Her İşkolundan İşçilere, Sınıfın İleri Kesimlerine, Mücadeleci, Sınıfa Bağlı Sendikacılara Çağrı!
TÜRKİYE MOTORLU TAŞIT İŞÇİLERİ SENDİKASI (TÜMTİS)
(Belge olarak yayınladığımız bu metin, TÜMTİS imzasıyla, sendikanın 25. Kongre’sinde dağıtılmıştır.)
Dünya sendikal hareketi bir yol ayrımında. Ama bu, sendikal hareketin önünde biri doğru öteki yanlış iki yol olduğu anlamına gelmiyor.
Çünkü bu yollardan birisi, sendikal hareketin bugün bulunduğu yolda “ilerlemesi”dir ki bu, aslında bir yolda ilerlemek değil bir çukura, bir bataklığın dibine doğru yol almak anlamına gelmektedir.
Öteki yol ise; sendikal hareketin, mücadeleci bir sendikacılık çizgisine yönelmesi; sendikaların sınıfın sermayeye ve onun saldırılarına karşı bir mücadele merkezi, sınıfın sendikaları olarak yeniden örgütlenmesidir. Sınıf sendikacılığının gösterdiği bu yol, sendikal hareketin, bir hareket olarak ayağa kalkmasının tek çözüm yoludur.
Son yarım yüzyıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkıp tüm dünyaya yayılan devletin ve patronların himayesinde sendikacılık anlayışı artık iflas etmiştir.
Devlet, hükümetler ve patronlarla uzlaşma; sermayenin çıkarlarının gözetildiği ölçüde emeğin, işçi sınıfının çıkarlarının da gözetileceği tezini benimseyerek geliştirilen sarı sendikacılık, sınıf işbirlikçisi, reformcu sendikacılık anlayışı, halk ve işçi yığınları arasında bütün itibarını yitirmiştir.
Başlıca kapitalist ülkelerdeki 150–200 yıllık geçmişe dayanan yüz binlerce, milyonlarca üyeye sahip sendika ve konfederasyonlar dâhil sarı ve reformcu sendikacılığın egemen olduğu sendikalar içten çürümüş dev ağaçlar gibi, çürümüşlüğün ve yıkılışın bütün alametlerini göstermektedir. Çöküşü, ne geçmişlerinde, sınıfın çıkarlarını esas aldıkları dönemdeki şanlı mücadele günlerine dair yapılan nostaljiler, ne de sermayeyle daha çok uzlaşıp, daha çok “sivil toplum kuruluşu”, daha az sendikaya benzeme gayretleri önleyebilmektedir.
Dünün büyük, yığınsal sendikaları üyelerini hızla kaybetmekte; şubelerini, temsilciliklerini kapatarak küçülmekte; “küçülerek ayakta kalmayı benimsemiş” bir pozisyona çekilmiş bulunmaktadırlar.
Sendikaların ortaya çıkışı, işçilerin patronlar karşısında ayrı çıkarlara sahip bir topluluk oluşturdukları bilincinin gelişmeye başladığı dönemlere kadar uzanır. Bu yüzden de sendikalar sınıfın en kitlesel olduğu kadar en eski ve bugüne kadar gelen örgütlerdir. Sendikaların yaptığı ilk şey ise, işçiler arasındaki rekabete son vererek patron karşısında işçilerin toplu olarak pazarlık yapmak, toplu olarak hak mücadelesine girmelerini sağlamak olmuştur.
Elbette ki; sendikalar ortaya çıktığı günden bu yana hem biçimleri, hem kitlesellikleri, hem de oynadıkları rol bakımından son derece önemli değişimler geçirdi. Ancak bu süreç, sendikaların olağan, kendi iç gelişmeleriyle sınırlı olmadı. Tersine daha sendikaların bir güç olduğunun anlaşılmasından itibaren sermaye güçleri, patronlar, hükümetler; sendikaları baskı altına almaya, yasaklamalara varan müdahalelerin yanı sıra istihbarat servislerinin sendikalar içinde yıkıcı faaliyetler yürütmesine, sendika önderlerini satın almaya ve nihayet işçi aristokrasisi ve sermaye partileri aracılığı ile sendikalar içinde her yolla bölücü faaliyet sürdürmeye kadar vardı.
Bu yüzdendir ki sendikaların kuruluşu ve bugüne gelişinin tarihi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi ile çakışır. Çünkü sendikalar içinde süren mücadele, sınıfın sermayeye karşı ideolojik, siyasi alandaki mücadelesi; sendikalar içinde de, en azından 100 yıldan beri artık işçi aristokrasisi olarak da somutlanmış burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadele biçiminde şekillendi. İşte uzlaşmacı reformcu sendikacılık; gelişmiş ülkelerde bu geniş işçi aristokrasisi şahsında kendi temsilcisini buldu. Ve bu anlayış; daha da iğrenç biçimlere bürünerek geri ülkelere sarı sendikacılığın, sınıf işbirlikçiliğinin çeşitli versiyonları olarak ihraç edildi.
Son 50 yılda gelişmiş ülkelerden başlayarak; mücadeleci sendikaların tahrip edilerek sınıf işbirlikçisi sendikalara dönüştürülmesi, “sosyal devlet” uygulamaları adı altında sendikaların devlet ve patronların koltuğunda bir sendikacılığa dönüştürülmüş olması bugünkü çöküşün de başlangıcı oldu. Ve bugün gelinen yerde; gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden ve mücadeleci bir hatta kurulmasını dayatmış bulunmaktadır. Çünkü yüzyılın ortalarında başlayan uzlaşmacı sendikacılığın egemenliği sendikaları çürütmüş, kendisine gerekçe yaptığı “sosyal devlet” vb. gibi tüm dayanaklarını yitirmiştir.
Bu yüzdendir ki; sadece Türkiye’de değil tüm dünyada sendikal hareket; “sınıf sendikacılığı mı yoksa çöküş mü” yol ayrımına dayanmıştır. Avrupa’da; ilki de bizim ülkemizde yapılan Uluslararası Sendikal Konferans çalışmalarının yanı sıra “nasıl bir sendikal hareket” konulu çok sayıda arayış ve girişim toplantıları düzenlenmesi; bu toplantılara katılan işçi ve sendikacıların sayısının yüzlerle ifade edilmesi; bu arayışın Kuzey ve Güney Amerika ile Afrika’da da sürüyor olması; dünya sendikal hareketinde sınıf sendikacılığına yönelişin başladığını göstermektedir. Çünkü bu arayışların, düzenlenen konferansların ortak noktası, dönüp dolaşıp, sınıf mücadeleci bir sendikacılık, sınıf sendikacılığı fikrinde birleşmektedir. Çünkü işçi sınıfının mücadele tarihi göstermektedir ki; işçi davasında samimi olan her işçi, her sendikacı için sınıf sendikacılığına yönelmekten başka bir seçenek yoktur.
