Tarımda yasalar sonrası durum

İçinde bulunduğumuz yıl ülke tarımı ve üreticileri açısından dönüm noktası niteliği taşıyor. IMF’ye verilen niyet mektupları, içinde bulunduğumuz 2002 yılında destekleme alımlarına ve taban fiyatı açıklamalarına son verileceğine, tarımsal KİT’lerin hızla özelleştirileceğine dair taahhütlerle dolu. Bu taahhütlerin yerine getirilebilmesi için bugüne kadar yapılan ve “altyapının” hazırlanması niteliği taşıyan çalışma ve uygulamalar (çıkarılan yasalar, oluşturulan kurullar, düşük taban fiyat uygulaması vb.) bile, sürecin sonundaki “acı meyveleri” göstermeye başladı. Tabii ki, sürecin sonuçları açığa çıktıkça üretici tepkileri de yoğunlaşmaya başladı. Bugüne kadar tepkilerini alanlarda eylemle ifade etmelerine tanık olmadığımız illerde bile sokak eylemleri ve protesto gösterileri yapılıyor. 10 Mart 2002 tarihinde Yozgat’ın Boğazlayan ilçesinde üreticiler tarafından gerçekleştirilen miting, böylesi tepkilere verilebilecek örneklerden sadece biri.
Tarımsal dönüşüm süreçleri hızla ilerliyor; şeker ve tütün yasaları çıkarıldı, özelleştirmeler sürüyor, destekler ortadan kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği uygulamasına geçildi, birliklerin tasfiyesine yönelik düzenlemeler yapıldı vs. Tarımsal yapıyı dönüştürmeye yönelik bu uygulamaların amacının ve doğuracağı sonuçlarının doğru tespit edilmesi, üreticilerin yürüteceği mücadelenin doğru bir hatta ilerlemesinin önemli adımlarından birini teşkil edecek. Niyet mektupları ve ekonomi politikalarının direksiyonun başında bulunan “ithal bakan” Kemal Derviş tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda, Tarım Bakanı ve hükümet sözcülerinin söylemlerinde tarımsal dönüşümün amacı şu şekilde ifade ediliyor: “Ekonomik etkinliğin artması için tarımdaki verimliliğin artırılması, üretim fazlası olan ve destekleme alımları nedeniyle bütçe yükü getiren ürünlerin alanlarının daraltılarak üretim açığı olan ürünlerin üretimine yönelinmesi” vb.
Tarımda verimliliğin ve kalitenin artırılmasına yönelik bunca söyleme rağmen, verimliliği artırmaya yönelik herhangi bir yatırım yapılmadığı gibi, verimliliği teşvik edici uygulamalar da bir bir ortadan kaldırılıyor.
Kaliteli pancar üretimini teşvik amacıyla, şeker oranı (polarite) yüksek olan (yüzde 16’nın üzerinde) şeker pancarına polar adı altındaki ödemelerin bu yıl yapılmayacak olması örneğinde görülebileceği gibi… Uygulamalar, amacın, tarımsal verimlilik ve bütçe zararlarının ortadan kaldırılmasından farklı olduğunu açıkça gösteriyor. Sadece şeker ve tütün yasalarına bakılarak, tarımsal alanda gerçekleştirilmek istenen dönüşümünün amacını ve doğuracağı sonuçları görmek mümkün.

ŞEKER PAZARININ DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ!
Son dönem IMF’ye verilen her niyet mektubunda mutlaka şeker pancarının fiyatına, üretim miktarına, olmadı işlendiği fabrikalara ilişkin bir madde yer aldı. “Şeker piyasası reformunu sağlayacak Şeker Kanunu’nun mutlaka çıkarılması ve 2002 yılı sonuna kadar şeker fabrikalarının özelleştirilmesi” maddesinin yer aldığı 18 Aralık 2000 tarihli niyet mektubu ise, uzun süredir altyapısı oluşturulan operasyonun sonuna gelindiğini gösteriyordu. Meclis taahhüdünü yerine getirdi ve Şeker Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre Şeker Kurulu oluşturuldu. Oluşturulan bu kurul şeker piyasasında tek yetkili organ kılındı. Artık devlet, 2002–2003 üretim döneminden itibaren fiyat açıklamayacak. Kurul piyasayı düzenleyecek. Şeker pancarı üretimine istediği kadar kota getirecek. Böylece kurul, “ihtiyaç fazlası” şeker üretimine son verecek ve “devleti zarardan” kurtaracak!
