EMEP’in Aralık 2001 sonunda başlayan “İl Konferansları”, bir yandan üyelerin çalışmalara daha etkin katılmalarını, öte yandan da parti örgütlerinin görevlerini layıkıyla yerine getirmelerini sağlama amaçlı düzenlemelerle sürüyor.
Toplantılarda kuşkusuz, sadece örgütler ve onların teknik ihtiyaçları değil; mücadele ve sorunları; bu sorunların çözümünde partinin üstüne düşenler; partinin pratik mücadelesi ve deneyimleri de tartışılıyor.
Özellikle yeni parti üyesi işçiler, emekçiler, son yılların eylemleri içinde EMEP’i tanıyıp ona üye olan işçiler; hareketin gelişimi, parti ve partililere düşen rolle ilgili olarak görüşlerini açıklıyorlar.
Bu konferanslarda dikkat çeken değerlendirme noktalarından birisi de; 2001 yılında uzun süren ancak “başarısızlıkla” sonuçlanan direnişlerde yer alan işçilerin, bu direnişlere destek veren partililerin değerlendirmeleri.
Genellikle direnişçi işçiler; kendilerinin mücadele ettiğini ama “sınıfın kendilerini yalnız bıraktığını” öne sürüyorlar. 2001’de en uzun direnişleri gerçekleştiren Gebze’nin Göktaş Fabrikası işçileri ile Bursa’da Üçyıldız’ın direnişçi işçileri aynı fikirde; “direnişimizi diğer fabrikaların işçileri desteklemediği için yenildik” diyorlar. Direnişlerinin 5. ayında olup, direnişi sürdürmeye devam eden Aktif Dağıtım işçileri de benzer iddiaya sahipler; “diğer işçi kesimleri yeterince destek verse, patron böyle direnemezdi” diyorlar.
İlk bakışta; bu, “eğer direnişimize diğer işletmelerdeki işçiler destek verseydi başarırdık” saptaması, dünyanın en doğru (ve aynı zamanda en kolay ve doğal olarak yapılması gereken bir iş) saptamalarından birisi gibi görünüyor. Öyle ya; bir fabrikanın işçileri, sendikalaşmak için aylarca direniyor ve yakın fabrikalardaki işçi kardeşleri, “ne oluyor” diye yanlarına gelmiyor. Gelenlerse, öylesine bir hal hatır sorup gidiyorlar. En ileri gideni ise; direniş yerine çay-şeker getiriyor ya da cüzi bir maddi yardımla desteğini sunmuş oluyor.
“Direnişimize işçiler yardım etmedi” diyen Üçyıldız işçisinin; “Peki siz, sizden önce aylarca direniş yapan Sümerbank-Merinos işçilerine yardıma koştunuz mu?” sorusuna verdiği yanıt ise; aslında, kendi saptamasını bir başka yönden doğrulayan ve yanlışlayan bir yanıttı: “Hayır, böyle bir direnişten haberimiz bile yoktu. Ancak biz direnişe çıktıktan sonra, yakın zamanda böyle bir direnişin yapıldığını bize partili arkadaşlar söyledi!”
Aslında özelleştirmeye karşı mücadelenin yoğunlaştığı yıllarda da (aslında her işçi, emekçi direnişinin baş şikâyeti budur) benzer şikâyetler söz konusuydu. Özelleştirmeye karşı direnen işçiler, diğer işletmelerdeki işçilerin kendilerine destek vermemesinden yakmıyor, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek!” sloganı sıkça, henüz özelleştirme olmamış işyerlerindeki işçilere doğru haykırılıyordu. Ama bu sloganı haykıranlar; kendilerinden bir ay, bir hafta önce özelleştirmenin hedefi olan işletmelerin işçilerinin aynı sokaklardan aynı sloganı kendilerine doğru haykırarak geçtiğinin farkında olmamışlardı. İşçilerin bu haykırışını duysalar bile; “Bizim işletmemiz, ülke sanayi için stratejik öneme sahip, bizi özelleştirmezler” rehavetiyle davranmışlardı.