* * *
Türkiye’de, hep birlikte içinde yaşayarak gördüğümüz gibi, özellikle son 10 yılda bu sendikacılık anlayışının egemen olduğu sendikalar; üyelerinin neredeyse yarısını kaybetmiş, işçiler nezdindeki itibarlarını ise çok daha büyük bir oranda kaybetmişlerdir. Sendikalar, özelleştirmeye karşı mücadeleden esnek çalışmaya, işçilerin ücret ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesinden sendikaların politikadaki etkisine kadar bütün alanlarda büyük bir gerileme göstermişlerdir ve her geçen gün de bütün alanlarda sendikalar daha da geriye doğru gitmektedir. Ve bugün bu sendika merkezleri, sadece sermaye ve hükümetleriyle uzlaşmayla sınırlı değil; patronların önderliğinde, onların izin verdiği sınırlar içinde bir sendikacılık çizgisine çekilmiş bulunmaktadırlar.
Kriz dalgaları ve savaş ortamı tarafından kışkırtılan işsizliğin, açlık ve yoksulluğun görülmemiş boyutlara ulaştığı, egemen sınıf hükümetlerinin halka, ülkeye ihanet çizgisine sürüklendiği, sermaye güçlerinin açıkça emek düşmanlığı yaptığı bir dönemde sendikal konfederasyonların patronlarla ortak platformlar oluşturup, “işletmeleri ayakta tutmak için fon oluşturmaya” yönelmesi, IMF programlarına teslim olması; özelleştirmeye karşı mücadeleyi “kaybetmek için gayret gösterilmesi”, “mezarda emeklilik”, “tahkim” gibi konularda sendikacıların takındığı utanç verici tutum geleneksel sarı, sınıf işbirlikçisi sendikacılığın sermaye ile bütünleşmede ulaştığı son aşamayı göstermesi bakımından “tarihsel belgeler” niteliğindedir.
Türkiye’de sendikalar, son 10 yıldır kesintisiz bir üye kaybı süreci yaşamaktadır. Örneğin; özelleştirmenin de hızlanmasına bağlı olarak pek çok sendika, üyelerinin önemli bir kısmını kaybetmiştir. Pek çok sendika, şubelerini kapatmakta, “küçülerek”, “masraflarını kısarak”, “profesyonel kadrolarının sayısını azaltarak” ayakta durmaya çalışmaktadır. Dahası sendikalar, yani sendika yöneticileri; işçi yığınlarını sendikaların çatısı altına toplayarak ve sermayeye karşı mücadele ederek ayakta kalmak yerine patronlar ve hükümetlerle uzlaşarak, patronlar göz yumduğu için yetkili olmayı içlerine sindirerek ama bunun gereği olarak da; işçileri daha ucuza satarak, sendikacılık adına akla gelen, mücadele, sömürüye karşı çıkma, emeğin hakkını savunma, sınıf mücadelesi gibi her tür olumlu değeri, geleneği ayaklar altına alarak varlıklarını sürdürmeyi tercih etmektedirler.
Türkiye’de tarım ve sanayide 10 milyon dolayında sendikalaşabilir işçi çalışıyor olmasına karşın, bugün üç konfederasyona bağlı yüz dolayındaki sendikada sadece 800 bin işçi örgütlüdür. Bu sendikalı işçilerin 500 bini kamu kesiminde çalışmaktadır ve hükümet ile sermaye özelleştirmede hedeflerine varırsa; sendikaların mevcut üyelerinin yarısını daha kaybedeceğinden hiç kimsenin şüphesi yoktur. Dahası pek çok işyerinde pek çok sendika aslında, işkolu ve işyeri düzeyinde yetkisini kaybetmiş (işkolunda yüzde 10, işyerinde yüzde 50 barajı) ama patronların icazeti ile yetkili görünmektedir. Bütün bunlara karşın sendika yönetimleri yeni işyerlerini örgütlemek için zahmete girmek niyetinde değildir. Tam tersine; kendilerine maaşlarını garantileyen vakıf kurma, sendikanın parasını çalıştırma, ticarete atılma, (otel işletmeciliği, inşaatçılık vb.) gibi sendikacılıkla ilgisi olmayan faaliyetlere yönelmiş bulunmaktadırlar. TÜMTİS başta olmak üzere birkaç sendika dışında hiçbir sendika yeni işyerleri örgütlemek için bir çaba içinde değildir. Daha da kötüsü; işçilerin kendiliğinden sendikalı olmak için giriştikleri çabalar da sendikal bürokrasinin aymazlığına, patronlarla işbirliğine ve işçiler arasındaki bölücü faaliyetlerine çarparak kırılmaktadır.
Mücadele yerine patronlarla işbirliğini esas alan sendikacılık tutumunun sendikaların yönetimini önemli ölçüde ele geçirmiş olması, sermaye propagandacıları tarafından, sendikaların işlevinin bittiğine, işçilerin sendikasızlığı tercih ettiğine, sendikaların, sendika yöneticilerinin geçim kaynağı olmaktan öte bir işe yaramadığına dair yıkıcı propagandasına malzeme yapılmaktadır.
* * *
Sarı sendikacılığın, “sınıf işbirlikçisi”, “uzlaşmacı” sendikacılığın ve bu politikanın temsilcisi “sendikal bürokrasi”nin sendikal hareketin tarihi boyunca iki temel dayanağı var olagelmiştir.
Sendikal hareketin bugün içine sürüklendiği bunalıma çekilmesine yol açan dayanaklardan birincisi; işçi sınıfı kitlesinin sendikal mücadelenin dışına itilerek, sendikal mücadelenin sendikacılarla patronlar ya da temsilcileri arasındaki görüşmelere indirgenmiş olmasıdır.
Aktif sendikacı-pasif işçi yığınları ayrımının üstünde şekillenen bu bürokratik sendikacılık; işçinin karmaşık sözleşme prosedürlerini anlayamayacağı, sendikacılığın bunu anlayan “uyanık”, patronlarla, bakanlarla lüks otellerde yemek yiyip konuşabilecek, onlar gibi davranmasını bilen, “adap-erkân bilir”, sendikacılığı meslek edinmiş kişilerin işi olduğu, bu özelliklere, alışkanlıklara, “yetenekler”e sahip olmayanların sendikacılığı, sendika yöneticiliğini “başaramayacağı” görüşüne dayandırılır. Böylece işçi yığınları; en iyi ihtimalle, vekâletini sendikacıya vermiş bir “müvekkil” gibi, olup biteni izleyen, eğer sendika yöneticisi iyi niyetli ise, sendika ile patron arasındaki ilişkilerden “bilgilendirilen” pasif bir yığın durumuna düşürülmektedir. Bu yüzden de hemen her toplusözleşme döneminde gördüğümüz gibi, yüz binlerin taraf olup sokakları, caddeleri doldurduğu eylemler eşliğinde yürütülen “toplu iş sözleşmesi” ve talepler mücadelesinde bile sendikal bürokrasi; ne döndüğü kimseye sızdırılmayan kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklarla “işi” bitirmiş, patronlar ve hükümetle varılan anlaşmalara işçileri “razı etmek”, sendikal faaliyetin asli unsuru haline getirilmiştir. Bu, “razı etme” işinde sendikacılar, patronlar ve hükümetlerden tam destek görmüş, “razı olmayanlar” ve mücadeleye önderlik edenleri işten atma, karakol vb. ile tehdit etme, muhtemel rakipleri bu vesileyle tasfiye etme sendikacılığın bir gereği, “herkesin yaptığı” bir marifet olarak gelenekselleştirilmiştir.
