Bağımlı dış politikanın sonuçları ve zinciri jeostratejik halkadan kırmanın önemi

Türkiye dış politikasında içinde yaşanılan süreç, dışa bağımlı politikanın iflasının tesciline işaret ediyor. Aşağı yukarı son yarım yüzyıldır -elbette ki bu süreç bir bıçakla kesilir gibi tam elli yıl öncesinden başlamıyor- Türkiye burjuvazisinin kullandığı politik tercihler, bugün onları, dış politikada dışarıdan belirlenen politik hedefler arasında seçenek aramaktan başka hiçbir çıkışı olmayan bir noktaya getirmiştir.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı takiben kapitalist bloğun en büyük gücü durumuna gelen ABD’nin şekillendirdiği egemenlik ilişkileri içinde kendilerine “fırsat” arayan Türkiye egemenlerinin işbirlikçi tutumları nedeniyle, Türkiye, NATO’ya üyelikle birlikte, dış politikası ağırlıklı olarak ABD emperyalizmi tarafından belirlenen, onun tarafından yönlendirilen ilişkiler yumağının içine çekilmiştir.
Türkiye’yi ABD emperyalizmi ve diğer emperyalistler açısından cazibe merkezi haline getiren temel faktör ise, bulunduğu bölgede temsil ettiği jeopolitik konumdur. Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar’ı birbirine bağlayan hattaki köprü konumu, bu hattaki politik dengeler değiştiğinde de Türkiye’ye yeni jeopolitik özellikler kazandırmış, jeostratejik önem de buna bağlı olarak sürmüştür. Bulunduğu bölgenin en güçlü NATO ordusuna sahip olmak ve çevresindeki coğrafyada bulunan halklarla, dinsel, etnik ve tarihi ortaklıklara sahip bulunmak da, bu jeostratejik önemi daha da belirginleştiren, güçlendiren faktörlerdir.
Şöyle bir bakıldığında, hem Türkiye’nin üzerinde hegemonya mücadelesi veren güçler, hem onlarla işbirliği halindeki Türkiye egemenleri, hem onların uşak ruhlu siyasi temsilcileri temel stratejilerini, Türkiye’nin sahip olduğu bu jeopolitik konumun temsil ettiği dengelere göre kurmaktadır. Ancak içinde yaşadığımız süreç iyi izlendiğinde, Türkiye’nin jeopolitik konumu üzerine gerici hesaplar yapanların emperyalistler ve onların işbirlikçileri ile sınırlı olmadığı, onlara Kürt siyasi çevrelerinden, kendini “sol”da tanımlayan, ancak sosyal-şoven politikalar üzerinden pirim toplamaya çalışan kimi partilerin de katıldığı görülecektir.

EMPERYALİSTLERİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEMEDEKİ ETKİSİ
Biraz açarsak, Türkiye’nin jeostratejik manzarası bakımından durum şöyledir. Türkiye’yi bir Truva atı olarak gören ABD, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki emperyalist hesaplan içinde Türkiye’ye “öncü taşeron” rolünü biçmektedir. Hem ABD Başkanı Bush, hem de ABD’li bakanlar Afganistan’a müdahale sırasında bunu sık sık dile getiren açıklamalar yapmış ve Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak ABD operasyonuna verdiği desteğin, bölgenin diğer Müslüman devletlerarasında bölünme yaratacağı ve bunun, söz konusu olan savaşın Hıristiyanlıkla İslam’ın değil, “uygarlık”la “terörizmin” savaşı olduğu kanısını destekleyerek bölgenin Müslüman halklarının ABD’nin çıkarlarına yedeklenmesinde önemli bir rol oynayacağını dile getirmişlerdir. İngiltere’nin de Türkiye’nin jeopolitik konumuna, dış politikasına biçtiği rol bu yöndedir.
ABD, Türkiye’yi bulunduğu bölgedeki hesapları açısından bir Truva atı olarak kullanmak için, kritik bir koz olarak ülke ekonomisinin geldiği durumu da değerlendirmektedir. Türkiye işbirlikçi iktidarlarının ülkeyi musallat ettiği IMF ve DB kredilerinin ipi büyük ölçüde ABD ve AB egemenlerinin elindedir. Bir oranlama yapıldığında ABD bu açıdan daha avantajlı bir konumdadır. Şu an hükümet eden Ecevit-Bahçeli-Yılmaz kabinesi ve onların ABD’li ekonomi bakanı Kemal Derviş, 11 Eylül sonrasında Türkiye’nin “fırsatı” iyi değerlendirerek ABD’ye aktif destek verip yeni IMF kredisini almayı başardığı propagandası ile halkı aldatmaya çalışsalar da, aslında söz konusu olan, Türkiye’yi IMF’ye en borçlu ülke haline getirecek adım için ABD yönetiminin onay vermesi ve bunu Türkiye’yi Ortadoğu batağına çekmek için bir şantaj olarak kullanmış olmasıdır.
ABD yönetimi bununla da yetinmemiş, verilmesini sağladığı yeni IMF borcunu ve aynı dönemde AB’nin Ankara’ya çektiği restleri de kendisi için bir avantaja dönüştürerek, karşılığında, Irak’a müdahale için Türkiye’nin açık desteğini istemiştir. Milli Savunma Bakanı Çakmakoğlu’nun, “yeni durumlar, yeni değerlendirmeler yapmayı gerekli kılabilir” sözleri, hem iç kamuoyunda, hem de emperyalist merkezlerde Türkiye’nin Irak konusundaki çekincesinden geri adım attığı biçiminde değerlendirilmiştir.
Başbakan Bülent Ecevit’in 16 Ocak 2002’de gerçekleşecek olan Washington ziyaretinin önemli konularından birini de Irak’a müdahale oluşturacaktır. Ecevit’in, ABD Başkanı Bush’la yapacağı görüşmede, Irak konusunu gündeme getirmeyeceğini, Bush’un gündeme getirmesi halinde Ankara’nın konuyla ilgili görüşünü belirteceğini söylemiş olmasının, “kişilikli dış politika” görüntüsünü vererek, iç kamuoyunda hükümetin itibar erozyonunu gidermeye yönelik bir taktikten öte değeri ve anlamı yoktur. Irak’a müdahale konusu zaten ABD’nin en yetkili ağızlarından, üzerinde düşünülen bir olasılık olarak bütün dünyaya ilan edilmiş durumdadır. Ve ABD yönetimi bu konuda en çok Türkiye’nin rolüne güvendiğini açıkça ifade etmiş, böylesi bir destek karşılığında Türkiye’ye rüşvet olarak Kerkük petrollerinden pay verileceği bile belirtilmiştir. En azından görüntü düzeyinde “kişilikli dış politika” bile, bu ülkenin Başbakan’ın, böylesi bir müdahaleye Türkiye’nin yardım ve yataklık etmeyeceğini açıktan ilan etmesini gerektirirdi. Ancak, yönetimde olan, gelmiş geçmiş hükümetler arasında en Amerikancılarından birisi olduğunu zaten defalarca kanıtlamış olan bir hükümet olduğu için, ondan böylesi bir tutum ve yetenek beklemek saflık olur.
Ayrıca Türkiye’nin Irak’a yönelik bir ABD müdahalesine destek vereceğine ilişkin haberler de basına yansımıştır. New York Times gazetesi 19 Aralık 2001 tarihinde yayınladığı haberde, ABD’nin Bağdat’a yönelik bir saldırıda Türkiye’nin üslerini kullanabileceğini yazdı. Ayrıca ABD Dışişleri Bakanı Powell da Aralık ayı ortasında yaptığı bir açıklamada, Kuzey Irak’a giden ABD heyetinin görevinin, “Irak içinde silahlı bir ayaklanma gerçekleştirme olasılıklarını incelemek” olduğunu ima etmişti. Kuzey Irak’ta, olası ABD saldırısı için zemin yoklayan bu heyet, Türkiyeli yetkililerle de konuyla ilgili görüşmeler yaptı.
Türkiye dış politikasında ABD’nin belirleyici olduğu diğer önemli hat, Orta Asya ve Kafkaslar’dır. 2001 Ocak ayında Türkiye ile Gürcistan arasında askeri konularda işbirliği anlaşması imzalanması ve ülkedeki Rus askerleri yerine Türk ordusunun görev alması, ayrıca geçen Haziran ayında Gürcistan’da, Türkiye ve ABD askerlerinin katılımıyla gerçekleşen NATO tatbikatı bu kapsamdaki gelişmelerdendir. ABD’nin, Kafkaslar ve Orta Asya’da Rusya’nın denetimine son vererek, bölgeye yerleşme planı çerçevesi içinde gerçekleşen bu gelişmeler, Rusya’yı fazlasıyla endişelendirmekte ve Moskova ile Ankara’ya karşı karşıya göstermektedir. Türkiye medyasına da yansıyan güncel bir gelişme olarak, Rusya iç istihbarat servisi FSB’nin son günlerde, Türkiye’nin Rusya’da casusluk faaliyetleri yürüttüğü iddialarını içeren yeni bir kampanya başlatması, aynı bağlamdaki gelişmelerdendir.
Bu sürece paralel olarak değerlendirilebilecek diğer bir güncel gelişme de, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), bilinen adıyla da Avrupa ordusu ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Ecevit hükümeti ve konu hakkında irade ortaya koyan askeri yetkililer, AGSP konusundaki çekincelerinden vazgeçtiklerini açıkladılar. Buna gerekçe olarak ise, gerek Başbakan’ın, gerek Dışişleri Bakanı’nın, gerekse Genelkurmay Başkanı’nın ağzından, ABD ve İngiltere’nin araya girmesiyle Türkiye’nin güvenlik konusundaki endişelerinin giderildiği açıklandı. Yapılan açıklamaya göre, Türkiye’ye, “iki NATO üyesi ülkeyi ilgilendiren soruna AGSP’nin müdahale edemeyeceği” ya da “bir NATO ülkesinin müdahale ettiği soruna AGSP’nin karışamayacağı” yolunda güvenceler verilmişti.
Siyasi ve askeri yetkililer, Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkiler ve buna paralel olarak Ege’deki olası gelişmelerle ilgili endişelerinin böylelikle giderilmiş olduğunu öne sürdüler. Bununla eş zamanlı olarak da, yine ABD ve onun AB içindeki Truva atı İngiltere’nin devreye girmesiyle, AGSP’deki çekinceden vazgeçilmesine paralel Kıbrıs’taki çekincelerden de vazgeçildiğini gösteren hızlı gelişmeler yaşandı. Bugüne kadar, “çözümsüzlük çözümdür” politikasının “başarılı kurmayı” olarak görülen Denktaş, herkesi şaşırtan bir hamle ile Klerides’e görüşme teklif etti ve Kıbrıs konusunda iki taraf arasındaki doğrudan görüşmelerin önü de böylelikle açılmış oldu.
Oysa tüm bu gelişmelerin tercümesi, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin, Kıbrıs, Ege, Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’da, ABD’nin, Avrupa’yı da yeniden düzenleme politikasının bir unsuru olarak davranmış olmasından başka bir şey değildir. Türkiye egemenleri, bu adımla ABD’nin NATO içinde eriyen bir AGSP tercihinin Truva atı olma yönünde davranmıştır.
2002’nin Haziran ayında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tam üyelik açısından önünün açılacak ve 2004 yılında da tam üyeliğe kabul edileceğinin ilan edilmiş olması, Türkiye yönetenlerinin açmazlarını derinleştiren ve ABD ile İngiltere’nin böylesi bir “itmesi” karşısında adım atmaya mahkûm eden diğer bir etkendir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konuma AB’nin yüklediği stratejik değer ve bu bakımdan gerçekleşen güncel gelişmeler olarak da şunların altı çizilebilir. Kıbrıs vb. konular, AB açısından, Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, bulunduğu jeopolitik dengeler içinde Türkiye’nin dış politikasında etki kazanabilmek açısından birer manivela niteliğindedir. Yoksa ne Türkiye egemenleri Kıbrıs için AB’den vazgeçebilir, ne de AB egemenleri Türkiye’siz bir AB’yi uzun vadeli çıkarları bakımından uygun bulabilir. Üstelik AB egemenlerinin Türkiye’ye AB’ye üyelik adaylığı verirken, göz önünde bulundurdukları jeopolitik ve jeostratejik gerekçelerin önemi, 11 Eylül sonrası dengeler içinde daha fazla önem kazanmıştır. ABD’nin yanına İngiltere’yi de alarak Afganistan’a yönelik olarak başlattığı operasyon, bölgedeki hâkimiyeti tek başına ABD’ye kaptırmak istemeyen AB egemenleri için elbette ki endişe vericidir. Böylesi bir süreçte, kendi emperyalist taleplerine sırt çevirip tamamen ABD’nin yörüngesinde hareket eden bir Türkiye, Avrupalı emperyalistleri endişelendirmektedir. Türkiye hükümet sözcülerinin bir süre öncesinde, 11 Eylül sonrası dengelerde ABD’nin kendilerine biçtiği role yaslanarak AB’ye tavır göstermeleri karşısında; AB’nin Türkiye’nin tam üyelik için sunduğu sözde “ulusal rapor”a zayıf not vermesi ve Kıbrıs Rum yönetimi çatısı altında Kıbrıs’ın, Türkiye’ye rağmen de olsa, AB’ye alınacağını açıklaması bunun bir kanıtıydı. Ardından Laeken’de düzenlenen zirvede, Türkiye’nin iki yıl boyunca birliğin geleceğini belirleyecek olan ve “Konvansiyon” adı verilen AB platformuna dâhil edilerek Ankara’nın gönlünü alınması da, yine aynı dengelerin bir sonucudur. AB egemenleri, bir yandan ABD karşısında kendi çıkarlarına açık bir Türkiye için ellerindeki kozlarını kullanmakta, bu açıdan kendilerine kozlar yaratmaya çalışmakta, bunu yaparken, diğer yandan da Türkiye’yi kendilerinden koparıp tamamen ABD’nin kucağına düşürecek tür ve ölçekte gelişmelere izin vermemek için, ona “küçük” jestler yapmaktadırlar. Nitekim Laeken’den çıkan sonuç, AB yolunda somut bir sıçramayı ifade etmese de, hükümetin AB’den sorumlu bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, bunu, Türkiye’yi en geç 2010 yılında AB’ye tam üye yapacak önemli bir adım olarak öve öve bitirememiştir.
Kendi içinde de yekpare bir görüntü oluşturmayan ve emperyalistler arası çekişmeye sahne olan AB’nin Türkiye ile ilgili iniş çıkışları da, diğer bir dizi gelişme ile birlikte, hem AB’nin kendi içindeki hegemonya mücadelesi, hem de Türkiye’yi AB içindeki Truva atı olarak kullanmak isteyen ABD ile AB egemenleri arasındaki rekabetin o anki düzeyi tarafından belirlenecektir.

JEOPOLİTİĞİ PAZARLAMA ÜZERİNE KURULU İŞBİRLİKÇİLİK
Türkiye egemenlerinin bu gelişmeler karşısındaki pozisyonu ise, işbirlikçi bir hatta ortaklaşmakla birlikte, hangi emperyalist gücün politikalarına uyarlı olarak hareket edileceği konusunda yer yer farklılıklar göstermektedir. Örneğin, Başbakan Bülent Ecevit, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve askeri yetkililerle, TÜSİAD ile Yılmaz’ın Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelmesi, bu konuda yapılan “AB mi daha stratejik, yoksa Kıbrıs mı?” tartışması, bunun bir işaretidir. Bu konuda, bazı yorumcuların ve kendini “sol”da tanımlayan kimi çevrelerin, Türkiye egemenlerini AB’ci ve ABD’ci iki ayrı blok olarak bıçakla keser gibi birbirinden ayırmaları ve bunun üzerinden politika kurmaları ise, hayatın doğruluk şansı tanımadığı açık olan bir şaşılıktır. Kıbrıs konusunda ya da değişik zamanlarda Kürt sorunu konusunda atılması gereken adımlar ve bu adımların zamanlaması bakımından karşı karşıya geldiği görülen egemen sınıf fraksiyonlarının, başka bir dizi temel konuda da birleştiği bilinmektedir. Örneğin, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak, Balkanlar’dan Irak’a ve son olarak Afganistan’a yönelik operasyonlarda aktif rol alması konusunda, hem TÜSİAD’çıların, hem de onlara göre daha “geleneksel” tutum aldıkları düşünülenlerin tutumu aynı olmuştur. Aradaki fark olarak ise, bugün TÜSİAD’ta temsilini bulan egemen sınıf fraksiyonunun -bu Türkiye sermayesi içindeki en etkili itici gücü oluşturan grup olarak öne çıkmaktadır- Kıbrıs vb. konularda, “Türkiye eğer Kafkaslar’dan Orta Asya’ya, oradan Ortadoğu’ya kadar içinde bulunduğu bölgede güçlü bir pozisyon edinmek istiyorsa, o zaman Kıbrıs, Kürt sorunu gibi kritik konulardaki ayak bağlarından bir an önce kurtulmalıdır. Bu sorunlarını çözmüş bir Türkiye, içinde bulunduğu bölgede daha aktif bir aktör olma şansını yakalayacaktır” tezini savunmaktadır. Daha “dinozor” olarak adlandırılan ve çoğu durumda etkin konumda olan taraf ise, yıllardır iç politikaya da tahvil edilen, sistemi tahkim için bir malzeme olarak kullanılan konularda atılacak adımlarda temkinli olunması ve acele edilmemesi gerektiğini öne sürerek ayak sürçer görünmektedir. Bu aslında Türkiye burjuvazisinin, yıllardır Kıbrıs, Kürt sorunu vb. kritik konularda savunduğu şovenist politikaların bugün kendi ayağına dolanır hale geldiğini göstermektedir. Ürettiği şoven politikalar bugün Türkiye burjuvazisini kendi içinde itiş kakış yaşamadan adım atamayacak bir duruma düşürmüştür.
Ancak bu noktada gözden ırak tutulmaması gereken temel gerçek, Türkiye egemen sınıflarının, değişik konular üzerinden zaman zaman karşı karşıya gelen hiçbir fraksiyonunun bağımsız bir ulusal politikayı temsil etmediğidir. Onlarca yıldır savundukları ve uyguladıkları işbirlikçi politikalar içinde, bugün dışarıdan, şu ya da bu emperyalist güç tarafından önlerine konulan politikalar dışında hiçbir politika belirleyememektedirler. Ne Kıbrıs’ta, ne Kuzey Irak konusunda, ne Balkanlar’da, ne Kafkaslar’da ne başka bir noktada bağımsız bir Türk dış politikasından bahsedilebilir. Türkiye egemen sınıfları ve onların siyasi sözcülerinin, halka dönüp “jeopolitik konumumuzu yine iyi kullanma başarısı gösterdik ve bu sayede hem IMF’den yeni kredi aldık, hem öncesine göre daha etkin bölgesel roller üstlendik, hem de AB’de yolumuz açıldı” demeleri, bu işbirlikçi konumlarını örterek, uşaklıktan halk desteği çıkarmak için başvurulan yalanlardan başka bir şey değildir.

TÜRK VE KÜRT MİLLİYETÇİ ‘SOLU’NUN JEOPOLİTİK HESAPLARI
Gerek değişik emperyalist güçlerin, jeopolitik ve jeostratejik öneminden kalkarak Türkiye üzerinde hesaplar yapması, Türkiye’nin “ulusal çıkarlarını” kendi bölgesel çıkarlarında eriterek Türkiye’nin dış politikasına yön vermeye çalışmaları, gerekse Türkiye egemen sınıflarının “jeopolitiği pazarlama” üzerine uşak bir emlakçı tavrıyla ülkenin dış politikasının rotasını emperyalistlere teslim etmelerinin yeni bir olgu olmadığı bilinmektedir. Onlarca yıldır, bu “geminin” rotasının tayini bakımından tüm bunlar oluyor. Bu konuda öncesine göre yeni olan şey, egemen sınıflara karşı halk kesimlerinin çıkarlarını savunur görünen kimi siyasi odakların tutumudur. Örneğin burjuva Kürt milliyetçiliği, uzunca bir süredir, Kürt sorunun sözde çözümü için ABD ve AB emperyalistlerinin tercihleri arasında salınıp durmaktadır. Bu konuda son gelinen nokta, AB’nin tam üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu Kopenhag kriterlerinden medet ummak ve Türkiye egemenlerine Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da daha etkin bir bölge gücü olabilmek için Kürt sorunu çözmeyi önermektir. Türkiye’nin jeopolitiği üzerine TÜSlAD’tan temelde ayrılmayan bir hesapla yaklaşmayı ifade eden bu tutumun, Kürt sorununda bağımsız ve halkçı bir politikayı ifade etmediği çok açıktır. Aynı çevrenin 11 Eylül sonrası süreçte izlediği siyasetse, bölgede oluşacak yeni dengeler içerisinde kendilerinin de tanınacağı bir biçimde Kürt sorununun yine ABD’nin başını çektiği güçlerin belirlediği politikalar etrafında “çözülmesi”ni ummak olmuştur. Bugünse bir yandan, Irak’a düzenlenecek bir ABD operasyonunda Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesinin kendi varlık koşullarını tehdit edeceği endişesini taşımakta, diğer yandan da kendilerinin dâhil edileceğini şu ya da bu biçimdeki bir “çözüm”ün olanakları konusunda zemin yoklamaktadırlar.
Diğer taraftan, ülkenin dış politikasına ve Türkiye’nin jeopolitik konumuna yaklaşımda, egemen sınıf fraksiyonlarından biri ile aynı politikaları savunan İP’in tutumu söz konusudur. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, kendisine açılan televizyon ekranlarından, Kıbrıs ve Kürt sorunu konusunda şoven politikaları savunarak Genelkurmay’a mesajlar göndermekte, hatta yükseliş döneminde iken eteklerine yapışarak güçleneceğini umduğu Kürt siyasi çevrelerini ve Kıbrıs’ta egemen siyasetten farklı çözümler önerenleri Genelkurmay’a şikâyet etme işgüzarlığını bile göstermektedir.
Ermeni meselesi gibi yıllardır, halkın şoven politikalarla şekillendirilmeye çalışıldığı konularda aynı şoven politikaları kullanarak, hem bu geri eğilimleri kendisine yedeklemeye çalışması, hem de Genelkurmay’ın, egemenlerin desteğini arkasına almaya uğraşması da cabasıdır. Bu konuda kraldan çok kralcı davranan Perinçek, Genelkurmay’a övgüler düzmekle de kalmamakta, ona taktikler önererek mihmandarlık da yapmaktadır. MHP’nin yıllardır savunduğu politikaları “sol” bir maske altında savunma anlayışını esas alan bu tutumun, seçimlerde MHP gibi bir “yükselişi” hesapladığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu tutumun kendini “milli” bir söylemle ifade etmesi, elbette bir maskeden ibarettir ve bu tutum; bağımsız, işçi ve emekçilerin çıkarlarını esas alan ve bölge halkları ile kardeşliği gözeten bir dış politikaya da karşıdır.
Kendisini “sol”da tanımlayan ÖDP’nin de, emperyalizme karşı olmayı ABD’ye karşı olmakla sınırladığı, AB’ye karşı tavır alamadığı bilinmektedir. (Ortaya atılan “akçeli” sorunlara ilişkin iddialar ise, bu noktada, somut bir yanıtı gerekli kılmaktadır.) Sistemin net bir tercihi olan AB’ye tavır almayarak, sistemin solunu toparlayacağını düşünen ve böylelikle önünü açmaya çalışan bir partinin, tutarlı bir anti-emperyalizme dayalı bir dış politikayı savunabileceği düşünülemez.

AYDINLAR VE EMEKÇİ ÖRGÜTLERİ ŞOVENİZME DEĞİL, KIBRISLI EMEKÇİLERE DESTEK OLMALIDIR
Türk dış politikasını ilgilendiren konularda, aydınların önemli bir bölümünün aldığı tutumun da devletin resmi dış politikası ile paralellik gösterdiği, onu meşrulaştırma üzerine kurulduğu bilinmektedir. Son süreçte Türk dış politikasının, iç politik dengelerde de gerilime yol açan Kıbrıs sorunu konusunda bir grup aydının takındığı tutum benzer olmuştur. Bir dönem Denktaş’ın danışmanlığını yapan Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın da aralarında bulunduğu 50’yi aşkın öğretim üyesi yayınladıkları ortak bildiri ile Kıbrıs sorunu konusunda geleneksel tutumu eleştiren bazı kurumları, Yunanistan’ın yanında yer almakla suçlamıştır. Bu aydın grubunun tutumu, Kıbrıs sorununun çözümünü Ankara dâhil tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak Kıbrıs’ta yaşayan her iki halkın kendi iradeleri ile belirlemesini savunması gereken aydın tutumuna tam karşı bir tutumdur. Bu aydınların tutumu, yıllardır “enosis” vb. politikaları savunarak, Kıbrıs sorununda kendi devletinin politikasını meşrulaştıran, ancak sorunun çözümünü de tıkayan Yunanistanlı benzer aydın gruplarından, farksızdır. Aynı biçimde, ABD’nin Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerine meşruiyet kazandırmak için Beyaz Saray’ın Kıbrıs politikasını savunan ABD’li aydınların, ya da benzer tutumu kendi emperyalist devletinin tutumunu desteklemek için yapan AB’li aydınların tutumu da, nitelik olarak aynıdır.
Aydın sorumluluğu bakımından tartışıldığında, Türkiyeli bir aydın, dünyanın Türkiye’ye uzak bir bölgesindeki bir ulusal soruna karşı gösterdiği mesafeyi, Kıbrıs söz konusu olduğunda da korumayı bilmelidir. Şoven politikalara ya da herhangi bir emperyalist gücün politikalarına ideolojik memuriyet yapan aydınlar, ne Kıbrıs halkının ne de dünyanın başka bir halkının dostu olabilirler.
Kıbrıs sorununun devletin zirvesinde tartışmaya neden olduğu dönemde, benzer bir tutum da, bir işçi sendikası olan Türk-Metal’den geldi. Türk-Metal sendikası, Kıbrıs’ta şoven politikaların kurmayı Denktaş’a “Yılın Devlet Adamı Ödülü”nü verdi. Ödülü Denktaş’a takdim eden Türk-İş Başkanı Bayram Meral’in, Denktaş’ı öven, Kıbrıs ve Ermeni sorunları konusunda şoven politikalara katkıda bulunan sözleri, bir işçi sendikaları konfederasyonunun başkanı açısından hiçbir biçimde kabul edilemez. Çünkü işçi ve emekçilerin çıkarları, halkları birbirine kırdıran, onları birbirine düşman hale getiren, işçi ve emekçileri uyutmak için kullanılan şoven politikaları savunmaktan değil, halkların kardeşliğini ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaktan geçer. Kıbrıslı işçi ve emekçilerin çıkarı, nasıl başta emperyalist güçler olmak üzere tüm dış müdahalelerden bağımsız olarak kendi kaderlerini belirlemekten geçiyorsa, Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin çıkarı da, bağımsız ve demokratik, federatif bir Kıbrıs’ı savunmayı gerektirmektedir. Çünkü böyle bir Kıbrıs, artık sadece ada halkı açısından değil, Yunanistan ve Türkiyeli işçi ve emekçiler açısından da, sürekli onları birbirine karşı düşman hale getirmek için kullanılan bir sorundan kurtulmak anlamına gelecektir. Türkiye’deki işçi, emekçi örgütlerinin, işçi ve emekçileri şoven politikalar aracılığıyla sömürücü ve işbirlikçi egemen sınıflara yedeklemek değil, onları bu politikalara karşı uyanık tutmak gibi bir görevi vardır. Kıbrıs sorununda kendi işbirlikçi egemen sınıflarını değil, Kıbrıs’ın Rum ve Türk emekçilerinin özgür tercihlerini savunan, onların iradelerine ipotek konulmasına karşı çıkan bir tutum, onlar için büyük bir moral ve maddi güç kaynağı olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’deki işçi ve emekçi örgütlerinin, sendikalarının, kitle örgütlerinin, tüm demokratik kurum ve aydınlarının tutumu da bu yönde olmalıdır.

ZİNCİRİ JEOSTRATEJİK HALKASINDAN KIRMAK
Yazının önceki bölümlerinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalistleri Türkiye’nin dış politikasını belirlemek için birbiri ile yarışa soktuğu, Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin ise, bu jeopolitik konumu, uşak bir “komisyoncu” zihniyeti ile ele aldıkları, kendilerinin alacağı “nema” için ülkenin kaderini ve geleceğini pazarlamaktan çekinmedikleri belirtildi. Ancak, elbette burada problem olan şey, Türkiye’nin jeopolitik konumu değil, işbirlikçi egemenlerin onu ele alış şeklidir. Bilindiği gibi Türkiye, diğer birçok zenginlikle birlikte, aynı zamanda, hem tarım hem de bulunduğu bölgede giderek stratejik bir unsura dönüşen büyük bir su potansiyeline sahiptir. Tüm bunlar iyi değerlendirildiğinde, Türkiye için birer imkân durumundadırlar. Ancak girilen emperyalist ilişkiler ve uygulanan IMF direktifleri, DB programları, hem ülke tarımını çökerten hem de ülkenin tüm zenginliklerini emperyalistlere peşkeş çeken bir süreci de beraberinde getirmiştir. Türkiye sahip olduğu potansiyel zenginlikler bakımından bile dışa bağımlı bir hale getirilmiş, bu dışa bağımlılık, dış politikadaki dışa bağımlılığı da derinleştirmiştir. Dışa bağımlılıktan kurtulmadan, bağımsız bir dış politika savunmadan, Türkiye’nin kendi doğal zenginliklerini toplumsal bir refah unsuruna dönüştürmesi de mümkün olmayacaktır.
Ayrıca Türkiye’nin jeopolitik bakımdan, bulunduğu bölgedeki birçok dengeyi değiştirme potansiyeline sahip olduğu da doğrudur. Ancak bu potansiyel, emperyalist müdahaleler ve ülkenin ulusal çıkarlarını emperyalist güçlerin çıkarları içinde eriten işbirlikçi egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcilerinin elinde, hem Türkiye’nin işçi ve emekçilerine, hem de komşu halklara karşıt hale getirilmiştir. Bu gerçeğin değişmesi, Türkiye’nin bu potansiyelinin hem Türkiye’nin işçi ve emekçileri, hem de komşu halklar açısından bir avantaja dönüşmesi için de, antiemperyalist, tüm dış müdahalelerden bağımsız bir dış politikanın benimsenmesi ve savunulması zorunludur. Bunun için yaslanılacak yegâne güç ise, bu ülkenin işçi ve emekçileridir.
Bağımsız bir dış politika savunma yeteneğini kazanmış demokratik bir Türkiye, bölgenin tüm komşu halkları açısından da, emperyalistlerin oyuncağı olmuş jeopolitik bir tehdit unsuru olmaktan çıkacak ve bir umuda dönüşecektir. Ve giderek emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmuş bir Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Balkan halkları arasında emperyalizmden kurtuluş umudunu da kamçılayacaktır. Bu aynı zamanda, dünyanın, emperyalizmin tahakkümü altında yaşayan diğer bölgelerinde de, dengeleri halklar lehine değişmeye zorlayacak bir gelişme olacaktır. Çünkü Türkiye temsil ettiği konumla, emperyalizmin zincirinin jeostratejik bir halkasıdır.

