İnsanlar birbiriyle dil ile ilişki kurarlar. Seslerin sözcük olabilmesi için de anlamlı olması gerekir. Dolayısıyla birbiriyle konuşan iki kişi, seslere aynı anlamı veriyorlar, o sesten aynı şeyi anlıyorlarsa karşılıklı bir konuşma, bir ilişki de mümkün olur.
Bu yüzdendir ki; aynı dili konuşmak, sözcüklerden, sözcüklerden oluşan cümlelerden aynı şeyi anlamak, anlaşmak için de önkoşuldur.
Ancak; düşünce gelişip, bir sisteme kavuştukça sözcükler yetmez oldu. Ve düşünce sistemleri arasındaki ilişkide sözcükler yetmez hale gelince, sözcüklerin sözlük anlamlarından çok daha geniş anlamlar ifade eden “kavramlar” kullanılmaya başlandı.
En azından Marksizm öncesinde, bütün bir düşünce tarihi boyunca, düşünsel, felsefi alanda sürdürülen mücadele, kavramların anlam ve içerikleri üstüne olmuştur. Bu bakımdan da karşıt fikir odakları olarak “ekoller” oluşurken, düşünce akımları ortaya çıkarken, eski kavramlar yeniden tarif edilip, bir bakıma da kendi alanlarındaki dili yeniden kurmuşlardır.
Marksizm, felsefi mücadeleyi bir “kavram savaşı” olmaktan çıkararak; 2500 yıllık, hiç bitmez sanılan spekülatif tartışmalara son vermiştir. Bunu yaparken de Marksizm, kavramların ifade ettiği fikirleri doğada, sosyal yaşamdaki karşılıklarıyla birlikte ele almış, böylece kavramları “donmuş fikir tabletleri” olmaktan çıkarıp; canlı sosyal pratikle her gün yeniden zenginleşen, doğayı dünyayı değiştirme mücadelesindeki insanın eyleminde rol oynayan bir araca dönüştürmüştür.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından sonra da; karşıt fikir akımlarıyla mücadelesi, böyle içeriği az çok belirlenmiş kavramlar aracılığı ile sürmüş ve tartışmanın işin içinde olmayanlar tarafından da izlenmesi, bir fikir sahibi olması mümkün olmuştur.
Ancak, post-modernizmin burjuvazinin başat bir tarzı olarak popülerleştirilip piyasaya sürülmesiyle; sadece “bilinmezcilik”, “tekbencilik” yüceltilmekle kalınmamış, bilinçli olarak bir kavram kargaşası da yaratılarak; “alacakaranlık” ortamında bir düşünce dünyası idealleştirilip organize edilmiştir. Bu alacakaranlık ortamı; kavram kargaşası yüceltilerek; belirsizlik ortamı kışkırtılarak derinleştirilmiştir. Medya gücü kullanılarak, dil ve kavram disiplini bozulmuş, kavramlar popülerleştirilip yaygınlaştırılırken, bunlara herkesin kafasına göre anlam verebileceği bir belirsizlik kazandırılmış, böylece de aslında kavramlar bir iletişim, bir tartışma, fikirlerin karşılaştırılmasının aracı olmaktan çıkarılarak, uluslararası tekellerin ve propaganda merkezlerinin verdiği içeriğin taşıyıcısı haline getirilmişlerdir.
SIĞLIĞIN, BELİRSİZLİĞİN, ALACAKARANLIĞIN YÜCELTİLDİĞİ BİR DÖNEM
Fikir akımları arasındaki mücadele; son tahlilde, “Benim dünya görüşüm, dünyada olup biteni daha iyi açıklar ve benim dünya görüşüm doğrultusunda hareket edilirse insanlık gerçek mutluluğu yakalar” yarışıdır. Bu nedenle de ilerici, gerici bütün fikir akımları, karşı görüşün fikirlerini çürütmeye çalışmış; bunu tutarlı mantık içinde de başarmayı amaçlamışlardır.
Daha doğrusu post-modernizme kadar böyleydi demek doğrudur. Çünkü post-modernizm adı altında toplanan eğilimler, böyle bir “mertliği” bile benimseyemeyerek; belirsizliği, kafa karışıklığını, alacakaranlığı kendi mevzileri olarak kullanmayı esas alarak materyalizme ve diyalektiğe savaş açmışlardır.