Çalışma ve sendika yasalarının anti-demokratik niteliği ve sermaye yanlısı düzenlemeleri, sendikaların yöneticilere sınırsız yetki veren tüzükleri; sendika bürokrasisinin gelişmesi ve işçiler karşısında “yenilmez” görünen bir güç olmasında sarı sendikacılığın ve sendikal bürokrasinin diğer bir dayanağı olmuştur.
Sendika bürokrasisinin sendikayla bu derece özdeşleşmiş görünmesi, milyonlarca sendikasız işçinin sendikalara girmesinde caydırıcı bir etki yaratmış, sözleşmelerin satılması, işçi üstünde sendika bürokrasisinin ikinci bir baskı merkezi olarak rol oynaması, işyerlerindeki sendikalaşma faaliyetlerinin çoğu zaman sendikacılar tarafından yokuşa sürülerek engellenmesi, hatta sendikal mücadeleye önderlik edenlerin işten atılması için patronlarla işbirliği yapılması gibi rezaletler, sendikaların güç ve itibar yitiminin başlıca nedenlerinden olmuştur.
Sarı, sınıf işbirlikçisi sendikacılığın ve sendikal bürokrasinin ikinci dayanağı işçi sınıfının ve sendikalarının işçi sınıfı siyasetinden uzak tutulmasıdır. Bu tutum; Türkiye’de sendikal hareketin gelişme ve sendikaların kuruluş sürecinde “Türk-İş’in 24 ilkesi” diye bilinen sarı sendikacılığın ilkelerinde ifadesini bulmuştur. Bazen “siyaset üstü sendikacılık”, bazen “partiler üstü sendikacılık” biçiminde üstü örtülü bir biçimde burjuva siyasetine bağlanmak biçiminde tezahür etmiştir.
Kendi siyasetini oluşturmaktan, kendi partisi hattında bir mücadeleye girmekten alıkonulan işçiler; “siyaset dışında kalma” adına şu ya da bu düzen partisinin ama çoğu zaman da bütün düzen partilerinin ortak kullandığı bir ‘kim kuvvetli çekerse o yana’ gidebilen bir kalabalık derekesine düşürülmüştür. Sendikal bürokrasi bu “renksizlik” durumunu bir “erdem” düzeyine çıkararak, işçinin gözünde siyasetle uğraşmayı “kabul edilemez”, “işçinin, sendikaların bulaşmaması gereken bir iş” olarak göstermişlerdir.
Bu durumun sendikal hareketteki karşılığı ise; işçi haklarının, işçinin sömürüden kurtuluşuna karşılık gelen sömürüsüz, baskısız bir dünya talebinin siyasal düzeyde savunulup geliştirilememesi olduğu kadar işçilerin demokrasi mücadelesinin dışına itilerek, onların salt ekonomik taleplerle sınırlı bir bilinç düzeyinde kalmaları, politika dışında kalarak bilinçlerin gelişmemesi olmuştur.
Bu durum kaçınılmaz olarak işçi yığınlarının, sendikaların ülkenin ve dünyanın nereye götürüldüğü ile ilgilenmemesine yol açmış ve böylelikle, işçi yığınlarının ülkenin yönetimini sermayeye bırakarak sendikaların ve işçinin sadece ücret düşünen kurumlara dönüşmesi için gayret gösterilmiştir. Ama salt ekonomik taleplerle sınırlı bir anlayış ve mücadele ise, aslında ekonomik talepler alanında bile başarısızlık, elde edilmiş hakların kaybedilmesi olarak şekillenmiştir. Bunu özellikle de son yıllarda çok açık bir biçimde görmüş bulunuyoruz.
Kısacası Türkiye’de, sendikal mücadele lafının geçtiği her yerde; “bağımsız sendikadan, “sendikacılığın bağımsız olmasından söz edilmiş ama gerçekte ise, sendikalar, sendikal bürokrasi tarafından bağlı oldukları düzen partilerinin av alanı olarak kullanılmışlardır. Bu yüzden de sendika yöneticileri ve sendikalar; onca “bağımsızlık”, “siyaset üstülük”, “siyaset dışılık” iddiasına karşın en bayağısından burjuva siyasetin göbeğinde olmuşlardır, işçiye; “aman politikayla uğraşmayın”, “işçi politikayla uğraşırsa bölünür” diye vaazlar veren sendikacılar; en gerici, ırkçı partilerden milletvekili olmuş, bakan olmuş, hatta konfederasyon yöneticileri cuntalarda bakanlık yapmıştır.
Diyebiliriz ki; Türkiye’de sendikal hareketin tarihi, sendikal hareket içinde sınırlı etkisi olan kimi çıkışları bir yana bırakırsak, işçilerin siyaset dışına itilmesinin, sınıfın bir parti olarak bağımsız bir biçimde örgütlenmesi ve bağımsız sınıf hareketinin bağımsız bir hareket olarak genişlemesinin baltalanmasının tarihi olmuştur.
Elbette ki sendikalar; işçilerin patronlar karşısında kendi aralarında rekabete son vererek, kendi basit çıkarları etrafında birleşmelerinin ürünü olarak doğmuştur. Ve bugün de; sendikaların varlıklarının nedeni budur. Bu yüzden de, bugün de; işçinin ücret, sosyal haklar, çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesini bütün görevlerinin başına koymayan bir örgüt sendika adına layık olamaz. Ama işçi sınıfının ve sendikal hareketin tarihi apaçık göstermektedir ki; sınıfın sömürüden kurtulma mücadelesine bağlanmayan bir sendikal faaliyet sermayeye karşı mücadele dayanağını yitirmiş olur ve hak mücadelesiyle sınırlı bir başarı da elde edemez. Bunun da ötesinde; işçi sınıfının, sendika, kooperatif, parti gibi tüm örgütleri sermayeye karşı mücadelenin örgütleri olarak birleşmedikleri sürece; sermayenin uluslararası ve ulusal plandaki saldırılarını püskürtmesinin mümkün olmadığı artık herkes tarafından görülmektedir. Bu yüzdendir ki; sendikalar kendilerini, “işçilerin ekonomik mücadele örgütü olarak” tarif edemezler. Tersine sendikalar kendilerini; ekonomik mücadeleyi de kapsamak üzere, “sınıfın sermayeye karşı mücadelesinin örgütleri”, “sınıfın sermayeye karşı yığınsal olarak örgütlendikleri örgütlenme ve mücadele merkezleri” olarak tarif etmek durumundadırlar.