Bu ülkede stok ne kadardır? İhtiyaç fazlası stok var mıdır? Evet, bu ülkede stok fazlası oluşmuştur. Ama bu fazlalık asla ülkede çok fazla pancar ekildiğinden oluşmadı. 1993 yılında Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde maliyeti bin 450 lirayı bulan şeker pancarına bin lira fiyat verilince, birçok üretici pancar ekmemiş ve açık oluşmuştu. Oluşan açık, 1995–1996 yıllarında yapılan ithalat ile karşılanmıştı. Fakat yapılan ithalat, ülke gereksiniminin çok çok üzerinde bir miktardı. 1 milyon tonun üzerinde yapılan şeker dışalımı, ülkenin neredeyse iki yılda ürettiği toplam şeker pancarı miktarından elde edilebilecek kadar çoktu. Karar vericileri yargı karşısında mahkûm olmuşlardı, ama sonuçta bu bir şeyi değiştirmedi ve ülke şeker sektörünün dengeleri bu gereksiz ithalat fazlası sonucu alt üst oldu. Bugünkü stokların oluşumunda bu dışalımın payı oldukça yüksektir.
Bu ithalat izni tesadüf olmadığı gibi, oluşan stokların eritilmesi için kotaların düşürülerek üretim miktarının azaltılmasının tercih edilmesi de masum bir yaklaşım değildir ve son derece bilinçli bir tercihtir. Şu anki stok fazlalığındaki önemli etkenlerden bir tanesi de, dahilde işleme rejimi kapsamında izin belgesi alıp, dışarıdan ucuza aldığı şeker pancarını işleyip yurtdışına satması gereken ve izin belgesi sayesinde (ithalat vergileri ile kota, anti damping vergisi vb.) ticaret önlemlerine tabi tutulmayan ithalatçıların ürettikleri şekeri, yasadışı yollarla, iç piyasaya yönlendirmeleridir. Bir diğer önemli etken ise, gümrüklerdeki yasal boşluklardan yararlanarak ülkeye kaçak olarak sokulan şekerlerdir. Kaçak olarak iç piyasaya giren şeker miktarının yıllık 300 bin ton civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu şekilde oluşan stok fazlasını engellemek yerine üretime kota getirilmesi, varılmak istenen hedefin “üzüm yemek değil bağcı dövmek” olduğunu ele veriyor.
Bir yandan stok fazlalılığı gerekçe gösterilerek şeker pancarı üretimine kota getirilirken, diğer yandan da şekerleme, geleneksel tatlılar gibi şekerli ürünler sanayinde girdi olarak kullanılan ve doğrudan tüketilmeyen nişasta bazlı şeker üretiminin ise yaygınlaşmasına izin veriliyor. Hammaddesi mısır olan nişasta bazlı şeker üretiminin ülkedeki 5 üretici firmasından biri de uluslararası dev tarım tekeli Cargill. Dünya Ticaret Örgütü içerisinde etkin bir yeri olan Cargill, yıllık 292 bin tonluk tatlandırıcı üretimi yaptığı Türkiye’de, doğal olarak şeker fabrikalarının kapatılması için lobi faaliyetlerini sürdürüyor. Nişasta bazlı şeker üretimi yapan firmaların 2005 yılındaki hedefleri 600 bin ton. Bu rakam, Türkiye’de kurulu bulunan şeker fabrikalarının şeker üretme kapasitelerin dörtte birine denk düşüyor.
Çıkarılan şeker yasası ise tam da Cargill’in istediği gibi pancar şekeri sektöründeki fabrikaların tümünün özelleştirilmesinin yolunu açıyor. Fakat özelleştirilen fabrikaların tahminen yüzde 10’u kadarının üretime devam edeceğini, geriye kalanların ise kapatılacağını şimdiden görmek mümkün. Çünkü bu fabrikaları satın alacak ve amaçları kârlarını maksimize etmek olan şirketler, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için öncelikle şu kriterleri arayacaklar:
— Fabrikanın günlük işleme kapasitesinin 6 bin tonun üzerinde olması;
— Fabrikanın pancar kalitesi ve verimi yüksek olan ve aynı zamanda da üretilen şekerin en az masrafla pazara ulaştırabileceği bir bölgede kurulmuş olması.
Bu kriterlere en uygun olan fabrikalar ise, İç Anadolu Bölgesi’nde bulunuyor ve bu nedenle de, özel şirketler bu bölgedeki fabrikaları tercih edecekler. Bu bölgenin dışında tercih yapan şirketlerin şeker üretimi dışında amaçlarının olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fabrikalar üretimden çekildikçe de, şeker pancarı üretimine getirilen kotalar daha da artırılacak. Süreç, yüz binlerce pancar üreticisinin üretimden çekilmesine, birkaç milyon dekarlık alanın, kendisinden sonra tarlaya ekilen tüm ürünlerin verimliliğini artıran bir üründen mahrum olmasına doğru hızla ilerliyor. Bu, aynı zamanda, taşımacılık sektörünün, yıllık yaklaşık 15 milyon tonluk bir yük potansiyelini, hayvancılık sektörünün ise (şeker pancarının posasından yem üretildiği için) önemli bir girdisini kaybetmesi demek. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, şeker fabrikalarında çalışan 30 bin işçi de işini kaybedecek.
