmaktadır. ABD’nin olaydan hemen sonra “kanıt” “belge”,”bilgi” ihtiyacı duymadan, tüm uluslararası kurum ve hukuk normlarını tepeleyerek, daha önce dikkatini yönelttiği Orta Asya’yı ve Afganistan’ı işaret etmesi, ardından Ortadoğu’yu ve Irak’ı göstererek “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yönlü açıklamalar yapması; halklara yönelik bir savaş dalgasının başlatıldığı ve “dünyanın yeniden yıkılması ve düzenlenmesi isteği” olarak algılanmaktadır. Nitekim bölge büyük bir kapışmaya dönük olarak savaş unsurlarıyla tahkim ediliyor. Bölgedeki halk düşmanı baskıcı uşak rejimleri yeniden derleyip toparlayan Amerika; hizaya geçmemiş olanları da hedefe koymuş bulunmaktadır. Amerika’nın her dediğine “evet” dememiş olan birçok ülke yönetimi de, ABD’nin her an kendi ülkesine saldıracağı endişesiyle beklemektedir. Irak, İran, Suriye, Libya, Yemen, Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler atış çemberi içerisinde bulunmakta ve “haydut devletler” olarak bu ülkelere saldırının dünya kamuoyu tarafından benimsenmesine çaba sarf edilmektedir. Yine de ABD’nin, halklarının İslami kaygılarını göz ardı edemeyen Suudiler ve Mübarek gibi eski müttefiklerini net biçimde ardında toplayamadığı görülmektedir.
HALKLARA YÖNELİK SALDIRGANLIK SÜREKLİ KILINMAK İSTENİYOR
11 Eylül olayı tüm gelişmiş kapitalist merkezleri sarsmakla kalmadı, askeri karargâhları da hareketlendirdi: Savaş uzmanları, generaller harekete geçti. Savaş arşivleri ve haritalar açıldı, hazır tutulan krokiler çekmecelerden çıkarıldı. Önceden kırmızı kalemle işaretlenmiş stratejik bölgeler, petrol, doğalgaz rezervleri barındıran bölgeler, ulaşım ve geçiş bölgeleri askerlerin postallarına açıldı. Halkların açlık, işsizlik ve zorbalık altında inlediği koşullarda, Amerikan emperyalizminin savaş uzmanları; dünya haritası üzerinde dolaştırdıkları çubuğu, Orta Asya’ya yönelterek Afganistan’ı işaret ettiler. Tesadüf değildi. Etnik çatışmaların işçi dayanağından, devrimci ve bağımsızlıkçı karakterden yoksun olduğu, bitkin, aç ve sefil halkların yaşadığı bu alanda, Orta Asya’da sağlanmış askeri, politik ve ekonomik üstünlüğün dünya egemenliği açısından da önemli olduğu bilinmektedir.
Üstelik bu, Orta Asya üzerindeki “150 yıllık Çin ve Rusya hegemonyasının kırılması” için “isabetli” bir seçimdi. Ancak ABD, her şeye rağmen bölgenin at koşturmakta boş olmadığını, Rusya ve Çin faktörünün önemli olduğunu bilmektedir. Ve karşılık olarak, hiçbir emperyalist güç ABD’nin Bin Ladin’i alıp gitmekle sınırlı kalacağını düşünmemektedir. ABD’nin Balkanlardaki Müslüman-Hıristiyan, Hırvat-Sırp-Boşnak çatışmasını Asya’da da yaratmak isteyeceği, bölgenin, özellikle Kafkasların buna uygun olduğu da bilinmektedir. Ayrıca, ABD Orta Asya’daki konsensüse itiraz etmiştir ve onu dağıtmayı amaçlamaktadır. Böylece, duruma ve soruna göre değişen ittifaklara da müdahale etmiş olmaktadır. Bu “kapsamlı” ve “on yıllarca sürecek savaş” aynı zamanda, Alman-Rus, Rus-Çin, Rus-Çin-İran birlikteliğine denk gidişata bir itirazdır. Ortadoğu’da ise, İsrail sorunundan dolayı güçlenen İslam-Arap halklarının birleşme eğilimine karşı duyulan rahatsızlık, Saddam’ın “nifak unsuru” olarak varlığını sürdürmesi ve Amerikan karşıtlığından dolayı Arap halklarında sempati yaratması gibi sorunları “çözmeyi” kapsayacak gelişmeler, bölgede Kürt sorununu da gündeme getirecektir.
Evet, saldırı ve savaş uzun sürecektir; çünkü amaçları, ne Bin Ladin ne de Taliban’ın derdest edilmesiyle sınırlıdır.
YENİ GERİCİLİK DALGASI HALKLARIN EMPERYALİZME KARŞI YENİDEN AYAĞA KALKMASINI ENGELLEYEMEZ
Asya’nın mazlum ve yoksul halklarının zulme ve sömürüye karşı her geçen gün büyüyen öfkesi, demokrasi ve özgürlük özlemi, emperyalistler tarafından çarpıtılmakta ve ters yüz edilerek halklar birbirlerine düşman edilmek istenmektedir.
Emperyalizmin uşağı gerici, dinci, faşist ve ırkçı baskıcı ve sömürücü bölge ülke yönetimleri bir kez daha kutsanarak, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen tüm halklara gözdağı verilmek, gerici cephe için ise karşılıklı güven tazelenmek isteniyor. Bu sürece uyum sağlayamayan bazı gerici uşak yönetimlerin “elden geçirilmesi”ni de kapsayan operasyon, tıpkı 1990’ların başında ilan edilen küreselleşme-YDD süreci gibi, önümüzdeki uzun yıllara yayılmış bir süreç olarak tasarlanmaktadır. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren güçler, ulusal demokratik ve halkçı hareketler, sosyal kurtuluş mücadelesi veren örgütler, işçi sınıfının devrimci parti ve örgütleri, dahası, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, demokratik cepheler ve birlikler, üzerlerinde “terör” estirilerek mahkûm edilmek, yalnızlaştırılmak, etkisizleştirilmek, bastırılıp yok edilmek istenmektedir.
Tüm ülke gerici egemen sınıfları, emperyalist dünya gericiliğinin yaydığı rüzgârın etkisiyle, yarım kalmış işlerini tamamlamaya, işçi sınıfının ve ezilen halkların bilincinde devrim ve sosyalizm fikrini yok etmek için, kin ve nefret kusarak kapitalist kölelik zincirlerini güçlendirmeye yönlendirilmektedirler. Ekonomik buhranın derin etkisi ve siyasi köleliğin çekilmez baskısından kurtulmak için silkinip, politik talepler ve siyasi iktidar için ayağa kalkacak halklar, korkutulmak istenmektedir.
Bunun için tüm ülkelerde hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar da tırmandırılmaktadır.
YDD VE KÜRESELLEŞME YALANI BİTTİ Mİ?
Bundan on yıl kadar önce, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının hemen ardından, kapitalist demagoji merkezleri, “artık savaşların son bulduğu” nu vaaz ederek “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etmişler ve “globalleşmenin” startını vermişlerdi. Özgürlük, demokrasi, barış gibi halkların özlem duyduğu kavramlar, vahşi kapitalizmin sömürü ve zulmünü gizleyen perde olarak kullanıldı. Bunlar, parıldayan kavramlar olarak göz kamaştırdı! Ya bundan yana olmak, ya da karşı olmak vardı. Tıpkı günümüzdeki gibi: “Yeni bir savaş başlatılmıştır. Bu terörizme karşı bir savaştır. Ya bu savaştan yana olunacak ya da karşısında olunacaktır!” Ancak YDD’nin ilanından hemen sonraki sürecin aynı zamanda dünya ölçeğinde bir bölünme ve parçalanmaya denk düştüğü ve bu dönemin bir savaşlar dönemi olduğu bilinmektedir. Dönem, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin daha da derinleştiği, kazanılmış ekonomik, sosyal ve siyasal hakların budandığı bir sürece de karşılık geldi.
Bu yıllar, aynı zamanda kapitalizmin altın çağı oldu. Sömürü ve yağma ideolojik saldırıyla at başı yol aldı. Batı kapitalizmi ve burjuva demokrasisi hayranlığı aydın tavrı olarak güç topladı. Birey olma özgürlüğü keşfedilirken, devrim ve sosyalizm fikrine karşı kin ve nefretle, emperyalist odakların emir erleri gibi “örgütlenmiş” olarak hareket edildi. Emek kavram olarak bile yadsındı. Birçok parti ve örgüt yalpalayarak “Yeni Dünya”da bir yer edinme telaşına kapıldı ve eriyip tasfiye oldu. Öyle ki, devrim ve kurtuluş düşüncesi ve eylemi, emperyalistlerin dayatmasıyla, burjuva kulüp ve birliklerce kabul edilebilir olduğu oranda savunulur ve uğruna mücadele edilir bir düzeye çekildi.
Emperyalist kapitalistlerin, “insanlığın; barış ve güvenlik, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi evresel özlemlerini gerçekleştirme” görevinde samimi olduğu kabul edildi. Bu yöndeki “tarihi açıklamalar” fazlasıyla önemsenerek ümit beslenip, beklentiye girildi. Oysa emperyalistler ve işbirlikçilerince, Filistin halkı kendi topraklarında katledilirken; Kürtler, Ortadoğu coğrafyasında bölünüp parçalanmış, esarete mahkûm edilmiş, inkâr ve asimilasyonla eritilip yok edilmek istenir ve demokratik hak talepleri kanla bastırılırken, bölgede birçok etnik grup ve halk kışkırtılarak, örneğin Bin Ladin “özgürlük savaşçısı” olarak desteklenmekteydi. Ancak sonuç orta yerdedir; emperyalist odaklar ürkütülmeden mücadele edilebileceği ve hak ve özgürlüklerin sahiplenilebileceği yanılgısı halklara pahalıya mal olmuştur.
Ancak tüm olup bitenler gerçeği su yüzüne çıkarmış, durumu ters yüz etmiştir. YDD iflas etmiştir. Dünya proletaryası ve ezilen halklar, emperyalizme ve gericiliğe karşı yeniden harekete geçme olanaklarını elde etmiş durumdalar. Bunu, tekelci kapitalistler, kendileri de görmeye ve itiraf etmeye başlamışlardır. Dünya devi Daimler Benz tekelinin eski başkanı Edzard Reuter İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nde, ‘Küreselleşmenin Nedenleri, Etkileri ve Sonuçları’ konulu konferansta tüm dünya tekellerini şu sözlerle uyardı:
“Karl Marx ile Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’daki kehanetlerinin bir gün gerçekleşmelerini istemiyorsak, (…), para kazanma özgürlüğünü sınırlayacak, ekonomik faktörleri toplumsal ihtiyaçlara, ahlaki değerlere saygı göstermeye zorlayacak uluslararası planda geçerli kurallar koymaya çalışmaktan başka seçeneğimiz yok.(…) Küreselleşmenin herkesçe saygı gösterilecek bir takım kurallar altına alınmadığı takdirde dünyanın kültürel zenginliğinin ve insanlığın değerlerinin tehlikeye düşebileceğini, küreselleşmenin yarattığı bütün zenginliğe rağmen yoksulluğu ortadan kaldırmadığını, hatta zenginle yoksul arasındaki uçurumun daha da genişlemesine yol açtığını görmeliyiz.” (Milliyet, 18 Ekim 2001)
YENİ SALDIRGANLIK DÖNEMİNDE TÜRKİYE VE KÜRT SORUNU
ABD emperyalizminin yeni bir paylaşım savaşına kapı aralayan saldırgan tutumu dünya ölçeğinde ilgi ve kaygıyla izleniyor. Tüm gerici ülke egemenleri gibi Türkiye egemen sınıfları da durumdan faydalanma hesabındadır. Bağımsız bir ekonomi ve siyasi güce sahip olmayan, emperyalizme bağımlı kapitalist egemen sınıf, içinde bulunduğu derin ekonomik ve siyasi bunalımın tahrip edici sonuçlarının üstesinden gelebilmek için durumu vesile etmek istemektedir. Yıllardır devam eden baskı ve zorbalık koşullarına karşı yükselen tepki ve güçlenen demokratikleşme talebini, AB aday üyeliği kriterlerine dair formaliteleri yerine getirmek üzere rötuşlayarak karşılamaya yönelen egemen sınıflar; bir yandan da, etnik farklılıklarıyla tüm Türkiye halkını ezen ekonomik ve siyasi baskılara karşı gelişen toplumsal tepkiyi dağıtmak, “sosyal patlama” potansiyelini paralize etmek için baskıcı uygulamaları artırıyor. Amerika hapşırsa hasta olacak işbirlikçilik düzeyindeki yönetici güç odakları; Körfez Krizi’nin 30–40 milyar dolarlık savaş faturasını halka yıkmanın üzerinden daha bir kaç yıl geçmişken, yeniden, halka rağmen, ABD’nin savaş arabasına bağlanarak halkı savaşa sürüklemektedirler. Ambargo nedeniyle uğranılan kayıplar ve bölge ülkeleriyle ‘Amerika istiyor’ diye süren “düşman komşu” ilişkilerinin yarattığı diğer büyük kayıplar da cabası. Yine Kürt sorunundan kaynaklı olarak yıllardır süren savaş ortamının yarattığı tahribatları onarmak, bölgenin kalkınması ve halkın demokratik taleplerinin karşılanması yerine, bölge halkını derinden etkileyecek bir savaşa endeksli politika izlenmektedir. Kürt sorunundaki bildik tutum devam ediyor. Kürt sorunu “terör” sorunu olarak anılıyor ve bastırılarak “çözülmüş” sayılmak isteniyor. Üstelik 11 Eylül saldırısından sonra Amerika ve İngiltere’nin estirdiği rüzgâra yelken açmış gerici, ırkçı ve şoven yönetici güç odakları, baskı ve terörü yaymada “bulunmaz bir ortam” elde ettiklerini düşünmektedirler. AB ülkelerine serzenişte bulunarak, bugüne kadar yapılan katliamları, faili meçhul cinayetleri meşru ve anlaşılır kılmak istemektedirler. Yakılan ormanlar, tahrip edilen doğa, boşaltılan köyler ve yerinden edilmiş milyonlarca Kürde yönelik uygulamaların meşru ve yerinde bir tutum olarak değerlendirilmesi amacıyla, Kürt sorununun “terör” kapsamında değerlendirilmesi için atağa geçmiş bulunmaktadırlar. Kürt sorununda çözüme dair hiç bir adım atmamış olan egemenler, bu sorun dolayısıyla dünya kamuoyu ve ezilen halklar nezdinde haksız görülmekten ve yargılanmaktan kurtulmak için kılı kırk yarıyorlar!
Ancak, bölge halkının karşılanmamış talepleri canlılığını koruyor. Egemen sınıfların ANAP vasıtasıyla yaptığı ve umut yayan açıklamalar ömrünü doldurmuş durumda. PKK’nin bu mesajları abartarak ve bazen somut kazanımlara denk düşeceğine dair mesajlara dönüştürerek yarattığı beklenti ortamı da boşa çıkmış bulunuyor. Kürtlerin iki yılı aşkın süredir gösterdikleri sabırlı bekleyiş yerini homurtulara bırakıyor. Beklentinin süresiz olmayacağı dillendiriliyor. Ancak egemen sınıflar oyalama ve burun sürtüp teslim almak için değerlendirdikleri ANAP’a “yeter” diyerek, dur işareti vermiş oldular. Nihayet, ANAP Abant Toplantısı’nda “arabulucu” rolünün bittiğini ilan etti.
11 Eylül saldırısının ardından Afganistan’a yönelik saldırı ve süren katliamlar, birçok ülke yönetimlerinde olduğu gibi her ülkedeki politik mihrakların pozisyonunda değişikliklere neden oldu. Bu pozisyon edinme süreci devam edecektir. Özellikle ırkçı ve saldırgan, inkârcı ve imhacı ABD yandaşı yönetimler, bu süreci güçlenme ve ayak bağlarını ayıklama açısından değerlendireceklerdir.
Kürt sorununa dair gelişmelerin olabileceğine yönelik beklentiler de gözlenmektedir! Egemen sınıfın mevcut politikasını ağırlaştırarak sürdürme tutumuyla değerlendirilmek istediği süreçten; PKK ve işbirlikçi Kürt burjuva politik çevreleri tarafından ise, “iyiye” yorumlanacak gelişmeler beklenmektedir.
Bölge halkının demokratik haklarının “terör” kapsamına alınması uğruna gerici egemen sınıflar, emperyalist merkezlere her türlü tavizi vermeye hazır durumdalar. Ve bunun böyle olacağına dair fazlasıyla veri bulunmaktadır. Bir halkın toptan “terörist” ilan edilmesinin mümkün olmadığını bilen egemen sınıflar, hak ve özgürlük istemiyle ortaya çıkmış örgütlenmeleri bu kategoride değerlendirmek ve mahkûm etmek için atağa geçmiş bulunmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu’daki diğer Kürt coğrafyalarıyla da yakından ilgileniyorlar. Irak Kürdistan’ındaki gelişmeleri yakinen takip eden Türkiye’nin yönetici güç odakları, bölgede ABD jandarması rolünü üstlenen İsrail’den geri kalmamaya çalışırken, ABD’nin hesapları kapsamında olduğu varsayılan Kuzey Irak’ta olası bir Kürt Devleti’ne ise endişeyle bakmaktadır. Bir yandan ABD’ye mahkûmiyet, diğer yanda kaygı ve endişe! ABD politikalarının ve çıkarlarının gereklerini yerine getirmeye mecbur edilmiş bir ekonomik ve siyasi bağımlılık içindeki egemen sınıflar, onun savaş politikasına da mahkûm durumdadır. Egemen sınıfın Afganistan’a yönelik saldırı ve savaşa bu denli gönüllü “asker” yazılmasında, Meclis’in asker gönderilmesine dair kanunun çıkarılmasında acele etmesinde, üslerin ve tüm olanakların hazır hale getirilmesinde, ekonomik ve politik mahkûmiyetin payı yadsınamaz.
Egemen sınıflar ekonomik ve siyasi çözümsüzlük içerisinde her gün daha çok çaresizliğe doğru yuvarlanırken, Irak’a saldırıyla yeniden gündeme gelmiş bulunan Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumu onları hepten çileden çıkarmaktadır. Ayrıca, K. Irak’ta bir oluşumun sağlanması, bunun ABD tarafından desteklenip silahlandırılarak kurumlaştırılması ve Saddam’a karşı dirayet gösterebilecek bir güç haline getirilmesi olasılığı; gerici Türkiye egemen sınıflarını son derece rahatsız etmektedir. Böylesi bir durumun bölgedeki dengelerde yaratacağı “sarsıntı”, bölge ülkelerindeki devasa Kürt nüfusu “kışkırtma” tehlikesi, tüm bölge gerici iktidarlarını korkutmakla beraber; Türkiye gerici egemen sınıfları, en fazla kaygı duyan taraf olarak, “uluslararası diplomasiyi” harekete geçirdi. Bu gelişmenin, kendi kaderini eline almak bakımından “emsal” olacağı korkusu, uykuları kaçıracak türdendir. Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği bir yana, bu yerinde bir kaygıdır! Hak ve özgürlük talep eden Kürtlerin her durumu kendi lehlerine değerlendirmek istemelerinden daha doğal bir şey olamaz. Üstelik böyle bir gelişmenin Türk işçi ve emekçileri tarafından desteklenmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle bütünleşmesinin olanakları da oldukça fazladır.
ABD’nin Irak, İran ve Suriye devletleriyle süregelen problemlerini böylesi bir dönemde gündeme getirmek istemesi ve bunun Kürtler için yeni bir konjonktür yaratması olasıdır. Ancak bunun, Kürtler ve onların politik temsilcileri tarafından nasıl değerlendirileceği önemlidir. İsrail’in büyük destekçisi olmaktan dolayı Arap halkının tepkisini üzerine çekmiş bulunan Amerika, manevra alanı daralmış İsrail’in yanına, Kürt işbirlikçilerini katmak istemektedir. Bölgede organize bir Kürt gücünün Saddam’a karşı değerlendirilebileceği hesaplanmaktadır. Yıllardır Irak halkına yönelik saldırı ve ambargolarla bir buçuk milyon Iraklının ölümüne neden olan Amerikan emperyalizmi, 11 Eylül olayı vesilesiyle açmış olduğu yolu genişletmek ve saldırganlığı yaygınlaştırıp tüm petrol bölgesini, doğalgaz, maden ve enerji yataklarını, ulaşım ve taşıma yollarını kendisine bağlamak ve sorunsuz yıllar yaşamak için, Afganistan benzeri bir saldırıyı Irak’a yöneltmek ve yeni bir Irak yönetimi atamak istediğini açıklamaktadır. “Terörizm” merkezlerine saldırmanın benimsenmiş olduğu böylesi bir dönemde, bu, yapılmak istenecektir. Tüm kapitalist kurumlar yüzlerindeki “bağımsız” maskesini sıyırıp atmış durumdayken, bunu yapmak daha da kolay olacaktır. Tüm “hümanist”, “sivil ve bağımsız” örgüt ve kurumların gerçek yüzleriyle savaş yanlısı olarak dünya halklarına karşı açılmış saldırıda yer aldığı böylesi koşullar, buna müsait görünmektedir. Amerika; BM, NATO, AB, AK, AGİT, VATİKAN, KIZILHAÇ ve bilumum uluslararası “tarafsız” kurumu tarafına çekmiş ve savaş destekçisi olarak onlardan açık çek almışken, önümüzdeki süreçte, başta Irak olmak üzere, bazı merkezlere yüklenebilmenin koşullarını oluşturmaya çalışacaktır. Gerçi, Afganistan’dan Irak’a ve dolayısıyla Ortadoğu’ya döndüğünde, bölge açısından gelenekselleşme eğilimi gösteren çıkar farklılıkları nedeniyle, ABD’nin şimdi kendisine destek sunan güçleri ardında bulması beklenemez, hatta bir kısmını karşısında da bulacaktır. Yine de pürüzlü durumları taviz alış-verişiyle düzenlemeye yönelebilecek ABD’nin, Irak’ı sıraya koyması az olası değildir.
Ancak, Irak’a güçlü bir saldırı hareketiyle yüklenecek olan ABD’nin, Barzani ve Talabani kuvvetlerine bölgede yeni bir rol biçeceğinden korkmakta olan Türkiye gericiliği, Kürt sorununu “terör” sorunu olarak göstermede istediği sonucu elde edememiş olmakla hayıflanmaktadır. Bugün sıkça vurgulanan “haklı çıktık” söylemi de, bir züğürt tesellisi olarak boşlukta kalmaktadır. Bütün dünya kamuoyu bilmektedir ki, tüm göz boyama, yasak savma ve göstermelik düzenlemelere rağmen, bir süre önce Anayasada yapılan değişiklerin bir bölümü, Kürt sorunu kaynaklıdır. Demokratik hak ve özgürlük taleplerini baskı ve darbelerle bertaraf etmiş, idam işkence, cezaevi, kayıplar ve katliamlarla anılan egemen sınıflar, kötü bir sicile sahiptir. Türkiye egemen sınıfları, darbelerle anılan bir ülkenin yöneticileri olarak uluslararası sözleşmelerdeki insan hak ve özgürlüklerine dair yükümlülüklerini bile yerine getirmemektedir. “Türkçeden başka dilden yayın yapılamaz” yasağı hala devam etmektedir. Kültür ve dil üzerindeki yasaklar sürmektedir. Gerici, ırkçı ve şoven tutumda ısrar eden egemen sınıfların “şark kurnazlığıyla Meclis’ten alelacele geçirdikleri yasal düzenlemeler ne genel olarak ne de bölge işçi ve emekçileri tarafından demokratikleşmede bir aşama olarak değerlendirilmediği gibi, AB’nin ilgili komisyonlarınca da “gayri ciddi” bulunmuştur. Günlük yaşamda baskı ve yasaklar, gözaltında ölümler, gözaltı ve tutuklamalar, düşünceye baskı devam etmektedir.
Ancak, Amerika’nın Afganistan’a saldırısı üzerinden kendi yerini ve konumunu yeniden “önemli” olarak belirlemiş bulunan egemen sınıflar, kendi büyüklüğünü ve önemini ABD çıkarları üzerinden, onun için oynayacağı rol üzerinden hesaplayarak dile getirmektedir. Yönetici güç odakları, ABD’nin “güvencelerine” rağmen Kürt sorununda rahat edememektedir. Kürt sorunundaki olası gelişmeler ve bunun bölgede ve Türkiye’de yapacağı etki, sömürü ve baskıyla yönetmeyi tarz haline getirmiş bulunan egemen sınıfları kaygılandırmaktadır. Onların “Türkiye’nin Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının merkezi yerinde olması, Boğazlar ve Akdeniz’e hâkimiyeti ile stratejik ulaştırma yollarını kontrol etmesi, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bölgeye yakınlığı, jeopolitik ve jeostratejik önemine” dair açıklamalarına rağmen, Kürt sorunu ağır bir ayak bağı durumundadır. Böyle kaldıkça, egemen sınıfların, “NATO açısından dünün kanat ülkesi Türkiye, bugün bir cephe ülkesi durumuna dönüşmüştür” türü böbürlenmeleri de, bir şey ifade etmeyecektir. ABD ve AB, Kürt sorununu bir zaaf olarak değerlendirecek ve bu sorun üzerinden egemen sınıfları kendine mahkûm etmeyi sürdürecektir. Çekiç Güç’ün dinleme, gözetleme, istihbarat ve diğer gelişmeleri izlemek üzere kurulan bir Amerikan üssü/karakolu olduğu, başta Irak’a yönelik olmak üzere bölgedeki ABD çıkarları için konuşlandığı bilinirken, onun bir düşman kuvveti gibi telaffuz edilmesindeki neden, Kürt sorununa ilişkin tutumdan kaynaklanmaktadır. ABD’nin, Irak’a ve Saddam’a kin kusan politikalarının aracı ve destekçisi olarak, İncirlik üssünden Irak’ın topa tutulmasına ve katliamlara onay veren, ambargoyu destekleyen gerici egemen sınıfların, Afganistan’a yönelik savaştan sonra, ikide bir “Irak’ın toprak bütünlüğüne” dikkat çekmeleri, aynı zamanda, Amerika’nın başlattığı savaşın Afganistan ile sınırlı olmayacağını da göstermektedir. Kürt sorununda Saddam ile aynı tutumu yıllardır sürdürmüş bulunan egemenler, Saddam’ın ABD tarafından devrilmesiyle kurulacak yeni bir kukla yönetimden bile endişelenmektedir. Kürtlere statü sorununda, süregelen tutumun devamını ve onlara Saddam gibi davranılmasını istemektedirler. Bunun için diplomatik görüşmeler başlamış durumda. Barzani üst düzey yetkililerini Türkiye’ye göndererek, uşaklıkta oynamak istedikleri role Türkiye’nin taş koymamasını rica etmektedir. “Biz de Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız” kapsamında açıklamalar yapmaktadır. Ayrıca PKK’ye karşı mücadelede Türkiye ile işbirliğine devam edeceklerine dair yemin etmektedir. Ancak tüm taraflar Amerika’ya mahkûmdur ve son sözü Amerika söyleyecektir.
PKK’NİN EMPERYALİZM KARŞITI TUTUMUNDAKİ İKİRCİKLİK TEHLİKELİDİR
PKK durumun vahametini anlayamamış gözükmektedir. PKK yetkililerinden Duran Kalkan, Yedinci Gündem’deki röportajından Eylül olayını değerlendirirken, “Ortadoğu ve Kafkasya’da ABD çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme yapılacaktır” tespitini yapmakla beraber, aynı zamanda bir kafa karışıklığı içerisinde olduklarını da açığa vurmaktadır:
“Burada Kürtlere yönelik direkt bir yönelimin olacağını sanmıyorum. Kürtlerden yararlanma durumu, ancak sonrasında düzenlemeye katmama durumu olabilir. Yani yeni konseptin uygulanmasının ardından yapılacak düzenlemede yer verilmeyebilir. Dolayısıyla Kürtleri yakından ilgilendirecek yeni gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Burada Kürtlerin aleyhine de lehine de olabilecek durumların gelişmesi söz konusudur. Biz artık askeri, siyasi, diplomatik, sosyal ve toplumsal açıdan aktif dinamik bir gücüz. Uluslararası güçler Kürtlerin bu gücünü görmek zorundadırlar. Görülmemesi durumunda, bölgedeki istikrarın ve güvenliğin sağlanamayacağını bilmek zorundadırlar. Geleceğe bu perspektifle yaklaşarak kendimizi daha iyi etkili bir güç haline getirmemiz doğrultusunda mücadeleyi derinleştirmek durumundayız.”
Irak’a müdahale ve şiddet uygulayarak bir halkın iradesini ayaklar altına almaya kalkışan ABD’nin bu girişimine karşı durulmalıdır. Kürt işbirlikçilerinin açılacak cephede öne sürülmesine de karşı çıkılmalıdır. ABD için hayati önemdeki bir işbirliği halkların yararına olamaz. Irak halkına yönelik bir saldırıda Kürtler koçbaşı olarak kullanılamaz. Kaderini emperyalist saldırganlarla birleştirmemiş, ihanet içerisinde olmayan hiç kimse ve örgüt bu tutumu benimseyemez. Bu halklara ihanet, emperyalizme teslimiyet ve işbirliğidir. Üstelik gönüllü bir işbirliği! Diğer yandan; bir bütün olarak ülke ve bölge halkının iradesini temsil etmeyen, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerini hiçe sayan, ulusal ve demokratik talepleri ve egemenlik haklarını ayakaltı edenlerin, beyleri karşısında kıymetleri ve güçleri yoktur. Varlığını ve iktidarını ABD’ye uşaklığa bağlamış bir avuç egemen güç odağının, Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına aykırı tutum alması da olası değildir. Dolayısıyla, Türkiye egemen sınıflarıyla ABD arasında bu kapsamda yaşanacak sorunun boyutu bir çatışmaya dönüşmeyecektir. Türkiye egemen sınıfının ABD’ye direnmesi güç olmakla birlikte, bir kapışmanın yaşanacağını düşünmek de yanlıştır. Bu hesapların yürütüldüğü süre boyunca, PKK gelişmelerin yönünü algılamış ve değerlendirmeler yapmış olmakla beraber henüz sağlıklı sonuçlara varamamıştır. Ayrıca PKK’nin ABD’nin politikalarını olumlayan yaklaşımı yanlış ve tehlikelidir. Osman Öcalan ile yapılan bir röportajda durum şöyle değerlendirilmektedir:
“Türkiye bu konuda ABD ile zaman zaman ciddi sorunlar yaşamaktadır. Bir türlü esnek bir tutuma girmeyen Türkiye, ABD’nin de bölge politikalarının başarısını tehlikeye düşürür. Savaşın Afganistan’da başlayarak Ortadoğu’ya yoğunlaştığı dönemde Türkiye’nin daha fazla çözümsüzlükte diretemeyeceğini belirtebiliriz. O belli bir çözüm noktasına gelmek zorundadır. Çözümü sınırlandırabilir, ama çözümü kabul edecektir. Çözümü kabul etmezse ABD ve diğer uluslararası güçler Türkiye ile karşı karşıya geleceklerdir. Bu karşı karşıya gelişler, belki bir silahlı çatışma biçiminde olmaz. Türkiye’ye yönelik baskılar ve çeşitli yaptırımlar biçiminde görülecektir. Son derece ağır sorunlar yaşayan Türkiye rejimi bu baskılar karşısında fazla diretemeyecek, bir yere kadar çözüme evet diyecektir. Türkiye’nin söz konusu politikasının doğuracağı sonuç, Kürtlerin Güney Kürdistan’da devlet olmasını önleyebilir. Ama devlet olması önlenirken de Kürtlerin statü kazanmasını da kaçınılmaz olarak kabul edecektir.” (Yedinci Gündem 20–26 Ekim 2001)
Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki her gelişme ve çatışma ortamı, yönetici güç odaklarını ABD’ye daha çok mahkûm edecektir. Ancak, Türkiye egemen sınıfları ABD ile bir çatışmaya girmeyeceklerdir. 5 milyar dolarlık askeri kredinin silinmesi ve tekstil kotalarının genişletilmesi yemi takılı oltanın peşinde koşturan egemen sınıfların, emperyalizmin askeri, siyasi ve stratejik bölge politikalarına karşı koyamayacağı görülmelidir. Ayrıca, ABD böylesi bir ortamı yaratmayacak kadar hesaplıdır! Zira Orta Asya’nın bir kapışma merkezi olarak seçilmesi tesadüf değildir. Bölgede ABD ve emperyalistler için stratejik, ekonomik ve askeri olarak daha önemli merkezler bulunmaktadır. Ve ABD bütünlüklü düşünüp bir çok unsuru göz önünde bulundurarak dengeyi lehine çevirmeyi hesaplayacaktır. ABD için Kürt sorunu sadece bir unsurdur.
PKK’nin ABD’den bir çözüm beklentisi içinde olduğu görülmektedir. Türkiye’nin “evet” demek zorunda kalacağı “çözüm”ün ne olduğu tarif edilmese de, PKK’nin bu süreç içerisinde, Kürtlere dair bir statü beklentisi içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bugün hemen tüm bölge halklarının ABD’nin bölge politikalarına karşı mücadele etme eğiliminde olması gerçeğine rağmen, ABD’nin politikasından Kürtler lehine medet aramak boşunadır ve halkları yanıltıcı bir tutumdur. Süreç ve gidişat halk ile Türkiye egemen sınıfları arasındaki mesafeyi daha çok açacak ve ABD politikalarına itiraz, ezilen ve sömürülen halklardan gelecektir. Kürtlerin kazanımları da, bu karşı çıkış ve mücadele kapsamında olabilir. Emperyalizme, onun çıkarlarına hizmet eden her oluşum ve yönetime ve savaşlara karşı çıkacak ve çıkmakta olan, işçiler ve emekçi halktır. Egemen güç odaklarıyla emekçi halkların daha çok karşı karşıya geleceği bir süreç olarak ilerleyen gelişmeler sağlıklı değerlendirilmeli ve halkların emperyalist güçlere dair iyi duygular beslemelerine neden olabilecek eğilimlerden uzak durulmalıdır.
Bölge ve Kürtler bakımından bu süreç, PKK’nin ABD’den statü uman eğilimine ve emperyalizme karşı duruşundaki ikircikli tutumuna rağmen böyle işleyecektir. Halk demokratik talepleri için, Kürt sorununun barışçı, demokratik ve halkçı çözümü için mücadele etme isteğindedir. Bu süreç, Kürt sorununun çözümünde yeni olanaklar yaratabilir. Ancak bu, aynı zamanda gericiliği, emperyalizmi ve özellikle ABD emperyalizmini hedefleyen bir mücadeleyle gerçekleşebilir. Bu anlaşılmalıdır. Bu mücadelenin başarılması için ortaya çıkabilecek durumu çok yönlü kazanıma dönüştürecek araçlar yaratılmalıdır. Buna uygun eğitim, aydınlatma, örgütlenme mücadelesi yürütülmelidir.
ABD’nin Ortadoğu petrolleri ve Körfez üzerindeki egemenlik savaşında Saddam engelini bertaraf etmek için Kürtleri değerlendirmek veya kullanmak istemesi, sessizce ya da sevinçle karşılanacak bir durum olmamalıdır. Bu tutum Kürtlerin hayrına bir gelişme yaratmaz. Kürtler, ABD askeri olarak cepheye sürülerek bağımsızlık ya da statü sahibi olamazlar. Ve ayrıca, dışımızdaki gelişmelerin ortaya böyle bir sonuç çıkaracağını düşünmek ve bundan dolayı etkisiz kalmak ya da tutum belirlememek de, yanlış olacaktır.
Bugün tüm ezilen halklar ABD saldırganlığı karşısında tutum almak ve uluslararası dayanışma ve mücadele içinde olmak gibi bir görevle karşı karşıyadırlar. Öyle de olmaktadır. ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere tüm kıtalardan, savaşa, küreselleşmenin yarattığı sefalete, eşitsizliğe ve işsizliğe karşı gelişen yeni bir emekçi dalgasından söz etmek olasıdır.
Yakın bölgemiz bakımından halklar daha somut bir mücadele sorumluluğuyla karşı karşıyadırlar. ”Terörizme karşı savaş” demagojisi ve saldırı dalgası karşısında Kürtlerin boyun eğmesi için bir neden bulunmamaktadır. Ezilen ve sömürülen halkların, inkâr edilen ve asimilasyona tabi tutularak eritilmek ve yok edilmek istenen ulusların edilgin kalmaları beklenmemelidir. Bölgedeki tüm diktatörlükler ve baskıcı rejimlerin devrilmesi ve halkların özgürlük, demokrasi ve iyi bir yaşama kavuşmaları ancak kendi birleşik mücadeleleriyle olanaklıdır.
Bilinmez değildir; bu saldırının amaçlarından biri de, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini boğmak, dağıtmak ve yok etmektir. İşçi ve emekçilerin kapitalist güç karşısında dize gelip, teslim olmasını sağlamaktır. Amerikan saldırganlığını protesto eden iki Filistinlinin FKÖ askerlerince kurşunlanarak öldürülmesi, Arafat yönetiminin geleceği bakımından da öğreticidir ve bu politikanın etkisini göstermektedir. Bölgenin bir savaş alanına çevrilmesi ve ateşe verilmesi karşısında, bugün halklar tutum almaz ve mücadele etmezlerse; kamplaşma, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, egemen sınıf ile işçi sınıfı ve emekçiler arasında bir ayrışmaya ve mücadeleye denk düşmezse; yarın ortaya çıkabilecek boşluk ya da pozisyonlarda halklar lehine sonuçlar elde etmek olası değildir.
Konjonktürel olan dengeleri stratejik hesaplarla karıştırmayacak kadar köklü bir deneye sahip olan gerici Türkiye egemen sınıflan ve ABD emperyalizmi arasında, bölgede Kürtlerin statüsü üzerinden bir kapışma yaşanabileceğini ummak ve beklemek bir yanılgı olacaktır. Üstelik böyle bir ihtimalin varlığı bile, halklara emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele görevini yükler.
Emperyalizmin bir halkı boğazlamasına seyirci kalmak, hatta Barzani ve Talabani gibi bunu istemek, halk düşmanlığı ve emperyalizme uşaklıktır. ABD’nin Irak’a yönelik saldırısını meşru ve kabul edilebilir olarak değerlendiren ve bekleyen Barzani ve Talabani gerici güçlerinin bölgede oynayacakları hiçbir rol ve etkinlik, Kürtlerin kazanımına ve demokratik hak ve özgürlüklerine hizmet etmeyecektir. Irak’a yönelik bir saldırıda, bugüne kadar olduğu gibi halk ezilecek ve katledilecektir. Irak halkının emperyalist Amerika tarafından boğazlanmasına onay veren hiçbir yönetim, tarih karşısında suçlu olmaktan kurtulamayacaktır. Barzani ve Talabani’nin emperyalist güçler safında asker olarak görev alması, Saddam diktatörlüğünün Kürtlere yönelik katliamlarına rağmen, haklı ve meşru görülemez ve kabul edilemez.
Bölgesel savaşlarda, gerici güçler ve emperyalistler arasındaki savaş ve kapışmalarda, halkların hak ve özgürlüklerini elde ettikleri durumlar olmuştur. Emperyalistler ve gericiler arasındaki kapışma ve savaşlardan halklar lehine sonuçlara varmak olasıdır. Ancak bu, halkların örgütlü mücadelesi ve önderliklerin doğru ve kararlı tutumları sonucu olmuştur. Emperyalistler ve gericileri hedef almak şartıyla, onlar arasındaki çelişkilerden yararlanılabilir ve bu, davaya hizmet edebilir; ancak onlardan birinin peşine takılarak halkların kazanacağı hiçbir şey olamaz. Barzani ve Talabani gibi işbirlikçilikte tescilli, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin karşısındaki düşman güçlerle kader birliği etmiş, bölge gerici ve baskıcı diktatörlükleriyle işbirliği yapmış temsilcilerin ise, Kürtlere sunacakları gelecek, olsa olsa, kölelik, baskı ve zulümdür. Saddam ile yeniden masaya oturmaları da beklenebilir olan bu işbirlikçilerin, politik bir tutarlılığı bulunmamaktadır. Bölgedeki muhaliflerini, emperyalist ve gerici ordularla el ele vererek ezmeye girişmeleri kuvvetle muhtemel olan bu işbirlikçi odakların, dün olduğu gibi yarın da, Kürtlerin hedefleri arasında olduğu açıktır. Emperyalizme ve Türkiye gericiliğine uşaklıkta kusur etmeyecek bu oluşum ve yönetimlerin bir kapışmaya gerek bırakmayacak kadar teslim olmuşlukları göz ardı edilmemelidir. Kuklaların bugün sahip bulundukları statü, Kürtlerin yaşamında ve geleceğinde bir ilerlemeye denk düşmemektedir.
Diğer tarafta, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının Kürtlerin statüsüne ilişkin klasik tutumu sürmektedir. Ancak, böyle giderse, güçlü bir halk hareketi ve karşı koyusunun ortaya çıkacağına ve demokratik taleplerin birleşik ve güçlü bir mücadeleyle gündeme geleceğine dair veriler de bulunmaktadır. Açlık ve sefalet koşullarına mahkûm edilmiş, işsizliğin, eğitimsizliğin girdabına sürüklenmiş, sağlık ve beslenme sorunları karşısında çaresiz kalan ve sürünerek ölüm dayatılan, kültürel ve siyasal bakımdan dışlanmış, geleceği ve kaderi konusunda endişe içerisinde bulunan, göç ve sürgün yaşamının acılarını yaşayan büyük halk kitlelerinin egemen sınıfların bu dayatmalarına daha fazla boyun eğmeleri beklenemez.
Türkiye egemen sınıflarının ve işbirlikçi Kürt çevrelerinin barikatlarını aşacak ve güçlü bir halk hareketi olarak gelişecek potansiyele sahip bulunan bölge halkının durumu ve içerisinde bulunduğu koşullar iyi değerlendirilmelidir. Yaygın bir aydınlatma ve örgütlenme çabası yürütülerek, içinde bulunduğumuz koşulların önemi anlatılmalıdır. Sistem partilerinin dalavereleri ve yeni tuzakların boşa çıkarılması, yürütülecek çalışmayla başarılabilir. Bağımsız ve demokratik bir emekçi halk hareketinin gelişimi için koşullar yaratılmalıdır.
Barzani ve Talabani’nin çizgisinin Türkiye temsilcileri olarak, önümüzdeki süreçte rol almak isteyenlerin hesapları boşa çıkarılmalıdır. Ezilen ve sömürülen halkın kölelik koşullarının değişmesi mücadelesinin önünde engel olan bu gerici güçler, hangi sıfat ve maskeyle ortaya çıkarlarsa çıksınlar, oynayacakları rol işbirlikçiliktir. Ancak direniş ve mücadele tutumunu benimseyenler ve halkın demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma mücadelesini sürdürenlerin yapması gereken; 11 Eylül saldırısını vesile ederek, halklara, “teröre karşı savaş” adına saldırı başlatmış olan ABD’ye karşı mücadele yolunu seçmektir.
ABD çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapacak olan Türkiye egemen sınıflarının, şiddete daha fazla başvuracakları önümüzdeki süreçte, buna uygun bir tutum geliştirilmelidir. Emek ve demokrasi yanlısı, hak ve özgürlük uğruna mücadele eden devrim ve sosyalizm güçleri bu dönemi değerlendirmede yetenek göstermelidirler. Mücadeleden başka bir yol yoktur ve halkın kaderini eline almasının koşulları da buradan geçmektedir. PKK’yi ezmeyi de hedefleyen bölgedeki ABD-Türkiye ve Barzani/Talabani planı, tüm bölgede halkın demokratik taleplerinin suiistimal edilerek ezilmesini hedeflemektedir. “Kürt entelijansiyası”nın, işbirlikçi Kürt diasporasının ve rant peşinde koşan kesimlerin, Amerikan saldırganlığı ve Afganistan’a yönelik “teröre karşı savaş” gerekçeli katliamlar karşısında sessiz kalmaları irdelenmelidir. Bu sessiz geçiştirmede Kürtlerin hayrına yorumlanacak bir durum yoktur. Kürt işbirlikçi çevreler PDK ve YNK, Amerika’nın vereceği görev bir yana, durumdan vazife çıkararak, bölgedeki Cund el İslam (İslam’ın Askerleri) örgütüne savaş açtıklarını ilan etmekle, Amerikan uşaklığında oynayacakları rolü göstermişlerdir. Ancak bu, ezilen ve sömürülen, yüzyıllardır emperyalizmin ve bölge gericiliklerinin boyunduruğu altında yaşayan özgürlük tutkununun olmadığı gibi, hiçbir halkın tutumu olamaz.
Kasım 2001
Ortadoğu’da bir halkın trajedisi ve Filistin sorunu
Son elli yılda bir dizi müdahale ve savaşın alanı olan Ortadoğu’da 1948’den günümüze kadar kanlı savaşlar eksik olmadı. Ortadoğu denilince, İsrail’in ve aynı zamanda Filistin halkının kan ve barut içerisinde sürdürdüğü direnişin akla gelmemesi mümkün değil.