Ocak 2002

“Bekleyin demokrasi gelecek” politikası

Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi 3. Genel Kurulu Başkanlık ve Yürütme Konseyi”, “Genel Kurul” tarafından alındığını belirttiği kararlarla ilgili bir açıklama yayınladı. Açıklanan ve “Genel Kurul” tarafından alındığı belirtilen kararlardan birinde şöyle deniliyor: “Uluslararası kuruluşlar, özellikle Birleşmiş Milletler Örgütü, Avrupa Birliği ve NATO’dan Kürt sorunu ile ilgili hassasiyetlerini artırmaları ve adil bir çözüm için Kürt halkına destek olmaları istenir.”
PKK Başkanlık Konseyi üyesi Murat Karayılan ise, Leaken Zirvesi ve “Kürdistan Ulusal Kongresi” üzerine kendisiyle yapılan bir röportajda; “Ulusal Kongre”nin “Kürtlerin ulusal birliği” için “güçlü bir zemin oluşturduğu”nu belirtiyor ve sözü Avrupa devletlerinin Kürt politikalarına getirerek şöyle diyor: “Kürt halkının özgürlük ve ulusal demokratik talepleri sürekli bir biçimde Avrupa devletlerince diyelim bazı çıkarlara heba edilmiştir. Bunun içindir de Kürt halkı bu konuda gerçekten ciddi ve samimi bir yaklaşımı bu aşamada Avrupa’dan beklemektedir. Şimdi tabii aynı şeyi yapıyorlar demiyorum, çünkü Kürt realitesi, gerçekliği bugün daha fazla dünya kamuoyuna girmiş bulunuyor.”
“Yani Leaken Zirvesi’nde bu konuda netleşmiş bir husus yok, ama sorunun tartışıldığı, Kürtlerin bu konuda tekrardan pazarlık konusu yapıldığı, en azından Türk tarafıyla bunun gündeme getirildiği, bazı şeyler karşılığında Avrupa’dan neyi istediğini biliyoruz.”
“Şimdi Türkiye’nin AB’ye girişinde zorluklar yaşanıyorsa, tek nedeni Kürt sorunudur.”
“Biz şunu söylüyoruz; eğer gerçekten ulusal anlamda AB normlarına uygun bir demokrasi geliştirilmesi isteniyorsa ve bu durum Avrupa çıkarlarına hizmet edecekse, Avrupa’nın her şeyden önce Türkiye’nin değil, tüm Kürdistan sorununun çözülmesi için doğru dürüst bir politikaya sahip olması gerekiyor. Demokratik ve özgürlükçü bir çözüm siyaseti, Kürtler ve Türk halkı için olduğu kadar Avrupa’nın da tüm dünya halklarının da çıkarmada.”(Ö. Politika, 21 Aralık, 2001)
Bu açıklamaların yapıldığı dönem, uluslararası alanda emperyalist gericiliğin halklara yönelik politikalarının şiddetinin yoğunlaştığı, siyasal gericiliğin yoğunluk kazanıp siyasal özgürlüklerin hemen tüm ülkelerde daha fazla budandığı; “teröre karşı savaş” adına ezilenlerin mücadelesinin hedefe konduğu ve emperyalistler arası pazar kavgasının daha fazla kızıştığı bir dönemdir.
Dönem, en başta bu özelliği nedeniyle, herhangi ezilen-bağımlı veya sömürge ülkelerin kurtuluş hareketlerinin emperyalizme ve uluslararası sermayeye karşı bağımsız politikalar izlemeleri gereksiniminin de arttığı bir dönemdir. Kürtlerin özgürlüğü ve ulusal kaderini tayin hakkının savunulması bakımından bu daha da önem kazanmaktadır. Bu özellik, emperyalistler arası paylaşım kavgalarında Kürtlerin de yaşadıkları bölgenin önemli stratejik bir konumda bulunması ve aynı nedenle Kürt sorununun ABD emperyalizmi başta olmak üzere, Batı’nın sömürgeci güçleri tarafından istismar edilerek kullanılmak istenmesidir. Afganistan’a emperyalist saldırıyla birlikte gündeme getirilen “Musul-Kerkük petrollerinin Türkiye’ye verilmesi” ve Irak Kürdistan’ı üzerinde Türkiye gericiliğinin “vesayetinin kurulması” üzerinden Saddam yönetiminin etkisizleştirilmesi planları; Kürtlerin özgürlüğü için mücadele etme iddiasındaki parti, örgüt, grup ve kişilerin emperyalizme ve politikalarına karşı tutumunu daha da önemli hale getirmektedir.
Peki, böylesi bir dönemde, PKK, HADEP ya da PSK gibi “Kürt partileri” nasıl bir tutum almakta ve bu emperyalist planlara karşı hangi politikaları geliştirmektedirler?
Brüksel’de toplanan “Kürdistan Ulusal Kongresi”nin emperyalist kuruluş ve devletlere “hassasiyetlerini artırma” çağrısı çıkardığını yukarıda aktardık. PKK Başkanlık Konseyi üyesi M. Karayılan da, “Avrupa’nın “Avrupa normlarına uygun bir demokrasi” için Türkiye gericiliğine karşı politikalar geliştirmesini istiyor. Karayılan’ın ya da PKK’nın diğer yöneticilerinin söylediklerinden çıkan şey şudur: Kürtlerin taleplerini “Avrupa” istismar ediyor; bunu yapmamalı, “ciddi ve samimi bir yaklaşım” göstermelidir. Bu, Kürt halkının “bu aşamada Avrupa’dan beklentisidir! “AB normlarına uygun bir demokrasinin geliştirilmesi, Avrupa’nın çıkarlarına da hizmet edecektir” ve bunun için “Avrupa”nın “doğru dürüst bir politikaya sahip olması” gerekmektedir!
“Avrupa” denilen, Batı Avrupa’nın Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerinin başında bulundukları emperyalist ülkelerin oluşturdukları “topluluk”tur. Bu ülkelerin emperyalist ve tekelci demokrasilerinin emekçiler için burjuva kapitalist baskı ve diktatörlükten başka bir şey olmaması bir yana, emperyalist burjuvazinin de çıkarına hizmet edecek politikanın Kürtlerin yararına olduğunu ileri sürmek; en azından, halkların anti-emperyalist mücadelesinin halkçı-bağımsızlıkçı yönelişinin önüne saptırıcı engeller koymak demektir.
ABD emperyalizminin yönetim kademelerinde tartışılan Kuzey Irak’ın ve Musul-Kerkük petrollerinin “Türkiye’nin yönetimine bağlanması” senaryolarına karşı bu partilerin ve PSK’nin olumsuz bir açıklaması henüz olmadı.
Henüz diyoruz, ancak, bu partilerin izledikleri politika ve geçmiş dönemlerdeki açıklamalarına bakıldığında; emperyalistler tarafından sorunun istismar edilerek çıkarlarına uygun kullanılmasına ve bunun bir yönü olarak bu türden gerici senaryoların gündeme getirilmesine karşı çıkmadıklarını görmek de mümkündür. Daha da vahimi, PKK yöneticilerinin birçok kez ve sözde sorunun demokratik çözümü için, “Irak Kürdistan’ını da kapsayan ve Türkiye’nin devlet olarak yönetimini yaptığı, Kafkas Cumhuriyetlerine kadar genişleyen bir alanda Kürt-Türk Konfederasyonu”nu savunma yönündeki açıklamalarıdır. Murat Bozlak’ın, “Türkiye’nin çıkarı için PKK’nın sınırdaki silahlı güçlerinin silahtan arındırılmasının önemi”ne dikkat çekmesi ve bunun da sorunun “demokratik çözümüyle sağlanabileceği”ne vurgu yapması da aynı mantığın ürünüdür.
ABD-İngiliz emperyalistlerinin Afganistan’a saldırısıyla birlikte, Ortadoğu ve Kafkasya’da emperyalistler arası rekabet kızışırken, bölgenin kangrenleşmiş ve çözümsüz kaldığı için istikrarsızlığı artırıcı bir rol oynayan sorunlarından biri olan Kürt sorunu da, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin “savaş stratejileri” kapsamında tartışılan konulardan biri oldu. ABD’nin “savaş kurmay odaları”nda ve Amerikan savaş sanayinin sözcüleri arasında bu sorunun emperyalist planlara ve çıkarlara bağlı kullanımı için “değerlendirmeler”in yeniden yapıldığına dair haberler basına yansıdı. Bush yönetimi ve Pentagon karargâhına yakınlığı ve CIA planlarıyla ilişkisi bilinen William Safire ve diğer bazı gazeteciler, bu “değerlendirmeleri” basına taşıdılar. Buna göre, ABD’nin Irak’ta genişletmeyi planladığı askeri saldırının başarısı için Türkiye gericiliğinin daha aktif kullanılması öngörülüyordu. Bunu sağlayıcı bir “rüşvet” olarak Musul-Kerkük petrolleri ve Irak Kürdistan’ının vesayeti Türkiye gericiliğine verilecekti!
Amerikan yönetiminin böyle bir planının olup olmadığı üzerine bir tartışma bugün için ancak spekülatif bir anlam ifade eder. Ancak Kürt reformcu ve liberal çevrelerinin emperyalist başkentlerde ve Amerikan yönetimi içinde tartışılması ve gündeme getirilmesi karşısında sessiz kaldıkları bir gerçektir. Daha da önemlisi, bu sessiz kalışın PKK yöneticilerinin daha önceleri gündeme getirdikleri sözde demokratik Kürt-Türk Konfederasyonu “projesi”yle uygunluk göstermesidir. PKK yöneticileri, “Kürtlerin özgürlüğünün tanınması” koşuluyla “Ortadoğu Kürtleri” ve “Kafkasya Türklerini” de kapsayacak ve hamiliğini “Büyük Türkiye”nin yapacağı bir “konfederasyonca Türkiye gericiliğinin “büyük Türk dünyası’nı kurma” hayalinin gerçekleşebileceği yönünde açıklamalar yaparak, işbirlikçi gericiliği bu yönde “ikna”ya çalışıyorlardı. Musul-Kerkük petrolleri üzerine emperyalist bazı senaryoların seslendirildiği bir dönemde, hala emperyalistlerden ve onların askeri-politik örgütü NATO’dan “ilgi”, “hassasiyet” ve “demokrasi” beklentileri içinde olunması, halkın özgürlük talepleri ve Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının sermayeyle birleşmeye “adanabileceği”ni göstermektedir.

DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELEYLE KAZANILIR
Ezilen ulusların kurtuluş sorununun emperyalizm ve mali sermayenin uluslararası egemenliğinden kurtuluş olarak görülmemesi; aksine, emperyalistlerin yardımıyla ulusal bağımsızlığın sağlanabileceği anlayışı, yukarıdaki türden açıklamaların yapılmasını sağlamaktadır. Bu parti ve örgütlerin yöneticilerinin, emperyalizmin dünya sisteminin ve emperyalist tekellerin varlığının, ezilen ulusların kurtuluş sorununu mali sermaye ve tekellerin egemenliğine karşı mücadele sorunu haline getirdiğini bilmediklerini düşünmek, onlara haksızlık olur. Ancak onlar, burjuva emperyalist propaganda merkezlerinin sürekli yaydıkları “çağın değiştiği”, “kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin insan hakları ve özgürlüklerini garanti eden son ve ebedi toplumsal sistem olduğu” yönündeki propagandasını benimsemekte; aynı nedenle, “Avrupa” dedikleri Batılı emperyalistlerden ve “dünyaya şekil veren en etkili ve büyük güç” Amerikan emperyalizminden “sorunun demokratik çözümü için güçlerini kullanmaları”nı istemektedirler.
Emperyalist demokrasiye güven duyulamayacağı; zira ulusal, sosyal ve siyasal hak yoksunluğu ve baskının başlıca kaynağı ve dayanağının emperyalist kapitalizm olduğu, böylece bu partilerin yöneticileri tarafından göz ardı edilmekte; bağımsızlık ve özgürlük talebiyle mücadeleye yönelen ve örgütlenmek isteyen Kürt emekçileri ve gençlerinin istem ve çabaları da sistemin kanallarında boğuntuya getirilmektedir. Bunun başlıca nedeni, Kürt burjuva reformcu ve liberal parti ve gruplarının emperyalizmden kurtuluş gibi bir kaygılarının olmamasıdır.
Emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında ezilen ulusların kurtuluşu, uluslararası sermayeye ve emperyalizme karşı mücadeleyi gerektirmesine karşın, onlar neredeyse kesintisiz bir biçimde, emperyalistlerin “bu işi çözecekleri”nden söz etmekte ve örnek olsun, Amerikan emperyalizminin Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgede giriştiği askeri-politik operasyonlara karşı hayırhah bir tutum alabilmektedirler.
Elbette bu parti ve örgütlerin yöneticileri olayları, gelişmeleri ve bağlantılarını bilmeyecek kadar “şaşkın” ve ne yapacaklarına dair “kafa karışıklığı içinde” değildirler. Tabandaki mücadele beklentisi, belirsizlik ve “şaşkınlık”ın farkındadırlar ve bu tür “karışıklıkları” da gidermek üzere, “demokratik cumhuriyet” lafazanlığını her derde deva sihirli bir örtü olarak kullanmaktadırlar.
Ulusal ayrım ve baskı politikalarının kaynağı kapitalizmi hedef almadıkları gibi, demokratik siyasal özgürlüklerin emekçi mücadelesiyle kazanılacağı gerçeğini bir yana iterek, emperyalist burjuvazinin zorlamalarıyla işbirlikçilerin anayasal ve yasal değişikliklerle demokratik bir sisteme geçecekleri anlayışına güç vermektedirler. Bu anlayışın sahiplerine göre, çağın değişen özellikleri, dünyaya “şekil veren” emperyalistlerin “demokratik değerleri hâkim kılmalarını zorunlu kılmaktadır. “Küreselleşen dünya”da bunu önleyecek kimse yoktur ve aslında “mücadele ve devrim yoluyla” da kazanılacak bir şey kalmamıştır!

AYRILIKLARI NÜANSTA
Çeşitli Kürt parti ve gruplarının uluslararası gelişmelere ve toplumsal sorunlara yaklaşımı nüans farklılıkları içermekle birlikte, Kürt sorununun ve ulusal baskı politikasının kapitalist emperyalizmle bağını koparma konusunda aynı platformda bulunmaktadırlar. Emperyalizme karşı tutumları esasa ilişkin bir farklılık göstermediği gibi, işbirlikçi politikaları daha ileri düzeyde sürdüren Irak Kürdistan’ının, her biri kendi “serflik alanında söz sahibi” partileri KDP ve YNK ile ilişkileri de özsel farklılıklar göstermemektedir. Bu partilerin izledikleri işbirlikçi çizgiye esasa ilişkin itirazları yoktur. PSK, Irak Kürdistan’ı partilerinin emperyalistlerle ilişkileri karşısında “daha ılımlı” bir tutum içinde görünürken; PKK’nın KDP ve YNK ile ilişkilerine de, bu partilerin onun “kendi etkinlik alanları”na yerleşmesine ilişkin politikaları yön vermektedir. Kendi varlığına ve faaliyetine ses çıkarmadığında, örneğin PKK’nın KDP ya da YNK’nın emperyalizm yanlısı politik pratiğine bir itirazı olmadığı gibi, PSK’nın da bu partilerle “arası gayet iyidir.” HADEP ise, izlediği politikalarla etkilediği emekçilerin burjuva siyasal sisteme ve kapitalizme bağlanmalarının aracı olma işlevi görmektedir.
Bu partiler bu nedenle Kürt işçi ve emekçilerinin sisteme bağlanmasının aracı rolünü üstlenmekten öteye gidememektedirler. Bunu, yukarıda da değindiğimiz gibi, bir yandan nesnel sınıf çelişkilerinin üzerine “çizgi çizerek” ve emekçi taleplerine sırt dönerek; diğer yandan emperyalistlerin çıkarlarına yarayan bir beklenticiliğin Kürt emekçi kitleleri içindeki yayıcıları olarak yerine getirmektedirler.
Kürt emekçileri açısından soruna bakıldığında -ki bizim açımızdan ‘ben Kürtlerin haklarını savunuyorum’ iddiasında olan bu türden partilerin politik kimliklerini sergileyen esas kıstas budur- ulusal hak talepleriyle siyasal, sosyal ve ekonomik sınıfsal talepler arasında bir bağ bulunduğu düşüncesi dahi bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından reddedilmekte; “tüm ulusun haklarının savunulması” buna gerekçe gösterilmektedir.

DÜŞMANI İYİ TANIMA ZORUNLULUĞU
Kürt liberal ve reformist parti ve gruplarının emperyalizm ve gericilikten çözüm beklentisi ve buna uygun politikalar izlemeleri, Kürt işçi ve emekçilerinin önüne, bugüne kadar ve çeşitli dönemlerde, “Kürtlerin özgürlüğünü savunma” iddiasıyla ortaya atılan ve kendilerini “Kürt Partisi”, “Kürt örgütü” olarak adlandıran ya da adlandırmada “daha kapsayıcı” olmakla birlikte, ideolojik-politik ve pratik alandaki tutum ve anlayışlarıyla burjuva, burjuva-feodal ve gerici bir rol oynayan örgütlerin, kendi sınıfsal talep ve çıkarlarıyla çelişki içinde olmalarını, çözülmesi zorunlu ve gerekli bir sorun olarak getirmektedir.
“Kürt örgütü”, “Kürt partisi”, “Kürt derneği” olarak ortaya çıkan ve faaliyet yürüten bu grup ve partilerin en belirgin “ortak paydası”, hemen tümünün “Kürtlerin ulusal birliği” adına, kapitalizmin Kürt toplumunun bağrında yol açtığı değişimi görmezden gelme ya da bilerek reddetmeleridir. Bunlar, “Kürt ulusal birliği”nin “ulusal hakların elde edilebilmesi için zorunlu olduğu”na vurgu yapmayı unutmazken, Kürt toplumunun sınıflara bölünmesinin yol açtığı değişim ve çelişkiyi gizleyerek burjuva konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Kürt burjuva sınıflarının konum ve çıkarlarına uygun düşen bu anlayışın en belirgin yanını, -kimilerinin “taktik” gerekçesiyle açıklamaya çalıştığı- Kürt emekçilerinin dil, kültür gibi ulusal-siyasal alana ilişkin bazı talepleri dışındaki ekonomik, sosyal ve siyasal talepler karşısında kayıtsızlık oluşturmaktadır.
Kürt burjuva liberal ve reformcu parti ve çevrelerinin bu politikaları kapitalist sisteme ilişkin tutumlarını da yansıtmaktadır.
PKK, HADEP ve PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) yöneticileri bu anlayışlarıyla, emperyalist büyük devletleri ve kapitalist emperyalizmi, halkların demokratik siyasal taleplerinin “garantörü” olarak göstermektedirler. Bu tutum ve anlayış; barış, demokrasi ve ulusların özgürlüğünden söz edildiği her zaman ve yerde, ABD ve AB üyesi emperyalistlerin “Kürt sorununa daha duyarlı yaklaşmaları” isteminde ifadesini bulmakta ve Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı bütün ülke düzeyinde mücadelesini zaafa uğratacak zararlı “etken” rolü oynamaktadır.
Kendileriyle emekçiler arasında ilişki kuran herhangi bir parti, grup, çevre ve kişinin neyi ve kimi temsil ettiğinin tek değilse de, en önemli göstergesi; temsilcisi olduğunu iddia ettiği emekçilerin ve ezilenlerin hak ve çıkarlarını savunup savunmadığı ya da ne oranda savunduğudur. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığı ve açların sayısının artmaya devam ettiği, işsizliğin büyüdüğü, krizin yeni işsiz kitlelerini açlığa ve yoksulluğa sürüklediği, ülkenin emperyalistler tararından sömürge bağımlılığı içine alındığı, işbirlikçi egemen sınıfların sosyal, siyasal ve ekonomik saldırılarla bütün milliyetlerden ülke emekçilerini canlarından bezdirdiği koşullarda, bu saldırıları püskürtmek ve demokratik hakların kazanılması için mücadele etmek; taleplerini savunacağı düşüncesiyle etrafında toplanmış kitleleri mücadeleye seferber etmek yerine AB, NATO ve ABD gibi demokrasi düşmanı emperyalist güçlerden “demokrasi” dilenmek; bu parti yöneticilerinin yaptıkları budur.
Kürtlerin ulusal kaderini tayin hakkı savunusu, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği ve salt böyle bir mücadele için dahi, Kürt emekçilerini ve tüm ezilenleri aydınlatıp örgütleme zorunlu olduğu halde, bu doğrultuda çalışmak yerine; Batılı emperyalistlerin, AB’nin, ABD ve NATO’nun Türkiye devleti ve hükümeti üzerindeki baskısıyla sağlanacak “demokratikleşme” sonucu sorunun çözüleceği beklentisini yaratan ve yaygınlaştıran bir faaliyeti tercih etmek, ulusal kaderini tayin hakkının bu parti ve örgütlerin yöneticileri tarafından tutarlı bir biçimde savunulmadığını gösterir.
Bu tutumun ısrarla sürdürülmesi durumunda, bugün ülkelerinin işgali için Amerikan emperyalizmine çağrılar çıkaran ve aralarında KDP-YNK’nın da bulunduğu ‘Irak Ulusal kongresi’nin konumuna sürüklenmekten kurtulunamaz.
Kürtlerin ulusal varlığının inkârı ve baskı-yasak politikalarıyla emperyalist kapitalizmin dünya egemenliği arasındaki bağı görmezden gelenler, Saddam yönetimine ya da Türkiye gericiliğine karşı mücadele adına emperyalist sömürgecilerin kollarına atılmaktan kurtulamazlar.
Yapılması gereken, emperyalizmi hedefe koymak, anti-emperyalist bir mücadele hattında ilerlemek; ulusal kurtuluş için emperyalizm karşıtlığıyla, emekçilerin sınıfsal taleplerinin savunulmasının zorunlu kıldığı sermaye karşıtlığı arasındaki bağı, bağımsızlık ve özgürlük yönünde kurmak; bunun gereklerini pratikte yerine getirmektir. Başka herhangi “solcu” bir partinin olduğu gibi, HADEP, PSK ya da PKK’nın izlediği çizginin de, Kürt emekçilerinin talepleri ve Kürtlerin ulusal bağımsızlığı politikasıyla bağdaşıp bağdaşmadığının temel ölçütlerinden en önemlisi budur.
Buradan bakıldığında, Kürt burjuva liberal ve reformcu çevrelerin bağımsızlık, özgürlük ve eşit haklara sahip olmayı mali sermaye egemenliğinden kurtuluş sorunu saymadıkları, bağımsızlığın ve kaderini özgürce belirleme hakkının en büyük ve başlıca engeli emperyalizmden beklenti içinde oldukları; bunu her fırsatta dile getirdikleri görülür. Bu açıdan, birinin diğerine göre olumlulukları veya olumsuzlukları, ancak göreceli bir değer taşır.
Böylesi bir politik tutum ve çizgi, emperyalizmden kurtuluş sorununu bulandırmakta; halk kitleleri içinde emperyalistlerin siyasal demokrasisine hayranlık duygusunu geliştirmeye hizmet etmekte; dünyanın her tarafında halklara kan kusturan emperyalist işgal ordularının eylemine yol veren politikalardan ezilen uluslar yararına ve ulusal-siyasal eşitlik yönünde beklentiye yol açmaktadır. Bu da, halkın, bu en önemli ve büyük düşmanına ve onunla birlikte ülke içindeki işbirlikçi gerici sınıf ve kesimlere karşı mücadeleye atılmasının engellerinden biri olarak rol oynamakta; ezilenlerin mücadelesinin sistemin kanallarında boğulması tehlikesi doğurmaktadır.

KÜRT İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ ÇÖZÜMSÜZ DEĞİLDİR
PSK, HADEP ya da PKK’nın izledikleri ideolojik ve politik-pratik çizgi emekçilerin sermaye ve gericilikten bağımsız örgüt ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Bugüne dek savundukları politikalar ve emperyalizme karşı ortaya koydukları ‘hayırhah’ tutumla bunu gösterdiler. Amerikan emperyalizminin Türkiye’de ve Irak’ta sürdürdüğü politikalara, sanayi, tarım ve hayvancılığı tahrip eden mali sermaye uygulamalarına, Kürtlerin yaşadıkları topraklarda emperyalist askeri üslerin bulunmasına; Irak topraklarının işgal altında tutulmasına, bu parti ve örgütler bugüne dek ciddi bir itirazda bulunmadılar ve herhangi bir eylem örgütlemediler. HADEP’in “Türkiye Partisi olma” yönündeki açıklamaları ise, Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçilerin taleplerinin savunulması için gösterilen çaba ve emperyalizme karşı mücadele kararlılığıyla değil, işbirlikçi egemen sınıflar tarafından sıkıştırıldığı köşeden çıkmak üzere gerici çevreleri “ikna etme” çabalarıyla ilişkilidir.
Bütün bunlar; üzerindeki baskı ve yasak çemberini kırmak için mücadeleye yöneldiği her durumda daha büyük baskılarla yüz yüze gelen ve bu nedenle düzen kurumları, partileri ve hükümetine öfke duyan Kürt emekçilerinin, “Kürtlerin temsilcisi” olma iddiasındaki bu parti ve örgütlerin politikaları üzerinden bağımsız devrimci sınıf örgütlenmelerini geliştirmelerinin olanaklı olmadığını göstermektedir. Sisteme entegre olarak, burjuva bir platformda, gerici sınıfların Kürt-Türk ittifakı ve işbirliğini yenileme politikalarına sahip bu parti ve örgütlerin izledikleri “mücadele” çizgisinde yürünerek, gerçek bağımsızlığın elde edilemeyeceği kesindir.
Kuşkusuz PKK’nın, HADEP’in ya da PSK’nın “ne yaptığını bilmediklerini” söylemek onlara haksızlık olur. İşbirlikçi gericilik ve emperyalizmle uzlaşı politikaları “bilinçsiz” bir “kör gidiş”in ürünü değildir. EMEP ile değil de ANAP ya da CHP gibi düzen partileriyle “seçim ittifakı” tartışmaları yapan, AB ve ABD’den beklenti içinde olan, bütün işçi ve emekçilerin sermayeye karşı mücadele örgütlerinde bir araya getirilmesi için bir çabaları olmadığı gibi, bu yönde çaba gösterenlerin emeklerini boşa çıkarmak için hareket içinde dağıtıcı rol oynayan bu partiler, Kürt emekçilerinin mücadelesine bu tutum ve politikalarıyla zarar vermektedirler.
Bu parti ve örgütler, Kürt ve Türk ulusundan ve diğer milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçilerinin ulusal-siyasal; ekonomik ve sosyal, askeri ve kültürel her alandaki sorunlarını sermayeye karşı mücadeleye bağlamayarak onun gerektirdiği mücadele sorumluluğu altına girmemekte; bütün toplumsal sorunları Kürt sorunu çerçevesi içine “sığdırma”ya çalışmakta; Türkiye emekçilerinin sermayeye karşı en geniş mücadele birliği için herhangi bir çaba göstermemektedirler. Bunun yerine HADEP, kendisini “parlamentoya taşıyacak ittifak”larla ve emperyalist başkentlerden gelecek “çözüm”lerle oyalanmakta; PKK, ABD’nin bölge politikalarıyla ters düşmemeye çalışmakta; hâkim sınıflar ittifakı temelinde ve Kürtlerin yedeklendiği bir Türk-Kürt Konfederasyonu önermekte; emekçilerin baskı altında tutuldukları gerici diktatörlük sistemini ‘demokratik cumhuriyet’ olarak payelendirmekte ve PSK da “lafla” idare etmeye ve emperyalistlerden “medet umma”ya devam etmektedir.
Bu tutum, söven ve gerici sermaye partilerinin konumunu güçlendirmelerine ve halk kitleleri içindeki hassasiyet ve gerici önyargılardan yararlanmalarına olanak sağlamaktadır.
Bu da, Kürt işçi ve emekçisinin, kent ve kır yoksullarının, emperyalist ve gerici politikalardan zarar gören küçük mülk sahiplerinin bu partilerin politikalarına bağlanarak temel taleplerini elde etmelerinin mümkün olmadığını gösterir. Öyleyse, Kürt işçi ve emekçilerinin ve bütün ezilenlerin önünde, bizzat kendilerinin ileri kesimleri tarafından kurulan ve sermayeye karşı mücadele içinde daha ileri düzeyde kendini her koşulda yeniden inşa ederek yoluna devam eden devrimci sınıf partisinin saflarında birleşmek, Emeğin Partisi’ni devrimci bir sınıf ve halk örgütü olarak güçlendirmek, bütün diğer milliyetlerden kendileri gibi ezilenlerle daha sıkı birlikler kurarak, işbirlikçi gerici sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleyi daha kararlı sürdürmek, mücadeleyi sürdürmek gibi bir sorun durmaktadır.

Ocak 2002

Üniversiteler, fikri akım olma ve yenilenmiş genç-aydın hareketi

Geçtiğimiz günlerde TRT ana haber bülteninde, üniversiteli gençlerle ilgili bir başarı haberi yayınlandı. Rutin bir haber akışı içerisinde verilen ve bir protokol haberi görüntüsüne sahip bu haberde, yapılan eleme sonucu finale kalan beş ayrı üniversitenin seçkin öğrencilerinin katıldığı bir nevi bilgi yarışmasını İstanbul Kültür Üniversitesi’nden dört genç kızın ortak projesinin (sanal ortamda yapılan) birinciliği kazandığını aktarıyordu. Haber herhangi bir rutin aktarım gibi görünüyordu, ancak ayrıntıya girdikçe ve bir profesörün ve genç kız öğrencilerin duyguları aktarılınca rutinin ötesine geçip ciddi bir soruna, daha doğrusu üniversite gençliğinin içinde bulunduğu bir trajediye dönüşüyordu.
Gençlerin eğitiminde ve zaferle çıkılan yarışmada elde edilen sonuçta haklı bir payı olduğunu ifade eden ve duygulanan, verdikleri eğitimin, emeğin karşılığını görmüş olmanın onurlandırıcı mağrurluğunu yaşayan profesörden sonra öğrenciler özellikle şunları söylüyorlardı: “Bu yarışma bir oyundu, sanal ortamda oynanılan bir oyun. İşletmecilik oyunu, yani biz bir nevi ‘patronculuk’ oynadık. Kendimize bir şirket kurduk ve temel bir ürünün en kısa zamanda en az maliyetle ve en mükemmel nasıl pazarlanacağına dair bir marketing oyunu.” Genç kızlar özetle bunları söylediler.
Eğitimin ve bilimin dört yıllık emeğin, çabanın sonucu; iyi bir patronculuk oyunu ve pazarlama tekniği! Hem de bir başarı öyküsü…
Bu öğrencilerin hangi sosyal katmanlardan geldikleri (gerçi adı geçen üniversite özeldir ama bu bağlayıcı değildir), eğitime, bilime ve bilim teorisine bakışları, siyasal perspektiflerinin ne olduğuna dair bilgimiz yok. Ancak kişiliklerinden bağımsız olarak söyleyecek olursak bu ‘standart’ın hangi yola evrildiği, kendine hangi sosyal katmanlarda, daha doğrusu sınıfsal eğilimde yer aradığı ve hangi siyasal (düşünsel) akıma gidiş halinde olduğunu anlamakta herhalde zorlanılmayacaktır.
Yazının girişinin bu haberden oluşmasının nedeni, üniversitelerimizde egemen akım halinde öğrenci gençliği etkisi altına alan ve içeriğinde her cins ve özellikte akımı da toplayan ‘liberal etkinin’ dolayısıyla bir siyasal, düşünsel bakışın hangi sonuçlara yol açtığını, açabileceğini bunun ne kadar doğal karşılandığını, bilim ile kapitalizmin zora dayanmayan gönüllü birliğinin nasıl sağlandığını göstermesi açısından bir belge halinde olmasındadır.
Üniversite gençliğinin içinde bulunduğu durum, onun bir hareket olarak ifade edilememesi ve barındırdığı -bir bakıma toplumun ileri kesimleri ve aydın kesimlerinin yansıması ve karşılıklı etkileşimini de içeren- ciddi sorunları her aşamada üzerinde durulan ve bu yirmi yıllık geçmişli ‘durumun’ değiştirilmesi çabası; bir açıdan ifade edilecek olursa bu bahsedilen siyasal-düşünsel akım ve gruplaşmaların karşıtlarıyla bir çatışması olarak şekillenmektedir.
Doğaldır ki, ülkemiz gençlik mücadelesinin önemli bir kısmını oluşturan (bugünkü gelişmeler ve mücadelenin sonucu olarak hem ulusal hem de uluslararası kapsamda gençlik hareketini oluşturan, hareketlendiren kesiminin İşçi gençlik olması dışında) üniversite gençliğinin hareketinin bu geriden gelen durumu çatışmanın boyutunu ve içeriğini etkilemekte, var olan sistemin olanaklarını, gericiliğini her açıdan güçlendirmektedir. Üniversitelerde egemen olan bu gerici düşünsel akımın etkinliğinin kırılması için ilerici devrimci öğrenci kesimleri çaba göstermekle birlikte, bu çabanın ‘kendi durumu’ ve hareketin (akademik hareketin) zayıflığı istenilen sonuçlara yol açmamaktadır.
Bugün, işçi sınıfının partisi açısından (dolayısıyla işçi-emekçi halk hareketinin yakıcı ihtiyaçları açısından) üniversite gençlik hareketinin, onun sağlayacağı zihinsel ve örgütsel katkıların ne derecede hayati bir önemde olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Ülkemizdeki ‘sosyalist’ aydın hareketinin sorunları ve darlığı açısından, yenilenmiş bir sosyalist genç aydın hareketinin işçilerin parti olarak örgütlenme çabalarına yapacağı aksatılamayacak derecede önemde katkılarını hepimiz bilmekteyiz.
Bu durumla birlikte, daha ‘genel’ olarak görünen, sonuçları yukarıdaki ihtiyaçların bir uzantısı da olabilecek olan bir durum daha vardır. Her hafta ya da ay, bir seminerde, bir forumda, şu ya da bu sebeple tertiplenen birçok toplantıda, açıklamalarda, hangi vesile ya da duygu ile olursa olsun birçok bilim adamı, akademisyen yeniden Marksizm’e vurgu yapmakta, onu yeniden anlamaya, araştırmaya çalışmakta, her türden, gerici, liberal, düşünce akımlarının etkisinden sıyrılma belirtileri gösterilmekte, her gün yanımızda berimizde cereyan eden ve her kesimi bir şekilde etkisi altına alan uluslararası, ulusal, ekonomik, siyasal sonuçlardan oluşan umutsuzluk girdabından kurtulmanın yollarını, şimdiye kadar unuttuklarını, görmezden geldikleri (bir bölümü için çeşitli ders kitaplarındaki yarım sayfalık Marksizm ekonomi felsefe tanıtımlarının yeterliliği içerisinde iken) ‘bir şeyi’ hatırlama yoluna girmektedirler. İlk belirtiler halinde olan bu değişim, üniversite akademik çevrelerinde de bir bölünmenin gelişmekte olduğunu, umudunu ve bilimini emekçi sınıflarla, halkla ve Marksizm ile paylaşma eğiliminin güçlenebilme yoluna girebileceğini göstermektedir. Bu gelişme ve bölünme (sonuçları) öylesine belirgindir ki artık arada derede olanlar bir yana tercihini kapitalist sistem ve yönetiminde yapmış olanlar bile, tartışmalara sosyalizm-kapitalizm karşıtlığından bakma zorunluluğuna gelebilmektedir.
Bu konu ile yakın ilgisi bakımından bir örnek daha verelim: Afganistan’da Amerikan katliamının başladığı ilk gece TRT ekranlarında gece 05’e kadar aralıksız yorum yapan Ankara Üniversitesi SBF öğretim üyesi Prof. Hasan Köni, (ki kendileri yeni cingöz Türk stratejistlerinin duayeni ve Genelkurmay’a brifing verme onuruna nail olmuş bir akademisyendir) sunucunun 11 Eylül’ün hemen akabinde Türkiye’nin vereceği desteği pazarlık konusu yapmasının etik olmayacağını belirtmesi üzerine şöyle bir cevap vermiştir; “efendim, kapitalizm ya vardır ya da yoktur. IMF dayatmaları olunca kapitalizm, 11 Eylül olunca sosyalizm. Olmaz öyle şey. Kapitalizm de her şey alınır satılır ve paraya tahvil edilir…”
Artık gecenin o saatinde uyku bastırdı da nerede olduğunu mu unuttu, yoksa bu saatte kim dinleyecek bizi dedi de boş bir anına mı geldi; ne olduysa oldu. Ama Hasan Köni sadece doğru bir şeyi ifade etmedi, bununla birlikte artık sosyal bilimlerde (ve yaşamın her alanında) ekmeğini ve rakısını genç aydın kuşakların aptallaştırılması ve yozlaştırılması üzerinden kazanan bilim ve kültür! adamlarının ekmeğine kan doğrandığının ilanını da yapmış oldu. (Hadi bakalım şimdi en ileri toplumsal örgütlenme olarak Avrupa’yı örnek alıp, ‘post’luk yapanlar “Londra’da gecenin üçünde bir Afgan, Pakistan marketi açık olsun da, karısını ister dövsün ister kapatsın ben alışverişimi yapayım bu da multi-kültür olsun; alt kültürler ne güzel kardeş kardeş yaşıyor ne emperyalizmi”, masalını yuttursun bakalım. Murat Belge efendi ‘projelerini’ Bush, Blair konseptine ayarlıyordur artık.)
Ortaya çıkan bütün bu yeni durum ve olgular, yenilenmiş bir sosyalist genç-aydın hareketinin zeminini düşünsel-ideolojik planda güçlendirdiği gibi, (bu zeminin maddi temeli ekonomik, sosyal gelişmelerin sonucudur ve görülebileceği gibi ekonomik sosyal şartlar ve zorlamalar sınıf çelişkilerini keskinleştirmekte, sömürünün kapsamı üniversite gençliğini de bir bütün olarak keskinleşen mücadelede işçi sınıfı ile kader birliği yapmasına doğru yaklaşmaktadır. Öğrenciler ‘liberal’ olmakla ekmeğin havadan yağmayacağını görmeye başlamışlardır. Ama bu yazı ‘fikir akımı etkisi ile’ sınırlıdır) bu yeni durum, gençlik çalışmasının önündeki engelleri azaltmasından ziyade belirginleştirmekte, durumun kavranmasını kolaylaşmaktadır. Ve sık sık devrimci gençliğin gündemine giren, adımları atılan, ancak atılan adımların kavranılmasında zorlanılan, çoğu kez ‘alışkanlıkların’ içinde unutulan ve bir adım daha geriye dönülebilen şu ‘fikri akım olma’ işi ile bu yenilenmiş genç aydın hareketinin kopmaz bağı ve birbirine olan ihtiyaçları yeniden önümüze gelmektedir. Akademik ekonomik hareketin örgütlenmesi bir yana -ki bunlar ayrı değil yan yana gider- bununla birlikte, Emek gençliğinin olduğu kadar bir bütün üniversite gençliğini ilgilendiren, ilkini ilgilendirmesi herhalde zorunlu olan bu fikri akım olma durumunu ya da genel hali ile üniversiteler ve siyasal-düşünsel akımlar sorununu her aşamada ele almak, tartışmak, içeriğini yenilemek ve artık hayata geçirmek gerektiği kuşkusuz anlaşılırdır. Sadece bu değil fikri akım-hareket olmanın bir gereği, uzantısı olan politik perspektife sahip bir örgüt olma durumu… olduğu kadarıyla tartışmaya çalıştığımız temel noktalar bunlardır.