Bilgisizlik, sığlık, belirsizlik üstünden şekillendirilen bu dil-kavram esnekliği; egemenlere karşı savaşırken, ideolojik, siyasi, her alanda kesin bir kararlılıkla hareket etmesi gereken işçi sınıfı ve müttefiklerine karşı bir saldırı kampanyası haline getirilmiş bulunmaktadır.
“Üretim”, “emek”, “kâr”, “değer”, “liberalizm”, “sosyalizm”, “demokrasi” gibi tüm kavramların içerikleri her anlama gelebilecek biçimde popülerleştirilip piyasalaştırılırken; bazı sözcük ve kavramlar ise; gündelik politika alanında kargaşa yaratmak için kullanılmaktadır.
Sermayenin propagandacıları ve onların eteklerine yapışmış bir kategori oluşturan “sol ideologlar” bir “kavram piyasası” oluşturanların en önemli destekçileri olmuşlardır. Onların üretip pazarladığı bu kavramları da sendikacılar, liberalizmin etkisi altındaki “emekten yana” pek çok siyasi çevre ve bilim dünyasının tanınmış isimleri de dâhil pek çok kişi “yenilik” adına kullanmaktadırlar.
Bu kavramların, sözcüklerin ve sözcük dizinlerinin tek özelliği; “cilalı”, ilk bakışta “aman ne hoş bir laf” intibaı uyandırması. Bu kavramlardan sık kullanılan bazıları şunlar: “solun birliği”, “özgür emek”, “küresel saldırı”, “küresel direniş”, “emeğin küreselleşmesi”, “emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa”, “bir başka Türkiye”, “sivil toplum”, “üretici”, “tüketici”…
Örneğin; işçi sınıfının, emekçilerin mücadelesinden yana olduğunu söyleyen bir sendikacının, bir politikacının; “Onlar sermayenin küreselleşmesinden yana, biz de emeğin küreselleşmesinden yanayız” deyip, etrafa caka sattığı az rastlanır bir örnek olmadığı gibi; iki yıl önce Emek Platformu, özgürlük talebini dile getirmek için “özgür emek” kavramını kullanmıştır. Ya da bugün kendilerini “radikal sosyalist” diye ifade eden siyasi çevreler; bugünkü soygun ve sömürü düzeni, ülkenin emperyalizm tarafından her gün daha büyük oranda adeta sömürgeleştirilmesi karşısında; bağımsız ve demokratik bir Türkiye ile emperyalizm ve işbirlikçilerinin tasfiyesi yerine ne anlama geldiği belli olmayan ama herkesin de kendine göre anlam verebileceği “bir başka Türkiye mümkündür” gibi bir sloganla işin içinden çıkmaktadırlar.
Kuşkusuz; burada sermaye güçlerinin propaganda ve “ideoloji üreten merkezlerinin” düşün yaşamı üstünde bir hegemonya yaratmış olmalarının rolü vardır. Ve elbette işçi sınıfı mücadelesinin hareketinin bugünkü boyutu, temposunun düşüklüğü ve dünyanın gidişatına müdahalesinin etkisizliği sermayenin güç odaklarına düşünce yaşamı üstünde baskılarını artırmak için olağanüstü imkân tanımaktadır. Bu nesnel nedenlerden dolayı; bu alanda bozuşmanın daha da artması, kavramların, sloganların içeriklerinin bozuşturulmasında karşı taraftan yeni hamleler yapılması gayet normaldir. Ama olup biteni sadece bu nesnel nedenlere bağlamak doğru olmaz. Tersine, sorunun önemli bir yanı; emekten yana siyasi çevreler ve sendikal mücadele içindeki “sol”, “ilerici” bilinen kesimlerin; bilim dünyasında materyalizmi, diyalektiği, Marksizm’i savunmak iddiasındaki kesimlerin, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı “sol liberal”, “liberal sosyalist” bir çizgiden kavramalarıyla ilgilidir.