Ancak; “Ortadoğu krizinin esas nedeni, İsrail devletinin varlığı değildir. Saldırgan, dinamik ve kapitalist bir devlet olarak İsrail, kendini aktif olarak dünya emperyalizminin köleleştirme planlarına ve özellikle de Amerikan emperyalizminin tüm Ortadoğu’yu boyunduruk altında tutmak amacına bağlamıştır. Bu bakış açısıyla tek başına olmayan İsrail, diğerlerine göre çok daha aktif olarak Amerikan emperyalizminin “koçbaşı” olmuştur, İsrail, stratejisini izlediği ve uyguladığı Amerika’nın bir peykidir, genel olarak ve bazı durumlarda İsrail’in “kendi eylemleri” gibi görünse bile, bu, yalnızca bir taktiktir ve kullandığı baskılar büyük Siyonist sermayenin desteğine ve ABD’deki oyuna dayanır.” (E. Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Evrensel Basım Yayın, sf. 67–68)
Bölgedeki varlığı, kan, katliam ve savaşlar üzerinden süren ABD, İkinci paylaşım savaşından sonra Ortadoğu halklarını baskıyla etkisi altına almak ve boyun eğdirmek için, bölgeye defalarca çıkartma yaptı. İran körfezi, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz ve diğer sularda savaş gemilerini eksik etmeyen ABD’nin, binlerce asker, savaş uçağı, 6. Filo ve ekipmanıyla Ortadoğu’da adeta “sürekli taarruz” halinde olduğu sır değildir. Yine, bugüne değin, İsrail’in işgal ettiği toprakları “tapusuna geçirmek” için oynadığı her “oyun”, ABD’nin teşvik, onay ve askeri güç desteğiyle sürdü. 1947’de İsrail devletinin bölgeye yerleştirilmesinde rol alan İngiltere ve daha sonra bölgedeki hâkimiyeti ele geçiren ABD ve yine Fransa gibi emperyalistler, Arap halkının ve Ortadoğu halklarının azılı düşmanları olarak, savaş kışkırtıcılığı yaparak, bölge halklarını birbirine kırdırdığı gibi, gerektiğinde darbeler tezgâhlayarak, iç karışıklıklar yaratarak, sınır ve petrol sorunlarını kaşıyarak/kışkırtarak çıkan savaş ve savaş durumundan faydalanarak, bölgeye askeri, istihbari, ekonomik ve siyasi olarak yerleşmeyi sürdürmektedirler. Cezayir’deki katliamlar, Mısır ve Kuzey Afrika’daki halklara karşı sürdürülen vahşet, Şubat 1963’te Irak’ta tezgâhlanan darbeyle devlet başkanı General Kasım’ın öldürülmesi ve yerine Albay Arif’in geçirilmesi gibi olaylarla, ABD, hep mevzi kazanarak pozisyonunu güçlendirdi. Yarattıkları “sıcak gelişmeleri” fırsat bilerek; “Barış Gücü”, “Arabulucu”, “Gözlemci” gibi maskelerle gizlenmiş güçleriyle hemen her bölgeye sızan ABD ve diğerleri, gerektiğinde bir araya gelerek, halklara boyun eğdirmekte, onları teslim almaktadır. Nasır’ın ’60’lı yıllardaki sömürgecilik karşıtı Arap milliyetçisi ve antiemperyalist tutumuna bağlı olarak, İngiliz ve Fransız hisselerini ödeyerek Süveyş Kanalı’nı kamulaştırması karşısında tam da böyle oldu. Fransız. İngiliz ve Amerikan emperyalistleri Mısır’a karşı ortak tepkiyle, İsrail’i de yanlarına alarak, saldırıya geçtiler.
Anglo-Amerikan emperyalistlerin halkan güçten düşürmek, bölüp parçalamak ve egemenliği altına almak için Sovyet revizyonistleriyle girdikleri dalaş ve zor zamanlarda “düşmanları” karşısında bölge halklarının yüz üstü bırakılması bakımından da, Ortadoğu adeta bir laboratuar gibidir. Mısır’ın durumu somut bir örnektir. 1967’de Süveyş Kanalı saldırısı, İngiliz, Fransız ve Amerikan desteğiyle İsrail’in Sina’ya girişi ve Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nin İsrail tarafından işgali, Batı Şeria ve Kudüs’ün işgaliyle süren 6 Gün Savaşı, 1970’te Ürdün Kralı Hüseyin’e düzenlenen suikast ve ertesinde İsrail-ABD ve Ürdün işbirliğiyle on binlerce Filistinlinin katledilmesi, ardından tüm Filistinlilerin Ürdün’den sürülmesi provokasyonu gibi önemli olaylar, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin sömürü, yağma ve hegemonya kurma politikasının sonucudur. Tüm Ortadoğu’yu etkileyen ve Arap halklarını birbirine kırdıran Lübnan İç Savaşı ve bu savaşta Hıristiyan Falanjistlerin İsrail tarafından yedeklenmesi, “Lübnan-İsrail ordusu” denebilecek Güney Lübnan Ordusu’nun kurulması ve FKÖ ile beraber Falanjist olmayan Hıristiyanlara karşı girişilen katliamlar, hafızalardadır. Nasır’ın ölümü ve Mısır’ın başına geçen Enver Sedat ile İsrail arasında çıkan Yom Kippur Savaşı ve Nasır’ın öcü olarak bedelinin Enver Sedat’a ödettirildiği, Camp David tezgâhında Mısır’ın yenilgiyi kabul edişi ve Carter’in dayattığı kötü koşulların Mısır tarafından imza altına alındığı ve yüklü bir meblağ karşılığında İsrail’in işgal ettiği topraklan Mısır’a geri iade etmeyi ve İsrail’i resmen devlet statüsünde tanımayı kabul etmek zorunda bırakıldığı bilinmektedir. 1978 yılında İsrail’in Lübnan çıkartması ve işgali ve Lübnan sahili boyunca bölgenin bombalanmasıyla, 1500 dolayında Arap’ın öldürülmesi ve ardından, FKÖ’nün buradan sökülüp atılması amaçlı olarak ABD’nin “arabuluculuğu” ve İsrail’in kazanımlarıyla 1981’de son bulan savaş. Aynı dönemde Londra Büyükelçisi’ne düzenlenen suikastı bahane eden İsrail’in Beyrut’u topa tutması ile gerçekleşen büyük katliam. Yaşanan vahşet karşısında, Amerika’nın açıkça desteklediği İsrail’in dünyanın protestolarına aldırmadan katliamlarını sürdürmesi ve Birleşmiş Milletler’in (BM) sahte uyarı ve kınamalarının, ABD ve İsrail tarafından tanınmayıp vahşetin devam ettirilmesi gibi olaylar, rastlantı olarak değerlendirilemez. Lübnan’daki FKÖ kamplarına düzenlenen saldırıyla 10 bini aşkın Filistinlinin katledilmesi, burada güç toplayan ve organize olan Filistin kuvvetlerine karşı ABD ve emperyalistlerin bir komplosu olarak değerlendirildi. Bu plan, Arap işbirlikçi yönetimlerince de desteklendi. Ardından FKÖ, BM gözetiminde, emperyalist işgal orduları olan Amerika, İtalya ve Fransız “Barış Güçlerinin korumasıyla Tunus’a sürüldü. Devamında büyük bir katliam daha gerçekleştirildi. Falanjistlerden oluşan üç bölük askerin desteklediği İsrail kuşatmasından kurtulmak olası değildi. Bölgede kalan Filistin halkı, Ariel Şaron’un düzenlettiği, tarihte eşine az rastlanır bir soykırımla iki gün boyunca katledildi. 16 Eylül 1982’de çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı olmak üzere 2000’i aşkın Filistinlinin cesedi toplu mezarlara gömüldü. “Sabra ve Şatila katliamı” olarak tarihe geçen bu katliamın sorumlusu, İsrail kadar, destek sunan emperyalist güçlerdir.
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da Arap halklarını birbirine karşı kışkırtarak “böl ve yönet” politikasıyla egemenliğini güçlendiriyor. Bir avuç yönetici azınlığın geleceğini de garanti altına alarak, yoksulluk ve sefahatin yan yana hüküm sürdüğü bölgede hâkimiyeti elde tutmak için, hemen tüm Arap ülkelerini ve bölge halklarını birbirine karşı kışkırtan, ülkeler arasında ve bölge düzeyinde savaşları hep canlı tutan ABD, İsrail’i bir koçbaşı olarak değerlendirmesi, kurulduğu 1948 yılından bu yana sürdüre-geldi. Bölgede bir güç olmanın peşinde koşan, ancak bunu, ABD’nin politik hesaplarına denk düşürerek sürdürmüş olan İsrail; Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerle kanlı savaşlara neden olurken, ABD desteğini sürekli yanı başında buldu. Yine bölgede, Suriye ile Lübnan, Irak ile Suriye, Güney Yemen ile Suudi Arabistan ve yine Kuzey Yemen ile dönem dönem kışkırtılan çatışma ve savaşların kaynağı, emperyalistlerdir.
ABD, Ortadoğu’daki büyük müttefiki “İran kalesi”nin yıkılması ve Şah Rıza Pehlevi’nin sürgündeki acı sonunun kefaretini, Irak ve İran arasında çıkan on binlerce Pers ve Arap’ın ölümüne ve sakat kalmasına, yaşamın tahrip edilmesine neden olan ve yıllarca süren savaşla ödetmiş oldu. Yaratılan yeni güç dengelerinde pozisyon edinmeyi başaramamasını hazmedemeyen ABD, pazar ve pozisyon edinmek için bölge ülkeleri arasındaki sorunları kaşımak, kışkırtmak ve onları birbirlerinin üzerine saldırtmak için özel çaba harcamaktadır.
Ortadoğu bölgesinin zengin doğal kaynakları, petrolü ve giderek pazar olanakları stratejik önemde olmakla beraber, askeri strateji açısından da önemli bir alan olduğunu bilen ABD ve diğer emperyalist güçler, gözünü bölgeden ayırmamaktadırlar. İran düşman olarak topun ağzındayken, Irak’a yönelik saldırılar devam etmektedir. Güney Kürdistan’daki işbirlikçi Kürt liderlerini kışkırtarak, Kürt ve Arap halklarının özgürlük düşmanı Saddam’a karşı ayaklandıran ve sonra yüzüstü bırakıp 5000 Kürdün kimyasal gazlarla hunharca katledilmesine seyirci kalan, binlercesini sürgün ve mülteci olarak yaşamaya mahkûm eden, Amerikan emperyalizminin politik/askeri hesaplarıdır.
Bölge ülkelerindeki Amerikan elçilikleri, ABD’nin yönetimi ve denetimi altına aldığı ülke iktidarlarını uşaklaştırmış ve emrine sokmuştur. Ancak, bölgede Amerikan çıkarları karşısında sessiz kalan Arap uşak yönetimleri, her geçen gün daha fazla oranda kendi halklarının tepkisini toplamaktadırlar. ABD, bölgeye ilişkin sorunlarda ve petrol fiyatlarının ayarlanmasında Körfez ülkeleri arasına nifak sokmakta, bölgedeki güçleri ve İsrail aracılığıyla da savaş tamtamlarını çalmaktadır. Hile ve şantajla yoluna sokamadığı her sorunda, bölgedeki üslerini ve hazır kıta bekleyen vurucu gücü İsrail’i devreye sokarak çatışma ve savaşlar çıkarmaktadır. Körfez Savaşı’nda ve sonrasında Irak halkına karşı sürdürdüğü düşmanca tutumu ve hemen her ay bir kaç defa Irak’ın bombalanması, bugün 20 bin askerin bölgeye yerleştirilmiş olması, Ortadoğu’da “Pax Amerikana” rüyasını adım adım gerçekleştirmek amaçlıdır. Ekonomik, askeri ve kültürel alanda bölgede tam bir egemenlik kurmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için, her türlü riyakârlığı reva saymaktadır.
Uluslararası Siyonist sermayenin ve Amerika’daki Yahudi lobisinin kuklası olan İsrail devletinin varlığı, emperyalizmin Ortadoğu’daki bu yayılmacı politikalarına denk düşmektedir. Kurulduğu günden bugüne kadar, biri diğeriyle değişmesine rağmen, Siyonist İsrail hükümetlerinin tümü, bu tutumu sürdürdüler. İşgalci ve dinci/yayılmacı emellere sahip uluslararası Siyonizm, amaçlarına alet ettiği dünyanın dört bir yanından toplanmış İsrail halkının geleceği ve kaderi üzerinde oynayarak bunu sürdürüyor.
Filistin sorununda ABD’nin rolü, bu yaşanmış gerçeklerden ve onun Ortadoğu’ya ilişkin emellerinden bağımsız değerlendirilemez.
Dolayısıyla Filistin sorununda ABD’nin arabuluculuğu”, Filistin halkının ulusal hak ve özgürlük taleplerinden vazgeçmesini sağlamaya endekslidir. Onun çabası; Ortadoğu halklarına ve Filistin’e esareti dayatmaktır. Ulusal kurtuluş hareketlerini ve bağımsızlık mücadelelerini ezerek tasfiyeye yöneliktir. Filistin direnişini kırmayı hayati bir sorun olarak değerlendiren Amerika, bunu başarmak için yıllardır çaba sarf ediyor. Direnişin güçlendiği safhada ise, masa başına çekerek, FKÖ önderliğinin zaaflarını da kullanarak, etkisizleştirmeyi denemeyi sürdürüyor. Zira ABD, kendisine rağmen Ortadoğu’da ‘bir mezar’ yeri bile edinilemeyeceğini Filistin halkı nezdinde ispata çalışıyor. Dünyada eşine az rastlanır bir direniş örneği sergileyen Filistin halkının başı dik duruşu, bugünkü dünya konjonktüründe ABD’yi ve emperyalistleri rahatsız etmektedir. Onlar, üç milyon nüfusunun yaklaşık bir milyonunun açlık sınırında yasama sürüklenmiş, tarım alanları İsrail ordusu tarafından yerle bir edilen, kamplarda yaşayan, hemen her gün en az bir kaç kişinin öldürüldüğü; bir İsraillinin ölümüne karşılık on, on beş öldürülen; havadan, karadan ve denizden kuşatılmış Filistin halkının taş atarak direnmesinden korkmaktadırlar. Filistin halkının sığınmacı bir yaşama mahkûmiyeti, ABD’nin bölgedeki hâkimiyetiyle dolaysız ilgilidir.
Denebilir ki, İsrail-Amerikan dostluğu, Ortadoğu halklarına karşı düşmanlık üzerinde yaratılmış ve güçlendirilmiştir. Ve şimdi Türkiye egemen sınıfları, bu emperyalist-Siyonist ikilinin yanında, Arap halklarına karşı sürdürülen düşmanlık ve savaşlarda taraf olduğunu açıkça ilan etmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu’da, 1948’den bugüne kadar birçok kanlı savaş “oldu-bitti”, ancak İsrail’in işgalci ve ilhakçı tutumu devam ediyor. O, Filistin’i haritadan silmek, etkisizleştirip esaret altına almak ve bu topraklara tamamen yerleşmek ülküsünden vazgeçmiş değil. Ve Filistin halkı haklı olarak buna karşı direniyor. Bölünüp parçalanmış topraklarda bağımlı ve vesayet altında İsrail kolonileri olarak, kölece yaşamaya ve sürünüp yok olmaya zorlanan bu halkın isyanından daha meşru bir hak olamaz.
Filistin-İsrail savaşı olarak ifade edilebilecek bu savaş, adı “ateşkes” bile olmayan molalarla birlikte, sürgit devam etmektedir. Mevcut durum, Filistinlileri direnmeye mahkûm etmiş bulunmaktadır. Devlet kurma hakkı kabul edilmeyen, aşağılanan Filistin halkı, İsrail işgali ve ilhakına karşı, onların roket ve modern silahlarına karşı taş atarak direnmektedir. Ancak, nükleer silahlara da sahip olduğu ileri sürülen İsrail’in bu devasa gücüne ve emperyalist desteğine rağmen direnen Filistin halkı, ezilen halkların ve dünya isçi sınıfının yakın desteğinden yeterince güç alamamaktadır. Arafat yönetiminin ezilen dünya halkları ve işçi sınıfıyla dayanışmaya sıcak bakmayışı, uluslararası devrimci isçi ve emekçi hareketiyle ilişki kurmaya mesafeli yaklaşımı gibi olumsuz etkenlere rağmen, başta sınıfın devrimci partisi olmak üzere, Filistin halkıyla dayanışma daha da güçlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Zira Filistin halkının İsrail’e karşı direnişi, aynı zamanda, emperyalizme karşı bir mücadeledir ve bu vahşi saldırı ve katliamlar karşısında Filistin halkının sürdürdüğü direniş, Arap halklarının kalbine saplanmış bir hançerin çıkarılması, Ortadoğu coğrafyasındaki bir nifakın dize getirilmesi kapsamındadır.
Emperyalist işbirlikçisi, ortaçağ kalıntısı feodallerin ve kapitalist kliklerin egemenliğindeki Arap gerici yönetimleri de Filistin halkının zaferinden korku duymaktadırlar. Çünkü Filistin halkı her zaman direnişi tek kurtuluş yolu olarak seçti. Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi ülkeler hasmane tutumlarını yıllardır sürdürdüler. ’60’lı yıllar boyunca görece demokratik, halkçı bir çizgide bulunan Nasır’ın Sovyet revizyonistlerinin denetimine girmesi ve onlar tarafından yüz üstü bırakılmasının yarattığı hayal kırıklığının Arap halkında yarattığı etkiyle, Nasır’ın ölümünden sonra, Amerikan ve İngiltere kontrolüne giren Mısır, Sedat ve Mübarek’le bu kategoriye mahkûm edildi. Yine Hafız Esad ve Saddam, Filistin davasında ikiyüzlü yalancılar konumunda oldular. Ancak, devrimci-Marksist bir platformda olmamasına rağmen El-Fetih, ciddi yalpalamalarına rağmen, direniş çizgisinde bağımsız ve özgürlükçü duruşunu sürdürdü. FKÖ ve dışındaki bazı oluşumlar, İsrail Siyonizm’ini yurtlarından söküp atmak için fedakârca mücadele ettiler ve bunu sürdürmektedirler. İdeolojik politik tutumlarındaki gerilikler ve neden olduğu yalpalamalarla birlikte yakın zamana kadar egemen tutum budur ve bu direniş desteklenmeyi hak etmektedir.
TÜRKİYE’NİN İSRAİL VE FİLİSTİN İLİŞKİLERİ
Türkiye, 300 milyonluk İslam-Arap âlemi ile çekişmeyi ve düşmanlığı göze alarak, varlığını askeri güç ve siyasi entrikalar üzerine kurmuş; tüm çıkarları Amerika ve genel olarak emperyalizm ile çakışmış, ABD ve emperyalist haydutluğun bölge hesaplarını kendi işgalci ve güç toplama hesaplarına dönüştürmüş olan ve giderek bölgede bir “güç” haline gelen İsrail ile işbirliği içerisinde ilerleyerek yol almaktadır. Türkiye egemen sınıfları, ABD’nin ve uluslararası Siyonist sermayenin Ortadoğu’daki jandarması İsrail ile silah ve nöbet arkadaşı olmayı aksatmadı. Türkiye gerici egemen sınıfları, NATO’ya üyelik ve Kore’ye asker çıkarmasını takip eden yıllarda, Ortadoğu’da ABD politikalarına kilitlenmiş ve ABD’nin Ortadoğu politikasında İsrail’i gözeten bir askeri-politik kulvara sürüklenmiştir. Ancak, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı ile İsrail’in ABD ve diğer emperyalist haydutların desteğiyle Golan Tepeleri’ni işgali, Filistin halkının haklı ve onurlu direnişiyle Arap dünyasındaki çalkalanma, Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin sözcüsü olarak çıkış yapması ve tüm bunların Arap-İslam dünyası üzerinde yarattığı anti-emperyalist etki, Türkiye’yi ikiyüzlülüğe iten bir etken oldu. Bu yıllara kadar İsrail yanlısı tutumuyla bilinen Türkiye daha sonra, Arap-İslam faktörünü göz önünde bulundurarak “denge”de bir ilişki sürdürdü. 1960’lardan itibaren hem İslami kesim hem de ilerici ve demokrat geniş kamuoyunun Filistin halkına ve onların özgürlük davasına duydukları sempatiyi karşısına almak istemeyen egemen sınıflar, uzun yıllar Filistin halkının yanında oldukları izlenimi yaratarak, tam bir ikiyüzlü politikayla, Arap halkına İslam yüzünü, emperyalist batıya ise “modern”, “laik” yüzünü dönerek hareket etti.
Ancak, politik manevralarla adım adım Filistin halkının karşısındaki güçlerle kol kola pozisyon almaktan geri durmadılar. Türkiye, Siyonistlerin Filistin’e yönelik soykırım düzeyine varmış katliamları karşısında timsah gözyaşları dökerek demeçler vermiş olmakla beraber, hiçbir zaman İsrail karşıtı bir pozisyon almamış, ona sırt dönmemiştir. İsrail’in giriştiği kitlesel katliamların dünyada ve Türkiye’de halk tepkisine dönüşerek sokağa taştığı dönemlerde bile, İsrail’i bir “NATO müttefiki” olarak değerlendirmiş; en fazla, “kınama” durumunda kalmıştır. Zorda kaldığı durumlar olmuşsa da, İsrail ile “dostluğu” gizli ya da açık olarak hep gelişmiş ve güçlenmiştir. İsrail’in Filistin devletini haritadan silme ve Filistin halkını bölgeden dağıtma planı boyunca devam eden Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişme, zamanla stratejik ittifak düzeyine yükseldi. Ekonomik, askeri, siyasi ilişkilerini, 1996 yılında “Türkiye-İsrail Stratejik Savunma işbirliği Anlaşması” ile aleni olarak güncelleştiren Türkiye’nin bu tutumu, Türkiye egemen sınıflarının Ortadoğu politikasında bir dönüm noktası sayılmalıdır. Bu anlaşma bir birliğin (ABD-İsrail-Türkiye) ve aynı zamanda ayrılığın (Türkiye ile Arap-İslam dünyası) deklarasyonu olarak değerlendirilebilir. Gerici-emperyalist ve işgalci emeller üzerine kurulmuş bu birlik ya da ittifakın, Türkiye halkları için olduğu kadar, tüm bölge halkları için tehlikeli bir girişim olduğu, savaş ve çatışmaları körükleyeceği; ABD, İsrail ve emperyalist hesaplar uğruna Türkiye’yi bölge halklarıyla düşmanlaştıracağı ve çatışmalara sürükleyeceğini ileri sürmek, kehanette bulunmak değildir. Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik ABD yayılmacılığının üzerine kurulan bu ittifak, özellikle Türkiye halkları bakımından büyük tehlikeler barındırmaktadır. Dara önce Musul-Kerkük sorununun somut savaş nedeni olarak açıklanması ve hâlâ kaşınıyor olması, son aylarda Hazar Denizi ve Kafkaslardaki çatışmalara taraf olarak İran ile artan gerginlik, durumu destekleyen faktörlerdir. ABD’nin Ortadoğu politikasının geçmişi ve yakın tarihi, yine İsrail’in özellikle son yıllarda bölgede, askeri ve ekonomik alanda güçlenen pozisyonu bunu yeterince kanıtlamaktadır. Uluslararası Siyonist sermayenin ve onun uzantısı olarak, Türkiye’deki Yahudi sermayesinin Kafkaslardaki doğalgaz ve petrol ihalelerinde oynadığı rol ve çeşitli sermaye gruplarıyla girilen rekabetin giderek çatışmalara dönüşmesi, bu durumdan bağımsız değerlendirilemez. Ancak İsrail, Türkiye emekçi halkları nezdinde, Ortadoğu’daki tüm halkların düşmanı olarak şimşekleri üzerine çekmiştir ve İsrail-Türkiye işbirliği anlaşmaları tepkiyle karşılanmaktadır.
Türk ve Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm mezhep ve milliyetlerden emekçiler, Filistin halkının haklı davasına duygu bağıyla bağlı olmuşlardır. Bu gerçeği bilen Türkiye gerici egemen sınıfları, halkın bu ezici dayanışma duyguları karşısında, Filistin halkının haklı davasından yana gözükmek zorunda kalmışlardır. İsrail’in kuruluşuna izin veren 1947 BM kararına karşı oy kullanan Türkiye, bir yıl sonra, yani 1948’de çıkan Arap-İsrail savaşında tavırsız kalarak, İsrail devletinin kuruluşu ve Filistin topraklarının işgalini onayladı. Ve hemen ertesi yıl İsrail devletini tanıyarak diplomatik ilişkiler geliştiren ilk ülkelerden biri, Türkiye oldu. 1949 yılında İsrail’i ilk tanıyan ülkeler arasında Müslüman Türkiye’nin yer alması, Arap dünyasında şok etkisi yaratmış ve bu tutum ihanet olarak değerlendirilmişti.
Her zaman “Osmanlı’ya dayanan tarihi dostluk bağları” kapsamında bir ilişki içerisinde olan Türkiye-İsrail ilişkileri; ABD, Avrupa ülkeleri ve Yahudi lobilerince desteklendi, güçlendirildi. İsrail, bölgede Arap olmayan ulus ve devletlerle açık/gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. İran Şahı ile iyi ilişkiler geliştiren İsrail, Şah’ın yıkılmasıyla büyük bir müttefikini yitirdi. Arap olmayan İran yönetimi ve yine Kürtlerle ilişkileri bölgedeki hesapları bakımından önemseyen ve bu yönlü çabaları eskiye dayanan İsrail’in, Kürtlerle ilişki geliştirdiği de bilinmektedir. 1963 yılında Barzani ile resmiyet kazanan ilişkiler, silah, eğitim, araç-teçhizat düzeyinde sürmüştür. Pers, Türk, Kürt halkları ile geliştirilen ilişkilerin İsrail nezdindeki tanımı, “Çevre Ülkeler Tezi” kapsamında değerlendirilmektedir. Türkiye, NATO’ya girdiği ilk yıllardan itibaren İsrail ile iyi ilişkiler kurmuştur.
Yine İsrail’in İngiltere ve Fransa desteğinde 1956’da Sina Yarımadası’nı işgal etmesinin büyük tepkiyle karşılanması ve İslam-Arap dünyasının öfkeli tepkisi karşısında, Türkiye emekçi halklarının baskısını da gözleyen Türkiye egemen sınıfları, ilişkilerini kesmeden formalite ölçüsünde İsrail elçisini kısa bir süre geri çektiler.
İçeriği hakkında hiçbir açıklama yapılmamış bir anlaşma, 1958 yılında Türkiye-İsrail “Çevresel Pakt Anlaşmasıdır. Ticari, askeri, diplomatik, istihbari, bilim ve teknoloji kapsamlı olduğu sanılan anlaşma bir askeri sır olarak korunmuştur. Menderes hükümeti döneminde imzalanan bu anlaşmaya dair 1961 darbesinden sonra da bir açıklık ve/veya eleştiri getirilmemiştir. Bu anlaşmanın açıklanmaması, Arap-İslam dünyasının tepkisinden kaynaklıdır ve Türkiye’deki iç tepkiler de hesaplanarak açıklanmamıştır.
Sonraki yıllarda Türkiye-İsrail ilişkileri eski dostluk rayına “yeniden” oturdu. Elçilik düzeyindeki Türkiye-İsrail diplomatik ilişkisi, İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal etmesiyle uluslararası düzeyde ve içerideki tepkilerle birleşince, 1980’de Türkiye tarafından “Maslahatgüzar” düzeyine indirilmiş olsa da, 1991’de yeniden Büyükelçilik seviyesine çıkarıldı. 1991 Körfez Savaşı’nda tam bir Amerikan ileri karakolu işlevi gören Türkiye’nin, İsrail ile savaş içerisinde geliştirdiği dostluk ve güven bağları, daha da sağlamlaştırıldı. Filistin halkının Amerikan saldırısını ve körfeze yaptığı çıkartmayı protesto etmesi ve FKÖ’nün Amerika’nın yanında saf tutmayışı ise, Filistin’in Amerika-İsrail ve Türkiye ittifakının da hedefleri kategorisinde yer almasına neden oldu. Saddam’ın Kuveyt işgalinin Arap ülkelerinde de tepkiyle karşılanmasını değerlendiren ABD, başta Ürdün olmak üzere, Mısır ve diğerlerinin de açık veya zımni desteğini alarak, aslında tüm Arap-İslam dünyasına karşı bir savaş vermiş oldu. 1991 Körfez Krizi, İsrail-Türkiye yakınlaşmasında ileri adımın atıldığı bir dönemdir. Uzun yıllardır “Maslahatgüzar” düzeyinde süren ilişkiler, bu dönemde “Büyükelçilik” düzeyine çıkarıldı ve ardı ardına anlaşmalar imzalanması süreci başlatıldı.
İsrail, yine bu dönemde, Amerika’daki Yahudi lobisini Türkiye lehine bazı girişimlerde bulunmaya yöneltmiştir. “Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanan Yahudi-Türk dostluğu” olarak ifade edilen, Yahudilerin, İspanya ve Portekiz’den çıkarılmalarının ardından Osmanlı’ya sığınmalarının tarihi olan 1492’nin 500. yıldönümünde, İsrail’in Türkiye’ye yönelik övgü dolu propagandası ve Mesut Yılmaz gibi devlet adamlarına Amerika’daki Yahudi lobisince madalyalar takılması, Türkiye egemenlerini oldukça mutlu etmişti. Türkiye egemenleri, Amerika’da ekonomik ve siyasi nüfuza sahip ve basın alanında güçlü olan Yahudi lobisini, Ermeni ve Kürt sorunları karşısında harekete geçirmek için de, İsrail ile “tarihi dostluk bağlarına” önem verdiler ve bu bağları yenilemeye yöneldiler. Tabii, 1993 Oslo Anlaşması süreci de, Türkiye için ikili oynamayı “diplomatik tutum” olarak anlaşılır kıldı! Aynı yıl dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, İsrail’e bir ziyarette bulundu. Ağustos 1994’te MOSSAD, Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye teslim etmek için bir operasyon gerçekleştirdi. İsrail’in, söz konusu operasyonu Türkiye’den daha fazla taviz koparmak için başarısız sonuçlandırdığı iddialarıyla birlikte, MİT-MOSSAD diyalogunda ilerleme kaydedildi. İsrail, MİT’e çok sayıda teçhizat, suikast silahı ve teknik cihazı hediye olarak gönderdi. Örtülü ödenekten ayrıca yüksek miktarda ödeme yapılarak, MOSSAD’a bazı “iş takipleri” verildiği, daha sonra açığa çıktı. Kasım 1994’te Başbakan Tansu Çiller’in İsrail’e yaptığı ziyaret, ilişkileri en üst düzeye çıkarmış oldu. Bunu, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1996’daki ziyareti ve iade-i ziyaretin İsrail Cumhurbaşkanı Weizman tarafından gerçekleşmesi takip etti.
Ancak 1996 yılında Türkiye-İsrail Stratejik İşbirliği Anlaşmalarından sonra, Amerika-İsrail-Türkiye üçlüsünün Ortadoğu’daki ortaklık bağları, “İslam kardeşliği” bağını koparmada bir dönüm noktası oldu. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir, Şubat 1996’da İsrail’e gitti ve Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı ile İsrail Milli Savunma Bakanlığı arasındaki “Askeri Eğitim ve İşbirliği” anlaşmasını imzalayarak geri döndü. Yine “Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması”, Refah-Yol hükümeti tarafından, Türkiye tarihinin en büyük askeri işbirliği ve teknoloji transferi anlaşması olarak, Ağustos 1996’da imzalandı ve hemen arkasından, 1997’de Türk ordusunun sınır ötesi operasyonlarından birine katılan İsrail askeri gizli servis uzmanları, Kuzey Irak’a dinleme ve gözetleme sistemleri yerleştirerek, yolunda giden ilişkilere bir “güven düğümü” atmış oldular. Şubat 1997’de Genel Kurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın askeri işbirliği kapsamında yaptığı ziyaretin arkasından, İsrail Dışişleri Bakanı David Levy Türkiye’ye geldi. Yine 8 Aralık 1997’de İsrail Savunma Bakanı İzhak Mordeçay’ın ziyaretini, İsrail Meclis Başkanı Dan Tichon’un ziyareti izledi ve sonrasında 23 Mart 1998’de Sanayi ve Ticaret Bakanı Natan Sharansky’nin ziyareti ve İsrail Başbakanı Ehud Barak’ın Ağustos 2000 yılındaki ziyaretiyle, Türkiye ile İsrail, askeri ve diplomatik alanda yoğun bir trafik işletmiş oldular.
VE ŞARON MİSAFİR EDİLİYOR
Türkiye gerici egemen sınıfları 1953’te Mısır idaresindeki Gazze Şeridi’ne saldırı düzenleyen İsrail birliğinin komutanı olarak onlarca Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına, 1982’de Lübnan’ın işgalinde 60 bin Filistinli ve Lübnanlının katledilmesine, eğitilmiş Falanjist faşist çetelerle birlikte düzenlenen baskınla 1982 yılında 2000’den fazla Filistinlinin ölümüne neden olmuş, yine 3000 asker ve polis koruması altında 28 Eylül 2000’de ziyaret ettiği Kudüs’teki Harem-üs Şerif provokasyonundan bu yana 450 Filistinlinin ölümüne neden olmuş bir faşist katil olarak, birden fazla katliamın sorumlusu, Ariel Şaron Türkiye’ye davet edildi. Irkçı, Yahudi şeriatçısı ve Siyonizm’in bayraktarı, savaş suçlusu Şaron, Sabra ve Şatilla kasabı olarak insanlık suçu işlediği iddiasıyla Belçika’da hakkında tutuklama kararı verildiği bir zamanda ve hem de her gün katledilen Filistinlilerin görüntülerinin ekranlarda olduğu günlerde, ayağının altına halı serilerek törenle karşılandı. Türkiye egemen sınıflarının bu cüretli tutumunu tarih ve insanlık af edecek mi, bunu zaman gösterecek. Ancak, sınıfın ve emekçilerin partisinin Şaron’u ve onu davet eden egemenleri protesto sesleri, Nablus’ta öldürülen çocuklar ile Cemal Mansur’un cenazesinde bir araya gelen yüz bin Filistinlinin sesiyle birleşerek, Siyonizm’e, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilmiş bir yanıt olarak tarihe geçmiş oldu.
Medya adeta bir “yumuşak iniş” yaparak ziyaret vesilesiyle, İsrail’i “ittifak yapılabilecek güç”, Şaron’u da “ortak çıkarların savunucusu” olarak sunmaya özen gösterdi. Filistin halkının yıllardır çektiği acı, zulüm ve katliamların sorumlusunun İsrail Siyonizm’i olduğunu bilen ve bunu çeşitli yazılarında ifade eden Ali Sirmen, bir nasyonal sosyalist gibi tutum alarak, şöyle yazmaktadır. “Şu gerçeği görmek zorundayız; bugün için bölgede Türkiye ile İsrail’in ortak çıkarları mevcuttur. Türkiye’ye tehlike İsrail’den gelmiyor. Olaya bu açıdan yaklaşıldığında, iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinden bilgi alış verişine ve Türkiye’den İsrail’e su satışına kadar birçok alanda ilişkilerin geliştirilmesinde sayısız yarar var.” (Cumhuriyet 9 Ağustos 2001) Yine, Sami Kohen, Ortadoğu ve Türkiye halklarının tepkisini bilerek ve hesaplayarak, “İlişkilerin, ‘stratejik işbirliği’ olarak nitelendirilen ileri bir aşamaya ulaşması, kuşkusuz iki tarafın da bunda, kendi lehlerinde yarar görmesinin bir sonucudur. Yani Türk-İsrail ilişkilerinde bu noktaya ‘hatır’ için değil, ‘çıkar’ icabı gelinmiştir”, diye yazmaktadır. (Milliyet, 9 Ağustos 2001).
Bu ziyaret, tüm köşe yazarları ve yorumcu burjuva borazanlarca bu kapsamda değerlendirildi. Zira ABD’nin Ortadoğu-Kafkaslar-Orta Asya ve Balkanlar politikasında rol almış bulunan Türkiye’nin, “stratejik çıkarları” statüsünde anlaşmalar yaptığı İsrail ile girdiği ilişkiler, ABD taşeronu işbirlikçi burjuvazinin yazarlarınca çok önemsenmektedir. Ancak giderek ısınan Ortadoğu ve Kafkaslar coğrafyasındaki kavgada pozisyon almasıyla ilişkilendirilen bu ziyaretler, aynı zamanda, İsrail’in Filistin halkına karşı girişeceği topyekûn bir saldırıda Türkiye’yi yedeklemesiyle de ilişkilidir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük ziyaret kapsamında, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı ile görüşmesinin ardından Cengiz Çandar, Yeni Şafak’taki köşesinde, “İsrail ile iyi ilişkilere evet, gerdeğe girmeye hayır” diyerek, şöyle yazıyordu; “İsrail’in Türkiye ile ilişkileri ‘stratejik’ nitelikte midir? Ve İsrail’in İran’ı -bu arada gerektiğinde Irak ve Suriye’yi- ‘vurmak’ gibi bir niyeti var mıdır? Bu niyet, Türkiye toprakları üzerinde mi gerçekleşir? Bu üç sorunun cevabı da ‘evet’ tir. İlişki stratejik karakterdedir.” Daha sonra İsrail Genel Kurmay Başkanı Şavi Mofaz’ın ziyareti ve ardından Şaron’un davet edilmesi, durduk yerde peydahlanmış bir aşk değildir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in yaptığı Türkiye ziyaretiyle de birleştirildiğinde; son aylarda Türkiye’yi kuşatan bölgede ortaya çıkan ve giderek çatışma unsurları büyüyen gelişmeler, kendiliğinden anlam bulmaktadır.
Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya, çelişki ve çatışma öğelerinin hızla biriktiği ve patlamaya sürüklenen bölgeler olarak, iki önemli müttefik, İsrail ve Türkiye’ye hayati önemde görevler yüklemiş bulunuyor. Yıllardır Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya gibi coğrafi olarak yakın bölgelerde, ABD çıkarları ve dikkati nereyi işaret etmişse onun arkasından sürüklenmiş olan Türkiye egemen sınıfları, bugün ekonomik krizin etkisinde IMF ve Dünya Bankası’na teslim olmuş olarak, ABD’nin savaş arabasına fazlasıyla mahkûm edilmiş durumdadır. Ortadoğu ve Kafkaslar gibi savaş senaryolarının yazıldığı bölgelerdeki sıcak gelişmeler karşısında, halkı, “dış düşmana karşı uyarmak”, “ulusal güvenlik” gibi laflar edenleri hizaya getirip önüne katmak ve “ulusal çıkarlar için” işçi ve emekçilerin hak ve özgürlük taleplerini ezmek bakımından da durumu değerlendiren egemen sınıfların, önümüzdeki süreçte, işçi ve emekçilerin gelişen güçlü öfkesini manipüle etmede kullanmak isteyecekleri kesindir. Sınıfın partisi ile egemen sınıflar arasında kıyasıya devam edecek bir mücadele süreciyle karşı karşıya bulunmaktayız. Bu durumda “Türkiye ne yapacak” sorusuna egemen sınıf cephesinden verilecek yanıtın bir bölümü şöyledir; “Ülkemiz yaramaz devletler ve istikrarsız bölgelerle çevrili olup KTS (kitle tahrip silahları) tehdidinin ve yayılma tehlikesinin en sıcak hissedildiği yerlerden birisidir. Füze savunması yıllardır Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç listesinde yer almaktadır. Kafkaslarda ve Orta Asya’da artan çıkarlarımız bu bölgelerin daha güvenilir kılınmasını gerekli kılmaktadır. Görünen odur ki Türkiye, füze savunma sistemi konuşlandırılacak ülkeler arasında ön planda yer alacaktır. Bu mülahazalar ABD önerisine olumlu bakmamıza neden olabilecek ağırlıktadır. ” (Em. Hv. Korgeneral Sadi Ergüvenç, Feza Savaşları, Ulusal Strateji Mayıs-Haziran 2001) Son bir ay içindeki gelişmelerle, Türkiye sınırına Füze Savunma Kalkanı ve sistemlerini yerleştirmede ortamın “kıvama” sokulduğunu görmek mümkündür.
Öte yandan Ortadoğu’daki Arap-Müslüman ülkeler, aralarındaki husumet, çekişme ve çatışmaları gözden geçirerek bir araya gelmenin arayışına girdiler. Hafız Esad’ın ölümü vesilesiyle bir araya gelen Arap liderler, 1996 Kahire Arap Zirvesi’ndeki kaygılarını yenileyerek, bölgedeki ciddi gidişat karşısında birleşme refleksini geliştirmeye yöneldiler. Öyle ki, Amerikan uşaklığında birkaç kuşak tescilli, 1996 Haziran’ında İsrail ve ABD ile işbirliği anlaşması imzalamış olan Ürdün bile, son aylardaki hızlı gelişmeler karşısında “arada” kaldı. 1996 Arap Zirvesi sonuç bildirgesi “itinalı” bir üslupla Türkiye-İsrail ittifakının yaratacağı yeni dengelere dikkat çekmişti ve bu tarihten sonra Irak-Suriye sınır ticareti 17 yıl sonra yeniden başlatıldı. Suriye ve Irak arasındaki buzlar erimeye başladı. Karşılıklı diplomasi ve enformasyon amaçlı bürolar kuruldu, ilişkiler geliştirildi. Amerikan yandaşlığıyla Arap halklarının ve Mısır halkının tepkisin çeken Hüsnü Mübarek. ABD-İsrail-Türkiye ortaklığıyla 1997’de birincisi gerçekleştirilen Denizkızı tatbikatını eleştirip “bu gidişat muhtemelen savaşa yol açacak” diyerek, tepki göstermişti. Irak, bir yıl sonraki İkinci Denizkızı tatbikatı için “Arap dünyasına karşı bir provokasyon” değerlendirmesini yapmıştı. Arap-İslam ülkelerinin hemen tümü tarafından. Türk-İsrail ortaklığı, “1948’den bu yana Araplara yönelik en kapsamlı tehdit, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en tehlikeli ittifak” olarak algılandı ve geniş tepki uyandırdı. Suriye-İran, İran-Irak ilişkileri ve diyalogu artarken, Suudi Arabistan-İran ve yine Mısır-İran ilişkilerinde ilerleme sağlandı. 1997 yılında İran Dışişleri bakanı Mısır’a davet edildi. Aynı zamanda, Arap Birliği yeniden canlandırılmaya başlandı. İmzalanmasından sonra Enver Sedat’ın bir suikastla öldürüldüğü ve Mısır’ın Arap dünyasınca hain ilan edildiği 1978 Camp David Anlaşması’ndan bu yana, ilk defa, Arap dünyası, yeniden Mısır’a ve Mübarek’e gülümsemiş oldu.
28 Eylül 2000’de başlayan Filistin İntifadası’na şiddetli saldırılarla, savaş helikopterleri, roket, tank ve ağır makineli silahlarla yanıt vererek katliamlarına devam eden İsrail yönetimini protesto ederek büyükelçisini çeken Mısır, Ortadoğu’da İsrail’den sonra, ABD’den en fazla askeri yardım ve kredi alan ülke konumunu tehlikeye düşüren Körfez krizinde aldığı tutumu affettirmek ve ortamı yumuşatmak istediğini ifade eden bir tutum aldı. Suriye, yanı başındaki Türkiye’nin üç yıldan bu yana tehdit üzerine tehdit göndermesinden rahatsızlığını, Irak ise, ayakaltı edilen sınırları ve İncirlik’ten kalkan savaş uçaklarının keşif ve bombalama uçuşlarına karşı tepkilerini dile getirmektedir.
İran’ın İsrail ve Amerikan karşıtlığının da değerlendirilmesi amaçlı olarak görüşmeler başlatan bölge ülkeleri, Arap-İslam dünyasının birliğinden söz etmeye başladılar. Arap ve Müslüman olmanın, bölge ülkelerinin birliği için önemli bir doğal etken olduğu bilinmektedir. Türkiye bu gelişmeyi görmezlikten gelemiyor. Kapalı kapılar ardında yaptığı görüşmelere dair bilgi saklanırken, Ecevit, Türkiye halklarını ve Arap-İslam dünyasını aldatmaya yönelik olarak Şaron’a şöyle demektedir. “Barış istediğinizi Arap dünyasına inandırın. Aksi halde Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap ülkelerini de karşınıza alırsınız. Ayrıca Türkiye kamuoyunda da İsrail’e karşı olumsuz tepkiler oluşur. İlişkiler zedelenir.” (Milliyet, 9 Ağustos 2001) Yine Şaron’un ziyaretinden bir gün sonra, hükümet, tüm Arap ve Müslüman ülke büyükelçilerini davet edip gelişmelere ilişkin brifing vererek, onları “rahatlatmak” için çabaladı. Ancak tüm Arap basını, Türkiye’yi “emperyalist emeller peşinde” olmakla suçlamaktadır ve birleşmekten söz etmektedir. Ayrıca, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, Türkiye-İsrail işbirliğini ve Şaron’un ziyaretini eleştirerek, Türkiye’yi açık tutum almaya çağırdı.