GEÇMİŞTEN GELEN
Konumuz açısından sorunu kısaca, birinci olarak üniversite gençlik hareketinin yirmi yıllık geçmişi ve ikinci olarak, genel olarak üniversite ve sosyalizm (bir yanıyla uluslararası) ilişkisi halinde ele alabiliriz.
İkincisinden başlayacak olursak hemen şunu belirtmek gerekir ki, Doğu bloğu ve Sovyet revizyonizminin biçimsel halinin de son bulması belki de en güçlü etkisini -ülkemizin özgün durumu ile birlikte 12 Eylül vb.- üniversiteler ve öğrenci gençlik üzerinde gösterdi. Denilebilir ki, genç kuşaklar, kendi tarihlerinde belki de ilk defa bu ölçüde, emekçi halklarla olan duygu bağlarını kaybetme durumuna geldiler ve düşünsel anlamda yer yer alternatifsiz bir görünüm arz ederek kapitalist parti fraksiyonlarının ve idealist-liberal her türlü düşünce akımının girdabına kapıldılar.
Yaşamın gerekleri ve gerçekleri ile düşünce alanının böylesine çelişki halinde olduğu bu durum, iki şekilde kendini açığa vurmuştur. İlki, işçi sınıfının, bir parti olarak örgütlenme çabasının ve hareketinin gelişmesinde üniversite gençliği, birtakım fedakârlıklar ve katkılarda bulunmuş olmakla birlikte, belki de ülkemiz gençlik tarihinde rastlanılmayan bir şekilde, sınıfın örgütlenmesi ve tarihinin en kapsamlı açık hareketinin yaşandığı dönemlerde, işçilerden ve bu hareketten etkilenmesi ve ona katılması olağanüstü derecede sınırlı ve etkisiz olmuştur. Ki bu durum, üniversitelerdeki ideolojik-düşünsel bozuşmanın en dolaysız ifadesi şeklindedir. İkincisi ise üniversite gençliğinin ilerici devrimci çevrelerinin şekillenişleri, etkilendikleri akımlar ve eylemleri ile yaşam tarzları açısından yarattığı tahribattır.
Bir bütün olarak bakıldığında köklü sayılabilecek bir gençlik hareketi ve üniversite gençliği mücadele geleneğine sahip olmasına rağmen, oturmuş, işçi sınıfı ve halklar açısından somut birtakım devrimci girişkenliklerin üzerinde yükselen sosyalist bir işçi hareketi (ve partisi) geleneği üzerinden şekillenmemesi ve bu saydığımız olguların yakın tarihin ve günümüzün mücadelesinin sonuçlarının yaratacağı bir durum olması, üniversite gençliğinin feyiz alacağı geçmişi daraltmış, onu sapkın akımların etkisinden kurtaramamıştır. İleri gençlerin Marksist teorik birikim ve devrimci, halkçı siyasal örgütsel gelenek ile etkileşimindeki kısırlığın en önemli sebeplerinden birisi yukarıda kısaca değinip geçtiğimiz uluslararası durum ise, bir diğer sebebi de kendi tarihinden ve içinde bulunduğu dönemin yarattığı akımların ablukasında ‘çaresiz’ bir halde olmasıdır, diyebiliriz.
Geride kalan on beş-yirmi yıllık dönemle ilgili göze çarpan en kötü durum şudur; toplumla (emekçi sınıflarla) üniversite gençlik ve örgütlenmesi arasındaki ilişki öyle bir hal almıştır ki, kaba gelebilecek bir söylem kullanırsak adeta halk, üniversitede çalışma yürüten, yuvalanan her türden örgüte, rüşvet olarak gençliğinin ufak bir bölümünü vermiş, bu örgütler de onu heba etmede hiç de çekingen davranmamışlardır. Bu ifade biçimi abartılı değildir. Bu dönemlerde üniversitelerde okuyan ilerici-devrimci gençler ve şimdikiler şöyle bir etrafına bakacak olursa, ne kadar gencin şurada burada heba edildiğini, her türden sapkın akımın kucağına itildiğini, halen itilmekte olduğunu, azımsanmayacak bir kesimi oluşturmasına rağmen ilerici gençlerin toplum ve üniversite yaşamı ile nasıl ve hangi noktalardan koptuğunu, dahası gelişebilecek akademik-politik (anti-emperyalist) üniversite kitlesel hareketinin -bilinen diğer sebepleri bir yana- gelişmesinin önünde ayak bağı olduğunu görebilecektir. Herkes kendine düşen payı almış ve işine gücüne bakmıştır!

EGEMEN AKIM OLMA-FİKRİ AKIM VE ÖRGÜT İLİŞKİSİ
Türkiye üniversite gençlik hareketinde öne çıkan ya da yarattığı etkiyle bütünü kucaklama imkânı olan İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir (kendi bölgeleri ile etkileşimi açısından Diyarbakır, Antep vb.) üniversitelerine şöyle bir göz attığımızda ilerici öğrencilerin kümelendiği akımları şu şekilde değerlendirebiliriz: ÖDP, SİP gibi platformunu ‘yenilemiş’ partilerin gençlik örgütleri, Troçkist gruplar vb. ile dergi çevreleri olarak ifade edilen kesimler ile gençlik hareketinin dışında bir mevzi ile şekillenen Kürt gençlik kesimleri, üniversitelerde her daim kendine ‘uygun’ sınırlı bir taban bulan akımlar olarak görülmektedir. Bütün bunlar ve saymadıklarımızla birlikte Emek gençliği, üniversitelerde ilerici gençlik kesiminin görüntüsünü veriyor olmakla birlikte (ve düşünsel-siyasal akım çatışmaları bu çevreler ve onların ‘dünya görüşleri’ arasında yapılıyor gibi görünmesine karşın, bu görüntü gerçeği ifade etmemektedir ve bütünün dar bir kısmını içermektedir) üniversite dünyasını etkileyen politik akım ve düşüncelerin bunlarla sınırlı olmadığı, dahası geneli etkisine alan, bir yönü ile geniş gençliğin nabzını elinde tutan ve klasik-bildik örgüt şekillenmelerinin dışında bir örgüt etkisine de sahip olabilen (şu ya da bu şekilde ideolojik sonuçları da olan) başka belirleyici akım ve hareketler de vardır.
Bu akım ve hareketler belirttiğimiz gibi, klasik bir örgüt şekline sahip değilmiş gibi görünüyor olsalar da, onun etkisi; siyasal düşünce ve yaşama bakış ya da dünyayı algılama ve kendini bir yere ait hissetme gibi daha genel görünen ancak, geniş bir öğrenci kesimini etkisine alan -bazı durumlarda örgütlü bir şekil alarak- akademik gençlik hareketinin önünü tıkayan bir işlev ile kendini gösteriyor. Bu söylenenlerin de ötesinde, bütün bunları da kapsayarak ve sonuçta son noktayı koyan bu liberal gerici etki yıkılıp etkisizleştirilmeden diğer hiçbir iş ve hareketin kıymetinin olmadığı, bir kapsama da sahiptir. Ve çoğunlukla idealist-liberal parti fraksiyon ve akımlarının (ki bu yukarıda saydığımız birçok akımın da meşrebinin dışında değildir) gençlik üzerinde, yaşam tarzları ve düşünce yapılarının oluşmasındaki ‘standardın’ ifadesi şeklinde görünmektedirler.
Bundan neyi anlamamız gerekiyor? Fikri akımlar -ki onun ne olduğu ve işlevi ile kesin ilişkisi içerisinde- ile örgüt ilişkisi, her zaman gözler önünde cereyan eden maddi bir oluşumun ötesinde bir anlamı da ifade etmektedir. Üniversitelerde bugün düşünsel etkinlik -ya da egemen olma hali- denilen durum genellikle bu şekilde kendini göstermektedir. Aynı şekilde bu siyasal fikri akımların temel amacının (ve dünya görüşlerinin) öğrenci gençliği örgüt olma fikrinden soğutan, kendi gemisinin kaptanı yapan (tayfa da lazım!) bireyci vb. standart kişilikte öğrencilere ihtiyaç duyuyor olması da bu akımların etkisiyle örgütsel görünüşleri arasındaki varmış gibi görünen çelişkiyi ortadan kaldırmaktadır.
Bu üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur. Yaşanan örnekler oldukça öğreticidir. Bunlardan üçüne yakından bakacağız ama öncelikle belirtmek gerekir ki üniversiteler, de-politize olmuş, gericileşmiş vb. her türden eksik ve verimsiz bakışlar bir yana halen ülke siyasal (ve sınıfsal) gündeminden ilk ve en yoğun etkilenen -sonuçlarından bağımsız- çevreler olmaya devam etmektedir. Hatta diyebiliriz ki bu etkilenmeler eğer bunu toparlayabilecek başka bir akım ve ısrarlı bir çalışma ile karşılaşabilse farklı sonuçlara yol açabilecek, halka yakınlaşabilecek bir haldedir. Bunu bir kenara koyalım, buna rağmen, bazı durumlarda üniversiteli gençlik ‘kendince’ doğru ilerici halkçı olduğunu var saydığı akımlardan etkilenmekte ve karşılıklı bir iletişime girebilmektedir.
Birinci örnek; başlangıcı Susurluk olayı sayılabilecek olan ve toplumu laik-şeriatçı şeklinde bölen Genelkurmay manevrasının yarattığı etkidedir. Bu dönem ve sonrasında ‘herkes’ birden ilerici olmuş, bütün ‘yeni’ revizyonist, reformist akımlar ve bunlarla birlikte sol-sosyal demokrat havalı Atatürkçü söylemler üniversiteleri abluka altına almıştır. Yine bu dönem ve sonrasında üniversitelerde Atatürkçü diye boy gösteren ‘laik’ akımlar örgütlenme çabası göstermiş, (ve asıl olarak propaganda etkisi -ki bu çoğu halde bir ajitasyon şeklinde vuku bulmuş- canlı tutulmuştur) ancak bunların görünür bir ‘ete kemiğe bürünememesi’, ileri gençliğin küçümsemesine ve ‘maskesi düşürülmesi gereken’ bir mihrak olarak görülmeyip gündemlerinin dışına atılmasına vesile olmuştur. Bugün bu çevrelere hitap eden ve üniversitelerde dağıtılan dergilerin okunurluk oranı ise bize başka bir şey anlatmaktadır.
İkinci örnek; AB’ye üyelik meselesi gündeme geldiğinde, yine doğal olarak -gündemin üniversiteler üzerindeki etkisiyle- en yoğun tartışmaların yapıldığı yerlerden birisi de üniversiteler olmuş ve olağanüstü bir sempati toplamış olmakla birlikte gençliğin gelecek hayallerine ambargo koyabilecek bir dereceye kadar ilerleyebilmiştir. Bu konuya duyarlı ilerici-devrimci öğrencilerin yaptıkları ‘gerçekleri ortaya seren’ çalışma hem dar ve bildik çevrelerle ve yöntemlerle sınırlı kalmış hem de kendi içerisinden hançerlenebilmiştir. (Birçok ‘ilerici’ çevre, grup, olmadık uyduruk gerekçelere sığınıp yan çizmiştir. Bunlardan biri çok ilginçtir. ‘Emeğin serbest dolaşım hakkı’. Hayret edilecek bir durum! İşçi deyince akıllarına ‘bıyık’ gelen bu çevreler emeğin serbest sömürülmesini -verili durumun yarattığı artı-değer sömürüsü yetmiyormuş gibi- arzuluyorlar!) Ve bu dönemle birlikte, eskiden de var olan ama nispeten etkisiz, değişik ve çeşitli örgütlenme biçimli gruplar mantar gibi ortalığı kaplamıştır. Devlet kurumlarının ve YÖK’ün büyük katkı ve teşviki ile birlikte ama büyük çoğunluğu gönüllü, AB ile ilgili konseyler, bileşimler, kulüpler, kültür değişim grupları vb. birçok yapı üniversitelerde etkin bir hareketlenme içerisine girmiştir. Bunlar genellikle ‘zengin çocuğu işi’ diye geçiştiriliyor -küçük dar yapılar önemsizmiş gibi görünüyor- olmasına rağmen üniversite gençliği üzerindeki liberal etkisinin (ki bu kavram artık orta malıdır, isteyen istediği elbiseyi giydiriyor) ‘merkez komiteleri’ gibi bir bayraktarlık görevleri vardır.
Üçüncü örnek; 11 Eylül olayları ile birlikte, kendi anketlerinde bile yüzde sekiz buçukluk destek gören ve bu yüzden, yüzde sekiz buçukluk diye bir unvan alan Amerikancı medyanın etkisi belki de en fazla, üniversitelerin ‘sessiz, sıradan’ denilen geniş kesimleri üzerinde bir bozuşmaya yol açmıştır. Modern yaşam (uzun yıllarca işlenmiş Amerikanizm sevdası) zehrini boşaltma alanını ve rezil yalanlarını yayma işini nispeten de olsa buralarda bulabilmiştir. Ki Serdar Turgut’çular, Can Dündar’cılar, Murat Belge’ciler buralardan yeşilleniyor.
Bütün bunlar ve sayılabilecek irili ufaklı diğer örnek ve olgular, durumu anlaşılabilir kılmaktadır. Egemen fikri akım ve liberal soysuzluklar, üniversite gençliği üzerindeki güçlü etkisini bu ve bu şekilde diğer biçim ve oluşumlarla gösterebilmekte, onu etkisiz kılabilmektedir. (Konumuz gereği, faşist-gerici grup ve akımların ve bunların belirli dönemlerdeki yoğun etkilerinin önemini unutmamakla birlikte bir kenara koyuyoruz.)
Üniversitedeki egemen akımın (ideolojik-siyasal ve bir bütün fikri) bakıldığında görülebilir olan çehresinin bu şekilde olması neyi ifade etmektedir? Biçim, şekilleniş ve etkileri ile bir arada ama çoğunlukla birebir değilmiş gibi görünüyor olmasına rağmen kapitalist partinin etkisini ifade etmektedir (buradaki parti kavramı dar değil genel bir ifadedir, parti ve sınıf egemenliği ilişkisinin bir tezahürü olarak anlaşılmalıdır).
İçinde bulunulan durum zorlu bir mücadeleyi gerektirmektedir -ama devrimci gençlik zaten kendi tarihiyle kanıtlamıştır ki ‘kolay’ olana rağbet etmemekte, genç olmanın dinamizmini, yaratıcılığını böylesi ‘dönemeçlerde’ ortaya koymaktadır. Tersi yaşamın akışına aykırıdır, ancak bu durum değiştirilemez bir konumda olmadığı gibi bütün gelişmeler (bir yönüyle işçi sınıfının ve insan soyunun yeni bir sınavdan geçeceği) ulusal ve uluslararası değişimler, genel kapsamının bir parçası ama önemli bir parçası olarak bu sorunda da bir değişimin, yenilenmenin olacağını gözle görülür bir hale getirmektedir.

YENİLENMİŞ SOSYALİST GENÇ-AYDIN HAREKETİ VE DAYANAKLARI
Öncelikle belirtmek gerekir ki, yazının ana hatlarıyla gösterdiği gibi, genel üniversiteli gençlik hareketi ve sorunlarının bir bütününü değil, dolayısıyla onun bir parçasını, ancak bu hareketin ve sorunlarının belki de en önemli çıkış imkânlarından birisini oluşturan bir parçasını ele almaya çalışıyoruz. Ayrıca bu tartışılan olgu, üniversiteli gençlik mücadelesinin bir kısmı gibi olsa bile, özü itibari ile ondan daha kapsamlı sonuçlara ve ilişkilere sahip (yol açabilecek) bir niteliktedir.
Burada bahsedilen fikri hareket olma ve sonucu olabilecek olan yenilenmiş bir sosyalist genç aydın hareketine katkı meselesi, kendi başına bir ‘istek’, ‘arzu edilen bir şey’ olmanın ötesinde, böylesi ihtiyaçları zaruri kılan ortamın, gelişmelerin, genel olarak işçi hareketinin acil ihtiyaçlarının bir tezahürü olup, görülebileceği gibi bu ihtiyaçların maddi sonuçlarla birleşmesinin olanaklarının ‘herkesin görebileceği bir şekilde’ önümüzde berimizde duruyor olması ile karakterize olmaktadır. Oluşmakta olan bu dayanakları en görünebilir halleri ile şu şekilde özetleyebiliriz.

İMKAN VE DAYANAKLAR
* En başta şu görülüyor ki, yukarıda bahsedilmeye çalışılan üniversite gençlik mücadelesinin, tarihinin en geri durumunda bulunuyor olması ve onun üzerinde tahakküm kuran geriletici, burjuva-idealist (bir bütün olarak) akımın etkisinin sürüyor olması en temel engel olması ve bir çırpıda, hamleyle bu durumun alt edilemeyeceği gerçeği, başka bir gerçeğin üzerini örtememektedir. Bu gerçek; bütün geriletici etkenlere rağmen üniversitelerde devrimci, sosyalist fikirlerden etkilenen, şu veya bu şekilde ilerici-sosyal aktivitelerin içerisinde yer alan, duygu olarak yakın olan bir kesim mevcuttur. Bu kesimin büyük çoğunluğunun piyasa sosyalizmi olarak ifade edilen akımlar ve onun tezahürü küçük burjuva, halk dışı akımlar ve Kürt burjuva milliyetçi akımlarının etkisinde olması, bu akım ve grupların kendi sosyal-sınıfsal konumlarının üniversitelerdeki ‘geri’ pozisyonu ile çakışıyor olmasının avantajı ile vuku bulmaktadır. Bütünlüklü ve politik perspektifi kesin planlar dâhilinde olan ilerici-sosyalist gençlik hareketinin yaratacağı etkinin ya da en azından böyle bir çalışmanın kendisinin etkisinin, bu çevrelerin heba olmasını en asgari düzeye çekmeye büyük katkıları olacaktır.
* Ülkemizde, genç-aydın hareketinin yükseldiği geçmiş dönemlere bakıldığında, bu hareketin işçi sınıfı davasına yaptığı katkıların büyük önemi görülüyor olmasına karşın, esasında işçilerin politik partisine dayanan, onunla birleşen, ondan azami ölçüde öğrenen bir hareket olarak gelişememiş, bunun olmaması ya da asgari düzeyde oluşu, sosyalist genç-aydın oluşumlarının yönünü belirlemesi, Marksist teori ve birikimi ile ‘doğru olan yoldan buluşması’ gibi, bu hareketin karakterini belirleyen temel olgularda ciddi sorunların doğmasına yol açmıştır. Bugün bu durumun dâhilinde olan biri iyi diğeri kötü iki önemli özelliği vardır. İlki; işçi hareketinin bir parti olma sorunu ve onun ideolojik teorik platformu, bu eksikliği giderecek kapsamda bir tarih ve tecrübe birikimine yol açmış, bu şekli ile Türkiye sosyalist hareketinde bir ilk olarak genç-aydın sosyalist hareketinin oluşabilmesinde (ki özü itibariyle üniversiteli hareketinin) ‘el yordamı ile’ doğru yolu bulmasına gerek kalmayacak bir şekilde ‘külliyat’ ile karşı karşıya bulunması imkânı ortaya çıkmıştır. İkincisi; bu külliyatın ilerici gençlik tarafından gerektiği gibi kullanılamaması, yapılan çalışma ile sonuçları arasındaki çelişki ya da bu birikmiş teorik ve örgütsel tecrübenin bugünkü gençlik (üniversiteli) ile buluşmasında ortaya çıkan sakatlıklar; geçmiş gençlik hareketi ile ilişki halindeki ideoloji, teori, siyasal bakış ve örgütsel sonuçların bugün de devam ediyor olması ve gençliği onun ilerici öğelerini sınıfa kazanmada ‘doğru’ biçim ve eğilimlerin bir tecrübe olarak kısırlığı ve bunun bugünkü ileri gençlik kesimleri üzerindeki etkileri olarak görülmektedir. Şöyle ki, uzağa gitmeye gerek yok, devrimci gençliğimizin kendisi ve etkilediği çevreler açısından ele alındığında bile Marksist-Leninist teori ve örgüt anlayışının ‘öğrenilmesinde’ bu birinci elden kesimlerde bile bir ‘kötü öğrenme’ ya da var olan tecrübe ve kaynağa rağmen buna başvurmada zorluklar çıkaran ‘alışkanlıkların’ varlığı bir sır değildir. Diğer gençlik kesimlerinin durumunun ne olduğu her halde bilinebilir bir şeydir. Her türden sapkın felsefi akımların gördüğü ilgi, garabet halindeki teorik açılımların ‘Marksizm’i öğreten’ (kendi kaynak ve her türlü birikimi dışında) akımları bu ileri gençlerin gündemini fazlası ile meşgul edebilmektedir. Eğer örnek gerekiyorsa, bu çevreler ve bunların duayenlerinin teoriyle ilgili bar muhabbetini geçmese ve çoğu raflık da olsa Marksizm’i öğrenmenin yolunun onun eleştirisi üzerine olan kaynaklar üzerinde olması, E. Mandel, M. Weber vb. ve sıfatı kendinden menkul ülkemizde bolca bulunan kitaplar, altmışlı yılların Marksist düşünce sistematiğine ve felsefi yaklaşımına bir saldırının sonucu olarak çıkan ama öyle görünmeyen Varoluşçuluk ve Camus, Sartre gibi akım ve yazarların felsefe öğrenme kaynakları oluşu… yeterlidir.
Bir iyi bir kötüyü götürmüyor, ancak birinci şıktaki durum ile yenilenmiş bir fikri akım, teorik, felsefi, siyasal, kültürel bütünlüklü bir çalışmanın günlük seferberliği yapılır ve üniversitelerde en asgarisinden de olsa gerici akımlarla bir çatışmaya girilmesi başarılır ise bu ‘kötü öğrenmenin’ bir alışkanlık olmaktan çıkacağı da kesin bir haldedir.
* Bahsedilen külliyat durduğu yerde durmamakta, özelde bilim teorisini kapsayacak bir şekilde, burjuva bilimi ve onun çarpıtmalarını içeren görüşler ile bir hesaplaşmaya da girmekte ve bilindiği gibi 1940-50’li yıllarda tarihinin en yoğun biçimi ile dünya bilim ve akademik çevrelerine damgasını vuran bilimsel çalışma ve tartışmaları yeniden gün ışığına çıkarmakta, gençliğin ve bir bütün olarak sosyalist hareketin bu bilimsel değerlerin kaynağına inmesine özel bir önem verildiği bilinen bir durumdur.
Bu durum ve kapsamdaki diğer gelişmeler, en çok kimi ilgilendirip bir heyecan yaratacaktır? Her gün burjuva bilimi ile eğitilen, onun gericiliğine maruz kalan ama dünya görüşü olarak bu bilime bakışı ve çarpıtmalarını reddeden ilerici üniversite gençliğini ilgilendiriyor cevabını vermek tartışılmazdır. Böylesi bir çalışma ve burjuva bilimi ile çarpışmanın kapsam ve çapının genişletilmesi hiç uzatmadan iki temel sonuca yol açıyor; üniversiteli öğrenci gençliğin hem genel fikri mücadelesinin güçlenmesine ve hem de bilimin her disiplini ile olan ilgi ve ilişkinin yenilenmesine yol açacaktır. Bunun ilk elden üniversiteli gencin yaşamının kendisi olduğu da aşikârdır, ikincisi ise, sonuçları görünen bu çalışmanın genişleyebilmesi, yenilenip güncelleştirilmesindeki temel çıkışın üniversitelerde bilimin her an içinde olması gereken ilerici üniversite gençliğinin bir sorumluluğu olmasının bilinmesidir.
Bu çalışmaya katılabilmenin ve üniversite çalışmamızın bir yönü ile günlük bir bileşeni haline getirebilmenin ya da en azından bu konularda elle tutulur bir çalışmanın örgütlenebilmesi için, hiçbir hareket ve akımın sahip olamayacağı çok yönlü ve kapsamlı her türlü araç ve kürsünün, imkânların olduğu da bir gerçektir. Ancak araç ve imkânların artması ile bunlardan yararlanmadaki tembelliğin artmasının orantılı gidişi bir ‘kader’ olmasa gerek.
* Akademik -güncel yaşamsal üniversite sorun ve taleplerinin ve çalışmasının; (yapılan iyi çalışmalara haksızlık etmeden) üniversitenin, eğitiminin gerekleri ve ihtiyaçları üzerinden şekillenen, derinden hissedilen bir güncel mücadelenin konusu olmasından ziyade, bunun geniş öğrenci kesimleri gözünde, örgütlerin yaşam alanı ve kullanma gibi -ki bu birçok akım ve grubun sığ çalışmasında mevcuttur- görülüyor olması, başka şeyler bir yana ilerici gençler ile geniş öğrenci kesimleri arasında bir sağırlar diyaloguna dönüşebilmektedir. Konumuzla ilgili olan yanından alacak olursak bilim disiplinleri içerisindeki çalışmalarımız ile geniş öğrenci kesimlerinin günlük üniversite yaşamının, aktüalitesinin buluşması, çakışması, akademik mücadelenin bir ayağının doğrulması anlamına geleceği de ortadadır.
* Daha önce bir biçimi ile ifade edilen, bilim çevrelerindeki bölünmenin belirtilerinin güçlenmesi ve bu çevrelerden Marksist teoriye olan ilgi ve ondan yararlanma eğilimi; hem bu bölünmenin doğru bir şekilde ve doğru bir kanala akması için hem de bu bölünmenin en önemli bileşeni olması gereken öğrencilerin cephesinden bir karşılık bulması, bu eğilimin kapsam ve içeriğini değiştirebileceği gibi yenilenmiş bir genç aydın hareketi çalışmasına yapacağı büyük moral katkılar da ortadadır.
* Gençlik kesimlerinin üzerindeki etkisi bilinen liberal ve YDD’ci (yeni dünya düzeni) her türden akım ve mihrak artık eskisi kadar rahat at koşturup zehrini, cici ambalajlarla öğrencilere akıtmakta zorlanacaktır. Güncelin kendi akışı, 11 Eylül olayı sonrası liberal kalelerin, özgürlük ve adalete kutsanmış maskeli tezlerinin nasıl yerle bir olduğu artık bu söylemlerin ardındaki gerici despotizmin (liberalizmin özü) kapatılamaz bir berraklığa kavuşuyor oluşu… Vb. her tür güncel gelişme ve olgu, üniversitelerimiz üzerinde kesin bir şekilde etkisini gösterecek, öğrenci gençliğin duygu, düşünce, hayatı anlama ve gelecek hayallerini derinden sarsacaktır. Bu sarsıntının ne olacağı, neye yol açacağı ve hangi yeni duygu ve düşüncelere yol açacağı ise bu bahsedilen fikri akım olma ve çalışma ile olan ilgisini, hak eder bir ciddiyetle ele almakta fayda vardır. Unutulmamalıdır ki yirmi yıllık geçmişli üniversite tarihinde, liberalizm mahreçli her türlü gerici, uyuşturucu akım ilk defa böylesine çıplak ve desteklerinden birer birer mahrum olma pozisyonundadır. Hem bu pozisyonun güçlenmesi hem de üniversite gençliğinin şu ya da bu şekilde ‘yenilenecek olan’ aynı mahreçli akımların uyuşturucu etkisine tekrar düşmesini engelleyecek olanın, yapılacak bahsedilen çalışmanın kapsamının genişletilmesi ve ciddiye alınması ile alakalı olduğu ortadadır.

POLİTİK BİR GENÇLİK ÖRGÜTÜ OLARAK…
Bütün bunlar ve saymadığımız ama herkesçe görülebilir neden, imkân ve dayanaklar yürütülecek olan üniversite çalışmasının kapsamını ortaya koymaktadır. Ve bununla birlikte kendi başına bir derinliği ve önemi olan politik perspektif sorunu (politik bir gençlik örgütü olma) bu yürütülen çalışma ile ilişki halinde gerçek mecrasına kavuşabilecektir. Güncel-aktüel her konu ve gelişmeye tavır alan, kendi görüş ve bakış açısını günlük olarak gençlikle buluşturabilen bir politik perspektife sahip olma sorunu, yukarıda bahsedilmeye çalışılan fikir akımı olma diye ifade edilen bir çalışma olmadan kadük kalacağı herhalde anlaşılırdır. Bunlar ikiz kardeşlermişçesine bir arada olan, birbirini besleyen olgulardır.
Bu konularda bir çabanın olduğu, emek sarf edildiği bilinmektedir. Ancak hem bu çabaların Emek gençliğinin geneline sirayet eden bir hava haline gelememesi ve hem de karşılaşılan güçlükler, yanlışlıklar bunların değişmez gündem olmasını baltalayıcı etkenler olmuştur. Ki dediğimiz gibi bu kapsam içinde atılan adımlar, bu adımların kavranılmasındaki zorluklar ve bazen alışkanlıkların kınlamaması sonucu geriye düşmeler olmakta ve bu küçük sorunlar gözlerde büyüyebilmektedir. Oysa gençlik örgütümüzün, üniversiteli gençlik karşısında edindiği pozisyon, onun hareketinin (ya da çoğunlukla hareketsizliğinin) yol açtığı, açacağı durumlar ve parti külliyat ve yaşamının olanak ve önemi bize enerjimizin tazelenmesinin ‘ciddi’ imkânlarını da göstermektedir.
Lenin bize şöyle cevap veriyor: “Görevleri gerçekleştirme yolunda yinelenen girişimler için enerji olunca, geçici başarısızlıklar sadece küçük talihsizliklerdir.