Kuşkusuz ki; bu sözcükler, sloganlaştırılmış sözler ve kavramlar ve bunlarla “akraba” pek çok başka söz ve kavramlar tartışılabilir. Ama bilmek gerekiyor ki; sorun çok daha derindir ve bir bütün olarak bugün post-modernizm ve onun çeşitli versiyonlarına karşı; ideolojik alanda esaslı bir mücadeleyi zorunlu kılar. Hatta önümüzdeki dönem, 18. yüzyıl aydınlanmacıları gibi; bütün bir literatürün yeniden yazılması; içeriğinin yenilenmesi zorunlu bir dönem olacaktır denebilir.
Ancak burada son günlerde daha çok kullanılmaya başlanan bazı sözcüklerin ve sloganlaştırılmış bazı söz ve kavramların içeriklerine ilişkin kısa değinmeler yapacağız.
‘EMEĞİN KÜRESELLEŞMESİ’ ALDATMACASI
Bu kavramlardan birincisi; “emeğin küreselleşmesi” kavramıdır. Günlük mücadele içinde emekten yana bir tutum alma iddiasındaki kesimler ve hatta “mücadeleci” olarak bilinen sendikacılar bile; “Sermayenin küreselleşmesine karşı emeğin küreselleşmesini savunuyorum” diyebilmektedir. Oysa bu “karşı çıkış” ile sadece sermayenin küreselleşme gayretlerine meşruiyet kazandıran; “sermayenin küreselleşmesine emeğin de küreselleşmesine izin verilmesi şartıyla” bir itirazın olmayacağı sonucuna çıkan bir çizgiye varılmaktadır.
Oysa “küreselleşmeden “uluslararası olma” kastediliyorsa; emek de sermaye de bu anlamıyla en azından 200 yıldan beri zaten “küresel”dir. Bunun için birine taraf ötekine karşı olunması gibi bir şey aptalca bir şeydir. Çünkü bu nesnel bir veri, kapitalizmin olmazsa olmaz bir özelliğidir. Marx’ın Kapital’i onun için emeğin de sermayenin de vatanı olmadığı üstüne kurulmuştur; işçi sınıfı enternasyonalizmi de bu nesnel temelin üstünde anlam kazanır.
Bugünkü “küreselleşme” ise; sermayenin uluslararası planda hareketinin önüne, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelelerinin getirdiği engellerin, sınırlamalarının kaldırılması için girişilmiş, tekellerin bir saldırısıdır. Ve uluslararası sermaye güçleri bu saldırıyı; dünya egemenliği statüsünü (devlete, onun baskı araçlarına ve sermaye gücüne sahip olma) kullanarak gerçekleştirmektedirler. Burada; “Öyleyse biz de emeğin küreselleşmesini savunuruz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer “emeğin küreselleşmesi “nden; örneğin Türkiyeli işçilerin, emekçilerin Avrupa ve Amerika’da da “iş aramasının serbest olduğu” bir “küreselleşme” kastediliyorsa da, bunun aynı zamanda tekellerin en tatlı hayali ve “kapitalist küreselleşmeciler”in varmak istediği bir amaç olduğunu da burada söyleyebiliriz. Çünkü onlar için günde 100 Euro’ya çalışan Avrupalı işçiyle 10 Euro’ya çalışan Türkiye’li işçiyi, Türkiye’de de 10 Euro’ya çalışan Türkiyeli işçiyle 1 Euro’ya çalışan Bangladeşli işçiyi rekabete sokup ücretleri, sosyal hakları, çalışma koşullarını ve sosyal yaşam düzeyini Avrupa düzeyinden Bangladeş düzeyine “yöneltmek”ten daha güzel ne olabilir! (Kapitalistlerin egemen olduğu bir dünyada emeğin küreselleşmesinden, emeğin serbest dolaşımından da başka bir sonuç çıkamaz.) Bugün bunu yapamıyor, emekçiler ülke sınırı tanımadan serbestçe iş aramaya çıkamıyorsa, bunun sebebi henüz bu anlamdaki küreselleşmelerinin çok başında olmaları ve elbette kendi ülkelerinde işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarını henüz yeterince ortadan kaldıramamış olmalarıdır. Bu yüzden de bu “emeğin de küreselleşmesi” “dayatması” aslında bir “muhalefet” bile değil; kapitalist küreselleşmeye dolaylı bir destek olduğu kadar onun nihai amaçlarını da kutsamaktır.