Fakat tarihin gösterdiği gibi, Arap ülkeleri arasındaki birlik ve ittifaklar geçici ve biçimseldir. Emperyalizme karşı tutarlı bir tutum almayan, halkın demokratik özlemleri, ekonomik ve siyasi çıkarlarıyla örtüşmeyen bir birliğin ömrü olamaz. ABD ve emperyalist savaş odakları bunu bilmekte ve fütursuzca hareket etmektedirler. Kendi halklarının öz gücüne güvenmeyen, onları baskı ve zorla yöneten, sömürü ve zulmü derinleştirerek halka açlığı ve sefaleti dayatan, ama lüks ve sefahat içinde ömür süren, bir bölümü Amerika’ya ve emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayan ve defalarca kendi halkının katledilmesine göz yummuş, Arap halkını birbirine boğazlatmış, Filistin halkının katline, esir ve mülteci yaşamına onay vermiş, hatta bazıları desteklemiş, topraklarından kovmuş Arap ülkelerinin egemenleri, İsrail ile iyi ve dost ilişkiler geliştirmişlerdir. Ancak, kuşkusuz kendi gerici çıkarlarıyla da olsa, Arap feodal-dikta yönetimlerinin, bölge halklarını tehdit eden emperyalist, Siyonist ve gerici ve saldırgan bir birlik olan, Amerika-İsrail-Türkiye askeri güç birliği karşısında tutum almaları, giderek bir araya gelmeleri yine de iyi olacak ve halkların yayılmacı ve emperyalist hesaplara karşı tepkilerinin gelişmesi için koşulları uygunlaştıracaktır.
OSLO “BARIŞ” SÜRECİ VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Ortadoğu’da yıllardır akıtılan Filistin halkının kanı, emperyalizmin savaş ve silah kışkırtıcılığına malzeme olmaya devam ederken, Oslo süreciyle, Filistin halkının ve dünya halklarının beklentisi ve ümidi İsrail’in öncelikle 1967 yılında işgal ettiği Filistin topraklarından geri çekilerek, kurulacak bir Filistin devletinin özgür ve barış içinde yaşamasını kabul etmesiydi. Ancak öyle olmadı. Topraklarının yüzde 78’i işgal ve ilhak edilmiş Filistin halkının, 1967 yılında gasp edilen ve kuşatma altındaki Gazze ve Batı Şeria’daki toprakların yüzde 22’sinde bağımsız bir devlet kurmasına dahi izin verilmedi. Filistin halkının, kendi kaderini tayin ve bağımsızlık hakkı tanınmadı. Şiddet üzerine kurulu tutumunu sürdüren İsrail’in bunu devam ettireceği, son saldırı ve katliamlarla bir kez daha görüldü. Filistin topraklarını iade edeceğine dair Oslo’da taahhütlerde bulunmasına rağmen, bunları yerine getirmemek için, provokasyon üzerine provokasyon düzenledi. Oslo süreci bir belirsizlik süreci olarak kaldı.
Ancak, Eylül 2000’deki El Aksa intifadasıyla, bu belirsizlik ortadan kalkmış oldu. 1993 yılında başlayan Oslo süreci/anlaşması ve Madrid Konferansı’nda güvence altına alınmış hakları dahi yok sayarak, İsrail, Filistinlileri, Bantustanlara (Güney Afrika Irkçı Beyaz yönetiminin siyahları hapsettiği tel örgülerle çevrili bağımsız alanlar) hapsetmeyi öngörmekteydi. İşbirlikçilikte ilerleme kaydetmiş Arafat yönetiminin, satış sözleşmesi olarak da bilinen Oslo “barış” sürecindeki tutumu, Filistin halkı tarafından kabul görmedi, hazmedilmedi. 30 Eylül 2000’de 12 yaşındaki Muhammed al Durah’ın babasının kucağında kurşunlanarak öldürülmesiyle insanlık bilincine kazınmış olan Eylül 2000 intifadası, aslında Arafat yönetimine karşı da bir başkaldırı olarak değerlendirilmelidir.
Oslo sürecini, İsrail’in Filistin halkına karşı yeni bir oyunu ve mevzi kazanması olarak anlamak gerek. FKÖ’nün uzlaşmacı ve direnişle elde edilmiş hakları masa başında elden çıkarması tutumunun eleştirilmesi bir yana, İsrail, Oslo’da verdiği sözleri bile yerine getirmeyerek, halkın direnişe geçmesini sağlamış oldu. Oslo sürecinden sonra, yeni yerleşim alanlarını işgal etmeyi sürdüren İsrail, çıkmayı vaat ettiği bölgeleri terk etmemekte direniyordu. Filistin devletinin meşruiyetini tanımayan İsrail, Oslo süreci ile yalnızca Arafat’ın meşruiyetini tanımış oldu. İşgal ettiği topraklarda yeni yerleşim birimleri açan İsrail, Bati Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki serbest geçiş bölgesini de denetiminde tutarak yasak bölge ilan etti.
1995 yılında İzhak Rabin’in öldürülmesi ve ertesinde seçimleri Likud’un kazanması ve Netanyahu’nun Yahudilerin yerleşim alanlarını büyük oranda genişleterek Kudüs’ü kuşatacak bir yerleşim planını sürdürmesi, kargaşayı daha da artırdı. Gelişen tepkiler karşısında, Amerika, Netanyahu’nun tutumunu gözden geçirmek durumunda kaldı! Yeniden Oslo süreci gündeme getirilince, Netanyahu’nun işi de bitmiş oldu. Ama hükümetler ve başbakanlar, Siyonist ideali başarıya ulaştırmada araçtılar. İsrail Parlamentosu Kneset, bu yayılmacı emellerin başarısına endekslidir ve muhalefetin varlığı da böyledir. 1999’da Netanyahu’nun yerine Ehud Barak getirildi. Şimdi ise; Şaron aynı politikaları sürdürmektedir.
2000 yılı Temmuz ayında Camp David’de yapılacak olan zirve toplantısında Amerika ve İsrail, Filistin halkına kölelik koşullarında bir teslimiyeti imzalatmak ve bunu dünya kamuoyuna deklare etmek istediler. Barak, işgal ettikleri toprakların hanelerine geçirilmesini, dahası Kudüs’teki egemenliklerinin tescil edilmesini, Doğu Kudüs’teki bazı yerleşim birimlerinin ise Filistinlilere verilmesini öneriyor, ancak, sürgündeki Filistinlilerin geri dönüşünü kabul etmiyordu.
Oslo süreci, ABD’nin açık İsrail yanlısı tutumunu gözler önüne serdi. Öyle ki ABD, 242 nolu BM Genel Kurul Kararı’nı dahi işletmek istemiyordu. Bu karar, İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini öngörüyordu. Amerika’nın 1971’den bu yana İsrail’in lehine açık tutumu, tüm Arap âlemi tarafından bugün daha net anlaşılmış oldu. Amerika’nın “barış” girişim ve oyunlarını önemseyen ve “tarafsız arabuluculuk” olarak değerlendiren işbirlikçi Arap ülkeleri ve yönetimleri bile, durumdan “rahatsız” olduklarını açıklamak zorunluluğu duydular. Oslo “barış” süreciyle, Arap halkları arasında, FKÖ de dâhil olmak üzere, Arap yönetimlerine karşı tepki giderek artmakta ve “yönetenler ile yönetilenler” arasındaki ilişki giderek bozulmaktadır. Clinton-Barak-Arafat arasında yapılan görüşmelerde, Arafat’ın uzlaşmacı tutumuna rağmen, bir uzlaşma sağlanamamış olmasında; Arafat’ın imza atacağı anlaşmaların, yapılacak ilk seçimde başa geçecek yeni İsrail yönetimi tarafından tanınıp tanınmayacağı yolundaki endişeyle beraber, 4 milyon mültecinin Filistin topraklarına girişinin yasaklanması anlamı taşıyan hükmün ağır olması ile birlikte, gelişen tepkilerin altında kalacağı korkusu yatmaktaydı. Oslo “barış” süreciyle elde edilen kısmi yönetim ve yürütme “erki”, Arafat yönetiminin imtiyazlarıyla birlikte baskılarını da arttırdı. Statüsünü güçlendirmek için durumu değerlendiren Arafat, aynı oranda halk üzerindeki itibarını da yitirmeye başladı. Çeşitli muhalif gurupların etkisi arttı ve iş, Arafat’ın neredeyse MOSSAD tarafından korunur bir duruma gelmesine kadar dayandı. Giderek yozlaşan ve tepkileri baskıyla bertaraf etmeye çalışan Arafat yönetiminin, Oslo “barış” süreci boyunca ABD’ye mahkûm tutumu ve ondan medet umman bir yaklaşım sürdürmesine karşı gelişen büyük tepkiyi İntifada’da bulmak olasıdır. Rüşvet, yolsuzluk ve iltimasın had safhada yaşandığı, El Fetih lehine ayrımcılık yapıldığı, ihracat ve mali sorunlardaki yolsuzlukların ve yoz ilişkilerin İsrail yetkilileriyle kader birliğine ve ortak tutuma neden olduğu
Filistin’de, polisin halka zulmeden bir hale gelmesi, işkence ve kötü muamelenin yaygınlaşması gibi baskıcı yönetimlere has uygulamalar, henüz devlet olmamış Arafat yönetiminin uygulamaları olarak bilinmektedir. Bu durum, Arafat’ı direniş ruhundan uzaklaştırıp uzlaşmaya mahkûm eden koşulları da yaratmış oluyor. Ya da tersi.
Görüşmelerin Clinton’un son dönemlerinde sürdürülmesinden de bir sonuç çıkmadı. Daha önce Stocholm’de yapılan toplantıda varılan “mutabakat”ın burada “karaca bağlanacağı biçimindeki beklentilere rağmen, Mısır-İsrail Barışı olarak bilinen ve Mısır’ın mağlubiyetini ilan eden anlaşmaya ev sahipliği yapmış olan Camp David’de, kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelere ilişkin, kamuoyuna “resmi” bir açıklama yapılmadı. Ancak, en azından “çatışmasız” bir sürecin devam edeceği beklentisi bulunmaktaydı. Filistin halkına yönelik saldırı ve katliamların durdurulacağı ve Filistin halkının topraklarında can güvenliği içinde yaşayabileceği koşulların yaratılacağı ve Arap Doğu Kudüs’ün Filistin halkı lehine bir düzenlemeyle Filistin egemenliğine bırakılacağı beklenmekteydi. İsrail’in, duvarların gerisindeki Yahudi yerleşim birimleri olan Eski Şehir bölgesine çekilmesi, yıllardır Filistinliler tarafından dile getiriliyordu. Müslümanlar için kutsal sayılan bölgelerin terk edilmesi, Al-Aksa Camii, Haram al-Şerif ve Tapınak Tepesi gibi işgal altındaki yerleşim birimlerinden İsraillilerin çekilmesi ve buraların tüm askeri yığınak ve güçlerden temizlenmesi, yine İsrail’in Batı Yakası’ndan tamamen çekilmesi, Oslo Anlaşması’nda bulunan hükümlerdi. Gazze Şeridi ile Batı Yakası arasındaki haksız İsrail denetiminin son bulması ve 1967’de İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirerek işgal ettiği Batı Yakası’nın göbeğine yerleşmiş Yahudi birimlerinin boşaltılması ve buranın Filistinlilere bırakılması, bugün Filistin halkının en haklı ve acil yaşamsal talepleridir. Ancak, İsrail arkasına aldığı Amerikan desteği ile Filistinlileri sıkıştırma ve mevcut durumlarının sürgün olarak devam etmesini dayatarak, yaratılan “barış” ortamının İsrail için bir kazanıma dönüştürülmesi yanlısı olduğunu açığa vurdu. Amerika, Ortadoğu’da teslim alınmış bir Arap âlemi için Filistin sorununu kullanmak istiyor. İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarda meşru ve tartışmasız bir statüye kavuşması için atak yapan Amerika, Lübnan ve Suriye’nin “okey” vermesi ve Mısır ve diğer “uşak” Arap yönetimlerini ikna etmek için her yolu denemektedir. Mülteci Filistinlilerin topraklarına dönmesine rıza göstermeyen Amerika ve İsrail, onları birçok ülkeye dağılmış olarak yaşamaya mahkûm ederek, asimilasyona terk etmek istemektedir.
Başta İngiltere olmak üzere Sykes-Picot Anlaşması’yla Batılı sömürgeci güçlerin desteğinde İsrail’in işgali ve katliamları sonucu 1948’de yerleştiği topraklardan sürülmüş olan ve hâlâ mülteci olarak yaşayan, BM resmi rakamlarına göre 3 bin 200, aslında 3,5–4 milyon dolayındaki Filistinlinin, topraklarına dönmesine şiddetle karşı çıkan İsrail; yarım asırdır sürgünde bulunan Filistinlilerden sadece 10 bininin dönmesini kabul etmektedir. Oysa BM’nin 3236 sayılı kararı mültecilerin ülkelerine dönmelerini hak olarak tanımaktadır. Yine Filistinli mültecilerin vatanlarına dönmelerini öngören 194 nolu karara 1948 yılında imza atarak BM üyeliği kabul edilen İsrail’in, bu tutumunda ısrar etmesinin, haklı ve hukuki hiç bir dayanak bulunmamaktadır. Amerika da soruna böyle yaklaşmaktadır.
Direnişlerine bir gün bile ara vermeyen kahraman bir halk olarak Filistinliler, İsrail’in işgal ettiği ve geri vermediği topraklarına sahip olmak için, insanlığın şimdiye kadar az gördüğü büyük acılar yaşadılar. Ve bu durum değişmeden devam ediyor. Onlar, çöldeki çadırlarda, kamplarda ve geçici evlerde mülteci olarak, hastanesiz, okulsuz, susuz ve kanalizasyonun olmadığı, bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği sınır boylarında, birçok Arap ülkesinin esiri gibi yaşamaya mahkûm edildiler. Darmadağın edilmiş Filistin halkı, Arap ülkelerinin yanı sıra, Türkiye ve Avrupa ülkelerine dağılmış olarak, sefalet ve acı içerisinde yaşamaktadır. Lübnan, Mısır, Suriye, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan, Yemen ve Körfez Emirlikleri’nde bu ülkelerin dayattığı kötü koşullara mahkûm olarak, adeta esir olarak yaşamakta olan Filistin halkı; mahkûm edildiği mülteci yaşamla birlikte, bu ülkelerde “terör” olaylarının müsebbibi olarak değerlendirilip kovuşturmaya uğramakta, baskı görmektedir.
Filistin halkının Araplar ve Yahudiler arasında paylaşılıp eritilmesi kapsamlı İngiliz planı, hemen tüm Arap egemenleri tararından kabul görmüştür. Ürdün Kralı Hüseyin’in Eylül 1970’de ordularını Filistinlilerin üzerine sürerek 30 bin kadar ölüme neden olması, ancak Filistinlilerin davalarından vazgeçmeyerek sürdürdükleri direniş, Arap işbirlikçi yönetimlerinin tutumunu tözler önüne seren tarihi bir örnektir. 1967’de İsrail’in askeri ve politik olarak bir saldırı bombardımanına tuttuğu Filistin toraklarında halk, var olmak ile yok olmak arası bir durumla karşı karşıyaydı ve bu saldırıyı püskürtmek için büyük bedeller ödemek durumunda kaldı. Arap-İsrail Savaşı olarak tarihe iz düşmüş bu savaşın, aslında, bir Filistin-İsrail savaşı olduğunu söylemek, daha yerinde bir saptamadır. 1967’de, İsrail’e El Kerame’deki direnişle karşılık veren (Birleşik Arap ordularının 6 gün tutunabildikleri ve 6 Gün Savaşı ismini alan) direnişin sürdürülmesi, İntifada’nın mayası olmuştur! Yine, Suriye tararından desteklenmiş Falanjistlere, faşistlere karşı Tel Zaater kampındaki direniş, İsrail’in 100 bin askerle Lübnan’ı işgali ve Lübnan’da yaşayan örgütlenmiş Filistin kuvvetlerini ve halkını imha etmeyi amaçlayan Amerika, İtalya, Fransız, İngiliz “barış gücü” askerleri desteğindeki saldırıda 1500 Filistinlinin hunharca katledilişi, Filistinlilerin, kahramanca direnişe rağmen, Arap yönetimlerinin ihaneti sonucu 1983 yılında Beyrut’u terk ederek Bekaa Vadisine çekilmek zorunda kalmaları, 1987’deki Balata Mülteci Kampındaki Filistin halk direnişleri, önemli bir birikim yaratmıştır. 1936’da sömürgeci İngiliz mandacılığına karşı ayaklanma başlatan Filistinliler için inşa edilen “kale gibi” Gazze hapishanesinden 18 Mayıs 1987’de 800 Filistinlinin büyük firarı gibi, Filistin halkının daha eski tarihlere dönülerek söylenebilecek bir direniş tarihi vardır. 1956’da İngiliz, Fransız ve İsrail üçlüsünün Süveyş Kanalı’na karşı giriştikleri saldırıda da, Mısır halkıyla beraber Filistin halkının direnişi önemli bir yer tutar. 1929’de İngilizlere ve Siyonistlere karşı Kudüs ve çevresindeki, 1936’da yine İngilizlerin himayesinde Siyonistlerin kışkırtılması ve Filistinlilerin katledilmesine varan saldırılara karşı ve Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletine karşı patlak veren nice Filistin halk ayaklanmaları ve direnişleri gibi…
FİLİSTİN HALKI, HAKLI DAVASINI KAZANACAKTIR
Gazze Şeridi’ne 1967 yılından bu yana 6–7 bin Yahudi’yi yerleştirerek burayı adeta “sürekli çatışan bölge” haline getiren İsrail, Filistinlileri, bu 360 km2’lik alana sıkıştırarak provokasyonu sürdüreceğini gösteriyor. 1967 yılında işgal ettiği topraklardan geri çekilmeyi öngören 242 nolu BM Genel kurul kararını yerine getirmemekte direnen İsrail, bugün üstüne üstlük işgal ettiği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’yı paylaşmayı dayatmaktadır. İsrail, Arap topraklarını işgal ederek, ardından Polonya, Romanya, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerindeki Yahudi göçmenleri toplayarak, bölgede çok yönlü bir güç olarak, ABD’nin vurucu timi oldu. Amerikan emperyalizminin silah, cephane ve teknolojiyle desteklediği ve finanse ettiği İsrail, Filistinlilerin anavatanını tamamen ele geçirme emelinde adım adım ilerlemektedir, İsrail, bölgede, tüm Arap halklarına karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak, ABD’nin atak ve manevralarının önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir, İsrail ve gerici Siyonizm, Ortadoğu bölgesinde ve Arap halkları arasında pimi -ABD’den habersiz çekilemeyecek olmakla beraber- çekilmeye hazır bir bomba gibidir. Filistin halkıyla beraber, Ürdün, Mısır ve Suriye ve yanı sıra, petro-dolar zengini Kuveyt, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri üzerindeki etkisini daha da güçlendirmek ve tam bir tahakküme dönüştürmek isteyen ABD, Iran Şahı’nın devrilmesiyle kaybettiği büyük müttefikinin acı sonunu bilerek ve hatırdan çıkarmayarak, bölgede hiç bir ülkeyi “kendi başına” bırakmamaya çalışmaktadır.
Ülkelerindeki hâkimiyetlerini petrol zengini konumlarından alarak muhafaza eden Arap gerici yönetim ve liderlerinin, emperyalizmin kuklaları olarak, birbirleriyle “barışık” olmamalarında da ABD’nin önemli rolü vardır. Petrol zengini olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Körfez Emirlikleri, Irak, İran; diğer Arap ülkeleri üzerinde etkide bulunmakta ve onlara yön verebilmektedirler. Aynı zamanda askeri olarak önemli bir güç durumunda olan Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Yemen ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinin yönetimlerini etki altına almakta ya da etkisizleştirmektedirler. Geriye dönüp bakıldığında, Filistin halkının katledilmesine seyirci kalan petrol zengini ülkelerin, ABD’nin bölge planlarına aykırı hareket etmemeye özen gösterdikleri görülecektir. Geleneksel İngiliz ajanı bir aileye mensup olan Ürdün Kralı gibi, Suudi Arabistan Kralı, Yemen yönetimi, İngiliz ve Amerikan uşaklığında hiç bir zaman tereddüt göstermediler, İsrail ve Ürdün, ABD’nin bölgedeki silahlı güçleri olarak, Arap halklarının her ileri adımının karşısında oldular. Mısır ve Suriye’ye saldıran İsrail, bölgede, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin çıkarlarına yönelik ne zaman bir tehdit emaresi görülse, o zaman, azılı bir provokatör olarak, harekete geçmektedir.
Öte yandan, uzun yıllar iç çatışmalar, Hıristiyan-Maroniler ve çeşitli Müslüman mezhepler arasındaki çatışmalarla kasıp kavrulmuş olan Lübnan’da ve tüm hâkimiyetin İsrail’in elinde olduğu Gazze Şeridi’nde, Arafat’ın “Pax Amerikana” çözümüne karşı olan diğer Arap direniş örgütlerinin de etkinliği bulunuyor ve bu giderek artmaktadır.
İsrail, Filistinlilerin de yaşadığı topraklarda Filistin halkının söz ve karar hakkına ve bunun güvence altına alınmasına şiddetle karşı çıkıyor. Çeşitli anlaşmalarla ifade edilen “kabul” tutumu da, pratikte hayat bulmuyor. Gazze Şeridi ve Batı Yakası’nda kontrolü tamamen ve sürekli olarak elde tutmayı stratejik bir sorun olarak değerlendiren İsrail, bombalar ve mayınlarla dolu olan ve Arap halkınca “ölüm mezrası” olarak anılan Yeşil Hat’tın ancak bir bölümünü Filistinlilere vermeyi önermekte ve karşılığında Ürdün Vadisi’ne talip olmaktadır. Filistinliler ise, mevcut durum dahi bozularak, Filistin halkının emperyalizm ve İsrail Siyonizm’inin tüm saldırı ve katliamlarına rağmen elde tuttuğu topraklarda “antlaşmalarla/kontratlarla” kiracı gibi bir statüye kavuşturulmak istenmektedir. Oslo sürecinde, Filistinlilerin tarih boyunca uğradıkları manevi kayıplar, maddi zenginlikler ve bunların telafisi söz konusu edilmemiştir. Aksine, Batı Yakası’nda yaşayan Filistinlilerin toprakları üzerinde tam hak sahibi olmayı ve yerleşik halkın yaşadığı toprakların tamamına yakınının denetimine verilmesini isteyen İsrail, diğer yandan, zorla denetimi alında bulundurup ilhak ettiği hiç bir yerleşim birimini Filistinlilere bırakmaya yanaşmamaktadır.
Bu çerçevede, Filistin sorunu, yakın bir zaman diliminde çözülecek gibi görünmemektedir.
Eylül 2001
GAP ve Kürt sorunu
GAP, Türkiye egemenleri tarafından üzerinde fırtınalar koparılan bir proje. Bölge ülkelerinin ilgi odağı olan GAP, dünya devleri tarafından da önemsenen “büyük çaplı” bir proje. İçinde yer aldığı bölgenin özgünlüğü, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya’ya yönelik hesaplan olanlar bakımından projeyi daha da önemli kılıyor.
Kürt sorunu gibi karmaşık bir denklemin göbeğindeki bu projeye ilgi karmaşık hesaplarla dolu. Bu yazı kapsamında GAP ve Tarım, GAP ve Sanayi, GAP’ın Sosyal Yönü; GAP, Çevre ve Kültür; GAP’ta Uluslararası işbirliği ve Uluslararası Su Kuruluşları ile İlişkiler, GAP’ın Finansmanı ve GAP’ta Ulaşılan Son Nokta’yı, bölgenin jeostratejik konumuyla bağlantısı içinde ele alacağız.
GAP’A GENEL BAKIŞ
“GAP Bölgesi” olarak tanımlanan geniş alanda, Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri bulunmaktadır. Bölge aynı zamanda Ortadoğu ülkeleriyle de sınır oluşturduğundan, ekonomik, coğrafi, siyasi ve askeri hesaplar bakımından önemli bir alan durumundadır, Kürtlerin yaşadığı coğrafya olarak on yıllardır süren bir mücadeleye, son 15 yıl boyutlanmış bir çatışmalı ortama sahne oluşu, halkın demokratik taleplerinin henüz karşılanmamış olması, güç ve pozisyonların sürekli değişiklik göstermesi, yine Türkiye, İran, Suriye ve Irak topraklarıyla birlikte üzerinde Kürtlerin yaşadığı geniş ama parçalanmış geniş bir coğrafyanın kesişme merkezinde bulunuşu da, GAP’ı önemli kılan faktörlerdendir.
Dolayısıyla GAP; Türkiye, Ortadoğu ülkeleri, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin hesapları açısından önemli bir sınır bölgesidir. GAP kapsamına girmeyen Kürt illerinin Ermenistan ve İran ile sınırı dâhil edilmezse, Güney’de Suriye, Güneydoğu’da ise Irak’la sınır olan GAP’ın yüzölçümü 75.358 kilometrekaredir. Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illeri Suriye ile sınırdır. Ve Suriye sınır uzunluğu yaklaşık 610 km’dir. Kilis, Karkamış, Akçakale, Ceylanpınar ve Nusaybin’de sınır kapıları bulunmaktadır. Ancak, Karkamış ve Ceylanpınar kapıları faaliyette değildir. Şırnak ili ayrıca Irak ile de sınırdır ve sınır uzunluğu yaklaşık olarak 378 km’dir. Silopi’de sınır kapısı bulunmaktadır, bugün en faal ticari kapı durumundadır. GAP Bölgesi’nde yaklaşık olarak 3,1 milyon hektar tarım alanı bulunmaktadır. Bu alanın 1,7 milyon hektarı GAP kapsamında sulanacaktır. Türkiye’de sulanabilir toplam 8,5 milyon hektar arazinin % 20’si, aşağı Fırat ve Dicle havzalarındaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nde yer almaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin toplam yüzölçümünün yüzde 9,7’sine denk düşmektedir.
Ayrıca, Türkiye enterkonnekte sistemine giren enerjinin önemli bir bölümünü üretmekte olan Karakaya ve Atatürk Barajları ile Kralkızı ve Karkamış Barajları’nda gerçekleştirilen hidroelektrik üretimi, Türkiye elektrik üretiminde önemli bir yer tutmaktadır. GAP Bölge Kalkınma idaresi tarafından Temmuz 2001’de yapılan açıklamaya göre; “GAP kapsamındaki barajlardan açılışlarından 2001 Haziran ayı sonuna dok yaklaşık 10,6 milyar dolarlık enerji elde edilmiştir. Enterkonnekte sisteme giren hidro-elektrik enerjinin önemli bir bölümü Karakaya ve Atatürk Hidroelektrik Santralleri (HES) ile Aralık 1999 tarihinden itibaren işletmeye açılan Kralkızı, Karkamış HES ve deneme üretimine başlanan Birecik HES tarafından sağlanıyor. Tesislerin açılışından 2001 yılı Haziran sonuna kadar üretilen yaklaşık 10,6 milyar dolar değerindeki toplam 117 milyar kilovat saatlik enerji, 34.2 milyar metreküp doğalgaz veya 44.3 milyon ton fuel oile eşdeğer bulunuyor.” GAP’ın Türkiye enerji üretimindeki payı, hidrolik enerjide % 42.7, tüm üretimde % 12.7’dir. GAP tamamlandığında ise, 7500 megavatın (MW) üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saat hidroelektrik enerjisi üretileceği hesaplanmaktadır.
Fırat ve Dicle Havzası Projeleri olmak üzere iki gruptan oluşan GAP kapsamında; 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali bulunmaktadır. Ayrıca 1,7 milyon hektar toprağın sulanmasını sağlayacak sulama kanalları inşası öngörülmektedir. Elektrik enerjisi üretimi, sulama sistemleri ve jeostratejik elverişliliği bakımından pazar ekonomisine sunulan GAP’ta toplam 13 baraj tamamlanmış ve 7 hidroelektrik santrali işletmeye açılmış durumdadır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir alanın % 20’sine; planlanan elektrik enerji üretimi ise, Türkiye toplam yıllık elektrik enerjisi potansiyelinin % 22’sine eşdeğerdir. GAP Bölgesi 75 bin km karelik geniş bir alana sahiptir ve bu alan içerisinde farklı iklim istekleri olan zeytinden fıstığa, narenciyeye kadar geniş yelpazede ürünler yetiştirilmektedir. Bölgede 3,1 milyon hektar tarım arazisi, 1,1 milyon hektar orman arazisi ve 2,3 milyon hektar çayır ve mera arazisi bulunmaktadır. GAP Master Planı’nın 1990–2005 dönemi sonu itibariyle belirlediği hedef ve büyüklüklere ulaşabilmek için yapılması öngörülen kamu yatırımları finansman ihtiyacı, 2000 yılı sabit fiyatlarıyla toplam 14 katrilyon 865 trilyon 753 milyar TL’dir. GAP için 1999 yılı sonuna kadar 14 milyar ABD doları harcama yapıldığı açıklanmıştır. 32 milyar dolar olarak öngörülen Proje kapsamındaki kamu yatırımlarının nakdi gerçekleşme oranı 2000 yılında % 44 olarak açıklanmıştır. (Kaynak: Başbakanlık GAP Kalkınma İdaresi Başkanlığı Dergisi, “GAP’ta Son Durum”, Haziran 2000) 2010 yılında bitirilmesi tasarlanan projenin bugüne kadar süren çalışma gözlenerek hedeflenen zamanda bitirilemeyeceği uzmanlar tarafından da belirtilmektedir. Yıllardır bölgeye yatırım yapılmadığı, harcamaların daha çok silahlanmaya gittiği ve “güvenlik” amaçlı yapıldığı bilinmektedir.
Aşağı Fırat ve Dicle Havzaları’ndaki geniş ovalardan oluşan GAP Bölgesi’nin bakir ve verimli toprakları; su, ısı ve güneş gibi doğal bileşenlerin zenginliği ve uygunluğu bakımından uluslararası tekellerin ilgi alanları içerisinde bulunuyor.
GAP bölgesinde mevcut sulama sahalarında yapılan pamuk üretimi Türkiye pamuk üretiminin üçte birini karşılamakta ve iklimin elverişli olması halinde bölgede yılda iki ürün elde edilebilmesini mümkün olmaktadır. Bölge doğal yapısı itibariyle hayvancılık için de oldukça elverişlidir. Son on beş yıldır bölgede süren sürgün ve baskı politikaları sonucu olarak, yayla ve mera yasağı nedeniyle can derdine düşmüş bölge halkının hayvancılık yapamadığı bilinmektedir. Emperyalistlerin, IMF ve Dünya Bankası’nın sömürgeci politikalarıyla işbirliği içindeki Türkiye egemen sınıfları daha önce özelleştirerek bitirdikleri, Et Balık Kurumu, Yem Sanayi, Süt Endüstrisi Kurumu, Zirai Donatım gibi tarım ve hayvancılık bakımından önemli kurumlardan sonra, Tekel ve şeker fabrikaları da özelleştirmeyle bitirilerek, bölge, yabancı tekellerin istedikleri ürünleri ektikleri ve istedikleri gibi yatırım yaptıkları bir açık pazara dönüştürülmüş olacaktır. Gümrüksüz ihracat ve sunulmuş diğer sömürü avantajlarıyla bölge açık yağmaya hazır hale getirilmektedir.
Kürtlerin tarihi ve toplumsal durumlarına ilişkin hak taleplerinin Cumhuriyet’in kuruluşuyla paralel, 1920 yılı sonunda başlayıp 1921’de süren Koçgiri halk hareketiyle gündeme girdiği bilinmektedir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları en kapsamlıları olmak üzere onlarca başkaldırı hareketi yaşandı. Ancak, her defasında bastırılan ve ezilen tüm isyanlar “bir grup çapulcu veya şakinin başkaldırısı” olarak değerlendirildi. “(…) Efendim mevzuu müzakere olan Koçgiri meselesi hükümetin zaafından bilistifade beş-on çapulcu isyan etmiştir.” (Konya milletvekili Vehbi Efendi, TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 2, s. 272) Cumhuriyetin kuruluşunda Kürt sorununda inkâra endekslenmiş bir “kabul” söz konusudur. İlk yıllardaki aldatıcı “diplomatik” tutum yıllar geçtikçe açık bir inkâr, tedip ve tenkil biçimine bürünerek adeta değişmez politik resmi devlet tutumu olmuştur. Zara’dan Dersim’e ve Erzincan bölgesine kadar genişlemiş olan Koçgiri halk hareketi için dönemin içişleri Bakanı Dr. Adnan Bey mecliste durumu şöyle açıklamaktadır: “(…) Dersim’de şayanı endişe bir şey yoktur. Türklük ve Kürtlük diye bir konu yoktur. Yalnız Alişir (Alişer) adında biri, başına birkaç kişi toplamış oralarda dolaşıyormuş. Kemah’ın birkaç mahallesine saldırmış, birkaç ev yakmış, bir-iki yağmada bulunmuş.” (Erzurum’dan Lozan’a ve M. Kemal Paşa, s. 85) Daha sonraki yıllarda da, kapsamı ve etkisi ne olursa olsun tüm başkaldırı ve isyanlar “feodal başkaldırı”, “dinci-gerici isyan”, “dış mihrakların kışkırtması”, “terör ve anarşi” olarak değerlendirilmiş ve bölgenin geri kalmışlığının asılmasıyla “Kürt sorunu”nun da aşılacağı iddia edilmiştir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın esareti altındaki ulusların ve halkların bağımsızlıklarını ilan etmelerinin korkusunu taşıyan M. Kemal’in Kurtuluş Savaşı başlangıcında ve savaş koyunca Kürtlerin varlığını ret ve inkar etmeyerek onların varlığını kabul etmiş görünmesine rağmen,
Kürt feodal önde gelenlerim ve din adamlarını yanına almak için yoğun çaba sarf ettiği bilinmektedir. Kurulacak devletin Kürt Ye Türk halkının demokratik devleti olacağı açıklamaları ise, iktidar ele geçirildikten sonra “unutulmuştur”. Kürtlerin eskisinden farksız süren mevcut statülerine her itirazları olağanüstü tedbirlerle karşılanmış ve bu durum giderek olağanlaştırılmıştır. Sonrasında Kürtlere dayatılan koşullar bölgeye yönelik tüm yatırım ve çalışmaların da belirleyicisi oldu. Ekonomik, sosyal-kültürel, siyasal her proje ve yatırım bu politikaya hizmet ettiği oranda hayat buldu.
Ancak derin etkiler ve acılar bırakan bu politikalar, bölgede ne üretim ve verimlilik/gelişmişlik bakımından ne de zorla asimilasyonda başarılı olmuştur. 1925 isyanının şiddetle bastırılması, İstiklal Mahkemeleri’ndeki ünlü yargılamalar ve kitlesel idamlara eşlik eden toplu sürgün ve “Takrir-i Sükun Kanunları” ile baskı ve terör Türkiye sathına yaygınlaştırılmış oldu. Geri kalmışlık, feodal ilişkiler, ağalık, beylik ve şeyhlik gibi tarihsel toplumsal etkenler bölgede egemen sınıfın sarıldığı ve kullandığı tarihsel Kürt-Türk ilişkileri olmasına rağmen, Şefik Hüsnü revizyonizminin yedeklenmesinde olduğu gibi, “gerici başkaldırı”, “irticai kalkışma”, “genç Cumhuriyete karşı feodal hareket” gibi değerlendirmelerle Kürt sorununda “sol”, “sosyalist” ve “komünist” yaftalı çevreler manipüle edilerek yedeklenmesi sağlandı. TKP resmi tarihi, aynı zamanda Kürt halkının inkarı olarak Türk “sol”, “sosyalist” çevrelerde etkili oldu.
Şeyh Said isyanından sonra uzun yıllar Kürt sorunu egemenlerin resmi bakış açısıyla ya da onun derin etkisiyle değerlendirildi. ’30’lu yıllardan sonra resmi bilimsel çalışmalar kurumlar düzeyine çıkarıldı. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve diğer “milli” kurumlar aynı zamanda Kürtlere dair hummalı “bilimsel çalışmalar” başlattılar. Tarih, dil ve kültür alanında hazırlıklara başlandı ve Kütlerin “dağ Türkleri” oldukları tezi çok yönlü olarak işlendi. Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi geliştirildi. 1936 yılında yayınlanan Türkçe Sözlükte: “Kürt: Çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret olup bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak, İran’da yaşayan bir topluluk adı ve bu topluluktan olan kimse.” olarak tescil edildi. Bu kurumlarca ırkçı ve inkârcı görüşler resmi görüşler olarak ders kitapları, TRT gibi kitlesel araçlarla ve “bilimsel”lik iddiasıyla yaygınlaştırıldı. Kürtlerin “dağ Türkleri” oldukları bu tür “bilimsel” çalışmalarla ispatlanmaya çalışılırken diğer yandan bölgede başlayacak yatırım ve çeşitli düzeylerde toprak reformlarıyla durumun değişeceği ve halkın kaderini belirleme hakkı iddiasından vazgeçeceği yönlü yaklaşımın ürünü olarak. Mustafa Kemal bölgenin su, enerji, toprak ve hayvancılık başta olmak üzere diğer doğal potansiyelinin değerlendirilmesi amaçlı projeler için direktifler verdi.
FIRAT VE DİCLE’NİN BARAJLAR SÜRECİ VE GAP
Bölgede ekonomik ve politik bir güç olunması zorunluluğuna dikkat çekilen bu tarihten sonra Fırat, Dicle ve irili ufaklı doğal su kaynaklarının değerlendirilmesi amacıyla Mustafa Kemal’in emriyle, 1936 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) kuruldu. EİEİ, ilk olarak Fırat üzerinde çalışmalara başlamıştır. “Keban Projesi” ile Palu, Kadıköy, Pertek, Keban Boğazı, Bakırhan, Karakilise, Sarsap ve Kömürhan’da rasat istasyonları kurulmuş, Keban Boğazında jeolojik ve topografik etütlere girişilmiş ve 1940 yılında Keban Barajı projesi tamamlamıştır. 1936’da başlayan başkaldırılar ve ’38’de Dersim isyanının bastırılmasıyla, Kürt sorununun bir daha gündeme gelmemek üzere geriye atıldığını düşünen egemen sınıflar, bu yıllarda bölgedeki projeleri rafa kaldırılarak bir süre gündemden düşürmüşlerdir, İkinci Dünya Savaşı koşulları ve Türkiye’nin yaşadığı “kıtlık” döneminde, baskıcı ve talancı despotik politikalar tüm ulus ve milletlerden emekçileri etkiledi; Hitler faşizminin Sovyet halkı karşısındaki gerileyişi ve yenilgisi sonrasında, dünya halklarında ve Türkiye emekçilerinde gelişen sosyalizm sempatisi ve Türkiye egemen sınıflarının buradan kaynaklı korkularına eşlik eden Kürtlerin tamamen inkârı ve bunun ispatı için hazırlanan ideolojik “bilimsel araştırma ve tezler”deki ilerleme, resmi-düzmece yaklaşımlarla devam etti. 1950’li yıllardaki DP iktidarıyla birlikte bu tutum artarak sürdü. Aynı zamanda Kürt işbirlikçi-feodal kesimiyle ilişkilerini geliştiren egemen sınıflar, kasaba, ilçe ve il merkezlerine yerleşerek güçlenen Kürt işbirlikçi sınıfıyla ilişkilerini güçlendirdiler. Bu ‘temsilci’ kesimler maddi ve manevi olarak her zaman desteklendiler. Palazlanan Kürt “işadamları” ile ilişkiler güçlendikçe karşılıklı “güven” de arttı. Ve önü açılan bu kesim, parlamento ve yerel düzeyde “yeni-modern temsilci sınıf” olarak, iş yerleri-ticarethaneler, otel işletmeciliği, tekel ve petrol bayilikleri, zirai aletler bayilikleri ve ulaşım gibi alanlarda nüfuz sahibi olarak “itibar” sahibi oldular.
1950–1960 yılları arasında bölgede yeniden bir “yatırım” çalışması başlatıldı ve Fırat ve Dicle üzerinde EİEİ tarafından sondaj çalışmalarına ağırlık verildi. 1954 yılında Diyarbakır, Dicle-Rezuk, Batman-Hüseyinkan jeolojik etütleri tamamlanmış ve aynı yıl Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) de kurulmuştur. 1959 yılında Dicle’nin Garzan ve Batman dilimi çalışmaları sürdürülmüş ve bu süre içinde Fırat’ın Murat kolu üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. 1961 yılında Diyarbakır’da kurulan Fırat Planlama Amirliği tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 1964 yılında Fırat Havzası’nın sulama ve enerji potansiyelini belirleyen “Fırat Havzası İnkişaf Raporu” hazırlanmıştır. Bu projeye göre, Fırat nehri üzerinde, Bilaluşağı, Şarap ve Kömürhan, yine Halfeti-Kömürhan arasında kalan suların birleştirilmesi ve Fırat’ın kolları olan Munzur ve Peri sularının toparlanması için ilk çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Murat nehri Bulanık civarından Muş’a kadar, Dicle’nin Batman bölümünde ise, Malabadi ve Hüseyinkan baraj yeri olarak tespit edilmiş ve 1962 yılındaki rapora ek olarak, 1966 yılında “Aşağı Fırat İnkişaf Raporu” geliştirilmiş ve Birecik ovasında Halfeti Barajı için hazırlık yapılmıştır. Dicle Havzasında aynı paralelde çalışmalar DSİ Diyarbakır Bölge Müdürlüğü’nce sürdürülürken, 1961 yılından sonra Dicle ve Fırat üzerinde geniş çaplı araştırma ve etüt çalışmaları devam ettirilmiştir.
1963 yılında özel sektörü teşvik adı altında bazı işbirlikçi çevrelere olanaklar yaratılarak Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) yatırım yapacak toprak ağası/işadamlarına büyük teşvikler sunularak, bu işbirlikçilerin “yatırım indirimi” teşvik tedbirleri vs. gerekçelerle maddi ve nüfuz olarak güçlendirilmeleri sağlandı. 1965 yılında inşaatına başlanan Keban Barajı 1973 yılında Türkiye’nin hidrolik enerjisini iki katına çıkararak enerji vermeye başladı. Keban Barajı GAP kapsamında olmamakla birlikte, Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış barajlarının düzenli su almasını sağlayan kilit konumunda olması nedeniyle de GAP için büyük önemdedir. 1966’da yapılan hesaplara göre; (Keban Barajı hariç) 13 baraj ve 6 HES ile 906.500 hektar sulama alanı ve 3.182 MW kurulu güç tasarlanmış ve 1967 yılında Suriye sınırı yakınında Dicle üzerinde Dermah, Rezuk ve başka alternatif barajlar için etüt çalışmaları başlatılmıştır. Aynı yıl Ceylanpınar-Akçakale sulama inşaatı başlatılmış ve Aşağı Fırat havzasının sulanabilmesi amacıyla Urfa-Harran, Mardin-Viranşehir, Ceylanpınar, Kızıltepe, Siverek-Hilvan bölgelerinde geniş çaplı etüt çalışmaları yapılmıştır. Çağ-Çağ santralının devreye girdiği 1968 yılında, Aşağı Fırat Projesinin depolama tesisleri, HES ve sulama kapsamlı olarak yerli-yabancı ortak firmalara ihale edilmiştir.
1960’lı yıllar Kürt sorununun “Doğu Sorunu” olarak yeniden gündeme girdiği yıllardır. ’67 “Doğu mitingleri” statükoya karşı kitlesel tepkinin mayalanmasında önemli rol oynadı. Diğer yandan egemen sınıflar yeni projeler geliştirerek, 1967–72 yıllarını kapsayan beş yıllık kalkınma planı ekseninde, yıllardır devam eden baskı ve inkârcı politik yaklaşıma yeni bir boyut kazandırdılar. Denetimi sağlamak ve asimilasyonu derinleştirmek amaçlı olarak dağınık köy ve mezraların merkezileştirilmesi projesi bu yıllarda devreye sokuldu. Bunun için bazı merkezler seçilmiş, yatırımlar için girişimler başlamış ve ayrıca özel sektörün de bu merkezlerde yatırım yapması için daha cazip koşullar ve olanaklar sunulmuştur. Vergi indirimi ve kredi olanakları sağlanmış, ayrıca Organize Sanayi Bölgeleri için teşvik araçları devreye sokulmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda, dünyada ulusal ve sosyal kurtuluş amaçlı direniş ve mücadelelerin yükseldiği, emperyalizme karşı başkaldırının yaygınlaştığı yıllardır. Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük kapsamlı geniş gençlik ve giderek halk yığınlarını etkisi altına alan eylemler Türk ve Kürt gençliği tarafından ilgiyle karşılanmakta ve onları harekete geçirmektedir. Devrimci düşüncelerin etkisindeki Türk ve Kürt gençleri Kürtlerin statüsünü bir kez daha sorgulayarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz savunurlar. Kürt sorununda yeni bir evre başlamıştır. Egemen resmi ideolojiyle bağlarını koparamamış reformist “sol” ile devrimci gençlik giderek ayrışmaya yönelir. Reformist-revizyonist ideolojik tutumla Kürt sorunundaki şoven tutumun reddedilmesi gündeme girmiştir. Kürt sorununda inkârcı ve asimilasyoncu egemen tutumun savunucusu veya etkisindeki “sol”la, Kürtlerin tam hak eşitliğini, geleceğini özgürce belirleme hakkını savunan anlayış bu yıllarda ayrışmaya başladı. Böylece sosyal şoven tutumlara karşı bayrak açılmış, Kürt aydın ve üniversite gençliği ile idam sehpasındaki son sözlerinde yansıyan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Kürt sorununa yaklaşımı tarihe geçmiş oldu. Bu yıllarda aynı zamanda bölgede egemenlere yakın ve işbirliği potansiyeli taşıyan kesimin desteklenmesi ve palazlandırılması amaçlı olarak toprak ağaları, şeyh ve nüfuz sahibi kesimlerle ilişkilerin daha da ilerlediği, yaygın karakol ve okul ağıyla zor ve asimilasyon at başı sürüyordu.
