Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi 3. Genel Kurulu Başkanlık ve Yürütme Konseyi”, “Genel Kurul” tarafından alındığını belirttiği kararlarla ilgili bir açıklama yayınladı. Açıklanan ve “Genel Kurul” tarafından alındığı belirtilen kararlardan birinde şöyle deniliyor: “Uluslararası kuruluşlar, özellikle Birleşmiş Milletler Örgütü, Avrupa Birliği ve NATO’dan Kürt sorunu ile ilgili hassasiyetlerini artırmaları ve adil bir çözüm için Kürt halkına destek olmaları istenir.”
PKK Başkanlık Konseyi üyesi Murat Karayılan ise, Leaken Zirvesi ve “Kürdistan Ulusal Kongresi” üzerine kendisiyle yapılan bir röportajda; “Ulusal Kongre”nin “Kürtlerin ulusal birliği” için “güçlü bir zemin oluşturduğu”nu belirtiyor ve sözü Avrupa devletlerinin Kürt politikalarına getirerek şöyle diyor: “Kürt halkının özgürlük ve ulusal demokratik talepleri sürekli bir biçimde Avrupa devletlerince diyelim bazı çıkarlara heba edilmiştir. Bunun içindir de Kürt halkı bu konuda gerçekten ciddi ve samimi bir yaklaşımı bu aşamada Avrupa’dan beklemektedir. Şimdi tabii aynı şeyi yapıyorlar demiyorum, çünkü Kürt realitesi, gerçekliği bugün daha fazla dünya kamuoyuna girmiş bulunuyor.”
“Yani Leaken Zirvesi’nde bu konuda netleşmiş bir husus yok, ama sorunun tartışıldığı, Kürtlerin bu konuda tekrardan pazarlık konusu yapıldığı, en azından Türk tarafıyla bunun gündeme getirildiği, bazı şeyler karşılığında Avrupa’dan neyi istediğini biliyoruz.”
“Şimdi Türkiye’nin AB’ye girişinde zorluklar yaşanıyorsa, tek nedeni Kürt sorunudur.”
“Biz şunu söylüyoruz; eğer gerçekten ulusal anlamda AB normlarına uygun bir demokrasi geliştirilmesi isteniyorsa ve bu durum Avrupa çıkarlarına hizmet edecekse, Avrupa’nın her şeyden önce Türkiye’nin değil, tüm Kürdistan sorununun çözülmesi için doğru dürüst bir politikaya sahip olması gerekiyor. Demokratik ve özgürlükçü bir çözüm siyaseti, Kürtler ve Türk halkı için olduğu kadar Avrupa’nın da tüm dünya halklarının da çıkarmada.”(Ö. Politika, 21 Aralık, 2001)
Bu açıklamaların yapıldığı dönem, uluslararası alanda emperyalist gericiliğin halklara yönelik politikalarının şiddetinin yoğunlaştığı, siyasal gericiliğin yoğunluk kazanıp siyasal özgürlüklerin hemen tüm ülkelerde daha fazla budandığı; “teröre karşı savaş” adına ezilenlerin mücadelesinin hedefe konduğu ve emperyalistler arası pazar kavgasının daha fazla kızıştığı bir dönemdir.
Dönem, en başta bu özelliği nedeniyle, herhangi ezilen-bağımlı veya sömürge ülkelerin kurtuluş hareketlerinin emperyalizme ve uluslararası sermayeye karşı bağımsız politikalar izlemeleri gereksiniminin de arttığı bir dönemdir. Kürtlerin özgürlüğü ve ulusal kaderini tayin hakkının savunulması bakımından bu daha da önem kazanmaktadır. Bu özellik, emperyalistler arası paylaşım kavgalarında Kürtlerin de yaşadıkları bölgenin önemli stratejik bir konumda bulunması ve aynı nedenle Kürt sorununun ABD emperyalizmi başta olmak üzere, Batı’nın sömürgeci güçleri tarafından istismar edilerek kullanılmak istenmesidir. Afganistan’a emperyalist saldırıyla birlikte gündeme getirilen “Musul-Kerkük petrollerinin Türkiye’ye verilmesi” ve Irak Kürdistan’ı üzerinde Türkiye gericiliğinin “vesayetinin kurulması” üzerinden Saddam yönetiminin etkisizleştirilmesi planları; Kürtlerin özgürlüğü için mücadele etme iddiasındaki parti, örgüt, grup ve kişilerin emperyalizme ve politikalarına karşı tutumunu daha da önemli hale getirmektedir.