Kendilerine bu hatırlatıldığında da; “Evet, doğru, o zaman aldırmadık ama şimdi sıra bize geldi” diyorlardı. Kuşkusuz daha pek çok konuda benzer yakınmaları ve benzer yanıtları her işçi, işçi mücadelesine ilgi duyan her partili duymuştur.
Elbette ki; saptama doğrudur, işçiler, emekçi yığınları kendi aralarında dayanışsa; sermaye güçleri ve patronlar işçi talepleri karşısında direnemezler.
Elbette ki; dayanışma fikri, sınıf kardeşliği fikrinin gelişmesi, işçilerin uzun mücadeleler içinde hissedip bir sınıf duygusu haline getirdikleri bir sınıf “güdüsü”dür. Ve mücadele temposunun yüksek olduğu, mücadele heyecanının işçi-emekçi kamuoyunu sardığı dönemlerde, özel bir gayrete neden olmadan da işçiler birbirlerini desteklemek için eyleme geçerler. Çünkü böyle dönemlerde; ortamı dolduran mücadele heyecanı, herkesi her yerde olup bitenden haberli hale getiren bir “iletişim aracı” olmayı da geçerek, onları kendiliklerinden hareket ediyormuş gibi saran bir duyguyu da hızla üretir.
Ne var ki, “olağan”, “nispeten durgun” dönemlerde ise, başka konularda olduğu gibi, sınıf dayanışması fikrinin yayılması, bu fikrin bir eyleme dönüşmesi, başka işletme ve işkolundaki işçiler için, işçilerin kendi günlük, küçük çıkarlarını feda etmeyi göze almaları için; mücadelenin örgütlenmesi, işçi örgütü olan sendikaların, sınıf partisinin ya da başka türden emek örgütlerinin harekete geçmesi gerekir.
Bu yüzdendir ki; diğer işletmelerdeki işçilerin ortaya çıkan direnişleri desteklememesi sorunu, birer birer işçilerin öteki işçileri, birer birer işletmelerin kendiliğinden öteki işletmelerdeki mücadeleleri destekleyip desteklememeleri sorunu değildir. Aynı anlama gelmek üzere, direnişlere çevre ve bölgedeki işçilerden destek gelmemesinin sorumlusu öteki işletmelerin işçileri değildir. Tersine; işçilerin örgütsüz, etrafında olup bitenden habersiz olmasıdır. Az çok sendikal örgütlenmenin olduğu yerlerde ise sorun, sendikal bürokrasinin işçiyi kendi işletmesine ve kendi sendikasına kapatarak, diğer işçi kesimleriyle ilişkisini kesmesi, bir sınıf, sınıf dayanışması fikrinin oluşmasını engelleyecek bir sendikacılık tarzının sendikalara egemen olmasıdır.
DESTEK-DAYANIŞMANIN BOYUTU VE ANLAMI
Bir işletmedeki işçilerin eyleminin öteki işletmeler ve işkolundaki işçiler tarafından destelenmesi fikri, sadece “direnişçi işçilerin” ötekilerden şikâyeti olmaktan çıkıp; sınıfın dayanışma fikrinin geliştirilmesi ve ortak mücadelenin örgütlenmesi fikriyle birleşirse anlam taşır. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi demek; ortak talepler etrafında birleşmiş bir sınıfın mücadelesi demektir. Bu yüzden de, dayanışma fikri olmayan, öteki kesimin mücadelesi sınıfın geri kalanı tarafından desteklenmeyen bir mücadelenin, sermaye güçleri karşısında başarılı olma şansı da yoktur. Bu nedenledir ki; yukarıdaki “yakınma” aslında işçi sınıfı mücadelesinin en temel gerçeklerinden birisini ifade etmektedir.