Ocak 2002

Sendikal konferans üzerine bir değerlendirme

Emeğin Partisi, Kasım ve Aralık aylarında, dört ayrı merkezde düzenlediği “bölgesel konferans”ta, sendikal mücadele ve sorunlarını tartıştı.
Bu dört toplantıya; işçi ve kamu emekçilerinin yöneticisi, işyeri temsilcisi, ileri işçi ya da partinin bu alandaki özel görevlilileri olan toplam 540 partili katıldı. Tartışmaların merkezi; “sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği kaostan nasıl çıkabileceği” sorunuydu. Bu çerçevede, sınıf mücadeleci bir sendikacılık anlayışının sendikal hareket içinde egemen olması, sınıf sendikacılığı fikrinin yaygınlaştırılması için yapılması gerekenler; EMEP ve onun üyelerine düşen görevler tartışıldı.
Bu tartışmalarda; sınıf sendikacılığı çizgisi ve sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu koşulların ve görevlerin belirlenmesinde; TÜMTİS tarafından, TÜMTİS’in 31. Genel Kurulu’nda dağıtılıp, kürsüden ilan edilen “sınıf sendikacılığına çağrı” bildirgesi, tartışmalara yol gösteren temel belge olarak benimsendi.
Dört ayrı bölgede yapılan tartışmalarda; 100’den fazla partili söz alıp, tartışılan konulara ilişkin görüşlerini dile getirdi.
Bu dört toplantıda yapılan konuşmalara bakıldığında şu söylenebilir ki; son yıllarda Türk-İş’in Başkanlar Kurulu toplantıları da dâhil sendikal toplantı ve kongrelerde, çeşitli vesilelerle düzenlenen hemen her emekçi toplantısında, sendikal hareketle az çok ilgili kişilerin özel sohbetlerinde bile konu olan; “sendikal hareketin nasıl bir çöküşe sürüklendiği” ve “yeniden nasıl ayağa kalkabileceği”; asıl dikkat çekilen şeydi.
Elbette ki; sendikal hareketin en temel sorusu ve sorununa yaklaşımında, sadece sorular sorulmadı, yanıtlar da verildi. Bazen yerel bazen de uluslararası işçi hareketinde ortaya çıkan örnekler üstünden yürüyen tartışmalarda; partili sendikacılar ve emekçiler; sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu “iki temel zaafının, “işçi yığınlarının sendikal hareketin dışına itilmesi” ve “sendikaların siyaset dışılık adına burjuva siyasetine saplanması, işçi siyasetinin dışında kalması” olduğu tespitinde tüm katılımcılar tam bir fikir birliği içindeydi. Bu fikir birliği temelinde günümüzde partili sendikacılara, parti üyelerine, işçi önderlerine düşen görevler belirlendi.
Bu tartışmalarda varılan sonuçlardan birincisi; sınıf sendikacılığı ve bütün öteki sendikacılık eğilimleri arasında bir mücadelenin, bugün dünkünden çok daha fazla önem kazandığı idi. Dolayısıyla sendikal bürokrasinin çeşitli fraksiyonlarının şahsında temsil edilen, sarı, uzlaşmacı, reformcu karakterdeki sendikacılık anlayışlarının sermaye yanlısı, işçi ve emek düşmanı karakterleri, ortaya çıkan yeni olgular ışığında bir kez daha deşifre edilirken; aynı zamanda, pratikte de sendikal hareket içinden bu anlayışların tasfiyesi için çaba harcanması görevinin bugün yeniden öne çıkmış olduğu tespiti yapıldı. Bu açık burjuva karakterli, işçi ve sınıf haini sendikacılık anlayışlarının sendikal hareketten tasfiyesi mücadelesinde, onlarla işbirliğine giren, görünüşte “işçici”, ama aslında sendikal hareketi işçi siyasetinin dışında tutan ya da sınıfı ve sendikaları siyasete çekme adına, sendikaları ve sendikal mücadeleyi dar grupçu çıkarların aracına dönüştüren anlayışlara karşı da; hem parti yayınlarında hem de işyerlerinde yürütülen mücadelenin, yeni koşullarını da göz önüne alarak, yenilenmesi gereğine dikkat çekildi.
Demek ki, dünden bugüne gelen reformcu, uzlaşmacı, çağdaş, kitle, siyaset dışı, siyaset üstü, bürokratik gibi adlar alan sınıf işbirlikçisi, sarı sendikacılık anlayışlarına karşı mücadelenin yenilenmesi, bu anlayışlar karşısında, bugün gelinen aşamada, ortaya çıkan olguların da yardımıyla, bunların yeniden mahkûm edilmesi görevi öne çıkmıştır. Dolayısıyla hem parti basınında hem de işyerlerindeki çalışmada; bugün sendikal hareketi batağa sürükleyen anlayışların tarihsel kökenleri ve hele de bugünkü politik kaynaklarında sermayenin olduğuna dair teşhirinin önem kazandığı, toplantılarda vurgulanan başlıca konulardan birisi olmuştur.
Çünkü sendikal mücadele; “işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinin bir alanı”dır ve dolayısıyla bu alandaki mücadele, bir yanıyla “patronlar ve sermaye hükümetlerine karşı işçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi” iken, bir yanıyla da “işçi sınıfı içinde sermayenin uzantısı olan sendikal bürokrasi ve onların şahsında biçimlenen burjuva sendikacılık anlayışlarına karşı bir mücadele”dir. Bu nedenledir ki, sendikal mücadele, son tahlilde işçi sınıfının (ve kamu emekçilerinin) sermayeye karşı mücadelesinin bir yönüdür ve sınıf sendikacılığı fikri; bu mücadelenin çizgisinin niteliğiyle; sınıfın iktidarını amaçlayan bir sınıf mücadeleci çizgiyi oluşturan politikalarıyla ayırt edilir. Ve bütün öteki sarı, uzlaşmacı sendikacılık anlayışları ise; baştan ya da son tahlilde sermaye ile uzlaşmayı amaçlayan sendikacılık anlayışları, bu karakterleri nedeniyle de, sınıfın mücadelesinin engelleri olduğu için ve böyle bir engel rolü oynadıkları ölçüde, sınıf sendikacılığının hedefi olurlar. Bu yüzden de; sınıfın sendikalarından sendikal bürokrasinin tasfiyesi ve sendikaların yeniden inşası sorunuyla, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesi mücadelesi olarak sendikal mücadele, günümüz koşullarında bir madalyonun iki yüzü gibi iç içedir. Dolayısıyla sınıfın sermayeye karşı mücadelesinde sendikaların rollerini oynamalarını engelleyen, sendikaları sınıfa karşı kullanan her tür ve her ad altındaki sendikacılık anlayışına ve bu anlayışın temsilcilerine karşı mücadele, aynı zamanda, bir taktik mücadelesidir ve bu yüzden de, “sendikal hareket içindeki tutumumuz” sorunu, bu taktikle bağlantılı olarak ele alınmak durumundadır.

SENDİKAL MÜCADELE TAKTİĞİ
Konferanslarda söz alıp konuşan partililerin önemli bir kısmı, bu taktiğin çeşitli yönlerine dikkat çektiler: Bu yönleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Bugün sendikal hareketin bir “çöküşe” sürüklenmiş olduğu, tarihinde görülmedik ölçüde güç ve itibar yitimine uğradığı; sermayenin ideologlarının da, işçi sınıfının mücadeleci sendikacılarının ve bu gidişattan huzursuz olan basit işçinin de kabul ettiği bir gerçektir. Ve aslına bakılırsa; herkes kendi yönünden bu gidişata müdahale etmektedir.
Örneğin sermayenin ideologları, hazır fırsat ele geçmişken; mücadeleci bir sendikacılığı, sınıflar ayırımı ve karşıtlığı üzerinde kurulmuş sendikaların artık devrini kapattığını ilan ederek; “sendikalar, kapanıp ortadan kaldırılsın” diyemedikleri için, sendikaların, “birer sivil toplum kurumu” olarak, işçiler arasında kültürel, sosyal ilişkileri, bireysel düzeyde dayanışmayı geliştiren kurumlar olarak rol oynamasını, işçilerle patronlar ve hükümet arasında “sosyal diyalog” kurumları olmasını istemekte ve propaganda etmektedirler. Elbette, merkezinde, böyle bir “tasfiye amacı”nın bulunduğu anlayış; bir yandan burjuva medyası ve öteki propaganda merkezleri tarafından yayılırken; bir yandan da üniversitelerde hazırlanan “tezler”le, sermaye örgütlerinin sponsorluğunda oluşturulan “projeler”le ete kemiğe büründürülmek üzere desteklenmektedir.
Sendikal bürokrasi ise, sınıf mücadelesini reddeden ve sendikalara bu mücadelenin dışında bir görev biçen her görüşe çanak tutarken, aynı zamanda, sendikaların küçülüp içe kapanmasını teorileştirip, buradan “küçülerek ayakta kalma modelleri” geliştirmekte; örneğin sendikaların şubelerini, bölge örgütlerini kapatarak, profesyonel elemanlarının sayısını azaltarak -kendi maaşlarına dokunulmasına izin vermeden- “masrafları kısmakta”, gelecekte de maaşlarını garantiye alacak vakıflar, ticari şirketler kurarak, sendikaları “güçlendirme”ye yönelmektedirler. Onlara göre de, artık sendikacılık ve sendikalar “bitmiş”tir ve sendikalar, kendilerinin geçimini sağlayan kurumlar olarak anlamlıdır! Bunun dışında ise, üyeleri kaldıkça da, devlet ve sermaye ile işçiler arasında diyalogun kurumları olarak rol oynamalıdırlar. Vs. vs.
Sendikal hareket içinde burjuvazinin uzantısı olarak faaliyet gösteren bu yıkıcılık dışında, sendikaların siyaset dışı kalmasında sendikal bürokrasiyle ayrışan, ama işçilerin de sendikal faaliyete katılmasını savunan “işçici” sendikacılık anlayışlarından ya da sendikaların siyaset yapmasından kendi gruplarının günlük çıkarları doğrultusunda bir siyaseti, bir “menfaat örgütü” olmasını anlayan anlayışlar da, sınıf sendikacılığının mücadele hedefidir. Ancak gerçekten sendikal hareketin, sınıfın mücadelesinin önünde engel olacak bir pozisyonda iseler. Yoksa, soyut olarak, kendi başına bu görüşlere karşı pratikte bir mücadele (onlarla polemik ya da onları büyük birer gerçek engel gibi ilan ederek sürtüşmelere girişmek), anlamlı değildir.
2) Bugün sendikal hareket bir yol ayrımındadır, ama önündeki yollardan sadece birinin, sınıf sendikacılığı çizgisinin açık olduğunu, bunun dışında her yolun çöküşü daha da derinleştireceğini göz önüne alan partililer; “bugün sendikal hareket nereye gidiyor; bu çöküşü önleme ve sendikaların yeniden mücadele örgütleri olarak ayağa kalkması için ne yapmak gerekir”, “nasıl bir sendikacılık anlayışıyla bugünkü sorunları aşabiliriz?” sorusunu her platformda tartışmaya açmanın, bugün başlıca görevlerden olduğuna dikkat çektiler.
Konuşmacıların dikkat çektiği tartışma toplantılarını şöyle sıralayabiliriz:
a- Partili sendikacılar ve parti örgütleri, panel, forum, konferans, sempozyum gibi açık platformlarda, partili ve asıl olarak da partili olmayan işçi ve sendikacılık kesimlerinin sendikal hareketin sorunlarını yukarıdaki sorular çerçevesinde tartışan toplantılar örgütlemelidir. Bu toplantıların, mümkün olduğu kadar geniş kesimlerin katılımı gözetilerek düzenlenmesine özen gösterilmelidir. Konuya ilişkin birikime sahip bilim adamları, sendikacılar, sendika uzmanları gibi çevrelerin katılmasına önem verilmelidir.
b- Benzer soruların ve sorunların tartışması, sadece parti tarafından düzenlenmiş toplantılarda değil, temsilci toplantıları, sendika kongreleri vb. gibi uygun sendikal toplantılarda, üretim ve hizmet birimlerinde açılmalıdır. Buralarda, yukarıdaki soruların; “sendikamız neden bugünkü duruma düşmüştür, bu durumdan nasıl kurtulur?”, “nasıl bir sendika istiyoruz?” türünden özgünleştirildiği ya da sendika yönetimlerinin uzlaşmacı tutumlarının eleştirisini temel edinen tartışmalar yapılabilir.
c- Kuşkusuz ki, sendikaların bugünkü durumu göz önüne alındığında; sendikal hareketin nereye gittiği ve buradan nasıl çıkacağını tartışmak için, “bütün işçileri ilgilendiren” pek çok vesile çıkacaktır. Kuşkusuz ki, işyerinde sınıf sendikacılığının ne olduğu ve sendikaların yeniden inşası sorununun gündeme gelmesine en elverişli ortam, sendikaların seçimleri, toplusözleşme dönemleri ya da işyerinde işten çıkarma, patronların yeni bir dayatması, TİS ihlali, işçilerin fiilen kullana-geldiği haklarının ihlal edilmesi gibi “sıcak” sendikal sorunların çıktığı ortamlardır. Böyle durumlarda işçilerin kulakları; “sendikaların ne olduğu ve nasıl bir pozisyonda bulunması gerektiği” tartışmasına açık olacağı gibi, patronun ve sendikal bürokrasinin “suçüstü” yakalandığı durumlar olması nedeniyle, böyle dönemlerde işçi yığınları, kolayca tutum alacak bir pozisyona da geçerler.
d- Özellikle sendika seçimleri döneminin, “nasıl bir sendika istiyoruz?” sorusunu ya da işçi ile sendikasının ilişkisini ifade eden başka soruları tartışmaya en uygun dönemler olduğu apaçıktır. Sadece teşhir ve tartışmanın değil, ama daha ileri giderek bir tutum almanın gündeme geldiği böyle dönemlerde; elbette ki, “nasıl bir sendika istiyoruz” vb. sorulara yanıtımız sınıf sendikacılığı açısındadır ve sınıf sendikacılığı çizgisinde bir tutum alınmasının propagandası sürdürülecektir. Ama seçimlere yönelik pratik platform açısından; kuşkusuz sınıf sendikacılığı çizgisinin yol göstereceği, ancak daha geniş; mücadeleci, sendikal demokrasinin gerçekleştirilmesi ve güncel taleplerin öne çıkarıldığı bir tutum önem kazanır. Çünkü işçilerin çoğunluğu, sınıf sendikacılığını ve onun ilkelerini henüz benimsememiş olabilirler; ama sendikaların mevcut sınıf işbirlikçisi, sarı sendikacılık çizgisine, anti-demokratik ve bürokrat sendikacıları koruyan sendikal işleyişe karşıdırlar; dolayısıyla sendikalarının bu durumdan kurtulmasını istemektedirler. Bu yüzden de, sendikal bürokrasiye karşı oluşturulacak cephenin gerçekleştirilmesinde; “sınıf sendikacılığından yana olanlar bu tarafa, olmayanlar öbür tarafa” gibi bir bölünme, bu bölünme temelinde bir sendikal mücadele taktiği, elbette ki, akıldışı ve kabul edilemezdir. Tersine, sendika seçimleri sürecinde oluşturulacak “muhalefetin” çizgisi; sendikal bürokrasinin sendikada uyguladığı sarı, uzlaşmacı sendikacılık çizgisine tutum alan, işçilerin sendika yönetimine gelmesinden yana olan (bu, sendikanın mücadeleci bir çizgide yeniden örgütlenmesi isteği anlamına gelir) tüm işçileri birleştiren bir saflaşmayı tarif etmelidir. Kuşkusuz ki, böyle bir sendikal seçim mücadelesinde aslolan; şu ya da bu kişiler değil, sınıfın mücadelesine uygun bir sendikacılık çizgisi üstünde anlaşılması, bu sendikal platformda işçi çoğunluğunun birleştirilmesidir. Bu platformu mücadeleye yansıtacak kişilerin kim olduğu, bu birliğin ve mücadeleci sendikacılık fikrinin bir ifadesi olarak anlamlıdır. (Böyle bir platformu kimi sahtekârlar da, yönetimlere gelmek için kullanabilir denirse de, bu tür kötü niyetlileri tasfiyenin yolunu işçiler bulacaktır.)
Bugün işçilerin acil taleplerinin ifadesi olabilecek, IMF’nin arkasında yer aldığı sermaye güçlerinin saldırı programını başarısızlığa uğratma, işçilerin ekonomik çıkarlarını koruma, iş güvencesi, işsizlik sigortası, işten çıkarmaların önlenmesi ve sendikal demokrasinin gerçekleştirilmesi amacını kapsayan bir “taktik program” etrafında oluşacak bir sendikal mücadele platformu; işçilerin sendika yönetimlerine gelmesi ve sendikaların “yeniden inşası”nda ilk adımlar bakımından son derece önemlidir. Ve sınıf sendikacılığı etrafında birleşebilecek olan sınıfın ileri kesimlerinin böyle bir çıkışın merkezinde yer alması, sendika seçimlerinde böyle bir taktik program etrafında mücadeleyi örgütlemesi, elbette belirleyici bir öneme sahiptir.

SENDİKALARIN YENİDEN ÖRGÜTLENMESİNDE YIĞINLARIN ROLÜ
Aslında sendikaların yönetimine yeni kadroların seçimi; sendikaların yeniden inşasının, hem sınıfın fikri dönüşümünün hem de sendikal demokrasinin, sendika yönetimlerine işçi iradesinin yansıdığının ifadesidir. Bu yüzden de; yönetimleri sendikal bürokrasi tarafından ele geçirilmiş olan sendikaların yeniden sınıfın sendikaları durumuna gelmesi mücadelesinin bir yönünü, sendikaların yönetimine işçilerin nasıl bir sendikacılık anlayışı ile geleceği belirler. Ama bunun diğer yanı da, işçi sınıfının ana kitlesinin sendikal mücadeleye çekilmesi; bu mücadele içinde sendikalarına sahip çıkma düşünce ve duygusunun güçlenmesidir. Her iki durumun örgütsel karşılığı ise; sendikaların, sadece yöneticiler bazında örgütlenip işçilerden üye aidatı toplayan kurumlar olmaktan çıkarak, her üyesinin örgütlü hale geldiği örgütler biçimine dönüşmesidir. Bunun ön koşulu ise, sendikanın işçi yığınları içinde örgütlenmesidir. TlS’lerden sendikal hakların genişletilmesine, işçilerin hak özgürlük taleplerinden sendika içi demokrasinin genişletilmesine kadar her konuda “sıradan işçi”nin bir tutum almasının sağlanması için, sendika örgütünün, sendika binasından çıkıp işçinin içinde kurulması gerekmektedir.
Konferanslara katılan işçilerin ve sendikacıların en büyük çoğunluğu; bu dönüşüm ihtiyacına ve bu dönüşümün gerçekleştirilmesi için partili işçilere, sendikacılara düşen göreve özenle dikkat çektiler. Çünkü Türkiye’de sendikalar, kendi tarihlerinde sadece ilk örgütlenme dönemlerinde, işyerleri örgütleri, gerçek birer işçi örgütü olmuşlar; ama yasal olarak sendikalaştıktan sonra; işyeri örgütü hızla yok olurken; sendika yöneticisi, “temsilci” gibi unvanlar alan işçiler hızla ana kitleden ayrılmış; bu ayrılma ile birleşen “başka bir yaşam tarzı”, sendika ile işçinin “ayrılmasına” da karşılık gelmiştir.
Bugün de yeni örgütlenen işyerlerinde bu durumun yaşandığına; sendikalı olma mücadelesi içinde her işçinin bu mücadeleye katılımı sağlanır ve buna özen gösterilirken; yetkili, sendikanın belirlenmesinden sonra, bu durum hızla tersine döndürülerek, işçilerin sendikal mücadelenin, onun sorunlarının dışına itilmelerine dair çok sayıda örnek bulunmaktadır. Ve aslında var olan sendikaların, kendi köklerine, ilk örgütlenirken yaptıkları örgütlenmeye dönüşmeleri; bugün işyerinde sendikanın yeniden örgütlenmesinin ne anlama geldiğinin de önemli ölçüde yanıtı olacaktır.
Özellikle bir taban çalışması yürütülmeden ve parti örgütleri yeterince oluşmadan yapılan sendikacılık girişimlerinin “başarısız” olmasının nedeni de, burada yatmaktadır. Çünkü bürokrat sendikacılar; kendilerine yapılan “sendikalaşma” başvurusunu, “kendi yerlerini tehdit etmeyecek” biçimde gerçekleştirmeyi amaçladıklarından, mücadeleci işçileri hızla dışlamaya yönelmekte; sıkı bir taban örgütlenmesinin olmadığı koşullarda, ileri işçileri, çoğu zaman patronla da bir uzlaşma içinde kolayca dışlayarak, işçi çoğunluğunu sendikal mücadelenin dışına itmektedir.
Konferansta dikkat çekilen bir diğer nokta ise; taban çalışmasının doğru gelişmesi ve işçi yığınlarının mücadeleye istikrarlı katılımı için sendikal çalışmanın, bir parti çalışması olarak yürütülmesinin önemidir. Yani işyerindeki sendikal çalışma; partinin işyerindeki çalışmasının bir alanı olduğu ölçüde; sendikanın derinlemesine olarak yığınlar içinde örgütlenmesi, ileri işçiler aracılığı ile işçi yığınlarının bu mücadeleye çekilmesi mümkün olabilmektedir. Bu yüzdendir ki, partinin işyerindeki çalışmasının esası, iş ve hizmet birimlerinde parti örgütlerini oluşturmak, sendikal çalışmayı da bu birimlerdeki parti grubunun bir çalışması olarak ele almaktır. (Elbette; partinin derinlemesine bir çalışması olmadan da sendikal örgütlenme yapılması için elverişli olan işyerlerinin olmadığı söylenemez. Tersine konferanslarda böyle örneklere de değinilmiştir: Ama bunlar rastlantısal olgulardır.)

MİLYONLARCA SENDİKASIZ İŞÇİNİN ÖRGÜTLENMESİ SORUNU
Sendikal hareketin en önemli sorunlarının başında, kamuya ve sınırlı sayıda özel sektör işletmelerine sıkıştırılmış olması gelmektedir. Bu yüzden de, sendikal hareket kendisini yeniden örgütlerken, birer birer işyerlerinde “derinlemesine” bir çalışma ile işyerindeki işçi yığınlarını kapsamanın ötesinde, aynı zamanda, milyonlarca sendikasız işçiyi de örgütlemek görevini pratik bir sorun olarak ele almak durumundadır.
Konferanslarda, sendikal hareketin olmazsa olmaz yönelişlerinden birisi olan “sendikasız işyerlerinde sendikal örgütlenme” zorunluluğu da ele alınmıştır.
Özellikle bugün sendikalı işçilerin sayısının genel işçi kitlesi içinde yüzde 8’Ier dolayında olduğu ve sendikaların buralardan da özelleştirme, taşeronlaştırma, resen emeklilik vb. yollarla tasfiye edildiği göz önüne alındığında, sendikal örgütlenmenin hızla yaygınlaşmasının bir ihtiyaçtan öte bir zorunluluk olduğu ortadadır.
Kuşkusuz bu, rasgele yapılacak bir iş olmadığı gibi, “her işyerinde birden sendika örgütleri kurmaya yönelelim” demek de değildir. Tersine, var olan güçler en verimli bir biçimde kullanılarak; Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) içinde genç işçiler arasında; bu sanayi bölgelerindeki “lider işletmeler” (çalışan işçi sayısı, işkolu ve bölgedeki önemi bakımından önde olan işletmeler) esas alınarak ama tüm sanayi bölgesinde faaliyet gösteren, oradaki olumlu koşullardan yararlanan, olumsuzlukları azaltan bir taktiğin izlenmesi bir zorunluluktur. Bursa Üçyıldız ve Adana’daki EKSA fabrikalarındaki çalışmanın örnek alınacak doğru ve yanlışları analiz edildiğinde, yapılması gerekenler ortaya çıkmaktadır:
Konferanslarda dile getirilenler ve partinin bu alanlardaki çalışmasının dersleri göz önüne alındığında;
1) Her OSB’deki çalışma, bölgenin kendine has özelliklerini dikkate alıp mücadelenin ilerlemesine dayanak olarak kullanılabilecek bir plan dâhilinde yürütülmek durumundadır.
2) Bu tür bir çalışmada; OSB’de sadece patrona karşı değil ama OSB yönetimine karşı da bir mücadele yürütüldüğü, dolayısıyla sadece tek bir fabrikadaki işçilerin değil tüm bölgedeki işçilerin birleştirilip mücadelenin “destek gücü” olarak örgütlenebildiği, tüm ileri işçilerin mücadele birliği gerçekleştirildiği ölçüde sendikal mücadelenin ilerleyebileceği, bu çalışmaların en önemli derslerindendir. Bu yüzden de, işyerindeki mücadele komitesi, OSB’nin mücadele komitesiyle, işkolu farkı gözetmeksizin birleşmek durumundadır.
3) Çalışmanın profesyonelce olması; maddi, manevi her imkânı mücadelenin bir dayanağı yapan, en küçük imkânı bile heder etmeyen, dikkatlilik, ciddi bir kararlılık ve fedakârlıkla yürütülen bir çalışma, OSB’deki çalışmalarda vazgeçilmez bir ilke olarak benimsenmek durumundadır.
4) Her işletme, partinin örgütleneceği bir işletme olarak ele alınıp; sendikal çalışmayı parti çalışmasının bir alanı olarak görmek; partinin ve politikanın imkânlarını seferber ederek bu işletmeleri partinin ve sendikal çalışmanın kaleleri olarak değerlendirmek, OSB’lerde çalışmanın temeli olmak durumundadır.

***
Bütün bu değerlendirmeler, böylesi kapsamlı bir mücadele alanı olarak sendikal mücadele alanının yönlendirilmesi, işçi sınıfı partisinin bu hareket içindeki hem rolünün önemine hem de vazgeçilmezliğine apaçık işaret etmektedir.
Konferanslarda yapılan tartışmaların içeriğini ve çıkan sonuçları yukarıda özetlemeye çalıştık. Bu sonucu, bir formülasyon olarak, “Ciddi bir parti çalışmasına dayanmayan bir sendikal çalışmanın başarılı olma şansı olmayacağı gibi, ciddi bir sendika çalışmasını gündemine almayan bir parti örgütünün de sınıfın içine derinlemesine nüfuz etme, onu örgütleme şansı yoktur” biçiminde ifade edebiliriz. Aslında bu formülasyon, sınıf sendikacılığı hattında ortaya konan, sendikal hareketin en temel zaafı olan; “yığınlardan kopmuşluk” ve “siyaset dışılık” eğilimlerine karşı mücadeleyi de ifade etmesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda bu formülasyon, sendikal harekete müdahalenin profesyonelce olması, bu alanda güçleri birleştirmenin olduğu kadar deneyimleri biriktirip pratiğe geçirmenin tek yolu olduğu anlayışıyla da birleşen bir formülasyon olarak; EMEP’in dört ayrı bölgede topladığı sendikal konferanslardan çıkan ana fikri ifade etmektedir.

Ocak 2002

Sendikal hareket yol ayrımında

Her İşkolundan İşçilere, Sınıfın İleri Kesimlerine, Mücadeleci, Sınıfa Bağlı Sendikacılara Çağrı!

TÜRKİYE MOTORLU TAŞIT İŞÇİLERİ SENDİKASI (TÜMTİS)

(Belge olarak yayınladığımız bu metin, TÜMTİS imzasıyla, sendikanın 25. Kongre’sinde dağıtılmıştır.)

Dünya sendikal hareketi bir yol ayrımında. Ama bu, sendikal hareketin önünde biri doğru öteki yanlış iki yol olduğu anlamına gelmiyor.
Çünkü bu yollardan birisi, sendikal hareketin bugün bulunduğu yolda “ilerlemesi”dir ki bu, aslında bir yolda ilerlemek değil bir çukura, bir bataklığın dibine doğru yol almak anlamına gelmektedir.
Öteki yol ise; sendikal hareketin, mücadeleci bir sendikacılık çizgisine yönelmesi; sendikaların sınıfın sermayeye ve onun saldırılarına karşı bir mücadele merkezi, sınıfın sendikaları olarak yeniden örgütlenmesidir. Sınıf sendikacılığının gösterdiği bu yol, sendikal hareketin, bir hareket olarak ayağa kalkmasının tek çözüm yoludur.
Son yarım yüzyıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkıp tüm dünyaya yayılan devletin ve patronların himayesinde sendikacılık anlayışı artık iflas etmiştir.
Devlet, hükümetler ve patronlarla uzlaşma; sermayenin çıkarlarının gözetildiği ölçüde emeğin, işçi sınıfının çıkarlarının da gözetileceği tezini benimseyerek geliştirilen sarı sendikacılık, sınıf işbirlikçisi, reformcu sendikacılık anlayışı, halk ve işçi yığınları arasında bütün itibarını yitirmiştir.
Başlıca kapitalist ülkelerdeki 150–200 yıllık geçmişe dayanan yüz binlerce, milyonlarca üyeye sahip sendika ve konfederasyonlar dâhil sarı ve reformcu sendikacılığın egemen olduğu sendikalar içten çürümüş dev ağaçlar gibi, çürümüşlüğün ve yıkılışın bütün alametlerini göstermektedir. Çöküşü, ne geçmişlerinde, sınıfın çıkarlarını esas aldıkları dönemdeki şanlı mücadele günlerine dair yapılan nostaljiler, ne de sermayeyle daha çok uzlaşıp, daha çok “sivil toplum kuruluşu”, daha az sendikaya benzeme gayretleri önleyebilmektedir.
Dünün büyük, yığınsal sendikaları üyelerini hızla kaybetmekte; şubelerini, temsilciliklerini kapatarak küçülmekte; “küçülerek ayakta kalmayı benimsemiş” bir pozisyona çekilmiş bulunmaktadırlar.
Sendikaların ortaya çıkışı, işçilerin patronlar karşısında ayrı çıkarlara sahip bir topluluk oluşturdukları bilincinin gelişmeye başladığı dönemlere kadar uzanır. Bu yüzden de sendikalar sınıfın en kitlesel olduğu kadar en eski ve bugüne kadar gelen örgütlerdir. Sendikaların yaptığı ilk şey ise, işçiler arasındaki rekabete son vererek patron karşısında işçilerin toplu olarak pazarlık yapmak, toplu olarak hak mücadelesine girmelerini sağlamak olmuştur.
Elbette ki; sendikalar ortaya çıktığı günden bu yana hem biçimleri, hem kitlesellikleri, hem de oynadıkları rol bakımından son derece önemli değişimler geçirdi. Ancak bu süreç, sendikaların olağan, kendi iç gelişmeleriyle sınırlı olmadı. Tersine daha sendikaların bir güç olduğunun anlaşılmasından itibaren sermaye güçleri, patronlar, hükümetler; sendikaları baskı altına almaya, yasaklamalara varan müdahalelerin yanı sıra istihbarat servislerinin sendikalar içinde yıkıcı faaliyetler yürütmesine, sendika önderlerini satın almaya ve nihayet işçi aristokrasisi ve sermaye partileri aracılığı ile sendikalar içinde her yolla bölücü faaliyet sürdürmeye kadar vardı.
Bu yüzdendir ki sendikaların kuruluşu ve bugüne gelişinin tarihi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi ile çakışır. Çünkü sendikalar içinde süren mücadele, sınıfın sermayeye karşı ideolojik, siyasi alandaki mücadelesi; sendikalar içinde de, en azından 100 yıldan beri artık işçi aristokrasisi olarak da somutlanmış burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadele biçiminde şekillendi. İşte uzlaşmacı reformcu sendikacılık; gelişmiş ülkelerde bu geniş işçi aristokrasisi şahsında kendi temsilcisini buldu. Ve bu anlayış; daha da iğrenç biçimlere bürünerek geri ülkelere sarı sendikacılığın, sınıf işbirlikçiliğinin çeşitli versiyonları olarak ihraç edildi.
Son 50 yılda gelişmiş ülkelerden başlayarak; mücadeleci sendikaların tahrip edilerek sınıf işbirlikçisi sendikalara dönüştürülmesi, “sosyal devlet” uygulamaları adı altında sendikaların devlet ve patronların koltuğunda bir sendikacılığa dönüştürülmüş olması bugünkü çöküşün de başlangıcı oldu. Ve bugün gelinen yerde; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden ve mücadeleci bir hatta kurulmasını dayatmış bulunmaktadır. Çünkü yüzyılın ortalarında başlayan uzlaşmacı sendikacılığın egemenliği sendikaları çürütmüş, kendisine gerekçe yaptığı “sosyal devlet” vb. gibi tüm dayanaklarını yitirmiştir.
Bu yüzdendir ki; sadece Türkiye’de değil tüm dünyada sendikal hareket; “sınıf sendikacılığı mı yoksa çöküş mü” yol ayrımına dayanmıştır. Avrupa’da; ilki de bizim ülkemizde yapılan Uluslararası Sendikal Konferans çalışmalarının yanı sıra “nasıl bir sendikal hareket” konulu çok sayıda arayış ve girişim toplantıları düzenlenmesi; bu toplantılara katılan işçi ve sendikacıların sayısının yüzlerle ifade edilmesi; bu arayışın Kuzey ve Güney Amerika ile Afrika’da da sürüyor olması; dünya sendikal hareketinde sınıf sendikacılığına yönelişin başladığını göstermektedir. Çünkü bu arayışların, düzenlenen konferansların ortak noktası, dönüp dolaşıp, sınıf mücadeleci bir sendikacılık, sınıf sendikacılığı fikrinde birleşmektedir. Çünkü işçi sınıfının mücadele tarihi göstermektedir ki; işçi davasında samimi olan her işçi, her sendikacı için sınıf sendikacılığına yönelmekten başka bir seçenek yoktur.