Sendikalar ancak böyle bir mücadele çizgisine yöneldikleri ölçüde; sermayenin uluslararası örgütleri, devletleri ve hükümetlerini de arkasına alarak emek ve onun çıkarlarına karşı giriştikleri saldırıyı bertaraf edip sermayenin dünyası karşısında baskısız ve sömürüşüz bir dünya, emeğin dünyasını kurmak için adım atabilirler. Bu yönelişe girmeden de sendikaların, bırakalım mücadeleyi, kendilerini ayakta tutacak mecalinin kalmayacağını son yıllarda yaşananlar ve sendikaların bugün içine düştüğü kaos, iyi niyetli ve vicdanı olan herkesin, her sendikacının, her işçinin anlayacağı kadar açık göstermektedir.
Sendikaların “siyaset üstülük”, “siyaset dışılık” adı altında, burjuva düzen partilerin siyasetinin peşine takılması, işçi sınıfının, çeşitli düzen partilerinin amaçları doğrultusunda bölünmesini, ırk, cins, dil, milliyet, din, mezhep, bölge ayrılıklarının istismar edilmesini kolaylaştırmıştır. Düzen partileri ve sendika yönetimlerini ele geçiren sendikal bürokrasi; bu ayrılıkları canlı tutarak, kışkırtarak, sınıf kardeşliği fikrinin önüne geçirmişler, kendi çıkarları için kullanmışlar, bu temelde sınıf içinde kesintisiz bir bölücü faaliyet sürdürmüşlerdir.
Dolayısıyla her milliyetten, her cinsten, her din ve mezhepten işçileri birleştirici bir harç rolü oynaması gereken sınıfın ortak talepleri hep geriye itilerek, iktidarda olan ya da iktidara yakın çevrelerle, sendika yönetimini ele geçiren bürokrasiye yaklaşarak kendisini kurtarma fikri öne çıkarılıp teşvik edilmiştir. Bu yüzden de işçi sınıfı, siyasi ve sendikal olarak parçalanmış; partilere, konfederasyonlara, aynı işkolunda farklı sendikalara bölündüğü yetmiyormuş gibi, bir de birer birer işyerlerinde sendikal bürokrasinin fraksiyonlarına da bölünerek sendikalardan beklenen birleştirici rolün yerine getirilmesi tüm gericiliğin işbirliği ile engellenmiştir.
Sınıf sendikacılığı; “siyaset dışılık”, “siyaset üstülük” gibi tüm ikiyüzlülükleri reddederek, tüm sınıfı kendi siyaseti doğrultusunda birleşmeye çağıran bir sendikacılık anlayışıdır. Eğer işçiler günlük taleplerini, sendikal taleplerini aşarak ülkeyi yönetmeye talip olmazlarsa, sermayenin iktidarı elinde tutan gücü karşısında çaresiz kalırlar ve en basit haklarını bile koruyamaz duruma düşerler. Bu yüzden de işçiler sadece kendi haklarını koruyan taleplerle sınırlı bencilce bir mücadeleyi reddedip tüm ezilenlerin haklarını savunan bir pozisyona geçmek; savaş ve barıştan demokrasi sorununa, ülkenin bağımsızlığının korunmasından sömürüşüz ve baskısız bir dünya kurma fikrine kadar genişleyen bir mücadele hattında birleşmek durumundadır. İşçi sınıfının sendikaları da işte bu mücadelede işçilerin kitlesel olarak birleşme ve mücadele etme merkezleri olarak sınıfın ana kitlesini harekete geçiren örgütler olarak emekçi sınıfların sermaye karşısındaki iktidar mücadelesinin de dayanakları olarak rol oynayan örgütler biçiminde işlev görmek durumundadırlar.
Dünya işçi sınıfının tarihinde, sendikalar, böyle bir rolü üstlendikleri dönemlerde gerçekten sınıfın ana gövdesini birleştiren, mücadeleye çeken, dost ve düşman karşısında itibarı olan örgütler olmuşlardır.
Bugün yaşadıklarımız da açıkça göstermektedir ki; sendikalar böyle bir rolle işçi sınıfını birleşmeye ve mücadeleye çağırmadıkça, sınıfı bu doğrultuda eğitip örgütleyen örgütler olmaya yönelmedikçe; bugün içinde bulundukları derbeder, sermaye ve hükümetlerin saldırıları karşısında çaresiz durumdan, girdikleri çöküş sürecinden kurtulamayacaklardır.
Olup bitenler; sendikaların bencil, en iyimser hesapla sadece üyelerinin çıkarını düşünen (aslında sınıfı düşünmeyenin üyelerinin çıkarlarını da düşünemeyeceği ortadadır) örgütler olmaktan çıkıp tüm sınıfın, tüm emekçilerin, tüm halkın, tüm ülkenin, tüm insanlığın çıkarı için mücadele eden örgütler olduklarında kendi tarihsel rollerine uygun bir pozisyona geçmiş olacaklarını gösteriyor. Çünkü işçi sınıfı bu soylu amaç için, sömürüşüz ve baskısız bir dünya için, tüm insanlığın mutluluğu için mücadele eden bir sınıftır ve bütün öteki modern ve eski sınıflardan da bu tarihsel rolle; bütün öteki sınıfları baskı ve sömürüden kurtardığı ölçüde kendisini de sömürüden kurtaran bir sınıf olarak ayrılır.
Sınıf sendikacıları olarak bizler; sınıfı bu tarihsel rolünü oynamaya açıkça çağırdığımız, sınıfı kendi iktidar mücadelesi içinde eğitim ve örgütlenmesine olanak sağlayan bir sendikacılık fikrini yaygınlaştırdığımız ölçüde ona bir kurtuluş yolu açmış oluruz. Bu çağrı gerçek, hiçbir art niyet taşımadığı için sınıfa gerçekleri açıkça ifade eden bir çağrı olduğu için de art niyetsiz her namuslu sendikacı ve işçi tarafından anlaşılacaktır. Burada tek engelimiz; iyi niyetli sendikacılar arasında bile “siyaset dışılık” fikri öylesine yerleştirilmiştir ki; onlar bile, sınıfın açıkça kendi siyasetini yapmaya, kendi partisinin çizgisinde mücadeleye çağrılmasında, sendikaların ülke yönetimine, siyasete müdahale eder olmasında; sendikaların sermayeye, sömürüye, emperyalizme, uluslararası tekellerin egemenliğine karşı mücadele etmeye çağrılmasını; “acaba sendikaların böyle bir rol oynaması doğru mudur?”; “bu sınıfı bölmez mi?”; “bu partilerin işi değil mi?” gibi endişeler taşımasıdır. Oysa biraz düşünüldüğünde görülecektir ki, bugün sendikalarımız, işçi sınıfı ve emekçiler; sermaye partileri tarafından ve sendikalarımızın yönetimini ele geçirmiş olan sermaye yanlısı sendikacılar tarafından; burjuva siyasetinin göbeğine çekilmiş olup sendikaların gücü ve etkisi; sermayenin egemenliğinin pekiştirilmesi, sömürünün devamı, sermaye partilerinin ülkeyi kolayca yönetmesi için kullanılmaktadır. Öyle ki, bu kullanma; işçilerin sendikalarının, işçi hareketinin önünü kesmek, işçilerin tepkilerini kontrol altına almak, işçilerin diğer emekçi sınıflar, hatta kendi içinde bütünleşmesini önlemek (ülkede üç ayrı konfederasyon ve her işkolunda birkaç sendikanın varlığı gibi) için kullanılmaktadır. Emek Platformu, Türk-İş ve öteki konfederasyonlardaki tartışmaları; alınan kararlar ile alınması gereken kararlar arasındaki farkları, alınan kararların nasıl engellendiğini göz önüne alırsak, sendikalarımızın nasıl sınıfa, tüm emekçilere karşı kullanıldığını görürüz. Yani sendikalar bugün de siyasetin göbeğindedir ve üstelik bu sermaye egemenliğinin sürmesi amaçlı ve bu nedenle de işçiyi bölme, emekçiler içinde yalnızlaştırma, onu kendi çıkarları için mücadeleden alıkoyma amaçlı bir siyaset olduğu için de sendikaları tahrip edici bir siyasettir.
