Sermayenin ‘toplumsal’lığı!

ÇKP’ye bağlı faaliyet yürüten Çin Sosyal Bilimler Akademisi’ne bağlı Marksist Ekonomi Politik Araştırmalar Merkezi yöneticileri olan Yhang Tongyu ve Ding Weimin’in 2008 yılında Renmin Üniversitesi Yayınevi tarafından ‘Evrim ve Bükülme: Kapitalizmin gelişmesinin tarihsel sürecini anlamak’ adıyla bir kitabı yayınlandı. Kitap, 2011’de Berlin ve Londra’da ‘Kapitalizmin yeni aşaması: Kapitalizmin evrimi üzerine Marksist güncelleme’ adıyla , 2012’de de Türkçe olarak Kalkedon yayınları arasında‚ ‘Sermayenin tarihsel diyalektiği ve Marx’ın toplumsal sermaye teorisi’ adıyla yayınlandı. Bu yazıda bazı noktalardan değerlendireceğimiz bu kitap, Marksizmi birçok yönden ve Marx’ın Kapital’i üzerinden çarpıtarak; kapitalizme çok uzun bir ömür biçiyor.
Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar. Marksizmi güncelleme ve katkı yapma adına günümüze ulaşmış olan anti-Marksist külliyat; öncelikli olarak, “kapitalist toplumda üretici güçlerin üretim ilişkileriyle olan uzlaşmaz çelişkisi”ni yumuşatıp uzlaştırma üzerinden biriktirildi. Revizyonistlerin, oportunistlerin ve Troçkistlerin avlanmayı en sevdikleri alan, daima burası oldu. Çinli akademisyenler de aynı yoldan yürüyorlar . Yazdıkları, yüksek hacimli bu kitapta, birçok çarpıtma ve ele alınması gereken yön bulunmakla birlikte,‘marksizmi güncelleme’ iddiaları; ağırlıklı olarak ‘toplumsal sermaye’ kavramına yaslanarak yapıldığından, yazımız da şimdilik bu eksendeki tezlerle sınırlı olacaktır.
Çinli Akademisyenlerin, Marksizme yönelik “güncelleme”lerde izledikleri yöntem; daha önce Marksizme katkı adına yapılan saldırıların sentezlenerek tek bir torbaya doldurulmasından ibarettir. Çinli akademisyenlerin Marksizme yaptığı güncellemeler (update=yenileştirme), başlıca şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:
Birinci olarak; Çinli akademisyenler aşağıda aktaracağımız bölümlerde de görüleceği gibi,  ‘toplumsal sermaye’ kavramını, sermayenin özel mülk olmaktan çıkışı, kendini aşarak  ‘toplumsal mülkiyet’e evrilmesi (sosyalist ilişkinin boyvermesi) anlamında kullanmaktadırlar.
“Hisse senetli mülkiyet biçimi, özel sermayenin aksine toplumsal sermayedir. Bu anlamda hisse senetli sermaye biçimi, sermayenin doğasında içkin olan çelişmeli birliğin –özel ve toplumsal niteliğin– deviniminin dışsal görünüm biçimidir. Hisseli sermaye mülkiyet biçimi, kapitalistlerin özel bireysel güçlerini, toplumsal güce; sermayenin özel gücünü toplumsal güce, özel işletmeyi toplumsal işletmeye dönüştürmüştür. Dolayısıyla hisseli sermaye mülkiyet biçimi, sermayenin öz-aşma sürecinde oluşmuş olan sermayenin toplumsal bir biçim edindiği bir mülkiyet biçimidir.(..) Üretici güçlerin giderek toplumsallaşması ve ardından sermayenin mülkiyet biçimindeki toplumsallaşmalar, bugüne kadar dört önemli aşama kaydetmiş, hisse senetli mülkiyet biçimi, özel tekelci mali sermaye, devlet sermayesi, kurumsal hisse senetli sermaye ve ardından uluslararası kurumsal sermaye mülkiyet biçimine yol açmıştır. Kapitalist devlet sermayesi mülkiyet biçiminde sermaye ilişkisinin bu ikili niteliği daha doğrudan bir biçimde görülebilmekte, özellikle sermayenin toplumsal doğası daha görünür olmaktadır.”