* * *
Türkiye’de, hep birlikte içinde yaşayarak gördüğümüz gibi, özellikle son 10 yılda bu sendikacılık anlayışının egemen olduğu sendikalar; üyelerinin neredeyse yarısını kaybetmiş, işçiler nezdindeki itibarlarını ise çok daha büyük bir oranda kaybetmişlerdir. Sendikalar, özelleştirmeye karşı mücadeleden esnek çalışmaya, işçilerin ücret ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesinden sendikaların politikadaki etkisine kadar bütün alanlarda büyük bir gerileme göstermişlerdir ve her geçen gün de bütün alanlarda sendikalar daha da geriye doğru gitmektedir. Ve bugün bu sendika merkezleri, sadece sermaye ve hükümetleriyle uzlaşmayla sınırlı değil; patronların önderliğinde, onların izin verdiği sınırlar içinde bir sendikacılık çizgisine çekilmiş bulunmaktadırlar.
Kriz dalgaları ve savaş ortamı tarafından kışkırtılan işsizliğin, açlık ve yoksulluğun görülmemiş boyutlara ulaştığı, egemen sınıf hükümetlerinin halka, ülkeye ihanet çizgisine sürüklendiği, sermaye güçlerinin açıkça emek düşmanlığı yaptığı bir dönemde sendikal konfederasyonların patronlarla ortak platformlar oluşturup, “işletmeleri ayakta tutmak için fon oluşturmaya” yönelmesi, IMF programlarına teslim olması; özelleştirmeye karşı mücadeleyi “kaybetmek için gayret gösterilmesi”, “mezarda emeklilik”, “tahkim” gibi konularda sendikacıların takındığı utanç verici tutum geleneksel sarı, sınıf işbirlikçisi sendikacılığın sermaye ile bütünleşmede ulaştığı son aşamayı göstermesi bakımından “tarihsel belgeler” niteliğindedir.
Türkiye’de sendikalar, son 10 yıldır kesintisiz bir üye kaybı süreci yaşamaktadır. Örneğin; özelleştirmenin de hızlanmasına bağlı olarak pek çok sendika, üyelerinin önemli bir kısmını kaybetmiştir. Pek çok sendika, şubelerini kapatmakta, “küçülerek”, “masraflarını kısarak”, “profesyonel kadrolarının sayısını azaltarak” ayakta durmaya çalışmaktadır. Dahası sendikalar, yani sendika yöneticileri; işçi yığınlarını sendikaların çatısı altına toplayarak ve sermayeye karşı mücadele ederek ayakta kalmak yerine patronlar ve hükümetlerle uzlaşarak, patronlar göz yumduğu için yetkili olmayı içlerine sindirerek ama bunun gereği olarak da; işçileri daha ucuza satarak, sendikacılık adına akla gelen, mücadele, sömürüye karşı çıkma, emeğin hakkını savunma, sınıf mücadelesi gibi her tür olumlu değeri, geleneği ayaklar altına alarak varlıklarını sürdürmeyi tercih etmektedirler.
Türkiye’de tarım ve sanayide 10 milyon dolayında sendikalaşabilir işçi çalışıyor olmasına karşın, bugün üç konfederasyona bağlı yüz dolayındaki sendikada sadece 800 bin işçi örgütlüdür. Bu sendikalı işçilerin 500 bini kamu kesiminde çalışmaktadır ve hükümet ile sermaye özelleştirmede hedeflerine varırsa; sendikaların mevcut üyelerinin yarısını daha kaybedeceğinden hiç kimsenin şüphesi yoktur. Dahası pek çok işyerinde pek çok sendika aslında, işkolu ve işyeri düzeyinde yetkisini kaybetmiş (işkolunda yüzde 10, işyerinde yüzde 50 barajı) ama patronların icazeti ile yetkili görünmektedir. Bütün bunlara karşın sendika yönetimleri yeni işyerlerini örgütlemek için zahmete girmek niyetinde değildir. Tam tersine; kendilerine maaşlarını garantileyen vakıf kurma, sendikanın parasını çalıştırma, ticarete atılma, (otel işletmeciliği, inşaatçılık vb.) gibi sendikacılıkla ilgisi olmayan faaliyetlere yönelmiş bulunmaktadırlar. TÜMTİS başta olmak üzere birkaç sendika dışında hiçbir sendika yeni işyerleri örgütlemek için bir çaba içinde değildir. Daha da kötüsü; işçilerin kendiliğinden sendikalı olmak için giriştikleri çabalar da sendikal bürokrasinin aymazlığına, patronlarla işbirliğine ve işçiler arasındaki bölücü faaliyetlerine çarparak kırılmaktadır.
Mücadele yerine patronlarla işbirliğini esas alan sendikacılık tutumunun sendikaların yönetimini önemli ölçüde ele geçirmiş olması, sermaye propagandacıları tarafından, sendikaların işlevinin bittiğine, işçilerin sendikasızlığı tercih ettiğine, sendikaların, sendika yöneticilerinin geçim kaynağı olmaktan öte bir işe yaramadığına dair yıkıcı propagandasına malzeme yapılmaktadır.

* * *
Sarı sendikacılığın, “sınıf işbirlikçisi”, “uzlaşmacı” sendikacılığın ve bu politikanın temsilcisi “sendikal bürokrasi”nin sendikal hareketin tarihi boyunca iki temel dayanağı var olagelmiştir.
Sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği bunalıma çekilmesine yol açan dayanaklardan birincisi; işçi sınıfı kitlesinin sendikal mücadelenin dışına itilerek, sendikal mücadelenin sendikacılarla patronlar ya da temsilcileri arasındaki görüşmelere indirgenmiş olmasıdır.
Aktif sendikacı-pasif işçi yığınları ayrımının üstünde şekillenen bu bürokratik sendikacılık; işçinin karmaşık sözleşme prosedürlerini anlayamayacağı, sendikacılığın bunu anlayan “uyanık”, patronlarla, bakanlarla lüks otellerde yemek yiyip konuşabilecek, onlar gibi davranmasını bilen, “adap-erkân bilir”, sendikacılığı meslek edinmiş kişilerin işi olduğu, bu özelliklere, alışkanlıklara, “yetenekler”e sahip olmayanların sendikacılığı, sendika yöneticiliğini “başaramayacağı” görüşüne dayandırılır. Böylece işçi yığınları; en iyi ihtimalle, vekâletini sendikacıya vermiş bir “müvekkil” gibi, olup biteni izleyen, eğer sendika yöneticisi iyi niyetli ise, sendika ile patron arasındaki ilişkilerden “bilgilendirilen” pasif bir yığın durumuna düşürülmektedir. Bu yüzden de hemen her toplusözleşme döneminde gördüğümüz gibi, yüz binlerin taraf olup sokakları, caddeleri doldurduğu eylemler eşliğinde yürütülen “toplu iş sözleşmesi” ve talepler mücadelesinde bile sendikal bürokrasi; ne döndüğü kimseye sızdırılmayan kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklarla “işi” bitirmiş, patronlar ve hükümetle varılan anlaşmalara işçileri “razı etmek”, sendikal faaliyetin asli unsuru haline getirilmiştir. Bu, “razı etme” işinde sendikacılar, patronlar ve hükümetlerden tam destek görmüş, “razı olmayanlar” ve mücadeleye önderlik edenleri işten atma, karakol vb. ile tehdit etme, muhtemel rakipleri bu vesileyle tasfiye etme sendikacılığın bir gereği, “herkesin yaptığı” bir marifet olarak gelenekselleştirilmiştir.
Çalışma ve sendika yasalarının anti-demokratik niteliği ve sermaye yanlısı düzenlemeleri, sendikaların yöneticilere sınırsız yetki veren tüzükleri; sendika bürokrasisinin gelişmesi ve işçiler karşısında “yenilmez” görünen bir güç olmasında sarı sendikacılığın ve sendikal bürokrasinin diğer bir dayanağı olmuştur.
Sendika bürokrasisinin sendikayla bu derece özdeşleşmiş görünmesi, milyonlarca sendikasız işçinin sendikalara girmesinde caydırıcı bir etki yaratmış, sözleşmelerin satılması, işçi üstünde sendika bürokrasisinin ikinci bir baskı merkezi olarak rol oynaması, işyerlerindeki sendikalaşma faaliyetlerinin çoğu zaman sendikacılar tarafından yokuşa sürülerek engellenmesi, hatta sendikal mücadeleye önderlik edenlerin işten atılması için patronlarla işbirliği yapılması gibi rezaletler, sendikaların güç ve itibar yitiminin başlıca nedenlerinden olmuştur.
Sarı, sınıf işbirlikçisi sendikacılığın ve sendikal bürokrasinin ikinci dayanağı işçi sınıfının ve sendikalarının işçi sınıfı siyasetinden uzak tutulmasıdır. Bu tutum; Türkiye’de sendikal hareketin gelişme ve sendikaların kuruluş sürecinde “Türk-İş’in 24 ilkesi” diye bilinen sarı sendikacılığın ilkelerinde ifadesini bulmuştur. Bazen “siyaset üstü sendikacılık”, bazen “partiler üstü sendikacılık” biçiminde üstü örtülü bir biçimde burjuva siyasetine bağlanmak biçiminde tezahür etmiştir.
Kendi siyasetini oluşturmaktan, kendi partisi hattında bir mücadeleye girmekten alıkonulan işçiler; “siyaset dışında kalma” adına şu ya da bu düzen partisinin ama çoğu zaman da bütün düzen partilerinin ortak kullandığı bir ‘kim kuvvetli çekerse o yana’ gidebilen bir kalabalık derekesine düşürülmüştür. Sendikal bürokrasi bu “renksizlik” durumunu bir “erdem” düzeyine çıkararak, işçinin gözünde siyasetle uğraşmayı “kabul edilemez”, “işçinin, sendikaların bulaşmaması gereken bir iş” olarak göstermişlerdir.
Bu durumun sendikal hareketteki karşılığı ise; işçi haklarının, işçinin sömürüden kurtuluşuna karşılık gelen sömürüsüz, baskısız bir dünya talebinin siyasal düzeyde savunulup geliştirilememesi olduğu kadar işçilerin demokrasi mücadelesinin dışına itilerek, onların salt ekonomik taleplerle sınırlı bir bilinç düzeyinde kalmaları, politika dışında kalarak bilinçlerin gelişmemesi olmuştur.
Bu durum kaçınılmaz olarak işçi yığınlarının, sendikaların ülkenin ve dünyanın nereye götürüldüğü ile ilgilenmemesine yol açmış ve böylelikle, işçi yığınlarının ülkenin yönetimini sermayeye bırakarak sendikaların ve işçinin sadece ücret düşünen kurumlara dönüşmesi için gayret gösterilmiştir. Ama salt ekonomik taleplerle sınırlı bir anlayış ve mücadele ise, aslında ekonomik talepler alanında bile başarısızlık, elde edilmiş hakların kaybedilmesi olarak şekillenmiştir. Bunu özellikle de son yıllarda çok açık bir biçimde görmüş bulunuyoruz.
Kısacası Türkiye’de, sendikal mücadele lafının geçtiği her yerde; “bağımsız sendikadan, “sendikacılığın bağımsız olmasından söz edilmiş ama gerçekte ise, sendikalar, sendikal bürokrasi tarafından bağlı oldukları düzen partilerinin av alanı olarak kullanılmışlardır. Bu yüzden de sendika yöneticileri ve sendikalar; onca “bağımsızlık”, “siyaset üstülük”, “siyaset dışılık” iddiasına karşın en bayağısından burjuva siyasetin göbeğinde olmuşlardır, işçiye; “aman politikayla uğraşmayın”, “işçi politikayla uğraşırsa bölünür” diye vaazlar veren sendikacılar; en gerici, ırkçı partilerden milletvekili olmuş, bakan olmuş, hatta konfederasyon yöneticileri cuntalarda bakanlık yapmıştır.
Diyebiliriz ki; Türkiye’de sendikal hareketin tarihi, sendikal hareket içinde sınırlı etkisi olan kimi çıkışları bir yana bırakırsak, işçilerin siyaset dışına itilmesinin, sınıfın bir parti olarak bağımsız bir biçimde örgütlenmesi ve bağımsız sınıf hareketinin bağımsız bir hareket olarak genişlemesinin baltalanmasının tarihi olmuştur.
Elbette ki sendikalar; işçilerin patronlar karşısında kendi aralarında rekabete son vererek, kendi basit çıkarları etrafında birleşmelerinin ürünü olarak doğmuştur. Ve bugün de; sendikaların varlıklarının nedeni budur. Bu yüzden de, bugün de; işçinin ücret, sosyal haklar, çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesini bütün görevlerinin başına koymayan bir örgüt sendika adına layık olamaz. Ama işçi sınıfının ve sendikal hareketin tarihi apaçık göstermektedir ki; sınıfın sömürüden kurtulma mücadelesine bağlanmayan bir sendikal faaliyet sermayeye karşı mücadele dayanağını yitirmiş olur ve hak mücadelesiyle sınırlı bir başarı da elde edemez. Bunun da ötesinde; işçi sınıfının, sendika, kooperatif, parti gibi tüm örgütleri sermayeye karşı mücadelenin örgütleri olarak birleşmedikleri sürece; sermayenin uluslararası ve ulusal plandaki saldırılarını püskürtmesinin mümkün olmadığı artık herkes tarafından görülmektedir. Bu yüzdendir ki; sendikalar kendilerini, “işçilerin ekonomik mücadele örgütü olarak” tarif edemezler. Tersine sendikalar kendilerini; ekonomik mücadeleyi de kapsamak üzere, “sınıfın sermayeye karşı mücadelesinin örgütleri”, “sınıfın sermayeye karşı yığınsal olarak örgütlendikleri örgütlenme ve mücadele merkezleri” olarak tarif etmek durumundadırlar.
Sendikalar ancak böyle bir mücadele çizgisine yöneldikleri ölçüde; sermayenin uluslararası örgütleri, devletleri ve hükümetlerini de arkasına alarak emek ve onun çıkarlarına karşı giriştikleri saldırıyı bertaraf edip sermayenin dünyası karşısında baskısız ve sömürüşüz bir dünya, emeğin dünyasını kurmak için adım atabilirler. Bu yönelişe girmeden de sendikaların, bırakalım mücadeleyi, kendilerini ayakta tutacak mecalinin kalmayacağını son yıllarda yaşananlar ve sendikaların bugün içine düştüğü kaos, iyi niyetli ve vicdanı olan herkesin, her sendikacının, her işçinin anlayacağı kadar açık göstermektedir.
Sendikaların “siyaset üstülük”, “siyaset dışılık” adı altında, burjuva düzen partilerin siyasetinin peşine takılması, işçi sınıfının, çeşitli düzen partilerinin amaçları doğrultusunda bölünmesini, ırk, cins, dil, milliyet, din, mezhep, bölge ayrılıklarının istismar edilmesini kolaylaştırmıştır. Düzen partileri ve sendika yönetimlerini ele geçiren sendikal bürokrasi; bu ayrılıkları canlı tutarak, kışkırtarak, sınıf kardeşliği fikrinin önüne geçirmişler, kendi çıkarları için kullanmışlar, bu temelde sınıf içinde kesintisiz bir bölücü faaliyet sürdürmüşlerdir.
Dolayısıyla her milliyetten, her cinsten, her din ve mezhepten işçileri birleştirici bir harç rolü oynaması gereken sınıfın ortak talepleri hep geriye itilerek, iktidarda olan ya da iktidara yakın çevrelerle, sendika yönetimini ele geçiren bürokrasiye yaklaşarak kendisini kurtarma fikri öne çıkarılıp teşvik edilmiştir. Bu yüzden de işçi sınıfı, siyasi ve sendikal olarak parçalanmış; partilere, konfederasyonlara, aynı işkolunda farklı sendikalara bölündüğü yetmiyormuş gibi, bir de birer birer işyerlerinde sendikal bürokrasinin fraksiyonlarına da bölünerek sendikalardan beklenen birleştirici rolün yerine getirilmesi tüm gericiliğin işbirliği ile engellenmiştir.
Sınıf sendikacılığı; “siyaset dışılık”, “siyaset üstülük” gibi tüm ikiyüzlülükleri reddederek, tüm sınıfı kendi siyaseti doğrultusunda birleşmeye çağıran bir sendikacılık anlayışıdır. Eğer işçiler günlük taleplerini, sendikal taleplerini aşarak ülkeyi yönetmeye talip olmazlarsa, sermayenin iktidarı elinde tutan gücü karşısında çaresiz kalırlar ve en basit haklarını bile koruyamaz duruma düşerler. Bu yüzden de işçiler sadece kendi haklarını koruyan taleplerle sınırlı bencilce bir mücadeleyi reddedip tüm ezilenlerin haklarını savunan bir pozisyona geçmek; savaş ve barıştan demokrasi sorununa, ülkenin bağımsızlığının korunmasından sömürüşüz ve baskısız bir dünya kurma fikrine kadar genişleyen bir mücadele hattında birleşmek durumundadır. İşçi sınıfının sendikaları da işte bu mücadelede işçilerin kitlesel olarak birleşme ve mücadele etme merkezleri olarak sınıfın ana kitlesini harekete geçiren örgütler olarak emekçi sınıfların sermaye karşısındaki iktidar mücadelesinin de dayanakları olarak rol oynayan örgütler biçiminde işlev görmek durumundadırlar.
Dünya işçi sınıfının tarihinde, sendikalar, böyle bir rolü üstlendikleri dönemlerde gerçekten sınıfın ana gövdesini birleştiren, mücadeleye çeken, dost ve düşman karşısında itibarı olan örgütler olmuşlardır.
Bugün yaşadıklarımız da açıkça göstermektedir ki; sendikalar böyle bir rolle işçi sınıfını birleşmeye ve mücadeleye çağırmadıkça, sınıfı bu doğrultuda eğitip örgütleyen örgütler olmaya yönelmedikçe; bugün içinde bulundukları derbeder, sermaye ve hükümetlerin saldırıları karşısında çaresiz durumdan, girdikleri çöküş sürecinden kurtulamayacaklardır.
Olup bitenler; sendikaların bencil, en iyimser hesapla sadece üyelerinin çıkarını düşünen (aslında sınıfı düşünmeyenin üyelerinin çıkarlarını da düşünemeyeceği ortadadır) örgütler olmaktan çıkıp tüm sınıfın, tüm emekçilerin, tüm halkın, tüm ülkenin, tüm insanlığın çıkarı için mücadele eden örgütler olduklarında kendi tarihsel rollerine uygun bir pozisyona geçmiş olacaklarını gösteriyor. Çünkü işçi sınıfı bu soylu amaç için, sömürüşüz ve baskısız bir dünya için, tüm insanlığın mutluluğu için mücadele eden bir sınıftır ve bütün öteki modern ve eski sınıflardan da bu tarihsel rolle; bütün öteki sınıfları baskı ve sömürüden kurtardığı ölçüde kendisini de sömürüden kurtaran bir sınıf olarak ayrılır.
Sınıf sendikacıları olarak bizler; sınıfı bu tarihsel rolünü oynamaya açıkça çağırdığımız, sınıfı kendi iktidar mücadelesi içinde eğitim ve örgütlenmesine olanak sağlayan bir sendikacılık fikrini yaygınlaştırdığımız ölçüde ona bir kurtuluş yolu açmış oluruz. Bu çağrı gerçek, hiçbir art niyet taşımadığı için sınıfa gerçekleri açıkça ifade eden bir çağrı olduğu için de art niyetsiz her namuslu sendikacı ve işçi tarafından anlaşılacaktır. Burada tek engelimiz; iyi niyetli sendikacılar arasında bile “siyaset dışılık” fikri öylesine yerleştirilmiştir ki; onlar bile, sınıfın açıkça kendi siyasetini yapmaya, kendi partisinin çizgisinde mücadeleye çağrılmasında, sendikaların ülke yönetimine, siyasete müdahale eder olmasında; sendikaların sermayeye, sömürüye, emperyalizme, uluslararası tekellerin egemenliğine karşı mücadele etmeye çağrılmasını; “acaba sendikaların böyle bir rol oynaması doğru mudur?”; “bu sınıfı bölmez mi?”; “bu partilerin işi değil mi?” gibi endişeler taşımasıdır. Oysa biraz düşünüldüğünde görülecektir ki, bugün sendikalarımız, işçi sınıfı ve emekçiler; sermaye partileri tarafından ve sendikalarımızın yönetimini ele geçirmiş olan sermaye yanlısı sendikacılar tarafından; burjuva siyasetinin göbeğine çekilmiş olup sendikaların gücü ve etkisi; sermayenin egemenliğinin pekiştirilmesi, sömürünün devamı, sermaye partilerinin ülkeyi kolayca yönetmesi için kullanılmaktadır. Öyle ki, bu kullanma; işçilerin sendikalarının, işçi hareketinin önünü kesmek, işçilerin tepkilerini kontrol altına almak, işçilerin diğer emekçi sınıflar, hatta kendi içinde bütünleşmesini önlemek (ülkede üç ayrı konfederasyon ve her işkolunda birkaç sendikanın varlığı gibi) için kullanılmaktadır. Emek Platformu, Türk-İş ve öteki konfederasyonlardaki tartışmaları; alınan kararlar ile alınması gereken kararlar arasındaki farkları, alınan kararların nasıl engellendiğini göz önüne alırsak, sendikalarımızın nasıl sınıfa, tüm emekçilere karşı kullanıldığını görürüz. Yani sendikalar bugün de siyasetin göbeğindedir ve üstelik bu sermaye egemenliğinin sürmesi amaçlı ve bu nedenle de işçiyi bölme, emekçiler içinde yalnızlaştırma, onu kendi çıkarları için mücadeleden alıkoyma amaçlı bir siyaset olduğu için de sendikaları tahrip edici bir siyasettir.
Ve şu da bir gerçektir ki; sendikal hareket, bugün geldiği yer itibarıyla tarihinin en kötü dönemindedir ve buradan çıkış için sınıf sendikacılığına sarılınması; sendikaların yeniden ve bu temeller üstünde kurulmasından başka bir çıkar yolu olmaması da; sınıfın ileri kesimlerini ve pek çok sendikacıyı bir “yol ayrımına” getirmiştir. Bu yüzden de sınıf sendikacılığı fikri bugün dünden çok daha yakıcı bir çekim merkezi olma imkânına sahip olmuştur. İnanıyoruz ki; sınıfın ileri kesimleri, kendi çıkarlarını sınıf hareketinin geleceğine bağlamış olan ülkemizin ilerici, namuslu demokrat güçleri, sınıf kaygısı duymaya devam eden her kademeden sendikacı arkadaşlarımız; bu “yol ayrımı” üzerine düşünüp doğru kararı verecektir. Çünkü sendikal bürokrasi yönetimindeki sendikalarda iyi olan; yarına taşınırsa dayanak olacak (sendikacılık tarzı, siyasete katılım, sendikacıların yaşantısı, mücadelecilik, bilgi birikimi, ahlak, sendikal eğitim anlayışı, sınıf ve üye kitlesiyle bağ vb.) hiçbir şey kalmamıştır. Üstelik de “her şey” “eskisi gibi gidemeyecek” kadar çürümüş ve çökmüştür. Bunun içindir ki, gidişatı mevcut sendikal anlayışın en rezil savunucuları bile savunamamakta; sendikal hareketin iyiye gittiğini söyleyememektedirler. Bu yüzden de; “işçi daha iyisini istiyor da biz yapmıyor değiliz”, “böyle işçiye böyle sendikacılık” diye küstahça değerlendirmeler yaparak kendilerini savunmaktadırlar.
Kısacası; sendikal hareketimizin üstüne bir kâbus gibi çöken sarı, sınıf işbirlikçi sendikacılık anlayışı, işçileri siyasetten değil ama işçi sınıfı siyasetinden, sınıfın partisinden uzak tutmanın, işçi hareketinin kendi yakın ve uzak talepleri etrafında birleşerek bir bağımsız hareket oluşturmasını engellemenin dayanağı olmuştur. Ve sendikal hareketin sermaye partilerinin oyuncağı olması, onların dolgu maddesi derekesine düşürülmesi, bugün sendikaların içine sürüklendiği bunalımın, onların itibarsızlaşıp çöküşünün de başlıca nedeni olmuştur.

* * *
Sendikal hareketin bugün, sermaye güçleri (sendikal bürokrasi, patronlar, hükümetler, sendikalar içinde bölücü faaliyetler yürüten düzen partileri vb.) tarafından itildiği köşeden kurtulması için, kendisini bu kaosa iten; “aktif sendikacı-pasif yığın” ikilemi ile sermayeden bağımsız bir biçimde örgütlenme; sendikaların düzen partileri ve burjuva siyasetinden bağımsız olmaları amacını gerçekleştirmek; sınıfın yakın ve uzak çıkarları üstünde birleşerek bağımsız bir hareket oluşturması zorunlu bir tutumdur. Sınıfa bağlı olan sendikacılar, ileri işçi kesimleri bu gerçeği; günümüzde asla gözden kaçırmamamız gereken bu gerçeği anlamak, tüm dikkatlerini buna vermek durumundadır.
Önceki 100 yıllık mücadele geçmişini ve deneyimlerini bir yana bıraksak bile; 1987’den başlayarak yükseliş trendine giren; 1989 Bahar Eylemleri ile ana gövdesiyle “yeniden” sahneye çıkan ve günümüze kadar bazen köpürüp coşarak, yüz binlerle alanları, caddeleri doldurup taleplerini haykırarak, bazen daha birkaç hafta önce o sokaklara, alanlara sığmayan kendisi değilmiş gibi “dinginleşerek” de olsa Türkiye işçi sınıfı, özellikle de onun ileri kesimleri; son 12-13 yıllık mücadelesi içinde de önemli deneyimler kazanmış; dünya işçi sınıfı ve Türkiye’nin önceki işçi kuşaklarının mücadele deneyimleriyle zenginleştirdiği bir sınıf mücadelesi anlayışına, sınıf sendikacılığı kavrayışına sahip olmuşlar; her koşulda sınıfına bağlı kalmış sendikacılarla bu ileri işçi kesimleri, sermaye karşısındaki hak mücadelesi için olduğu kadar dayanışmanın, ülkeye sahip çıkmanın, işçi yurtseverliğinin, anti-emperyalist tutumun örneklerini sunmuşlardır.
İşte yeni sendikal hareketin, sınıf sendikacılığı çizgisinde, var olan ama çökmekte olan sendikaların sınıfın sendikaları olarak yeniden inşa edilmesinde, sınıf sendikacılığı fikrinin tüm sınıf içinde yayılmasındaki dayanağı da; bugün sınıfın bu ileri kesimleriyle, onca tahribata karşın sınıf içinde halen itibarı olan, işçilerin güvenini kazanmış deneyimli, mücadeleci sendikacılardır.
Bu mücadeleci sendikal hareketin ikinci dayanağı ise; Türkiye’nin mücadeleci işçi sınıfıdır.
Sınıfın, başlıca büyük kamu ve özel işletmelerinde çalışan sendikalarda örgütlü kesimi, geçmiş yıllar boyunca sendikal bürokrasi tarafından engellenmediğinde her zaman hak ve özgürlük mücadelesinin en önünde olmuş; sermaye güçlerine karşı ülkenin en dinamik ve en mücadeleci odağı olarak rol oynamıştır. Nitekim son 10 yıl içinde işçi sınıfı, onca olumsuz koşula ve sendikal bürokrasinin sürekli arkadan hançerlemelerine karşın; hem günlük talepler düzeyinde hem de özelleştirme, tahkim, sosyal güvenlik sistemi gibi; sermayenin uluslararası saldırılarına karşı mücadeleci bir odak olarak rol oynamış, direniş ve mücadelelerin en temel dayanağı olmuştur.
Öte yandan, sendikal bürokrasi, bugün sendikal örgütlenmelerin ağırlığının KİT’lerde olmasına bakarak, “kamu bitince sendikacı da biter” kehanetini öne sürerek çöküşü, sendikaların ve sendikacıların bugünkü durumunu “meşru”, “normal”, hatta “kaçınılmaz” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa Türkiye’de sendikal hareket en şanlı mücadelelerini özel sektörün başlıca işletmelerinde örgütlendiği dönemde 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşamıştır. Bu yüzdendir ki, sendikacılığın geleceğini “kamuda var olmaya” bağlamak, devlet ve patronların himayesinde sendikacılık yapmayı marifet düzeyine yükseltmiş sarı sendikacılığın, sendikal bürokrasinin kendinden menkul iddiasıdır. Bu yüzden bugün de; sendikal hareketin yeniden ayağa kalkmasında asıl dayanak, başlıca ve stratejik öneme sahip “özel” kurumların örgütlenmesi olacaktır. Ve sendikal hareket bu “zor” görünen işi başararak rüştünü ispat ettiği ölçüde işçi sınıfına, onun tarihine ve tarihsel rolüne layık olduğunu da gösterecektir.
İşçi sınıfımızın örgütlü kesimleri; bugün de, kaybetmiş olduğu mevzilere karşın mücadelesini sürdürmekte, her vesileyle yeniden yeniden ayağa kalkarak kendi rolünü oynamaya çalışmaktadır.
Yaşadıklarımızdan da açıkça bilinmektedir ki; işçi sınıfının nispeten uzun zamandan beri sendikal alanda örgütlenmiş bu bölümü, sendikal mücadelenin deneyimini taşıyan kesimi; bütün zaaflarına karşın sınıfın örgütlenme ve mücadeleye en yatkın kesimini oluşturmaktadır. Bu yüzdendir ki, milyonlarca işçi içinde, başta özel sektördeki başlıca işletmelerin işçileri olmak üzere bugün sendikalı işçi kesimlerinin yeniden örgütlenmesi sendikal hareketin çekim merkezi olarak şekillenmesi her şeyden daha önemlidir.
Kuşkusuz ki yeni sendikal hareketin potansiyel dinamizmi; Türkiye’nin sayısı 10 milyona yaklaşan genç işçi yığınları içinde saklıdır. Bugün büyük kentlerin çevresine ve Anadolu’nun irili ufaklı sayısız kentine yayılmış sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri, bu milyonlarca genç işçinin mekânıdır. İrili ufaklı fabrika atölyelerinde çok ağır koşullarda çalışmaya zorlanan hayli ileri düzeyde eğitimli bu işçi yığınları; sendika, sigorta, düzenli bir ücret, iş güvencesi, belirli bir iş saati vb. gibi talepler için mücadelededir.
Klasik tarzda bir sendikacılık deneyimine sahip olmamış ama geçtiğimiz 10 yıl içinde hızla büyürken aynı zamanda sorunları da büyümüş olan sınıfın bu kesimi; sendikalı olmak için de pek çok girişimde bulunmuştur. Öyle ki, az çok örgütlü bir düzeye gelen işletmelerdeki işçiler; sendikalaşmak için giriştikleri mücadelede son derece direngen bir tutum takınmasını bilmiştir. Sayısız fabrikada, atölyede işçiler; işten atılmayı, işsiz kalmayı göze alarak sendikalı olmak için bazen aylarca süren mücadelelere girmişlerdir. Hain sendika bürokrasisinin oyunlarına ve onların arkadan hançerleyeceklerini bilmelerine karşın mücadeleye atılmaktan geri durmamışlardır. Çoğu direniş aylarca sürmüş, birçok işletmede bir mücadele yenilmiş ama aradan bir-iki yıl geçtikten sonra işçiler yeniden yeniden aynı mücadeleye girmişlerdir. Yani işçiler, uzun mücadelelerden yılmadıkları gibi, yenilgilerden de korkmamışlardır.
Demek ki Türkiye’nin işçi sınıfı, sermayenin propagandacılarının iddia ettiği gibi, örgütlenmeden, sendikalı olmaktan, hakları için mücadele etmekten kaçınmamakta; tam tersine sadece işten atılma gibi büyük bir riski değil, aylarca açlığı, gözaltına alınmayı, cezaevine girmeyi bile göze alarak mücadele etmektedir. Çünkü patronlar ve güvenlik güçleri, yasalar tarafından işçiye tanınmış sendikalı olma hakkını kabul etmemekte, bu nedenle sendikaya girmek onların gözünde bir çeteye girmekten daha tehlikeli bir örgüte girmek olarak görülmektedir. Bu nedenledir ki; sendikaların işyerlerine girmesi, yetkili sendika haline gelmesi sayısız direnişler, polis ve jandarma ile çatışmalar, baskı, işkenceler, gözaltılar, provokatif suçlamalar, hatta cezaevine girmelerle birlikte yürümektedir. Böyle yoğun bir mücadeleyi göze alamayan işçiler sendikalı olamamaktadır.
İşte mücadeleci sendikacılığın, sendikaların sınıfın sendikaları olarak yeniden inşa edilmesinin en önemli dayanağı sınıfın bu mücadeleci tutumu, genç işçi yığınlarının sendikalaşmak, mücadele etmek için gösterdiği bu istektir. Sendikalar sınıfın bu ihtiyacına yanıt verecek bir mücadeleci çizgide yeniden örgütlenmeyi başardıkları ölçüde bugün bulundukları zavallı durumdan kurtulacak; sınıfın gözünde ve elbette düşmanlarının da gözünde itibarlı konuma yükseleceklerdir.
İşte yeni sendikal hareketin etrafında toplanan işçiler ve sınıftan yana sendikacıların yapmak istediği de budur.
Burada şunu belirtmeliyiz ki; sınıf sendikacılığı fikri gibi bu fikir etrafında örgütlenecek sendikalar da gökten gelmeyecektir. Tam tersine bugün var olan sendikalarımız; elbette ki, sınıf sendikacılığı etrafında toplanan işçiler ve sendikacılar için de temel dayanaklardır. Ve burada “sendikalarımızın yeniden inşası” derken de sendikalarımızın, sınıfa ihaneti başlıca tutum haline getiren sarı sendikacıların, patronlarla işbirliği içindeki sendikacıların işgalinden kurtarılmasını, sınıf sendikacılığı anlayışıyla bu sendikaların içlerinin doldurulmasını anlıyoruz. Bunun içindir ki, bütün işçileri, sorumluluk duygusu taşıyan sendikacıları; sendikalarımızı, sermayenin uşakları olan sendikal bürokrasinin işgalinden kurtarmaya, onları yeniden kendi örgütlerimiz, kendi mücadele merkezlerimiz yapmaya çağırıyoruz.