Son 10–20 yıl içinde; sermaye güçlerinin işçi sınıfına yönelttiği saldırının en sivri ve en etkin yanlarından birisi; işçi sınıfı ideolojisinin en önemli unsuru olan “kolektivizme”, “dayanışma fikrine” yöneltilmiştir. Böylece; burjuva propagandacıları ve ideologları, hem bireyciliği yaygınlaştırarak orta sınıfları bu fikre kazanıp kendi yanlarına çekerken hem de işçi sınıfı ve çeşitli emekçi kesimlerin saflarında da “dayanışma” fikrini “feodal”, “ilkel” bir anlayış olarak niteleyerek gözden düşürmeye yönelmişlerdir. Bu yolla; sınıf dayanışması, kardeşlik, eşitlik fikri; “bireyin özgürlüğü” adına tahrip edilerek, örgütlü olma, ortak davranma, sendikalarda birleşme, sınıf partisinde örgütlenme gibi sınıf değerlerinin yozlaştırılması, yok edilmesi amaçlanmıştır.
Sermaye güçlerinin bu saldırılarında da en önemli dayanakları, sendikaların yönetimini ele geçirmiş ve sınıf içinde sarı sendikacılığı egemen hale getirmiş olan sendikal bürokrasi olmuştur. Bu yanıyla sendikal bürokrasi; işçiler arasında bölgecilik, ırkçılık, din ve mezhep farklılıkları gibi her tür geri eğilim ve alışkanlıkları kışkırtarak, kendilerinin, yönetimlerdeki yerlerini sağlamlaştırırken, kısımcılığı, “takımcılık”ı, “işyeri şovenizmi”ni kışkırtarak da; işçileri kendi işletmelerinin sorunlarına kapatıp, sınıfın geri kalanının sorunlarıyla ilgilenmek yerine, kendi çıkarına bakan bir kitle yaratarak, sınıf mücadelesinin genişleyip bilinç düzeyinin yükselmesini baltalamayı iş edinmiştir.
Türkiye işçi sınıfında dayanışma fikri elbette ki yeni değildir. Ve Türkiye işçi sınıfı az çok bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmasından beri de bu tür sayısız örnek vardır. Ama ’60’lı, ‘70’li yıllarda; işçilerin sendikalaşma mücadelesinde ve patronların saldırıları karşısında, büyük eylemler ve pek çok fabrikanın bir tek işyerindeki işçileri desteklemek için eylemlere giriştiği, hatta fabrika çevresindeki işçi semtlerinde; halkın da fabrika eylem ve işgallerine destek vermek için harekete geçip; polis ve jandarma müdahalelerine karşı işçilerle birlikte göğüs gerdiği sayısız örnek vardır. 15–16 Haziran’da Türk-İş üyesi binlerce işçinin, DİSK’li işçileri desteklemek için eyleme katılması, ‘70’li yıllarda belli başlı direnişlerin, diğer fabrikalar tarafından desteklenmesi için toplu iş bırakmalar ve gösterilere Katılma gibi, bugün de hatırlanabilecek, “usulen”, “törensel” diyemeyeceğimiz pek çok dayanışma eylemi örneği vardır.
Yine işçi sınıfı tarihinde; örneğin İtalya’da İspanya’daki iç savaş için üretilen ve Franco’culara gönderilen top mermilerinin içine “ateşleyici”leri takmayarak, yeterli patlayıcı koymayarak İspanya’daki işçi kardeşleri ile dayanışmaya giren İtalyan işçileri ya da Liverpool dok işçilerini desteklemek için Amerikan ve Fransız limanlarında İngiliz gemilerini yüklemeyen Fransız ve Amerikan işçileri, sınıfın enternasyonal dayanışmasının ciddi örneklerini sunmuşlardır.
Bugün işçi çevreleri ve çeşitli emekçi çevrelerinde destek denilince akla gelen; basın açıklaması yaparak destek bildirmek, emekçiler arasında para toplamak, ihtiyaç maddeleri alarak işçilere dağıtmak, direniş yerine gidilerek destek ifade etmek gibi dayanışma eylemleriyle sınırlı kalan anlayış; kuşkusuz, sendikaların itildiği geri çizginin ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Elbette burada “gerilikle” suçlamayı hak eden bu dayanışma girişimlerinin kendisi değil, (bunlar da dayanışma eylemidir) ama dayanışma fikrinin bunlarla sınırlanmasıdır.