Peki, böylesi bir dönemde, PKK, HADEP ya da PSK gibi “Kürt partileri” nasıl bir tutum almakta ve bu emperyalist planlara karşı hangi politikaları geliştirmektedirler?
Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi”nin emperyalist kuruluş ve devletlere “hassasiyetlerini artırma” çağrısı çıkardığını yukarıda aktardık. PKK Başkanlık Konseyi üyesi M. Karayılan da, “Avrupa’nın “Avrupa normlarına uygun bir demokrasi” için Türkiye gericiliğine karşı politikalar geliştirmesini istiyor. Karayılan’ın ya da PKK’nın diğer yöneticilerinin söylediklerinden çıkan şey şudur: Kürtlerin taleplerini “Avrupa” istismar ediyor; bunu yapmamalı, “ciddi ve samimi bir yaklaşım” göstermelidir. Bu, Kürt halkının “bu aşamada Avrupa’dan beklentisidir! “AB normlarına uygun bir demokrasinin geliştirilmesi, Avrupa’nın çıkarlarına da hizmet edecektir” ve bunun için “Avrupa”nın “doğru dürüst bir politikaya sahip olması” gerekmektedir!
“Avrupa” denilen, Batı Avrupa’nın Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerinin başında bulundukları emperyalist ülkelerin oluşturdukları “topluluk”tur. Bu ülkelerin emperyalist ve tekelci demokrasilerinin emekçiler için burjuva kapitalist baskı ve diktatörlükten başka bir şey olmaması bir yana, emperyalist burjuvazinin de çıkarına hizmet edecek politikanın Kürtlerin yararına olduğunu ileri sürmek; en azından, halkların anti-emperyalist mücadelesinin halkçı-bağımsızlıkçı yönelişinin önüne saptırıcı engeller koymak demektir.
ABD emperyalizminin yönetim kademelerinde tartışılan Kuzey Irak’ın ve Musul-Kerkük petrollerinin “Türkiye’nin yönetimine bağlanması” senaryolarına karşı bu partilerin ve PSK’nin olumsuz bir açıklaması henüz olmadı.
Henüz diyoruz, ancak, bu partilerin izledikleri politika ve geçmiş dönemlerdeki açıklamalarına bakıldığında; emperyalistler tarafından sorunun istismar edilerek çıkarlarına uygun kullanılmasına ve bunun bir yönü olarak bu türden gerici senaryoların gündeme getirilmesine karşı çıkmadıklarını görmek de mümkündür. Daha da vahimi, PKK yöneticilerinin birçok kez ve sözde sorunun demokratik çözümü için, “Irak Kürdistan’ını da kapsayan ve Türkiye’nin devlet olarak yönetimini yaptığı, Kafkas Cumhuriyetlerine kadar genişleyen bir alanda Kürt-Türk Konfederasyonu”nu savunma yönündeki açıklamalarıdır. Murat Bozlak’ın, “Türkiye’nin çıkarı için PKK’nın sınırdaki silahlı güçlerinin silahtan arındırılmasının önemi”ne dikkat çekmesi ve bunun da sorunun “demokratik çözümüyle sağlanabileceği”ne vurgu yapması da aynı mantığın ürünüdür.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Afganistan’a saldırısıyla birlikte, Ortadoğu ve Kafkasya’da emperyalistler arası rekabet kızışırken, bölgenin kangrenleşmiş ve çözümsüz kaldığı için istikrarsızlığı artırıcı bir rol oynayan sorunlarından biri olan Kürt sorunu da, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin “savaş stratejileri” kapsamında tartışılan konulardan biri oldu. ABD’nin “savaş kurmay odaları”nda ve Amerikan savaş sanayinin sözcüleri arasında bu sorunun emperyalist planlara ve çıkarlara bağlı kullanımı için “değerlendirmeler”in yeniden yapıldığına dair haberler basına yansıdı. Bush yönetimi ve Pentagon karargâhına yakınlığı ve CIA planlarıyla ilişkisi bilinen William Safire ve diğer bazı gazeteciler, bu “değerlendirmeleri” basına taşıdılar. Buna göre, ABD’nin Irak’ta genişletmeyi planladığı askeri saldırının başarısı için Türkiye gericiliğinin daha aktif kullanılması öngörülüyordu. Bunu sağlayıcı bir “rüşvet” olarak Musul-Kerkük petrolleri ve Irak Kürdistan’ının vesayeti Türkiye gericiliğine verilecekti!