* * *
Sınıf sendikacılığı hareketi; elbette ki, sendikalarda “aktif sendikacı-pasif yığın” ayrımına son vermeyi ve sendikal hareketin; “sermaye ve onun partilerinden bağımsız sınıfın kendi siyaseti etrafında birleşmesi” gibi iki temel sorunu dikkatinin ana noktasına koymaktadır.
Ancak biliyoruz ki bu görevi; eski, çöken ama aynı ölçüde de sendika hareketinin her zerresine işlemiş olan sarı ve sınıf işbirlikçisi sendikacılığın sermayeye karşı teslimiyetçi çizgisi, gelenek ve alışkanlıklarıyla savaşarak yerine getirecektir.
Yeni sendikaların inşası, daha doğrusu sendikaların işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olarak, itibarlı işçi örgütleri olarak yeniden inşası bu mücadelenin üstünde yükselecektir.
Bu mücadelenin alanlarından birisi; sendikal bürokrasiye yol veren sendikal zeminin ortadan kaldırılmasıdır ki, bu zeminin en önemli dayanaklarından birisi sendika yönetimlerinin, profesyonel sendikacı arkadaşlarımızın yaşantılarının sendika üyesi işçi yığınlarının yaşantılarıyla kopmasıdır.
Yaşananlardan biliyoruz ki; seçimi kazanıp, tezgâhın başından çıkıp sendika yönetimine gelen bir işçi, işyerinde aldığının birkaç katı maaşla ve daha önceki yöneticilerin oluşturduğu “yeni bir kültür ve ilişki” ortamına girmekte; gittiği lokanta, içtiği içki markası, selam verdiği çevreleri değiştirip; takım elbiseli, işçiye tepeden bakan ve kendinde olmadık meziyetler bulmaya başlayan birisi olup çıkmaktadır. Sendikacı olan arkadaş; olağanüstü kısa bir sürede, bir başka sınıftan birisi olarak davranmaya başlamakta; eski arkadaşlarını hor görmekte, sendikacılığı, kendisine iyi bir yaşam sağlayan geçim kapısı olarak düşünmeye başlamaktadır. Böylece; işçiye verdiği sözleri unutup; “yukarıyla iyi geçinmek”, “patronlarla pürüz çıkarmamak”, işçiyi “nankör”, “kendisini de aldığını fazlasıyla hak eden” bir “seçilmiş kişi” olarak görmeye başlamaktadır. Ve bu, işçi olarak çalışırken aklına bile gelmeyen maddi ve manevi tatmin dünyasını bırakmamak için şeytanla işbirliği yapma dâhil (işçiler içinde kendi çıkarına uygun bölünmeler geliştirme, muhtemel rakiplerini tasfiye etme, işçiler içinde gücü olan çevrelerle gizli ilişkiler, düzen partileriyle, patronla açık-gizli ilişkiler geliştirme vb.) her yola başvurmaktadır.
Çok açıktır ki, sendika yöneticileri arasında, sendika yönetimine gelen işçileri baştan çıkaran bir mekanizma kurulmuş, işlemektedir. Ama bu mekanizmanın işletici enerjisi; sendika yöneticilerinin gelirlerinin (maaş, ödenek, kıdem tazminatı vb.) maddi bakımdan işçi gibi yaşamaktan koparacak düzeyde farklı olmasıdır. Bu işkolundaki işçiden birkaç kat fazla gelir; yeni sendika yöneticisinin baştan çıkmasını sağlayan itici bir etken olurken, aynı zamanda sendika yönetiminin bir kazanç kapısı olarak görülmesini de getirmektedir. Bu yüzden bizler, sınıftan yana sendikacılar olarak; sendika yöneticiliğinin sendikacıya daha önceki yaşamından daha yüksek bir yaşantı düzeyi sağlayan bir “mevki” olmaktan çıkarılmasını, bu amaçla, sendika yöneticilerinin daha önceki işinde aldığı ücrete bağlı bir ücret alması için yapılacak tüzük değişikliğini savunuyoruz. Öncelikle, işçilerle sendikacıyı ayrı yaşam ortamlarına iten bu duruma son vermek için mücadele etmek zorundayız.
Her birimiz, sendikacıların çok önemli bir bölümünün herhangi bir patrondan çok farklı yaşamadığını, hatta birçoğunun pek çok patrondan daha sefih, daha müsrif bir hayat sürdüğünü biliyoruz.
Kuşkusuz sendikacıların böyle çabuk bozulmasının nedenleri sadece ücret değildir. Ama ücretin sendikacı ile işçiyi ayıran, sendika yöneticisinin savrulması için baştan çıkarıcı elle tutulur bir rol oynadığını da biliyoruz. Dolayısıyla sınıf sendikacılığı, sadece talepler ve siyasi bakımdan sınıftan yana bir çizgiyi önermekle kalmayacak, aynı zamanda işçilerin, sendika yönetimlerine geldikten sonra burjuvalaşmasını, bürokratlaşmasını önleyecek; yığınlarda sendika ve kendi örgütlerine sahip çıkma bilincinin gelişmesi için çaba gösterme, sendika yönetimlerinin yığınların denetimine açılması, sendika yönetimine seçimlerinin demokratikleştirilmesi, sendika tüzüklerinde işçi iradesini engelleyen her tür engelin ortadan kaldırılması için gereken tedbirlerin alınması için mücadeleyi ara vermeden sürdürmek durumundadır.
Çünkü biliyoruz ki; sendika yönetimlerine gelen kötü niyetli kişiler, tüzükler ve yasalardaki anti-demokratik maddelere dayanarak yerlerinde kalabilmekte; ya da entrikalarla “uyanıklar”, dürüst işçileri tasfiye edebilmektedir. Bu nedenledir ki, sendika yönetimleri için yapılan seçimlerin doğrudan ve hiçbir hileye yol vermeyecek kadar açıkça olması için her şeyi yapmalıyız.
Bu amaçla sendikalar yasasında burjuva parlamentolar ve hükümetler tarafından getirilen; sendika yöneticilerini bir yandan “koruyan”, öte yandan tehdit edilmesini sağlayan yasaların (sendika merkez yönetimleri için 10 yıllık koşulu, ceza alan sendikacıların sendikacılığının düşmesi ve bir daha seçilememesi vb.) değiştirilerek; işçinin seçtiği her işçinin, her kademede görev yapmasının sağlanması mücadelesi, sendikaların demokratikleştirilmesi, sınıf sendikacılığının ihmal edemeyeceği mücadele alanlarından birisidir.
Sınıf sendikacılığı hareketi, sendika yönetimlerinin belirlenmesi ve kararların alınmasında her işçinin iradesinin bu kararlara yansıması için sendika içi demokrasiyi kendi vazgeçilmez ilkesi sayar. Ama aynı zamanda sınıf sendikacılığı hareketi; sendikaların içinde tam bir sınıf disiplinini; karar alındıktan sonra tüm üyelerin buna uymasını bir sınıf ilkesi, bir sınıf disiplini anlayışı olarak yerleştirmeyi son derece önemli görmektedir.

* * *
Türkiye’deki iş yasası, sendikalar yasası, grev ve toplusözleşme yasası gibi yasalar (bunlara Toplu Gösteri ve Yürüyüşler Yasası’nı, TCK ve Basın Yasası’nı da ekleyebiliriz); sendikal faaliyeti düzenleme adına, sendikal faaliyetin layıkıyla yapılmasını olanaksız hale getiren ve her durumda patronlara, güvenlik güçlerine ve mahkemelere geniş imkân tanımaktadır. Sadece bir işyerinde yetki alma prosedürü bile, işçiyi yıldırmak ve sendikalı olmayı imkânsız kılma üstüne kurulmuştur. Esnek çalışma yayıldığı ölçüde de yasaların (sendikaya üye olma ve üyelikten istifa etme, işyeri ve işkolu barajı, genel grev, dayanışma grevi, siyasi grev gibi grevleri yasaklayan yasa, yetkiye ilişkin yasa maddeleri vb.) çerçevesine sıkışmış bir sendikacılığın bir işyerinde yetki alması, eskiden yetkisi varsa bunu koruması imkânsız hale gelmektedir. Bugün pek çok sendika, on binlerce üyesini bu yüzden kaybettiği gibi; son 10 yılda yüzlerce işyerinde yüz binlerce işçinin sendikalaşması bu yasal prosedüre dayanılarak sendikalaşması önlenmiştir. Bu yüzden de; bugün sendikal hareketin en önemli yönelişlerinden birisi de sendikal alana ilişkin yasaların işçiler ve onların sendikalaşmasını kolaylaştıracak biçimde düzenlenmesi mücadelesidir.
Ancak sendikal bürokrasi tarafından sendikalaşmanın caydırılması için yürütülen faaliyetlere karşın; işçiler az çok birleşebildikleri ve sendikalaşabileceklerine az çok inandıkları her yerde; işten atılmayı, polis ve patronun adamlarının saldırılarını, çoğu zaman açlık ve yoksulluk içinde aylarca süren direnişleri göze alarak sendikalaşmaya çalışmaktadırlar.
Gerek işçi sınıfının mücadele tarihinin deneyleri, gerekse Türkiye işçi sınıfının yakın mücadele tarihi bize göstermektedir ki; mevcut yasaları değiştirmek için mücadele etmeyen ve o yasa maddelerinin lafzının tuzağına düşmüş bir sendikacılığın ne işçi haklarını koruma ne de kendisine yeni üyeler kazanma şansı vardır. Çünkü sermaye güçleri yasaları sadece kendilerini avantajlı biçime getirecek biçimde düzenlemekte; işçiye yasal hak veriyor görünürken, aslında işçinin fiilen kullandığı hakları ortadan kaldırarak işçiyi “yasadışına” iten bir tutumu benimsemektedir. Bu yüzdendir ki; yasaların kıskacına sıkışmamış bir sendikacılık anlayışı ile yasaların işçilerin lehine düzenlenmesi mücadelesi birbirinden ayrılmayan, bir madalyonun iki yüzü kadar ayrılmaz olan mücadele alanlarıdır. Bunun içindir ki; bir yandan militan, mücadeleci bir çizgide hareket ederken aynı zamanda da yasaların işçiler lehine değiştirilmesi mücadelesini de ihmal edemeyiz, etmemeliyiz de.

* * *
Evet, sendikalarımız; geleneksel sarı sendikacılığın, sınıf işbirlikçisi sendikacıların pençesine düştükleri için tam bir çöküşe sürüklenmişlerdir. Bugün adeta bir eğik düzlem üstünde kayıyor gibi sendikalarımız hızla bir batağa doğru sürüklenmektedir. Ama gerçekte sendikal hareketin yeni bir yükselişi; sendikaların yeniden ayakları üstünde durması için son derece önemli dayanaklarının ortaya çıktığı da bir gerçektir. Son 10 yıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ve bizim ülkemizde; sınıfın ana gövdesinin sahneye çıktığı kitlesel işçi eylemleri sahneye çıktığı gibi, ülkemizde kamu emekçileri de kendi sendikalarını kurarak tarihlerinde görülmedik bir mücadele hattına girmişlerdir. Böylece işçi sınıfımızın sendikal hareketi son derece önemli bir müttefik kazanmıştır.
Yine köylülüğün önemli bir kesimi içinde sendikalaşma fikri hızla yayılmakta, ülkemiz tarihinde ilk kez ciddi köylü sendikaları için girişimler yapılmaktadır.
Dahası işçi sınıfımız son 10 yıl içinde; özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sosyal güvenlik sistemi, tahkime karşı mücadele içinde; kapitalist sistem, burjuva sınıfı, uluslararası sermaye ilişkileri; ülkenin bağımsızlığı ve demokrasi mücadelesi, kriz, savaşlar ve emperyalizm gibi, görünüşte işçiyi pek ilgilendirmeyen son derece önemli konularla kendisi, kendi sınıfı arasındaki ilişkileri görme imkânını edinmiş; “ücret ve dolaysız haklarını savunma ötesinde, ülkenin bağımsızlığı ve demokrasi talepleri için mücadele etmenin gereği konusunda bir fikir sahibi olmaya başlamıştır. Ve sendikal bürokrasinin ihanetine, sendikal alandaki geriye giden pek çok şeye karşın işçilerin, emekçi sınıfların bilincinde önemli sıçramalar olmuştur. Emek Platformu, işçilerin diğer emekçi kesimlerle ortak talepler etrafında birleşip (işçiler, memurlar, semt yoksulları, esnaflar, çiftiler) eylemlere girmesi; kuşkusuz sınıf sendikacılığı fikrinin ve bu fikrin işçi sınıfı içinde yayılmasının son derece önemli dayanaklarıdır.
İşçi sınıfı mücadele tarihi bize; “yenilgiye uğradığı bir alanda yeniden savaşabilme cesaretini gösteren tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu” göstermektedir. Ve sınıfımızın bu yeteneği; sınıf sendikacılığına gönül vermiş sendikacıları ve işçileri cesaretlendiren bir özelliktir.
Evet; sermaye güçleri, son 50 yılda sendikalarımızı ele geçirdi; sendikal bürokrasi aracılığı ile bizim sınıf örgütlerimizi tahrip etti; ama sendikalarımızı, tarihten aldığımız dersle, daha görkemli olarak yeniden kurabiliriz. Kurmalıyız da.
Bunun için gerekli bilgiye, deneyime, cesarete sahibiz. Bir an önce birleşip ileri atılmalıyız.

Sermayenin İçimizdeki Uzantısı Sendikal Bürokrasiyi Sendikalarımızdan Tasfiye Edelim!

Sendikalarımızı Sınıfın Örgütlenme Ve Mücadele Merkezleri Olarak Yeniden Kuralım!

Sınıfın Kurtuluşu İçin Mücadele Eden İşçiler, Emekçiler Görev Başına!

Sınıfa Bağlı Mücadeleci Sendikacılar Görev Başına!

Ocak 2002

Yabancı sermayeye açılan işletmelerdeki modernizasyon çalışmaları ve üretim ilişkileri

Yabancı sermayeye açılma, son günlerin modası haline geldi. Yabancı sermayeye açılma ile eş anlamlı olan entegrasyon, tekelci hegemonyanın tüm işletmelere yaygınlaştırılması gibi bir hedefe kilitlendi. Bu hegemonyanın emek üzerinde yarattığı etkilerin bir kısmını incelemek üzere, yabancı sermayeye açılan bir üretim yerinin modernizasyonu, yeniden yapılandırma sürecini inceleyerek, üretim ilişkilerine etkisi üstüne bazı sonuçlar çıkaracağız.
Bunun için iyi bir örnek olan PROCTER & GAMBLE TURKEY’de yaşananları ele alacağız.
Ariel, Alo, Mintaks gibi deterjan ürünleri üreten Sefaköy’deki fabrikanın sahibi Ahmet Dürüstler, 1989’da tüm hisselerini Procter&Gamble adlı uluslararası bir tekele devreder. Kısa adı P&G olan bu tekel, Türkiye’deki şubesi haline gelen işletmede, ürün yelpazesini genişleterek, Pringles (İtalya’dan ithal ettiği gıda sanayisindeki patates cipsi), Orkid (çocuk ve kadınlar için pet bezler), İpana (diş macunu), Blendax, Pantene, Rejoise vb. (şampuan, vücut ve saç kremi) ile bunlara ait ara malların üretim ve dağıtımına da başlar. Tüm ürünleri için olduğu gibi aramalı ve hammaddeleri için de Ortadoğu’da İsrail merkezli bir dağıtım ağı kurar.
Fabrikanın sendikalaştığı 1983 yılından itibaren, bağlı olduğu sendika DİSK/Lastik-İş, iş değerlendirmesini kabul eder. Ücret ve istihdam politikası olarak iş değerlendirmesiyle her işçi, girdiği kısımda çalışır, başka bir kısma verilmez ve o kısma ait bir ücret alır. Ama kısımlar arası ücret farklılıkları ile ilk bölünme başlamıştır. Son krizle birlikte kısımlar arası değiş tokuş da başlar. Fabrikada vardiyalı çalışma vardır. Üç vardiyalı çalışmada 8–16, 16–24, 24–8 yerine, 8–16.30, 16–24.30, 24–8.30 olarak her vardiyada işçi başına 30 dakika uzatma yapılır.
P&G Turkey 1990’da, işletmede kalite sistemine geçmeye başlar. Kalite sistemi adım adım şöyle geliştirilir:

Kalite Sistemine Başlangıç: “0.” Adım
-“0.” Adım: 1990’da atılan ilk adımlar kalite sistemine hazırlık niteliğindedir. Duyurular, ideolojik propagandalar, eğitimler, kalite tarihi ile ilgili bilgiler, hedefler, altyapı çalışmaları olarak prosedürlerle sürdürülür. “İşçinin kendi fikriymiş” gibi yukarıdan dayatılan fikirler, “öneri”ler, “hedefler saptanmaya başlar. Çalışma biçimleri ve üretim girdilerine ilişkin datalar, veri kayıt formatlarında bilgisayarlara girer. Hammadde girişinden, tüketicinin kullanım süresine kadar ürün hakkında tüm detayların, tedarikçi firmalardan ürünün işlenmesine ve müşteri tarafından kullanımına kadar geçen tüm sürecin bilgilerinin bilgisayar sistemi içinde ayrıntılı bir biçimde raporlandığı, kolayca ve kısa sürede bu bilgilere ulaşılabilen bir denetim sistemi oluşturulur. Bu sistem, “merkez” tarafından üretilen prosedürlere göre formatları standartlaştırılmış bir çalışmanın ürünüdür.

Yüksek Performans Çalışma Sistemi (YPÇ)
İkinci Adım: Yüksek Performans Çalışma Sistemi (YPÇ) ile sürdürülen kalite çalışması, 1997’ye kadar kalite eğitimleri ile devam eder. Bu arada şirket, performansa göre ücreti, sendikalı işçilere dayatır. Sendikanın karşı tavrı buna izin vermez, fakat sendikasız çalışanlar üzerinde etkili olur. Bu sistem ile birlikte, işçiler arasında rekabet, ispiyonculuk, düşük performansla çalışanların yöneticiler (mühendisler) tarafından uyarılması, adım adım geliştirilerek yürütülür. Sistemin özellikleri ile ilgili eğitimler, her hafta düzenli olarak, uzun sürelerde yapılır. Her ay yöneticiler (veya her bölümün mühendisi) tek tek her işçi ile birebir görüşür. Bu yüzden buna “birebir kalite” de denir. Bu görüşmede;
1- Hedefler konusunda işçinin tutumu, gelecekte ne yapmak veya ne olmak, hangi kısma geçmek istediği, işyeri hakkındaki düşünceleri sorulur.
2- Performans durumu, puanlama koşulları, kaç “uyarı” aldığı vb. gibi değerlendirmeler yapılır.
3- Kaç “kaizen” yaptığı sorulur. Sistem veya makinalar ile ilgili sürekli geliştirme üstüne düşünce üretme anlamına gelen kaizen, her işçiden istenir ve bunu her ay, hatta her gün yapması veya en azından düşünmesi gerekir. Aslında her öneri veya düşünce, bir “kaizen”e tekabül eder. Bir kaizen örneği vermek gerekirse; “Paketleme bölümünde, iki makinenin bantlarının birleştirilerek tek bir makineyle iki bandın çalışması sağlanabilir” gibi. Bu uygulandığında iki istifçi sayısı bire düşürülür, yani bir işçi atılır. Kaizenler sonuç olarak işçi kıyımına ve daha çok yorgunluğa yol açar.
Bu görüşme sonrası işçilerin alacakları ücret tek tek belirlenmekle kalmaz, hangi işçinin çıkarılacağı ya da hangi bölüme geçeceğine de sözde “yönetimle birlikte” karar verilir. Performansı çok düşük çıkan, diğer işçilere ayak bağı olacağını düşünen işçi, “kendiliğinden işten çıkar.”
4- Yılda 3–4 kez de, farklı “audit”ler (test etme), yani sınavlar ve kredilendirme yapılır. Çevre, kalite sistemi içindeki uygulamalar, iş güvenliği, işçi sağlığı, verimlilik, vb. gibi konularda işçiler ve diğer çalışanlar testten geçirilir. Önceden eğitimlerde verilen bilgiler sorulur. Standartlara uygun iş yapılıp yapılmadığı değerlendirilir. Sınav sonucu puanlanarak, her kısma ait puanlama ile o kısmın işçilerinin performansına etkilendirilir.

Otonom Çalışma Sistemi = Toplam Verimli Bakım
– Öncekilere Otonom Çalışma Sistemi eklenerek, Entegre Çalışma Sistemi’ne ulaşılır. Bu şöyle formüle edilir: Kalite Sistemi + Yüksek Performans Sistemi + Otonom Sistem = Entegre Çalışma Sistemi.
– Entegre Çalışma Sistemi’ne 1997’den itibaren geçilmiştir. Bu sistem, ilk başlatılan kalite ve yüksek performans sistemlerine eklenen Otonom Sistem ile birlikte yürütülen bir çalışmadır. Toplam Verimli Bakım olarak, otonom sistemde ilk önce makineler yenilenir. Ya yeni bilgisayarlı makineler alınır ya da aynı makineler çok işlevli hale getirilir; bilgisayar eklenir, kapasitesi arttırılır vb. Fabrika dışından teknisyen grupları veya danışman şirketler gelerek, kendi proses geliştirme tekniklerini, kaizenlerini fabrikada komple uygulamaya sokarlar. Eğitimler verirler. Auditler yaparlar. Çıkarılacak işçilerin ve bölümlerin listelerini oluştururlar.
’97-’98 yıllarında, hem işçilere hem de mühendisler ve diğer çalışanlara verilen yüksek performans eğitimleri, ’99’dan itibaren “Otonom Eğitimleri” adını alır. Otonom sistem ilk tanıtıldığında, bütün işçiler tam destek verir, bu, işçilerin çok hoşuna gider. Yeni alınan makinelerle veya eskilerin teknik olarak geliştirilmiş haliyle -Leds sistemi- devreye girer. Yani her makine fotosell sistemi ile bilgisayarlı olarak çalışır ve bir hata olduğunda kendiliğinden durur. Hata ya da duruş nedeni, makinenin bilgisayar panosunda yazılıdır. Bir hata durumu, uyarı sistemi ile birlikte, sıkışma, yağ bitmesi, su kesilmesi vb. söz konusu olduğunu da bildirir. Makine başındaki işçi de buna bağlı olarak uyarılmış olur ve bu “uyarı” durumuna göre performans puanı düşürülür.
P&G’de son bir yıldır eğitimler sıklaştırılarak, hemen her gün 5–10 dakika ile sınırlı bir sınava dönüştürülmüştür. Eğitim sonucu sınavlar yapılarak, performans değerlendirme (buna bağlı olarak ücret belirleme) daha da hızlandırılmıştır. Her işçinin sınav sonucu (en az 70 puan almak gerekiyor yoksa tekrarlanıyor) performans puanına ekleniyor.
Şirket müdürü Dirk, her gün yaptığı bu eğitim ve sınavın amacını. “Vizyona verilen değeri ve ne kadar anlaşıldığını test etmek” olarak ifade ediyor.
Performans günlük üretim hızı ile ölçülürken, makinelerin üretim hızı, verimlilik ölçüsünde işçinin verimliliğini de ölçen bir bağımlılığı üretiyor. Bu nedenle, makine bakım ve onarım hızının en verimli olduğu otonom sistem devreye giriyor. Üretim sürekli artarken, işçi sayısı düşürülüyor. Mühendis sayısı ise aynı kalıyor veya hatta artırılıyor. Makinelerin bakım ve onarımını yapan işçiler olduğuna göre mühendislerin görevinin, kalite sistemini ve çember gruplarını yönetmek üzere tekelin yöneticiliğini yapmakla sınırlı olduğu da ortaya çıkıyor
Buna örnek olarak;
Bütün fabrikada 1997’de, yaklaşık 400 işçi ve 100 civarında mühendis çalışırken üretim 600 msü’dür, (1 msü=1.2 ton). Bu kapasite,
2000’de   190 işçi  100 mühendis ile 700 msü’ye
2001’de   190 işçi  100 mühendis ile 1200 msü’ye çıkar.
Yaşanan son krizden bu yana da gerçekleşen üretim 700 msü civarında. (Şubat 2001).
Üç yıl önce, fabrikanın basına gelen Belçikalı Müdür Dirk, baştan sona tüm fabrikada revizyona giderken en önemli alan olarak makine bakımı görür. “Toplam Verimli Bakım”, diğer adıyla “Toplam Üretken Bakım” başlığının kullanıldığı ve Toplam Kalite Yönetiminin en önemli unsuru olarak kabul edilen bu sisteme ait eğitimler, çok önemsenir. Burada verilen eğitim notları, Erdemir Demir-Çelik fabrikasındaki eğitimlerin aynısı kullanılarak yapılır. Erdemir’de de aynı sistem çalışmaları vardır ve işçiler DİSK/Maden-İş’e üyedir.
Otonom Sistem çerçevesinde uygulanan Toplam Üretken Bakım (TÜB), Japon uzmanlarca yapılan tanımına göre 5 adımdan oluşur:
1- Üretim sisteminin verimliliğini en üst düzeye çıkaracak bir şirket kültürünün oluşturulması.
2- Tüm üretim sisteminin beklenen hayatı boyunca, kayıpları önleyerek, sıfırlama hedeflerini, “sıfır kaza”, “sıfır hata” şeklinde sağlayabilmek için, bir “genba-genbutsu” sisteminin kurulması.
3- Organizasyonun, üretim, geliştirme, satışlar, yönetim gibi tüm fonksiyonlarının katılımı.
4- Kuruluşun tüm elemanlarının, üst yönetimden ön saf çalışanlarına kadar görevlendirilmesi.
5- Ardışık ve örtüşen küçük grup yapılanmasıyla, sıfır kayba ulaşılması.
Burada sözü edilen “ardışık ve örtüşen küçük grup yapılanması” ile çember-ekip çalışmasındaki kalite çemberlerinden söz edilmektedir.
ERDEMİR’de ISO 9002 Kalite Güvence Sistemi ve ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi oluşturulurken, verilen eğitimlerde şunlar söylenmektedir:
“Böyle bir programın uygulanması uzun soluklu bir iştir. Planlı ve dikkatli hareket edildiği, aceleye yer verilmediği oranda başarı, kaçınılmazdır. Toplam Verimli Bakım (TÜB), bir YÖNETİM sistemidir. Böyle bir projenin başarılı olabilmesi için, birinci koşul, ÜST VE ORTA YÖNETİMİN bu işe tam katılımıdır. En önemli koşullardan ikincisi ise, ÇALIŞANLARIN (işçiler) bu olaya inandırılması ve ikna edilmesidir.”
ERDEMİR eğitim notlarından alınan bu mizah, P&G tekelinin uluslararası tüm fabrikaları ve dağıtım merkezlerinde uygulanmak üzere sistematize edilir. Adım adım uygulamaya konur.
Rekabet için herkesin ikna edilerek bireyciliğin kışkırtıldığı bir şirket kültürünün oluşturulması açısından ilk adımlar atılırken, kapitalist işletmeciliğin rekabet gücü her adımda öne çıkarılan en büyük veri olarak alınır. “Benim rakibim olan firmanın koşullarına erişemezsem kapanırım, ya da aynı koşullarda rekabet gücüne kavuşmam gerek” teranesi her seferinde işçi sınıfının karşısına dikilir. P&G İstanbul fabrikasında da bu dayatma, Otonom Sistem uygulamasında TÜB fonksiyonlarının her birinde psikolojik bir baskı gücü yaratarak, kabullendirici/dayatıcı etkisini sürdürür. Sistem geliştirme programlan, tüm ekiplerce planlanarak, projeler üretilmesi teşvik edilir, ekipler arası rekabet kışkırtılarak uygulamaya konur.
Rekabetin bu gereğine ve olanağına dayanarak Genel Müdür Dirk, işçilere, 3 ay önce, “üretimi daraltacağını”, bu nedenle “her işçiye 2 ayda 4 hafta ücretsiz izin” yaptıracağını söyledi. Sendikada yapılan toplantılarda bu uygulamaya karşı çıkılarak, bu süre en fazla 3 haftaya indirildi. Daha fazlası ellerinden gelemedi. Her işçi geçen ay 2 hafta, bu ay 1 hafta olmak üzere ücretsiz izine çıkarıldı. (Temmuz-Ağustos 2001). Patron, “Ücretsiz izinleri kabul etmezseniz 40 işçi atarım” ya da “Herkes direnirse tüm fabrikayı kapatır, giderim” diye işçileri tehdit etti. “Keşke direniş yapsanız, üretimi azaltır ya da durdurur, Rusya’ya ya da Mısır’a kaydırırım” dedi. Çünkü işletmedeki işçiler arasında yaratılan rekabet, aynı zamanda, P&G Çekoslovakya, Rusya, Mısır, Çin, Uzak-Doğu vb. işyerlerindeki işçiler arasında da sürüyor.
Pahalı ya da verimsiz üretim yapan işletmelerde üretim azaltılıyor, kapanma noktasına getiriliyor. Ucuz işgücü olan, ama aynı zamanda daha az riskli olan ülkelere doğru üretim kaydırılıyor. Örneğin; Pantene ve Rejoice gibi şampuan ürünleri, 2 yıl öncesine kadar Sefaköy’deki fabrikada üretiliyordu. Şimdi, buradaki şampuan bölümü kapatılarak, Fransa’dan getirilen aynı ürünlerin dağıtımı, bu fabrika üstünden iç piyasaya ve tüm Ortadoğu’ya İsrail merkezli olarak yapılıyor. İthal ürünlerin dağıtımının bir kısmı da Çayırova’da bulunan depodan yapılıyor. Hammaddeler, soda, kostik. enzimler, savinas vb. önceleri Avrupa’dan geliyordu, son 2 yıldır Romanya’dan, Tayvan’dan ve Çin’den gelmeye başladı.
Kalite+Yüksek Performans+Otonom Sistemleri’nin ortaklaştırıldığı bu Entegre Çalışma Sistemi’nin bir parçasını da, “sonuçlar üstünden geriye dönük bakış” olarak adlandırılan bir organizasyon; müşteriler, çalışanlar ve ekiplerle birlikte takım ruhunu geliştirme kutlamaları oluşturur. Örneğin çalışanların doğum günleri birlikte kutlanır.

* * *
P&G işçisinin yarısı sendikalarında yapılan toplantılara katılıyor, ama sendikacıların verdiği kalite karşıtı eğitimlerin bir alternatif üretemediğini düşünüyor. Uluslararası bir dayanışmanın arayışına giren işçilere göre, tekelin 30’dan fazla ülkede bulunan işletmelerinden sadece üçünde sendika var. Diğer ülkelerdeki işletmelerde işçilerin örgütsüz olması nedeniyle dayanışma ve örgütlenmede sorunlar olduğunu düşünüyorlar.
Her üç ayda bir yapılan sendika temsilciler toplantısının sorunlarını çözmekten uzak kaldığını, farklı işletmelerdeki farklı uygulamalardan kaynaklanan sorunları tartışan bir konumda olduğunu ve pek bir şey yapılamadığını ifade ediyor P&G işçileri. Aynı tekele ait işyerlerinde ortak bir örgütlenmenin daha doğru olacağını, ama bunun için de bilgi eksikliği çektiklerini vurguluyorlar.