Ve şu da bir gerçektir ki; sendikal hareket, bugün geldiği yer itibarıyla tarihinin en kötü dönemindedir ve buradan çıkış için sınıf sendikacılığına sarılınması; sendikaların yeniden ve bu temeller üstünde kurulmasından başka bir çıkar yolu olmaması da; sınıfın ileri kesimlerini ve pek çok sendikacıyı bir “yol ayrımına” getirmiştir. Bu yüzden de sınıf sendikacılığı fikri bugün dünden çok daha yakıcı bir çekim merkezi olma imkânına sahip olmuştur. İnanıyoruz ki; sınıfın ileri kesimleri, kendi çıkarlarını sınıf hareketinin geleceğine bağlamış olan ülkemizin ilerici, namuslu demokrat güçleri, sınıf kaygısı duymaya devam eden her kademeden sendikacı arkadaşlarımız; bu “yol ayrımı” üzerine düşünüp doğru kararı verecektir. Çünkü sendikal bürokrasi yönetimindeki sendikalarda iyi olan; yarına taşınırsa dayanak olacak (sendikacılık tarzı, siyasete katılım, sendikacıların yaşantısı, mücadelecilik, bilgi birikimi, ahlak, sendikal eğitim anlayışı, sınıf ve üye kitlesiyle bağ vb.) hiçbir şey kalmamıştır. Üstelik de “her şey” “eskisi gibi gidemeyecek” kadar çürümüş ve çökmüştür. Bunun içindir ki, gidişatı mevcut sendikal anlayışın en rezil savunucuları bile savunamamakta; sendikal hareketin iyiye gittiğini söyleyememektedirler. Bu yüzden de; “işçi daha iyisini istiyor da biz yapmıyor değiliz”, “böyle işçiye böyle sendikacılık” diye küstahça değerlendirmeler yaparak kendilerini savunmaktadırlar.
Kısacası; sendikal hareketimizin üstüne bir kâbus gibi çöken sarı, sınıf işbirlikçi sendikacılık anlayışı, işçileri siyasetten değil ama işçi sınıfı siyasetinden, sınıfın partisinden uzak tutmanın, işçi hareketinin kendi yakın ve uzak talepleri etrafında birleşerek bir bağımsız hareket oluşturmasını engellemenin dayanağı olmuştur. Ve sendikal hareketin sermaye partilerinin oyuncağı olması, onların dolgu maddesi derekesine düşürülmesi, bugün sendikaların içine sürüklendiği bunalımın, onların itibarsızlaşıp çöküşünün de başlıca nedeni olmuştur.
* * *
Sendikal hareketin bugün, sermaye güçleri (sendikal bürokrasi, patronlar, hükümetler, sendikalar içinde bölücü faaliyetler yürüten düzen partileri vb.) tarafından itildiği köşeden kurtulması için, kendisini bu kaosa iten; “aktif sendikacı-pasif yığın” ikilemi ile sermayeden bağımsız bir biçimde örgütlenme; sendikaların düzen partileri ve burjuva siyasetinden bağımsız olmaları amacını gerçekleştirmek; sınıfın yakın ve uzak çıkarları üstünde birleşerek bağımsız bir hareket oluşturması zorunlu bir tutumdur. Sınıfa bağlı olan sendikacılar, ileri işçi kesimleri bu gerçeği; günümüzde asla gözden kaçırmamamız gereken bu gerçeği anlamak, tüm dikkatlerini buna vermek durumundadır.
Önceki 100 yıllık mücadele geçmişini ve deneyimlerini bir yana bıraksak bile; 1987’den başlayarak yükseliş trendine giren; 1989 Bahar Eylemleri ile ana gövdesiyle “yeniden” sahneye çıkan ve günümüze kadar bazen köpürüp coşarak, yüz binlerle alanları, caddeleri doldurup taleplerini haykırarak, bazen daha birkaç hafta önce o sokaklara, alanlara sığmayan kendisi değilmiş gibi “dinginleşerek” de olsa Türkiye işçi sınıfı, özellikle de onun ileri kesimleri; son 12-13 yıllık mücadelesi içinde de önemli deneyimler kazanmış; dünya işçi sınıfı ve Türkiye’nin önceki işçi kuşaklarının mücadele deneyimleriyle zenginleştirdiği bir sınıf mücadelesi anlayışına, sınıf sendikacılığı kavrayışına sahip olmuşlar; her koşulda sınıfına bağlı kalmış sendikacılarla bu ileri işçi kesimleri, sermaye karşısındaki hak mücadelesi için olduğu kadar dayanışmanın, ülkeye sahip çıkmanın, işçi yurtseverliğinin, anti-emperyalist tutumun örneklerini sunmuşlardır.
İşte yeni sendikal hareketin, sınıf sendikacılığı çizgisinde, var olan ama çökmekte olan sendikaların sınıfın sendikaları olarak yeniden inşa edilmesinde, sınıf sendikacılığı fikrinin tüm sınıf içinde yayılmasındaki dayanağı da; bugün sınıfın bu ileri kesimleriyle, onca tahribata karşın sınıf içinde halen itibarı olan, işçilerin güvenini kazanmış deneyimli, mücadeleci sendikacılardır.
Bu mücadeleci sendikal hareketin ikinci dayanağı ise; Türkiye’nin mücadeleci işçi sınıfıdır.
Sınıfın, başlıca büyük kamu ve özel işletmelerinde çalışan sendikalarda örgütlü kesimi, geçmiş yıllar boyunca sendikal bürokrasi tarafından engellenmediğinde her zaman hak ve özgürlük mücadelesinin en önünde olmuş; sermaye güçlerine karşı ülkenin en dinamik ve en mücadeleci odağı olarak rol oynamıştır. Nitekim son 10 yıl içinde işçi sınıfı, onca olumsuz koşula ve sendikal bürokrasinin sürekli arkadan hançerlemelerine karşın; hem günlük talepler düzeyinde hem de özelleştirme, tahkim, sosyal güvenlik sistemi gibi; sermayenin uluslararası saldırılarına karşı mücadeleci bir odak olarak rol oynamış, direniş ve mücadelelerin en temel dayanağı olmuştur.