SERMAYE, ZATEN TOPLUMSAL DEĞİL MİDİR?
Öncelikle belirtelim ki, Marksist ekonomi politikteki kavram ve soyutlamalar, toplumdaki olguları, toplumsal sınıflar arasındaki ilişki ve çatışmayı yansıtırlar. Meta, para, sermaye, kâr, rant vb. ekonomik olaylar, Marksizm öncesindeki iktisatçılar tarafından, nesneler arasında bir ilişki olarak ele alınıyordu. Marx ise, nesneler arasında görülen ilişkinin yerine, ekonomik olayların temelinde yatanın, insanlar arasındaki üretim ilişkileri olduğunu gösterdi. Bu noktadan hareketle bakıldığında, sermayenin maddi bir nesne olmadığını belirlememiz gerekir. Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.
Sermaye zaten, değişken sermaye, değişmeyen sermaye, canlı ve birikmiş emek oluşuyla, yeniden genişletilmiş üretimiyle, üretim, dağılım ve bölüşümüyle, ticaret ve banka ilişkileriyle, insan toplumunun en ücra, en gizli yönlerine girmesi ve avucunun içine almasıyla insanlar arasındaki somut bir ilişki olarak, kapitalizmin bir kategorisi olarak, zaten toplumsal değil midir? ‘Toplumsal’ sıfatının, bireysel sermayelerin birleşmesi bağlamında sık sık vurgulanmasıyla yapılmak istenen nedir? Sosyalleşen, ortaklaşan, dayanışmacı bir mülkiyet ilişkisinin ortaya çıkışı mı kastediliyor? Elbette, anlatılmak istenen budur. Çinli akademisyenler, direkt olmasa da dolaylı olarak, ‘olumsuz aşma’ diyerek, kapitalizmin bağrında sosyalizmin ekonomik ilişkisinin kurulacağını söyleyerek, bu ‘toplumsallık’ sıfatını, özel-bireysel mülkiyet ilişkisinin, toplumsal mülkiyet haline dönüşmesi anlamında kullanıyorlar.
Sermaye zaten sosyaldir, aynı anlama gelmek üzere, toplumsaldır. Ancak “toplumsallık” –sermayenin özelden, kişiselden toplumsal hale dönüşmesi anlamında– sermayenin önünde bir sıfat olarak kullanıldığında ise, sermayenin bileşiminde bulunan değişmeyen sermaye ve değişen sermaye, ölü emek ve canlı emek olarak soyutlanmış, burjuvazi-proletarya temel çelişkisi de örtbas edilmiş olmaktadır. Sermaye bu şekilde ‘toplumsal’ hale getirilince, üretici güçlerin üretim ilişkileriyle uyumu da kolayca sağlanmış olmaktadır. Sermayenin böyle bir çarpıtma üzerinden “toplumsal” hale getirilişi, Çinli akademisyenlerin varmak istediği hedefe uygundur. Onlar, Çin’deki yerli ve yabancı mali sermayenin yoğun artı-değer sömürüsünü dengeleyen bir biçim, karma ekonomik yapılarının bir bileşeni olarak, tekelci devlet mülkiyetini yüceltiyor ve bunu sosyalist üretim ilişkisi olarak pazarlıyorlar. Bu nedenle, sermayeyi yeni örgüt biçimleriyle (“kurumsal sermaye” vb.) ‘toplumsallık’la ilişkilendirilerek, özel mülkiyetin geliştirilmesinin, toplumsal sermaye, bunun da toplumsal mülkiyet olarak, kapitalizmin bağrındaki sosyalizmin gelişen nüvesi olduğu imajı yaratıyorlar. Yoksa ‘bireysel sermaye’ ve ‘toplumsal sermaye’ olarak; Marx’ın Kapital’de kullandığı biçimiyle bu kavramlar; sermayenin özünde, onun niteliğinde, sahiplik olarak, yani mülkiyet ilişkilerinde, sınıfsal bir bir dönüşümü ifade etmezler. Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular. Kapitalist toplumda sermaye kavramı, her yer ve zamanda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ifade eder. Fakat, kesinlikle kapitalizmde üretim araçları üzerindeki ortaklaşa/komünal/toplumsal mülkiyeti ifade etmez. Bu, toplumsal bir devrim olmaksızın olanaksızdır. Üretim araçları mülkiyeti kamulaştırıldığında, ‘toplumsal mülkiyet’ hakim hale geldiğinde, zaten somut olarak sermaye de mezara girecektir, onun soyutlanması olan kavramı da. Açık olan bir şey de şudur: sermaye tüm unsurlarıyla, değişen, değişmeyen bölümüyle; ölü ve canlı emek olarak, tüm üretim araçları ve metalarla birlikte, kapitalizm koşulları altında, toplumsal emek ürünüdür ve bu nedenle toplumsal olarak mülk edinilmesi, gerekir. Ancak sosyalizm, üretim araçlarının üzerindeki mülkiyete son vererek, üretim araçlarını, sermaye niteliğinden arındırır, mülk edinmeyi özel olmaktan çıkarır; toplumsal mülkiyet haline getirir. Kapitalizm özel mülkiyete, sosyalizm ise üretim araçlarının toplumsal, kollektif mülkiyetine dayanır. Sermaye, özel mülkiyet ve artı değer sömürüsüyle var olur, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve emek üzerindeki sömürüye son verildiğinde de (bireysel ya da toplumsal olarak) ortadan kalkar. Marx, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, kâr oranının, bireysel değil (tek bir işletme bazındaki kapitalist tarafından değil), toplumdaki tüm sermayeler tarafından, yani toplumsal sermaye tarafından, ortalama, genel kâr oranına göre belirlendiğini belirtmek üzere, genel olarak tüm sektörlerdeki, ulusal ve uluslarası kapitalist toplumun toplam sermayesini ifade etmek üzere de, bu kavramı kullanır. Toplumsal sermaye, bu anlamda, yukarıda tanımladığımız, üretim ilişkisi olarak, kapitalist özel mülkiyetle var olan bir sermayedir. Durduk yerde, her para ya da üretim aracı ‘kapitalist sermaye’ haline gelmez. Artı-değer sömürüsünün gerçekleşmesinde, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim çevriminin tüm aşamalarına egemen olan sermayenin, dolaştığı ve bulunduğu her uğrakta toplumsal emeği (bireysel değil) içermesi itibariyle de toplumsaldır. Bu toplumsalllık ise, kapitalizm enine boyuna geliştikçe, mülkiyet ilişkisinin özel niteliğine oranla daha da artar. Üretim sonucunda gerçekleşen artı-değere, özel mülkiyet sahibi burjuvanın el koyuşuyla, ‘sermaye’, aldığı ismi gerçekten kazanır, hakeder. Artı-değer sermayeye eklenir (kapitalist kâr olarak); sermaye büyüyerek, yeniden genişletilmiş üretim süreci ilişkisi olarak devinip varolur. Görüldüğü gibi, Marx, ‘toplumsal sermaye’ de, ‘bireysel sermaye’ de dese, bu kavramları kullandığı yerlerde, özel mülk sahibi burjuvaların elinde birikmiş, toplumsal emek tarafından yaratılmış ‘sermaye’yi konu edinmektedir. Özel mülkiyetin karşıt kavramı, toplumsal sermaye değil, kamusal/kollektif mülkiyettir. Çinli akademisyenlerin yaptığı gibi, bu kavramdan, topluma ait olan mülkiyet ya da onun bir ön geçiş biçimi olarak, sosyalizmin nüvesi bir ilişki ya da örgüt biçimi vb. anlamını çıkarmak, zorlama bir çabadır. Bazı toplumbilimciler de, bu türden post-modern kavram bozuşturma operasyonlarına, 90’lı yıllarda; “kariyer, mevki, statü , zeka vb.’nin günümüzde artık sermaye haline geldiğini, bu özellik ve yeteneğe sahip kişilerin de doğal olarak ‘sosyal sermaye’, ‘beşeri sermaye’, ‘toplumsal sermaye’ sahibi olduklarını” söyleyerek, başka bir frekanstan, bu tartışmaları başlatmışlardı.