* * *
Yukarıda verilen örnek, yabancı sermayeye açılan tüm işletmeler için geçerli olan bir kesit sunuyor. Hükümetin yeni aldığı kararlar ve sermaye örgütlerinin “yabancı sermayeye yeteri kadar açılamadık” hayıflanmalarına bakılırsa, bu sisteme uygun zeminin yeteri kadar düzenlenemediğini veya düzenlenemeyeceğini düşünebiliriz. Ama verilen uğraşların önemli bir kısmının, “dünyaya açılma” adına şirketleri yabancı sermayenin talanına ve denetimine açmanın ve buna uygun bir üretim tekniğini oturtmanın hesapları olarak ortaya çıktığını söylemek gerekiyor. Özellikle son birkaç yıldır, bizimki gibi geleneklerine bağlı toplumlarda zorlanan bir yapılanma olan Toplam Kalite Yönetimi ve uygulamaları, tüm direnişlere karşın hızla yaygınlaşıyor.
Bu örnek, bize, dünya ölçeğinde kapitalist tekellerin aldığı kararlar ve uygulamalarının, üretim biçiminin üst yapı fonksiyonlarında olduğu kadar alt yapının fonksiyonel gidişatı hakkında da, tekellerin el attıkları ülke işletmelerinde alacakları pozisyon ve yöntemleri bakımından da bir fikir veriyor. Benzer uygulamalar, her tekelin kendi bünyesine uygun program ve verilerle sürdürülse de, üç aşağı-beş yukarı aynı süreçlerden geçiyor. Bunların hemen tümünde; ABD menşeli, Japon ekonomisinde mayalanmış ve oradan Doğu Asya başta olmak üzere Avrupa ve diğer ülkelere de yaygınlaştırılan bir metodolojinin genel çerçevesine uygun bir kesit görmek mümkün.
Aynı zamanda, alt işletmecilik olarak taşeron işletmeciliğinin yaygınlaştığı üretimde, merkez işletmelere, mamul, ara mamul ya da hammadde üretmek üzere “just in-time” yani tam zamanında, sipariş üstüne üretim yapan bir üretim örgütlenmesini, tüm dünya ülkelerine yaygınlaştırmada kullanılan bir metodoloji ile de karşı karşıyayız.
Tekellerin dünya pazarlarını paylaşmada ve kendi aralarındaki hegemonya mücadelesinde, girdikleri ülkenin ekonomik, siyasal, sendikal vb. tüm kurum ve kuruluşlarında, bu paylaşımın kolaylaştırılmasının yol ve yöntemleri olarak bu metotlara yöneldiklerini gözlüyoruz. (Toplam Kalite sistemi içinde yer alan, QS, AS/14.000, ISO–9000–2001 versiyonu gibi.) Özellikle gelişmemiş ülke yönetimleri de bu gidişata ayak uydurmaya çalışıyor.
Emperyalizmin sadece üst yapı kurumlarını değil, ama aynı zamanda, alt yapıyı, ekonominin en alt köşe taşlarına kadar denetleyebileceği bir yayılmacılığın geliştiği bu süreci; eski türden yayılmacılığa / sömürgeciliğe özgü olan, başlıca üst yapı kurumlarında esaret zinciri kurma metotlarıyla açıklamak yetmez. Geçen yüzyıl boyunca tüm ekonomik yaşamı, bütün bir üretim sürecini egemenliği altına alan tekeller, günümüzde, -üretim tekniği de içinde olmak üzere- emeğin ve üretimin, yüksek tekel karını garanti eden yeni örgütlenmelerini hayata geçirmektedirler. Şimdi söz konusu olan, “dünyaya yayılma” süreci içinde ortaya çıkan, şirket örgütlenmeleri ve şirket yapılarının iç sistemlerinde, “çağa ayak uydurma” adına, modern teknolojinin üstünlüğüne duyulan hayranlıkla birlikte, ideolojik bir yanıltma eşliğinde, kalite sisteminin yaygınlaştırıldığı bir süreçtir. Yanıltma diyoruz, çünkü kalite sistemi, insan mantığının yanılgıları üzerine inşa edilen bir teoridir. Pratiği ise, bu teorinin üzerinden hareket ettiği yanılgıları ile muteberdir. Sisteme ilişkin detaylarda ortaya çıkan yanılgı ve aldatmacaların bolluğu ve her gün yaşanırlığı bir yana, onun, en temel birkaç kavramı bile nasıl çarpıttığını biraz açalım:
Kalite, üretken bir insanın, bir ekonomi biriminin ya da bir kurumun, reddetmeyeceği bir genel kavram olarak; teknoloji de, insanoğlunun yaşamını daha güzel kılan, onun yaşamını kolaylaştıran bir araç olarak, kolay kabul edilir argümanlardır. “Bilimsel teknik devrim” ise, sosyal bir gelişme amacı taşıyan herkesin, her toplumun kolayca sarılabileceği bir kavramdır ve bilimin tarihsel gücünün dokunulmazlığı üstüne oturtulur. Ama aynı zamanda, yenilenen teknoloji ve kalite sistemleri içinde verimlilik, işçi sınıfını ve daha da önemlisi teknokratları sermaye lehine ikna metodudur. Özellikle, küçültülmüş ya da parçalanmış üretim süreçleri üzerinde merkezin (tekel) kontrolünü artırırlar ve buna karşın, sürekli bir çalışmaya gereksinim duymayacak esneklikte bir iş yaşamı yaratmaya çalışan bir sisteme ait oldukları saklanır. Aslında ne kalite, ne de verimlilik gerçek anlamında kullanılmaktadır. Her iki argümanın da kullanılışı, küçük ölçeklere parçalanmış bir üretim sürecinde emeğin kontrolünü en sıkı biçimde elde tutma ve onu baskı altına alma yöntemi olarak üretilen Toplam Kalite Yönetimi’ni tüm işyerlerinde ve özellikle işçilere kabullendirmek amacını taşımaktadır.

MAKİNE VE TEKNİĞİN GELİŞİMİNDE TARİHSEL SONUÇLAR
Sanayi devrimi ile birlikte manifaktür sanayinin doğal işbölümü ile ustalaşan, kullandığı makine karşısında ona hâkim güç olan işçi, sanayinin geliştirerek üretime soktuğu otomatik makineler karşısında, makineye bağlı ve “onun tarafından kullanılan”, onun kölesi haline getirilen basit bir emekçi durumuna gelir. Otomatik makinelerin esareti altında, burjuvazi, emek değeri düşürülen ve gittikçe daha değersiz hale gelmiş basit emeğe olan ihtiyacını, her zaman kolayca giderebilir. İşçi, emek, kapitalist karşısında güçsüzleşerek, ona daha çok tabi hale gelir. Makine, işçi üstünde hâkimiyetini kurar ve onu basit bir araç gibi kullanıp atar. Otomasyon, makinelerin hızı arttıkça, verimlilik de artacağı için, daha çok emek harcayarak eskisine göre daha çok yorulan işçinin, birim zamanda daha çok üretim yapar hale gelmesini sağlar, işgücünün değeri makine karşısında küçülen işçinin, ücreti de bir o kadar azalır. Makine ile karşı karşıya gelen işçi, yarattığı artı-değerin sahibi kapitalistten çok makineyi düşman olarak görür. İlkel kapitalist sistemin manifaktür sonrası ortaya çıkardığı bu durumda, 17. ve 18. yüzyıl boyunca işçi sınıfı, kendine hasım olarak makineyi görmüş, makineleri kırma eylemlerine girişmiştir. Kapitalistlere karşı sendikal birlikler kurmaları ise, genelde eşit işe eşit ücret ve daha kısa süreli işgünü talepleri için verdikleri mücadele dönemiyle birlikte bu tarihlerde başlar. Patronlar ise, 14–16 saat çalıştırdıkları işçilerin büyük bir kısmını, makineleşmenin verdiği olanaklarla fırlatıp atarken, ücretleri düşürmek, kadın ve çocuk emeğine yönelmek, -ticari bakımdan- diğer ülkelere yayılmak gibi olanaklara kavuşmuşlardır.
Kapitalist sistemin başlangıcındaki makineleşmenin gelişmesine bağlı olarak sömürünün sürekli artması ve bunun işgücünün değerini ucuzlatması ile yine aynı sonuçlan üreten bugünkü otomasyon tekniğine dayalı makineleşmeye bağlı olarak yeni tekniklerin uygulamaya girdiği ve bilgisayar tekniğinin adapte edildiği geliştirilmiş sistem başlıca şu noktada farklılaşır: Eskiden makinelerin bakım, onarım ve ürünün kalite kontrolünü denetleme ile görevli olan ustabaşları ve el emeğinde eğitim görmüş teknikerler ya da mühendislerin yerine; makinelerin bakım, onarım ve denetim işlevini de üstlenerek daha çok kafa ve el emeği harcamalarını sağlayan bir sistemin köleleri olarak, her makinenin başındaki işçi geçirilmiştir. Bu teknik ve örgütsel gelişim sayesinde, ara tabakalara ve uzman emeğe en az gereksinim duyulan ve ara tabakaların işlevsizleştirilmesiyle mali olarak rahatlayan bir sistem oluşturarak, bu kesime ait emek harcanışının da makine başındaki işçinin sırtına yıkılması dolayımıyla ek kâr elde etmeye yönelmiştir. Ondan da öte, işçiye, özellikle kalifiye işçiye olan bağımlılığından önemli oranda kurtulmuştur. Basitleştirilmiş emeği istediği zaman kaldırıp atması kolaylaşmıştır.
Burada, Marks’ın Kapital’inin makineler karşısında işçinin durumunu anlatan bölümünden bir pasaj aktaralım:
“…makine, işçinin karşısına daima onun sırtını yere getiren ve devamlı olarak gereksiz kılan bir rakip gibi çıkmakla kalmaz. Aynı zamanda, o, işçiye düşman bir güçtür ve bunu, sermaye, hem bütün gücüyle ilan eder, hem de bundan yararlanır. O, grevleri, işçi sınıfının sermayenin tahakkümüne karşı bu devresel başkaldırmalarını ezmede en güçlü silahtır, ‘işlemlerin nefesle yapıldığı cam ve şişe fabrikalarında, patron ile işçiler arasındaki ilişki kronik bir grev halindedir’. Başlıca işlemlerin makine ile yapıldığı basınçlı cam fabrikalarının gelişme nedeni işte budur. Newcastle’de eskiden nefesle 350.000 libre billur cam üreten bir fabrika, şimdi bunun yerine basınçla 3.000.500 libre cam üretmektedir. (1865. Ch. Empl.Comm. Fourth Rep.) Gazkell’e göre, buharlı makine daha işin başında insan gücünün hasmı ve düşmanı idi ve kapitalist, yeni doğan fabrika sistemini bir bunalımla tehdit eden işçilerin artan taleplerini ezmede, bu düşmanlıktan yararlanmıştır. Salt işçi sınıfının ayaklanmalarına karşı sermayenin eline silah vermek amacıyla 1830’dan beri yapılan icatların bir tarihini yazmak mümkündür. Otomatik sistemde yeni bir dönem açtığı için, bu önemli buluşların başında, kendi kendine işleyen tezgâh yer alır. ‘W.Fairbairn, kendine ait işyerlerindeki grevler sonucu, makine yapımında kullanılan, birkaç çok önemli makine bulmuştur’.
Buharlı çekici bulan Nasmyth, Sendikalar Birliği Komisyonu önünde, 1851 yılında makinistlerin yaygın ve uzun süren grevleri sonucu, kendisinin makineler üzerine yapmış olduğu gelişmeler konusunda şu açıklamalarda bulunmuştur: “Bizim modern mekanik geliştirmemizin başlıca özelliği, kendi kendine hareket eden makine-aletlerin sisteme katılmasıdır. Şimdi artık her makine işçisinin ya da hatta çocuğun yapabileceği şey, bizzat çalışmak değil, güzel güzel işleyen makineye yalnızca göz kulak olmaktır. Salt hünerlerine dayanan tüm işçiler sınıfına artık gereksinme kalmamıştır. Eskiden her makinistin yanında, dört çocuk çalıştırırdım. Yeni mekanik düzenlemeler nedeniyle yetişkin işçi sayısını 1.500’den 750’ye indirdim. Böylece kârım oldukça artmış oldu.’…” (Kapital 1. Cilt, sf:417, 5. Baskı)
Makinenin kapitalist kullanımına, makinenin geliştirilmesine ya da sanayide kullanımına karşı uzun süreli bir karşı çıkış, makinelerin parçalanması, yeni icatların işyerlerine sokulmaması, sadece işçi sınıfından gelmez. Bazı ülkelerde hükümet yetkililerinin de, makinelere yenilik getiren icatlara karşı, onları gizleyerek, hatta mucitlerini boğazlatarak, işçi ayaklanmalarını önlemeye yönelik tedbirler aldıklarına da tarihte rastlanır. Çünkü her icat, işçilerin büyük tepkisiyle karşılanmaya başlar. Yeni makineler kırılır. İşçiler giderek ayaklanır, yığınlar halinde hükümete yürür.
Oysa bugün, işçilerin makine karşısındaki durumu, 150 yıl öncesine göre daha da korkunç bir zulümle, baskı ve egemenlik sonuçları doğuran bir gelişme göstermesine karşın, onu göklere çıkaran sermayenin ağzına hayranlıkla bakan işçi ve teknisyenlerin, onu kutsaması sağlanmış gibidir.
Makinelere eklenen bilgisayar, fotosell, hem baskı hem de sıkı bir kontrolü içermesine karşın, işçiler açısından işlerini rahatlatma ya da “güzel güzel onu yönetme” gibi bir uğraş derekesine düşürülmüş olmasının verdiği bir hoşnutlukla, kabullenilmiş görünür. Oysa makineyi, ücretleri düşüren, daha az işçi ile daha çok kâr sağlayan bir kapı olarak gören sermaye, aynı zamanda onu, kendine karşı yürütülen mücadeleye karşı bir kalkan, işçi sınıfına karşı korunduğu bir silah olarak kullanır. Nasıl?
El emeği ve göz nuru dökerek ürettiği ürünleri uzun sürede ve hatalı olarak üretmek yerine, az hata ve daha çok üretim sağlayan makinelere kavuşmak, her işçinin isteyeceği bir gelişmedir. Ama kısa bir süre sonra, makinenin hızına ayak uydurmak ve üstelik makinenin bakım ve onarım işlerini de üstlenmek zorunda bırakılan işçi, yanı sıra, daha çok ürünün kalite kontrolünün de sorumluluğunu almak durumunda kaldığı için, eskisine göre birkaç kat daha fazla yorulduğunu fark edecektir. Çünkü genellikle bilgisayara endekslenmiş yeni makine, hatayı anında göstererek, işçiyi eskisine göre daha çok esiri durumuna getirmektedir. Aynı zamanda, daha az işçi ile daha çok üretim yapılmaya başlanması, işçilerin çoğunun işten atılmasına neden olur. Böylece, her an işten atılma korkusu, daha basite indirgenmiş emek, dolayısıyla değeri azalan işgücü ve ücretlerindeki sürekli azalışla birlikte, daha yoğun çalışma günlerine boyun eğme zorlamasına yol açar.
Kontrol mekanizması geliştirilen makine, verimlilik bakımından işçiyi kontrol ederken, aynı zamanda, üretim tekniğinin elverdiği ekonomi dışı bir kontrolör, yani tekelci denetim mekanizmasının bir parçası olarak da işçinin karşısına çıkmaktadır. İşçi ve teknik kadro, sadece çalıştığı işyerinin değil, bağlı olduğu tekelin tüm siyasal ve ekonomik yaptırımları açısından da denetlenmeye hazır hale getirilir. Üretim tekniği, sadece makinelere bağlı olarak değil, aynı zamanda, standartlaştırılmış bir dizi metotla, işçiyi sermaye karşısında güçsüz bırakan gruplandırma ve çember oluşturma gibi tekniklerle de, doğrudan tekellerin denetimine tabi duruma getirir. Bu denetim, üretimin süreçlerinde yapılan tüm işlerin giderek bilgisayarlara geçirilmesiyle olduğu kadar, tekniğin gelişiminde işçinin de fikir üretmesi zorlamasıyla yürütülen, üstelik bu işlemi bir de “demokratik katılımcılık” ya da “yönetime katılma biçimi” olarak sunan ve işçi sınıfının fikri (ideolojik) açıdan da ele geçirilmesiyle sonuçlanan bir baskı tekniği ile sürdürülmesini sağlar. Sözde insana değer verilir, işçinin fikri sorulur, gerçekte ise işçinin sermaye karşısındaki köleliği derinleştirilmiştir.
Makinelerin geliştirilmesine bağlı olarak yaratılan değerler toplamı, uygulanan yeni üretim yöntemlerinden de hız alarak sürekli artarken, işçinin verimliliği de aynı ölçüde bir artış gösterir. Bu artış, işçinin yaşamına fazladan bir değer kattığı ya da yaşamını güzelleştirdiği ölçüde bir anlam taşır. Oysa işsizliğe, düşük ücretlere, ihtiyaçlarının karşılanamaması gibi sonuçlara daha çok yol açtıkça, işçi ve emekçiler için, ancak yeni bir mücadele dürtüsü olarak anlam ifade eder. Hatta makine karşısında elleri kolları tümden bağlanmış haliyle, saat ücretleri bile makinelerin verdiği veriler ile ölçülür hale geldiği ölçüde, işçinin de emek-gücünün değeri düşer, işçi değersizleşir ve iş yapma kapasitesi (verimliliği) gittikçe artmasına karşın değersizleşmeye, genelde tüm işçi sınıfı açısından hiçleşmeye mahkûm edilmeye çalışılır. Bu değersizleşme, sadece işçinin çalıştığı fabrika ile sınırlı kalmaz, sınıfın geneline yayılan bir etkide de bulunur. Makinelerin üretkenliğinin arttığı ölçüde işsizliğin artmasıyla başka emek pazarlarına yönelen her işçi, bu pazarlarda işçi ücretlerinin daha da düşürülmesinin koşullarını yaratır.

VERİMLİLİK GERÇEK ANLAMINI YİTİRMİŞ, KARIN ARTTIRILMASI OLARAK BİÇİMLENMİŞTİR
Bugün sözü çok edilen verimliliğin, 250 yıl önce uygulanmış artı-değer sömürüsünün yarattığı verimlilikten pek farklı olmadığı görülür. Tek farkı, denetleme mekanizmasında oluşturulmuş teknik bazı düzenlemelerden ibarettir. Makinelerdeki olgunlaşma, günümüzde sadece, kapitalist sermayenin daha çok kâr elde etmesi ve sömürüyü denetlemesinde yeni bazı metotları kullanmasına yol açmıştır. Verimliliğin artışı ise, kârın artışını sağlamaya yönelik bir yanılsama yaratma amaçlı olarak kullanılmaktadır. Çünkü verimlilik, üretimin sürdürülmesinde ya da gerçekleşmesinde istikrarlılık koşuluyla mümkün olur. Bunu, sürekli işçi çıkaran ve işsizliği artıran bir üretim sürecinde, işyerlerini kapatarak, üretimi düşürerek, ücretsiz izinlerle hak gasplarını da içermek üzere işçileri geçici işsizliğe sürükleyerek daha az verimli duruma getirilen makinelerin duruşu ya da yatışında, kapasite azaltmanda izlemek mümkündür. Sonuçları kaçınılmazlıkla bunlar olan yeni kapitalist üretim teknik ve yöntemlerinin uygulanması koşullarında, tüm yüksek perdeden ortaya atılışlarına karşın verimliliğe ilişkin iddiaların boş ve kof olduğu ortadadır.
P&G örneği, ilkel kapitalist sömürünün aşırı ve tekdüze bir biçimine tekrar dönüşten öte, bağımlılık ve denetim altına alınan bir ekonomik sistemin, emperyalist aşamadaki görünümünü vermektedir. Burada, sistemin daha verimli çalışan makinelere sahip olmasıyla, üretimi daha verimli hale getiremediğini görürüz. Duruş-kalkış sürecini tümüyle otomata bağlayan ’97’de yeni gelen makineler, ancak, tam kapasite çalıştırılmaları için geliştirilen kalite sistemi ile verimli hale getirilebilmektedir. Ama bu verimlilik, işçi sayısını yarı yarıya düşürme ile sonuçlanmıştır. Ürünün kullanımında, işçilerden yarısı, bu ürünü alamaz ya da daha az kullanabilir duruma gelirken, fazla ürün çıkarmanın gereği de ortadan kalkar, işsizliğin artışı ve tüm üretim alanlarına, diğer sektörlere de yayılması sonucu, yoksullaşma ve gereksinimlerini karşılarken daha azla yetinmek zorunda kalan işsizler ordusunun büyümesi, fazla üretimin gereğini de kendiliğinden ortadan kaldırır. Dolayısıyla, işçinin alım gücü sürekli düşerken, fazla üretimin bir anlamı kalmaz ve kriz, üretimin -hem de eskisinden daha hızlı- büyümeye devam ettiği koşullarda, küçük bir azınlığın bol harcamasına rağmen, işçi sınıfının ve işsizler ordusunun ihtiyaçlarını teminde düşürüldüğü darlığın sonucu oluşur. Aşırı üretim, bu nedenle, krizin nedenidir ve gerek makineleşme gerekse verimliliğe vurgu yapan yeni üretim teknik ve yöntemleri, bu nedeni daha geniş ölçekli olarak işlevselleştirerek, daha çok kriz üretmeye, krizler arası süreyi kısaltmaya ve krizlerin yıkıcılığını artırmaya, verimlilikle birlikte üretimin bizzat kendisini de düşüşe götürmeye hizmet etmektedir.
Örneğimizde olduğu gibi, 2000 yılında 1200 msü kapasiteye ulaşan makinelerin, kriz nedeniyle 700 msü kapasite ile çalıştırılması gerekmiş, böylece verimliliği 500 msü düşürülmüştür. Ücretsiz izinlerle de, üretimde sürekli düşüş planlanmaktadır. Ücret alamadığı sürece işçinin, alım kapasitesi de düşecektir. Ürünlerin diğer pazarlara satılması açısından da, bu pazarların da doygunluğu ya da kriz tarafından tahrip edilmesi nedeniyle aynı görüntüyle karşılaşılacağı ortadadır. Çünkü kriz, tek bir ülkeye aitmiş gibi görünse de, emperyalist döneme özgü olarak tüm sisteme aittir. Dolayısıyla, kapitalizmin bu yeni sistemi (kalite sistemi), bizzat kendi krizini kendi yaratmakta ya da kapitalizmin yol arkadaşı olan krizlerini derinleştirici etkide bulunmaktadır.
Gelişkin makineler, üretimin kapasitesini arttırdıkça, -aşırı büyüyecek üretimi kucaklamak üzere pazarlar aynı ölçekte büyümediği için, zorunlu olarak- kullanım süresi bir o kadar azalacağı için, verimli kullanımdan söz etmek abestir. Makinelerin verimi de bir o kadar düşer. Bu, kârlarda da genel bir düşüşe neden olur. Zaten bu nedenle, ortalama kar oranının düşmesi eğilimi, kapitalizmin yasası durumundadır. Tekeller, her ne kadar ek tekel karına yol açarak kendi lehlerine bu eğilimin üstesinden gelmeye yönelseler de, düşüşün büyümesi, sonunda onları da etkilemekte, en azından ek karlarından bir kısmını götürmektedir.
Yüksek teknoloji, sürekli bir işçi kıyımının da yolunu açar ve emek sömürüsünü azami hadlerde tutarken, kapitalisti, sisteme karşı gelişen mücadelenin önünü tıkayacak metodular geliştirmeye zorlamaktadır.
Bu nedenle, aslında krizi derinleştiren kalite sistemi, krizin, kapitalizmin emperyalist döneme özgü genel bunalımının yol açmakta olduğu sarsıntıyı kendi yararına dönüştürme çabasının bir ürünü olarak da ortaya çıkar. İşçi atımı ve daha çok sömürü, kaba bir yöntemle olmaktan çok, istihdamına devam edilecek işçinin -ikna edilip içselleştirilme aracılığıyla- kabullenmesini sağlamaya yönelik bir metodoloji ile yapılabilir hale getirilir. Her ay işçiler, işte kalıp kalmayacaklarını, ücretlerinin düşüş veya artışını “belirleyecekleri” sınavlara tabi tutulur. Yani kendi istekleri ile ücretlerini düşürüyor veya işten çıkıyor “imiş” gibi gösterilirler. Böylece işçiler, ilk başlangıçta uygulamaya konan yönteme ve yeni makinelere “olur” vererek veya destekleyerek kendi geleceklerini kendileri tehlikeye atmaya yöneltilirler.
Kalite sistemi ile her ülke ve her işletmenin içine yuvarlanmaktan kaçınamadığı kriz etkenlerinin ağırlaşmasından sonra, emperyalist kapitalizmin, tekellerin tüm makinelerde ve üretim tekniklerinde ortak standartları yaymak üzere ve bundan da daha fazla, kâr oranları ve kitlesini garanti altına almaya yönelik bir düzenleme ile makineleri daha etkin kullanıma sokmaya çalıştığı bir yöntem geliştirdiğini görürüz. Bu standardizasyon çabası, tekellerin, merkez işletmelerde yaratılan artı-değerin, azami hadleri gözetilerek bütün ülkelerde yaratıları artı-değeri de kendine ekleyerek, üretim sürecini tam denetimine almaya çalıştığı bir artı-değer sömürüsünü merkezileştirme çabasının ifadesidir. Merkez işletmelerde teknik olarak yaratılan standartları, yaydıkları kolları vasıtasıyla, faaliyet alanını oluşturan tüm ülkelerde mümkün olan en büyük ölçekte artı-değere el koymak üzere, bu standartların dışında üretime izin vermeyen bir dayatma ile gerçekleştirme ve denetleme işlevini geliştirdiklerini görürüz. Ve artık kapitalistler de, tekelci dönemle birlikte sahip oldukları konumun doruğunda, işyerinden bütünüyle kopmuş olmakla kalmaz; sistemin bütünü içinde mekanı -ve hatta belli başlı hissedarlar ve bir türden hisse sahibi kılınmış yöneticiler (manager) hesaba katıldığında sayısı bile- belirsiz kompleks bir yönetici sınıf olarak işçinin karşısına çıkmaktadır. Sermaye, doğrudan işçinin karşısına çıkan yönetici kategori olarak ise, teknik bakımdan emeğini değersizleştirdiği mühendisi koymaktadır.
Dolayısıyla şimdiye kadar mücadelesini başlangıçta makinelere karşı yapan, ardından sendikalaşarak patronlara karşı çok çeşitli biçimlerde mücadele eden işçinin, artık, sendikal yönüyle bile, doğrudan sisteme karşı bir mücadele vermekten başka bir olanağı kalmamıştır. Ve böylece hem ideolojik hem de ekonomik ve politik mücadelesinde, daha keskin ve zorbaca bir baskıyla yüz yüzedir.
Çünkü emeğin sömürüsünü artıran makine karşısında işçinin bugünkü durumu, eskisine göre çok daha yoğun bir emek sömürüsü ve bağımlılık içermekle kalmayıp, aynı zamanda, daha ince bir fikren köleleştirilme politikasının mağduru haline getirilmiştir.
Krizler karşısında günün kapitalisti, üretimini, üretim mekânını değiştirme ya da işçi kaydırma, stoksuz üretim yapma, daha az gelişmiş bölgelere yayılma vb. gibi yöntemlerle krizin etkisinden kurtulmaya çalışır. Ama aşırı üretilen makineler -ve ara ve tüketim malları- hurdaya atılır, hatta işçilerin çoğunun işsiz kalmasına neden olarak fabrikalar kapatılırken, hurda makinelerin yer değiştirilmesiyle sağlanan “yenilenme”, “yeni teknoloji” getirme adına başka ülkelere kaydırma ve “yeni bir sistem yaratma” aracılığıyla etkin olmaya çalışılır. Oysa kapitalizmin genel bunalımı ağırlaştırdığı kriz, bir ya da birkaç ülkede değil, tüm ülkelerde -sermaye ve- ürün fazlalığını ifade eder, ama tekellerin kaçacağı her yerde aynı sorunlarla karşı karşıya gelmesi de kaçınılmazdır.

KALİTE SİSTEMİ İŞ DEĞERLENDİRME SİSTEMİNİN ÜSTÜNE İNŞA EDİLİYOR
Kalite sistemi, “iş değerlendirmesi”nin üstüne inşa edildi. İşletmeler, önce kısımlara bölündü. Bu kısımlar arasında rekabet ve “müşteri mutluluğu” olarak sisteme giren, kısımlar arasında ayrı şirketlerin elemanı imiş gibi çalışan ve ürün alış-verişi yapan gruplar oluşturuldu. Bu gruplar içinde de her işçi, birbirini denetleyen ve birbiri hakkında bilgi toplayan ve birbirini harcamaya zorlanan bir rekabete sokuldu. Bu sürecin hazmettirme dönemine bakılırsa, gruplar arası rekabetin mayasının, iş değerlendirmesiyle oluşturulduğu görülür. İş değerlendirmesinde işçiye kabul ettirilen fikir, herkesin ayrı eğitim ve becerilerinin olduğu, iş yapma kapasitelerinin farklı olduğu, daha çok çalışan ve üreten işçinin daha çok ücret alması gerektiği, kalifiye işçinin düz işçiden farklı ücrete layık olduğu gibi, işçi sınıfını, toplu bir güç olarak, birlikte mücadeleden ve dayanışmadan alıkoyan bir düşünce sisteminin yerleştirilmesiydi.
Sendikaların ilk ortaya çıktığı dönemlerde işçi sınıfının kapitaliste karşı mücadelesi, kendi aralarındaki rekabeti önleyecek birlik ve gücünün, eşit bir ücret talebiyle ortaya çıktığı koşullarda gelişme gösteriyordu. İş değerlendirmesi yönteminin, işçi sınıfının kendi arasındaki rekabeti tekrar kışkırtan bir rol üstlendiği görülebilir. Bu nedenle kapitalist sınıfın, işçi sınıfına yeni bir hak veriyormuş gibi propagandasını yaptığı iş değerlendirmesi, giderek işçi değerlendirmesi olan kalite sisteminin zeminini örmede ön koşul olarak kullanıldı.
Ücret ve tabaka farklılığının getirdiği, tabakalar arasında, farklı kalitede ve kapasitede çalışan gruplara bölünme ile ortaya çıkan rekabet sonucu, işçiler arasındaki birliğin bozulmasının ve bölünmenin zemin yaratıldı. Bu rekabetin üstüne, kalite sistemi oturtulabilirdi; sisteme ikna kolaylaşabilirdi. Oysa tekniğin gelişiminin, makine karşısında işçiyi, her adımda daha da birbirine eşitleyerek, tek düze basit bir emekçi haline getirdiğini Marks açıklamıştır. Bu tekdüze hale getirilerek eşitlenmiş emek gücünün, eşit bir değerlendirmeyle ücretlerinin eşitlenmesi için verdiği mücadele; aynı zamanda, sermaye karşısında birlik ve dayanışma gücünü de artıran bir sınıf gücüne ulaşmada, işçi sınıfının en önemli dayanağı olmuştur. Bu zeminin, yeni sistemin geliştirdiği yöntemlerle parçalanması ile kategorize olarak, farklı ücretlendirmeye tabi tutulan işçi ve emekçiler, sınıfsal mücadele tarihlerinin de unutturulmaya çalışılmasıyla, bu güçlerini kaybetme yoluna itelenmektedirler.
Benzer bir şekilde, Toplam Kalite Yönetimi ile entegre tesislerin birer birer parçalanarak, küçük işletmeler halinde şirketleştirilmesiyle sayıları arttırılan küçük mülk sahibi işletmeciler, kendi aralarında rekabete koşullandırılır. Aynı işletme içinde de küçük çalışma grupları, benzer biçimde tabakalaştırılarak, birbirine rakip bireylere, bireysel çıkarlara özendirilen liberal gruplara dönüşmeye teşvik edilir/zorlanır.
İş değerlendirmesinin ilk başlangıcında, kalifiye teknokratların, meslek liselerinde veya üniversitede eğitim alarak sınıf atlamaya çalışan, kendini bir üst sınıfa ait gören kesiminin, hiç eğitim görmemiş (lise veya üniversite eğitimi olarak) bir işçiden farklı değerlendirilmesi ve farklı ücret alması gerektiği, kulağa hoş geliyor; hatta bu ayrım, teknik kadrolar ve kalifiye işçiler açısından kendilerinin daha değerli oldukları hissine kapılmalarını sağlıyordu. Aynı his veya ruh halinin, teknolojik olarak yenilenmiş makineler karşısında verimini artırma imkânı sağlayarak, diğer işçilerden üstün olma duygusunun körüklendiği kalite sisteminin de üstüne basarak yürüdüğü kilometre taşlarında örüldüğünü görürüz. Kademeler arasında bir üst basamağa atlamak üzere, kendi ceplerinden para vererek aldıkları teknik eğitimlerle bir derece yükselmeye çalışan işçiler olduğu gibi; aynı kademede kalabilmeye veya patrona daha yakın durarak yerlerini korumaya çalışan üst kademe işçilerinin -bu kademelerin kadrolarının çok sınırlı olmasının zorlamasıyla-, birbirlerini muhbirlemeye daha yatkın hale getirildiklerini görürüz. Örneğin özellikle KİT’lerde, üst tabakadan bir işçinin bir alt değil de, ikinci alt tabakaya düşürüldüğü için, kademe düşmemek üzere akıl almaz uğraşlar verip ilginç yöntemler denemek zorunda kaldığını, buna rağmen çok sık düşürüldüğünü ve kademe atlamanın çok zorlaştığını duyarız.
Bu nedenle iş değerlendirmesi ile kalite sisteminin, işyerlerinde işçi sınıfının, psikolojik ve sosyolojik olarak parçalanmasına yol açan yöntemler olarak, birbiri ardı sıra örülen zincirin halkalarını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
İş değerlendirmesinde sendikaların tutundukları ve işçileri ikna ettikleri dal olan, “her işçinin kendi işinden sorumlu olacağı”, “bir başka işe koşulmayacağı” yolundaki “dayanak”ın, onun oluşturduğu zeminde gelişen kalite sistemi tarafından kolayca geçersizleştirilebileceği, yadsınır. Oysa, bir sınıf kazanımı olan, aynı işte sürekli ve düzenli çalışmaya dayalı iş örgütlenmesinin, tekellerin yeni entegrasyon politikası olan kalite sistemi ile çözülmeye başladığı bir dönemde; ” iş değerlendirmesi”; “düzensiz ve süreksiz çalışma” koşullarının dayatıldığı bir sürecin ilk adımlarını oluşturur. Giderek kalite sistemine dönüşmesi, her işçinin verimine göre ücret ve sosyal kazanım uygulamasının yolunu açar. Aynı işyerinde çalışacağı söylenen işçinin, farklı işyerlerine kaydırılmasına karşı verebileceği mücadeleyi bölüp parçalayarak olanaksız hale getirmenin koşullarını yaratmaya hizmet eder. Birliği ve dayanışması bu yolla zayıflatılmış, birbirine düşürülmüş, birbirini ispiyonlar hale gelmiş ve en önemlisi farklı kademeler arasında üstünlük duygusu pekiştirilmiş işçilerin, sonraki dayatmalara ortak bir karşı koyuş açısından mecalinin kalmaması amaçlanmıştır. Kaldı ki, sürekli ve düzenli bir işyerinde çalışma hakkı, işçi sınıfının zaten daha önceden kazanmış olduğu bir haktır ve yeniden yapılanma sürecinde bu hakkın sermaye tarafından işçiye verilmesinin (veriliyormuş gibi yapılmasının) amacı başkadır. Bu arada sistemin, işçinin değerini ölçen bir kurumu olarak, tekelci yatırımların en büyük alanlarından birini oluşturan halkla ilişkiler sektörü de geliştirilmiştir.
1978 yılında tüm metal sektöründe ve 1983’te kimya-ilaç fabrikalarında yaygınlaşan “kademelendirmeye” (iş değerlendirilmesine) karşı mücadele yürüten işçiler, bu saldırıyı geri püskürtmede başarılı olamadılar ve ilk adımlar, çok büyük bir işçi tenkisatı ile birlikte atıldı. Ama özellikle ’90 sonrası, “iş değerlendirmesi”ni, işyerlerine kalite yönetimini sokmak için basamak olarak kullanan tekellerin; işçi sınıfını bu sürece ikna etmede yardımcı rol oynamak üzere sendikaları kullandığı görüldü. Böylece Türkiye’de kapılar, “iş değerlendirmesinin yararları üstüne” eğitim veren sendikaların da desteğiyle, uluslararası tekellerin yapısal düzenlemelerine açıldı.
Halen “iş değerlendirmesi”nin işçi sınıfının yararına olduğu düşüncesi, pek çok işyerinde hâkimdir. İş değerlendirmesine karşı çıkmayan işçilerin esnek üretime karşı olduklarını söylemeleri ise, tamamen çelişkili bir durumdur. Son KİT toplusözleşmeleri, bu sorunun çok derinden yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Şirket Kültürü
ERDEMİR’li bir kalite uzmanının söylediği gibi, kalite kültürü, uzun erimli ve çok ince ayrıntılarıyla hesaplanan sabırlı bir sürecin ürünüydü. Türkiye’de de 10 yıldır yaşanan süreç, bu kültürün yayılmasında adım adım ve çok ince örülmüştür.
Örneğimizde görüleceği gibi, genel ve yaygın bir kalite propagandası ile ve ama ideolojik bir esaret zinciri kurmak üzere, tüm mühendis ve işçilerin destek ve ilgisini çekerek işletmelerde devreye sokulur. Bu ideolojik esaret ya da olurlama, iş değerlendirmesinin yarattığı rekabetçi platformda mayalanmıştır.
Tüm alternatif örgüt veya düşünsel karşı koyuşların, üstyapı itibarıyla ele alındığı durumlarda, güç sorunu karşımıza çıkıyor. Sermayenin gücü, “emeğin nasıl ve hangi yöntemlerle denetlenir ve sömürünün en yoğun haliyle sürdürülebilir olabileceğini bir plana bağlayarak yürütmesinden” kaynaklanıyor. Emeğin gücü ise, birliğinden geçer. Bugünkü sınıfsal birlik ise, kültürel bir erozyonla, ideolojik eksikliğin zaaflı girdabında kendine yol bulmaya çalışıyor. Bu sürecin en etkin ve belirleyici yönü, işçi sınıfının, kendini bölen ve kendine kendi sınıfından düşman yaratarak rekabete açan plan ve projelerin, sermayenin yedeğindeki bir üreticisi konumuna düşürülmesidir. Şirket kültürü olarak, yabancı tekellerin emrine sokulmaya çalışılan bir adaptasyon eğitimi ile kendi bayrağını ve kendi kültürünü yaratan tekeller, girdikleri ülke işçisine de ulusal bayraklarının yerine tekellerin bayraklarını benimseten propagandalar yürütüyor. Hatta çalıştığı fabrikanın sınırlarını kendi ulusal sınırları gibi görmeye, orayı kendi vatanı olarak hissetmeye yönelik çalışmalar yapılıyor. “Şirket vatandaşlığı” ideolojisi, her gün işçi sınıfının kafasına sokulmaya çalışılıyor. Tekeller, başka ülkelerde aldıkları işletmelerin topraklarında, etrafını kalın duvarlarla ve çitlerle çevirerek, spor tesisleri, çocuk parkları, çay bahçeleri, marketler vb. açarak, tekele ait bir toprak parçası üstünde kendi sınırlarını çiziyor. İşçi sınıfının düşüncesine “ulusal sınır” yerine, “tekelin sınırı” fikri yerleştirilmeye çalışıyor. Belki bu fikir, “işçinin vatanı yoktur” fikrinin karşısında geliştirilen bir türev olarak çıkarılıyor, ama “işçinin tekeli de yoktur” fikrini şimdilik yadsıyor, gerçekte ne kadar doğrulasa da…
Kaizen, ya da geliştirme tekniği (GT), gelişme için fırsat (GİF) vb. gibi isimler altında, işçilerden, üretimin daha verimli (yani kârlı) yürütülmesine ilişkin fikir geliştiren önerilerin alındığı bir “yönetime katılma” tekniği olarak sunuluyor. Sadece üretilen ürünler üstünden değil, üretim tekniği ya da makinelerin kullanılışının nasıl daha verimli olacağı üstünden de yürütülecek fikirlerin üretilmesine, tüm işçilerin katkı yapması isteniyor.
Kalite eğitimi içinde verilen bilgileri iyi öğrenmesi, ezberlemesi ve bunları yaptığı işe uygulamasına ilişkin veriler ise, günlük sınavlarla puanlanarak, performans değerlendirme tablosuna işleniyor. Bu da ücret ve sosyal haklarında artış veya azalma nedeni oluyor. Hatta kötü not alanlar, “uyumsuz” olarak değerlendirilerek işine son veriliyor. Uyum politikası, böylece üretime ilişkin ekonomi dışı (politik) süreçlerin en alt biriminden, yani her bir işçinin performans datasından başlayarak, işletmenin çeşitli kısımlarına, oradan işletmelerin bütününe, giderek ülke ekonomisinin tüm süreçlerine yayılan bir ekonomi politikası olarak karşımıza çıkıyor. Bunu kapitalist sınıf, makineler ve teknoloji harikası olarak ileri sürdüğü üretim sistemleri ile gerçekleştirmeye çalışıyor. Herhangi bir ad veya kategori olarak değişim süreçleri içinde gerçekleşse de, hepsi, Toplam Kalite Yönetimi içinde yer alan ve her işletmenin özgülüne göre değişim gösteren farklı yöntemler ve sistemler geliştiriliyor. Amaç, daha kısa zamanda daha verimli ve hatasız üretim yapmaya, daha az maliyetle çalışma koşullarına işçi sınıfını dâhil etmek olarak özetlenebilir. Sözünü ettiğimiz, emeğin gücünü, kapitalist sisteme uyumlu hale getirerek ona boyun eğdirmeyi ve sistemin devamını garanti altına alma’yı hedeflemiş bir sistemler zinciri oluşumudur.