Öte yandan, sendikal bürokrasi, bugün sendikal örgütlenmelerin ağırlığının KİT’lerde olmasına bakarak, “kamu bitince sendikacı da biter” kehanetini öne sürerek çöküşü, sendikaların ve sendikacıların bugünkü durumunu “meşru”, “normal”, hatta “kaçınılmaz” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa Türkiye’de sendikal hareket en şanlı mücadelelerini özel sektörün başlıca işletmelerinde örgütlendiği dönemde 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşamıştır. Bu yüzdendir ki, sendikacılığın geleceğini “kamuda var olmaya” bağlamak, devlet ve patronların himayesinde sendikacılık yapmayı marifet düzeyine yükseltmiş sarı sendikacılığın, sendikal bürokrasinin kendinden menkul iddiasıdır. Bu yüzden bugün de; sendikal hareketin yeniden ayağa kalkmasında asıl dayanak, başlıca ve stratejik öneme sahip “özel” kurumların örgütlenmesi olacaktır. Ve sendikal hareket bu “zor” görünen işi başararak rüştünü ispat ettiği ölçüde işçi sınıfına, onun tarihine ve tarihsel rolüne layık olduğunu da gösterecektir.
İşçi sınıfımızın örgütlü kesimleri; bugün de, kaybetmiş olduğu mevzilere karşın mücadelesini sürdürmekte, her vesileyle yeniden yeniden ayağa kalkarak kendi rolünü oynamaya çalışmaktadır.
Yaşadıklarımızdan da açıkça bilinmektedir ki; işçi sınıfının nispeten uzun zamandan beri sendikal alanda örgütlenmiş bu bölümü, sendikal mücadelenin deneyimini taşıyan kesimi; bütün zaaflarına karşın sınıfın örgütlenme ve mücadeleye en yatkın kesimini oluşturmaktadır. Bu yüzdendir ki, milyonlarca işçi içinde, başta özel sektördeki başlıca işletmelerin işçileri olmak üzere bugün sendikalı işçi kesimlerinin yeniden örgütlenmesi sendikal hareketin çekim merkezi olarak şekillenmesi her şeyden daha önemlidir.
Kuşkusuz ki yeni sendikal hareketin potansiyel dinamizmi; Türkiye’nin sayısı 10 milyona yaklaşan genç işçi yığınları içinde saklıdır. Bugün büyük kentlerin çevresine ve Anadolu’nun irili ufaklı sayısız kentine yayılmış sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri, bu milyonlarca genç işçinin mekânıdır. İrili ufaklı fabrika atölyelerinde çok ağır koşullarda çalışmaya zorlanan hayli ileri düzeyde eğitimli bu işçi yığınları; sendika, sigorta, düzenli bir ücret, iş güvencesi, belirli bir iş saati vb. gibi talepler için mücadelededir.
Klasik tarzda bir sendikacılık deneyimine sahip olmamış ama geçtiğimiz 10 yıl içinde hızla büyürken aynı zamanda sorunları da büyümüş olan sınıfın bu kesimi; sendikalı olmak için de pek çok girişimde bulunmuştur. Öyle ki, az çok örgütlü bir düzeye gelen işletmelerdeki işçiler; sendikalaşmak için giriştikleri mücadelede son derece direngen bir tutum takınmasını bilmiştir. Sayısız fabrikada, atölyede işçiler; işten atılmayı, işsiz kalmayı göze alarak sendikalı olmak için bazen aylarca süren mücadelelere girmişlerdir. Hain sendika bürokrasisinin oyunlarına ve onların arkadan hançerleyeceklerini bilmelerine karşın mücadeleye atılmaktan geri durmamışlardır. Çoğu direniş aylarca sürmüş, birçok işletmede bir mücadele yenilmiş ama aradan bir-iki yıl geçtikten sonra işçiler yeniden yeniden aynı mücadeleye girmişlerdir. Yani işçiler, uzun mücadelelerden yılmadıkları gibi, yenilgilerden de korkmamışlardır.
Demek ki Türkiye’nin işçi sınıfı, sermayenin propagandacılarının iddia ettiği gibi, örgütlenmeden, sendikalı olmaktan, hakları için mücadele etmekten kaçınmamakta; tam tersine sadece işten atılma gibi büyük bir riski değil, aylarca açlığı, gözaltına alınmayı, cezaevine girmeyi bile göze alarak mücadele etmektedir. Çünkü patronlar ve güvenlik güçleri, yasalar tarafından işçiye tanınmış sendikalı olma hakkını kabul etmemekte, bu nedenle sendikaya girmek onların gözünde bir çeteye girmekten daha tehlikeli bir örgüte girmek olarak görülmektedir. Bu nedenledir ki; sendikaların işyerlerine girmesi, yetkili sendika haline gelmesi sayısız direnişler, polis ve jandarma ile çatışmalar, baskı, işkenceler, gözaltılar, provokatif suçlamalar, hatta cezaevine girmelerle birlikte yürümektedir. Böyle yoğun bir mücadeleyi göze alamayan işçiler sendikalı olamamaktadır.
İşte mücadeleci sendikacılığın, sendikaların sınıfın sendikaları olarak yeniden inşa edilmesinin en önemli dayanağı sınıfın bu mücadeleci tutumu, genç işçi yığınlarının sendikalaşmak, mücadele etmek için gösterdiği bu istektir. Sendikalar sınıfın bu ihtiyacına yanıt verecek bir mücadeleci çizgide yeniden örgütlenmeyi başardıkları ölçüde bugün bulundukları zavallı durumdan kurtulacak; sınıfın gözünde ve elbette düşmanlarının da gözünde itibarlı konuma yükseleceklerdir.
İşte yeni sendikal hareketin etrafında toplanan işçiler ve sınıftan yana sendikacıların yapmak istediği de budur.
Burada şunu belirtmeliyiz ki; sınıf sendikacılığı fikri gibi bu fikir etrafında örgütlenecek sendikalar da gökten gelmeyecektir. Tam tersine bugün var olan sendikalarımız; elbette ki, sınıf sendikacılığı etrafında toplanan işçiler ve sendikacılar için de temel dayanaklardır. Ve burada “sendikalarımızın yeniden inşası” derken de sendikalarımızın, sınıfa ihaneti başlıca tutum haline getiren sarı sendikacıların, patronlarla işbirliği içindeki sendikacıların işgalinden kurtarılmasını, sınıf sendikacılığı anlayışıyla bu sendikaların içlerinin doldurulmasını anlıyoruz. Bunun içindir ki, bütün işçileri, sorumluluk duygusu taşıyan sendikacıları; sendikalarımızı, sermayenin uşakları olan sendikal bürokrasinin işgalinden kurtarmaya, onları yeniden kendi örgütlerimiz, kendi mücadele merkezlerimiz yapmaya çağırıyoruz.