Hisse senetli şirketler, bireysel sermayelerin birleşmesi, kapitalistlerin üretim sürecini, idare ve denetim işlerini yönetim kurullarına bırakması, sermayenin sahipliği ile kullanımının birbirinden ayrılması, hisse senedi yoluyla sermayeye katılmaların tröst ve kartel biçimlerinin doğması, sermayenin merkezileşmesi, tekelci devlet kapitalizmi; tüm bunlar, “sermayenin kendini öz aşması”, “kapitalizm içindeki kısmi nitel değişimler” olarak nitelendiriliyor ve kapitalist krizlerin de, üretim ilişkilerindeki bu değişmeyle –yeni türden “kurumsal sermaye” örgüt biçimleriyle– aşıldığı, kapitalizmin bu şekilde ömrünün uzadığı ve giderek evrimci bir geçişle yerini sosyalizme bırakacağı söyleniyor.
Peki sermaye birleşmeleri, tekel olgusu, sermayenin sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılması; salt emperyalizmin yakın dönemine (II. Dünya Savaşı sonrasına) ait bir olgu mudur? Marx ve Engels’in yazılarında da tekelleşme eğiliminden, tröst ve kartellerden bahsedilir.  Tekeller, 1860 – 1870 yıllarında ortaya çıksa da, 20.yy başları, tekelci birliklerin, tröst ve kartellerin, mali sermayenin ekonomi üzerinde eğemenliğini kurduğu ve dünyayı ekonomik olarak paylaştığı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrildiği kesin bir tarihtir. Bu tür tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.
“Kapitalizmin özelliği, genel olarak sermaye sahipliğini bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir.” 
İkinci olarak, ÇKP teorisyeni akademisyenler, daha önceki toplumsal kuruluşlarda olduğu gibi, kapitalizmin bağrında da sosyalist üretim ilişkisinin filizleneceği (bir sonraki üretim ilişkisinin, bir önceki toplumun bağrında oluşması kastediliyor) iddiasındadırlar ve Marksistleri de bu noktada şöyle suçlamaktadırlar:
“İkinci hatalı bakış açısı ise, sermaye mülkiyet ilişkilerinde ne tür bir ayarlama ve değişiklik olursa olsun, kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin herhangi bir değişikliğe uğramadığı görüşünü savunmaktadır. Bu yaklaşım, ayrıca, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin toplumsallaşmaya doğru gelişim sürecini kabul eden yaklaşımları da Marksizm karşıtı saymaktadır. Bu yaklaşım savunucuları, aynı zamanda kapitalist özel mülkiyetin ve sosyalist kamu mülkiyetinin temelde birbirine tamamen aykırı, birbirleriyle uzlaşmaz doğalara sahip olmalarından ötürü, yeni bir toplumun tohumlarının kapitalizm içerisinde filizlenemeyeceğini iddia etmektedirler.(..) Günümüz kapitalist üretim biçimini, klasik kapitalist üretim biçimi ile kıyasladığımız zaman ve nesnel bir gözle baktığımızda, bugünkü kapitalizmin bağrında yeni bir toplumun oluşumsal ögelerinin bulunduğu görülebilmektedir ve bu ögeler azalmak yerine, gün geçtikçe artmaktadır. (..) Sovyetler Birliği’nde yapılan ekonomi politik incelemelerinde öne sürülen bir başka bakış açısı da, bugüne dek, oldukça yaygın bir şekilde benimsenmiştir. Bu bakış açısına göre, kapitalist özel mülkiyet biçimi ile, sosyalist kamu mülkiyet biçimi birbirine taban tabana zıt oldukları için, sosyalizmi oluşturacak etmenler, kapitalizm tarafından reddedilmekte ve itilmektedir. Böylece sosyalizmin kapitalizmin rahminde oluşması imkansız hale gelmektedir.”