Oysa bugün sermaye güçleri, toplu bir saldırı düzeni içinde davranırken, emekçilerin talepleri karşısında ise tam bir dayanışma içindedirler. Bu yüzden de bugün işçilerin dayanışması, sermayenin bu “toplu karşı duruş” ve “top yekûn saldırısı”na yanıt verecek bir “düzeyde” olmak durumundadır. Aksi halde, direnişlerin ve “dayanışma”nın hüsranla karşılaşması kaçınılmaz olmaktadır.
Örneğin EXSA, Göktaş, Üçyıldız, İzmir Sümerbank, (bu kategoriden sayılacak Aktif Dağıtım direnişi ise 5 aydır sürmektedir) gibi son yılların en uzun süreli direnişlerinde işçiler hiç de az direnmemişler, çevreden de (ziyaret, maddi yardım vb. türünden) az yardım görmemişlerdir. Tam tersine işçiler, feragatle davranmış, bu ağır ekonomik koşullara karşın, sendikaların yönetim mekanizmalarından gelen zayıflıklara ve direnişi bitirme oyunlarına karşın mücadeleye aylarca devam etmişlerdir.
Yine Emeğin Partisi başta olmak üzere, çeşitli emek ve ilerici demokrat kesimleri bu direnişlere, basın açıklaması, maddi yardım, ziyaret, direnişçi işçilerin isteklerinin yaygınlaştırılması temelinde küçümsenmeyecek bir destek de vermiştir. Ama sermayenin direncini kıracak kadar bir güç birikimi sağlayamadığı için bu direnişler bitirilmek zorunda kalınmıştır.
Yukarıda sözü edilen EXSA, Göktaş, Üçyıldız direnişleri; işçilerin sendikalı olmak için başvurdukları direnişler olarak; uzunca bir zamandan beri süren işçilerin sendikalı olma mücadelesinin klasik örneği olma bakımından son derece öğretici dersler sunmaktadır. Bu yüzden bu direnişler üstünde kısaca da olsa durmak gerekir. Çünkü milyonlarca işçinin sendikasız olarak çalışmaya zorlandığı Türkiye’de, yüzlerce, binlerce işyerinde sayısız işçi, bu işyerlerindeki işçilerle aynı talebe sahiptir; Sendikalı olma hakkını kullanarak, işyerine sendika getirmek istemektedir. Ancak sermaye ve hükümetler ise, varolan sendikaları bile işlevsizleştirerek dağıtmak için; özelleştirme, taşeronlaştırma, TİS’leri ihlal, “kapsam dışı işçi çalıştırma” gibi yollarla sendikaları tasfiye etmeye yönelmişlerdir. Hal böyle olunca; sendikal mücadele, bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin, işyerinin sahibi olan kişi ya da firmaya karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, bu işçilerin patronlar sınıfına, hatta arkasındaki hükümete ve IMF-Dünya Bankası’nın yeniden yapılandırma programına karşı yürüttüğü bir mücadele anlamına gelmektedir.
Patronlar bu durumun farkındadır ve onlar kendi sınıflarının çıkarlarının gereğini yaparak, aralarındaki rekabete bir süreliğine ara verip dayanışarak işçileri yenilgiye uğratmayı amaçlayan bir tutum almaktadırlar. Bu yüzden de EXSA, Göktaş, Üçyıldız gibi işyerlerinde; patronların bu işletme patronlarının zararlarını karşıladıkları, bölgeye sendika sokmaması için işletme patronlarını maddi ve manevi olarak destekledikleri, hatta işçilerle uzlaşamaması için tehdit ettikleri de herkesin malumudur. Çünkü EXSA’ya sendika girseydi “sendikasızlaştırılmış” Adana Organize Sanayi Bölgesi’ne sendika girecek, öteki fabrikaların işçileri de, sendikalaşmak için heveslenecekti. Aynı şey Üçyıldız ve Göktaş’ın çevresindeki fabrikalar için de geçerliydi. (Tıpkı, Aktif Dağıtım’a sendika girmesinin, tüm diğer dağıtım firmalarına da sendika girmesinin yolunu açacağı için patronların direniş göstermesi gibi.)