Elbette burada; kuru, aptalca bir enternasyonalizm yorumu ile gelişmiş ülkelerin işçilerinin, yabancı işçi dolaşımına karşı çıkmalarını, bu anlamda “emeğin de küreselleşmesi”ne karşı çıkmalarını “milliyetçilik”, “dar çıkarcılık” olarak suçlayarak keskinlik taslama fırsatını da kaçırmamaktadırlar.
Elbette kapitalist ülkelerin işçileri içinde “yabancı düşmanlığına karşı mücadele, yabancı işçilerin haklarının savunulmasıyla sınıfın tümünün haklarının ayrılmazlığı savunulmalıdır; ama bundan, bütün diğer koşullar sabit kalmak koşuluyla bütün ülkelerin sınırlarının işsiz emekçi yığınlarına açılması ya da kaçak işçiliğin teşvik edilmesini anlamamak gerekir. Tersine kaçak işçiliğin ortadan kaldırılarak her çalışanın yasalar karşısında eşitliği savunulurken aynı zamanda sermayenin ucuz işçi göçünü teşvikine karşı mücadelenin işsizler ordusunun büyümesinin ve işçilerin kendi arasındaki rekabeti önlemenin bir yanı olarak değerlendirilmesi gerekir.
Örneğin bizim ülkemizde Doğu Avrupa, Asya ve Afrika’dan gelen kaçak işçilerin Türkiyeli işçilerden üç beş kat daha ucuza çalışmalarına karşı çıkmak, onların da aynı ücretle çalışmasını savunmak, ama aynı zamanda kaçak işçiliği önlemek için mücadele etmek de önemlidir. Zaten en aşağıda olan ücret düzeyini yukarı çekme mücadelesi bunun bir yanıyken, “efendim herkese sınırları açalım, emek küreselleşsin” gibi ütopik bir “işçiciliğin” de sadece yabancı düşmanlığını kışkırtmak anlamına geldiği ve bundan en çok işçileri, emekçileri parçalamak isteyenlerin, hiçbir hak talebinde bulunmayan köle işçi çalıştıran patronların çıkar sağladığı da bir gerçektir.
‘KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL DİRENİŞ’ SLOGANI
“Küresel saldırı” ifadesi bazen tek başına ama daha çok da “küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi bir slogan olarak kullanılmaktadır. İlk bakışta çok güzel, hatta mücadeleyi kışkırtan bir slogan intibaı uyandırmaktadır. Ama sonuçta; bu kavramlar, gezginci, sınıf dışı unsurların kapitalizme karşı öfkesini anlatan bir slogan biçimine dönüşmüştür. Bu yüzden de; “küreselleşmeciler” denilen çeşitli emperyalist ülke liderlerinin “zirve toplantıları”nın olduğu kentlere taşınan otonomcu, anarşist, Troçkist “solcu” çevrelerin eylemlerini ifade etmektedir.
Bu eylemler bir yanıyla; emek hareketinin dağınık ve henüz yarım yüzyıllık konformist eğilimlerin etkisiyle rehavetten uyanmadığı bir dönemde emperyalizme, onun politikalarına karşı bir tepki, emekçilerin uyanışına yardımcı olacak bir eylem gibi görünürse de bu çok doğru değildir. Tersine bu tutum, asıl olarak; küreselleşmeyle emperyalizmi ayıran ve onu bir grup kötü niyetli kapitalistin marifeti sayan ve buna karşı da; sadece sosyalistlerin, anti-küreselleşmecilerin, çeşitli fraksiyonlar biçiminde organize olmuş politik, apolitik grupların eylemini esas alan bir mücadeleyi temsil eder. Bu nedenle de; “küreselleşmecilerin asi çocuklarının eylemi” olmanın ötesine geçemezler. Nitekim son dönemlerde, bu çizginin temsilcilerinin en önemli bölümünü oluşturanlar, “… sosyal forumu” (Latin Amerika, Avrupa, Asya, sosyal forumu gibi) adı altında örgütlenirken ortaya koydukları görüşler de, onların sistemin içinde ve onun sivriliklerine muhalefet etme çizgisini aşamadıklarını açıkça ortaya koymuşlardır.