1970 yılında Dicle havzasında 37 baraj, 38 HES, 1.520 MW kurulu güç ve 210.000 hektar sulama alanı için planlama yapılmıştır. 1972 yılında 7.500 ha’lık Diyarbakır-Devegeçidi barajı ve sulaması çalışmaları başlatılmış ancak, 1973 yılından sonra bu planlama çalışmalarına yeniden ara verilmiştir. MSP-CHP koalisyonu döneminde bölgeye ilişkin yatırımlar ve “ağır sanayi hamlesi” gibi projeler daha sonra mizah konusu olarak hatırlanacaktır. (Erbakan’ın attığı temeller pikabın kasasına yüklenerek meclise getirilmiş ve dalga geçilmişti.) 1974 yılında 8.700 ha’lık Silopi- Nerdüş sulaması için inşaat çalışmaları başlamış iki yıl sonra da Karakaya Barajı’nın temeli atılmıştır. Şanlıurfa tünellerinin inşaatına başlandığı 1977’de, Karababa Barajı 60 metre yükseltilerek Gölköy ve Bedir barajlarını da kapsayacak ve kurulu gücü 2.400 MW olacak şekilde “Yüksek Karababa Barajı” ve HES planı hazırlandı. Ancak 1978 yılında bu barajın adı Atatürk Barajı olarak değiştirildi. 1983 yılında Atatürk Barajı ve HES inşaatına başlandı. 1985’te Kralkızı ve HES, bir yıl sonra da Dicle Barajı ve HES inşaatı başlatıldı. Su kaynaklarının geliştirilmesi ve merkezileştirilmesiyle, bölgenin sosyo-ekonomik yapısının değişeceği ve Ortadoğu’nun enerji, gıda ve su deposu olacağı hesapları yapan egemen sınıflar, 1986 yılında, bölge düzeyinde, tarım esas olmak üzere, sanayi ve tüm ekonomik yapıda köklü değişimlerin olacağı iddiasıyla başlatılan GAP’ı, DPT’ye (Devlet Planlama Teşkilatı) bağladılar. 1987 yılında Karakaya Barajı, 1989 yılında ise Hancağız sulaması işletmeye açıldı. En büyük baraj olan GAP kapsamındaki Atatürk Barajı ve HES inşaatında 1990 yılında su tutulmaya başlandı ve bir yandan da dolgu tamamlama çalışmaları sürdürüldü. Birecik Barajı ve HES Yap-İşlet Devret modeli ile yerli-yabancı özel şirketlere verildi. Bu baraj bitirilmiş olarak çalışır haldedir. Yine, Silopi-Nerdüş, Hacmidir sulaması, Garzan-Kozluk sulaması işletmeye açılmış, Atatürk barajı ve HES inşaatında 1, 2,3 ve 4 no’lu üniteler devreye sokulmuş ve HES’de üretim başlamıştır. 1993’te Atatürk Barajı ve HES inşaatında 5, 6, 7 ve 8 nolu ünitelere su verildi. 1991 ve ’92 yıllarında Harran Ovası sulaması III, IV ve V. Kısım inşaatları devreye girmiş ve aynı yıl Kayacık Barajı inşaatına başlanmıştır. Karakaya ve Atatürk Barajları’nda 1992 ve ’94 yılları arasında elde edilen elektrik enerjisi toplam 39 milyon kilovat saat olarak açıklanmıştır.
Silvan bölgesinde I ve II bölüm ve Suruç YAS Sulamasının kısmen faaliyete geçtiği 1977 yılında, Dicle ve Fırat üzerinde yapılan ayrı ayrı çalışmaların birleştirilmesi ve bir merkezde toplanıp su kaynakları çalışmalarının entegre bir kapsamla değerlendirilmesi amacıyla, daha önce Fırat ve Dicle Su Kaynakları Geliştirme Projesi olarak adlandırılan etütlerin Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) olarak isimlendirilmesi gerçekleştirildi. Böylece Fırat ve Dicle nehirlerinin sulama ve enerji üretimi için değerlendirilmesi, düzensiz akışı olan bu iki nehrin sularının dizginlenmesi amacıyla Fırat ve Dicle havzalarına ilişkin olarak 1960’larda başlayan etüt ve planlama çalışmaları, 1977 yılında “Güneydoğu Anadolu Projesi” olarak adlandırılmıştır.
Bugün kapsadığı alan bakımından Türkiye’nin yüzölçümü ve nüfusunun yüzde 10’una tekabül eden GAP bölgesi başlangıçta Fırat ve Dicle üzerinde sulama ve hidroelektrik santralleri amaçlı açıklanmış olmakla beraber, insan unsuru hep dışlanmıştır. Bölge halkının katılımı, söz ve karar sahibi olması gibi faktörler özellikle yoktur. Dikkat edilirse projenin hedeflerinin, politik amaçların başarısı kapsamında değerlendirildiği görülecektir. Projeye ödenek ayrılması da bu mantık üzerinden yapılmaktadır. “14 yılda ‘güvenliğe’ 200 milyar dolar ayrılırken, GAP’a 14 milyar dolar ayrıldığı” bilinmektedir. 22 baraj ve 19 hidroelektrik santrali inşaatı ile beraber, “kentsel ve kırsal altyapı, tarımsal altyapı, ulaştırma, sanayi, eğitim, sağlık, konut, turizm ve başkaca yatırımları” da kapsayacağı iddia edilen proje, merkezi yönetimin ihtiyaçları üzerinden ve emperyalizmin hesaplarına paralel gelişmelere bağlı olarak yeniden dizayn edilmektedir. GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanı Dr. Olcay Ünver bunu şöyle izah ediyor. “Böylece Güneydoğu Anadolu Projesi sadece dev boyutlu ve dev bütçeli bir yatırım paketi olma özelliğini çoktan geride bırakıp, hükümet dışı kuruluşların ve kalkınmaya konu olan hedef kitlenin katılımına ortam sağlayan düzenlemeleriyle uluslararası ilgiye de yoğunlukla konu olmakta.” (“Bir Bölgesel Kalkınma Yöntemi Örnek Olayı”, Önsöz, Emine Akın.)
GAP ULUSLARARASI PROJELER İÇERİSİNDE ÖNEMLİ BİR YERE SAHİP
GAP çerçevesindeki barajlar, hidroelektrik santralleri, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için sağlanan dış krediler ve bu kredilerin veriliş şartları, projenin geleceğini ve önemini de belirlemektedir. Proje tamamlandığında, yılda 50 milyar metreküpten fazla su akıtılan Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde kurulan tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin yüzde 28’inin kontrol altına alınacağı, 1.7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanmasını ve 7.476 megavatın üzerinde bir kurulu kapasiteyle yılda 27 milyar kilovat saatlik elektrik üretilmesini sağlayacağı hesaplanan GAP’ın meydana getireceği yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede gelir düzeyini 5 kat arttıracağı ve bölge nüfusunun yaklaşık 3.5 milyonuna iş imkanı yaratacağı var sayılmaktadır. Dünyadaki benzer projelerle kıyaslandığında GAP en ön sıralarda yer almaktadır. Emperyalizmin gözünü diktiği dünyanın değişik bölgelerindeki bu tür kapsamlı projeler aynı zamanda bir başka gerçeğe de işaret etmektedir: “Küresel dünyada, küresel yağma”.
ABD’de Tennessee Valley Authority (TVA) 1933, Brezilya’da Kuzeydoğu Brezilya Kalkınma İdaresi (SUDENE) 1960, İtalya’da Sicilya ve Sardunya adalarını da kapsayan Güney italya Kalkınma Fonu veya Ajansı 1950, Fransa’da Delegation al’Amenagement du Territoire et a l’Action Regionale (DATAR) ve bu kapsamdaki CAD, GID, SEPAC projeleri 1966, İspanya’da, Asturias ve Andalucía gibi bölgelerde, Instituto de Fomento de Andealucia (İFA) 1970, İspanya’nın en geri kalmış bölgesi olan Murcia Projesi IFM ve IMADE, Asturias Otonom bölgesini kapsayan IFR projesi, Singapur’da Economic Development Board (EDB). Japonya’da Hokkaido-Tokoku Development Finance Puplic Corportion (HDTFPC), Portekiz 1970, Birleşik Krallık Galler WDA 1970, Kuzey İrlanda ve İskoçya’da benzer projeler uygulanmaktadır. Bilinen büyük projelerle birlikte ismi anılan GAP, bu projeler içerisinde kapsam ve bölgesel önem bakımından ön sıradadır. Bu uluslararası projelerin yer aldığı bölgelerin çoğunda etnik/ulusal sorun ve geri kalmışlık/bırakılmışlık tespit edilebilir. Ve birbirlerinden farklı özgünlüklerle birlikte, ortak bir amaç her ülke egemenlerinin birleşme noktası gibidir. Ancak gizlenmiş bu gerçek şöyle formüle edilmektedir: “Diğer bölgelere kıyasla çok daha düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip olan ve tabii kaynakların bilinçsizce kullanıldığı bölgeyi kalkındırmak.” TVA sayılmazsa diğerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme alınmış projelerdir ve buralarda bölgesel etnik, ulusal ve demokratik hak ve özgürlük sorunları ağırlıktadır. Projelerde temel hedef; sömürü, yağma ve teslim alınmış, köleleştirilmiş yerli halklar olarak ifade edilebilir.
1933 yılında ABD Cumhurbaşkanı Roosevelt’in Tennessee Nehri ve çevresini kapsayan 400 km uzunluğunda ve 120 km genişliğindeki TVA projesi için hazırlanan yasanın imza töreninde söylediği sözler tüm projelerin temelini de atan taşlar olmuştur! “Özel sektör esneklik ve girişimciliğine sahip, fakat federal kamu otoritesi kullanabilen bir kuruluş.” 1957 yılında AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) antlaşma metninde “Değişik bölgeler arasındaki gelişme farklılıklarını azaltarak ve daha az gelişmiş bölgelerin kalkınmalarındaki gecikmeyi gidererek, ekonomilerinin birliğini güçlendirmeye ve uyumlu bir şekilde gelişmesini sağlamaya …” (DPT Avrupa Topluluğu ile İlişkiler Genel Müdürlüğü, Avrupa Topluluklarını Kuran Antlaşmalar) Kapitalizm, 1950 yıllarında yağmalayacağı alanlar keşfetmede atağa geçti ve girdiği tüm alanları yağmalamaya yöneldi. Bakir alanlar, ucuz işgücü ve söz konusu ülkenin pençeye alınması amaçlı olarak fonlar oluşturularak buralara yönelim hızlandı. Singapur buna örnek teşkil etmektedir. Bu hedefinin belirlenmesinden sonra, emperyalist tekellerce dünyanın dört bir yanında benzeri 50 kadar projenin başlatıldığı, ancak bunlardan 21’nin söz konusu bölgelerde derin yaralar açarak iflas ettiği bilinmektedir. Dışa bağımlı olarak gelişen bu projeler emperyalizmin konjonktürel ekonomik, siyasi, askeri çıkarlarına denk düştüğü oranda sürdürülmekte, değilse, herhangi bir nedenle verilen “hibe”, fon ve krediler kesilerek proje bitirilmektedir. Hindistan’da 1971 yılında Andhra Pradesh eyaletinin Karimnigar bölgesinde uygulamaya sokulan CSIR (Council of Scientific and Industrial Research) projesi bunu doğrulamaktadır. Söz konusu proje, 1975 yılında tarımda verimi arttırmak, küçük sanayi ve hizmet sektörünü canlandırmak amacıyla uygulamaya geçilmiş, ancak, “altyapı ve diğer zorunlu harcamalar için gereken kaynağın bulunamaması ve bölge dışı fonların yaratılamaması” gibi nedenlerle bu proje yüzüstü bırakılmıştır. Bölgede, küçük çaplı da olsa ortaya çıkan tarım ve küçük sanayideki gelişme de böylece bitirilmiştir.
GAP’IN FİNANSMANI VE ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ
Yatırım toplam tutarı 32 milyar ABD doları olan GAP’a, 1999 yılı sonuna kadar yapılan 14 milyar dolar eşdeğerindeki harcamanın büyük bir bölümü iç kaynaklardan karşılanmıştır. Türk ve Kürt emekçilerinin vergileri ve açlığı pahasına geliştirilen projenin “Türkiye’nin medar-ı iftiharı” olduğu bilinmektedir. ABD, Kanada, İsrail, Fransa ve bazı Avrupa ülkeleri ile başta Dünya Bankası olmak üzere diğer uluslararası kuruluşlar, bazı yabancı fon ve kredi kuruluşları, GAP’a finansal katkı sağlamada çaba göstermektedirler! GAP’ta bazı projelerin gerçekleştirilmesinde kullanılması kaydıyla, yabancı finans kuruşları, yaklaşık 2,9 milyon ABD dolarına eşdeğer miktarda hibe finansman sunmuşlardır.
GAP’ın toplam maliyeti sabit yatırım tutarı 32 milyar dolar olarak belirtilmektedir. GAP kapsamındaki barajlar ve hidroelektrik santrallerinin yapımı, içme suyu projeleri, sağlık projesi, tarımsal yayım ve araştırma uygulamaları projesi vb. için aşağıda dökümü verilen 2,1 milyar ABD dolarına tekabül eden dış kredi de bu rakamların içersindedir. (Kaynak Başbakanlık GAP idaresi Yayınları)
Dış kredi sağlayan ülkeler ve miktarları şöyledir:
ABD Exim Bank: 111 milyon $, İsviçre Ticari: 467 milyon $, İsviçre-Alman Ticari kredisi: 782 milyon $, Avrupa Yatırım Bankası: 104 milyon $, Dünya Bankası: 120 milyon $, Avrupa Konseyi Sosyal Kalkınma Fonu: 183 milyon $, İtalyan Hükümet Kredisi: 85 milyon $, Fransız Hükümet Kredisi: 33 milyon $, Alman Hükümet Kredisi: 15 milyon $, Avusturya Hükümet Kredisi: 200 milyon $, Toplam: 2,1 milyar $.
Başbakanlık GAP idaresi tarafından yapılan açıklamalar veri kabul edilecek olursa, “GAP Projesi”nin nakdi gerçekleşme oranı 1999 yılı sonu itibariyle henüz % 44 düzeyine ulaşmıştır. Bu gerçekleşme, sektörler baz alındığında; enerji projeleri bakımından % 75, tarımda % 12,8, ulaşım ve haberleşmede % 30, diğer kamu hizmetleri ve sosyal sektörlerde % 55,5 düzeyindedir. 2000 yılı Yatırım Programı’nda GAP’a 422 trilyon tahsis yapılmıştır. 2010 yılında bitirilmesi hedeflenen GAP’ın, 2010 yılı itibariyle tamamlanabilmesi için, yılda ortalama en az 2 milyar dolara gereksinim duyulmaktadır.
Proje geliştikçe bölgeye ilgi daha da artmaktadır. “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde temel atılımların uygulanmasına başlandığı ve kalkınma sürecinin, geri dönülemeyecek bir aşamaya ulaştığı noktada, yabancı ülke ve kuruluşların da GAP kalkınmasına katkıları yoğunlaşmıştır.” (GAP idaresi açıklaması.)
1995–1999 yılları arasında bölgeyi ziyaret eden grupların yıllara göre arttığı gözlenmektedir. 1995’te: 2539, 1996’da: 7151, 1997’de: 9254, 1998’de: 12785, 1999’da: 7184 ziyaret gerçekleştirildiği açıklanmıştır. Bu gruplar genellikle işadamları, diplomatlar, medya mensupları, kamu görevlileri, sivil toplum örgütü mensupları ve akademisyenlerden oluşmuş olup yerli grupların 9000, yabancıların ise 2000 kişi civarında olduğu belirtilmektedir. (Kaynak; Başbakanlık GAP idaresi istatistikleri) 1999 Eylül ve 2000 Haziran ayı arasında başta, ABD, Almanya, Hollanda, İngiltere, İsrail, Japonya, Fransa, İsviçre, Rusya ve İsveç’ten olmak üzere değişik amaçlarla defalarca heyetler bölgeye gelerek incelemelerde bulundular. Bölgede yatırımlara başlayan yabancı şirketlerin başında tekstil (% 33 İsviçre), inşaat malzemesi (% 50 Alman) cam elyaflı boru (% 50 Amerikan) ve gıda (% 50 İsrail) yatırımları gelmektedir. GAP-GİDEM tarafından yapılan bir araştırmanın 1995–1997 yılları arasında bölgedeki tesis sayısında % 60 oranında bir artışı (550’den 873’e) gösterdiği açıklanmıştır. Ayrıca son yıllarda Türkiye’nin gelişmiş bölgelerinden yerleşik büyük firmaların teknolojik ve büyük yatırımlarla ilgilerini GAP Bölgesi’ne yöneltmeye başladıkları da gözlenmektedir. Bölgedeki çatışma ortamının son bulması yatırımcıların iştahını kabartmış bulunuyor.
Bölgede yıllardır dayatılan politikalar sonucu ortaya çıkan ve giderek artan sorunları “çözmek” amacıyla 1977 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’yla başlayan ilişkiler “GAP’ta Sürdürülebilir Kalkınma Programı” kapsamında yürütülüyor. Kürt halkının varlığının kabulü ve haklarının özgürce kullanımı değil inkârı üzerinde şekillenen tüm projelerdeki temel mantık sömürü ve asimilasyon olunca, ortaya ilginç durumlar çıkıyor. Boşaltılan köyler, sağlıksızlık, eğitimsizlik, işsizlik, açlık, ailelerin parçalanmışlığı, sokakta kalan çocuklar, çocuk ve anne ölümlerindeki artışın nedeni olan politikalar orta yerde dururken, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile GAP İdaresi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği projelerin amacı “temel sosyal hizmetler” olarak ifade ediliyor. Sosyal amaçlı projeler çerçevesinde; Diyarbakır’da Sokakta Çalışan Çocukların Rehabilitasyonu, kırsal alanlarda okul servisi otobüsü hizmetleri ve Mardin’de gençlere yönelik projeler de GAP İdaresi’nce çeşitli uluslararası fonlardan sağlanan kaynaklarla yürütülmektedir. Kadınların “eğitim ve iş sahibi olmalarını” sağlamak amacıyla kurulan ÇATOM’larda (Çok Amaçlı Toplum Merkezleri) 14–51 yaşlarındaki kadınların Kürt, Arap, Süryani… olmaları gözetilmeden inkârcı bir yaklaşımla eğitilmeleri amaçlanıyor. Şanlıurfa, Mardin, Batman, Adıyaman, Siirt, Kilis, Gaziantep ve Şırnak il merkezleri ve ilçelerinde 2000 yılı itibariyle ÇATOM sayısı 22’ye ulaşmıştır. Eğitim, sağlık, konut, cinsiyet grupları arasında eşitlik, kentsel yönetim, çevresel sürdürülebilirlik, kurumsal ve toplumsal düzeyde kapasite oluşturulması ve halk katılımı alanlarındaki projeler aracılığıyla inkâr ve entegrasyonda mesafe kat edilmek isteniyor. Bu amaçlı 29 alt projeden oluşan Program’ın toplam bütçesi 5,2 milyon dolar olarak açıklanmıştır. 15 Haziran 2000 tarihinde İsviçre hükümeti ve UNDP arasında imzalan anlaşmaya göre bu projeye 2,2 milyon ABD doları kaynak aktarımı sağlanmıştır. Dünya Bankası, “Şanlıurfa-Harran Ovaları Tarla-içi ve Köy Geliştirme Hizmetleri Projesi” ile “GAP Kentsel Planlama ve Sanitasyon Projesi” için toplam 650 bin ABD doları hibe finansman sağlamış, takiben toplam 128,5 milyon ABD dolarlık kredinin Dünya Bankası’nca sağlanacağını açıklamıştır. “GAP çerçevesinde Türkiye ve ABD arasındaki işbirliği olanakları devamlı bir artış eğilimi göstermektedir.” (GAP İdaresi Kaynakları) Uluslararası tekeller ve özellikle ABD bölgenin birçok bakımdan önemini bilerek ve planlı olarak uzun vadeli çıkarlarına denk düşecek yatırımlar yapmaktadır. Örneğin bölgede yol, su, okul, sağlık, eğitim gibi temel insani ihtiyaçlara ilişkin hesaplar ve yatırımlarda cimri davranan ya da es geçen emperyalistler “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Çalışması” ile bölge için oluşturulan geniş proje stokunun yanı sıra aynı çalışmada öngörülen “GAP Uluslararası Havalimanı”nın mühendislik tasarımı ve fizibilite çalışmalarını hızla gündeme almışlardır. Bu proje GAP İdaresi tarafından ABD-Ticaret Kalkınma Ajansı’ndan sağlanan hibe ile gerçekleştirilmiştir. GAP Uluslararası Havalimanı inşaatına, Ulaştırma Bakanlığı’nca Mayıs 1998’de başlanmıştır. Hâlbuki bölgede mevcut 9 ilin 7’sinde asgari ihtiyaçları karşılayacak oranda havaalanı da mevcuttur. Ancak bölgede GAP’la birlikte 1985-1995 yılları arasında, örneğin kırsal su temini % 57’den 67’ye, kentsel su temini % 15’ten 57 düzeyine ancak çıkarılmıştır. Bölgede susuzluk toplumsal bir sorun olarak orta yerde durmaktadır. ABD Ticaret ve Kalkınma Ajansı (USTDA)’ndan GAP Uluslararası Havaalanı ve GAP Coğrafi Bilgi Sistemi (GAP GIS) projelerine büyük miktarda hibe sağlanmıştır, yine Arizona State Üniversitesi (ASU), San Diego Üniversitesi (SDSU) ve Tennessee Vadisi Otoritesi (TVA) ile GAP idaresi arasında ortak projeler yürütülmesi için birçok anlaşma bulunmaktadır. Eğitim işbirliğine yönelik çalışmalar son yıllarda artarak devam etmektedir. 1995’te kurulan IHA (INTERNATIONAL HYDROPOWER ASSOCIATION-IHA) ile ayrıca, “Kurak Alanlarda Tarımsal Araştırma Uluslararası Araştırma Merkezi” (İCARDA) ile GAF İdaresi arasında kırsal kalkınmaya ilişkin ortak araştırma ve projeler yürütülmektedir. Kanada Uluslararası Kalkınma Teşkilatından (CIDA) alınan finansman desteği ile CAMS/CODEMA firmaları ve yerli uzmanların katkıları ile hazırlanan “GAP Bölgesi Yaş Sebze-Meyve Hasat Sonrası Teknolojileri Projesi” kapsamında, stratejilerin belirlenmesi ve bölge koşullarına uygun olabilecek teknolojilerin araştırılmasına yönelik bir çalışma gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.
Ortadoğu halklarının tepkisini kazanan ve Filistin halkının yıllardır katledilmesi ve bölgenin bir barut fıçısına dönüşmesinde ABD ile beraber başrolü oynayan İsrail, bölgede Türkiye ile işbirliğine önem veren ülkelerin başında geliyor ve birçok kuruluş ile bölgeyi kuşatmış bulunmaktadır, İsrail Tarımsal Kalkınma işbirliği Merkezi (CINADKO), İsrail Kalkınma Araştırma Merkezi (DSC) ve İsrail Dışişleri Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Merkezi (MASHAV) ile GAP idaresi arasında işbirliği yürütülmektedir. Ayrıca aralarında Agro-Technology, Food Industrie Service, Yuran Metal, Juran Cav Systems gibi firmaların bulunduğu 65 İsrail tekeli çeşitli sektörlerde yatırım yapmak üzere girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’yi stratejik müttefik kategorisinde değerlendiren İsrail, sulama ve enerji ihalelerinde önemli bir pay sahibi olmuştur.
Yine Uluslararası Su Kuruluşları ile GAP idaresi arasında gelişen ilişkiler, suyun emperyalist ülkelerin elinde nasıl bir silaha dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye, 22 Mart 1996’da kurulan Dünya Su Konseyi’nin (World Water Council: WWC) ve yine 1996’da kurulan Küresel Su Ortaklığı (GWP) Teknik Danışma Komitesi’nin, merkezi İngiltere’de bulunan Uluslararası Hidrolik Enerji Birliği’nin (IHA), Uluslararası Su Kaynaklan Birliği’nin de (IW-RA) üyesidir. Bölgedeki su kaynaklarının nasıl kullanılacağına dair kararların zamanla “merkezileşeceği” ve giderek bu kurumlardan çıkacağı anlaşılmaktadır. Ülkelerin doğal su kaynakları da, petrol ve petrol tekelleri örneğinde olduğu gibi, belli ellerde toplanacaktır. Çok sayıda projenin kapsamı bölge kaynaklarının yağmalanması, bölge halkının köleleştirilmesi ve asimile edilmesi üzerinde sürdürülmektedir. Sosyal alanda tasarlanan “Toplumsal Değişim Eğilimleri”, “Nüfus Hareketleri”, “Kadının Statüsü ve Kalkınma Sürecine Entegrasyonu”, “Baraj Göl Aynasında Kalacak Yerleşimlerin İstihdam ve Yeniden Yerleşme sorunları” gibi araştırmaların hemen tümünde tarih ve küttür yağmalanmakta, halk acılar içerisinde yerleşim yerlerinden sürülmektedir. Sosyal alandaki bu uygulama sürecine halkın katılımını sağlamak için ve “sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmek üzere” GAP Sosyal Eylem Planı olarak devreye sokulan uygulamanın temel mantığı, ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle, bölge halkının çıkarına denk düşmemektedir.
GAP’IN YARATACAĞI SORUNLAR VE OLANAKLAR
2000 yılı haziran ayı itibariyle, GAP Sulama projelerinin % 12’si bitmiş (215.080 ha) olup, % 9’u inşaat safhasında (146.317 ha) bulunmaktadır. Başından beri uluslararası birçok kuruluş ve tekelin kredi, hibe ve kaynak aktarımı yapması, yine bölgedeki bazı barajların (Birecik Barajı gibi) “Yap işlet Devret” modeliyle uluslararası (Avusturya) konsorsiyumlar tarafından değerlendirilmesine bakılırsa, bölgenin bir enerji merkezi olarak denetim altına alınması ve GAP’ın zengin enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkaslar için bir “sınır kapısı” olarak bir üsse çevrilmesi planlanmaktadır. Tarıma yönelik dev kapitalist entegre işletme projeleriyle bölgenin bir gıda ambarı (tarım-hayvancılık) olarak hesaplanması, yeni tarım ürün türleri üzerinde yapılan çalışmalar, Fransa, İsrail ve Hollanda’nın seracılıkta kat ettiği mesafe, kurulan çiftliklerde daha şimdiden Avrupa standartlarını aşan düzeyde et ve süt verimiyle Koç-ATA grubunun Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’ni şimdiden kuşatması ve diğer girişimler; GAP etrafında oluşan büyük çıkar ve rant paylaşım kavgalarının işaretleri olarak değerlendirilebilir. Maydanoz tohumundan dev hidroelektrik santrallerine kadar her şeyin tekellerin eline geçtiği bölgenin hâkimiyetinin giderek emperyalist tekellerin ve işbirlikçilerinin tam olarak eline geçeceği söylenebilir. Başta ABD tekelleri olmak üzere uluslararası tekeller enerjiden tarıma, tekstilden telekomünikasyona kadar kıyasıya bir pay kapma çabası içerisindedirler. Enerji-su-gıda (tarım ve hayvancılık) merkezli yatırım alanı olan GAP’ın, aynı zamanda Kürt yoksul ve topraksız köylüleri ve işsiz Kürt emekçileri bakımından sömürü, talan ve asimilasyon kapsamlı bir “dev” proje olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Egemen sömürgeci yaklaşımın bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını işletmeye açmasının bölgede Kürt işçi ve emekçisine, bölge halkına katkısı önceki işletmelerden kalkılarak söylenebilir. Adıyaman, Batman petrolleri, Guleman, Ergani-Maden Bakır madeni işletmeleri, Mazıdağı fosfatı, Elazığ Krom işletmeleri, Şırnak asfaltiti, Keban Barajı (HES), Karakaya Barajı (HES) gibi büyük maddi kaynakların bölge kalkınması ve Kürt halkının yaşamına sunduğu “olanaklar” ortadadır. Hâlâ “geri kalmış bölge” konumu aşılamadı. Zira kaynaklar peşkeş çekilmiş ve talan edilmiş haldedir. Ergani-Maden işletmeleri özel sektöre devredildikten sonra kalan 20 personelini de Elazığ Ferro Krom tesislerine gönderdi. 1.030’ü işçi olmak üzere çalışan 1.531 emekçi, üç aydır maaş ve ikramiyelerini alamamaktadırlar. Etibank-Elazığ Ferro Krom işletmesi dünyanın önemli krom merkezlerinden biri iken 1 Temmuz 2001’de üretime ara vermiş, işçilere zorunlu emeklilik ve çıkış dayatılarak özelleştirilmesi hazırlığına başlanmıştır. Bu, rant çevrelerine peşkeş çekmenin ve taşeronlaştırmayla kölelik koşullarında işçi çalıştırmanın hazırlığı olarak değerlendirilmelidir.
Her politik çevrenin konumlanışı ve sınıf tutumu ölçüsünde bir anlam yüklediği “yeni dönem”, siyasal ve toplumsal ilişkilerdeki mevcut çelişki ve çatışma öğelerine yenilerini katarak gelişecektir. Ve elbette her politik çevre burada bir pozisyon edinecektir. Mevcut pozisyonlarda değişiklikler olacağı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bunun emekçiler lehine olması için durum iyi değerlendirilmelidir. PKK’nin YDD kapsamındaki politikalara her geçen gün daha fazla angaje oluşu, önümüzdeki süreçte işçiler ve kır yoksuları içinde, sınıf partilerine duyulan ihtiyacı daha da belirginleştirecek ve ezilen müttefik kesimlerde birleşmeyi arttıracaktır. GAP, Kürt proletaryası ve Kürt emekçi halkının devrimci partisinin sorumluluklarını daha da arttırmaktadır. Aydınlatma ve örgütlenme faaliyetinin kapsamı genişletilerek, halkın kendi kaderini tayin hakkının savunulması ve yayılmak istenen ideolojik bombardımanın etkisiz kılınması önem kazanmaktadır.
PKK’nin sunduğu ideolojik-politik zemini değerlendirmek isteyen egemen sınıflar, yaşananları inkârın verisi olarak kullanmak istemektedirler. 107 maddelik “Doğu ve Güneydoğu Eylem ve Kalkınma Planı”, Köy-Kent, Merkez Köy Projesi, köylerine dönmek isteyenlerin bir telsiz, bir silah verilerek korucu olmaya zorlanması ile yaygınlaştırılmak istenen koruculuk sisteminde ısrar, çatışma ortamının sürdürülmesi ve PKK’nin öne sürdüğü en geri taleplerin dahi kabul edilmeyip kayıtsız, koşulsuz teslim olmaya zorlanması, HADEP’in “Türkiye partisi olma” adına sürüklendiği liberal burjuva platformda yer edinme ve emekçilerin taleplerinden uzaklaşma tutumu, emekçi Kürt halk hareketine kanal açıp yön verme yerine “krizden çıkışın yolu erken seçimdir” açıklamalarıyla parlamentoya girmeyi garantileyen bir “ittifak” politikası arayışıyla hareket ediyor oluşu, yine baskıcı politikalardan dolayı yerel yönetimlere halk tarafından tanınan kredinin giderek tüketiliyor olmasının ortaya çıkardığı sorunlar ve bunların istismarı üzerinden sürdürdükleri politikalarla durumu “değerlendirmek” ve “kazanca” dönüştürmek isteyen işbirlikçi Kürt çevrelerinin çalışmaları “toparlanma” ve “yeni” bir Kürt partisi hazırlıkları dikkate değer gelişmelerdir.
Devlet güçlerinin şimdilik küçük çaplı, ama daha büyüklerinin de hazırlıkları süren sınır ötesi operasyonları, baskı ve yasaklardaki ısrar, Tunceli, Bingöl bölgesindeki operasyonlar ve devam eden tutuklamalar, Günlük Evrensel gazetesinin çıktığı gün bölgede yasaklanması, OHAL’in devam ediyor olması, dahası “sosyal patlama” açısından da bölgenin potansiyel tehlike olarak görülmesi ve “güvenlik” tedbirlerinin arttırılıyor oluşu, İsrail ile artan askeri ilişkiler, ABD ve AB’nin bölgeye yönelik askeri hesaplan, füze kalkanı hazırlıkları ve öteki baskıcı politikaların inceltilmiş olarak sürmesi, bölgenin işçi ve emekçilerinin önümüzdeki süreçte kapsamlı saldırıların boy hedefi olacağını gösteren verilerdir.
Ancak demokratik mücadele geleneğinin kitlesellik kazandığı son yirmi yılı unutmamak gerek. Kürt yoksul ve topraksız köylüsü, gençliği ve kadınları, işçi ve işsiz kitlesinin her geçen gün artan oranda sorunları ve talepleri, artan baskı ve sömürüye paralel süren zora dayalı uygulamalar halkın tepkisini topluyor. Direnme dinamiklerini birleşme ve tutum almaya iten gelişmeler, darlaştırılıp amacından saptırılan “serhıldan” tutumunu bölge halkı içerisinde yeniden tartışmaya açmış bulunuyor. Bu tartışma önümüzdeki dönemde derinleşmeye adaydır. Gelişmeler, egemen sınıfların sıkıntılarının da artacağını ve bölgenin, önümüzdeki yıllarda geçmişten değişik tarz ve düzeyde ama daha sıcak mücadelelere sahne olacağına işaret etmektedir. MGK’nın “sosyal patlama” korkusu yerindedir ve bölgedeki ezilen milyonlar bakımından bir hak ve özgürlük mücadelesine denk düşmektedir. Büyüyen tepkilerin örgütlü bir harekete dönüşmesi, bölge işçi ve emekçilerinin devrimci partisinin yerel örgütlerinin tutumuyla orantılı gelişecektir. Zira sınıfların mevzilenmesinde önümüzdeki süreç önemli olacaktır. Politik duruşların daha açık bir karakter kazanacağı bu gidişat içinde, aynı zamanda, bölgenin toprak ağaları ve işbirlikçi kesimleriyle emekçi halkı karşıt sınıf çıkarlarıyla daha belirgin biçimde karşı karşıya geleceklerdir. Bölgede emekçi cephesindeki ideolojik bulanıklık ve tereddütler yerini sınıf tutumuna bırakmaya yönelik olarak gelişiyor. Denebilir ki, her türlü ulusal özelliği yok sayarak entegrasyonu hedefleyen egemen sınıflar, GAP’ın kısmi bazı olanaklar sunması ve iyileştirmeler sağlamasını diğer gerçeklerin üzerini örten bir örtü olarak kullanmada bugün daha az olanağa sahiptirler. Egemen sınıflar ellerindeki ideolojik silahlarını, propaganda ve demagojik malzemelerini daha fazla yitirmiş olarak yeni bir sürece giriyorlar. Bu, çıplak zora, provokasyona vb. olan ihtiyacı artıracaktır. Gerilim ortamı sürdürülmek istenecektir, işbirlikçi Türkiye gericiliği, son 15 yıllık mücadeleyi, hak ve özgürlük kapsamlı demokratik halk muhalefetini bastırdığı hesabıyla ve gelişmeleri kendi lehine çevirmiş olma avantajıyla bölgede at koşturmayı hesaplıyor. PKK’nin çekilmiş olduğu “Yeni Dünya Düzeni” platformunda “barış” söylemli bir mücadeleye angaje oluşu ve bunu genel bir tutum olarak halka benimsetmek istemesi, yine pasif-sivil toplumcu itaatsizliğin yüceltilmesi ve genel bir yaklaşım ve mücadele tarzı olarak halka mal edilmek istenmesi, burjuva-liberal basın ve çevrelerce bunun pompalanması/desteklenmesi, egemenler bakımından baskıyla paralel olarak değerlendiriliyor. Bölgenin her karış toprağı yeniden değerlendirmeye alınmış gözüküyor. Egemen sınıf, halkı dışlayan politikaları sürdürerek, “bölgenin makûs talihi” ve “geri kalmışlığını aşmada GAP’ı önemli bir ideolojik silah olarak kullanmak istiyor.
GAP’IN TARIM POTANSİYELİ VE PLANLAR
Araştırmalara göre, GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, şimdiye kadar Türkiye’de devlet eliyle sulamaya açılan alana eşit bir alan daha, sulu tarıma açılacaktır. Buna bağlı olarak ürün miktarı ve deseninde önemli değişiklikler olacaktır. Örneğin buğday üretiminde % 90, arpada % 43, pamukta % 600, domateste % 700, mercimekte % 250 ve sebzede ise % 167 oranında artış olacağı varsayılmaktadır. Ayrıca bölgede bugüne kadar yetişmeyen ya da yetiştirilmeyen birçok ürün de yetiştirilecektir. Bölge’de soya, yerfıstığı, mısır, ayçiçeği ve fasulye yetiştirilmesi planlanırken ayrıca çok sayıda ürünün yetişmesi olanağı doğacaktır. Sulamanın getirdiği ikinci ürünler, yağlı tohumlar ve yem bitkileri olarak yetiştirilecek bu ürünlerle birlikte tarıma dayalı sanayinin gelişmesinin temeli de genişlemiş olacaktır.
Proje tamamlandığında, yılda toplam 52,94 milyar metreküpten fazla su akıtan Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki tesislerle, Türkiye toplam su potansiyelinin % 28,5’i kontrol altına alınacak, Çukurova’nın 4,5 katı olan 1,7 milyon hektarın üzerinde arazinin sulanması sağlanacaktır. Planlanan toplam sulama alanı, Türkiye’de ekonomik olarak sulanabilir toplam alanın % 20’sine denk düşmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin bölgesel kalkınma ekseninde en büyük yatırımı olan GAP’ın sulama projeleri tamamlandığında, sulu tarıma açılacak alanlarla GAP’ın sağlayacağı yüksek tarım ve sanayi potansiyelinin, bölgede ekonomik hâsılayı 4,5 misli artıracağı varsayılmaktadır. Bugün ise, GAP Bölgesi’nde sulama şebekeleri üzerinden 203.080 hektar alan sulanmakta ve Türkiye kütlü pamuk üretiminin yaklaşık % 36’sı sulanan bu alanlardan sağlanmaktadır.
ABD’NİN BÖLGEYE YÖNELİK ÇIKAR HESAPLARI
Temelleri yeni atılan projelere ek olarak büyük emperyalist devletlerin bölgeyi bir sıçrama tahtası olarak tasarladıkları, askeri alanda bölgeye yönelik hesaplarının kapsamını genişlettikleri, Türkiye’yi bölge jandarması olarak komşularıyla sürekli gergin halde tutmaya özen gösterecekleri ve bunun üzerinden Türkiye’nin silahlanmaya ve ABD’nin bölge cephaneliği olmaya mahkûm edileceği belli olmuştur. Arap, Acem ve diğer Ortadoğu halklarıyla düşmanlaştırılmış, Ermeni halkı, Kafkas halkları ve diğer halklarla barışık olmayan bir Türkiye’nin bölgede ABD ve emperyalistlerin savaş arabasına koşulacak uysal ata çevrilmesi kuşkusuz daha kolay olacaktır. Şimdiden ciddi tartışmalara neden olan füze rampaları ve bölgeyi bir askeri kapışma alanına hazırlayan çabaları ekseninde Çekiç Güç’ün bölgedeki rolü, incirlik Üssü’nün gölgesindeki GAP’la ilişkisi açısından gözden kaçırılamaz.
Bölge, zengin doğal kaynakları, büyük insan gücü ve stratejik konumu itibariyle emperyalist ülkelerin iştahını kabartıyor. Bu devasa doğal kaynak ve olanakların, bölgenin ve halkının gelişimi ve refahı amaçlı olarak değerlendirilmeyişinin Kürtler açısından bir “ulusal algılayış” düzeyinde olduğu söylenebilir. Bu “ulusal güvensizlik” batılı emperyalist güçlerce istismar edilerek bölge hamiliğine dönüştürülmek isteniyor. Batılı emperyalistler aynı zamanda halkın demokratikleşme özlemini de kullanarak bölgede bir güç olmayı hesaplamaktadırlar. On yıllardır direniş ve başkaldırı hareketleriyle dolu bir tarihe sahip bölge halkının taleplerinin bilincinde olan emperyalist tekeller, 15 yıl süren çatışmalardan sonra A. Öcalan’ı Türkiye’ye ortaklaşa teslim ederek aynı zamanda yeni bir süreç başlattılar. Son on beş yıldır ekonomik yatırım yapmaktan çekindikleri bölgedeki “yeni durumu” ekonomik ve askeri hesaplar bakımından yatırım yapmak ve değerlendirmek için, “ufak-tefek” kaygıları gidermeye çalışıyorlar. ABD, taşeron örgütü İsrail ile muhatap düzeyine düşürdüğü Türkiye’yi her geçen gün daha fazla çaptan düşürüp kendisine esir etmekte, ekonomik ve siyasi olarak kıpırdayamaz bir hale sokmaktadır. Batılı tekeller yıllardır ekonomik yatırımlar yapmayı uygun bulmadıkları, kaygıyla baktıkları bölgeye iki yıldan bu yana heyet üzerine heyet göndermeye, incelemelerde bulunmaya başladılar. ABD, AB ülkelerinin devleri, İsrail, Japonya, Kanada gibi ülkeler; “güvenlik”, verimlilik, toprak ve su kaynak potansiyeli ve zenginliği bakımından sondaj çalışmalarını artırdılar. Onlar her yeni gelişmeyi yeniden değerlendirmekle beraber, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelik yayılmacı hesaplarında paylaşım ve kapışmaya uygun pozisyon edinmek için hazırlıklarını sürdürüyorlar. Dicle ve Fırat, bu iki önemli akarsu GAP Bölgesi’nden geçerken geniş alanları etkisi altına alarak uzanıyor ve Basra Körfezi’ne karışıyor. Suriye ve Irak bu su kaynaklarından faydalanabilecek coğrafi koşullara sahipken, Türkiye, Suriye ve Irak devletleriyle suyun kullanımı konusunda sürekli problem yaşamaktadır. Egemen sınıflar bölgenin diğer kaynaklarıyla ilgili olduğu gibi, suyu da bu iki ülkeye karşı bir koz olarak değerlendirmektedir. Hem Kürtler hem de su, bölge ülkelerinin elinde birer şantaj malzemesi olarak kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’nin İsrail ile girdiği “stratejik ittifak” ve işbirliği ve su kaynaklarına ilişkin yapılan anlaşmalardan dolayı bölge ülkeleri ve Arap halklarıyla ilişkiler giderek daha da bozulmaktadır. Uluslararası durum, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bölgeye ilişkin oyunları ve sınır ülkelerinin aralarındaki sorunların sertleşmesi veya yumuşaması, suyun akışını da etkilemekte ve o oranda problem olabilmektedir.
ABD, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye gericiliğini hep “teyakkuz” halinde tutarken, İran’ın “pusuya yatmış” olduğuna ve “güvenilmezliğine” Türkiye’yi ikna etmiş bulunuyor.
“Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmayı hedefleyen İran (…) nükleer silah temin edecek, kıtalararası füze üretecek. Silahlanma yolunda hızla ilerleyen İran ülkemiz için de potansiyel tehdit oluşturuyor.” (Em. Hv. Orgeneral A. Çörekçi, “Ulusal Strateji” Kasım-Aralık 2000.)
Irak sınırları içinde yaşayan Kürtleri Talabani ve Barzani otoritesine zorlayan ve bir resmileşmiş “yönetim statüsü” verilmiş bu işbirlikçileri “koz” olarak kullanmayı garantilemeye çalışan ABD, Suriye’nin “kurnaz çöl tilkisi” olarak her zaman kendisini arkadan hançerlemeye ve “bölücü terör örgütleri”ni beslemeye devam edeceğine Türkiye’yi inandırmış olarak, bölgede rahat hareket etmektedir, İsrail Savunma Bakanı Benjamin Ben-Eliezer’in Temmuz ayında yaptığı bir günlük Türkiye ziyaretinde Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’yla görüşmüş olmasındaki olağanüstü hız Türkiye’nin durumunu çarpıcı olarak anlatmaktadır, İsrail Savunma Bakanı, görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada; “Bu dev ülkeyi sadece bir dost ülke olarak değil, bir stratejik destekçi olarak arkamıza almak büyük bir kazançtır” diyerek Ortadoğu’da Türkiye’yi mahkum ettikleri pozisyonu ortaya koymuştur. “Dahası, İsrail şirketleri Türkiye’nin güneydoğusundaki geniş kalkınma projesi için çok büyük boyutlu yatırımlar yapmanın eşiğindeler. (…) İsrail Büyükelçisi Uri Bar Nir, Türkiye’nin dünyada (ABD’den sonra) en önemli ikinci ülke olduğunu söylerken abartmıyordu.” (Prof. Bary Rubin, The Jerusalem Post, 11 Temmuz 2001).