Bu yüzdendir ki; patronlar, aylarca süren direnişleri, trilyonlarca lira zararı, pazar kaybetmeyi, gerekirse fabrika kapatmayı göze alarak, sendikanın işlerine girmesine razı olmamışlardır.
Sendikaların ve direnişe geçen işçilerin, aynı ölçüde olup bitenin farkında olduğu söylenemez. Çünkü direnişe geçen işçiler ve bu direnişi “yönetme” iddiasındaki şube yöneticisi konumundaki sendikacılar (tabii en iyi niyetlisi için böyle) ise; “patronu biraz sıkıştırırsak zararı göze alamaz” sonucuna varacakları “piyasa analizleri” yaparak, kendi yollarını çizmişlerdir. Ama süreç ilerledikçe karşılarındaki patronun o firmanın sahibi değil OSB’nin yönetim kurulu, hatta tüm patron sınıfı olduğu gerçeği ortaya çıkınca da, bu sefer umutsuzluğa düşmüş, öteki işçilerin destek verememesini, sendika üst yönetimlerinin baskılarını bahane göstererek direnişleri bitirmenin yolunu aramaya başlamışlardır.
Bu direnişlerde EMEP’in il örgütleri ve bu direnişlerle ilgilenen birim örgütleri elbette ki; patronların tutumunu önceden görmüştür; ama onların gayretleri ve direnişe verilen desteğin boyutu ve niteliğini değiştirerek sermaye güçlerini dağıtacak bir düzeye ulaştırmaları, bir yandan da kendi çalışma ve tutumlarından gelen zaaflar nedeniyle başarılamamıştır.
OSB’LER VE SENDİKAL MÜCADELENİN ÖNEMİ
Sermaye güçlerinin son 10–20 yıllık gelişimleri izlendiğinde; stratejilerinin en önemli dayanaklarından birisinin, sendikaların tasfiyesi, işlevsizleştirilmesi olduğu görülür. KOBİ’ciliğin teşviki ve sanayinin organize sanayi bölgelerinde toparlanması, bu stratejinin bir gereği olarak benimsenmiş; sanayi bu yolla yeniden yapılandırılmaya başlanmıştır.
Sanayinin temel yönelişi olarak OSB’ler; elbette sermayeye “altyapı”, “teknolojik yenilenme”, “pazarlama”, “güvenlik”, “maliyetlerin azaltılması” gibi çeşitli kolaylıklar getiren bir yöneliştir, ama bunlar içinde, konumuz açısından bakıldığında, KOBİ’ciliğin teşviki ve OSB’lerin geliştirilmesinin en önemli yanı, işçi sınıfının örgütlenmesinin dağıtılması, işgücünün her tür koruma ve mücadele gücünden arınmış, örgütsüz, mümkün olan en ucuza mal edilen bir “meta” haline getirilmesi olmuştur. Ve OSB’lerin en yaygın ve patronlar tarafından en kabul gören sloganı, “Sendikaya hayır”, “Sendikalı işyerlerinden sendikaların tasfiyesi için mücadele” olmuştur.
Buradan bakıldığında, patronlar ve arkalarındaki güç odaklarının, OSB’leri, sendikaları içeriye sokmamak için inşa ettiği kaleler olarak tarif edebiliriz. “Site”nin etrafını çeviren, dikenli teller, güvenlik görevlileri de, basit polisiye tedbirler olduğu kadar, sendikalaşmaya karşı birer barikat olarak düşünülmelidir. Ve sendikalaşmak isteyen işçiler ve bu bölgelere sendikaları sokmak isteyen mücadeleci sendikacılar; bu “kale”yi fethetmeyi göze almak zorundadır.