Amerikan yönetiminin böyle bir planının olup olmadığı üzerine bir tartışma bugün için ancak spekülatif bir anlam ifade eder. Ancak Kürt reformcu ve liberal çevrelerinin emperyalist başkentlerde ve Amerikan yönetimi içinde tartışılması ve gündeme getirilmesi karşısında sessiz kaldıkları bir gerçektir. Daha da önemlisi, bu sessiz kalışın PKK yöneticilerinin daha önceleri gündeme getirdikleri sözde demokratik Kürt-Türk Konfederasyonu “projesi”yle uygunluk göstermesidir. PKK yöneticileri, “Kürtlerin özgürlüğünün tanınması” koşuluyla “Ortadoğu Kürtleri” ve “Kafkasya Türklerini” de kapsayacak ve hamiliğini “Büyük Türkiye”nin yapacağı bir “konfederasyonca Türkiye gericiliğinin “büyük Türk dünyası’nı kurma” hayalinin gerçekleşebileceği yönünde açıklamalar yaparak, işbirlikçi gericiliği bu yönde “ikna”ya çalışıyorlardı. Musul-Kerkük petrolleri üzerine emperyalist bazı senaryoların seslendirildiği bir dönemde, hala emperyalistlerden ve onların askeri-politik örgütü NATO’dan “ilgi”, “hassasiyet” ve “demokrasi” beklentileri içinde olunması, halkın özgürlük talepleri ve Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının sermayeyle birleşmeye “adanabileceği”ni göstermektedir.
DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELEYLE KAZANILIR
Ezilen ulusların kurtuluş sorununun emperyalizm ve mali sermayenin uluslararası egemenliğinden kurtuluş olarak görülmemesi; aksine, emperyalistlerin yardımıyla ulusal bağımsızlığın sağlanabileceği anlayışı, yukarıdaki türden açıklamaların yapılmasını sağlamaktadır. Bu parti ve örgütlerin yöneticilerinin, emperyalizmin dünya sisteminin ve emperyalist tekellerin varlığının, ezilen ulusların kurtuluş sorununu mali sermaye ve tekellerin egemenliğine karşı mücadele sorunu haline getirdiğini bilmediklerini düşünmek, onlara haksızlık olur. Ancak onlar, burjuva emperyalist propaganda merkezlerinin sürekli yaydıkları “çağın değiştiği”, “kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin insan hakları ve özgürlüklerini garanti eden son ve ebedi toplumsal sistem olduğu” yönündeki propagandasını benimsemekte; aynı nedenle, “Avrupa” dedikleri Batılı emperyalistlerden ve “dünyaya şekil veren en etkili ve büyük güç” Amerikan emperyalizminden “sorunun demokratik çözümü için güçlerini kullanmaları”nı istemektedirler.
Emperyalist demokrasiye güven duyulamayacağı; zira ulusal, sosyal ve siyasal hak yoksunluğu ve baskının başlıca kaynağı ve dayanağının emperyalist kapitalizm olduğu, böylece bu partilerin yöneticileri tarafından göz ardı edilmekte; bağımsızlık ve özgürlük talebiyle mücadeleye yönelen ve örgütlenmek isteyen Kürt emekçileri ve gençlerinin istem ve çabaları da sistemin kanallarında boğuntuya getirilmektedir. Bunun başlıca nedeni, Kürt burjuva reformcu ve liberal parti ve gruplarının emperyalizmden kurtuluş gibi bir kaygılarının olmamasıdır.
Emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında ezilen ulusların kurtuluşu, uluslararası sermayeye ve emperyalizme karşı mücadeleyi gerektirmesine karşın, onlar neredeyse kesintisiz bir biçimde, emperyalistlerin “bu işi çözecekleri”nden söz etmekte ve örnek olsun, Amerikan emperyalizminin Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgede giriştiği askeri-politik operasyonlara karşı hayırhah bir tutum alabilmektedirler.