Dahası bu anlayış ve onu benimseyenler çok değişik siyasi platformlarda, bir bölümü hiçbir siyasi platformda bile değilken bu formları oluşturanların ortak yanları; mücadeleyi işçi sınıfından ve ülkeler temelinden koparmasıdır. Esas mücadele edilmesi gereken yönü de budur. Elbette işçi sınıfının, emekçi mücadelesinin de uluslararası düzeyde sembolik “ortak gösterileri” olabilir. Ya da bazen sınıfın ileri güçleri, anlamı olan bir merkezde toplanarak daha kapsamlı bir mücadele için çağrılar yapabilirler. Ve bu eylemler, uluslararası tekellere karşı ortak grevlere; Örneğin Pirelli’ye karşı, İtalyan, Türk, İspanyol vb. ülke işçilerinin ortak grevi ya da Renault işçilerinin Belçika’daki mücadelesine bütün diğer ülkelerdeki Renault işçilerinin destek vermesi ya da, “sosyal güvenlik”, “daha kısa bir işgünü” için uluslararası sınıf eylemleri, ya da örneğin “Irak’a karşı bir Amerikan saldırısına karşı dünya ölçeğinde grevler, gösteriler” gibi eylemler elbette ki; bir yanıyla bugünden gündemdedir, bir yanıyla da dün olduğu gibi yarın da daha çok gündeme gelebilir. Ama aslolan birer birer ülkelerdeki işçilerin, emekçilerin yığınsal mücadelesidir ve bu uluslararası gösteriler, bu yığınsal, sınıfın ana gövdesini eyleme çekmeye yarayan girişimler olduğu ölçüde anlamlı olabilirler. Bunun içindir ki, ana fikri, “ana özellikleri sınıf-dışılık olan gezgin muhaliflerin plansız programsız eylemi” olan “anti-küreselleşmecilerin” mücadelesinin, bu mücadele anlayışı tarafından piyasalaştırılan “küresel saldırıya küresel direniş” sloganı, bütün hoşluğuna karşın “boş”, daha da kötüsü yanıltıcı, planlı, hedefli, sınıf mücadelesini reddeden bir mücadele anlayışının sloganı olması bakımından reddedilmesi gerekir.
Bu, sermayenin tekelci kapitalizmin sadece sivri yanlarına karşı çıkan grup ve çevrelerin bazı unsurları, bir yandan “küresel direniş” derken öte yandan, bir belirsizlik çizgisine geçip; “Bir başka dünya mümkündür”, “Bir başka Türkiye mümkündür” sloganı etrafında toparlanıyorlar.
Nedir “başka” olan?
Nedir “mümkün” olan?
Bir sosyalist dünya mı, yoksa kapitalizmin dizginlendiği bir dünya mı?
Bağımsız ve demokratik Türkiye mi, sosyalist bir Türkiye mi, yoksa örneğin; “sosyal devletçi bir Türkiye” mi?
Kuşkusuz ki, arkadaki niyetleri “hangi dünya”, “nasıl Türkiye” olursa olsun, sloganın sahipleri, “belirsizlik”ten medet ummaktadırlar. Ama günümüz dünyası bir stratejiye sahip olmayan, bu stratejiyi adım adım hayata geçiren taktik belirlemelerden yoksun bir mücadele hattıyla sermayenin büyük saldırısının püskürtülmesinin mümkün olmadığı bir dünyadır.
Çünkü bu yazı içinde çeşitli vesilelerle de belirtildiği gibi, sermaye güçlerinin işçi sınıfının ve sosyalizmin insanlık tarihine vurduğu damgayı silmek için giriştiği büyük saldırıda belirsizlik, sorunların etrafından dolanma, uluslararası ve ulusal çapta bir stratejiye bağlanmayan her hareket yenilgiye mahkûm olduğu gibi, emekçiler arasında belirsizlik, kargaşa, bölünme yaratmanın da vesilesi olur. Bu yüzdendir ki; örneğin Türkiye açısından bağımsız ve demokratik Türkiye şiarı, emperyalizme ve gericiliğe karşı bir mücadele çağrısı, aynı zamanda işçi sınıfının ve emek güçlerinin sosyalizme giden yolunun önünü açan bir aşamadır.