Bir başka söyleyişle; EKSA, Üçyıldız, Göktaş ve öteki pek çok sendikalaşma mücadelesi; bu “kalelerin” burçlarında bir gedik açmak için girişilmiş “hücumlar” olarak görülebilir. Ancak bu hücumlar göstermiştir ki; kaleyi koruyan güçlerin imkânları, aralarındaki birlik, arkalarındaki destekçiler, göründüğünden daha fazladır. Ve kaleyi zapt etmek isteyenler için; başka araçlara ve kaleyi içerden de çökertecek güçlerle işbirliğine ve dışarıdan da daha geniş ve ciddi desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Yani, direnişler karşısında duyarsız olan, en azından patronların yanında durmaya devam eden öteki işletmelerdeki isçilerin de, direnişi, şu veya bu düzeyde desteklemelerini sağlayacak, direnişi yavaş yavaş da oka yayacak bir çalışma ve eylem organizasyonuna ihtiyaç olduğu görülmüştür. Bu yüzdendir ki; yenilgiye uğramış direnişleri; “kaleye” dışardan yöneltilmiş “yoklama hücumları” olarak değerlendirmek ve bunlardan ders çıkararak, mücadeleyi yenilemek, gerçek durumun doğru ifadesi olacaktır.
Bu yüzden de; bir işyerindeki işçilerin sendikalı olması eylemi; sadece o işyerindeki patrona karşı mücadele değil, OSB yönetiminin direncini kıracak kadar bir gücü patronların; patron sınıfının karşısına dikerek gerçekleştirilebilen bir eylem haline gelmiştir.
Elbette burada, bazen pek çok olumlu koşulun bir araya gelmesiyle; bir tek işletmede de, o işletme işçilerinin çabasıyla sendikalı olmayı başarmak mümkün olabilir; ama günümüz koşullarında bunun istisna olduğu bilinmelidir.
Burada; “Peki öyleyse; sermayenin kalelerine sendikaların girmesi, nereden geçmektedir?” sorusu gündeme gelir.
Elbette bu sorunun yanıtı; bir makalenin sınırlarını çok aşar. Ama en azından bir çerçeve çizilebilir.
Şöyle ki;
Her şeyden önce artık, (krizin getirdiği koşulları göz önüne alarak) bir işyerinin sendikalı olmasını, sadece işçilerin sendikaya üye olması, notere gidip “üyelik beyanında bulunması” olarak anlamamak gerekir. Tersine, bu sendikalaşma sürecinde yapılacak “en son iş”tir. Tersine; işyerinde sendika örgütünün, geleneksel bir sendika fikrinin gerektirdiğinden çok daha geniş bir işçi örgütlenmesi yapmak zorunluluğu vardır. Özellikle de sınıf partisi açısından sendikalaşmanın; işyerinde en geniş işçi yığınlarını kapsayan bir işçi örgütlenmesi yaratmak ve bu işçi örgütlenmesi içindeki ileri işçilerin partiye kazanılması olarak anlaşılması gerekir.
Ancak; bundan henüz, “sendikalaşma için harekete geçme zamanı” olduğu çıkmaz. Çünkü OSB ya da işletmenin, bulunduğu bölgedeki diğer işletmelerle dayanışması için de bir plana sahip olmak; bir mücadeleye başlandığında, işyeri ziyaretini aşan dayanışma eylemleri geliştirmek ve bölgedeki tüm emek yanlısı çevreleri, demokrat ve ilericileri bu mücadelenin saflarında birleştirmek gerekecektir. Bu yüzden parti böyle bir plana da sahip olmalı, bölgedeki tüm emek güçlerini ve ilerici çevreleri, bu mücadeleyi odak alarak “yeniden örgütlemeli”dir.
Demek ki; “diğer fabrikaların işçilerinden yardım bekleyen” ve kendi yenilgilerini bölgedeki diğer işçilerden destek gelmemesine bağlayan Üçyıldız, Göktaş ya da başka sendikal mücadelelerde yenik düşmüş pek çok işletmenin işçileri “yenilginin nedeni”nin en önemli yanlarından birisini anlamışlardır. Ancak şu da bir gerçek ki; mücadele rüzgârı, henüz, her direniş merkezinin bölgedeki ya da ülkedeki işçileri kucaklayıp mücadeleye çektiği bir “burgaç” yaratamamaktadır. Tersine, işçi hareketinin hayli geriye itildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinde, en küçük kıpırtılar için bile, bir örgütlenme yapılması, emek verilmesi; mücadelenin yedek güçlerinin de devreye sokulması gibi karmaşık ama gerekli çaba gösterildiğinde başarılabilecek bir mücadelenin yürütülmesi gerekmektedir. Hal böyle olunca da; ancak sınıf partisinin örgütleyebileceği, bir kararlılık ve kapsamda, bir işyeri, bölge çalışması olmadan “sendikal mücadele”nin bile ilerlemesi mümkün olmayacaktır.