Elbette bu parti ve örgütlerin yöneticileri olayları, gelişmeleri ve bağlantılarını bilmeyecek kadar “şaşkın” ve ne yapacaklarına dair “kafa karışıklığı içinde” değildirler. Tabandaki mücadele beklentisi, belirsizlik ve “şaşkınlık”ın farkındadırlar ve bu tür “karışıklıkları” da gidermek üzere, “demokratik cumhuriyet” lafazanlığını her derde deva sihirli bir örtü olarak kullanmaktadırlar.
Ulusal ayrım ve baskı politikalarının kaynağı kapitalizmi hedef almadıkları gibi, demokratik siyasal özgürlüklerin emekçi mücadelesiyle kazanılacağı gerçeğini bir yana iterek, emperyalist burjuvazinin zorlamalarıyla işbirlikçilerin anayasal ve yasal değişikliklerle demokratik bir sisteme geçecekleri anlayışına güç vermektedirler. Bu anlayışın sahiplerine göre, çağın değişen özellikleri, dünyaya “şekil veren” emperyalistlerin “demokratik değerleri hâkim kılmalarını zorunlu kılmaktadır. “Küreselleşen dünya”da bunu önleyecek kimse yoktur ve aslında “mücadele ve devrim yoluyla” da kazanılacak bir şey kalmamıştır!
AYRILIKLARI NÜANSTA
Çeşitli Kürt parti ve gruplarının uluslararası gelişmelere ve toplumsal sorunlara yaklaşımı nüans farklılıkları içermekle birlikte, Kürt sorununun ve ulusal baskı politikasının kapitalist emperyalizmle bağını koparma konusunda aynı platformda bulunmaktadırlar. Emperyalizme karşı tutumları esasa ilişkin bir farklılık göstermediği gibi, işbirlikçi politikaları daha ileri düzeyde sürdüren Irak Kürdistan’ının, her biri kendi “serflik alanında söz sahibi” partileri KDP ve YNK ile ilişkileri de özsel farklılıklar göstermemektedir. Bu partilerin izledikleri işbirlikçi çizgiye esasa ilişkin itirazları yoktur. PSK, Irak Kürdistan’ı partilerinin emperyalistlerle ilişkileri karşısında “daha ılımlı” bir tutum içinde görünürken; PKK’nın KDP ve YNK ile ilişkilerine de, bu partilerin onun “kendi etkinlik alanları”na yerleşmesine ilişkin politikaları yön vermektedir. Kendi varlığına ve faaliyetine ses çıkarmadığında, örneğin PKK’nın KDP ya da YNK’nın emperyalizm yanlısı politik pratiğine bir itirazı olmadığı gibi, PSK’nın da bu partilerle “arası gayet iyidir.” HADEP ise, izlediği politikalarla etkilediği emekçilerin burjuva siyasal sisteme ve kapitalizme bağlanmalarının aracı olma işlevi görmektedir.
Bu partiler bu nedenle Kürt işçi ve emekçilerinin sisteme bağlanmasının aracı rolünü üstlenmekten öteye gidememektedirler. Bunu, yukarıda da değindiğimiz gibi, bir yandan nesnel sınıf çelişkilerinin üzerine “çizgi çizerek” ve emekçi taleplerine sırt dönerek; diğer yandan emperyalistlerin çıkarlarına yarayan bir beklenticiliğin Kürt emekçi kitleleri içindeki yayıcıları olarak yerine getirmektedirler.
Kürt emekçileri açısından soruna bakıldığında -ki bizim açımızdan ‘ben Kürtlerin haklarını savunuyorum’ iddiasında olan bu türden partilerin politik kimliklerini sergileyen esas kıstas budur- ulusal hak talepleriyle siyasal, sosyal ve ekonomik sınıfsal talepler arasında bir bağ bulunduğu düşüncesi dahi bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından reddedilmekte; “tüm ulusun haklarının savunulması” buna gerekçe gösterilmektedir.