* * *
Sınıf sendikacılığı hareketi; elbette ki, sendikalarda “aktif sendikacı-pasif yığın” ayrımına son vermeyi ve sendikal hareketin; “sermaye ve onun partilerinden bağımsız sınıfın kendi siyaseti etrafında birleşmesi” gibi iki temel sorunu dikkatinin ana noktasına koymaktadır.
Ancak biliyoruz ki bu görevi; eski, çöken ama aynı ölçüde de sendika hareketinin her zerresine işlemiş olan sarı ve sınıf işbirlikçisi sendikacılığın sermayeye karşı teslimiyetçi çizgisi, gelenek ve alışkanlıklarıyla savaşarak yerine getirecektir.
Yeni sendikaların inşası, daha doğrusu sendikaların işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olarak, itibarlı işçi örgütleri olarak yeniden inşası bu mücadelenin üstünde yükselecektir.
Bu mücadelenin alanlarından birisi; sendikal bürokrasiye yol veren sendikal zeminin ortadan kaldırılmasıdır ki, bu zeminin en önemli dayanaklarından birisi sendika yönetimlerinin, profesyonel sendikacı arkadaşlarımızın yaşantılarının sendika üyesi işçi yığınlarının yaşantılarıyla kopmasıdır.
Yaşananlardan biliyoruz ki; seçimi kazanıp, tezgâhın başından çıkıp sendika yönetimine gelen bir işçi, işyerinde aldığının birkaç katı maaşla ve daha önceki yöneticilerin oluşturduğu “yeni bir kültür ve ilişki” ortamına girmekte; gittiği lokanta, içtiği içki markası, selam verdiği çevreleri değiştirip; takım elbiseli, işçiye tepeden bakan ve kendinde olmadık meziyetler bulmaya başlayan birisi olup çıkmaktadır. Sendikacı olan arkadaş; olağanüstü kısa bir sürede, bir başka sınıftan birisi olarak davranmaya başlamakta; eski arkadaşlarını hor görmekte, sendikacılığı, kendisine iyi bir yaşam sağlayan geçim kapısı olarak düşünmeye başlamaktadır. Böylece; işçiye verdiği sözleri unutup; “yukarıyla iyi geçinmek”, “patronlarla pürüz çıkarmamak”, işçiyi “nankör”, “kendisini de aldığını fazlasıyla hak eden” bir “seçilmiş kişi” olarak görmeye başlamaktadır. Ve bu, işçi olarak çalışırken aklına bile gelmeyen maddi ve manevi tatmin dünyasını bırakmamak için şeytanla işbirliği yapma dâhil (işçiler içinde kendi çıkarına uygun bölünmeler geliştirme, muhtemel rakiplerini tasfiye etme, işçiler içinde gücü olan çevrelerle gizli ilişkiler, düzen partileriyle, patronla açık-gizli ilişkiler geliştirme vb.) her yola başvurmaktadır.
Çok açıktır ki, sendika yöneticileri arasında, sendika yönetimine gelen işçileri baştan çıkaran bir mekanizma kurulmuş, işlemektedir. Ama bu mekanizmanın işletici enerjisi; sendika yöneticilerinin gelirlerinin (maaş, ödenek, kıdem tazminatı vb.) maddi bakımdan işçi gibi yaşamaktan koparacak düzeyde farklı olmasıdır. Bu işkolundaki işçiden birkaç kat fazla gelir; yeni sendika yöneticisinin baştan çıkmasını sağlayan itici bir etken olurken, aynı zamanda sendika yönetiminin bir kazanç kapısı olarak görülmesini de getirmektedir. Bu yüzden bizler, sınıftan yana sendikacılar olarak; sendika yöneticiliğinin sendikacıya daha önceki yaşamından daha yüksek bir yaşantı düzeyi sağlayan bir “mevki” olmaktan çıkarılmasını, bu amaçla, sendika yöneticilerinin daha önceki işinde aldığı ücrete bağlı bir ücret alması için yapılacak tüzük değişikliğini savunuyoruz. Öncelikle, işçilerle sendikacıyı ayrı yaşam ortamlarına iten bu duruma son vermek için mücadele etmek zorundayız.
Her birimiz, sendikacıların çok önemli bir bölümünün herhangi bir patrondan çok farklı yaşamadığını, hatta birçoğunun pek çok patrondan daha sefih, daha müsrif bir hayat sürdüğünü biliyoruz.
Kuşkusuz sendikacıların böyle çabuk bozulmasının nedenleri sadece ücret değildir. Ama ücretin sendikacı ile işçiyi ayıran, sendika yöneticisinin savrulması için baştan çıkarıcı elle tutulur bir rol oynadığını da biliyoruz. Dolayısıyla sınıf sendikacılığı, sadece talepler ve siyasi bakımdan sınıftan yana bir çizgiyi önermekle kalmayacak, aynı zamanda işçilerin, sendika yönetimlerine geldikten sonra burjuvalaşmasını, bürokratlaşmasını önleyecek; yığınlarda sendika ve kendi örgütlerine sahip çıkma bilincinin gelişmesi için çaba gösterme, sendika yönetimlerinin yığınların denetimine açılması, sendika yönetimine seçimlerinin demokratikleştirilmesi, sendika tüzüklerinde işçi iradesini engelleyen her tür engelin ortadan kaldırılması için gereken tedbirlerin alınması için mücadeleyi ara vermeden sürdürmek durumundadır.
Çünkü biliyoruz ki; sendika yönetimlerine gelen kötü niyetli kişiler, tüzükler ve yasalardaki anti-demokratik maddelere dayanarak yerlerinde kalabilmekte; ya da entrikalarla “uyanıklar”, dürüst işçileri tasfiye edebilmektedir. Bu nedenledir ki, sendika yönetimleri için yapılan seçimlerin doğrudan ve hiçbir hileye yol vermeyecek kadar açıkça olması için her şeyi yapmalıyız.
Bu amaçla sendikalar yasasında burjuva parlamentolar ve hükümetler tarafından getirilen; sendika yöneticilerini bir yandan “koruyan”, öte yandan tehdit edilmesini sağlayan yasaların (sendika merkez yönetimleri için 10 yıllık koşulu, ceza alan sendikacıların sendikacılığının düşmesi ve bir daha seçilememesi vb.) değiştirilerek; işçinin seçtiği her işçinin, her kademede görev yapmasının sağlanması mücadelesi, sendikaların demokratikleştirilmesi, sınıf sendikacılığının ihmal edemeyeceği mücadele alanlarından birisidir.
Sınıf sendikacılığı hareketi, sendika yönetimlerinin belirlenmesi ve kararların alınmasında her işçinin iradesinin bu kararlara yansıması için sendika içi demokrasiyi kendi vazgeçilmez ilkesi sayar. Ama aynı zamanda sınıf sendikacılığı hareketi; sendikaların içinde tam bir sınıf disiplinini; karar alındıktan sonra tüm üyelerin buna uymasını bir sınıf ilkesi, bir sınıf disiplini anlayışı olarak yerleştirmeyi son derece önemli görmektedir.