‘SOSYAL AVRUPA’ YA DA ‘EMEĞİN AVRUPASI’NA GİRMEK!
Benzer bir “abes” durum ise; “Biz tekellerin AB’sine karşıyız ama emeğin Avrupası’na katılmak için AB’ye girmeliyiz” tezi ile gündeme gelmektedir.
Oysa bugün “iki Avrupa” yoktur ve ne derseniz deyin, eğer Türkiye, günün birinde Avrupa Birliği’ne katılırsa; TÜSİAD üyeleri de, Adıyaman’ın küçük tütün üreticisi köylüsü de, fabrika işçisi Hasan da “aynı Avrupa “ya; tekellerin çıkarları uğruna yeniden yapılandırılan “tekellerin Avrupası”na katılacaktır. Bizdeki sendikacıların kafasına bu abuk subuk fikirleri sokan Avrupa Sendikalar Birliği de, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, tek faaliyetleri; işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası’nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler.
“Emeğin Avrupası”nın bir başka versiyonu olan “Sosyal Avrupa” ise tam bir ‘hayali Avrupa”dır. “Sosyal Avrupa” lafı her anlamda, herkesin aklına geldiği gibi kullanılmaktadır ama ortak noktaları “sosyal hakların, demokrasinin, özgürlüklerin cenneti bir Avrupa”yı kastetmek olarak anlaşılmaktadır. Ama bırakalım böyle bir “sosyal Avrupa” filan gibi değerlendirmeleri, Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan bile hızla (ve hızlanarak) çıktığı bir süreç yaşamaktadır. Ve sermaye güçlerini, işbirlikçi, reformcu sendikal merkezlerle de anlaştığı Avrupa planında sosyal haklar; “varlıkla yokluk arasında bir çizgiye” hızla indirgenmektedir. İşte 1475 Sayılı Yasa değişikliğinde tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması boşuna olmadığı gibi, Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya işçiler, emekçiler, öğrenciler boşuna sokaklara dökülmemektedir.
Eğer, “sosyal Avrupa’ya katılalım” diyen sendikacılar; Avrupa işçi sınıfıyla birleşmek ve sosyal haklarda bir ilerleme sağlamayı gerçekten istiyorlarsa; bu lagalugayı bırakıp; Avrupalı işçilerle dayanışacak eylemlere girişmek, hadi onu da bir yana bırakalım; hızla ortadan kaldırılan sosyal haklar ve öteki kazanılmış haklar için mücadelede yer almak için koltuklarından kımıldamalıdırlar. Aksi halde her içeriği saptırılmış kavramlar üstünde tepinme; dönüp işçi sınıfını, emekçileri vurmaya devam edecektir.
“Emeğin Avrupası”, “sosyal Avrupa” gibi kavramlar, bu yazının en başında belirtildiği gibi, kavram kargaşası üstünden; sadece kavramların “boşluğu” üstünden kafa karıştırmanın tipik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. “Emeğin Avrupası” derken; gerçek yaşamdaki sermayenin en gerici güçlerinin her gün daha güçlendiği “tekellerin Avrupası” dışında bir “kavrama” girecek gibi propaganda yapmak, buradan bir kafa karışıklığı yaratmak elbette ki sermayenin propaganda merkezlerinin en çok kullandığı silahtır. Ama buna eski Marksistlerin, emekten yana olmak iddiasındaki “aydın çevrelerin”, hatta bugün bile sosyalizm davası güdüp, böylece “Avrupayı sosyalistleştirme” mücadelesine katıldıklarını iddia edenlerin trajedisi elbette ders alınması gereken bir şeydir. Kuşkusuz; bu zatlara sermayenin en vahşi temsilcisi Aydın Doğan grubunun rafine en liberal ve en radikal yayın organlarının sayfalarını açmış olması kendi başına bile kimin kime hizmet ettiğini gösterir. Yeter ki, kavramların kumpasından kurtulup bu kavramların yaşamda neye karşılık geldiğini, hangi sınıf ilişkileri içinde biçimlendiğini gözden kaçırmayalım.