DÜŞMANI İYİ TANIMA ZORUNLULUĞU
Kürt liberal ve reformist parti ve gruplarının emperyalizm ve gericilikten çözüm beklentisi ve buna uygun politikalar izlemeleri, Kürt işçi ve emekçilerinin önüne, bugüne kadar ve çeşitli dönemlerde, “Kürtlerin özgürlüğünü savunma” iddiasıyla ortaya atılan ve kendilerini “Kürt Partisi”, “Kürt örgütü” olarak adlandıran ya da adlandırmada “daha kapsayıcı” olmakla birlikte, ideolojik-politik ve pratik alandaki tutum ve anlayışlarıyla burjuva, burjuva-feodal ve gerici bir rol oynayan örgütlerin, kendi sınıfsal talep ve çıkarlarıyla çelişki içinde olmalarını, çözülmesi zorunlu ve gerekli bir sorun olarak getirmektedir.
“Kürt örgütü”, “Kürt partisi”, “Kürt derneği” olarak ortaya çıkan ve faaliyet yürüten bu grup ve partilerin en belirgin “ortak paydası”, hemen tümünün “Kürtlerin ulusal birliği” adına, kapitalizmin Kürt toplumunun bağrında yol açtığı değişimi görmezden gelme ya da bilerek reddetmeleridir. Bunlar, “Kürt ulusal birliği”nin “ulusal hakların elde edilebilmesi için zorunlu olduğu”na vurgu yapmayı unutmazken, Kürt toplumunun sınıflara bölünmesinin yol açtığı değişim ve çelişkiyi gizleyerek burjuva konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Kürt burjuva sınıflarının konum ve çıkarlarına uygun düşen bu anlayışın en belirgin yanını, -kimilerinin “taktik” gerekçesiyle açıklamaya çalıştığı- Kürt emekçilerinin dil, kültür gibi ulusal-siyasal alana ilişkin bazı talepleri dışındaki ekonomik, sosyal ve siyasal talepler karşısında kayıtsızlık oluşturmaktadır.
Kürt burjuva liberal ve reformcu parti ve çevrelerinin bu politikaları kapitalist sisteme ilişkin tutumlarını da yansıtmaktadır.
PKK, HADEP ve PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) yöneticileri bu anlayışlarıyla, emperyalist büyük devletleri ve kapitalist emperyalizmi, halkların demokratik siyasal taleplerinin “garantörü” olarak göstermektedirler. Bu tutum ve anlayış; barış, demokrasi ve ulusların özgürlüğünden söz edildiği her zaman ve yerde, ABD ve AB üyesi emperyalistlerin “Kürt sorununa daha duyarlı yaklaşmaları” isteminde ifadesini bulmakta ve Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı bütün ülke düzeyinde mücadelesini zaafa uğratacak zararlı “etken” rolü oynamaktadır.
Kendileriyle emekçiler arasında ilişki kuran herhangi bir parti, grup, çevre ve kişinin neyi ve kimi temsil ettiğinin tek değilse de, en önemli göstergesi; temsilcisi olduğunu iddia ettiği emekçilerin ve ezilenlerin hak ve çıkarlarını savunup savunmadığı ya da ne oranda savunduğudur. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığı ve açların sayısının artmaya devam ettiği, işsizliğin büyüdüğü, krizin yeni işsiz kitlelerini açlığa ve yoksulluğa sürüklediği, ülkenin emperyalistler tararından sömürge bağımlılığı içine alındığı, işbirlikçi egemen sınıfların sosyal, siyasal ve ekonomik saldırılarla bütün milliyetlerden ülke emekçilerini canlarından bezdirdiği koşullarda, bu saldırıları püskürtmek ve demokratik hakların kazanılması için mücadele etmek; taleplerini savunacağı düşüncesiyle etrafında toplanmış kitleleri mücadeleye seferber etmek yerine AB, NATO ve ABD gibi demokrasi düşmanı emperyalist güçlerden “demokrasi” dilenmek; bu parti yöneticilerinin yaptıkları budur.
Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkı savunusu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği ve salt böyle bir mücadele için dahi, Kürt emekçilerini ve tüm ezilenleri aydınlatıp örgütleme zorunlu olduğu halde, bu doğrultuda çalışmak yerine; Batılı emperyalistlerin, AB’nin, ABD ve NATO’nun Türkiye devleti ve hükümeti üzerindeki baskısıyla sağlanacak “demokratikleşme” sonucu sorunun çözüleceği beklentisini yaratan ve yaygınlaştıran bir faaliyeti tercih etmek, ulusal kaderini tayin hakkının bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından tutarlı bir biçimde savunulmadığını gösterir.
Bu tutumun ısrarla sürdürülmesi durumunda, bugün ülkelerinin işgali için Amerikan emperyalizmine çağrılar çıkaran ve aralarında KDP-YNK’nın da bulunduğu ‘Irak Ulusal kongresi’nin konumuna sürüklenmekten kurtulunamaz.
Kürtlerin ulusal varlığının inkârı ve baskı-yasak politikalarıyla emperyalist kapitalizmin dünya egemenliği arasındaki bağı görmezden gelenler, Saddam yönetimine ya da Türkiye gericiliğine karşı mücadele adına emperyalist sömürgecilerin kollarına atılmaktan kurtulamazlar.
Yapılması gereken, emperyalizmi hedefe koymak, anti-emperyalist bir mücadele hattında ilerlemek; ulusal kurtuluş için emperyalizm karşıtlığıyla, emekçilerin sınıfsal taleplerinin savunulmasının zorunlu kıldığı sermaye karşıtlığı arasındaki bağı, bağımsızlık ve özgürlük yönünde kurmak; bunun gereklerini pratikte yerine getirmektir. Başka herhangi “solcu” bir partinin olduğu gibi, HADEP, PSK ya da PKK’nın izlediği çizginin de, Kürt emekçilerinin talepleri ve Kürtlerin ulusal bağımsızlığı politikasıyla bağdaşıp bağdaşmadığının temel ölçütlerinden en önemlisi budur.
Buradan bakıldığında, Kürt burjuva liberal ve reformcu çevrelerin bağımsızlık, özgürlük ve eşit haklara sahip olmayı mali sermaye egemenliğinden kurtuluş sorunu saymadıkları, bağımsızlığın ve kaderini özgürce belirleme hakkının en büyük ve başlıca engeli emperyalizmden beklenti içinde oldukları; bunu her fırsatta dile getirdikleri görülür. Bu açıdan, birinin diğerine göre olumlulukları veya olumsuzlukları, ancak göreceli bir değer taşır.
Böylesi bir politik tutum ve çizgi, emperyalizmden kurtuluş sorununu bulandırmakta; halk kitleleri içinde emperyalistlerin siyasal demokrasisine hayranlık duygusunu geliştirmeye hizmet etmekte; dünyanın her tarafında halklara kan kusturan emperyalist işgal ordularının eylemine yol veren politikalardan ezilen uluslar yararına ve ulusal-siyasal eşitlik yönünde beklentiye yol açmaktadır. Bu da, halkın, bu en önemli ve büyük düşmanına ve onunla birlikte ülke içindeki işbirlikçi gerici sınıf ve kesimlere karşı mücadeleye atılmasının engellerinden biri olarak rol oynamakta; ezilenlerin mücadelesinin sistemin kanallarında boğulması tehlikesi doğurmaktadır.
KÜRT İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ ÇÖZÜMSÜZ DEĞİLDİR
PSK, HADEP ya da PKK’nın izledikleri ideolojik ve politik-pratik çizgi emekçilerin sermaye ve gericilikten bağımsız örgüt ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Bugüne dek savundukları politikalar ve emperyalizme karşı ortaya koydukları ‘hayırhah’ tutumla bunu gösterdiler. Amerikan emperyalizminin Türkiye’de ve Irak’ta sürdürdüğü politikalara, sanayi, tarım ve hayvancılığı tahrip eden mali sermaye uygulamalarına, Kürtlerin yaşadıkları topraklarda emperyalist askeri üslerin bulunmasına; Irak topraklarının işgal altında tutulmasına, bu parti ve örgütler bugüne dek ciddi bir itirazda bulunmadılar ve herhangi bir eylem örgütlemediler. HADEP’in “Türkiye Partisi olma” yönündeki açıklamaları ise, Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçilerin taleplerinin savunulması için gösterilen çaba ve emperyalizme karşı mücadele kararlılığıyla değil, işbirlikçi egemen sınıflar tarafından sıkıştırıldığı köşeden çıkmak üzere gerici çevreleri “ikna etme” çabalarıyla ilişkilidir.