Ortadoğu’nun kaygan zemininde yerinden oynayan bir taşın her şeyi altüst edebilirliğine rağmen, emperyalistler bölge için tüm bu rizikoları göze almaktadırlar. ABD, AB ülkeleri ve diğer kapitalist/yayılmacı ülkeler bölgeye yönelik hesapların ne denli önemli olduğu bilinciyle burada yer edinmeye çaba gösteriyorlar. Uluslararası çeşitli tekellerin temsilcileri, bölgedeki iş adamları, ticaret ve sanayi odaları, yerel yönetimler, yerel platform ve inisiyatiflerle, sendikalar, dernekler, gayri-Müslim cemaatler ve kurum temsilcileriyle (Keldaniler, Süryaniler, Ermeniler vb.) ve HADEP gibi politik muhataplarla ve bu partinin belediye başkanlarıyla görüşmeler yapmakta, havayı koklamaktadırlar. Çeşitli kurumlar ve bölge yerel yönetimleriyle değişik düzeylerde ekonomik, kültürel, sosyal ilişkiler geliştirmekte ve bölgedeki duruma tamamen vakıf ve söz sahibi olmayı amaçlamaktadırlar.
BÖLGEDE NORMALLEŞME VE YENİ MİSYONERLER
“Yaşamın normalleşmesi” amaçlı olarak sosyal ve kültürel etkinliklere “ipin ucunu kaçırmamak” kaydıyla izin veriliyor. Festival, film, müzik, sinema, panel, türü etkinliklerle araştırma grupları, dayanışma heyetleri vb. projeler oluşturularak maddi ve manevi olarak destekleniyor; konuklar askeri çadırlarda ya da resmi kurumlarda misafir ediliyor. Halkın “barış ve demokrasi” talepleri türlü vesilelerle istismar edilerek politik kazanca tahvil edilmek isteniyor. “Kirven Mehmetçik olsun” şenlikleriyle babası “çatışmada ölü ele geçirilen” çocuklara kirve olunuyor. Kurulan bu “geleneksel bağ”ın süresinin bir sünnet kesimi kadar olacağını bilen egemen sınıflar “ilişkileri çeşitlendirmek” için çaba sarf ediyor ve “sivil toplum örgütleri”ni devreye sokuyor. ÇYDD gibi ırkçı ve şoven politikalarla beslenen kurumlar organizasyonlar yapıyor, anneleri çocuk doğurmamak şartıyla genç kızlara burs veriyorlar. Bu amaçlı çalışmalarla bölgeye gelen heyetler -bazı aydınlar ayrı tutularak- adeta yeni dönemin misyonerleri gibi davranmaktadırlar. Bölgedeki bu tür ziyaretlerde baskı politikalarının sözü edilmemektedir. Aksine, acıların kaynağı olarak Kürtlerin “isyanları”, “başkaldırıları” gösterilmektedir, içerden ve yurtdışından bölgeye gelen heyetlerin ortak telkini “Aman ha, bir daha direnmeye kalkmayın!” oluyor. Dahası “ilerici” ve “Kürt dostu” pozlarındaki misyonerlerin acemi olanları ipin ucunu kaçırarak renklerini belli ediyorlar. Onlara göre, mücadeleci tutumu benimseyerek direnen halk “yabancı” kendileri “yerli”dir. Bölgeye gelen çok sayıda heyetlerden birinde yer alan bir kişinin açıklamaları bu bakımdan çarpıcıdır: “Uzun uzun dinledikten sonra dedim ki, ‘acınızı yüreğimde hissediyorum. Ama silahla hak istenmesinin bedeliydi bunlar. (…) El ele verelim, yokluğun, acıların üstesinden en büyük silah olan sevgi ve akılla gelelim, kimseleri bir daha aramıza sokmayalım’ dedim” (Saynur Varışlı, Cumhuriyet, 13 Haziran 2001) Bugün artık, “ortamın yumuşaması”, Kürt halkının ‘terbiye edilmesi’ için fırsat sayılıyor ve bu role soyunmuş, ne yaptığını bilen misyonerler iyi niyetli Türk aydınlarını “ahmak” yerine koyarak mesafe almak istiyorlar. Kürtçe türkülerin söylenmesi için Hakkâri’de olduğu gibi İçişleri Bakanlığı’ndan minnet rica izin alınıyor ve “sağduyu galip geldi” yaklaşımıyla Kürtçe üç şarkı izni koparmak başarı sayılıyor. Medyanın Hasan Cemal gibi “ağır topları”, muhabirleri atlanarak “derin tahliller” yapması için bölgede incelemelere gönderiliyor. Küreselleşmeci neoliberal Cemal, rapor mahiyetindeki dizi yazılarıyla gelişmeleri aktarıyor ve HADEP’in etkisinden söz ederek hâlâ törpülenmesi gerektiğinden söz ediyor. Yabancı ve yerli heyetler, devletin yetkili kurumlarıyla görüşmeleri sürdürerek, geleceğe dair yapacakları çok yönlü ve büyük yatırımlar için adeta pürüzsüz ve sorunsuz hareket etmenin koşullarını yaratmaya çalışıyorlar. Bölgedeki “olumlu hava”nın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinde ne denli rol oynayacağı anlatılıyor.
BİRİKEN TEPKİNİN PATLAMA EĞİLİMİ VE SERMAYENİN HESAPLARI
Ancak, bölge halkının talepleri ve beklentilerinin kısa süreli bir oyalamadan sonra neye dönüşeceği, Türkiye egemen sınıflarını ve bölgeye ilişkin kötü emeller peşinde olan yabancı güçleri endişelendiren bir muammadır. Yeniden gelişebilecek bir halk hareketinin emperyalistleri ve işbirlikçilerini korkuttuğu sır değildir. TÜSİAD, TOBB gibi dernek ve birliklerin bölgedeki üyeleri olan Kürt işadamları, kimlik, anadilde yayın gibi “en makul” hakların bile verilmemesinin uzun sürmeyecek bir zaman diliminde “olumlu” ortamı olumsuz etkileyeceğine dair kaygılarını ifade ediyorlar. Bunun birleşik tepkiye ve toplumsal talebe dönüşeceği endişesi taşıdıklarını her vesileyle belirtiyorlar.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, hükümet ortağı parti liderleri ve diğer heyetleri karşılama törenlerinde halk “dertlere çare” bulunmasını, Kürt sorununa “çözüm” bulunmasını talep ediyor, “barış” istiyor. Mevcut tutumda ısrar edilmesi, yani “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” ve buradan kalkarak “terör bitti, sıra geri kalmışlığı aşmakta” içerikli klasik devlet tutumunun devam etmesi halinde, “sorun” çıkacağının belirtilerini her vesileyle ortaya koyup “imalarda” bulunuyor. Bölgedeki Kürt işadamları ve liberal burjuva çevreler de devletin bu “katı” tutumunun “küresel politikalara” denk düşmediğini anlatıyorlar. Bu tarzla bölge halkının kazanılmayacağına dair açıklamalar ve değerlendirmeler yapıyorlar. Bunlar, bu çevrelerin güçlenme isteklerinin yanı sıra “barış sürecinin bozulacağı” yolundaki korkularının ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Devletin katı, inkârcı ve tavizsiz tutumu, Kürt işadamlarının ve Kürt liberal burjuva çevrelerin üstlendikleri rolü anlamsızlaştırıyor, onları “gözden düşürüyor!” Bölge Sanayi ve Ticaret Odaları üyeleri kendilerine güven duyulmasını istiyorlar. TOBB ve TÜSİAD’ın bölgedeki Kürt üyeleri “kimlik ve kültürel haklar” düzeyine indirgenmiş bir Kürt sorununun çözüm fırsatının değerlendirilmesi için canla başla koşturuyorlar. Ancak A. Öcalan’ın söyleminin de bu düzeye inmiş olmasından kaynaklı ortak payda “sorun” oluyor. Burjuva reformcu taleplerin sözcülüğünü ele geçirmek isteyen ve bunu politik sözcülük düzeyine çıkarmak amacında olan Kürt işadamlarının tutumu “Ada”dan yapılan açıklamalarla çakışıyor. Ayrıca, egemen sınıflar bu yeniyetme işadamlarının “sadakatinden hâlâ şüphe duyuyorlar! Her şeyin tamamen ele geçirilmesi ile “çözüm yoluna girileceği” egemenlerin açıklamalarından anlaşılıyor. Kamuran İnan geleneğinin uğradığı tahribatın bilincindeler. Ensarioğulları, Bucaklar, Septioğulları, Akyıllar, Topraklar ve diğerlerinin halk nezdinde itibar kaybettiği koşullarda yeni işadamları biraz daha örselenmeli ve “pişirilmeli”dir! Ancak bölge emekçileri, son ekonomik krizle beraber sürüklendiği, işsizlik, açlık ve sefalete koşut devam eden baskılardan bunalmış olarak üç yıldır süren “barış” ortamının bir kazanıma denk düşmediğini dile getiriyor. PKK tarafından önceleri, “barış, savaştan daha zor bir mücadeledir” biçiminde izah edilen durum, son zamanlarda “sabrımız kalmadı” şeklinde dile getirilmeye başlandı. Beklenti yerini kaygıya bırakıyor. Bu kapsamdaki kaygılar yabancı tekeller ve emperyalist batılı ülkelerce de paylaşılmaktadır.
Bilinmektedir ki; Türkiye egemen sınıfları bölgeye ilişkin olarak hep “hesaplı” davranmıştır. Bunu “tavizsiz” sürdürecek görünmektedirler. Teşvik ve kredilerin verilmesi dahi hesaplı yapılmaktadır.
GAP Bölgesi’nde (Gaziantep ve Kilis hariç) Kalkınmada Öncelikli Yörelerde (KÖY) genel olarak uygulanan teşviklere ek olarak 21 Ocak 1998 tarihinde kabul edilen 4325 sayılı yasayla yatırımları ve istihdamı geliştirmek için ek teşvik tedbirleri getirilmiştir.
1 Ocak 1998 ve 31 Aralık 2000 tarihleri arasında bölge illerinden Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Şırnak’ta yapılacak yatırımlardan 10 veya daha fazla işçi istihdam eden projelerin teşvikten yararlanacağı açıklanmıştır. Buna göre, 5 yıl (yatırım dönemi dahil) gelir ve kurumlar vergisinden muafiyet getirilmiş, daha sonraki yıllarda, 2007 yılına kadar, bu vergilerden istihdam durumuna göre % 40–50 indirim öngörülmüş ve işçilerden kesilen vergilerin 2 yıl gecikmeli olarak ödenebilmesi, işçiden alınan SSK işveren payının hazine tarafından karşılanması ile beraber söz konusu yatırımlar için kamu arazisinin ücretsiz olarak tahsis edileceği ilan edilmiştir. Bölgedeki organize sanayi ve işletmelerde çalışan işçilerin kölelik koşulları, bölge halkının açlık ve sefaleti üzerinden peşkeş çekilen olanaklar, devletin belirlediği kesimlere sunulmaktadır.
Kürt sorunu gibi bir “belayı” bir türlü savuşturmamaları, “bitirildi” denilen her dönemden, bastırıldı denilen her “isyan”dan sonra kapsamı genişlemiş ve derinleşmiş olarak, hem de umulmadık bir zamanda sorunun “hortlaması”, egemen sınıfları bugün daha kapsamlı hesap yapmaya zorluyor. Tüm baskı ve acılara rağmen kalıcı bir boyun eğme ortamının yaratılamaması ve her defasında kapsamı büyüyen Kürt sorununun, yeniden uluslararası sorun haline gelmesi, GAP’ın önemini daha da artırıyor. Ve GAP’ı bir uluslararası proje haline getirmiş oluyor.
Yabancı tekeller “riskli” buldukları bölgenin “mayın tarlası” kadar tehlikeli bir sınır bölgesinde bulunduğunu biliyorlar. Kürt halkının taleplerinin ve mücadelesinin bastırılmasında Türkiye egemenleriyle kader birliği eden emperyalistler, bugün bölgeye yatırım yaparken, egemenlere her koşulda destek olacaklarının da garantisini vermiş oluyorlar. Bölgesel bir kapışmada ilerisi için pozisyon edinme peşinde olan devletlerin, şimdi yaptıkları yatırımların gelecekteki durumlarıyla orantılı olmasını gözetecekleri ve Kürt işbirlikçi çevreleriyle sağlam bağlar kurmaya çaba gösterecekleri ve bunu fazlasıyla önemseyecekleri de gözlenebiliyor. Bugün Türkiye ile girilen “ittifakın” yarınki bölgesel hesapları nasıl etkileyeceğini, dengeleri nasıl bozacağını da zaman gösterecek. Kürt sorununun “terör” ve “geri kalmışlık” sorunu olmadığını bilen ve GAP’a yatırım yapan büyük devletler, ekonomik yatırımlarda dün gösterdikleri çekingenliği bugün aşmış olsalar da; Kürt sorununun geriye atılmış, çözümlenmiş ve giderilmiş bir sorun olmadığını bilecek kadar tarih bilgisine sahiptirler. Ancak, MAI, MIGA gibi Tahkim Yasaları, Tarımda Reform Yasası ve 15 Derviş Yasası ile kendilerini daha da güvenceye almış oldular.
Emperyalizmin politikalarına mahkûm olmuş bir Türkiye’nin GAP’ta alacağı rolün ve payın ne miktarda olacağı da giderek netleşiyor. Birecik Barajı’nın Avusturya’ya peşkeş çekilmesinden sonra giderek tüm barajlarını özelleştirerek satışa sunmaya mahkûm edilmiş bir Türkiye’nin bölgede bir ABD taşeronu rolü oynayacağı belirlenmiştir. Kapitalist dev tekellerin dünya kapitalist sistemi kapsamında bir entegre tesis olarak hesapladıkları GAP, 40–50 yıl içerisinde yağmalanmış, büyük kârlar elde edilmiş ve bir çöle dönüştürülmüş olacaktır.
GAP’TA TARİH VE KÜLTÜR YAĞMALANIYOR
Tarih boyunca Anadolu ve Mezopotamya toprakları arasında geçişi sağlayan bir köprü görevi görmüş olan GAP bölgesi, Yukarı Mezopotamya veya Verimli Hilal olarak adlandırılmakta ve insanlık tarihinde uygarlığın beşiği olarak bilinmektedir. Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynağından döküldüğü noktaya kadar birçok uygarlık, krallık, savaş ve yaşama mekân olmuş bölge, adeta bir tarih ve uygarlık alanı durumundadır. Her baraj inşaatı bir uygarlık merkezini -Zeugma Krallığı’nda olduğu gibi- “kazara” ortaya çıkarırken, birçok proje de adeta bu uygarlık merkezinin dünya insanlık bilincinden silinmesini amaçlar gibi arka arkaya uygulamaya sokulmaktadır. Kürt coğrafyasının sahne olduğu uygarlıkların sulara gömülmesinde gösterilen hoyratlık ve cüret, Kürt sorununa yaklaşımdan bağımsız değildir. 30’lu yıllardan bu yana süregelen bu tarih ve kültür yağması dünyanın gözleri önünde yeni projelerle hâlâ devam ediyor. Keban ve Karakaya barajlarının altında kalan doğa güzelliği bir yana, bu bölgedeki tarihi kültürel miras da silinmiş oldu. Bu Atatürk Barajı ile devam etti. Sular altında kalan Samsat (Samosata-Sümeysat) antik kentini, Birecik Barajı ile yok edilen Zeugma Krallığı izledi. Ilısu Barajı’yla sulara gömülecek olan Hasankeyf sırada bekliyor. “İlk Milli Park” Munzur Vadisi’nin doğa harikası güzelliğini, bitki örtüsü ve hayvan türlerini de bu akıbet bekliyor. Ucuz elektrik enerjisi elde etme ve aşırı kâr uğruna yok edilen tarih, doğa ve uygarlıklar Fırat ve Dicle boyunca devam ediyor.
GAP BÖLGESİNİN MEVCUT DURUMU: VARLIK İÇİNDE YOKLUK
GAP bölgesinde bulunan Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri toplam ülke yüzölçümünün % 9,7’sine tekabül etmekte olup 75.358 km karelik bir alana sahiptir. Bölge nüfusu 1997 Yılı Nüfus Tespiti kesin sonuçlarına göre; 62.865.574 olan ülke toplam nüfusunun % 9,7’sine denk düşen GAP Bölgesi nüfusu 6.128.973 dür. % 64’ü kentlerde % 36’sı ise kırsal alanlarda yaşayan bu nüfusun ezici çoğunluğu Kürt’tür. Bölgede nüfus artış hızı ülke ortalamasının üzerindedir. 1990–1997 döneminde nüfus artış hızı Bölge’de % 2,5, ülke genelinde ise % 1,5 olarak gerçekleşmiştir. Ülke ve bölge düzeyinde kentsel ve kırsal alanlardaki nüfus artış hızlarına bakıldığında, bölgede kentsel nüfus artış hızının % 4,6 olduğu görülmektedir. Bu değer, ülke genelinde kentsel nüfus artış hızı olan % 2,9’un oldukça üzerindedir. Kırsal alandaki nüfus artış hızında ise hem bölge hem de ülke genelinde azalma söz konusudur. Ancak bu durum 1985 yılından itibaren bölgede daha da artmıştır. Bölgeye yönelik baskı ve insansızlaştırma politikası sonucu köyler boşaltılmış, büyük merkezlere göç yoğunlaşmıştır. 1990 yılı itibariyle bölge toplam nüfusu içinde % 56’lık paya sahip olan kent nüfusu 1997 yılında % 64’e çıkarken, kırsal alan nüfusu % 44’ten % 36’ya düşmektedir. 1997 nüfus tespitlerine göre, nüfusun yüzde 64,1 ‘i kentlerde, yüzde 35,9’u kırsal alanda yaşamaktadır. (Kaynak: DİE GAP 11 İstatistikleri 1997 Nüfus Tespit Kesin Sonuçları) GAP bölgesi göç veren bir bölge olmasına rağmen, yine de yıllık nüfus artışı, Türkiye nüfus artış ortalamasının üzerindedir. Diyarbakır, Şanlıurfa, Adıyaman, Gaziantep ve Mardin, yıllık nüfus artışında daha da ileri bir noktada, % 3,4 düzeyindedir. Ortalama çocuk sayısı kırsalda aile başına 5 iken, kentte 3,6 düzeyindedir. Evlenme yaşı kırda, kente göre daha düşüktür.
Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası’nın GAP idaresince Gaziantep, Diyarbakır, Ş. Şanlıurfa, Adıyaman ve Mardin illerinde yaptırılan bir araştırmaya göre, tarımla geçinen ailelerin yüzde 74’ü doğrudan kendi toprağında çalışmaktadır. Toprakta yarıcılık, ortakçılık biçiminde toprak işleme yaygın olarak devam etmektedir. Sulu ya da kuru tarım yapan işletmelerin yüzde 22’si 25 dönümün altındadır. Bölgede işletmeler genelde küçük olduğu gibi, çok parçalıdır. Toprak işletmelerinin ancak yüzde 26’sı tek parça bütün halindedir.
Bölgede kentsel nüfus, kırsal nüfusa oranla hızla artmakta; kırsal bölgelerde nüfus giderek azalmaktadır. Nüfusu 250’den daha az olan köylerin toplam köylere oranı yüzde 24,6’dır. Ve nüfusu 250–500 arasındaki köyler ise yüzde 15’tir. Kente akış ve düşük nüfuslu köy oranı Şanlıurfa’da en yüksek düzeydedir ve en yoğun nüfuslu köyler ise Adıyaman’da bulunmaktadır. GAP Bölgesi’nde kentsel nüfustaki bu yüksek artış hızı; sadece yetersiz düzeydeki kentsel altyapı hizmetlerinin daha da yetersiz hale gelmesini değil, aynı zamanda, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, giderek artan oranlarda işsizlik sorununu da berberinde getirecektir. Aşırı sömürü ve kölelik koşullarındaki çalışma yaşamının bölge halkının asimile edilmesini hızlandıracağı, ulusal hak ve özgürlük uyanışını geriye atacağı ve giderek “Kürt sorununu çözeceği” şeklindeki hedeflerin boşa çıkması olasıdır. GAP’ın ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde bir olanağa dönüştürülmesi ise, Kürt işçi ve emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, kır proletaryasının ve gençliğinin devrimci sınıf partisinin göstereceği yetenekle orantılıdır. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin gelişimi bakımından temel dinamik olarak mevcut olan, ancak bilinç bulanıklığıyla malûl Kürt işçisinin, yoksul ve topraksız köylüsünün, işsiz milyonların, gençliğin sömürüye ve zulme karşı mücadelesinin koşullarını GAP daha da geliştirecektir. Sınıflar-arası çelişkileri derinleştirecek ve paralel oranda olanaklar yaratacak olan GAP, aşırı sömürü ve talan üzerine kurulan bir sömürgeci politikanın projesi olarak, bölgede emek ve sermaye çatışmasını da besleyecektir. Kapitalist üretim ilişkileri, geleneksel üretimi, feodal ilişki ve geri toplumsal yaşamı etkileyecektir. Az topraklı ve orta köylülük elindekini de yitirecektir.
Son derece eşitsiz olan toprak dağılımı ve dengesiz gelir dağılımı, bölgede zenginle yoksul arasındaki çatışmanın bir kaynağı olacaktır. Topraksız nüfus oranı; Urfa’da % 40,6, Mardin’de yüzde 21,1, Diyarbakır’da yüzde 44,7, Gaziantep’te yüzde 20,6, Adıyaman’da yüzde 54,2’dir. Topraksız ya da 1 ile 1,5 dönüm arası payla az topraklı köylülerin nüfusa oranı ise; Şanlıurfa’da yüzde 71,9, Mardin’de yüzde 57,8, Diyarbakır’da yüzde 70,7, Gaziantep’te yüzde 37,7’yi bulmaktadır. Buna karşılık, 500 dönümden fazla miktarda toprak sahibi olanların oranı ise; Urfa’da sadece yüzde 1,9, Gaziantep’te yüzde 5,1, Diyarbakır’da 5,3 olduğu bilinmektedir. Modern kapitalist üretimin merkezileşmeyi geliştirirken modern teknolojiyi zorlayacağı ve küçük köylü giderek ağır maliyet gerektiren işletmeciliği terk ederken üretimin tamamen bölgedeki tekellere teslim edileceği rahatlıkla söylenebilir. Topraklar hızla belli ellerde toplanacak ve topraksız köylü kır proleteri ve yoksul köylü olarak kölece yaşama mahkûm edilecektir. Gelişme aynı zamanda merkezlere göçü artıracak, geleneksel aşiret ilişkilerini ve feodal yapıyı tahrip edecektir. Ama aynı zamanda, her geçen gün güçlenen sınıf dinamikleriyle beraber, baskılanmış sorunları da su yüzüne çıkaracaktır.
GAP İdaresi’nce 1992 yılında yürütülen “GAP Bölgesel Ulaşım ve Altyapı Geliştirme Çalışması” ile bölgedeki ekonomik gelişmenin muhtemel coğrafi dağılımı belirlenmiş, bölgede hızlı gelişmesi öngörülen 9 yörenin çevre düzeni planları yapılmış ve bunlarda GAP’ın yaratacağı sanayiler ve yapılacak yatırımlar için yer ayrılmıştır. Bu “Çalışma”ya göre, Türkiye genelindeki eşitsizlik bölge bakımından da derinleştirilerek “Kırık Aks” bölgesinde yoğunlaştırılacak ve burası bir ticaret merkezi olarak emperyalizmin açık pazarı olacaktır. Bu hizmetler için GAP ile yaratılan iş ve yatırım ortamına katılacak bölge içi ve dışı yatırımcılara bilgi ve danışmanlık hizmeti veren (GAP-GİDEM) “GAP Girişimci Destekleme Yönlendirme Merkezleri”, 5 il merkezinde bu kapsamda çalışmaktadır.
GAP Bölgesi’nde tamamlanan Organize Sanayi Bölgeleri’nin Türkiye toplamı içindeki payı, alan büyüklüğü bakımından % 11’e ulaşmaktadır. 1997 rakamları baz alınacak olursa, bölgede mevcut Organize Sanayi Bölgeleri’nde 342 fabrika üretime geçmiş ve bunlarda 34.400 kişi istihdam edilmiştir. Yine bölgede 1997 sonunda 18 Küçük Sanayi Sitesi tamamlanmış ve bunların Türkiye toplamı içindeki payı % 8 olarak belirlenmiş olup buralarda mevcut 5.514 işyerinde yaklaşık 33.000 kişinin çalıştığı hesaplanmaktadır. Bölge’de halen yapımı devam etmekte olan Küçük Sanayi Siteleri tamamlandığında istihdam kapasitesinin 60.000 kişiye ulaşacağı öngörülmektedir. Ancak son iki yıl içinde bölgedeki yatırımlar özellikle küçük sanayi siteleri bakımından olumsuz bir süreç olarak işlemiş, 2000 yılı Kasım ayı ve ardından bu yılın Şubat ayındaki krizlerle birlikte Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Siteleri’nde peş peşe iflas eden esnaf işyerlerine kilit vurmak zorunda kalmış ve işsizlik çığ gibi büyümüştür.
GAP Master Planı’na göre 2005 yılı hedefleri de belirlenmiştir. Buna göre hedef yılı itibariyle, ulaşılacak temel ekonomik büyüklük olarak Gayri Safı Bölgesel Hâsıla’nın (GSBH), tarım, sanayi ve hizmetler sektörleri kompozisyonu itibariyle, 2005 yılında 4,5 kat artması öngörülmüştür. Bu süre içinde, tarımın bölgesel ekonomi içindeki payının yüzde 40’tan yüzde 23’e inmesi, ağırlıklı bir şekilde tarımsal sanayin gelişmesi ve payının yüzde 16’dan yüzde 24’e çıkması ve hizmetler kesimi payının da yüzde 44’ten yüzde 53’e çıkması öngörülmüştür.
GERİ KALMIŞ BÖLGE VE “MAKÛS TALİH” YA DA KÜRT SORUNU
“Bölgenin geri kalmışlığının nedenleri Kürt sorunundan ayrı değerlendirilemez ve egemen sınıfların bölge kalkınması için yapacakları her yatırım planı kapsamlıca ele alman bu ilişkiler yumağından bağımsız düşünülemez. Başından bu yana bölgede şekillenen her tür demokratik hak ve özgürlük taleplerinin bastırılması ve siyasi taleplerin sosyal ekonomik geri kalmışlıkla açıklanarak “çözümü” yoluna gidilmesi, bundan sonra da Kürt sorununun Türkiye’nin ve bölgenin önemli sorunu olarak varlığını sürdüreceğini göstermektedir. Süregelen yok sayma ve baskı politikası adeta bölge halkının iş ve ekmek taleplerinin karşısına konulmaktadır. Yine, Kürt toprak ağaları ve ayrıca giderek kapitalist bir ilişki düzeyine yükselen ekonomik ve politik kader birliğine dönüşmüş olan Kürt işbirlikçi sınıfın tarihi tutumu, Kürt emekçileri tarafından anlaşılmalı ve politik bir tutum alışa dönüşmelidir. Sorunun çözümünde egemen sınıfların lehine, halka ihanet düzeyinde tutum alan bu kesim, halkın mevcut kölelik statüsünde önemli bir paya ve yere sahiptir. Her ulusun içerdiği sınıf ayrılıkları gibi, Kürtler de çıkarları çatışan karşıt sınıflara bölünmüştür. Tüm ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinde olduğu gibi, görece büyük mülk sahibi kesimler giderek imtiyaz sahibi ve sömürücü egemen sınıfların işbirlikçileri olarak, hâkim güç oldular. Kurumlaşan ve kaderini birleştiren ve geleceğini işbirliği üzerine kuran bu Kürt burjuva-feodal sınıf, bu önemli evrede Türkiye egemen sınıfları ve emperyalizme karşı verilen mücadelenin hedefi kapsamında değerlendirilmelidir. Bu gerçek bir tutum haline gelmelidir. Ulusal ve sosyal kurtuluş iddiasıyla yola çıkan örgüt ve oluşumlarca hep “es” geçilen ve belirsizleştirilen bu gerçek, geniş emekçi Kürt yığınlarınca anlaşılamadı, kavranarak bilince çıkarılamadı. Bölgedeki kaynakların yağmalanması ve sömürülmesinde bu işbirlikçi kesim, sınıf çıkarları gereği, halka ve emekçilere kan kusturarak gelişti ve güçlendi; bölge halkının özgürlük ve bağımsızlık eksenli talepleri bu işbirlikçi sınıfın Türkiye egemen sınıflarıyla pazarlık kozu oldu. Ve her başkaldırı bu işbirlikçi sınıfı güçlendirdi. Silah ve güvenlik gücü olarak rol alan bu “korucu” tabaka, egemen sınıfların iktidarını korumadaki rolünü sürdürmektedir.
Seksen yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ırkçı ve şoven Türk egemen sınıflarıyla kader ve sınıf birliğini perçinlemiş, Kürt halkının düşmanı bir sınıf çoktan oluşmuştur ve bölge işçi ve emekçileri bu “yerli” düşmanlarını da hedef almadan demokrasi ve özgürlüğü elde edemeyecektir. Ekonomik ve politik nüfuz sahibi bu işbirlikçi kesim, “ulusal ve toplumsal kurtuluş” iddiasıyla ortaya çıkıp bir güç olan örgüt ve çevrelerin zaaflarını, sınıflar-arası ayrışma ve çelişkileri belirsizleştiren, sınıflar-arası uyumu/işbirliğini telkin eden tutumlarını “değerlendirmeyi” her defasında başardı, hayatiyetini Kürt halkının kıyımı üzerinden sürdürdü. Dolayısıyla, bilimsel sosyalizmin öngörüleri ve ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerine dair büyük tarihsel birikim görmezden gelinerek, Kürt sorununu halkın ve emekçilerin lehine çözmek olası değildir.
GAP’ın Türkiye egemen sınıflarınca yeni bin yılda, “küreselleşen dünya”da “ulusal sorunun çözümü” kapsamında yeni bir model olarak da düzenlenmesinin öngörüldüğü kuşkusuzdur. GAP egemen sınıflar için bu hesaplara denk düştüğü oranda anlamlı ve önemlidir. Ancak GAP, Kürt işçi ve emekçilerinin devrimci partisi bakımından da, bağımsız demokratik Türkiye hedefine ulaşmada olduğu kadar, Kürt sorunun çözümü ve halkın kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olması mücadelesinde ve tam hak eşitliği kavgasında da önemli bir olanaktır. Ve sonuçta GAP’ın kaderi ve geleceğini olduğu kadar Kürt sorununun geleceği ve çözümünü de, bu iki tutum ve kaynaklandıkları güçler arasındaki mücadele belirleyecektir. GAP’ın bölge ve ülke halkının yararına yönelik bir işlev kazanabilmesi kadar onunla yakından ilişkilenmiş ve üstelik yeni olanaklara da kavuşmuş Kürt sorunun köklü bir çözümü de, artık yeni bir zemine sahiptir: emek eksenli bir zemin. GAP’ın sunduğu yeni olanakların gerçeğe dönüştürülebilmesi de en başta böyle bir zeminde alınacak mesafeye bağlıdır. O nedenle, gerekli olan, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, bölge ve ülke çapında, işçi ve emekçilerin, ulusal özgürlükleri de kapsayan siyasal özgürlükleri kazanma mücadelesinin başına geçmesidir.
Ağustos 2001
Kürt sorununda inkârın tarihsel biçimleri ve çözüm olanakları üzerine
77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca devletin Kürt sorununa karşı tutumuna bakıldığında, bu tutumun esas olarak sorunun etnik, kültürel nedenlere dayalı siyasal bir sorun olduğunun inkârı üzerinde şekillendiği söylenebilir. Bu inkâr, en açık biçimiyle Kürtlerin çeşitli dönemlerde giriştiği ve kimi farklı özelliklerinin yanı sıra ulusal hak talepli boyutlar da taşıyan isyan, kalkışmalarına karşı devletin izlediği politikalarda kendini ortaya koymuştur. Devletin bu kalkışmaları, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak; bazen aşiretlerin irticai kalkışması, bazen modernleşmeye karşı eşkıya direnci, bazen dış mihrakların tahriki, bazen Doğu ve Güneydoğu’nun ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu ve bazen de bu söylemler arasında ilişki kurularak ikisi ya da daha çoğuna bağlı olarak meydana gelmiş hareketler biçiminde görmüş, göstermiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, “bir şeyin varlığının yadsınması” olarak inkâr, Kürt sorununda sadece askeri-siyasal zor aracılığıyla gerçekleştirilmemiş, aynı zamanda ideolojik, “bilimsel” aygıtlar aracılığıyla da yürütülen bir boyutu olmuştur (ideolojik boyutta Kürt sorununun “kendisinden başka bir şey” olarak, bir aşiret veya bölgesel geri kalmışlık sorunu olarak tarifi ve “bilimsel” boyutta üniversitelerde yapılan, yaptırılan Kürtlerin dağ Türkü olduğuna, Kürtçenin Türkçenin bir şivesi olduğuna dair ‘araştırmalar’ burada anımsanabilir).
Bölgede çatışmaların yaşandığı, baskı ve göç ettirme politikalarının uygulandığı ve genelkurmay tarafından “düşük yoğunluklu savaş” dönemi olarak nitelenen Öcalan’ın Şubat ’99’da Türkiye’ye getirilmesine kadarki 15 yıllık süreçte inkârın bir boyutunu şiddet oluşturduysa, öbür boyutunu da bölgede alınması gereken önlemleri anlatan ‘raporlar’ ve bölgenin kalkınması için yapılacak sosyal ve ekonomik yatırımları içeren ‘paketler’ oluşturmuştur. Esas olarak Kürt sorununun etnik, kültürel boyutunun reddi üzerinde şekillenen bu paket raporların sonuncusu geçtiğimiz günlerde basına yansıtıldı. MGK tarafından Aralık ’99’da hazırlandıktan sonra, Mayıs 2000’de Başbakan Ecevit tarafından imzalanarak “resmiyet” kazanan ve geçtiğimiz günlerde basına yansıtılan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan raporda da Kürt sorunu “bölgesel geri kalmışlıktan kaynaklı ekonomik bir sorun” olarak ele alınıyor. PKK lideri Öcalan’ın Türkiye’ye getirilip yargılanmasından (ve yargılanması sürecinde ‘Demokratik Cumhuriyet Projesi’ni savunup artık sorunun çözümü konusunda her koşulda devletle işbirliği içinde olacaklarını açıklamasından) sonra hazırlanan bu rapor, özellikle Kürt sorununun ‘barışçıl’ yönden çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olan çevrelere verilmiş bir yanıt olması bakımından önem kazanıyor. 47 tanesi ekonomik önlem, yatırımlarla, 30 tanesi idarenin yeniden yapılandırılmasıyla, 17’si eğitim ve 13’ü sağlık uygulamalarıyla ilgili olan 107 maddeden oluşan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na göre gerekli ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınmasıyla Kürt sorunu devlet için bir tehdit oluşturmaktan çıkarak, denetim altına alınacak. Dolayısıyla bu raporda ortaya konan temel görüş, Kürt sorununun bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunudur biçiminde özetlenebilir. Bu görüş yeni değildir ve devletin 77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin dönem dönem giriştiği isyan ve kalkışmalardaki talepleri görmezden gelirken, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak sorunu farklı nedenlere bağlayıp ‘kendisi dışında bir şey olarak’ tarif ettiğini yukarıda belirtmiştik. Burada devletin farklı dönemlerde, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak Kürt sorununu inkârda kullandığı söylemleri birkaç başlık altında ele almak, hem devletin tutumunun tarihsel temellerini anlamak, hem de sorunun kalıcı çözümünü sağlayabilecek dinamiklerin neler olabileceğini ortaya koyabilmek için bizce anlamlı olacaktır.
TARİHSEL MALZEME
Yazımızın konusu esas olarak cumhuriyet döneminde izlenen politikalarla sınırlı olmakla birlikte, soruna Osmanlı dönemi üzerinden bir geçiş yapmak hem merkezin siyasi, idari kontrolünün sağlanarak Batılılaşma, modernleşme hareketine girişmenin Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet’e aktarılmış bir miras olduğunu ortaya koyabilmek hem de cumhuriyet döneminde yaşanan isyan, kalkışmalar ile eski rejim (saltanat, hilafet) arasında kurulan ilişki (devletin isyancıları eski rejim taraftarı olmakla suçlaması vb.) bakımından gerekli olmaktadır.
Osmanlı tarihine bakıldığında, imparatorluğun sınırları içinde devletin yönetsel, idari yapısının bir sonucu olarak çeşitli özerk beyliklerin (bu arada Van, Musul, Diyarbakır’da Kürt beyliklerinin) olduğu görülür. Osmanlı imparatorluğunun merkezi-feodal yapısını karakterize eden tımar sistemine bağlı olmakla birlikte özerk bir yönetime sahip olan bu beylikler, devletin “fetihçi” yapısının doğal bir sonucuydu. Osmanlı imparatorluğu fetihçi bir özellik taşıdığı için, egemenliği altına aldığı geniş alanlarda ele geçirdiği bölgenin niteliğine bağlı olarak merkezle taşra arasındaki ilişki değişiklik gösterebiliyordu. Bu dönemde bazı özerk Kürt beyliklerinin bulunması kimi Kürt-İslamcı çevrelerce Osmanlı hoşgörüsüne delalet sayılsa da, bu durum, belirtildiği gibi bir niyet ya da hoşgörü sorunu değil idari, yönetsel şekillenişin bir sonucuydu.
18. yüzyılda tımar sisteminin bozulması ve 19. yüzyılda Fransız burjuva devriminin etkisiyle İmparatorluk sınırları içindeki milliyetlerin isyanlarının başlaması, Osmanlı idarecilerini merkezin otoritesini arttırmaya yönelik modern Batıdan alınma Islahatçı politikalar izlemeye itmiştir. Bu dönemde merkezle taşra arasında dolaysız bir yönetsel mekanizmanın oluşturulması, yani merkezi otoritenin sağlanması için ‘askeri zor’ kullanılmıştır. (Burada özellikle Müslüman unsurların ve bu arada Kürtlerin merkezi otoritenin denetimine karşı çıkışlarının, direnç göstermelerinin “hilafete ihanet” olarak değerlendirildiği ve bu suçlamayla karşı çıkışlarının askeri güç kullanılarak bastırıldığını, bu çerçevede merkezi otoriteye direnç gösteren son Kürt beyliğinin de 1847’de yenilgiye uğratılarak merkezi otoriteye biat etmek zorunda bırakıldığını belirtmek gerekiyor.)
Tazimatla birlikte merkezin idari, politik kontrolünün taşraya yaygınlaştırılması sağlandı ve dolaysız vergiler, seferberlik gibi işler, merkezi otorite tarafından yürütüldü. Merkezileşme, modernleşme politikalarının en yoğun uygulandığı dönem olan İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Osmanlı devleti topraklarının üçte birini kaybetmekten kurtulamamış ve bu da Türkçülük (milliyetçilik) akımının güçlenmesine yol açmıştır. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra 1916’da yapılan İttihat ve Terakki Kongresi’nde Türkçülük ilkesi benimsenmiş ve pan-Türkist hayallerle girilen 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan da Anadolu’ya sıkışıp kalmış bir devlet olarak çıkılmıştır.
ORTAK MÜCADELEDEN İNKÂRA
Anadolu’yu işgal eden emperyalistlere karşı mücadele etmek üzere kurulmuş çeşitli yöresel, bölgesel dernekleri tek çatı altında toplayarak işgalcilere karşı verilen kurtuluş mücadelesini birleştirmek amacıyla kurulan ve millet meclisinin önceli olarak kabul edilen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC), Anadolu’nun işgaline karşı mücadele çağrısı yaparken kullandığı söylem dikkat çekicidir. ”Bizce kati olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dâhilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkeş vesair bütün İslam unsurları müşterek-ül mefaadır.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları sf. 73 Cilt I, İş Bankası yay. Ankara) Buradaki söylem gerek Osmanlı’nın son döneminde kullanılan söylem ile daha sonra göreceğimiz gibi Cumhuriyet döneminde kullanılan söylemlerden farklı olarak Anadolu’da yaşayan tüm milliyetlerin varlığının kabulü ve bunların çıkar birliği üzerine oturtulmuştur. Yine buradaki söylemin bir devamı olarak M. Kemal ve İstanbul hükümeti arasında imzalanan Amasya Protokolü’nde, Osmanlı ülkesi Türklerin ve Kürtlerin yurdu olarak tanımlanmıştır. İsmet İnönü de, kurtuluş mücadelesini resmi olarak sona erdirecek olan Lozan Antlaşması’nın imzalanması için yapılan görüşmelerde, kendini Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak kabul ettirmiştir. Görüldüğü gibi cumhuriyetin kuruluşu için verilen mücadele sürecinde, daha sonra cumhuriyetin de kurucusu olacak kadrolar, Kürtlerin varlığını reddetmek şöyle dursun, kendilerini onların temsilcisi olarak görüyor, gösteriyorlardı.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hazırlanan 1924 Anayasası’nda yeni cumhuriyetin dayanacağı temeller belirlenirken, mücadele sürecinde ortaya konan söylemden, bıçakla kesilip atılmışçasına hiçbir iz kalmamıştır. 1924 Anayasası için Meclis komisyonunun hazırladığı girişte “(…) Devletimiz bir devleti milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkelmilel bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz:’ (Ş. Gözübüyük, S. Sezgin, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, An. Ün. SBF Yay. sf. 7, Ankara 1957) denilmektedir. 1924 Anayasası ile artık devlet yetkililerinin Kürt sorunu üzerine konuşurken bile “Kürt” sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçınacakları ve 77 yıldır süren inkâr politikası başlamış oluyordu.
Bir ulus-devlet oluşturma yolunda faşist İtalya’dan esinlenen genç cumhuriyet, ırkçı söylemine “bilimsel” temeli de yaratmış; M. Kemal’in kurdurttuğu Türk Tarih Kurumu, sadece Kürtlerin dağ Türkü olduğunu ispatlamakla kalmamış, dünyada oluşturulmuş bütün büyük medeniyetlerin ya Türk ya da Türk’ten türemiş ırklar tarafından kurulduğunu ortaya koyan “bilimsel tezler” geliştirmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ortaya konan ırkçı tezler ve bağlı olarak uygulanan inkâr politikaları, müşterek-ül mefaa (ortak çıkara sahip) olduğu için kurtuluş mücadelesine katılan ve cumhuriyetin bir bileşeni olarak varlığının kabulünü talep eden Kürtlerin, bu politikalara çeşitli biçimlerde direnç gösterdiği, göstereceği bir sürecin başlamasına da neden oluyordu.
GENÇ CUMHURİYETE KARŞI İRTİCAİ KALKIŞMA SÖYLEMİ
Cumhuriyetin kuruluşuna zemin hazırlamak üzere 1922’de saltanatın ve cumhuriyetin ilanından hemen sonra 1924’te hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilk yıllarının saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim ve mücadeleye sahne olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleşen ilk Kürt isyanı olan Şeyh Sait İsyanı, 1925’te işte böylesi bir ortamda patlak verdi, isyanın kanlı bir şekilde bastırılması ve önderlerinin yakalanmasından sonra, yapılan yargılamalarda İstiklal Mahkemesi Başkanı “Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı kışkırtmasını ve siyasi harisleri rehber ederek hepiniz bir noktaya yani Bağımsız Kürdistan’ı teşkiline doğru yürüdünüz (…) Cumhuriyet hükümetinin kesin hareketi, cumhuriyet ordusunun öldürücü darbeleri ile irticaınız ve ayaklanmanız derhal yok edildi. (…) Herkes bilmelidir ki, genç cumhuriyet hükümeti kışkırtıcılık ve irtica, her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz yummayacağı gibi, hatta yol vermeyecektir. Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak cumhuriyetimizin ilerleme ve saadet vaat eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içinde yaşayacaktır.” (Akt. E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s. 325–326, Dokuz Eylül Ün. Yay. İzmir) açıklamasını yaparak devletin isyancıları, genç cumhuriyeti yıkmaya, bölmeye çalışan irticacı, feodal unsurlar olarak yansıtan (gören, gösteren) tutumunu ortaya koymuştur. Şeyh Sait İsyanı üzerine çok şey söylenebilir, ama burada bizim için önemli olan diğer bazı yönlerinin yanı sıra bu isyanın Kürt taleplerini yansıtan bir boyutunun olması ve mahkeme başkanının isyancıları feodal, irticacı olmakla suçlarken Kürtler için milliyet ismini anmadan “bu bölgenin zavallı halkı” nitelemesini kullanmasıdır.
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim yaşandığı bir dönemde başlayan 1925 Kürt İsyanı, cumhuriyet yönetimi tarafından eskinin (saltanat ve hilafetin) desteğinde gelişen ve sürgün padişah Vahdettin’le organik bağı bulunan bir kalkışma olarak görülmüş olmasına rağmen bugüne kadar bu ilişkiye dair bir kanıt ortaya konamamıştır. Ama söz konusu olan gerilim ve mücadele sürecinde cumhuriyet rejimine karşı geliştirilen her direniş her karşı koyuş, cumhuriyet rejimine karşı eskiyi temsil eden bir olgu olarak ‘kod’lanarak yok edilecekti.
1925 Kürt isyanının feodal unsurların irticai kalkışma biçiminde değerlendirilmesi (ki bu, isyancılara karşı yapılan her şeyi feodalizmin tasfiyesi ve ilericik adına meşru kılıyordu) TKP’yi de içine alan geniş çevreler tarafından benimsenmiş ve bu çevreler isyanın kanlı bir şekilde bastırılmasına alkış tutmuşlardır. Kürt isyanının irticai feodal unsurların kalkışması söylemi içinde değerlendirilmesi, daha sonraki yıllarda devletin feodalizmin tasfiyesi adı altında Kürt sorununu çözme yöntemlerinden biri olarak benimseyeceği ‘zorunlu iskân’a da dayanak yapılmış ve örneğin 1934 yılında çıkarılan zorunlu iskân kanunu ile “feodal aşiretlerin direncini yok etmek için” Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum, Kars, Elazığ, Malatya gibi Kürt illerinden 25 bin 831 kişi Batı Anadolu’da zorunlu iskana tabi tutulmuştur.