Çinli ideologlar, bunlara ek olarak, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtına yazdığı ünlü Önsöz’ü tahrif ederek, “Kapitalizmin halen bağrındaki örtük ilişkileri geliştirebildiği, kendine yeni gelişme alanları açtığı, kendini yenilediği, krizlerini aşabildiği, üretimi sınırsız ve engelsiz geliştirdiği ve bu nedenle yerini sosyalizme bırakma zamanının gelmediğini” iddia ediyorlar.
Tüm bu alıntılardan da görüleceği üzere, Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.
Kapitalizm, ekonomik ilişki biçimi olarak, feodalizmin bağrında filizlenip ortaya çıktı, ama sosyalist ilişkiler bu tarzda ortaya çıkamaz. Sosyalizm, ancak kurucu bir eylemle gerçekleşir; yukarıdan aşqağıya kurulabilir. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin bilinçli eylemi sonucu, burjuva iktidarın yıkılmasını, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesini ve kamulaştırılmasını gerektirir. Üretim araçları işçi sınıfının eline geçmeden, toplumsal mülk haline gelmeden, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması ve gelişmesi olanaksızdır. Daha önceki devrimlerde, bir sömürü biçimi ile bir başkası ile yer değiştirmiş, insanın köleliği ve özel mülkiyetin varlığı sürmüştü. Sosyalist devrimlerde ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürüsüne son verilir; toplumsal üretim insan ihtiyaçları merkezinde bir planlamayla yürütülür, üretimdeki anarşi ve üretici güçlerin tahribatı son bulur, üretici güçlerin özgür ve sınırsız gelişmesinin yolu ancak bu şekilde açılır.
Üçüncü olarak, Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.  Ayrıca Lenin, Devlet ve İhtilal adlı ölümsüz yapıtında da, tekelci devlet kapitalizmini; yakınlaşarak benzeştiği sosyalizme bir toplumsal alt-üst oluş olmadan götürecek/götürmekte olan ve evrimci yolla sosyalist ilişkilerin kurulmasının bir gösterge ve kanıtı olarak değil, aksine proleter devrimlerini zorunlu kılıp yakınlaştıran bir olgu ve bunun kanıtı olarak görmektedir: “29 Haziran 1891’de Engels tarafından Kautsky’e gönderilen ve Neu Zeit’te, ancak on yıl sonra yayımlanmış bulunan Erfurt Program tasarısı eleştirisi’nde; ‘Eğer hisse senetli şirketlerden, koca sanayi kollarını egemenliği altına alan ve tekelleştiren tröstlere geçersek, bunun yalnızca özel üretimin değil‚ plan yokluğunun da sonu olduğunu görüyoruz.’ Burada, modern kapitalizmin, yani emperyalizmin teorik değerlendirilmesinde varolan en önemli şeyi, yani kapitalizmin tekelci kapitalizm durumuna dönüştüğü gözlemini buluyoruz. Bunun altını çizmek gerekir; çünkü tekelci kapitalizmin ya da tekelci devlet kapitalizminin, artık kapitalizm olmadığını, bundan böyle ‚ ‘devlet sosyalizmi’ olarak nitelendirilebileceğini vb. ileri süren burjuva reformist önermesi, en yaygın yanlış düşünce durumundadır. Elbette ki tröstler, ne şimdiye dek tam bir planlama yapmışlardır, ne de yapabilirler. Bununla birlikte, belirli bir planlamayı da uygularlar; sermaye babaları, üretim hacmini ulusal hatta uluslararası ölçekte önceden hesaplar ve bu üretimi bir plana göre düzenlerler, ama genede kapitalist rejim içinde kalırız; gerçi onun yeni bir evresinde, ama yadsınamaz bir biçimde kapitalist rejim içinde. Bu kapitalizmin sosyalizme ‚’yakın’ olduğu gerçeği, proletaryanın gerçek temsilcileri için, sosyalist devrimin yakınlığı, kolaylığı, olanak ve ivediliği yararına bir kanıt oluşturmalıdır; yoksa, bütün reformistlerin yaptığı gibi, hiçbir zaman bu devrimin yadsınmasına ve kapitalizmin allanıp pullanması girişimlerine göz yummak için kullanılan bir kanıt değil.”