Bütün bunlar; üzerindeki baskı ve yasak çemberini kırmak için mücadeleye yöneldiği her durumda daha büyük baskılarla yüz yüze gelen ve bu nedenle düzen kurumları, partileri ve hükümetine öfke duyan Kürt emekçilerinin, “Kürtlerin temsilcisi” olma iddiasındaki bu parti ve örgütlerin politikaları üzerinden bağımsız devrimci sınıf örgütlenmelerini geliştirmelerinin olanaklı olmadığını göstermektedir. Sisteme entegre olarak, burjuva bir platformda, gerici sınıfların Kürt-Türk ittifakı ve işbirliğini yenileme politikalarına sahip bu parti ve örgütlerin izledikleri “mücadele” çizgisinde yürünerek, gerçek bağımsızlığın elde edilemeyeceği kesindir.
Kuşkusuz PKK’nın, HADEP’in ya da PSK’nın “ne yaptığını bilmediklerini” söylemek onlara haksızlık olur. İşbirlikçi gericilik ve emperyalizmle uzlaşı politikaları “bilinçsiz” bir “kör gidiş”in ürünü değildir. EMEP ile değil de ANAP ya da CHP gibi düzen partileriyle “seçim ittifakı” tartışmaları yapan, AB ve ABD’den beklenti içinde olan, bütün işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadele örgütlerinde bir araya getirilmesi için bir çabaları olmadığı gibi, bu yönde çaba gösterenlerin emeklerini boşa çıkarmak için hareket içinde dağıtıcı rol oynayan bu partiler, Kürt emekçilerinin mücadelesine bu tutum ve politikalarıyla zarar vermektedirler.
Bu parti ve örgütler, Kürt ve Türk ulusundan ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin ulusal-siyasal; ekonomik ve sosyal, askeri ve kültürel her alandaki sorunlarını sermayeye karşı mücadeleye bağlamayarak onun gerektirdiği mücadele sorumluluğu altına girmemekte; bütün toplumsal sorunları Kürt sorunu çerçevesi içine “sığdırma”ya çalışmakta; Türkiye emekçilerinin sermayeye karşı en geniş mücadele birliği için herhangi bir çaba göstermemektedirler. Bunun yerine HADEP, kendisini “parlamentoya taşıyacak ittifak”larla ve emperyalist başkentlerden gelecek “çözüm”lerle oyalanmakta; PKK, ABD’nin bölge politikalarıyla ters düşmemeye çalışmakta; hâkim sınıflar ittifakı temelinde ve Kürtlerin yedeklendiği bir Türk-Kürt Konfederasyonu önermekte; emekçilerin baskı altında tutuldukları gerici diktatörlük sistemini ‘demokratik cumhuriyet’ olarak payelendirmekte ve PSK da “lafla” idare etmeye ve emperyalistlerden “medet umma”ya devam etmektedir.
Bu tutum, söven ve gerici sermaye partilerinin konumunu güçlendirmelerine ve halk kitleleri içindeki hassasiyet ve gerici önyargılardan yararlanmalarına olanak sağlamaktadır.
Bu da, Kürt işçi ve emekçisinin, kent ve kır yoksullarının, emperyalist ve gerici politikalardan zarar gören küçük mülk sahiplerinin bu partilerin politikalarına bağlanarak temel taleplerini elde etmelerinin mümkün olmadığını gösterir. Öyleyse, Kürt işçi ve emekçilerinin ve bütün ezilenlerin önünde, bizzat kendilerinin ileri kesimleri tarafından kurulan ve sermayeye karşı mücadele içinde daha ileri düzeyde kendini her koşulda yeniden inşa ederek yoluna devam eden devrimci sınıf partisinin saflarında birleşmek, Emeğin Partisi’ni devrimci bir sınıf ve halk örgütü olarak güçlendirmek, bütün diğer milliyetlerden kendileri gibi ezilenlerle daha sıkı birlikler kurarak, işbirlikçi gerici sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleyi daha kararlı sürdürmek, mücadeleyi sürdürmek gibi bir sorun durmaktadır.
Ocak 2002