MERKEZİLEŞMEYE KARŞI EŞKIYA DİRENCİ SÖYLEMİ
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasındaki mücadelede cumhuriyetin üstün gelmesi, rejimin egemenliğinin her yerde tesis edilmesi için, “merkezileştirme” girişimlerine ağırlık verilmesine ortam sağladı. “Batılılaşma”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” gibi söylemleri bilinen cumhuriyet kadroları, rejimin otoritesini sağlama, merkezileştirme girişimlerini de bu nedenle -özellikle Kürt bölgelerinde- bir “medenileştirme”, modernleştirme operasyonu olarak yürüttüler. Devletin bu dönem sorunu kavrayış tarzını ortaya koyması bakımından İnönü’nün bir konuşmasında söyledikleri anlamlıdır: “Hükümet Tunceli’de iki seneden beri bir ıslahat programı uyguluyor. Bu program mıntıkayı modernleştirmek için bütün vasıtalarla ve hususi hükümler dâhilinde orada geniş bir çalışma teferruatını ihtiva etmektedir. Bunu şimdiye kadar orada kanuna muhalefetten zevk ve kuvvet almış olan bazı reisler iyi karşılamadılar. Islahat programına muhalefet ve mukavemet etmek istediler. (…) Tunceli’de ıslahat ve modernleştirme programı yürüyecektir.” (Akt. İ. Beşikçi, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi, s. 82–83, Belge yay. İst. 1990) Merkezileşmeye karşı direncin (“kanuna muhalefet”) modernizm öncesi unsurların (aşiretlerin) modernleşmeye tepkisi olarak sunulması ile cumhuriyet rejimi aslında Tanzimat’tan itibaren yürütülen merkezileştirme, medenileştirme (Batılılaşma) formülasyonunun devamcısı olduğunu gösteriyordu. “Islahat ve modernleştirme programı”nın Kürt kimliğinin inkârına dayanan, Kürtleri, “ıslah edilmesi”, “medenileştirilmesi” gereken bir kitle olarak gösteren anlayışa karşı Kürtler 1930’da Xoy-bun örgütünün önderlik ettiği Ağrı İsyanı ve 1937’de Seyyit Rıza’nın önderlik ettiği Dersim İsyanı’yla “direnç” gösterdiler.
Ağrı ve Dersim isyanları, Şeyh Sait İsyanı’ndan farklı olarak, gerek askeri açıdan daha disipline olmuş olmaları ve gerekse konumlanma alanlarının görece uygun olması nedeniyle devleti daha uzun süreli çatışmalara zorlamışlardır. İşte bu süreçte devlet, kendisine karşı koyan bu güçler için gene modern toplum öncesinde kalmış bir kavramı, “eşkıya” nitelemesini kullanmıştır. (Eşkıya, şaki kelimesinin çoğuludur ve şaki modernizm öncesi toplumlarda (feodal dönemde) kişisel ya da sosyal nedenlerle dağa çıkmak zorunda kalan, silah zoruyla yol kesen, haraç toplayan (bunların sosyal adaletsizliğe karşı çıkan ve sosyal eşkıya olarak adlandırabileceğimiz kesimi, zorlarını esas olarak feodal beyler üzerinde uygulamıştır.) kimselere denmektedir. Eşkıyaların (sosyal eşkıyalar da dâhil olmak üzere) hiçbir zaman sistemi, devleti doğrudan karşısına alan bir bilinç düzeyleri, bir politik tutumları olmamıştır.)
Cumhuriyet Gazetesi’nin 1930 ve 1938 yılı nüshalarında bu söyleme uygun bir dille “eşkıya üzerine tayyarelerimizin bomba yağdırmasından bahsedilmiştir. Dolayısıyla politik karakterleri herkesten önce devlet tarafından vurgulanıp malum olan isyancıların merkezileşmeye, modernleşmeye karşı modernizm öncesi bir biçim olarak aşiretlerin giriştiği bir “eşkıya kalkışması” olarak ele alınması ve ezilmesi, devletin politik bir sorun olarak Kürt sorununun varlığını inkârın devamı olarak anlaşılmalıdır. Eşkıya söylemi bu dönemden sonra da terk edilmemiş 1970 ve ’80’lerde gelişen kimi politik hareketler için kullanılmaya devam etmiş ve özellikle 1990’ların başında “bölücü eşkıya” kavramı devlet literatürüne yerleşmiştir.
DIŞ MİHRAKLARIN KIŞKIRTMASI SÖYLEMİ
Türkiye’de 77 yıldır ne zaman hak almaya yönelik bir hareket gelişmişse, bu hareketler ya şovenizmin kışkırtması (Türkiye’nin komşularıyla olan sorunlarının öne çıkarılması vb.) ile gündemden düşürülmeye çalışılmış ya da bu hareketlerin “dış mihraklar” bağlantısı ortaya çıkartılarak devletin bunlara karşı mücadelesine “meşru zemin” yaratma tutumuna girişilmiştir. Kürt sorununun ülke gündemine girdiği her dönemde “Sevr’in hortlatılması”ndan , “ülkenin bölünmesini isteyen dış güçler”den bahsedilmesi de bu çerçevede ele alınıp değerlendirilmelidir. Örneğin Şeyh Sait İsyanı, devlet için sadece irticai bir kalkışma değil, aynı zamanda İngiltere’nin Musul üzerindeki emellerine alet olmuş güçlerin çıkardığı “kökü dışarıda” bir ayaklanmaydı. Yani ehlileştirilmesi, medenileştirilmesi gereken bir insan sürüsü olarak Kürtler, ne zaman bir hak talep ederlerse, orada onlara akıl veren, onları kışkırtan, kullanan dış mihraklar vardı. Ama bu dış mihraklar dönem ve güç ilişkilerindeki konumlanışa göre farklı olabilmektedir. Bu değişimi 1963’te aralarında Musa Anter’in de bulunduğu kimi
Kürt aydınların yargılandığı davanın iddianamesinde söylenenlerde açık olarak görmek mümkündür: “Cumhuriyet devrimimizde, Batı ve Doğu Bloğu arasında en kritik mevkii işgal eden Türkiye’mizde bazı devletler, çeşitli düşünceler tahtında Doğu Anadolu’muzda karışıklık çıkarmak yolunu tutmuşlardır. (…) Nitekim Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları muayyen aşiretlerin dışardan körüklenen, inkılâp aleyhtarı irticai tesirlerinin neticesidir. (…) Dışardan gelen tahriklerin mahiyeti, tahriklere alet olan insanların şahsiyeti eskisi gibi değildir. Evvelce dış tahrikler Ortadoğu’da menfaatleri olan emperyalist devletlerden gelirken ve milliyet maskesi altında gizlenirken, bu defa komünizm faaliyeti halinde belirmektedir. Buna alet olanlar ise, eskiden şeyhler ve aşiret reisleri iken, şimdi mahdut münevver zümreyi teşkil etmektedir.” (Akt. V. Şadillili, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, s. 184–185, Kon Yay, Ankara 1980)
Burada görüldüğü gibi, ilk dönemlerde “Kürtleri kışkırtan dış mihraklar” Ortadoğu üzerinde emelleri olan emperyalistler iken, NATO ve Varşova Paktı arasındaki bloklaşmada Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasından sonra bu dış mihrak değişmiş “Doğu Anadolu’da ve Boğazlarda emelleri olan” komünist Rusya olmuştur. Sovyet bloğunun çökmesinden sonra ise dönem ve koşullara bağlı olarak terörü kışkırtan, barındıran, besleyen dış mihraklar olarak bazen Suriye, bazen Yunanistan, bazen Ermenistan, bazen İran ve bazen de hepsi birden öne çıkartılmıştır. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen süreç içinde izlenen dış politika, devletin Kürt sorununu kökü dışarıda, dışardan kışkırtılan bir sorun olarak ele almasının açık bir örneğini teşkil etmektedir.
EKONOMİK GERİ KALMIŞLIKTAN KAYNAKLI TERÖR SORUNU SÖYLEMİ
Son “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”nda karşımıza çıkartılan terörün istismarının ortadan kaldırılması için bölgenin ekonomik geriliğine son verilmesi söylemi aslında son yıllarda Kürt sorunu gündeme geldiğinde çözüm olarak en sık ifade edilen söylem olmuştur. Cumhuriyet hükümetleri döneminde bugüne kadar bölgeyle ilgili 11 plan-paket hazırlanmış olmasına rağmen, bunların hiçbiri uygulanmamış ve bunlar esas olarak devletin Kürt sorununu algılayış (inkâr ediş) tarzını ortaya koyan belgeler olmanın ötesine gidememiştir. Adalet Partisi’nin daha 1969’daki hükümet programında “önemle üzerinde durduğumuz bir diğer konu da Doğu bölgesinin kalkınma meselesidir. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan memleketimizin bütün bölgelerinin kalkınması, Anayasamızın bir icabıdır. (…) Hedefimiz Türkiye’nin bütün bölgelerini tam olarak çağımızın medeniyet seviyesine çıkarmaktır. Bunun içindir ki, memleketimizin tümüne şamil bir kalkınma planı tatbik olunurken, geri kalmışlığın yaygın ve tesirli olduğu bölgelerde özel tedbirler alınmasına ihtiyaç görmekteyiz. Bu özel tedbirlerin maksadı, memlekette imtiyazlı bölgeler yaratmak değil, bütünleşmeyi perçinlemektir.” (TBMM Hükümetler ve programları, s. 104, Ankara) denilerek sorun bölgenin ekonomik geriliğinden kaynaklı bir sorun olarak tarif edilmiştir. Devletin, bölgenin ekonomik geriliğine son vermek ve “bütünleşmeyi perçinlemek” yolunda atmış olduğu en önemli adım olarak gösterilen GAP’ı sahiplenmek konusunda birbirleriyle yarışmış olan iki devlet adamından Süleyman Demirel’in GAP’ı, “bölgenin ülkeye entegrasyonunun projesi” ve Turgut Özal’ın “Türkiye’nin birliğinin simgesi” olarak görmesi, yukarıdaki söylemle aynı noktaya vurgu yapmaları bakımından dikkat çekicidir. Ama bugün GAP, başta toprak reformunun yapılmaması, devletin küçük üreticiyi destekleyici önlemler almaması gibi sorunlar olmak üzere, devletin üzerinde şekillendiği sınıf ilişkilerinin bir sonucu olarak, bir yandan toprak ağalarının, tüccarların, kapitalist işletmelerin yararlandığı, öbür yanda daha bitmeden emperyalistler tarafından “parsellenmekte” olan bir proje olmanın ötesine geçememektedir.
Tekrar MGK tarafından hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na dönmek gerekirse, hazırlanan raporda bölgenin sorununa konulan teşhis, sorunun ekonomik, sosyal nitelikli bir sorun olduğu biçimindedir. Konulan teşhise bağlı olarak sorunun kaynakları:
a) Terör olaylarının bölgede geniş bir güvenlik sorunu yarattığı,
b) Kamu yönetimindeki eksik ve aksaklıkların sorunu beslediği,
c) Ekonomik sorunun çok önemli bir ağırlık oluşturduğu,
d) Eğitim sorununun büyük bir boyutta olduğu,
e) Sağlığın temel sorunlardan biri olduğu biçiminde özetlenmiştir.
Raporda bölge halkı 1) Terör örgütü sempatizanı, 2) protestocu nitelik taşıyanlar, 3) terör örgütü üyesi olarak üçe ayrılmakta ve ilk iki gruptaki vatandaşların ekonomik ve sosyal önlemlerin gerçekleşmesiyle devlete kazandırılabileceği, üçüncü gruptakilerin ise yalıtılıp yok edilebileceği biçiminde yer almıştır.
Buradaki sınıflandırma tam da devlet yetkililerince yıllardır yapıla-gelen, sorunun “bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu” olduğu yönündeki söylemine denk düşmektedir (terör örgütü üyeleri bölgenin sosyal ve ekonomik sorunlarını istismar ederek ilk iki grupta yer alan bölge halkını kışkırtmışlardır. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal önlemlerin alınmasıyla terör örgütü üyeleri yalnızlaştırılıp yok edilebilecektir).
MGK tarafından “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan rapor üzerine daha çok şey söylenebilir ama raporun basına yansıtılıp tartışıldıktan sonra daha şimdiden yavaş yavaş gündemden düşürülüyor olması, bu raporun da daha önce hazırlanan 11 resmi plan gibi devletin sorunu algılayış tarzını ortaya koyan bir belge olma ötesine geçemeyeceğini gösteriyor. Daha önce gündeme getirilen planlar üzerinden söylersek, bölgeye yatırım yapmak, iş, eğitim, sağlık, barınma problemlerini çözerek terörün istismarını ortadan kaldırmak iddiasıyla hazırlanan son “eylem planı” da uygulamaya konacağı oranda, bölgedeki uygulamaları (OHAL yasaları) rant kapısı haline getirenlere yeni rantlar sağlayan bir plan olmanın ötesine geçemeyecektir.
Son süreçte bazı Kürt reformist ve burjuva liberal çevrelerce Kürt sorununun Avrupa Birliği standartlarına uygun bir biçimde (ki bu Türkiye’nin AB’ye girmesinin de önkoşulu sayılıyor) Kopenhag Kriterleri’ne bağlı kalınarak azınlık hakları çerçevesinde çözümü tartışılırken MGK’nın hazırladığı raporda sorunun kimi ekonomik ve sosyal önlemlerle çözülebileceğinin vurgulanması, bu çevrelere verilmiş bir yanıt olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla hazırlanan rapor, sorunun çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olanları boşa çıkarmakta ve en azından belli bir dönem için devletin egemen kliğinin Kürt sorunu konusunda eski politikaların sürdürücüsü olacağını göstermektedir. Hazırlanan rapor ve Devlet Bahçeli’nin HADEP’li belediye tarafından Diyarbakır’da çiçeklerle karşılanması, devletin isteği üzerine Dünya Birleşik Belediyeler Federasyonu’nun (FMCU) Diyarbakır’da yapmayı planladığı “Güneydoğu ve Avrupa Arasındaki İlişkiler” konulu toplantının HADEP tarafından ertelenmesi gibi gelişmeler üzerinden özetlemek gerekirse devletin egemen kliğinin Kürt reformcu çevrelerini hizaya getirme ve “burun sürtme operasyonu” devam etmektedir.
SONUÇ YERİNE: SORUNUN ÇÖZÜM OLANAKLARI ÜZERİNE
Buraya kadar söylediklerimiz Kürt sorununun, çözümü olmayan bir sorun olduğunu değil, gerek egemenlerin egemenliklerini devam ettirmek için sürdürdükleri 77 yıllık ret ve inkâr politikalarının ve gerekse reformist Kürt çevrelerinin burjuva milliyetçi bakış açısının sorunun gerçek çözüm platformu olmadığını göstermektedir. Çünkü birinci olarak egemenlerin 77 yıldır sürdürdükleri ret ve inkâr politikaları için söylersek; eğer bir şey 77 yıl boyunca sistematik olarak yadsınıp yok sayılıyorsa o şeyin 77 yıl boyunca yadsınıp yok sayılması gereken bir ‘olgu’ olarak varlığını sürdürüyor olmayı gerekmektedir -ki bundan devletin izlediği ret ve inkâr politikalarının, Kürt sorununu ortadan kaldıran değil sadece ‘çarpıtan’ politikalar olduğu ve dolayısıyla bugün de sorunun güncelliğini koruduğu sonucu çıkarılabilir. İkinci olarak Kürt reformcu çevrelerinin sorunu darlaştırıp burjuva milliyetçi bir platformda çözmeye çalışmaları, izledikleri politikaları emperyalist politikaların bir eklentisi haline getirmekte (bugün bu çevrelerin izlediği politika, Türkiye’nin AB’ye girmeye zorlanmasına endekslenmiş bir politikadır) dolayısıyla Kürt sorununu emperyalistlerin Türkiye üzerindeki hesaplarına havale edilmiş bir sorun haline getirmektedir. Bugün bir yandan “Kürt sorunu, Türkiye’de demokrasinin en önemli sorunudur” demek, öbür yanda demokrasiyi getirme konusunda dünyadaki eşitsizliklerin kaynağı olan emperyalist odaklara umut bağlamak, emekçilerin demokrasi bilincini çarpıtan, onları beklentiye sokan ve bu nedenle mücadele edilmesi gereken bir anlayıştır. Eğer bir ülkede savunmadan enerjiye, ulaşımdan tarıma kadar her alanda uygulanan politikalar, emperyalistler ve onlarla yapılmış anlaşmalara göre belirleniyorsa, o ülkede demokrasi sorununu çözecek güç soruna kaynaklık edenler değil, bu emperyalist odakların dayattığı politikalardan zarar görenlerdir, emekçi tabaka ve sınıflardır.
Bugün Kürtlerin OHAL’in kaldırılması, Kürt dili ve kültürü önündeki engellerin kaldırılarak anadilde eğitim hakkının sağlanması, genel bir af ilan edilmesi ve idam cezasının kaldırılması, GAP’ın emperyalist yağmadan kurtarılarak topraksız köylüler lehine yeniden yapılandırılması, boşaltılan köylerin yeniden yerleşime açılarak köylerinden sürülenlerin zararlarının karşılanması, özel tim ve koruculuk sisteminin dağıtılması ile ülke genelinde, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, ülke kaynaklarının emperyalist yağmadan kurtarılarak özelleştirme politikalarına son verilmesi, DGM, MGK, RTÜK gibi kurumların lağvedilmesi, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan ekonomik ve askeri anlaşma ve kurumlardan çıkılması, tarımın emekçiler lehine yeniden yapılandırılması, YÖK’ün kaldırılması, eğitimin parasız ve demokratik olması, herkese parasız sağlık hizmetinin götürülmesi gibi talepler arasında bir bütünlük olduğu çok açıktır. Bu anlamda Kürt sorunu ve Kürtlerin talepleri başta Türk emekçiler olmak üzere tüm emekçilere mal edilebildiği ve başta Kürtler olmak üzere tüm emekçiler bağımsız, demokratik bir ülke için ortak bir platformda mücadele ettikleri oranda bu bütünlük demokratik bir ülkenin ve Kürt sorununun kalıcı çözümünün önünü açacaktır.
Anadolu’nun işgali döneminde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin söylediğini bugün için bir kez daha yineleyebiliriz: Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ve bu arada dil ve kültürlerin emperyalizm ve yerli gericiliğin yağmasından kurtarmak için bu ülkede yaşayan tüm emekçiler Türk, Kürt, Laz, Çerkeş, Arap herkes müşterek-ül menfaadır. O zamanlar bu ortak mücadelenin önderliğini daha baştan emperyalizmle pazarlıklı güçlere terk etmek zorunda kalan emekçilerin, bugün ortak mücadeleyi yürütecekleri bir platformları, kendi bağımsız sınıf partileri bulunmaktadır.
Ekim 2000
AB katılım ortaklığı belgesi, Kürtçe yayın ve kültürel haklar
Avrupa Birliği’ne aday ülke olma hayali otuz yılda ancak gerçekleşen Türkiye egemen sınıfları, varılan noktayı “büyük başarı”, “zafer” gibi gösterdiler ve emekçi yığınları bu sürece adapte etmeye çalıştılar. Epeyce de başarı sağlamışlardı ki, birdenbire Avrupa Parlamentosu tarafından Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve Kürt sorunu gibi “hassas” sorunlar gündeme getirildi. Ve çok iyi gidiyor izlenimi yaratılan süreç adeta dinamitlenmiş oldu. Bir yıl önce gereklerini yerine “getirme taahhüdü ile imzaladıkları Helsinki Sözleşmesi’nin gerekleri doğrultusunda hiçbir adım atmayan gerici Türkiye egemen sınıfları bir açmazla karşı karşıya kaldılar. Türkiye’nin hiçbir düzenleme yapmadığını sorgulayan Avrupa Parlamentosu, aslında hiç gündemden düşürmediği, Türkiye’den daha fazla taviz koparma ve kendine mahkûm etmede kullandığı kozlarını bir kez daha gündeme getirdi. Türkiye raportörü, Fransız parlamenter Phippe Morillon, üyeliğe hazırlık aşamasındaki Türkiye için tavsiye niteliği taşıyan ve üyelik önünde engel olarak gösterilen gerekçeleri rapor ederek şöyle açıkladı:
Azınlıkların korunması ve Kürt sorununun çözümü; Kıbrıs sorununa çözüm bulunması; terörizmle mücadelenin son bulduğu kabul edildiği ölçüde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin politikadaki ağırlığının aşamalı olarak azaltılması, MGK’nın bir danışma kuruluna dönüştürülmesi.
Türkiye’den daha önce yerine getirilmesi istenen Kopenhag kriterleri konusunda bir çaba sarf edilmediğine değinen parlamenterler, son olarak hazırlanan KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) ile durumu yeniden formüle ederek Türkiye’nin önüne sürdüler.
Demokratikleşme, insan hakları ve azınlıklar konusunda iyileşmelerin süratle devam etmesi, TCK’nın 312. maddesinin yeniden düzenlenmesi, DGM’lerin kaldırılması, idam cezasının kaldırılarak yasaklanmasını öngören AİHS’nin 6 numaralı protokolünün imzalanması, OHAL’in kaldırılması, MGK’nın bir danışma organı olarak düzenlenmesi, Kürt sorununa ekonomik, siyasi ve sosyal içerikli, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı bir çözüm getirilmesi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki işgal güçlerinin geri çekilmesinin sağlanarak Türkiye’nin çözüm arayışlarına katkı sunması. … Sonradan eklenen Ermeni sorununa ilişkin önerge ise şöyle; Avrupa Parlamentosu, Türk hükümeti ve TBMM’yi Türk toplumunun önemli bir parçası olan Ermeni azınlığına yönelik desteğini arttırmaya ve özellikle modern Türk devletinin kuruluşundan önceki soykırımı tanıyarak bu desteğini göstermeye davet eder, diyerek Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yolundaki taşların temizlenmesi için pürüzleri sıralamaktadır. Ayrıca tarım ve sanayide uyulması gereken ve çevre sorunlarını da kapsayan bir dizi yükümlülük sıralanmış oldu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde önümüzdeki dönemin esasını Türkiye’nin adaylığını hukuki çerçeveye oturtacak olan “Çerçeve Yönetmeliği” adlı belgenin Avrupa Bakanlar Konseyi’nce kabulü oluşturacak. Düne kadar tartışılan Kopenhag Kriterleri yerini bu defa KOB’daki yükümlülüklere bıraktı.
Helsinki Toplantısının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye demokratikleşme konusunda bir gelişme kaydetmedi. Başbakan Ecevit, Helsinki Toplantısı sonrasında “3–5 ay içerisinde bu düzenlemeleri yaparız,” demiş olmasına rağmen herhangi bir şey yapılmadı. Bu süreçte, idamı kaldırmak, anti-demokratik yasaları ortadan kaldırmak, insan hak ve özgürlükleri konusunda adımlar atmak yerine hak ve özgürlük için mücadele eden işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını artırarak sürdürdü. Örnek vermek gerekirse: Gözaltılar, dernek kapatmalar, gazete-dergi kapatmalar ve toplatmalar azalmadı. Yeni Evrensel gazetesi 10 gün süreyle kapatıldı. OHAL devam ediyor ve bölgeye girişi yasaklanan yayınların sayısı artıyor. Düşünce ve örgütlenme mücadelesi yürüten birçok kişi gözaltına alındı ve tutuklandı, işkencenin açığa çıkarılması yönünde çaba göstermesinden dolayı Sema Pişkinsüt görevinden alındı. Birçok bölgede yapılan İnsan Haklan Üst Kurul Toplantıları senfoni müzik dinletisiyle bir şova dönüştürülürken siyasi parti temsilcileri bile bu toplantılarda düşüncelerini dile getiremediler. Bizzat İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen tarafından engellendiler. Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, örgütlenme hakkına yönelik saldırılar, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar daha da arttı. 10’u aşkın sendika toplu iş sözleşmesi yapma hakkından yoksun bırakıldı, idamın kaldırılması, affın çıkarılması, Kürt sorununda demokratikleşmenin sağlanması gibi sorunlarda hiçbir adım atılmadı. Ancak AB süreci yine de içeride bir beklenti ve ümit vaat etme süreci olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor.
KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ VE KÜRTÇE EĞİTİM VE YAYIN
Yıllardır Kürtçenin varlığını inkârda ısrarla direnenler, Kürtlerinin dilinin Kürtçe olduğunu, AB Katılım Ortaklığı Belgesi ile birlikte nihayet tartışmaya başladılar. Hatta daha da ötesi Kürtçe yayın konusunda bir yol ayrımına gelmiş oldular. Son birkaç haftadır, Kürtçe TV ve yayın hemen her kesim tarafından konuşulur bir durum oldu. Ama herkes esas olarak Kürtleri bir halk ve bu halkın konuştuğu dili de Kürtçe görmekten özenle kaçınarak, Türkçe anlamayanlara neden anladıkları dilden yayın yapmayalım ki mantığıyla yaklaşmaktadırlar. MHP’li İsmail Köse gibi, Kürtçe yayın idama gider diyerek anayasal engelden söz edenler de az değil. Hemen belirtmek gerekir ki, bir askeri cuntanın antidemokratik anayasasıyla yönetilen Türkiye’de demokrasiden söz edilmesi gülünç kalmaktadır.
Anayasada belirtilen Türkçe dışındaki diğer dilleri her yönüyle yasaklayan maddelerin esas hedefinin Kürt dili olduğu görülmektedir. Yıllardır varlığı yadsınan, “Dağ Türkleri” denilen bu halk, tüm hak ve özgürlüklerinden yoksun olmayı hiçbir zaman kabullenmeyerek hep derdini dile getirme mücadelesi verdi. Zeynep Oral “Kürtçe Televizyon” başlıklı yazısında durumun gerçekten böyle olduğunu çarpıcı olarak açıklamaktadır. Oral şöyle yazıyor:
“Hiç unutmuyorum: Yetmişli seksenli yıllarda, gazete için Güneydoğu’ya gidip seri röportajlar yaptığımda, kimi zaman dil sorunuyla karşılaşırdım. Özellikle yaşlılarla bir araya geldiğimde, onlar Türkçe, ben Arapça ya da Kürtçe bilmediğimden, çocukların, gençlerin ya da askerliğini yapmış birinin tercümanlığı aracılığıyla anlaşırdık. İstanbul’a dönüp, bunları gazeteye yansıttığımda ya da yansıtmak istediğimde, Arapça konuşulduğunu yazabilir, ama Kürtçe konuşulduğunu yazamazdım. Çünkü yasaktı. Artık ne kata-kullilere başvururduk. Yok, “yerel dil”, “yöresel dil”, “yörenin şivesi” vb. diye lafı geveleyip durur, ama “Kürtçe” konuşuluyor diyemezdik… Yasak dikilirdi karşımıza.” (Milliyet, 19 Kasım 2000)
Fakat bugün artık uşaklıkta sınır tanımayan geniş bir globalci yazar takımı ve diğer zatı muhteremler kulüplerine girmeye aday oldukları batılı efendileri karşısında izah etmekte güçlük çektikleri bu ve benzeri durumların hiç değilse görünürde düzenlenmesini istemektedirler.
AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde azınlıkların anadillerinde radyo ve televizyon yayın hakları olduğu ve bunun önündeki engellerin kaldırılması yönündeki tavsiyesi yeniden Kürtçeyi ve Kürtleri gündeme getirdi. Lozan’da azınlıklar olarak tarif edilen ve yıllardır gayri Müslimler olarak algılatılan ve ısrarla azınlıklar kategorisine bile alınmayan Kürtlerin dil ve diğer kültürel talepleri bir kez daha gündeme oturdu. Bu durum aynı zamanda gerici egemen sınıfların ikiyüzlü tutumunu sergilemede yine bir turnusol kâğıdı görevi görmüş oldu. Demokratikleşmeden bolca söz edenler, soyut bir demokrasi kahramanı olarak televizyon ekranlarında ve köşelerinde ve imkân buldukları her fırsatta demokrasiden söz edenler, Kürtlerin kendi doğal ve insani hakları söz konusu olunca nasırına basılmış gibi bağırmaya başladılar. Bir göz boyama, Avrupa Parlamentosu’nu ve dışarıyı kandırma ve geçiştirme olarak değerlendirme tutumu bile bu denli yankı uyandırmaktadır. Uygulanmamak üzere kabul ederek katılım sürecini Türkiye lehine işletmek isteyenlerle inkârda ısrar edenler de kendi aralarında tartışmaya başladılar.
ARTIK YADSINAMAYAN KÜRTÇE VE KÜRTÇE YAYIN
Kürt dili ve kültürü önünde yıllardır örülen barikatların hiçbirinin Kürtçeyi unutturamadığını, aksine, yazılı ve görsel ve diğer olanakların da kullanılarak Kürtçenin dilbilimi alanında da mesafe kat ettiği rahatlıkla gözlenebilir. E. Çölaşan bile inkâr yerine başka bir yolu seçerek; “Peki hangi Kürtçe lehçesiyle yayın yapacaksın? Bunların bir yığın lehçesi var, birbirini anlamazlar.” diye yazmaktadır (Hürriyet 16 Kasım). Bu gerekçeyi gerçekçi ve ikna edici bulmamış olsa gerek, Çölaşan şöyle devam ediyor; “Kürtlerin yayınladıkları gazete ve dergiler, haberler, yazılar yorumlar ilanlar ve her şey Türkçe.” Oysa gerçek, Çölaşan’ın bildiği gibi değil. Kürtçe yayınlar kütüphaneler dolduracak kadar mevcut. Kürtçe kitaplar, gazeteler, dergiler, romanlar, kasetler, filmler, mizah dergileri de var. Tüm yasaklara, kovuşturma, hapis ve ölüm pahasına, en ufak eğitim ve kültür çabasını boğma ve yok etme uygulamalarına karşın öncesi bir yana 77 yıldır yasak olan bir dil ile konuşmak, Kürtçe konuşmayı başarmak anlaşılmalı ve algılanmalıdır. En küçük olanağı değerlendiren Kürtler yazı dili olarak Kürtçeyi öğrenmek, öğretmek ve yaygın bir entelektüel araç haline getirmek için olağanüstü bir yetenek göstermişlerdir ve bunu bir hak olarak kazanacaklardır. Bu gerçek bir yana, Kürtçe bir dil olarak gerçek bilim çevrelerince de kabul ediliyor.
Güneş dil teorisyenleri ve onun savunucusu olan profesörler aksini iddia etse de Hint-Avrupa dil grubunun İrani diller kategorisinde değerlendirilen Kürtçeyi, İran, Irak, Suriye, Rusya ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan on milyonlarca Kürt konuşuyor. Televizyon yayınlarını izliyor. Bin yıl öncesine ait Kürtçe eserler mevcut ve bunlar bugün okunup değerlendirilebiliyor. Burada önemli olan Kürtçe diye bir yazı dilinin var olup olmadığı gerçeğidir. Kürtlerin, Türkçe yazıp okuyor olmaları ya da Kürtçe konuşamıyor ve okuyamıyor olmaları ise bu düzenin ve onun savunucu olan Çölaşanların ayıbını göstermektedir. Eğer bugün üniversitelerde kürsü sahibi olmuş “bilim adamları”nın bazıları da “iyi ama hangi Kürtçeyi yayın dili yapacağız? Zazaca’yı yapsak Kurmançkiler darılacak, Kurmançki yapsak Zazalar darılacak” diyerek bir gerçeği böyle gerekçelerle izah etmeye, bertaraf etmeye çalışıyorlarsa, bu bile verilen mücadelenin başarısıdır. Çölaşan ve onun gibilerinin baskı ve asimilasyona bu denli direnen bir dil ve kültür karşısında artık saygı ile eğilip geride yaşattıkları ve bıraktıkları derin izlerden dolayı özeleştiri yapması ve yüksek sesle “AB istediğinden dolayı değil, artık yeter, güneş balçıkla sıvanmıyor” demesi gerekir. Ama ne yazık ki onlar inatlarını sürdürüyorlar. Doğal olan bu olsa gerek! Çölaşan yazısını “Eğer AB’ye gireceksek adam gibi girelim. Onurumuzu satmadan, rencide edilmeden, bunların oyuncağı olmadan, böyle saçma sapan konularla uğraştırılmadan,” diye bitirmektedir.
Doğrusu hangi onurdan bahsettiğini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtmeliyiz. O, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla peşkeş çekildiği, tahkim yasasıyla her türlü ulusal birikimin ve değerlerin satışının serbest edildiği, sanayi ve tarımın uluslararası tekellerin korumasına bırakıldığı, bütün değerlerin yaratıcısı ülkemiz işçi ve emekçilerinin açlıkla terbiye edildiği, Cottarelli’nin bir Amerikan sömürgesinde gezer gibi talimatlar yağdırdığını bilmiyor değildir. Enerji ve ulaşım başta olmak üzere tüm KİT’lerin özelleştirilerek satışına ses çıkarmamanın, hatta özelleştirme savunuculuğu yapmasını GAP’ın talana açılmasıyla, yerli halkın hayvan bakıcısı ve ırgat olarak kendi topraklarında köleliğe mahkûm edileceğinin şimdiden yapılan yabancı yatırımlardan belli olduğu ortadayken, bölgenin bu bakir topraklarının bir küllüğe dönüştürülünceye kadar sömürüleceği gerçeği neden onun ve onun gibiler için onur meselesi edilmiyor? İncirlik üssünün bir Amerikan üssü olarak işlev görüp komşu ülkeleri üst üste bombalaması neden onur sorunu olmuyor?
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren adım adım ulusal bağımsızlığından uzaklaşıp yabancı sermayenin etki alanına giren ve hızla bağımlı hale gelen ve geri kalmış bir ülke konumundan kurtulamayan Türkiye’nin AB’ye girişiyle hiçbir konuda kendi başına karar alamayacak olduğu bilinmemekte midir? Dünyada geçerli olan ekonomideki kuralları birkaç büyük tekelci kapitalist ülkenin belirlediği, serbest ticaret koşullarını bu en büyüklerin dilediği gibi yönlendirdiği, iç hukuk diye bir kavramın bu gerçekler karşısında çaresiz-işlevsiz kaldığı, tahkim yasasında olduğu gibi globalleşme adına tüm ulusal değerlerin tahrip edilerek her ülkenin eşit derecede gidişatta söz ve karar sahibi olmasının olanaklarının böylece ortadan kalktığı, bunun imkânsız olduğu, politikada güçlü olmanın bundan bağımsız olmadığı da bilinmektedir. AB’nin Türkiye’yi aday üye statüsüne on yıllar geçtikten sonra almasının nedenlerinin temelinde Türkiye’nin bir sıçrama tahtası olarak kullanılmak istenmesi ve Kafkaslar ve Ortadoğu’ya uzanma isteği bulunmaktadır. Türkiye’nin ve bölgedeki ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynakları, petrol, doğalgaz zenginlikleri Avrupa’nın iştahını kabartan talan sofrası olarak duruyor. Ekonomiyi, politikayı, kültürü ve tüm ulusal değerleri güçlü etkisiyle kısa sürede kasıp kavuran ve kendi ilişkilerini egemen kılan gelişmiş kapitalist ülkelerin tam egemenlik sağlaması anlamına gelen globalizmin, ezilen ve sömürülen dünya halkları için ne anlama geldiği, bu birkaç yıl içerisinde çarpıcı sonuçlarıyla ortaya çıkmıştır. Son bir yıl içerisinde Amerika’dan Prag’a kadar dünyanın dört bir yanında geniş ve etkili olarak işçi ve emekçilerden yükselen itirazlar ve gidişata karşı direnişler artık Yeni Dünya Düzeninin ezilenleri kandırmada eskisi kadar etkili olamayacağını göstermektedir.
En güçlü birkaç AB üyesi ülkenin diğer ülkeleri etkisi altına aldığı ve aday ülke durumundaki ülkelerin pazarlarına göz diktiği ve yer yer bunun için kapışmaların yaşandığı yakın tarihimizde sabittir. Anti-emperyalist olmayı gülünç ve dinozorluk olarak değerlendirenlerin, AB’ye karşı çıkanları, tüm emperyalist ilişki ve anlaşmaların iptal edilmesini ve bağımsız ve demokratik Türkiye diyerek bir aydınlatma ve örgütlenme mücadelesi verenleri alaya alanların bu tür çıkışlarını yine de anlıyoruz! Yatağan işçilerinin, Bergama köylülerinin, Trakyalı üreticilerin, kamu emekçilerinin haykırışlarına ve onur mücadelesine sessiz kalanların, Kürtlerin anadillerinde haber dinlemelerine ve özel ya da devlet kanallarında bilinçlerini bulandırmaya, kendine yabancılaştırmaya dönük yayınlara bile tahammül edemeyip bunu bir “onur” sorunu olarak görmeleri olsa olsa ırkçı yaklaşımın bir kez daha dışavurumu olabilir. Amerika ve Avrupalı kurum ve kuruluşlar karşısında hiçbir değer bırakmadan ölçüsüzce takla atmakta yarışanların, bunların temsilcileriyle bir araya gelmek veya yemek yeme onurunu elde etmeyi evire çevire anlatanların değerleri ve onurlarının onların bu yeni piyasada elde ettikleri nemalarıyla orantılıdır. Gerisi ise lafı güzaftır!
Başkasının dili ve kültürü üzerinde baskı ve zor uygulama “onur”u taşıyanların, kendi onurlarına düşkünlüklerinin sınırı da onunla orantılıdır.
Eski “solcu”sundan en sağcısına kadar hemen her köşe yazarı KOB (Katılım Ortaklığı Belgesi) kapsamında Kürtçe TV konusunda yazı yazdı. Aynı günkü Hürriyette “Modern Zamanlar” yazarı H. Uluengin Kürtçe yayın savunucusu olduğunu belirtirken, bunun arkasındaki “pragmatik ve taktik yaklaşımı”nı da açıklıyordu:
“Kürtçe TV artık Türkiye’nin gündemindedir ve demokrasi dünyasından kopma rizikosu göze alınmadığı takdirde, bu hak eninde sonunda hayata geçecektir.” Devamında; “Tarihte yazı dili ve merkezde ana-lehçe geliştiremediği için sönmek’ ihtimali bir ara çok artmış olan Kürtçe yeni iletişim teknolojileri sayesinde bu virajı kıl payı kurtarmıştır. Kürtçe vardır ve şu an nispeten garantidedir.” Piyasayı, arz ve talep sorununu bir bilen olarak bu Uluengin, eski solcu “… siz ister serbest bırakın ister yasaklayın, eğer talep mevcutsa, Kürtçe de, Çince de, Zazaca da, zartça da zurtça da modern iletişim teknolojisi sayesinde damın üstünden ekrana girer. Yasaklarsanız daha geç ve gizli girer ama eninde sonunda yine girer.” diyerek, sorunu bir halkın varlığı, onun hak eşitliği talebi olarak görmek yerine, aksine inkârı seçen bu “aydın” zevat ve her soydan Yeni Dünya Düzenci liberalin hemen tümü artık zapturapt ile zart zurt ile ve kart kurt ile durumu kurtarmada zorlandıklarını dile getirmektedirler. Başta bölgedeki halk olmak üzere ülkenin tüm bölgelerindeki Kürtlerin çanak antenler aracılığıyla Kürtçe yayınları izlediğini vurgulamaktadır. Yıllardır uygulanan tüm baskı ve göz altılara ve yıllardır bölgede yaşanan çatışmalara karşın, çanak antenler defalarca toplanmış olmasına rağmen Kürtlerin kendi dillerinden bir şarkı, bir türkü ve bir haber edinme özlemlerini hiçbir güç söndüremedi.
AB ADAYLIĞI SİSTEME NEFES ALDIRMADA BİR MANİVELA
Başbakan Ecevit “Çağdaş iletişim teknolojisi sınır tanımıyor. Kuzey Irak ve Avrupa’dan Kürtçe yayın yapılıyor. Bunu göz önünde tutarak bir sonuca varmak gerekir,” diyerek Kürtçe yayın ve eğitim konusuna yaklaşımını açıkladı.
Mesut Yılmaz bu durumu gerekçe göstererek “Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyor, devlet olarak bundan memnun değilsek, bölücü olmayan, yeterince Türkçe de bilmeyen vatandaşlarımızın gereksinmelerini karşılayalım.” AB’nin, konuyu kültürel haklar kapsamında ele alması karşısında “Asıl tehdit bugünkü durumun devamıdır… Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, o vatandaşları kendinize çekecek bir yayın politikasını hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yok.” diyen Yılmaz, AB’nin Türkiye’den atla deve istemediğini de belirterek, “Biz onlara açıkça Lozan’da kabul ettiğimiz dini azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul etmeyeceğimizi söyledik. Memnuniyetle gördük ki, söylediklerimiz dikkate alınmış. İstenenler atla deve değildir” demektedir.
Mesut Yılmaz sistemden kopmuş olan bölge halkının yeniden sisteme kazandırılmasında görev ve sorumluluk almış bir misyoner olarak yaptığı açıklama ve atraksiyonlarıyla ilgi çekiyor. Kürt reformcu çevrelerinin de başını döndüren ve şimdiden hayranlığını kazanan Yılmaz “AB’ye girmenin yolu Diyarbakır’dan geçer” açıklamasıyla yeni bir dönemin açıldığını ve bu yeni dönemin sözcülüğünü sırtlandığını da deklare etmiş olarak kabul edildi. Bingöl’e bir okul açılışı için giden Yılmaz’ın bölge halkının talepleri arasında olan OHAL’in kalkması gerektiğini ifade etmesi ve poşulu Kürt gençleriyle medyaya görüntü ve poz vermesi ve HADEP il yöneticilerinin görkemli karşılama töreni düzenlemeleri ve bunun ANAP il yöneticilerince engellenmesine içerleyip üzülmeleri bu konuda Mesut Yılmaz’a büyük bir misyon yüklediklerini gösteren önemli belirtilerdir.
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Aslan Güner’in 300 gazeteciyi çağırdığı davete 200’e yakın gazeteci katıldı. Katılan namlı kalemşorların kendi ağızlarından değerlendirmeleri ordu-basın ilişkilerinde yeni bir “beyaz sayfa” açıldığı biçiminde. Derya Sazak, kokteyle rekor katılımın olmasında, ordunun “kırmızı-mavi kuvvetler” ayrımına son veren anlayışının egemen olduğunu iddia ediyor. Resepsiyon AB-KOB’un tartışıldığı günlerde yapıldı. Kürtçe yayın konusunda da karşıt bir düşünce beyan etmeyen askerlerin defalarca “askerler işini yaptı, sıra sivillerde” biçimindeki açıklamaları bilinmektedir. Bölgede askerler tarafından seyyar olarak kurulan radyolardan Kürtçe yayın yapıldığı da bilinmektedir. Genel Kurmay bu davet ile yeni bir şey söylemek yerine söylediklerini teyit etti ve Andıç belgelerindeki açıklamalara onay verdi.
Genel Kurmay’dan “tüyo” alarak Güneydoğu’da yapılan toplantılar ve HADEP ile ilişkilerinden dolayı CHP’yi eleştiren Ecevit’in açıklamalarından sonra ortaya çıkan Andıç belgeleriyle Kürt reformcu çevrelerinin hareket sınırları da çizilmiş oldu. AB’yi bir kurtuluş yolu olarak öneren ve tüm çabasını buna hasrederek dünün anti-emperyalist tüm söylem ve silahlarını rafa kaldıranlar ve yine AB’ye, ne karşı ne de karşı değil pozisyonunu sürdüren “sosyalistler” Yeni Dünya Düzeniyle uyum ve birleşmede aşama kat etmeyi demokratikleşme ve özgürleşmede mesafe kat etme olarak anlayan tüm libarel çevrelerin sağı ve soluyla tam bir mutabakat içinde oldukları ve bu gidişat içerisinde yakın geleceğin ittifaklarını örmekle meşgul oldukları görülüyor.
Bozulmuş olan klasik sağ ve sol partiler dengesinin gidişatının yeni argümanlarla yeniden şekillendirilerek, mevcut parti ve politikalardan uzaklaşmış, düzenden ümidini kesmiş yığınların akıtılacağı kanalların yaratılması, kafa karışıklığını derinleştirerek ideallerinden uzaklaşmış, dünü unutturulmuş ve burjuva liberal politikaların girdabında örselenip sisteme yeniden entegre edilmiş Kürt yığınlarını sorun olmaktan çıkarmak da bu dönemin asıl sorunları arasındadır.
Hatta önümüzdeki süreçte AB adaylığının onayı için bir referandum yapmayı gündeme getirerek uzun süren bir beyin yıkama ve sisteme adapte etme ve referandum vesilesiyle kitleleri yeniden biçimlendirme hesaplarının yapılması da olası görünüyor. Türkiye egemen sınıfları önümüzdeki günlerde AB’ye girmeyi bir referandumla kitlelerin önüne sürebilirler. Referandumu içeride kendi pozisyonlarını güçlendirme ve dışarıya karşı Kıbrıs, Kürt sorunu ve Ermeni sorunlarında şoven bir dalga estirerek milli birlik ve beraberlik ruhunu tazeleme gösterisine dönüştürme hesabıyla beraber bu referandumla Kürt liberal burjuva çevreleri, HADEP’i, liberal solcu ve ÖDP gibi “sosyalist” çevreleri, RP de dâhil olmak üzere “laik” ve “şeriatçı” geniş kesimi ortak hedefte bir araya getirme… Bunu şimdiden hesaplayanlar var.