Çinli akademisyenler, ‘Kurumsal sermaye’  dedikleri günümüzdeki uluslararası dev işletmelerin dikkat çekici nitelikleri olarak şunları sıralamaktadır:
1) Emek süreci, kapsamlı işbölümüne, bilimsel yönetim teknolojilerine doğa bilimlerin en gelişkin düzeyine dayanır. 2) Bu işletmeler devasa dünya talebini karşılayacak ölçüde üretim yapmaktadır. Kendi içinde kaynak tahsisi yapmakta, dünya çapındaki üretim etkenlerini ve koşullarını kullanabilmekte, yüksek bir üretkenlik düzeyine ulaşmaktadır.
3) Bu işletmelerin çoğu kendilerine ait bilimsel araştırma merkezlerine sahiptir. Bu şekilde bilimsel teknolojilerin geliştirilmesi ile üretim sürecini entegre olarak yürütebilmektedirler. Bilimsel buluş ve teknolojilerin üretici güçlere dönüştürülmesi süresi kısalmaktadır. Sermaye oldukça gelişkin bir toplumsal işbölümü yarattığı gibi, aynı zamanda toplumsal düzenlemelerle uyum sağlayabilecek bir örgütlenme yaratmıştır.
Bunlar tamam da, tekelci firmaların gösterdiği bu özelliklerinin neresi yenidir? Bunlar emperyalist dönemin bütününde, mali sermayenin gelişiminde bulunan özellik ve nitelikler değil midir?
Özel mülk sahibinin yanı sıra, sermayeyi yöneten profesyonel yönetici kesim (şirket yönetim kurulunun) de, karar verici veya yürütücü konuma gelebilse bile, sonuçta herkes şirketteki sermayesi (hissesi) oranında artı-değeri mülk edindiğine göre, kapitalist ilişki ve çelişki niçin değişsin, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel uzlaşmazlık niye uzlaşır hale gelsin? Bir sürü laf kalabalığı arasında bu soruların yanıtını kitapta net olarak görmek olanaksız. Söylenen, kapitalizmin “bu tür toplumsal düzenlemelerle uyumunu sağladığı”dır.  Her adımda açık ya da örtük olarak yinelenen; “kapitalizmin, gelişmesinin belli aşamasında da, bütün şimdiye kadarki aşamalarında da üretim ilişkilerini, üretici güçlerin toplumsallaşmasına ve gelişmesine uygun olarak, reform ve düzenlemelerle uyumlu hale getirdiği ve devrimci dönüşüme gerek kalmadığı” revizyonist görüşüdür.
Çinli ideologların yeni bir olgu olarak ileri sürdükleri üretici güçlere uygunluk sağlamak için kapitalistlerin üretim ilişkilerinde yaptıkları reform ve iyileştirmeler, uyguladıkları yeni yönetim biçimleri; tröst, kartel, “kurumsal sermaye” vb. denilen örgütlenmeler, onun nihai akibetini ve yerine sosyalizmin kurulmasını önleyemez. Sömürü sistemi, bir dizi ekonomik ve siyasi reform ve tedbirlerle krizlerini aşıp gecici olarak ömrünü uzatsa da, bunu, sistemin iç çelişkilerini, üretici güçlerin üretim ilişkisiyle olan uzlaşmaz çelişkisini, mevcut uyumsuzluğu ve tahribatı daha da geliştirme ve derinleştirme pahasına yapar. Lenin, bunalımların “yoğunlaşma ve tekele eğilimi artırdığını”, ayrıca kartel vb. türden örgütlenmelerin bunalımları ortadan kaldırmak bir yana, “belirli sanayi kollarındaki tekelin, kapitalist üretimin bütününde varolan karışıklığı daha da çoğaltıp ağırlaştırdığını” belirtir.