Kuşkusuz ki; böylesi kapsamlı bir mücadele, ancak ülke sathında ve belirli bir plana bağlı olarak yürütülen işçi sınıfı (tabii ki, tüm emekçileri kapsayan) mücadelesinin örgütlenmesiyle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlı olacaktır.
IMF programı karşıtı bir talepler bütünü etrafında, işçi sınıfı ve tüm emekçileri birleştirerek seferber etme mücadelesinin bir parçası olarak, sendikal mücadele ele alınırsa, hem çalışmanın verimli kılınabileceği hem de tüm güçlerin birleştirilebileceği bir platforma geçilmiş olur. Bu yüzden de; IMF ve arkasındaki güçleri püskürtme amaçlı bir mücadelenin ülke sathında geliştirilmesinin bir uzantısı olarak, sendikaların yeniden örgütlenmesi, sendikasız işçi kesimlerinin sendikalaştırması mücadelesi başka bir anlam kazanır. Somut olarak sendikalaşılmasına karar verilen işyerlerinde de aynı programın işyerinin en yakıcı talepleriyle birleştirilmiş bir biçimi gündeme gelir. Dolayısıyla sendikalaşma, kendi başına bir işyerindeki üç-beş yüz işçinin mücadelesi olmaktan çıkıp, bütün bir sınıfın sermaye güçlerine karşı mücadelesinin uzantısı olur. Elbette ki; buna uygun bir örgütlenme ve çabayla parti tarafından planlanıp geliştirildiği ölçüde.
Kuşkusuz ki; bir bölgedeki işçi örgütü, sendikal örgütlenme yaratma çalışması; bölgedeki güçleri harekete geçirmeyi amaçladığı ölçüde, bölgenin özelliklerini, mücadele geleneklerini de kapsamak durumundadır.
Örneğin; işyerlerindeki doğal önder işçilerin mücadeleye kazanılması, olup bitenin farkında olmalarını sağlayacak bir biçimde gidişatı anlayacakları bir platformun oluşturulması, bölge işçilerinin, olup biteni tartışıp karar verecekleri bir demokratik tartışma ortamının yaratılması, daha önceki mücadelelerde bölgedeki işçiler üstünde belirli bir etkiye sahip olmuş “lider işletmelerin” işçilerinin mücadeleye çekilmesi gibi, ilk bakışta ayrıntı gibi görünen pek çok şeyin planlanması gerekmektedir. Yani; sorunların çözümlenmesinde en ileri ve mümkün olduğu kadar basit ve güncel sorunların baskısından kurtarılmış bir tutum benimsenirken; bu politikaların hayata geçirilmesinde en tabandaki işçinin duygusunu ve düşüncesini dikkate alıp onu kazanacak, değiştirip dönüştürecek bir çalışmanın organize edilmesi ilkesi, bütün çalışmanın temeline konmak durumundadır.
“Destek”, “dayanışma”, “başarı”, “yenilgi”, mücadelenin yönlendirilmesinde “partinin bir rol oynaması”, “işçi örgütlenmesi”, “sendikal mücadele”, “partinin işyerindeki birim örgütü” gibi kavramların karşılığı olan çalışma, ancak böylesi “genel” ve “özel”i birleştiren bir çalışma içinde anlamlı olabilir. “Eleştiri” ya da “özeleştiri” de bu kapsamda olduğu ölçüde bir yarar sağlayıp, yenilginin zafere dönüştürülmesinin imkânını yaratabilir.
Şubat 2002