Gerici egemen sınıflar AB sürecinin çok hızlı gelişmesi değil, aksine, kendi hesaplarının gerçekleşmesi için çaba sarf etmekteler. Ancak diğer yandan kurtlar sofrasına atılmış bir av olarak, Türkiye AB ülkelerinin iştahını kabartmaktadır ve dolayısıyla da girdiği yolda yürümeye mahkûm edilmiş olarak ilerlemektedir. Türkiye gerici egemen sınıfları aynı zamanda bir operasyon ve reorganizasyon süreci olarak işlettikleri adaylık aşamasını işçi ve emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen emekçi halkın demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam özlemlerinin patlamasını engellemek, sürece yayarak beklentiye sokmak ve soğutup yok etmek için değerlendirmektedir. İşçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik taleplerinin yaşamsallığı ve aciliyeti, Kürt sorununun çözümüne ilişkin acil talepleri ve bunların patlama öğeleri taşıyarak birikmesi sürecin seyri içerisinde yeniden yeniden değerlendirilerek bölünüp parçalanmak ve etkisiz kılınmak istenmektedir.
Kıbrıs sorununun KOB’a son anda eklenmesi ise Türkiye’ye daha fazla boyun eğdirme kozu olarak değerlendirilebilir. Bu koz, Türkiye’nin üyelik girişimlerinde asli bir engel olmayacak ama zaman ileri sürülecek ve değerlendirilecektir.
Aralık 2000
Eşit, özgür ve sömürüsüz bir yaşam için mücadele ve “barış” sorunu
Kürtler için, ulusal tam hak eşitliği talebinden uzaklaşmanın ifadesi olarak değerlendirilen ve her geçen gün Kürt işçi ve emekçilerince daha çok sorgulanan “barış” politikası, reformist ve küçük burjuva çevrelerin algıladıklarının ötesinde bir önemle değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Kürt reformist çevreleri, sosyalizme ilgi duyan ve emek eksenli talepleri her geçen gün daha fazla dile getirmeye başlayan geniş Kürt emekçi kesimlerinin süreci “sorgulayıcı” yaklaşımlarına, içeriği doldurulmayan “kimlik” talebiyle açıklanan yanıtlar vermektedirler. Buradan hareketle, bir “ön adım” atıp diğer talepleri karşılamanın yolunu açmak gerektiğini söylemektedirler. A. Öcalan’ın biraz mistik, biraz mitolojik ve antik Yunan çağrışımlı ama “sabır” telkin eden “savuşturucu” yaklaşımı da elbette bir politik tutuma karşılık düşmektedir. Birçok çevre, durumu, basitçe “ihanet ve teslimiyet” gibi kavramlarla izah ediyor. Böyle geçiştirilemeyecek denli önemli olan “barış” politikası, Kürtlerin özgürlük talepleri bakımından olduğu kadar tüm ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçi halkların mücadelesi açısından da önemlidir. Diğer yandan, on beş yıla yakın “silahlı mücadele” ve birkaç yıllık “siyasallaşma mücadelesi”yle, yirmi yıllık tarihi bakımından PKK’nin, hemen tüm çevre ve örgütleri etkilemiş olduğu, bunları platformuna hiç değilse bir süre mahkûm etmiş olduğu gerçeği kadar, devrimci isçi partisinin, bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda ısrar ederek bir mücadele hattı örmeyi sürdürdüğü de tarihsel bir gerçek olarak tespit edilmelidir. “Sol” ve “sosyalist” çevrelerin on yıldır devam eden “barış” çağrılarında bir pozisyon edinmek için çabaladıkları ve “enternasyonal dayanışma” adına hareket ettikleri de bilinmektedir. Kürt reformist Burkaycı çevrenin uzlaşmacı ve işbirlikçi çizgilerini gizlemek için son gelişmeleri “kişiler”le izah ve teşhir çabaları ise, kıymetsiz görünmektedir.
Kapitalist sömürü sisteminin muhafazasını kabullenen bir çizgide burjuva liberal söylem haline getirilmiş olan “barış” sorununa dair, her sınıf ve kesim gibi, işçi ve emekçilerin ve onların partisinin de bir sözü vardır. Bu söz söylenmiştir de.
A. Öcalan’ın yakalanmasıyla somut bir süreç olarak işletilen “barış” politikası, dile getirildiği günden beri, değişik ses ve tonlarla olsa da, yaşama yansıması bakımından yarattığı etki ve oynadığı rolle, egemen sınıfların politikalarını kolaylaştıran ve güçlendiren bir araç olarak kullanılıyor. Bir dönemin canlandırdığı ulusal özgürlük dalgasını düşürmek ve yine “silahlı direniş” döneminin, geniş emekçi Kürtlerde yarattığı düzenden kopuş eğilimini onarmak amaçlı olarak, bu politika, Kürtler üzerinde sistemin tahakkümünü içselleştirmek, giderek sindirtmek için yürütülen rahatlatıcı ve hazmettirici çok yönlü çabanın toplamıdır denebilir. Bu çabalar, esasta ortak bir noktada birleşiyor ve Kürtleri yeniden sisteme bağlamada önemli bir işlev görüyor. “Barış” politikası, soyut bir kavram olarak değil somut bir politika olarak değerlendirildiğinde, kimler tarafından, hangi amaçlar için değerlendirildiği sorusuna somut yanıt vermeyi gerekli ve zorunlu kılar. Değişik kesimlerce, değişik anlamlar yüklenerek ele almıyor ve böyle izah ediliyor olsa da, Kürt işçi ve emekçileri bakımından, bu politikanın değerlendirilebileceği yeterince veri ve somut gelişme olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Gerçek o ki, “barış” politikasının dillen-dirildiği günden bu güne kadar geçen sürede, egemen sınıfların manevra alanında bir genişleme ve rahatlama olduğu söylenebilir. Gerek “barış” çağrılarının önde gelen tarafları, gerekse bunların “barış” kavramına yüklemek istedikleri içerik, “barış”ın, Kürt işçi ve emekçilerinin duygu ve taleplerinin istismarı üzerinden ama egemen sınıfların hesaplarıyla uyum içinde ilerlemiş olduğunu göstermektedir. Burjuvazinin politik temsilcileri olan işbirlikçi ve kan emici burjuva partilerinin bölge halkını yedeklemek için yürüttükleri çabaların da, “barış” politikasından beslendiği ve Kürt reformcu çevrelerin, bu kesimlerin Kürt işçi ve emekçileriyle buluşmalarını sağlamak için “özveriyle” çalıştıkları ve “barış”ı bir statüyü kabul ediş olarak algıladıkları görülmektedir. Mesut Yılmaz m Bingöl gezisinde HADEP’li yöneticilerin gösterdikleri çabanın engellendiği, bu parti yöneticilerince üzülerek dile getirilmekte ve bu “barış” politikası hâkim mücadele tarzı olarak değerlendirilmektedir. Kürtlerin bugünkü statüsünün sorumluları olan ve mevcut Kürt politikasının devamıyla birlikte, yeni durumu lehlerine çevirmek için demagojik bir propaganda yürütenlerin bölgeye yaptıkları çıkartmalar, Kürt burjuva reformcu çevrelerince adeta, iddialarından vazgeçmenin iknası için değerlendiriliyor ve emekçi düşmanı politikaların savunucularının “yumuşak söylemi” memnunluk yaratıyor. Böylece, halka ulusal kölelik statüsünün ötesinde bir yol tanımayan Türkiye gerici egemen sınıfları, Kürtlerin demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam taleplerini istismar ederek, yedeklemek ve onlarla buluşmak için harekete geçiyorlar. Onlar manevralarını, baskı ve inkâr eşliğinde sürdürüyor ve işbirlikçi Kürt burjuva gericiliğiyle ilişkilerini yenileyerek, mevcut “imkânı”, emperyalizme hizmet ve sınıf çıkarlarına dayanak yapmak için “barış”ı değerlendiriyorlar. Ve AB’ye aday üyelik ile demokratikleşme sürecini de arkalarına almayı önemseyerek, Kürtlerin, uluslararası burjuvazinin çizdiği “demokratikleşme” platformu kapsamındaki taleplerini dahi istismar ediyor ve içini boşaltmış oluyorlar. Dahası, demokratikleşme taleplerinin AB’ye endekslenmesi, ortak söylemi yaratmış oluyor. AB’ye üyelik ile AB ilişkilerinin Kürtleri peşinden sürükleyen bir argüman olarak benimsenmesi, büyük sermaye gruplarının politikaları bakımından, önemle değerlendiriliyor. Yine bir yanılsama yaratılarak, AB’ye üyeliği, egemen sınıfların bir sorunu olarak değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin bir sorunu ve demokratikleşmenin garantisi olarak işlemek ve bunun sosyal zemini olarak, halkın bu politikayla yedeklenmesini güçlendirmek ve Kürt işçi ve emekçilerinin özlemlerini buraya tahvil etmek; dönemin önemli politik hesaplarından biri olarak, egemen sınıfın Kürt sorununa çözümüyle uyum içerisindedir.
Ancak bilinç bulanıklığı ve politik bağımsız sınıf tutumundaki zaaflarına rağmen, emekçi halkın, ileri işçinin, onurlu ve mücadeleci sendikacının, gençliğin, yoksul ve topraksız Kürt köylüsünün ele geçirdiği her olanağı, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümü için değerlendirmeye çalıştığı, bağımsız bir işçi ve emekçi hareketi oluşturmak üzere, bu tutumu geliştirmeye çaba gösterdiği görülmelidir. Bu tutum, geleceğin mücadele dinamiklerine işaret etmekte ve giderek bir ayrışmayı kaçınılmaz kılacak tutumların emekçi izahı olarak her geçen gün daha da güçlenmektedir.
KAPİTALİST UYGARLIĞIN TARİHİ SÖMÜRÜ VE ŞİDDETTİR
Savaşı ve şiddete dayalı mücadeleyi kaçınılmaz hale getiren ve ezilen ve sömürülen sınıflara dayatanlar; emperyalistler, sömürücü sınıflar ve burjuvazidir. Sınıflı toplum sistemlerinin sonuncusu olan kapitalizmde, burjuvazi, özel mülkiyete dayalı sınıf egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, gerici şiddeti yaşamın her alanına yayarak sınıfsal ve ulusal baskıyı devam ettirmeye çalışmaktadır. Buna karşın o, yığınların aldatılması amacıyla, “barış, demokrasi, özgürlük” propagandasına sarılmaktan da geri durmamaktadır. Günümüzde de burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler ve emperyalistlerin ezilen halklar üzerindeki baskısı, “toplumun güven ve huzurunu”, ya da “halkların barış içinde yaşamasını” sağlama adına sürdürülmektedir. ABD ve diğer emperyalistlerin, ekonomik mali ve politik-askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerinde giriştikleri saldırıların gerekçesi de, “özgürlük ve barış” olmaktadır. Kapitalist uygarlığın tarihi, sömürü ve pazar ilişkilerinin, dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesi yürüten emperyalist ülke ve tekellerin varlığı koşullarında, “eşit haklara dayalı” gerçek bir barışın mümkün olmadığını göstermektedir. Burjuvazi ve emperyalistler bir yandan “evrensel barış” üzerine propagandayla ezilen halkları ve proletaryayı kapitalizme ve emperyalist haydutluğa karşı mücadeleden alıkoymaya çalışırken, diğer yandan içte emekçi sınıflara, dışta diğer ulus ve devletlere karşı savaşçı bir politika izlemekten ve ama savaşı ve şiddeti zorunlu hale getirenin kapitalist sömürü sistemleri olduğunu gizlemekten geri durmuyorlar.
Bilinmektedir ki, mülk sahibi sömürücü burjuva sınıf, egemenliğini şiddete dayalı olarak sürdürmekte, sınıfsal ve ulusal baskıyı sürdürürken, bir yandan da bilinçleri bulandırmak için “demokrasi, barış, özgürlük” gibi kavramları propaganda malzemesi olarak kullanmaktadır. ABD ve diğer emperyalistlerin birer demokrasi havarisi olarak dünya halkları üzerinde yarattıkları bu yönlü propagandanın etkisi bilinmektedir. Onlar, ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda dünyanın çeşitli bölgelerin de giriştikleri savaşların gerekçesini hep bu “iyi niyet” hesapları üzerinden açıklamaktadırlar. “Özgürlük ve barış” için yapıldığı söylenen her müdahalenin altındaki nedenler gizlenmekte, gerçekleştirilen katliamların nedeni olarak bir “sorumlu” bulup dünya halklarına ilan etmekten geri durmamaktadırlar. Dünyanın birçok bölgesinde yapılan birçok operasyonun, işgal ve saldırının, akan onca kanın ve katliamın aslında mevcut sömürü sistemlerini ayakta tutmak için olduğunu gizlemek için, söz konusu bölgenin ya da ülkenin “güven ve huzurunu sağ lama” adına müdahale edildiği açıklanmaktadır. “Savaşlar dönemi sona ermiştir” propagandasının yapıldığı ikinci dünya savaşından sonra, emperyalist ülkeler tarafından doğrudan yapılan saldın ve çıkarılan bölgesel savaşlarda on milyonlarca insanın ölmesi, bu gerçeğin kanıtıdır. Vietnam’da yüz-binler böyle katledildi. ABD, Haiti, Somali ve diğer ülkelere çıkarken, Libya’ya, Sudan’a saldırırken ve Irak üzerine bomba yağdırırken de, “evrensel ya da bölgesel barış” amacı taşıdığını açıklamıştı. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve diğerleri bundan farklı davranmamaktadır. Ve yine, “sınıflar-arası barış” çağrısı en çok burjuva sınıf temsilcilerince dile getirilmektedir. Onlar, egemen sınıf konumlarının devamı için diğer ezilen kesimlerin “kendilerine verilenle yetinmeleri”ni ister ve ezilenlerin başkaldırılarını bölge ya da dünya için “barışa vurulmuş darbe” olarak adlandırırken, burjuva sınıf egemenliği sisteminde, proletarya ve emekçilerin “barışçıl” yollarla iktidarı almalarının mümkün olmadığını bilmelerinin rahatlığıyla davranıyor ve ezilenlerin iktidar kavgasını, ellerindeki tüm güçleri seferber ederek ve bütün baskı ve şiddet yöntemlerini deneyerek engellemekten geri durmuyorlar.
Oysa proletarya ve halklar, savaş istemezler ve istememektedirler. Savaşlara, kan ve gözyaşına, zulüm ve şiddete karşı olan dünya işçileri ve halkları bilmektedirler ki; savaşların esas kaynağı kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizmdir; kapitalist özel mülkiyet ve emperyalizm var olduğu sürece savaşlar kaçınılmaz olmaya devam edecektir. Savaşların, kan ve şiddetin, ulusal boğazlaşmaların, halkların ulusal baskı altında tutulmasının nedeni olan kapitalist emperyalizm var olduğu sürece savaşlar da kaçınılmazdır. Dün Balkanlar’daki savaşın nedeni emperyalizmin pazar ve hegemonya kavgası olduğu gibi, bugün birçok bölgede değişik biçim ve görüntülerle buradan kaynaklı çatışmalar devam etmektedir ve birçok bölge barut fıçısı olarak patlamaya hazır haldedir.
Tüm dünyada işçi ve emekçiler ve ezilen halklar çok istemelerine rağmen barışa ulaşamamaktadırlar. Bu gerçeği örtmek, gizlemek ya da değişik biçimlerde izah etmeye çabalamak, halkların savaşlara ve emperyalizme karşı mücadelesini baltalamaktan başka bir şeye yaramaz. Dolayısıyla, “barış” mücadelesi; “emek ve sermayenin uyumu”na, “sınıflar-arası barış”a ve ülke sorunlarının emperyalist “Yeni Dünya Düzeni” politikasına bağlanarak verilen bir mücadele olarak değil, egemen sınıfların saldırgan politikalarını ve savaş nedeni olmalarını daha net olarak açığa çıkarmak ve özgün durumlarda da, koşulları emekçiler lehine çevirmek için bir mücadele olarak değerlendirilebilir. Kürt sorununda “barış” böyle değerlendirilebilir. Aksi bir “mücadele”nin hiçbir halka olduğu gibi. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesine bir katkı sunmayacağı açıktır. Talana kapitalist emperyalizm göz ardı edilerek ve ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri doğru tarif edilmeden, “barış” ve dolayısıyla Kürt sorununda “barış” tam olarak anlaşılamaz. Dolayısıyla, tersine yaklaşımla, halkın ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerini kazanma ve kullanma olanağı sağlamayacağı gibi, aksine ezilen yığınların bilinçlerinde bulanıklık ve tahribat yaratılacağı ve bu yaklaşımın sisteme ve kan akıtıcılara karşı bir güven ve umut beslenmesine neden olabileceği de unutulmamalıdır.
“BARIŞ” POLİTİKASI YA DA EZEN-EZİLEN MÜCADELESİ
Bugün Kürt sorunu yıllardır devam eden bir “savaş” ya da “çatışma” sürecinden çıkıp yeni bir mecraya yönelmiş bulunmaktadır. Gelinen süreç, yıllardır devam eden bir “savaş” politikasının ortaya çıkardığı bir “barış” politikası biçiminde değerlendirilebilir olmakla birlikte, üzerinde şekillenip büyüdüğü zemine kısaca dönüp bakmayı gerekli kılmaktadır.
On yıldan bu yana yürütülen ve devletin politikasından vazgeçmesi amaçlı “barış” propagandası, A. Öcalan’ın bir CİA-MOSAD işbirliğiyle MİT’e teslim edilmesinden sonra, işçileri, emekçileri, Kürtleri, gençliği, şehrin ve kırın tüm yoksullarını devletle “buluşturmaya”, uzlaştırmaya çalışanların ellerine geçirdikleri bir koz olarak değerlendirilmiş oluyor. Açık sınıf kimliğiyle bilinen bu kesimin yön verdiği bir “barış” politikası, mücadeleci ve ağır bedeller ödemiş Kürt emekçi halkının başı üzerinden devam etmektedir. Bunlar, çürümüş sistemi ayakta tutma amacıyla yenilenen bir devlet içi statü üzerinden sınıf ittifaklarını yenilemek isteyen Türk ve Kürt gericileridirler. Bu kesimin esas unsurunu, bölgede sermaye yatırımını köyleri yakıp yıkmaktan daha akıllı bitiş sayan ve Kürt halk muhalefetinin yığınsal bir ulusal direnişe dönüşmesi tehlikesini gören işbirlikçi Türk burjuvazisi ve onlarla kader birliği etmiş Kürt gericiliği oluşturmaktadır. Onlar doksanların başından bu yana, amaçlarını dile getirdiler ve aslında hareketi buradan kuşatmış da oldular. Türk egemen sınıfları, yalnızca “iç” pazarda daha fazla sömürüyü gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda “kendi” Kürt sorununu, sistem içi statü değişikliğiyle (örneğin dil ve kültür serbestisi tanınarak) geriye atıp, emperyalist barış planına bağlı ve ABD’nin taşeronluğuna soyunmuş bir bölge gücü kimliğiyle Ortadoğu, Kafkaslar, Orta ve uzak Asya’da, Irak, Suriye ve İran Kürdistan’ı topraklarında bir “olanağa” dönüştürmek ve Kürt burjuva gericiliği ve reformcu burjuva gerici çevreleriyle “sınıf kardeşliği”ni tazelemek ve bunu, düzenden kopuş içindeki Kürt ve Türk emekçilerinin başı üzerinden yenilemek istemektedirler. Kürt gericiliğinin de buna bir itirazı yoktur.
Türk burjuvazisi ve işbirlikçi Kürt gericiliği, “barış” ve “Kürt kimliğinin tanınması” demagojisiyle “Türkiye’nin güçleneceğini ileri sürmektedir. Yıllardır yürütülen askeri operasyonlar nedeniyle yeterince değerlendirilemeyen bölgenin, böylelikle, “üretime açılması” ve pazara dönüştürülmesi talep edilmektedir. İnkâr ve imhaya dayalı geleneksel Kürt politikasında sorunu “terör” ve çözümünü “askeri zorla ezme” biçiminde anlamakta ısrarlı olan kesimlerin, Kürt kimliğinin tanınmasının “yeni istekleri gündeme getireceği” ve “silahlı mücadeleye dayanak yapılacağı” ve “bölücülüğü güçlendireceği” yönündeki itirazlarına karşın; aralarında TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK ve TOBB gibi büyük sermaye kuruluşlarının yöneticilerinin ve Sabancı, Komili, Baydur, Boyner gibi büyük patronların bulunduğu bu kesim, yıllardır, sesleri az ya da çok çıkarak, emperyalist “barış” politikasına destek vermeyi sürdürdüler. Bu ‘baskı odakları’, Türkiye’nin “iç istikrarı”nı olumsuz etkileyen Kürt sorununun yedeğe alınması yoluyla, bölgede daha aktif bir rol üstlenilmesini istemektedirler. Tabii ki, bu politika, uzun vadeli kapitalist çıkarlara uygun düşmektedir. A. Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu ve yakalanıp Türkiye’ye getirildiği günlerde, orta sınıfın ve onların temsilcilerinin şaha kalkmış ırkçı ve şoven duyguların sarhoşluğuyla bazı tekelleri hedef alan eylemlerinin, tekelci kesimlerce nasıl kesildiği hatırlanmalıdır. (Sabancı’nın ‘İtaly’ marka kravatını ekranda göstermesi gibi.) Bu dönemin yarattığı etki işbirlikçi tekelci sermaye kesiminin politikalarını savunma pozisyonunda bir ayar değişikliğine neden olmakla birlikte, politika, esasta aynıdır ve bir değişiklik yoktur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin en etkili temsilcilerinin, devletin Kürt politikasının değişmesi gerektiğine işaret ederek, “imha edilmiş bölgeyi kalkındırma” ve “Kürt kimliğini tanıma” ihtiyacına yıllardır dikkat çekmesinin başlıca nedenlerinden bir diğeri ise; AB’ye üyelikte pürüz olarak gösterilen gerekçeler arasında bulunan ve dünyada eşi az görülen imha ve inkâr politikasının “göze batan” kısımlarını törpüleme ve rötuşlamayla, Kürt sorununda “batı standartlarına uyumlu” bir yasal düzenleme yapılması ihtiyacıdır. Sermaye ve gericilik cephesinden ve bunların etkili bir kesiminin ağzından seslendirilen “çözüm” politikası, uluslararası sermaye ve emperyalizmin “yeni düzen” politikalarıyla uyumlu, ama Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerini göz ardı eden, işçilere, emekçilere ve Kürtlere ekonomik ve politik kölelikten başka bir seçenek sunmayan bir politikadır.
MEVCUT STATÜNÜN PARÇALANMASINDA “BARIŞ” POLİTİKASININ ROLÜ
Aslında, söz konusu olan, sermaye ve burjuva diktatörlüğünün, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerinin reddi politikasının devamı olarak Kürtlere saldırısının sürmesidir.
On yıllardır devam eden Kürtlerin ulusal varlığına yönelik burjuva emperyalist politikaya bir tepki hareketi olarak ortaya çıkıp, ulusal baskı ve asimilasyona duyulan halk tepkisinden güç alarak, bu tepki üzerinden örgütlenen PKK’nin; Kürtlerin ulusal özgürlük talebini, isçi ve emekçilerin sınıfsal taleplerinden uzak bir platformda ele alması, bu çizginin devamı olarak, zamanla. Kürt işçi ve emekçilerinin örgütlü kitle hareketini zayıflatarak, derinleşmiştir. Umutsuzluğun ve düzenden beklenticiliğin beslendiği bu durum, Kürt emekçileri için örgütsüzlük olarak ifadesini buldu. Yaygın tepki ve özgürlük özlemi; somut talepleri dayanak edinmeyen bir mücadele anlayışıyla, umutsuzluğa ve düzenden beklentiye sürüklenerek, kendini bir tutum olarak örmüş oldu. Üzerinde bulunduğu reformcu burjuva platform gereği; PKK, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf talepleriyle, bu talepler üzerinde yükselen mücadeleyle ve mücadelenin işçi-köylü devrimine genişlemesiyle ilgili değildi. Ne bir işçi köylü devrimini hedefliyordu, ne de buna uygun bir “kitle örgütlenmesi” anlayışına sahipti. O, benimsediği mücadele anlayışına bağlı olarak, Kürt yoksul köylülüğü ve Kürt gençliğini “gerilla savaşı”nın “gücü” olarak değerlendiriyor ve Kürt emekçi kitlelerini de “gerilla”nın “lojistik desteği” olarak ele alıyordu. Bu anlayış ve tutumun, ’89’larda, Türkiye’nin büyük işçi merkezlerinde gelişen işçi eylemleriyle birlikte bir yükselişi yaşayan Kürt emekçi kitlelerinin hareketiyle birleştirilememesinde etkili bir rol oynadığı ve buna bağlı olarak, ’91 sonundan itibaren, Kürt emekçi hareketinin bir gerileyiş içerisine girmiş olduğu tespit edilebilir.
Bir yandan Kürt emekçilerinin sınıf taleplerini ve örgütlü kitle mücadelesini dikkate almayan bir çizgide ısrar eden yaklaşım, diğer yandan da, gerileyişinin sonunda, Kürtlerin ulusal özgürlük talebi ve daha önce hep dile getirdiği “Bağımsız Kürdistan” hedefinden uzaklaşarak, “kimliğin tanınması”yla yetinir bir çizgiye çekildi. PKK, devletin silahlı güçleriyle giriştiği çatışmaların seyrine göre, dönem dönem “ateşkes” ve “barış” çağrıları yaptı ve sorunun “siyasal çözümüne yardımcı olmak için”, “uluslararası kuruluşlara” ve batılı büyük emperyalist devletlere çağrılarda bulundu. “Silahlı eylemciliği”, burjuvaziyi “siyasal çözüme” zorlama aracı olarak kullanan bu hareketin; o yıllarda yaptığı “siyasal çözüm” çağrısı ve barış sorununa yüklediği içerik, onun burjuva reformcu platformunu ve siyasal uzlaşmacılığını açığa vurmakla birlikte, Türk burjuvazisi ve Kürt işbirlikçi burjuvazisinin, sistem içi statü değişiklikleriyle yenilenmek istenen sınıf ittifakına, “kimlik sorunu”na indirgenmiş bir mücadele hedefi üzerinden katılımını da ifade etmekteydi. Özellikle ’91 sonundan itibaren giderek güçlenen bir vurguyla, Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluş ve özgürlük talepleri, “kimlik tanınması” ve “akan kanın durması”yla sınırlı, dolayısıyla Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini karşılamaktan uzak bir “barış” politikası ve uzlaşma platformuna çekilmeye çalışıldı. Devam eden süreç, bir “diyalog” ve “diplomatik çözüm” çabaları sürecidir ve bundan sonra güçlendirilerek sürdürülen “uluslararası diplomasinin esas hedefinin, “Kürt kimliğinin kabulü”nü içeren bir “siyasal çözüm” formülüne destek sağlanması olduğu, açıkça söylenip yazıldı. Kürtlerin “temsilcisi” ya da “partisi” olarak ifade edilen DEP ve HADEP gibi partilerin ve dışarıda diplomasi faaliyeti yürüten “Sürgündeki Kürt Parlamentosunun çalışması da, özüyle bu platforma oturuyordu. Açıktır ki, ezilen ve sömürülen emekçi Kürtlerin çıkarı, bu tür bir “tercih” dayatmasını kabul etmeyi değil, ama ulusal-siyasal ve sosyal hakların elde edilmesi için mücadele etmeyi ve buna hizmet edecek bir “barış” politikası ya da mücadelesini gerektirmektedir. Yıllardır devam eden katliam ve ağır zulmün yarattığı ortamın son bulması ve Kürtlerin taleplerinin karşılanması mücadelesi, bir bileşen olarak değerlendirilmeli ve bu politikanın, egemenlerin elini ayağını bağlayan ve emekçilerin ele geçirdikleri bir avantaj olması hedeflenmelidir.
KÜRTLERİN “BARIŞ” TALEBİ, İHTİYAÇLARINI KARŞILAYAN BİR MÜCADELE OLARAK DEĞERLENDİRİLMELİDİR
Kürtlerin, kendisine yönelen saldırının ve on yıllardır devam eden Kürt politikasının son bulmasını istediği, “barış” istediği tartışmasız bir gerçektir. Ancak, “barış mücadelesinin tarafı olarak yıllardır öne çıkan parti, gurup ve şahsiyetlerin durumu ile “savaş” ve “barış”ın niteliği, neyi hedeflediği ve neye hizmet ettiği arasında kopmaz bir bağ olduğu da göz ardı edilmemelidir. Doksanlı yılların ortalarından itibaren “barış” çağrısının “tarafı” olarak öne çıkanlar, Kürt reformcu burjuvazisi, küçük-burjuva reformcu Kürt grupları, emperyalizmin işbirlikçisi Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve reformist-liberal burjuva “sosyalizmi” akımlarıyla bir kısım “barışsever aydınlar”, giderek “barış” politikasının içini, amaçlarına uygun olarak doldurmak ya da boşaltmak için çaba sarf ettiler. Genellikle “barış temsilcileri”, temsil ettiklerini söyledikleri Kürtlerin taleplerini kendi ihtiyaçları üzerinden şekillendirerek sürdürdüler. “Barış” çağrılarının Kürt ve Türk “tarafları”nda yer alan Kürt ve Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleriyle çeşitli türden burjuva “sosyalizmi” akımları ve “barışsever aydınlar”ın barış gerekçeleri arasında farklılıklar olmakla birlikte, yıllarca sürdürülen “barış” propagandasının ana temasını, “barış”ın “devletin üniter yapısı, egemenliği ve güvenliğine hizmet edeceği, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıları azaltacağı, ekonomik krizi hafifleteceği (bir bölüm burjuva liberalince ekonomik bunalımın tümüyle ortadan kalkabileceği bile iddi edildi ve edilmektedir) vb. oluşturuyordu. “Barış ve demokrasi” beklentilerini yeniden güçlendirmek üzere, burjuva reformcu Kürt ve Türk çevreleri, liberal ‘sol’ aydınlar ve yeni dünya düzenci “sosyalistler, “din kardeşleri” vb. ulusal baskı altındaki Kürtleri ve azgın kapitalist sömürü altındaki tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri, liberal demokratizm üzerine söylemlerle aldatmaya çalışırken, barış gibi, emekçi yığınlar açısından yaşamsal öneme sahip bir sorunu bolca kullanmaktadırlar. Emekçi kitlelerin, Kürtlere yönelik faşist terörün derhal son bulması istemi, bu çevreler tarafından, uzlaşmacı politikaların aracı haline getirilerek, dönemin temel argümanı yapılıyor.
Bugün yinelenerek dile getirilen, egemen sınıfların baskı ve zor eşliğinde seksen yıla yakın süredir devam eden politikaya Kürtleri mahkûm etmek istedikleridir. Tüm “barış taraftarları”, “kardeşkanı akmasın” demektedir. Ancak bölgede sürdürülen vahşi saldırıların durdurulması, diktatörlük güçlerinin çekilmesi, ulusal hak eşitliğinin tanınması ve diğer özgürlük ve demokrasi taleplerinin karşılanması için bir mücadele ve bu mücadelenin dinamikleriyle birleşme yerine, aldatıcı bir barış propagandası ve çalışmasıyla genelkurmay, işgalci ordular ve özel savaş aygıtının barışçı olabileceği yönünde Kürt işçi ve emekçilerini beklentiye sürükleyici bir tutum benimsendi ve etkisinin yaygınlaşması için çaba sarf ediliyor.
Oysa Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin eşit, özgür ve sömürüşüz yaşamı için mücadele veren tüm milliyetlerden proletaryanın partisinin bu süreçteki tutumu şöyle özetlenebilir: Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf çıkarları temelinde örgütlü mücadelesini reddeden bir “savaş” politikası ile emperyalizm ve burjuvazinin politikalarına bağlanmış bir “barış” politikası arasında “tercih” zorunluluğu değil, halkın barış talebini savunarak, doğru bir perspektifle mücadelede ısrar etmek. Dönemi, emekçi hareketinin yararlanabileceği imkânlar açısından değerlendirmek; işçi sınıfı, emekçi kitleler ve Kürtler karşısındaki inandırıcılığını görülmemiş düzeyde kaybetmiş, birikmiş yığınla sorunun altında zorlanan egemen sınıfları, Kürt ve Türk işçi ve halk hareketinin birleşik güçlü baskısıyla geriletmek ve ekonomik ve siyasi amaçlarını işlevsiz kılarak demokratikleşme hareketini daha güçlü bir hareket olarak hayata geçirmek ve yaşanabilir bir barışın yolunu açmak, ancak böylelikle mümkündür. Barış politikası, Kürtler için, burjuvazi ve emperyalizmin Kürt sorununa ilişkin “çözüm” ve “barış” politikasından bir kopuşu içermeli ve ona karşı kendi barış politikasını ifade etme ve egemen sınıfların politikasına karşı emekçiler lehine bir mevzi kazanma olarak işlev görmelidir. Tüm “etnik kaygıları”nı bir yana bırakarak, kapitalist sistemle “sınıf uyumu” temelinde barışmaya can atan işbirlikçi Kürt gericiliğinin ve liberal yeni dünya düzenci çevrelerin Kürtleri maniple etme planı, ancak böyle terse çevrilebilir.
Bunun için; yeni dünya düzeni politikasına bağlanmış liberal demokratizmin halklara “barış ve demokrasi” olarak sunulmasına karşı duran, emek ve sermaye, ezen ile ezilen arasındaki çelişki ve çatışmalara dikkat çeken, sınıfların varlığı ve sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin bugün de varlığını sürdürdüğü gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfının ve ezilenlerin ödediği bedeller ve onların mirası üzerinde ilerleyen, sınıflar mücadelesinden, ulusal ve sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin uzak ve yakın tarihinden dersler çıkarabilen ve bunu dayanak yapan bir mücadele ve bir “barış” politikası gerektiği açıktır.
ANA KİTLESİYLE ÇIKARLARI ORTAK VE DÜŞMANLARI ORTAK İKİ HALK
Öncesi bir yana yirmi yıldır devam eden ve otuz bini aşkın insanın ölüme neden olan çatışma ve katliamlar sürecinde tüm kışkırtma ve düşmanlaştırma çabalarına rağmen, iki halk karşı karşıya getirilemedi ve bir Kürt-Türk çatışması yaratılamadı. Gerici egemen sınıfların Kürt ve Türk halkını bir birinin karşısına koyarak bundan yararlanmak istediği bilinmektedir. Burjuvazi ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek böylesi bir bölünmenin boşa çıkarılarak engellenmesinde Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin köklü ve kapsamlı ilişkileri etkili oldu ve bu tutum, aynı zamanda, geleceğin mücadele tarzını da ortaya koymuş oldu. İki ulustan emekçilerin ve sınıf bilinçli işçilerin bu süreçte tarihi bir rol oynadıkları rahatlıkla ifade edilebilir. Birbirlerinden bir alıp veremedikleri olmayan Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, ırkçı şovenizmin zehirlediği kışkırtıcı tüm çaba ve provokasyonlara rağmen, yaşamın her alanında iç içe yaşayan ve kardeşleşme duyguları içinde bulunan iki halk olarak, ezen ve ezilen ulusun burjuvazisinin politik hesaplarının aleti ve emperyalizmin kışkırtma çabalarının piyonu olmadı ve birbirine karşı getirilemedi. Kontrgerilla provokasyonlarıyla işlenen binlerce cinayete ve kışkırtmaya rağmen, Kürt ve Türk emekçileri, ana kitlesiyle, çıkarlarının ortak olduğunu ve düşmanlarının da aynı sınıflara denk geldiğini yaşayarak gördüler. Ayrıca, ırkçı ve şovenist propaganda odaklarının Türk halkını kışkırtıp kanlı bir halk kapışmasına sürükleme hesapları da, boşa çıkarıldı. Türk işçi ve emekçileri, Kürtlere karşı yürütülen saldırganlığı inkâr ve imha politikasını hiç bir dönem desteklemedi ve desteklememektedir. Irkçı şovenizmin ve faşist propagandanın etkisindeki küçük bir kısmı dışında, ana kitlesiyle Türk halkı, bu saldırgan ve inkârcı asimilasyon politikasının durmasını istemektedir. Giderek güçlenen bir eğilimle, Kürtlerin ulusal haklarına sahip olmasının, iki halkın gerçek kardeşliği ve özgürlüğünün koşulu olduğu kavrayışının geliştiği de, verilerle açıklık kazanmaktadır.
Ulusal imha politikasının hedefinde duran Kürtlerin ve Kürt ve Türk emekçilerinin, gerçek bir barışa ihtiyaç duydukları kuşkusuzdur. İşçi ve emekçi kitleleri ve Kürtleri, zulme, sömürü ve ulusal kölelik statüsüne karşı mücadele zorunluluğuyla karşı karşıya bırakanlar, burjuvazi ve emperyalistlerdir. Kürt ve Türk halkından işçi ve emekçilerin partisi; bugün gerici egemen sınıfların saflarını dağıtan, onların cephe birliğinde gedikler açan, burjuvazi ve emperyalizme darbeler vuran ve gericiliğin iç çelişkilerini derinleştiren, Kürt ve Türk halkını birleştiren, işçi ve halk kitlelerini güçlendirip daha ileri mevzilerden mücadele yürütmesini olanaklı kılan ve sınıf ve emekçilere iktidar yolunu açan bir “barış” politika sının savunucusudur. Açıktır ki. Kürtlere karşı sürdürülen imha politikasının bir an önce son bulması, ulusal hakların kullanımına set çeken inkârcı saldırganlığın durdurulması, Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkının tanınması ve bunu sağlayan bir “barış”ın gerçekleşmesi; Kürt ve Türk halklarının yararınadır ve gereklidir. Böyle bir “barış”, tüm milliyetlerden işçi ve emekçileri burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesinin gelişmesine, birleşmesine ve sınıf mücadelesini geliştirerek inkârcı politikanın yırtılmasına hizmet edecektir. Ve bu. Kürt işçi ve emekçilerinin, ulusal kölelik statüsünün, uygulanan baskı ve zulmün temelinin, gerçekte, kapitalist sistemde yattığını daha iyi görmelerini de olanaklı kılacak, Kürt burjuvazisinin ve reformcu Kürt milliyetçiliğinin sınıf mücadelesine kurduğu barikatı kaldıracak ve sınıf bilinçli Kürt işçisinin konumunu güçlendirecektir.
Bugün dile getirilen ve bir “uyum süreci” olarak işletilen “barış” politikası, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini geliştirme hedefini ne kadar karşılıyor; bu, değerlendirilmek durumundadır. Kürtleri ve onunla birlikte tüm Türkiye emekçilerini devletle “barıştırma” hedefine denk düşen bir “barış” politikası: Kürt burjuva, küçük-burjuva reformcu çevrelerin ve “dayanışma” içindeki “yeni dünya düzenci”, AB’ci ve Türk solu olarak ifadelendiren kesimlerin “barış” politikası olabilir, ama özgürlük ve demokrasi talebiyle yıllardır bedeller ödeyen Kürtlerin politikası olamaz. Ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylü yığınlarının ihtiyacı; baskı, zor, inkâr ve imha politikasının son bulması için yürütülen saldırıların son bulması için mücadele politikası olabilir. Emperyalistlerle Türk egemen sınıfları ve genelkurmayın politikalarını gözeten, ulusal hak eşitliği talebini içermeyen, devletin ve baskı kurumlarının geriletilip darbelenmesini hedeflemeyen, işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesinin güçlendirilmesini gözetmeyen bir barış politikası; ancak, Türk gerici sermaye sınıfının ve işbirlikçi Kürt gericiliğinin kaygılarını bertaraf edilmesine ve Kürt politikasında bu sınıfların sözcülerinin daha etkin rol almalarının sağlanmasına denk düşebilir. Böyle bir politika ve mücadelenin, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerine ulusal ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımı olanağı sağlamadığı, aksine ezilen yığınların devlete ve kan akıtıcılara “umudu”nu tazelediği, yığınları devletle buluşturmaya hizmet ettiği açıktır. İçeriği boşaltılmış ve amacından sapmış “kan akmasın” sloganı üzerinden yapılan propagandanın yansıması olan böylesi bir politik tutum, Diyarbakır emniyet müdürü ve beş polisin bir kontrgerilla türü suikastla öldürülmelerinde, “halk emniyet müdürüne sahip çıktı” biçiminde ifadesini bulmaktadır.
Oysa emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin egemenliğine bağlanan, açmaz içindeki egemen sınıflara bir “nefes alma” ve “güç toplama” olanağı olarak işlev gören, Kürt işçi ve emekçileri bakımından düzenden kopuş eğilimini durduran ve emekçileri düzene bağlamaya hizmet eden bir “barış” politikasına karşı; burjuvazi ve emperyalizmin politikalarını darbeleyen ve sermaye ve gericilik cephesinde gedikler açan bir barış politikası olasıdır ve emekçilerin ihtiyacı budur. Bunun gelişme yolu ise, IMF programına, hükümetin açlık ve sefaleti dayatan ekonomik ve siyasi saldırılarına karşı yığınların örgütlü mücadelesinin yükseltilmesinden geçmektedir.
Kürtlerin kanı üzerinden egemenliklerini pekiştirmeye çalışan işbirlikçi burjuvazi ve gericiliğin püskürtülmesi, ancak kan akıtan diktatörlük kurumlarının bölgeden çekilmesi ve emperyalizmin Kürtlerin yaşamına müdahale olanaklarının sınırlanarak ortadan kaldırılmasıyla olasıdır. Kürtlere karşı sürdürülen faşist barbarlığın durdurulması bir zorunluluktur. Kürt ve Türk halkının ulusal hak eşitliği tanınmadan, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasak kaldırılmadan, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini teminat altına alan baştan aşağı demokratik bir devlet sistemi kurulmadan ve sorunun çözüm yolu olarak, eşit hak temelinde federatif bir cumhuriyet içinde yaşamanın olanakları sağlanmadan, ileriye doğru adım arılamaz.
Sorun şudur; Kürtler, diktatörlüğün son yirmi yıldır kesintisiz hale getirdiği askeri saldırıları ve onlarca yıldır sürdürdüğü baskı ve asimilasyon politikasından bıkmış; baskı, yasak ve katliamlara tepkilerini kitlesel olarak ortaya koymuş, ancak PKK’nin izlediği çizgi nedeniyle, hareketin açmaz içerisine girmesiyle birlikte, duydukları büyük öfkeye karşın, bir çıkış yolu bulamamanın zorluklarıyla karşılaşmışlardır. Doksanların ilk yıllarından itibaren her yeni yılı “kurtuluş ve zafer yılı” olarak ilan eden PKK’nin nesnellikten uzak bu abartılı tespitlerinin gerçekleşmediğini gören köy yoksulları içinde güvensizlik ve bunalım baş göstermiştir. Köylerin, mezraların, ilçe merkezlerinin yakılıp-yıkılması, binlerce gencin dağlarda ya da şehir ve köy merkezlerinde katledilmesi ve geçim araçlarının imhası, şehir esnafının ticari faaliyetinin önemli bir darbe yemesi vb. nedenler, bu kitleler içinde, “bu iş bitsin de nasıl biterse bitsin” düşüncesinin gelişmesine yol açmışken; yürütülen politikanın yarattığı arayış ihtiyacını karşılayacak ve Kürtlerin önünü açacak yeni politikaların geliştirilememiş olması, bir tıkanma yaratmıştır. Bu da, ileriye yönelik hesaplar yerine, geri bilince esir olmuş bir ruh halinin egemen olmasına uygun olan zemini her geçen gün güçlendirmiştir. Mevcut statükoyu ve ulusal kölelik zincirlerini parçalamanın imkansız olduğu fikrini besleyip güçlendiren bu koşullar, emekçi yığınlar ve köy yoksulları içerisinde, önceyi arama eğilimini geliştirdi. Bu kesimler, içeriğine ve PKK’nin yüklediği anlama bakmaksızın, ne olduğu üzerinde de düşünme ihtiyacı duymadan; Kürt burjuvazisinin, şehir esnafının ihtiyacı olan ve PKK’nin de dile getirdiği “barış” politikasına destek verir duruma geldiler. Buna koşut olarak, nesnellikten ve bilimsellikten yoksun tespit ve hedeflerin yarattığı bulanıklık, kafa karışıklığı ve bıkkınlık, kitleler içinde, “bu böyle gitmeyecek” düşüncesinin geliştirdi. Uluslararası dengeler, büyük güçlerin bölge hesapları, bölge ülkelerinin durumu, KDP ve YNK’nin işbirlikçi çizgisi gibi dolaylı ama sorun üzerinde etki yapan nedenlerle birlikte değerlendirildiğinde, “barış” politikası, bu olumsuz koşulların egemen olduğu atmosferinin etkisindeki maddi gerçekler üzerinden ilerlemiş oldu. Doksanlı yılların ortalarında daha da yükseltilen “barış” çağrı ve girişimlerini, bu zeminden koparmak olanaklı değildir. Birçok çevreyi ve çıkarları ayrı sınıflan ortak söylemde birleştiren bu “barış” politikası, her kesimin bir pozisyon aldığı bir platform olarak, emekçiler bakımından bulanıklaşarak, gelişip güçlendi ve bilinen sürece böyle gelinmiş oldu.