TEKELCİ SİSTEMİN ÇIKMAZI
G. Ford ve Toyota merkezleri tarafından 1992’de ileri sürülen bir iddiaya göre, kendileri dışında, pek çok tekelin, bu sistemi, diğer ülkelere yaygınlaştırmada ve oturtmada pek başarılı olamamışlardır. Bu iki tekel (ki, kalite sisteminin menşei onlardır), diğer tekellerdeki başarısızlığın en önemli nedeninin temin kuruluşları olduğunu ifade ediyorlar. Temin kuruluşu olarak ise, kendilerine bağlı çalışan tüm şirketleri kastediyorlar. Özellikle, “çevre ülkeleri”ndeki büyük, orta ve küçük işletmelerin “ıslahı”, pek o kadar kolay olmuyor.
Bunun iki temel nedeni üstünde durursak;
Birincisi; her ülkeye özgü kültür, eğitim, sosyal yapılanma, siyasal çelişkiler ve örgütsel gelişmeler olarak ele alınabilir. Sisteme entegre edilmesi zorunlu görülen fikirsel olarak gelişkin tabakaların düşünce yapısı, ikna edilmesindeki zorluklar vb.
İkinci olarak da, ülkelerdeki sosyal ve siyasal olayların gelişimine baktığımızda, kriz veya para piyasalarında gelişen olumsuzlukların yanında, işçi ve emekçi sınıfların alım güçlerinin sürekli azalması, küçük ve orta ölçekli işletmelerin bu entegrasyon politikası için seferber edecekleri mali güçlerinin kalmaması veya bu konuda çektikleri zorlukları sayabiliriz. Buna rağmen, tekeller; devletlerin ve kurumların yapısına, para politikaları ve teknoloji transferleri politikalarına vb. ilişkin olarak önlerine dikilen engelleri, yasalarda düzenlemeler dayatarak adım adım çözebilecekleri yöntemleri deniyorlar.

TEKELLERİN HANDİKAPLARI – 1
Tekeller en büyük sorun olarak, merkez işletmelerine anamal, yardımcı veya ara mal, hammadde üreten (buna karşın elde ettikleri kârlarını aktaran) “çevre ülkeler”deki sorunları görüyorlar. Her ülke, bu ülkenin sosyal ve siyasal yapısı, kurumları, yasaları, gelenekleri, iş yaşamının ahlâkı gibi değerleri yanında, bu ülkelerdeki işçilerin sendikal örgütlülüğü ve devrimci-demokrat tabakaların politik tutumları açısından da farklı bir özellik gösteriyor. Tekeller, yeni yönelim ve politikalarında, öncelikle, faaliyet gösterdikleri ya da göstermeye yöneldikleri ülkelerin sermaye güçlerini yanlarına çekerek, buradan devlet ve kurumlarını etkilemeye çalışıyor, sonra devlet destekli işçi ve emekçi kuruluşlarını etkileri altına alarak bir yayılma süreci izliyor. Sonuçta her ülkede, bu yayılmaya karşı sosyal veya siyasal bir tepkiyi de, nispeten eşzamanlı olarak geliştiriyor. Çünkü hemen her ülkede sosyal ve siyasal bağımsızlık mücadelesinin sonuçları olarak ortaya çıkan kuruluş ve örgütler kadar, iş ahlakı ve yaşam geleneği haline gelen bazı kurallar var. Her ülkede, bu kurallara şöyle ya da böyle bağlı bağımsızlık yanlısı devrimci ve demokrat bir aydın tabaka da var ve bu tabaka, Türkiye gibi siyasal bir devrim geçiren tüm ülkelerde, epey büyük bir genişlik oluşturuyor. Örneğin, kendilerini halka sosyal hizmet götürme görevi ile yükümlendirilmiş varsayan KİT ve kamu kurumlarında çalışanların büyük bir çoğunluğu tarafından içselleştirilmiş, devlet kurumlarını sosyal işleviyle tanımlama anlayışı ve buna uygun bir çalışma tarzı -sağında-solunda açılan gediklere rağmen- halen yürürlüktedir. Aynı zamanda, mühendis ve teknik kadrolar içinde de ülke yararını gözeten üretim yapma ilkesi ve buna uygun bir ahlâk halen geçerlidir. Sendikalarda da mücadeleci bir geleneğin izlerini taşıyanlar, dürüst sendikacılar yadsınamaz derecededir.
Dolayısıyla tekellerin yeni politikalarının “çevre ülkeler”de yaygınlaşması bakımından, işçi ve emekçilerin yanı sıra, sendikacılar da içinde olmak üzere, bu tabakaları dize getirmek için epey uğraş verdiklerini görürüz. Çok büyük bir sermaye dökerek entegrasyon eğitimleri ve kalite günleri çalışmalarına halen devam ediyorlar. Ama hala bu süreci tamamlamada başarılı oldukları söylenemez. Çünkü çok az bir kesim etkileniyor veya gönüllü olarak bu seminerlere katılıyor. Üniversitelerden yeni mezun nesil ise, işinde başarılı olmanın koşulu olarak mecbur bırakıldıkları için kalite sertifikası eğitimlerine katılıyor. Ama bu da, işletmelerin mali durumuna bağlı olarak şekilleniyor.
Toplam Kalite Yönetimi adımlarının yeni yeni atıldığı, yoğun işçi istihdamının olduğu bölgeler ve işyerlerinde, bu planların yürütülmesine karşı gelişen mücadelenin bastırılması ve alternatiflerin oluşturulmasının engellenmesi, ne yazık ki sendikalar öncülüğünde gerçekleşiyor. Sendika bürokrasisinin, sistemi sözde tartışan ama çözüm üretmeyen dolayısıyla onu kutsayan, sanki işçiden yana uygulamalarmış gibi gösteren çabalarını çok gördük. Esnek çalışma karşıtı toplantılarda da sadece “yasal dayanakları var mı, yok mu” tartışması yapıldığına ya da sistemi tanıtma ile sınırlı gelişmelerin tartışıldığı platformlarda alternatif üretmenin önünü kesen tutumlara tanık olduk. Bilinçli ya da bilinçsiz her tartışma, sonuçta, sistemin tanınması ve yayılmasına hizmet ederek bugüne dek süregeldi. (Burada, kalite yönetimi sisteminin düşünsel ideolojik boyutunun, açıktan kapitalist olanlarla birlikte, sosyalizm ve uygulamasından alınmış fikirlerle bezenerek, sosyalist üretim süreçlerinde üretilmiş çözümlerin kapitalizme monte edilerek geliştirildiği -ama bu haliyle kuşkusuz anlamsızlaştırıldığı-; bu nedenle “kalite sistemi”nin çok “ince ayarlı” olduğu ve incelikli veya ayrıntılarıyla düşünülmemiş her karşı çabanın sisteme entegrasyona yardımcı olma tehlikesi taşıdığı söylenmelidir.) Bu kapsamda, alternatif olacak fikirlerin ortaya çıkması da engelledi. Bu durumun, sisteme karşı güvensiz olan kitlelerin yürüttüğü bir sınıfsal mücadelenin önü açılmazsa süreceğini tahmin etmek zor değildir. Çünkü 10 yıllık bir süre içinde, toplumun beyin gücünü oluşturan önemli bir kesim, geçmişte ister demokrat, ister devrimci, ister milliyetçi olsun, küreselci fikirlerle kuşatılıp dayatmalarına boyun eğer duruma getirildi. Sözde buna karşı duran kesimler de, neyle karşı karşıya kaldıklarını net anlayamadıkları için suskun bir süreçten geçiyor. Dolayısıyla üretim alanında “teknik devrim” ustaları, bu suskunluğun gölgesinde rahat bir yaygınlaşma olanağı buluyor.

SENDİKAL ÖRGÜTLÜLÜK, “BOŞA DÜŞÜRÜLDÜ” !
Bu süreçte, tekellerin handikaplarının en önemlilerinden biri, işçi sınıfının birlik ve mücadele örgütü olarak kurulmuş sendikalarıydı. Ve bu sendikaların örgütleniş tarzları; yasal dayanakları, iş kanunu ile belirlenmiş kurallar içindeki hareket imkanları, yarattıkları sınıfsal kazanımları vb. bakımından, ekonominin ulusal entegre tesisleri ve KÎT oluşumları içinde kompleks üretim modeline uygun işletmelerde örgütlenmeye uygundu. Bu tarz, yeni gelişen ekonomik yapılaşmanın, üretim süreçlerinde, üretim ilişkilerinde ortaya çıkardığı kuralsız, kayıtsız ve yasa tanımaz gelişim karşısında, özelleştirme ve parçalama ile küçültülmüş işletmelere dayanır kılman ekonominin yapılanması karşısında dağınıklığa uğrarken, kendini yenileyemedi. Bu yapılar, tekellerin yeniden organizasyon temeline aykırı oldukları için, işçi sınıfının başarıyla karşı koyusuna araçlık edemeyerek, boşluğa çeken bir zemine düşürüldü. Üretimin organizasyonundaki değişimle birlikte, bu sendikal yapının temeline de darbe vurulmuş oluyordu:
Bunu örneğimizle açıklamaya çalışalım. P&G tekelinin İstanbul-Sefaköy Şubesi, cips, yani patates cipsi dağıtıyor. Bu bölümün çalışanlarının, gıda ile ilgisinden dolayı Gıda-İş sendikasına üye olması gerekir. Pantene, Blendaks vb. gibi şampuan çeşitleri de üretiliyor. Bu bölümlere ait işçilerin de, Petrol-İş’te veya Lastik-İş’te örgütlenmesi gerek. Pet-bez üretiyor, yani çeşitli bezler. Bu bölümlerin tekstil sendikasında, dağıtım işinde çalışanların da TÜMTİS gibi taşımacılık sendikasında örgütlenmesi lazım. Deterjan üreten bölümler ise Lastik-İş veya Petrol-İş gibi kimyasallar üretimi içinde örgütlenen sendikalara üye olabilir. Şimdilik tüm üretim tek bir şirket bünyesinde olduğu için, tek bir sendikada örgütlülük vardır. Ama bu bölümlerin hepsini ayrı ayrı şirketleştirebilir ve işkolu düzeyine göre işçiler 3–4 sendikaya bölünmek zorunda kalabilir.
Farklı işkollarında, değişik ürünlere yönelen bir üretim tarzıyla, hemen tüm sendikal yapılarda ya birleşme ya da etkisiz kalma zorunluluğu yaratılmış oluyor. Tabii, aynı işletmenin çeşitli bölümleri içinde yer alan işçilerin tek bir sendikada örgütlenmeleri ve asli üretimin bağlı olduğu sendikaya üye olmaları gibi bir yasal dayanakları vardır. Ama bu dayanak, tek bir fabrikada, farklı ürünleri üreten bölümler arası farkların artması veya kolayca ayrı şirketlere bölünmesi gibi işçileri bölen bir yönetim biçimine uygun hale getirilerek, kullanılamaz hale getirilebilir durumdadır. Bulamaçla, şirket kurma kolaylığı getirilir, süreçlere bölünmüş üretim teşvik edilir, kısımlar ayrı şirketlere bölünerek, örgütsel gücün kullanılamaz hale getirilmesi kolaylaşır. TBMM’ye bağlı Ulusal İnovasyon Komisyonu bu amaçla kurulmuştur. Yeni organizasyona göre işletmelerin yasal dayanakları, vergi muafiyetleri, işlem kolaylığı vb. de aynı amaçlıdır.
Üretim ve dağıtımıyla birlikte çeşitli ürünlere el atan tekeller, uluslararası bir şirket kültürü yaratıyor. Çok çeşitlilik, üretim sürecinin kısalması ve farklılaşmış ürünlerin ayrı ayrı üretim miktarlarının küçülmesi, çeşitli sektörlere kayma, yani çok sektörlülük, yeni gelişimin kültürünü oluşturuyor.
Bu kültüre karşı, uluslararası bir sendikal örgütlülüğü ve birliği içeren bir yapılaşmayla emek gücü veya işçi sınıfı kültürü oluşturulabilir. Bunun için ülkedeki tüm alt işletmelerini de içine alan ve uluslararası diğer işletmeleri de kapsayan sendikal örgütlenmeler gereği büyümektedir. Bunun, ilk elde akla gelen iki yolundan biri, dünya ölçeğinde sendikalar arasındaki birlik ve dayanışmanın gerekli düzeye yükseltilmesi, sendikaların, sınıfın uluslararası birlik ihtiyacını karşılayacak bir uluslararası birlik oluşturmaları; ikincisi ise yeni uluslararası sendikaların kurulmasıdır. Her koşulda bunun, iflas halindeki “uzlaşmacı bürokratik sendikacılık” değil ama yeni ve mücadeleci bir sendikacılık tarafından çözülebilir bir sorun olduğu kesindir. Gelişme, belki birincisinden başlayıp ikincisine doğru bir evrim gösterecektir; ancak her halükarda, işçi sınıfının sendikal düzlemde uluslararası birliğinin, sermayenin ve üretimin yeniden organizasyonunun zorunlu kıldığı gelişkinlikte sağlanması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Örneğin, P&G tekelinin sendikal mücadele ya da başka bir nedenle Türkiye’deki üretiminin bir kısmını, Mısır, Tayvan, Çin gibi işçi sendikalarının olmadığı ülkelere kaydırması durumunda, Lastik-İş olarak sadece Türkiye’deki sendikal örgütlenme ve mücadelenin yeterli ve sonuç alıcı olamayacağı ortadadır. Sözü edilen tekel, Pet üretimini bir alt işletmeye verebilir ya da tekele ait başka ülkelerde artırdığı üretiminin sadece dağıtımını Sefaköy veya Çayırova’dan yapabilir. Ya da farklı üretim birimleri ve şirketler kurabilir. Buralarda dağıtımda çalışan bölümlerin taşımacılık alanında örgütlenmesi ise, alt işletme olarak düşünülebilir vs.
Dolayısıyla, giderek tekellerin çok sektörlü ve çok işletmeli yapılarının dayattığı sorunların üstesinden gelme yeteneğinde, uluslararası ve ulusal birliğini gerçekleştirmiş sendikal bir örgütlenme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu yapılanma, merkez ve alt işletmelerinin her birini kapsayan ve adı ne olursa olsun aynı tekele ait tüm şirketlerdeki, onlara ait tedarikçi firmalarıyla birlikte tüm işçileri kapsayan bir örgütlenme olmak zorundadır.
Ekonomide yürütülen ve kalite yönetimi gibi yeni üretim teknik ve yöntemlerinin uygulanmasını kapsayan kapitalist yeniden yapılanma karşısında, işçi sınıfı içinde anti-kapitalist bilinci yerleştirmek üzere, üretim sürecindeki “yenilenmelerin” gereklerini de karşılayacak biçimde temelleri yenilenmiş bir aydınlatma faaliyeti kadar uluslararası emek örgütlenmelerinin de geliştirilmesinin önemi büyümüştür. Artık ne sendikal bürokrasi ve bürokratik sendikacılık ile ve ne de gevşek bir uluslararası sendikal ilişki düzeyiyle devam etmek olanaklıdır. Sendikal örgütlenmenin uluslararası yönü de içinde olmak üzere mücadeleci bir sendikacılık olarak yenilenmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu, eski yapılar ve olanaklarından hemen ve bütünüyle vazgeçmek anlamına kuşkusuz ki gelmez; eski örgütleri dağıtmak için çalışmak ve onları tümüyle reddetmek demek değildir. Bu örgütlerden, yeni bir örgütlenme yaratmak üzere alabildiğine verimli bir biçimde yararlanmak ihtiyacı vardır. Bu amaçla bu örgütlerin yapısal dinamikleri, kitlesel örgütlenme durumu, eğitim ve bilinçlenme üzerinde yaptıkları her girişim yeniden değerlendirmeye alınarak ve yenilenerek, mevcut sistemle başa çıkabilecek üye bileşenine ve yapılanmaya ulaşabilmek için seferberlik gerekmekledir. Bu sendikal yapıların, bugün olduğu gibi, bir yanıyla yatırımlara yönelmelerine, diğer yanıyla sınıftan ve çıkarlarından neredeyse tümüyle kopmalarına, öte yandan internet ve network ağlarıyla kapitalist tekeller için uygun birer örgüt olmaya çalışmalarına karşı çıkarak, bu araçları, asıl sahipleri olan işçi sınıfının bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için kullanılabilir araçlara dönüştürmek- işte uğraşı verilmesi gereken, budur. Bu uğraş içinde, geri dönülmezcesine sermaye tarafından ele geçirilmiş bir dizi sendikal yapı ya da unsurlarının oluşturmakta olduğu safralardan, onları kesip atarak kurtulmak gerekebileceği, kuşkusuzdur.

TEKELLERİN HANDİKAPLARI -2
Tekeller, girdikleri ülkeye ait sosyolojik, demografik ve siyasal yapılarda varolan ve sisteme entegrasyon açısından zorlandıkları sorunları dile getirirken, pek çok muhalif güçle karşı karşıya kaldıklarını itiraf ediyorlar. Bunlardan biri özelleştirme politikalarına karşı, üniversite ve okulların paralı hale getirilmesine karşı, kalite sistemine karşı vb. yürütülen mücadeledir.
Tekeller, çok uzun bir uğraştan sonra, yani en az 10 yılda, üniversite ve okulları, yani devlet destekli eğitimi entegrasyona uygun hale getirdiler. KİT’leri ve kamu kurumlarını biçimsel olarak çözmeleri, halen tamamlanmış değil. Uygulanan işletmecilik kültürü oldukça yaygınlaştırılmış olsa da, kamu kurumlarının imhasında istenen sonuca varılmış değil.
Ama çözemedikleri ve zorluk çektikleri ciddi bir sorun, alt işletmelerde yaratmaya çalıştıkları kültüre karşı, yerli sanayinin önemli bir kesiminin direnişi ile karşılaşmalarıdır. Ve bu tekellere çok pahalıya mal olmasına ve çok yaygın bir teknolojik yatırım planlarına karşın böyle. Bu direniş, bilinçli bir tavır olmaktan öte geleneksel üretim teknolojisinin şekillendirdiği üretim hatlarında ortaya çıkan ve kendiliğinden yeni sisteme ayak direyen bir tutumda ifadesini buluyor. Bu durum, sistemin kendi iç çelişkilerinin derinleştiği ve krizlerle buluştuğu bir süreçte, bir alternatifin olmadığı veya üretemedikleri bir süreçte, bir olumsuzluk olarak karşılarına çıktı. Krizlere alternatif üretemedikleri gibi.
Örneğin AB ülkelerinden alınan krediler, KOBİ’lere verilen Halk Bankası destekli krediler, bu sisteme entegrasyon, yani kalite sisteminin kurulması amaçlıydı, işletmelerin çoğu, bu kredileri aldıktan sonra, göstermelik bir sistem kurma çalışması başlattı, ama ezici çoğunluğu yarım bıraktı. Çünkü kurulacak sistemin maliyeti çok yüksekti. Örneğin, 1996 yılında kalite için verilen KOBİ kredileri 5 milyardı. Ancak 2 hatta 3 yıl süren ve olur (akredit) alamayan çalışmalar sonucu, şirketler 10 milyara yakın para harcamalarına karşın, belge alamadılar. Ve çoğu bu çalışmaları terk etmek zorunda kaldı. ’97 krizi ile birlikte ya iflas ettiler veya bir kısmı kendi üretimleri için kullandılar. Kalite kurumları, kredi borçlarını geri istediğinde de, iflas göstermeye mecbur kaldılar. Küçük ve orta üreticilerin birçoğuna, kalite ve verimlilik (kâr) için üretim çalışmalarında ezberletilen eğitimleri kabul etmeleri, kalite için harcama yaparak danışmanlara ve akredite kuruluşlarına bolca para yatırmaları dayatıldı.
Çünkü uluslararası pazarlara sürekli yeniden ve çeşitli ürünler sunmak için kendini yeteri kadar adapte edemeyecek üreticiler için, üretimden vazgeçmek ve emeğinden başka satacak bir şeyi kalmayan sade proleterlere dönüşme sürecine girmek için kapılar çoktan aralanmıştı.
Son Kasım ve Şubat kriziyle birlikte orta ve küçük işletmelerin çoğu iflas etti ya da üretimlerini düşürdü. Hatta kalite belgesi alan işyerleri, bu belgeyi aldıktan sonra, işçi direnişleri karşısında sistemi uygulamaktan vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu işçi direnişleri, kaizen vermeme, eğitimlere girmeme, işçi çıkışlarına karşı direnme, sendikalaşma gibi pek çok farklı mücadele yöntemlerini içererek ortaya çıkmıştı. Ama tekellerin ana firmaları olan büyük işletmelerde, yüksek işçilik maliyetlerine rağmen, kalite sistemi çalışmalarını sürdürmede ısrarlı davrandıklarını görüyoruz. Çünkü tekeller buralardan, küçük ve orta ölçekli işletmeleri dize getirme, ek kâr elde etme ve kaliteyi yayma politikası güdüyorlar.
Örneğin, 2001 Mart’ında, Denizli Sanayi Odası’nın ve Denizli Tekstil İşverenleri Derneği’nin aldıkları, doların yükselişine karşı kendi bölgelerinde sabit kur politikası uygulamak, kredi ihtiyaçlarını kendi aralarındaki dayanışma ile gidermek ve en önemlisi 3 ay boyunca işçi çıkarmama içerikli ortak kararlar, küçük ve orta işletmelerin sisteme olan tepkilerinin bir ifadesiydi.
Bu riskler, tekellerin sosyal ve siyasal gelişmelerin yönünü çevirebilecek bir güce ulaşmasına ve siyasal baskı aygıtlarıyla, askeri ve parasal gücün korkutucu çözümlerini hissettirerek çözmeye çalıştıklar sorunlar kapsamına alınmasına karşın, halen varlığını sürdürüyor. Örneğin, Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde, ücret artışı istemenin, bu nedenle grev veya direniş yapmanın asker gücüyle engellenmesi gibi kararlar, risk faktörlerinin ortadan kalkmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. İşçi-patron çelişkisinin, her koşulda olduğu gibi, bugün de göğüs göğüse bir çatışmadan geçeceği gerçeği gibi.
Uluslararası kurum ve anlaşmalarla dayatılan ticari koşullar ve kalite belgesi almayan ürünlerin uluslararası pazarlarda engellenmesi gibi bir yasal düzenlemelerle baskı altına alınan bu işletmeler, bugünlerde yeniden kalite sistemine geri dönmeyle, buna karşı çıkma arasında bocalıyorlar.
Sonuç olarak; işçilerin yanı sıra, teknik personel olarak işletmelerde çalışanların büyük çoğunluğu, çalışma koşullarının düzenlenmesi ve yaşam standardının artırılmasına uygun üretim yöntemi olarak baktıkları kalite sisteminin; koşulları giderek zorlaştırdığını, esaret zinciri ve yoksulluk sınırı altında bir yaşamı dayattığını, işsizliğe yol açtığını görseler de; örgütsüz kaldıkları ve mücadele yöntemleri sınırlandırıldığı için boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Ama aynı zamanda, sisteme karşı nefretleri de bir o kadar artarak gelişiyor.
Banka, sigorta, telekomünikasyon gibi hizmet sektöründe ise, bir dönem iyi ücret alınmış olsa ve artan istihdama uygun bir itibara sahip olunsa da, teknolojinin ‘getirisi’ olarak daha çok sömürü yaşanıyor, işçiler gibi, teknik kadrolara da günde 12 saat çalışma dayatılıyor, hem de fazla mesai ücreti alamadan ve ses çıkaramadan. Artık bu sektörlerde de işsiz kalma ve ücretlerin düşürülmesi gündemde, cam köşklerinden çatırdama sesleri gelmeye başladı. Hatta işçi ile ortak davranmak ve işçiden yana bir politika gütmek isteğinde bulunanlar bile, işçiden de tepki görerek, yalnızlaşıyor ve çaresizlik zinciri altında eziliyor.
Ama en önemlisi, araştırma sektörünün başını çeken üniversiteler ve Ar-Ge kurulları, bilimsel ve teknolojik araştırmalarındaki sınırlamayı, yaşam standardındaki düşüşten çok daha vahim sonuçlarıyla birlikte yaşıyor. Çünkü hizmet ettikleri uluslararası tekeller, onlara birer “yem” gözüyle bakıyor. O çok bilgili ve kendi branşında yeteneği tartışılmaz bilim adamının rolü, artık, ucuz bir meta avcısının istediğini yaptırdığı birer topluluk üyesi ve topluluğun (tekel topluluğu) yararına çalışan sınırlı bir araştırmacı durumuna düşürülüyor. Toplumsal rolü hiçe indirilerek.
İnsan Kaynakları Yönetimi, endüstriyel süreçler üstünde etkin bir rolle, istihdam sorununda da aynı elemeyi sürdürüyor. Yeteneğine, performansına, aldığı eğitimin niteliğine göre eleman elemede etkin olan insan kaynakları, işe göre adam alma ve ücretlendirmeyi yaparken; sisteme uygun eleman yetiştiren kurumların da, yetenekli insanları, önceden, üniversite döneminde elemeye tabi tuttuklarını ve seçimi buna göre yaptıklarını, hatta yurt dışına gitmek veya sertifika almak için zorladıklarını görüyoruz. Ara bürokrasi ve üst bürokrasi arasında süren kıyasıya elemede teknik kadro, tüm bağımlılığına karşın, tekelin en gözdesi durumunda olsa bile, en küçük bir hata veya ihmalde kendini sistemin dışında buluyor.
Emperyalist propaganda, kriz koşullarında etkisini daha kısa sürede kaybetme eğilimi içindedir. Zorunlu yaşam koşulları, üretici için bir kâbus olmaktan öte, hevesi kırılan bir birey olarak proleterleşmeyi kaçınılmaz kılar. Bu arada elinde avucunda, tarla, ev, araba, hayvan, vb. neyi var neyi yok hepsini kaybeder. Giderek yoksullaşır.
Hem işçi, hem de geri kalan üreticilerin, emekçilerin büyük çoğunluğu için, teknolojinin kapitalist kullanımı, sisteme hizmet eder ve sistem için kullanılır olduğu sürece, işsizliği, haksızlığı, yoksulluğu ve giderek daha aşırı kârlara denk düşen krizleri yaratarak, insanlığı, acılara ve felakete sürükleyen bir kaosa iter.
Makinelerin ve tekniğin gelişimi, insanlık için kullanılır olduğunda, desteklenmelidir. Bu, emekçi halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını gözeten sosyalist üretim koşullarında olanaklıdır.
Öte yandan, insanlığı felakete sürükleyen bir kaosun yaratıcısı makinelere ya da teknolojiye karşı çıkmak, “ilkel bir sömürüyü istemek”, ya da “gericilik olarak suçlamak” üstünden yürütülen bir kampanya, sermayenin kullandığı bir malzeme durumuna gelir ve böyle bir ahmaklığa düşmek gerekmez. Makine ve teknoloji insanlığın yararına da kullanılabilir. Dolayısıyla, makine ve teknolojiye değil, bunların kullanılış biçimine, kapitalizme, sahibi olan sermaye sınıfının sömürüyü artırma ve dünyaya egemen olma biçimi olan emperyalist yayılmacı politikalarının aleti olarak kullanılmalarına karşı çıkmak gerekir. “Endüstriyel bir devrim” olarak lanse edilen kalite sisteminin, sosyalist bir biçimde insanlığın yararına kullanıldığında çok mükemmel araca dönüştüğü de görülecektir. SSCB’de bunun örnekleri yaşanmıştır. Ancak, kalite yöntemi, grup çalışmaları ve daha verimli kullanımıyla makinelerin geliştirildiği sosyalist bir döneme özgü metotların, kapitalistçe kullanımına, emek ve insan düşmanı yüzünü iyi tanıyarak karşı çıkmak gerekir. Nasıl ki, verimliliğe karşı çıkmak, verimli üretimde işçinin ücretlerini artıran, çalışma saatlerini düşüren ve birlikte sosyal özgürlüğe kavuşturan, insanca yaşam olanaklarını artıran ve daha kaliteli ve ucuz, ama gerçekten kaliteli ve daha bol olarak ihtiyaçlarını gideren bir üretkenliğe kavuşmak olanağı yaratmasına karşı çıkmak, ahmakça ise…

Ocak 2002

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