Kuşkusuz burada; en önemli çarpıtmalardan birisi de, her düzenin önünde sonunda bir egemen sınıfın yönetimi olduğunun gözden kaçırma kurnazlığına dayanır. Ve bugün, “Avrupa’da hangi sınıfın egemenliği vardır ve AB projesi hangi sınıfın projesi olarak hayata geçmektedir; AB, kendi var oluşunu gerçekleştirirken Kopenhag, Maastrich kriterleri gibi, kriterlerle hangi izleri silip hangi kanalları büyütmektedir?” gibi soruların basit yanıtlarını vermek durumundadır.
‘ÜRETİCİ’ VE ‘TÜKETİCİ’NİN YER DEĞİŞTİRMESİ OYUNU!
Son yarım yüzyıl içinde (öncesi de var), “İşçi sınıfının tarihsel rolünün bittiği” üstüne, sermaye propaganda merkezleri tarafından yürütülen kampanya; Kruşçevizm, Euro-komünizm üstünden, Yeni Dünya Düzencileri’nin “tarihin sonuna gelindiği”, sınıf örgütleri yerine “sivil toplum örgütlerinin “, “siyasi kamplaşmaların yerine de sosyal ilişkiler, çevre, hayvan hakçılığı, gibi örgüt ve mücadele alanlarının anlamlandığı” dolayısıyla artık eski “sınıf kategorilerinin öneminin kalmadığı tezlerine kadar geldi.
Gerçi bu iddialar, birer birer ele alındığında sıkça yenilenip, sonra unutuldu gibi görünür; ama bu iddia tortularının yarattığı kargaşada; burjuva ideologları ve propaganda merkezleri; “üretici” ve “tüketici” gibi iki kavramın içeriğini koruyarak ama toplumda karşılık geldiği sınıfların yerini değiştirerek “yeni bir toplumsal hiyerarşi” oluşturdular. Ve TV kanallarından resmi eğitim kurumlarına kadar uzanan devasa propaganda aygıtı aralıksız bir kampanya ile bütün değerleri (mal ve hizmet olarak) yaratan işçileri, emekçileri, üretici köylüleri, sağlıkçıları, eğitimcileri, tornacıları, marangozları, elektrikçileri, öğretim üyelerini, mimarları, mühendisleri, öğrencileri, ev kadınlarını, … toplumdaki tüm emeği ile geçinenleri “tüketici” kategorisi altında topladı. (Edebi bir kitap okuyucusu bile “kitap tüketicisi”, “kültür tüketicisi” olarak adlandırıldı. “En büyük sivil toplum örgütleri” ilan edilen “tüketici örgütleri” kurulup teşvik edildi. “İnsan hakları” gibi “tüketici hakları” listeleri yapılıp ilan edildi. TV’ler gazeteler, bu hakları yücelten propagandalar yaptılar ve hâlâ yapıyorlar. Bütün gazetelerde; “bilinçli tüketici”nin köşeleri her gün kimin ne alıp ne yiyeceği konusunda akıl dağıtıyor, vs. vs.)
Peki bu milyarlarca “tüketiciyi” besleyen, barındıran, eğiten, sağlığını düşünen… “üreticiler” kim? Tabii ki, üretim araçlarının sahibi olanlar; bir avuç mülk sahibi burjuva! Elbette bu “üreticilerden” daha da kaymak bir burjuva tabaka var, bu kategorilendirme içinde. Bunlar da “tasarruf sahipleri”! Hani piyasalara bir müdahale olursa, ürküp de paralarını çekerler diye korkulan büyük para sahipleri. Eskiden bunlara tefeci, rantiye diye bakılırdı; ama piyasacıların terminolojisinde bunlar, piyasanın gözdeleri olarak toplumsal hiyerarşinin en başında, “saygın” ve isterlerse büyük spekülasyonlar yapıp kurulu düzeni kaosa sürükleyebileceklerinden korkulan bir kesimi oluşturuyorlar.