İşte “barış” savunucularının dayanak yapmaya çalıştığı ve geri bilince seslendiği şey, hareketin önünü açamamaktan kaynaklanan, deyim yerindeyse bu bunalım durumudur. Bu ise, emekçilerin mücadelesini ilerleten bir tutum değil, geri mevziden uzlaşmayı ve mevcut olana dönüşü ifade etmektedir. Ancak, bir halk hareketiyle terse çevrilemez değildir.
Kürt işçi ve emekçileri, Kürt gericiliğinin platformuyla birleşen ulusal özgürlük mücadelesinin karşılaştığı çetin sorunların, ancak, kendilerinin sorunu ele almalarıyla, doğru bir rotaya girebileceğini görmelidirler. Yine Kürt emekçileri, burjuva gericiliğinin ve reformcu-liberal çevre ve grupların, emekçi halkın taleplerinden sıyırarak ele aldıkları ve uygulamaya soktukları “barış”ın, söylendiği gibi, “devletin elini bağlayan” hiçbir özelliği olmadığını görmelidirler. Egemen sınıfların politikasının deşifre edilerek açığa çıkarılması, demokrasi ve özgürlük taleplerinin yığınsal bir mücadele üzerinden geliştirilmesi, bölgeye yönelik yeni politikalardaki “terör bitti, sıra ekonomik kalkınmada” edebiyatının ve yüz yedi maddelik eylem planının boşa çıkarılması, şiddet ve inkârın bir sonuç vermediği ve veremeyeceğini yüksek sesle dile getirmek için; dönemin sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir mücadele hattı belirlemek durumundadırlar. Böylesi bir “barış” mücadelesi, işçilere, köylülere, gençlere yönelik sermaye saldırılarına set çekmede önemli rol oynayacak ve klasik devlet politikası karşısındaki dinamikleri güçlendirecektir.
Kürt emekçi kitlelerinin önemli bir kesimi, özellikle de ileri işçi, emekçi ve gençlik kesimleri, son yirmi yılın deneyleriyle, işçi ve emekçilerin sınıf taleplerine bağlanmamış bir özgürlük mücadelesini, giderek güçlenen bir eğilimle, iş-ekmek-özgürlük talepleriyle birleştirme ihtiyacını ifade ediyorlar. Emperyalizme, IMF’ye ve onun yerli işbirlikçileriyle hükümete karşı, Türk işçi ve emekçileriyle ortak hareket etmeyi dile getiriyorlar. Sermayenin saldırılarına karşı ortak platformların yaratılması için çabalıyor ve yaratılan platformların bir bileşeni olarak sorumluluk alıyor, mücadele ediyorlar. Emek Platformu’nun 1 Aralık iş bırakma eylemi, OHAL kapsamındaki Diyarbakır ve Tunceli dâhil olmak üzere bölgede, Kürt işçi ve emekçilerinin güçlü katılımıyla yanıt buldu. Bu güçlü emekçi eylemi, Emek Platformu’nun bölgede yerelleşmesi için gösterilen çabaların daha da artması, geleceğe dair emekçilerin hesaplarının ipuçlarını fazlasıyla vermektedir. İşçi ve emekçilerin sömürü ve baskıya karşı örgütlü mücadele isteklerini ifade etmektedir. Bölgede, işçiler başta olmak üzere, şehir ve kır yoksulları, son yılların pratiğinden de öğrenmiş olarak, sınıf çıkarları temeline oturan bir örgütlenme ve mücadeleye bu gün daha güçlü bir eğilim göstermektedirler. İşçilerin, sendika şube başkan ve temsilcilerinin ve şehirlere taşınmaya mecbur bırakılmış köylülerin, işsizlerin dile getirdikleri talepler, açıklıkla bunu ortaya koymaktadır,
EMPERYALİSTLERİN, HÜKÜMET VE BÜYÜK PATRONLARIN PROGRAMINA KARŞI EMEKÇİLERİN, HALKIN DEMOKRATİK MÜCADELE PROGRAMIYLA ÇIKILMALIDIR
IMF tarafından hazırlanan ve uygulanmak üzere hükümete dayatılan ekonomik ve sosyal politikalar, Kürtlere daha çok sömürü ve baskı olarak yansımaktadır. Emekçilerden ve halktan gelen en küçük bir ekonomik ve sosyal hak arayışı, şiddetle bastırılmakta; bunun için siyasal gericilik tırmandırılmaktadır. Grevler ertelenmekte, sendikaların yetkileri düşürülmekte, sürgünler ve kıyımlar yapılmakta, son cezaevi katliamında olduğu gibi katliamlara başvurmaktan dahi kaçınılmamaktadır. Ancak, şantaj ve tehditle yönetmeye çalışanlar, IMF kredisinin peşinden koşarken, halk nezdinde kredilerini tüketmiş bulunmaktadırlar. Hâkim sınıfların saldırgan tutumunun arkasında, içinde bulundukları ekonomik ve siyasi güçlüklerin yanı sıra ve asıl olarak demokrasi güçleri ve emekçi sınıflar cephesinde yaşanan örgütsüzlük ve dağınıklık yatmaktadır. Emekçi sınıfların taleplerini duyurmak ve haklarını almak için büyük çaba ve özveriyle yaptığı sayısız eylemler ve yürüttüğü mücadeleler, saldırıları püskürtecek bir düzeyi yakalayamamış,”protesto etme”nin ötesine geçememiştir. Hükümet ve büyük sermaye cephesi; sermaye partilerinden, büyük patron örgütlerine kadar bütün güçleriyle, IMF programı etrafında birleşmiş ve bütün toplumsal kesimleri dışlamıştır. İşçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerine karşı düşmanca bir öze sahip bu programa karşı, kendisini emek ve demokrasi cephesinde gören partilere, sendikalara, kitle örgütlerine, mücadele için birlikte hareket etmek düşmektedir. Emekçilerin taleplerini ortaya koyarak ve öne çıkararak “şer cephesi”ne karşı ortak bir program etrafında birleşmek gerekmektedir. Kürt işçi ve emekçileri böylesi bir birleşik mücadele hattı üzerinde hareket ederek egemen sınıfların politikalarını boşa çıkarabilir. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler, kırın ve kentin yoksullarının birleşik mücadelesi, bölgenin ve Kürtlerin sorunlarını çözecek anahtar olacaktır.
Bu mücadelenin hedefinde Kürtlerin bugüne kadar zaten seslendirmiş olduğu şu talepler bulunabilir:
Bölgede bulunan ordular geri çekilmeli; korucu, özel tim ve kontrgerilla dağıtılmalı; bölge valiliğine son verilmeli; devlet eliyle, aşiret ve toprak ağalarının Kürt köylüsü karşısındaki konumunun güçlendirilmesi politikası son bulmalı; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin GAP’tan parsa kapmasını önleyecek tedbirler alınmalı; GAP’ın tamamlanması için gerekli finansman hazine tarafından sağlanmalı ve sunacağı olanakların bölge halkının hizmetine verilmesi için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Topraksız köylünün işleyeceği toprağa sahip olmasının ve bölgenin sanayileşmesinin adımları atılmalıdır. GAP yeniden düzenlenmeli, toprakların köylüler yararına kullanımı sağlanmalıdır.
Kürt kimliği tanınmalı; Kürtlerin kendi geleceği ve kaderi üzerinde söz söyleme, karar verme hakkına sahip olduğu ilan edilmeli; Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasaklar kaldırılmalı, ana dilde eğitim, Kürtçe TV ve yayın hakkı tanınmalı ve hiç bir halka ve ulusa ayrıcalık tanınmamalıdır.
İşçi ve emekçilerin politik örgütlenmesi önündeki tüm engeller, toplantı, gösteri, grev hakkı üzerindeki tüm yasaklar kaldırılmalı; kayıplar ve faili meçhuller açıklanmalı, sorumluları cezalandırılmalıdır. Zindanlar boşaltılmalı, mağdur edilenlere tazminat ödenmelidir. Yıllarca yapılan operasyonlar açıklanmalı, operasyon şeflerinden hesap sorulmalıdır. Bölgede yaşam normalleşmeli, OHAL uygulamasına son verilmeli, köylerinden sürülen ve köyleri yakılan köylülerin zararları tazmin edilerek isteyenin geri dönüşü sağlanmalı, kentlere sürülenlere barınma ve iş olanağı sağlanmalıdır.
IMF, hükümet ve büyük patronların programına karşı emekçilerin, halkın demokratik mücadele programı ile çıkılarak, Türk ve Kürtlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesi, günün somut toplumsal ekonomik ve siyasi talepleri üzerinden güçlenmeli ve direnme hattı oluşturulmalıdır. Halkların eşit ve özgür birliğinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı, Kürt sorununa demokratik halkçı çözüm için gereken önlem alınmalı, demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır.
Şubat 2001
Newroz kutlamaları, nevruz törenleri, “ulusal program” ve Kürtler
Newroz’da Kürtler, yaşadıkları hemen her yerde alanlara çıkarak bir kez daha, baskıyla sürdürülen egemenliğe karşın sorunlarını sahiplenmeye kararlı olduklarını dile getirdiler. Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik için çıktılar alanlara. İzin verilmeyen yerlerde, baskı ve teröre rağmen saldırıları göze alarak, yasakları parçalayarak ve Newroz ateşini yakarak halaya durdular. Onlar, kollarını kaldırıp, başaracaklarına inançlarının ifadesi olarak zafer işaretleri yaparak, bazen sarı-kırmızı-yeşil renkleri dalgalandırarak, bazen halaya durarak, birikmiş/bastırılmış tüm duygu ve özlemlerini ortaya koydular. O gün, aslında, yüz yıllardır paslı zincirlerle kuşatılmış tutsaklıklarına demirci Kawa’nın balyozuyla bir darbe daha vurarak bağırdılar, BİJİ NEWROZ, BİJİ AZADİ diyerek. Kürsülerden ifade edilmeyeni, diplomasi ve protokol kaygısı duymadan yüz binler olarak toplanan halk; geçmişe dair hiçbir anı unutmadıklarını, ama özgürlük ve barış istediklerini, sloganları ve tutumlarıyla bildikleri ve anladıkları biçimde, açıkça, kendi dilleri ve Türkçe olarak dile getirdiler.
Diyarbakır’da üç yüz bini aşkın insanın katıldığı Newroz kutlaması, tüm gözlerin üzerine kilitlendiği kutlama alanıydı. Herkes biliyordu ki, eğer geleceğe ilişkin bir mesaj varsa buradan verilecek ve egemenler de buradan alacaklardı mesajı. Diyarbakır halkı, onurlu ve davasının sahibi bir halk olarak, olması gerekeni yaparak, alanı hıncahınç doldurdu. Artık orası Fuar alanı değil, Newroz Alanı’dır. Newroz’la, Kürtler ağır sorunlar altında olduklarını ve mevcut durumlarını değiştirmek, diğer halkların sahip olduğu demokratik hak ve özgürlükleri kullanmak istediklerini ortaya koydular, eşit ve özgür yaşam taleplerini belirttiler. Onlar, kültür, dil, kimlik ve tarihiyle yaşamak isteyen bir halk olarak, bu Newroz’da bir kez daha tüm dünyanın dikkatlerini üzerlerine çektiler. 21 Mart 2001, Kürtler için sadece bir bayram kutlanması değil, mevcut statükoya itirazla birlikte baskı ve zorun gücüyle bir gerçeğin yok edilemeyeceğinin dile getirilmesi, buna direnileceği ve kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmak istendiği gerçeğinin de ilanıdır.
Diyarbakır’daki kutlama herkesin nefesini tutarak beklediği kutlamaydı. Baskı ve yok sayma politikasında direnen egemen sınıfa ve tüm dünyaya, bir halk olarak, hak ve özgürlük talepleri için verilecek mesaj önemliydi. Yığınsal katılımla ilk mesaj verilmişti. Alana önceden asılan pankartlardaki sloganlar oldukça “ölçülü”ydü. “Barışla herkes kazanacak”, “Ne inkâr ne ayrılık, demokratik cumhuriyet”, “Kürt sorununa demokratik Çözüm “, “Köye dönüş sağlansın, zararlar karşılansın”. Ancak, alanı dolduran yoksul ve işsiz çoğunluğun, yüz binlerce emekçinin özlemleri daha kapsamlıydı. Sarı-kırmızı-yeşil renklerle bezenmiş Kürt kadınlar ve gençler taleplerini dile getirmede başı çekiyorlardı. Ellerinde salladıkları resimleriyle HADEP Silopi İlçe başkanı ve üyesinin akıbetlerini soruyorlardı. Bir önceki Newroz’da binlerce emekçi ellerindeki dövizlerle taleplerini tüm dünyaya ilan ederken, bu Newroz’da yöneticiler “sizin bu sahiplenmeniz her şeyi söylüyor” dercesine yaşanan sorunları yeterince dile getirmediler. Terör ve baskı politikasıyla bölge halkını sindirmek isteyenlerin bir kontrgerilla yöntemiyle katlettikleri Emniyet Müdürü Gaffar Okan ve beş polisin ölümünden sonra, hizbi-kontra korkuluğuyla halkı taleplerinden vazgeçirip etkisizleştirmek isteyenlerin yarattığı havanın yok olmamış etkisi gözlenebiliyordu.
POLİS VE ASKER BASKISI VE KONTGERİLLA PROVAKASYONU OLMAZSA.,.
Diyarbakır, Batman, Van, Mardin, Malatya, Antep, Tunceli, Elazığ, Urfa, Bingöl, Hakkâri ile Ankara, Bursa, İzmit, Mersin, Adana, İzmir, Osmaniye, İskenderun, Ceyhan, Tarsus, Kayseri, Kırşehir, Konya, Denizli, Aydın ve Manisa’da izinli olarak kutlanan Newroz; Iğdır, Siirt, Bitlis, Muş, Adıyaman, Muğla, Tekirdağ, İstanbul gibi merkezlerde izin verilmediği halde, alanlarda toplanan halk tarafından kutlandı. Kürtler, Türk emekçi kardeşleriyle el ele vererek, baskıları protesto ederek kutlamayı gerçekleştirdiler. Böylece; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için alanları dolduran yüz binler, onlarca kent, şehir, kasaba ve köyde ortak taleplerini hiçbir olaya meydan vermeden dile getirdikleri Newroz’u kutladılar.
Newroz, Kürtlerin kültür ve tarihlerindeki güçlü etkisini, halkın üzerindeki direniş ve coşku duygusunun derin izlerini göstermektedir. Kutlamalar, halkın ulusal kültürlerine karşı duyarlığını ve kıskançlıkla sahiplenmesini de belgeler düzeydedir. Bu kutlamalarda, içselleştirilmiş ve egemenlerle efsanede olduğu gibi bir hesaplaşma isteğini görmek mümkün. Baskı ve esareti dayatanlara gerçeği kabul ettirmek için büyük bedeller ödeyen Kürtler, bu özlemlerinin gerçeğe dönüşmesindeki kararlılıklarını, bu yıl daha büyük bir katılımla göstermiş oldular. Barış taleplerini dile getirdiler ve barış içinde kutladılar Newroz’u,
Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya halklarının kültür ve tarihlerinde farklı biçimlerle algılanan ve kutlanan Newroz (Yeni gün) ya da Nevruz, barış ve kardeşlik içinde kutlanabiliyor. Polis ve askerlerin, Jitem ve kontrgerillanın provokasyonlarıyla yıllardır ekranlara kan ve ölüm görüntüleriyle taşınan Newroz, bu yıl olumlu bir havada kutlanmış oldu. Böylece yıllardır karışıklık yaratanların adresi de belli oldu. Peki, bu geçmişin hesabını kim verecek?
Newroz kutlamalarının barış içinde geçtiğini ekranlara yansıtan medya, alanları dolduran yüz binlerin Kürt olduklarını söylemekten özenle kaçınsa da, bir halkın bu denli güçlü bir kalabalıkla renkleri, kültürü, folkloru ve özlemleriyle, ama büyük bir coşkuyla haykırdıkları taleplerine kulak tıkayanlar, gerçeklere daha ne kadar set çekebilecekler? Oysa bu Newroz’dan çıkarılabilecek sonuçlar vardır. Emekçi sınıfların da çıkaracağı sonuçlar önemlidir.
NEWR0Z KUTLAMALARI VE NEVRUZ TÖRENLERİ
Türkî cumhuriyetlerinde de Nevruz bayramı kullandı. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’da, ayrıca Irak, İran, Suriye’yi kapsayan bölgede yaşayan Kürtler ve diğer halklar Newroz’u kutladılar. Aleviler de, Hz. Ali’nin doğum günü olarak kutladılar Newroz’u. Artık, araştırmacılar, sarı, kırmızı ve yeşil renklerin Türklerin ve Kürtlerin ve tüm bölge halklarının kültüründe de yer ettiğini belirterek, renklere ve Kürtlerin tarihine karşı gösterilen ırkçı yaklaşımın ilkelliğine dikkat çekmektedirler. Sarı-kırmız-yeşil renklerin ve “Nevruz”un Türk ve Kürt toplumların ortak günü olarak kabul görecek duruma gelmesinde Kürt halkının bir rahatsızlığı olamaz. Buna işaret eden herhangi bir emare yoktur. Her halk, kendi olanaklarıyla, hiçbir baskı görmeden ve özel devlet ilgisiyle resmi törene dönüştürülmeden bayramını kutlamalıdır.
Diyanetin adına hutbe okuttuğu Nevruz’da. Cumhurbaşkanı N. Sezer, Başbakan ve yardımcıları ile birçok bakan mesaj yayınladı ve Nevruz törenlerine katılarak, demir dövüp yumurta tokuşturdular. Hemen her devlet yetkilisi ve ilgili ilgisiz herkes yaptığı açıklamada Nevruzun evrenselliğinden söz etti. Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlarda kutlanan bayramın birçok halkın kültüründe yer ettiğini ve geleneksel bir bayram olduğunu belirtiler. Oysa yıllardır Kürtler tarafından yasaklara rağmen kutlanan, on yıl öncesine kadar inkâr edilen, onca insanın kutlamalarda hayatını yitirdiği, kanla anılan Newroz, ancak 1991’den sonra Kültür Bakanlığı aracılığıyla resmi bir etkinlik olarak kutlanmaya başlandı. Ayrıca, Newroz’un evrenselliğinin Kürtler için de geçerli olduğunu, ne yazık ki, hâlâ kabul etmemektedirler.
Mesut Yılmaz, Nevruz için, “Bizi biz yapan, birbirimize bağlayan tarihi, kültürel ve sosyal bağlara her zamankinden daha güçlü sahip çıkmamız gerekir” derken, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ise; “Nevruz Bayramı, geleneksel ve kültürel boyutuyla kırgınlıklara, ayrılıklara ve bölücülüğe karşı bir simgedir.” dedi. Çiller, Newroz’a günün görevlerinden birini de yükleyerek. “Nevruz’un, iç ve dış mihrakların oyunlarına karşı da bir kalkan görevi üstlendiğini” belirtti. MHP Genel Başkanı Bahçeli, “Nevruz, ne yazık ki yozlaştırılarak, bölücü-ayrılıkçı terörist şiddetin en fazla sergilendiği günler haline getirilmek istenmiştir. Ancak milletimizin sağduyusu ve kültürüne olan derin tutkusu, bu emellerin tahakkukuna izin vermemiştir.” diyerek, Ergenekon’dan çıkış günü dediği “Nevruz”da ırkçı ve şoven, inkârcı ve şiddet savunucusu olarak, Kürtlerin varlığını ve kültürlerini reddetme tutumunda ısrarını bir kez daha dile getirmiş oldu.
NEWROZ’DA BASKI VE TERÖR, YASAKLAR VE TOPLATMALAR DEVAM ETTİ
Newroz’a Evrensel gazetesinin bir hafta kapatılmasıyla girildi. OHAL’in resmen devam ettiği illerde ve fiilen OHAL uygulanan illerde Evrensel ve diğer birçok yayın bulunamıyor. Newroz öncesi EMEP’in Kürt illerindeki hemen tüm parti binaları basıldı. Newroz bildirileri toplatıldı, bildiri dağıtan parti üyeleri ve gençler göz altına alındılar. EMEP Urfa il örgütü mahkeme kararıyla basıldı ve arama yapılarak il örgütünün Newroz’da baskı ve sömürüye, IMF programına karşı emekçileri mücadeleye çağıran bildirilerine el konuldu. G. Antep Nöbetçi 2. Sulh Ceza Mahkemesi, İl örgütünün bildirilerini KAWA ve NEWROZ sözcüklerindeki ‘W harfinden dolayı toplattı ve bunu ”Siyasi Partiler Türkçeden başka dil kullanamazlar” gerekçesiyle yaptı. Kutlama başvurularında dilekçelerdeki NEWROZ sözcüğünün NEVRUZ olarak değiştirilmesini dayattılar ve bunu birçok yerde izin vermemenin gerekçesi yaptılar. Bir defa Washington deyince ağızlarından bin Washington çıkaranlar, gülünç bir gerekçeyle partinin kitlelere yönelik faaliyetini engelliyorlar. Oysa “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk âlemi” rüyalarıyla kalkıp oturduklarından dolayı Türkî Cumhuriyetleri’ne yönelik yaptıkları yayın faaliyetleriyle bu harfi Alfabe’ye yerleştirmiş olduklarından bihaberler. Henüz kurumlarını bilgilendirmemiş olmalılar! Oysa 29 harf olan alfabeye birçok harf gibi ‘W’ da eklenmiş bulunuyor. Ve bu, 1997 Kasım tarihli ve 2482 sayılı Milli Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi’nde yayınlanarak resmiyet kazanmış olmasına rağmen, savcılar ve hâkimler, dünyanın tüm dillerinde mevcut olan ve tüm Türkçe daktilo ve bilgisayar klavyelerinde yer alan ‘W’ harfinden kalkarak, Kürtçe kullanıldığı gerekçesiyle bildirileri toplatmakta ve bu kararı tüm Türkiye’ye emsal kılmaktadırlar. Bu kararın ardından, Malatya, Elazığ, Tunceli ve Diyarbakır il örgütleri basılarak bildiriler toplatıldı. Ayrıca, Malatya DGM bildiri için soruşturma başlattı. Kürt illerindeki EMEP örgütleri, Malatya ve Antep’te HADEP İl örgütleriyle oluşturdukları tertip komiteleriyle Newroz kutlamalarına katılırken, Urfa, Dersim, Adıyaman, Elazığ ve Diyarbakır’da kitlesel olarak kutlamalara katılarak baskılara karşı demokrasi ve özgürlük taleplerin haykırdılar.
BUGÜNÜ GELECEĞE TAŞIMAK İÇİN TÜRK-KÜRT EMEKÇİ BİRLİĞİ
Newroz’a ağır ekonomik ve siyasi sorunlarla birlikte girildi. Newroz’dan bir gün önce borçları ödemek için yeniden borçlanan devlet, rantiyecileri bir kez daha emekçilerden aldıklarıyla zenginleştirdi. Emekçilere, faturası 600 trilyona yaklaşan yeni bir borç yüklendi. 19 Şubat kriziyle yüzde elliye yakın yoksullaşan emekçilerin sırtından, büyük sermaye karına bir kez daha kâr katmış oldu. Yıllık yüzde 193 bileşik faizle para bulan Derviş’e övgü dizenler bilmektedirler ki, bu borcu Derviş ve onun temsil ettiği sermaye kesimi değil emekçiler ödeyecek. TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan’ın, Le Monde gazetesi ve Nord-Sud Export firmasının Paris’teki toplantısında ekonomik programa işadamları olarak tam destek vereceklerini açıklaması ve “Ekonomik Ulusal Kurtuluş” olarak ilanlarla açıkladıkları bu programın başarısı için sarf ettikleri çaba; iki sınıfın karşılıklı çıkarları için dişe diş bir mücadeleye gireceklerini ve bunun kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Isparta ve Elazığ’da krizin ağır etkisi altındaki halk, mitinglerle hükümeti protesto ederek krizin faturasının kendilerine yıkılmasına karşı mücadele edeceklerini ilan ettiler. TZOB Emek Platformu’nda yer almanın kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Emekçi kesimleri temsil eden tüm kurumlar, aşağıdan yükselen tepkinin sonucu olarak, emek cephesinde yer almayı uygun görmektedirler. Toplumsal tepki derinliği ne ve genişliğine yayılıyor.
Diğer yanda siyasi olarak yıllardır sömürü ve baskıyla varlığını sürdürmüş sistem, ekonomide olduğu gibi, AB’ye katılımın gereği olarak da bir “Ulusal Program” açıkladı. Ulusal programın açıklandığı gün, Trabzon’da gözaltına alınan esnaf Asım Ceylan, ailesine ölü teslim edildi. Köylerinden sürülen, evleri yakılan ve yıkılan baskı ve terörün yarattığı ortamın sonucu olarak göç eden Kürt emekçilerin varoşlarda yaşadığı dram, Aydın’da bir Kürt emekçinin sürülen polis arabasıyla ezilmesi üzerine, bir kez daha gündeme geldi. Metropollerin varoşlarında işsizlik ve açlık içinde, eğitim ve sağlıktan yoksun, baskı ve şiddet altındaki Kürt emekçilerin bu gidişe dur demek için mücadele edecekleri, Aydın’da görülmüş oldu. 30 siyasi tutuklunun hunharca katledilmesinden sonra, F tipinde, baskı ve terörde ısrar eden egemenler, Newroz günü Sincan F tipi cezaevinden, 151. gününde ölüm orucundaki Cengiz Soydaş’ın cenazesini ailesine teslim ettiler. Ekonomik ve siyasi kapsamlı saldırılar için hazırlıklar yapılıyor. Meclis’te kıdem tazminatının ortadan kaldırılması için çalışmalar ve emek düşmanı politikaların uygulanması için canhıraş bir çaba var. Derviş’in vekâletinde yürütülen ekonomik “ulusal program” ve hükümetin AB’ye üyelik için hazırladığı “Ulusal Program” halktan yanıt bekliyor. Emek Platformu’nun eylem kararları, geniş tepki ve başlayan mitinglerle dile getirilen emekçi itirazı, henüz lokal olsa da aşağıdan yükselen homurtular, Emek Programı’nın açıklanmasıyla büyük seslere dönüşeceğinin işaretleriyle dolu.
Kürt halkı açıklanan “Ulusal Program”a karsı tutumunu Newroz kutlamalarıyla ortaya koymuş oldu. Hakları inkâr edilen halk, Newroz’la “Ulusal Programa” da yanıt verdi. Sözde “UP”da açıklananlarla, Türkiye AB’ye “sürekli aday” olmuştur. Bu statüde kalmak, hem Türkiye egemen sınıfları, kem de emperyalist batı için istenen ve kabul gören bir durumdur. Böylece, içeride halkları “demokratikleşme” oyunuyla oyalayabileceklerini, her zor durumda liberal ve reformist kesimleri işçi ve emekçilerin temsilcisi olarak gündeme getirmeyi başaracaklarını düşünmektedirler. Avrupa’nın Türkiye’yi bünyesine almakta hiç acelesi olmadığı da bilinmektedir. Zira Gümrük Birliği anlaşmaları, Tahkim, MAI, MIGA gibi anlaşmalar ve en son meclis iç tüzük değişiklikleriyle çıkabilecek her problemlerini anında çözecek bir duruma ulaşan batılı tekeller için, Türkiye’nin AB’ye girişinin bir esprisi zaten yoktur.
“Avrupa standartlarında bir demokrasi” vaat ederek Kürtlerin haklarından söz edenlerin, demokrasi ve özgürlük düşmanı oldukları, baskıcı ve sömürücü sistemin devamı için aldatma ve yedekleyip yönetmede ne denli mahir oldukları görüldü. Sözde “Ulusal Program”da Kürtler için öngörülen ve onların taleplerini karşılayan hiçbir şey yok. Aksine, yok sayma politikasında ısrar var. Kültürel haklar, ana dilde eğitim, yayın ve kimlik talepleri, barış ve ülkenin demokratikleşmesi yönündeki talepleri görmezden gelen egemen sınıflar, MGK’nın “tavsiye” kararını onaylayarak geleceğe dair düşüncelerini ve alacakları tutumu açıkladılar. İnsan hak ve özgürlükleri, düşünce ve konuşma özgürlüğü gibi haklara ilişkin bir iyileşme içermeyen, Kürt sorununu hiç dikkate almayan Avrupacı “Ulusal Program”, özetle, seksen yıllık sömürü ve zulüm tarihinin devamı ve savunusu olarak açıklanmış oldu. Baskı ve kölelik boyunduruğunu kabullenmeyen Kürtlerin demokratik hakları için verdikleri mücadele ve çabayı görmezden gelen egemen sınıflar, yıllardır anlattıkları demokratikleşme masalıyla oyaladıkları yığınların büyük öfkesini karşılarında bulacaklardır. “Solcu”, “sosyalist”, “liberal”, “İkinci Cumhuriyetçi” ve Kürt sorununun AB’ye girişle çözüleceğini düşünenler, yaşamın gerçeğiyle ve emekçilerin güçlü birliğiyle demokratikleşme için mücadeleye mahkûm olunduğunu görmelidirler.
Bu açıdan Newroz, yeni birleşik mücadele olanakları yaratmış oldu. Bu yıl Newroz, bugüne kadar kutlanan bayramlardan farklı olarak, ırkçı ve şoven dalganın estirilmesinin önünü de kesti. Yıllardır yaşanan ortamın yarattığı görüntülerle kışkırtılan milyonlar, son bir yıl içinde, ülkeyi yönetenlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine sunduğu olanakları daha net gördüler. Artan açlık, işsizlik ve gelir dağılımındaki derin uçurum, anti-demokratik, gerici ve baskıcı uygulamalarla eğitim ve sağlıkta oluşturulan vahim durum, özelleştirmedeki talan, batık banka sayısındaki ve bir avuç egemen sınıfın lüks ve safahatındaki artış ve milyonlarca işçi ve emekçinin yoksullaşması, aynı zamanda, işçileri, kamu emekçilerini, üretici köylüleri, küçük esnafı, işsizleri ve kır yoksullarını, daha çok birleşmeye ve ortak mücadeleye doğru zorlamış oldu. Artık emekçiler, yıllardır savaş ve şiddet perdesiyle üzeri örtülen sömürü ve baskının tüm emekçiler için aynı anlama geldiğini, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlükleri, emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları ve ülkenin demokratikleşmesi gündeme geldiğinde “ülkenin bütünlüğünü” hatırlayanların, “ülkenin düşmanlarla kuşatılmış olduğunu” belirtenlerin, aslında ülkeyi nasıl IMF ve DB ve onların işbirlikçilerinin ellerine teslim ettiklerini görmektedirler. Hükümetlerin yıllardır birbirlerine devrettikleri ülke yönetiminin, her dönem artarak, sömürü ve yağmada yabancılara açıldığını, ekonomide, siyasette ve ülkenin tüm kaderi üzerinde emperyalist ülkelerin söz ve karar sahibi olduklarını, özelleştirmeyi dayatan emperyalist tekellerin ülkenin tüm kaynaklarını yağmaladıklarını, son ekonomik kriz, fazlasıyla ortaya çıkarmış oldu. Şimdi artık, yaratılan şoven ve ırkçı ortamın sonuçlarına ve yaşadıkları açlığa daha çok katlanmış olan Kürtler, demokratik hak ve özgürlüklerine sahip olmak için verdikleri mücadelede, Türk işçi ve emekçileri kendi taleplerinin karşısına değil yanına koyma ihtiyacını daha çok hissedeceklerdir. Ortak mücadele imkânları, bundan böyle daha da güçlenecek ve bağımsız ve demokratik Türkiye, bir halklar hapishanesi olmaktan çıkışın başlangıcı olacaktır.
Kendilerini etkilemek üzere yürütülen gerici propagandanın boşa çıkarılmasında, Kürt işçi ve emekçilere de görevler düşmektedir. Kürt illerindeki işsizlik, açlık, sefalet ücreti, sendika, sigorta, toprak, iş, ekmek ve özgürlük talepleri. Emek Platformu’nun ortaya koyduğu mücadele programıyla birleştirilerek; Newroz’daki güçlü potansiyeli, emekçilerin taleplerini kapsayacak biçimde ve gerçekten ulusal tek program olan Emek Programı’yla birleştirerek, birleşik emek cephesini yaratmak göreviyle karşı karşıya bulunulmaktadır. Bunun emek hareketinin birleşik eylemiyle 1 Mayıs’a taşınmasıyla yaratılacak güçlü dalga, sömürü ve zulmün iktidarını sarsacak ve Kürt-Türk kardeşliğinin, eşit ve özgür birliğinin önünü açacaktır.
Kürtlerin; kültürel, etnik, dil ve diğer tüm haklarını dile getirdikleri her platformu, “terör ve anarşi”, “bölücü örgütlerin provokasyonu” gibi gerekçelerle şiddetle karşılık vererek bastırmaya yönelen faşist baskıcı uygulamaların ve kışkırtmaların kaynağının anlaşılması için, bugün dünden daha fazla olanak mevcuttur. Düşmanlık duygularının toplumda derinleşmesinden egemen sınıflar ezelden beri medet ummakta ve bunu bir yönetme taktiği olarak derinleştirmektedirler. Bu, Türk işçi ve emekçileri tarafından artık daha açık görülmüş olmalıdır. Her yıl Newroz’dan günlerce önceden estirilen kışkırtıcı, bölücü ve düşmanlaştırıcı rüzgârlar hafızalardadır. Tarayıp çıkardıkları arşivlerindeki görüntü ve çarpıtılmış propaganda ile yaratılan gerilim ve provokasyon ortamı bilinmektedir. Tüm iletişim olanaklarını, tüm kolluk güçlerini, istihbarat uzmanlarını, sözde bilim adamlarını hemen her alanda seferber ederek toplumda “Newroz sendromu” yaratanlar; toz-duman arasında her an bir katliamın gerçekleşebileceği psikolojisiyle, her Newroz ve 1 Mayıs’a karşı, ezilen ve sömürülen on milyonları kendi cephesinin siperlerine çekmeye çalışmışlardır. Bu yıl Newroz’da bu olanaktan yoksun kaldılar. Newroz’u belleklerden silip yok edemeyenlerin, bu gerçeği ters yüz etmek üzere başvurdukları “Nevruz Türk âleminin bayramıdır” yaklaşımı ise, onların hesaplarının aksine, Kürtlerin-Türklerin ve Ortadoğu ve Orta Asya halklarının değişik kültür ve inançla kutladıkları bayramı, daha da meşru bir düzeye çıkarmış oldu. Ancak devlet erkânının resmi kutlamaları, halkın güçlü katılımı ve gür sesinin yanında etkisiz kaldı.
KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ’NDEN “ULUSAL PROGRAM”A
Helsinki’de 10 Aralık 1999 tarihinde yapılan Avrupa Konseyi toplantısında Türkiye’ye aday üyelik statüsü tanınmış ve bilindiği gibi, bu, geniş bir çevrede sevinçle karşılanmış ve kutlanmıştı. AB Komisyonu, Türkiye’nin eline, AB’ye üyelik için izlemesi gereken ‘yol haritası’nı, yani KOB’u, 8 Kasım 2000 tarihinde tutuşturmuş ve bunu tüm AB bileşenlerine sunmuştu. Ancak 20 Kasım 2000 tarihinde AB Dışişleri Bakanlarınca ele alınan Türkiye KOB’u, Yunanistan’ın itirazlarıyla karşılaştı. Ege ve Kıbrıs’a ilişkin tavizler isteyen Yunanistan’ın önerileri üzerine sonuçlandırılmayan Belge’nin kabulü için, Avrupa Konseyi 4 Aralık’ta tekrar toplandı. Fransa’nın dönem başkanlığında yapılan toplantıda, ‘kriz’, ileriye atılarak ertelenmiş oldu. 25 Şubat 2001’de, Türkiye’ye verilecek mali “yardımları” düzenleyen ve KOB’un hukuki geçerliliğini sağlayan çerçeve yönetmelik, AP Dış ilişkiler Komisyonu’nda kabul edilerek Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’ndan geçti. Son olarak 8 Mart 2001 tarihinde, KOB, onaylandı ve AB’nin resmi gazetesinde yayınlanarak resmileşti. Böylece, Türkiye’ye Helsinki’de verilen AB’ye adaylık statüsü, bir belgeye bağlanmış oldu. Ardından “UP”ın hazırlanması aşamasına gelindi. “UP” ile 2004 yılına kadar, 94 yasa değişikliği ve 89 yeni yasal düzenleme yapılması taahhüt ediliyor. Bunların arasında, Devlet İhale Kanunu, Pasaport Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Türk Ticaret Kanunu, Katma Değer Vergisi Kanunu, T.C. Merkez Bankası Kanunu, Karayolları Trafik Kanunu, Sendikalar Kanunu, İş Kanunu, Toplu Sözleşmeler, Grev ve Lokavt Kanunu, Deniz-İş Kanunu, Petrol Kanunu, Milli Eğitim Temel Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu, DGM Kanunu, Türk Medeni Kanunu’nda bazı değişiklikler var. Orta ve uzun vadede gerçekleştirileceği belirtilmekle beraber, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümüne ilişkin beklentiler için ise, sadece “ayrılıkçı terör örgütüyle mücadele” biçimindeki bir ibareyle çağrışımda bulunuluyor.
Kopenhag ekonomik kriterleri için; “Türkiye, son zamanlarda yaşanan ve daha çok ülkenin mali yapısına ilişkin sorunlardan kaynaklanan krize rağmen, serbest piyasa ekonomisini tüm kurum ve kurallarıyla güçlendirici politikalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede, enflasyonun uzun yıllardan beri Türk ekonomisine verdiği zararın giderilebilmesi, kamu açıklarının sürdürülebilir bir boyutta tutulması ve makro-ekonomik dengesizliklerin ortadan kaldırılabilmesi amacıyla, mali sektör reformu, tarım reformu gibi yapısal değişikliklerin tamamlanması ve özelleştirme sürecine hız verilmesi hedeflerini benimsemiştir. Türkiye, Kopenhag ekonomik kriterlerine bu hedeflere ulaşmak suretiyle uyum sağlayacaktır.” diyerek, Türkiye’yi sömürü ve yağmaya sonuna kadar açan egemen sınıflar; “siyasi kriterler” bölümünde, kısa ve orta vadede ele alınacağı söylenen tasanlar için ise, değiştirme ve demokratikleşme değil, “gözden geçirme” biçiminde ibareler kullanarak, ülkeyi baskıyla yöneteceklerini ilan ettiler ve demokratikleşme beklentisi içindeki kesimleri hayal kırıklığına uğratmış oldular, idam cezasının kaldırılmasına bile yer vermeyen ve Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak açıklanan Ulusal Program AB Komisyonuna teslim edildi. Ancak AB hayranları, bunun, Avrupa’nın (ve kuşkusuz kendilerinin) beklentilerine yanıt vermeyen bir program olması nedeniyle buruklar. AB hayranlarının temsilcisi durumunda olan M. Yılmaz, onların da duygularına tercüman olarak; “Bence Türkiye bu kadar dönüşüm için daha fazla risk alabilecek bir ülkedir. Benim umudum, zaman içinde Türkiye’deki anlayışların da değişmesi ve revizyonların gündeme gelmesidir” diyerek, “orta vade” ile kast edilenin ise beş yılı aşmamak olduğunu açıkladı.
KOB, “Ulusal Program” ve ilerleme raporunda Türkiye’den yerine getirmesi istenen yasal düzenlemeler arasında, gereği yapılamayacak birçok madde bulunuyor. KOB ve ilerleme raporunda “şiddet yanlısı olmayan” tüm görüşlerin ifade edilmesinin güvence altına alınması istenirken, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda yapılması gerekenler, “Toprak bütünlüğü, güvenlik, laik ve demokratik cumhuriyet ve üniter devlet yapısının korunması” gibi şartlara bağlanıyor. Demokrasi ve özgürlük savunucularının her söz ve eylemini büyük cezalarla karşılayan Terörle Mücadele Yasası’nın 7. ve 8. maddelerinin “gözden geçirileceği”, TCK’nın 312. maddesinin ise, “koruduğu değerlerin zedelenmemesi” şartıyla “gözden geçirileceği” belirtiliyor. Yine KOB’da en yakın sürede idam cezasına ilişkin fiili uygulamama tutumunun muhafaza edilmesi ve uzun vadede idam cezasının kaldırılarak, AİHS’nin 6. Protokolü’nün imzalanması gereği belirtilmekteydi. Oysa “UP”de, bu sorun, TBMM’ye havale edilerek belirsizleştirilmiştir.
Anadilde eğitim ve yayın hakları gibi haklar için; “Resmi ve eğitim dili Türkçedir. Bu, günlük yaşamda farklı dil, lehçe ve ağız kullanımına engel değildir. Bu serbestlik ayrılıkçı ve bölücü amaçla kullanılamaz” denilerek, böylece, zaten tüm baskı ve yasaklamalara rağmen unutturulamayan ve giderek bir eğitim dili düzeyinde gelişen ve yaygınlaşan, kitaplar, dergiler, görsel ve işitsel araçlarla güçlenen Kürtçenin mevcut durumu bile tartıştırılarak yeni yasaklamalara kapı aralanmıştır. Anadilde eğitim ve yayın. Kürtçe televizyon ve radyo gibi hakların Kürtler tarafından kullanılabilmesi için kısa vadede öngörülenler KOB’da şöyle belirtilmişti: “Türk vatandaşlarının televizyon ve radyo yayıncılığında anadillerini kullanmalarını yasaklayan hukuki düzenlemeler var ise, kaldırılmalıdır. Uzun vadede ise; tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması, eğitim alanı da dâhil olmak üzere bu hakların kullanılmasını önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması.”
KOB’da gözaltı süresi ile ilgili uygulama ve usuller kısa vadede gerçekleştirilmesi gereken kriterler olarak sıralanmış iken, “UP”de belirsizliğe ya da orta vadeye ertelenmiş ve yine burada duruşma öncesi gözaltıyla ilgili Anayasa’nın 19/6. maddesinin gözden geçirilmesi ve CMUK’taki değişik ilkler, orta vadede yapılacaklar kategorisine alınmıştır. KOB’da insan hakları ihlallerinin tümüne ilişkin tashih imkânlarının güçlendirilmesi kısa vadede yapılacak düzenlemeler içindeyken, “UP”de orta vadeye bırakılmış durumda. Milli Güvenlik Kurulu için KOB’da öngörülen, diğer AB üyesi devletlerinkine benzer bir danışma organı olarak Avrupa normlarına uyumunun sağlanmasıydı; ancak “UP”de, ”Anayasal bir kuruluş olan MGK”nın ulusal güvenliği ilgilendiren alanlarda bir “danışma organı” niteliği taşımaya devam edeceği, yani mevcut durumun süreceği savunulmuş oldu. Böylece anadilde eğitim ve yayın hakkı, idam cezasının kaldırılması ertelenmiş ya da uygun görülmemiş, OHAL’in devamının gerekli olduğu da belirtilmiş oluyordu.
BİRLEŞİK EYLEM İÇİN…
Kürt emekçiler, görkemli Newroz kutlamalarını yarına taşıma görev ve sorumluluğu altında 1 Mayıs’a giriyorlar. 1 Mayıs’a giden süreç, aynı zamanda, Emek Platformu’nun IMF ve hükümet programına karşı ekonomik ve demokratik haklar için mücadele süreci, IMF’nin dayattığı ve büyük sermaye kesiminin sömürü ve baskı programım parçalayıp atacak ve halkın ekonomik ve demokratik taleplerine yanıt verecek bir program etrafında birleşik güçlü mücadele ile baskı ve sömürüden kurtuluşun önü açılabilir. Kürt, Türk, Arap ve diğer kardeş emekçilerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesiyle halkların eşit ve özgür birliğinin yolu açılacak ve Kürt sorununun demokratik ve halkçı çözümünün önündeki engeller yıkılacaktır. Kürt kimliğinin tanınması,
Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakların kaldırılması, Kürtçe televizyon, yayın ve eğitim hakkı, bölgede yaşamın normalleşmesi, resmi ve fiili OHAL’in son bulması, Bölge Valiliği ve diğer özel örgütlenmelerin dağıtılması, topraksız köylüler lehine bir toprak reformunun yapılması, GAP’ta emperyalist yağmanın engellenmesi ve yeni bir düzenlemeyle bu projenin bölge halkının çıkarlarına uygun hale getirilmesi, köye geri dönüşlerin tüm zararların tazmini ve isteğe bağlı olarak gerçekleştirilmesi, işçi ve emekçilerin sendikalaşma ve örgütlenmesi önündeki tüm yasal ve fiili baskıların son bulması, kayıpların bulunması, faillerinin açıklanması ve sorumlularının cezalandırılması, Newroz ve 1 Mayıs üzerindeki yasakların kaldırılması ve resmi tatil ilan edilmeleri ve diğer talepler için birleşik işçi ve emekçi mücadelesi, Newroz’un içini ısıttığı emekçileri beklemektedir. Fabrikalar, işletmeler, işyerleri başta olmak üzere, işçilerin, kamu emekçilerinin, üretici köylülüğün, küçük esnafın, gençliğin, kadınların, ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin, bulundukları her alanda, sermayeye karşı emeğin dünyası için, zulme ve sömürüye karşı eşit, özgür ve sömürüşüz bir dünya için mücadele göreviyle yüz yüzeyiz.
Mart-Nisan 2001