Emperyalist döneminde, hisse senetli şirketler, holdingler vb. şeklinde örgütlenen kapitalist sermaye sahipleri, finans kapital; çok küçük sermaye miktarlarıyla çok büyük sermayelere hükmedebilmekte, onları denetleyebilmekte  ve elinin altındaki bu sermayeleri çekip çevirerek, azami kârlarına kâr katabilmektedir. “Üretim toplumsal hale geliyor, ama mülk edinme özel kalmakta devam ediyor. Toplumsal üretim araçları, küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor.
Kısacası, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ortaya çıkan tekelci örgüt biçimleri ve sermayenin yeni yönetim stratejisi ve yöntemleri; özel mülkiyet sahiplerinin, sermayeyi daha etkin kullanarak, artı- değer sömürüsünü, azami kârı artırmalarına; özel mülkiyet ve sermaye birikiminin; özel ellerde daha fazla miktarda yoğunlaştırılmasına yöneliktir.  Bu durumda, üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki, kapitalizmin bu uzlaşmaz temel çelişkisi, yumuşamak bir yana, her geçen gün daha keskinleşir, devrimin ve sosyalizmin maddi önkoşullarını daha da olgunlaştırır.
Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu. Kapitalizmin giderek üretici güçleri engellemesi ve gelişmeyi frenlenmesi eğilimi; tekelin doğuşuyla, mali sermaye ve emperyalizm çağıyla birlikte hızlanmış, artık daha sık aralarla gündeme gelen devrevi krizler; ‘cerahat’ın dışarıya aktığı kanallar olmuştur. Kapitalizmin yol arkadaşı olan krizler ve paylaşım savaşları; üretici güçlerde, cansız emek olan makine vb. üzerinde yarattığı tahribatın yanı sıra; en temel üretici güç olan canlı emeği (işçi sınıfını) de; insafsız sömürü, işişizlik, açlık, hastalık vb. yıkımlar sarmalında, sınırsız, dizginsiz, özgür ve mutlu bir gelişme yolundan alıkoymuş; ücretli köleler olarak, kendi ürettiği ürünlere yabancılaştırmıştır. Gelinen aşama da; kapitalizmin, devrimle karşılaşmadığı koşullarda; krizlerini, bir sonraki krizine kadar erteleyip görünüşte aşarak yaralarını sarma becerisi gösterse ve ömrünü gecici olarak uzatsa da; bu, onun her geçen gün kendi “mezar kazıcılarını” yarattığı ve yıkılışının nesnel koşullarını hazırladığı anlamına gelir.

SONUÇ OLARAK
ÇKP desteğindeki, CASS’a bağlı faaliyet yürüten Marksizm Araştırmaları Akademisi’ne bağlı seksiyonların akademisyenleri; ele aldığımız yazılarında da görüldüğü gibi, Çin’in kapitalist- emperyalist güzergahtaki hızlı gidişini, süper güçlerle rekabetini, başa güreşme pozisyonunu meşrulaştırmaya, dünyada ve ülkede Marksizmden, sosyalizmden etkilenmiş kesimleri, düzenledikleri paneller ve mali olanakları eşliğinde gerici emellerine yedeklemeye çalışıyorlar. Çin’de yaklaşık 800 milyon emekçinin sürüklenip mahkum edildiği yoksulluğu, artı-değer sömürüsüyle palazlanmış milyar dolarlık servetlere sahip ÇKP üyesi ve yöneticisi burjuvaları gizlemeye, bu aldatıcı makyaj ve çarpıtmalar kesinlikle yetmez. Çin’de üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği arasındaki uzlaşmaz çelişki; son dünya krizinin artçı sarsıntılarının da yansımasıyla giderek derinleşmekte ve adeta toplumsal bir devrime davetiye çıkarmaktadır.

Spotlar:

Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar.

Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.

Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular.

Tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.

Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.

Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.

Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