Sonuçta; klasik kapitalist düzende işçiler ve üretici köylüler tüm değerlerin yaratıcısı sayılır ve burjuvazi; üretilen değere el koyan müsrif tüketici bir sınıf sayılırken Yeni Dünya Düzeni’nin post-modern ideologları, tabloyu tersine çevirerek; burjuvaziyi üretici, işçileri, emekçileri, köylüleri tüketici ilan etmiştir.
Böylece sermaye kendisine; ideolojik bakımdan çok güçlü bir mevzi edinmiştir. Çünkü insanlık tarihi boyunca; üretenler, bütün değerlerin üreticisi olarak bir hak ve haklılık mücadelesi yürütmüşler; bu haklı temele dayanak olarak tüm diğer siyasi iddialarını (madem ki üretiyoruz öyleyse, bu başımızdakilerin işi ne, üretmeyenler nasıl yönetici olur; üretmeyen, üretilen zenginliklerden pay alamaz, burjuvazi insanlık için gereksizdir vs.) da sıralayarak; örneğin burjuvazi olmadan da toplumun hiçbir eksiği olmayacağı, onun gereksiz, insanlığın ilerlemesine bir katkısı kalmamış bir sınıf olarak ilan edebilmişlerdir. Ama şimdi burjuvazi, işçiyi, emekçiyi “tüketici” köşesine iterek; onları, gereksiz, kuru kalabalık, üretilenleri sadece paylaşan, devlet bütçesine yük, aç gözlü, üretmediği halde üretilenden pay alma kavgası yapan cahiller sürüsü olarak nitelerken, kendisini üreten ve tüm toplumu besleyen bir sınıf olarak ilan etmiş, bu fikre, aydınlar, demokratlar, dar görüşlü küçük burjuva okumuş çevreler içinde azımsanmayacak bir kesime bu yeni durumu, yeni kategorilendirmeyi, dolayısıyla kendi “toplum tasarımını” yutturmuştur.
Ne yazık ki, emekçilerin önemli bir kesimi, özellikle de okumuş yazmış emekçi kesimleri “tüketici” olmayı kendilerine pek yakışır bulmuş olmalı ki, “tüketici dernekleri” kurmuş, “tüketici olarak haklarını” aramaya başlamışlardır. Dahası işçi sendikaları; “grev”e grev demeye dilleri varmadığı için “üretimden gelen güç”ten söz etmeye yönelmişler, şimdiyse ondan da vazgeçerek, “tüketimden gelen güçten” söz etmeye başlamışlardır.
Üretimden gelen güçlerini kullanmaktan vazgeçip, aslında hiç olmayan bir gücü, tüketimden gelen gücü kullanacakları tehdidiyle patronları, hükümetleri tehdit etmeye başlamışlardır. Petrol-İş’in işyerlerindeki işçileri sendikadan istifaya zorlayan Shell’e karşı “tüketimden gelen gücü kullanma” çağrısı, yine son günlerde “sendikasız işyerlerinde üretilen malı almayın” çağrıları filan gibi.
Kuşkusuz bu olup bitene en çok sevinen patronlar ve onların temsilcileridir. Çünkü böylece emekçiler kendi sınıf örgütlerinde birleşip bir güç olmadıkça, üretici olarak kendi haklılıklarına duydukları özgüvene sahip olmadıkça, malların kalitesi, fiyatların ne olacağı üstünden yürütülecek mücadelelerin bir işe yaramayacağını, herkesten iyi patronlar bilir.
Sermaye güçleri, belirsizlik, bilinmezlik ortamını kışkırtarak, emekçiler içinde kararsızlık yaratırken, kendileri açısından tam bir kararlılıkla hareket ediyorlar. Özellikle son günlerde, “belirsizlik yaratıyor” diye Ecevit hükümetine karşı girişilen kampanya, kendi hatları bakımından belirsizlik değil tam bir belirlilik istediklerini kanıtlarken, emekçiler arasında belirsizliği teşvik eden, kararsızlığa kaynaklık edecek tutumları yaygınlaştırmayı amaçlıyorlar.
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi emekçiler arasında ideolojik alanda belirsizciliğe, bilinemezciliğe karşı savaş açarken; gündelik hareketin ihtiyaçları bakımından da tam bir belirlilikle hareket etmesi son derece önemlidir.