* * *
Türkiye’deki iş yasası, sendikalar yasası, grev ve toplusözleşme yasası gibi yasalar (bunlara Toplu Gösteri ve Yürüyüşler Yasası’nı, TCK ve Basın Yasası’nı da ekleyebiliriz); sendikal faaliyeti düzenleme adına, sendikal faaliyetin layıkıyla yapılmasını olanaksız hale getiren ve her durumda patronlara, güvenlik güçlerine ve mahkemelere geniş imkân tanımaktadır. Sadece bir işyerinde yetki alma prosedürü bile, işçiyi yıldırmak ve sendikalı olmayı imkânsız kılma üstüne kurulmuştur. Esnek çalışma yayıldığı ölçüde de yasaların (sendikaya üye olma ve üyelikten istifa etme, işyeri ve işkolu barajı, genel grev, dayanışma grevi, siyasi grev gibi grevleri yasaklayan yasa, yetkiye ilişkin yasa maddeleri vb.) çerçevesine sıkışmış bir sendikacılığın bir işyerinde yetki alması, eskiden yetkisi varsa bunu koruması imkânsız hale gelmektedir. Bugün pek çok sendika, on binlerce üyesini bu yüzden kaybettiği gibi; son 10 yılda yüzlerce işyerinde yüz binlerce işçinin sendikalaşması bu yasal prosedüre dayanılarak sendikalaşması önlenmiştir. Bu yüzden de; bugün sendikal hareketin en önemli yönelişlerinden birisi de sendikal alana ilişkin yasaların işçiler ve onların sendikalaşmasını kolaylaştıracak biçimde düzenlenmesi mücadelesidir.
Ancak sendikal bürokrasi tarafından sendikalaşmanın caydırılması için yürütülen faaliyetlere karşın; işçiler az çok birleşebildikleri ve sendikalaşabileceklerine az çok inandıkları her yerde; işten atılmayı, polis ve patronun adamlarının saldırılarını, çoğu zaman açlık ve yoksulluk içinde aylarca süren direnişleri göze alarak sendikalaşmaya çalışmaktadırlar.
Gerek işçi sınıfının mücadele tarihinin deneyleri, gerekse Türkiye işçi sınıfının yakın mücadele tarihi bize göstermektedir ki; mevcut yasaları değiştirmek için mücadele etmeyen ve o yasa maddelerinin lafzının tuzağına düşmüş bir sendikacılığın ne işçi haklarını koruma ne de kendisine yeni üyeler kazanma şansı vardır. Çünkü sermaye güçleri yasaları sadece kendilerini avantajlı biçime getirecek biçimde düzenlemekte; işçiye yasal hak veriyor görünürken, aslında işçinin fiilen kullandığı hakları ortadan kaldırarak işçiyi “yasadışına” iten bir tutumu benimsemektedir. Bu yüzdendir ki; yasaların kıskacına sıkışmamış bir sendikacılık anlayışı ile yasaların işçilerin lehine düzenlenmesi mücadelesi birbirinden ayrılmayan, bir madalyonun iki yüzü kadar ayrılmaz olan mücadele alanlarıdır. Bunun içindir ki; bir yandan militan, mücadeleci bir çizgide hareket ederken aynı zamanda da yasaların işçiler lehine değiştirilmesi mücadelesini de ihmal edemeyiz, etmemeliyiz de.
* * *
Evet, sendikalarımız; geleneksel sarı sendikacılığın, sınıf işbirlikçisi sendikacıların pençesine düştükleri için tam bir çöküşe sürüklenmişlerdir. Bugün adeta bir eğik düzlem üstünde kayıyor gibi sendikalarımız hızla bir batağa doğru sürüklenmektedir. Ama gerçekte sendikal hareketin yeni bir yükselişi; sendikaların yeniden ayakları üstünde durması için son derece önemli dayanaklarının ortaya çıktığı da bir gerçektir. Son 10 yıl içinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ve bizim ülkemizde; sınıfın ana gövdesinin sahneye çıktığı kitlesel işçi eylemleri sahneye çıktığı gibi, ülkemizde kamu emekçileri de kendi sendikalarını kurarak tarihlerinde görülmedik bir mücadele hattına girmişlerdir. Böylece işçi sınıfımızın sendikal hareketi son derece önemli bir müttefik kazanmıştır.
Yine köylülüğün önemli bir kesimi içinde sendikalaşma fikri hızla yayılmakta, ülkemiz tarihinde ilk kez ciddi köylü sendikaları için girişimler yapılmaktadır.
Dahası işçi sınıfımız son 10 yıl içinde; özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sosyal güvenlik sistemi, tahkime karşı mücadele içinde; kapitalist sistem, burjuva sınıfı, uluslararası sermaye ilişkileri; ülkenin bağımsızlığı ve demokrasi mücadelesi, kriz, savaşlar ve emperyalizm gibi, görünüşte işçiyi pek ilgilendirmeyen son derece önemli konularla kendisi, kendi sınıfı arasındaki ilişkileri görme imkânını edinmiş; “ücret ve dolaysız haklarını savunma ötesinde, ülkenin bağımsızlığı ve demokrasi talepleri için mücadele etmenin gereği konusunda bir fikir sahibi olmaya başlamıştır. Ve sendikal bürokrasinin ihanetine, sendikal alandaki geriye giden pek çok şeye karşın işçilerin, emekçi sınıfların bilincinde önemli sıçramalar olmuştur. Emek Platformu, işçilerin diğer emekçi kesimlerle ortak talepler etrafında birleşip (işçiler, memurlar, semt yoksulları, esnaflar, çiftiler) eylemlere girmesi; kuşkusuz sınıf sendikacılığı fikrinin ve bu fikrin işçi sınıfı içinde yayılmasının son derece önemli dayanaklarıdır.
İşçi sınıfı mücadele tarihi bize; “yenilgiye uğradığı bir alanda yeniden savaşabilme cesaretini gösteren tek sınıfın işçi sınıfı olduğunu” göstermektedir. Ve sınıfımızın bu yeteneği; sınıf sendikacılığına gönül vermiş sendikacıları ve işçileri cesaretlendiren bir özelliktir.
Evet; sermaye güçleri, son 50 yılda sendikalarımızı ele geçirdi; sendikal bürokrasi aracılığı ile bizim sınıf örgütlerimizi tahrip etti; ama sendikalarımızı, tarihten aldığımız dersle, daha görkemli olarak yeniden kurabiliriz. Kurmalıyız da.
Bunun için gerekli bilgiye, deneyime, cesarete sahibiz. Bir an önce birleşip ileri atılmalıyız.
Sermayenin İçimizdeki Uzantısı Sendikal Bürokrasiyi Sendikalarımızdan Tasfiye Edelim!
Sendikalarımızı Sınıfın Örgütlenme Ve Mücadele Merkezleri Olarak Yeniden Kuralım!
Sınıfın Kurtuluşu İçin Mücadele Eden İşçiler, Emekçiler Görev Başına!
Sınıfa Bağlı Mücadeleci Sendikacılar Görev Başına!
Ocak 2002