Böylesi ağır sonuçlar doğuracak uygulamalar, ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına yapılıyormuş. Oysa Türkiye, şeker pancarı üretimi düştükçe piyasada yoğunlaşacak olan nişasta bazlı şekerin girdisi olan mısırın üretiminde kendine yetemeyen bir ülke. Kendi ürettiği pancarı işleyerek şeker elde etmek yerine, ithal ettiği mısırla üretim yapmayı tercih eden, tarıma dayalı sanayinin en iyi örneğini teşkil eden şeker fabrikalarını kapatarak yabancı tekellerin ithalatla üretim yapmasını tercih eden bir ekonominin, Derviş’in iddia ettiği gibi, “güçlenmeye” yöneldiğini söylemek tek kelimeyle imkânsız. Böylesi bir ekonomi politikası, “güçlenmeye” değil, sektörü dışa bağımlı hale getirmeye, pancar üreticisine verilmeyen kaynakları, AB’li, ABD’li çokuluslu şirketlere aktarmaya yöneliktir.

TÜTÜNDE ADIM ADIM YAKLAŞILAN SON!
Ülke ekonomisini “etkin ve verimli kılmak” adına el atılan ürünlerden biri de, Türkiye için sosyo-ekonomik açıdan çok önemli bir yeri olan tütün. Ülkenin birçok bölgesinde 300 bin hektarın üzerinde bir alanda yaygın olarak üretilen tütün; 500 bin üretici ailenin yanında, taşıma, pazarlama, işleme alanlarında çalışanlarla birlikte, 3 milyon civarında bir nüfusu yakından ilgilendiriyor. 1980 sonrasında uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, tütün sektöründeki bunca insanı temelden sarsacak. Tütünde bugüne kadar hayata geçirilen politikaların sonuçlarına bakarak, son hükümet döneminde hayata geçirilen yasaların sonuçlarını söylemek mümkün.
1980 sonrası tütün alanında hayata geçirilen ilk uygulama, 1984 yılında sigara ithal yasağının kaldırılması oldu. Ardından 1986 yılında tütünde tekel kaldırıldı. Süreci, 1989 yılında tütün dışalımının tamamen serbestleştirilmesi izledi. Tütün sektöründe bir dönüşümü ifade eden bu kararların ardından, hızla yurda kaçak giren Amerikan tipi sigaraların ithalatı arttı. Yılda ortalama 500 milyon dolar tütün ihraç eden Türkiye, sigara ithalatına izin verildiği 1984’te 1,8 milyon kilo sigara ithal etti, 28 milyon dolar ödedi. Bu meblağ, altı yıl içinde 300 milyon doların üstüne çıktı.
Aynı dönem, kalitesi tüm dünya tarafından tanınan yerli tütünden üretilen Samsun, Harman, Bitlis, Bafra gibi sigaraların işleme tekniklerinin gelişimi engellenerek, bu sigaraların pazar payı iyice daraltıldı. Sigara alımının yanında tütün dışalımının da serbest bırakılmasıyla birlikte, tütün ithalatında da bir patlama yaşandı ve tütün ithalatı Türkiye’deki toplam üretimin beşte birine kadar yükseldi. Buradaki bir diğer çarpıcı gerçek ise, TEKEL’in elinde tütün stokundan bahsedilmesine rağmen, bu ithalatın yüzde 80’inin TEKEL tarafından yapılmış olmasıdır. Virginia ve Burley tipi tütün ithaline izin veren kararnameden bir kaç yıl sonra da, Türkiye’de fiili üretimde 2 bin tona ulaşacak olan yabancı sigara şirketlerine fiyatlandırma, satış, dağıtım ve ithalat serbestîsi getirildi. Yabancı sigaraların, yabancı ortaklı özel sektör tarafından üretilmesine izin verilmesiyle birlikte, Türkiye’de üretilen sigaralarda kullanılan yabancı tütün miktarı da hızla arttı. Şu an kullanılan tütünün neredeyse yarısı yabancı. TEKEL de, kendi ürettiği sigaralarda yabancı menşeli tütün kullanarak yabancı tütün kullanımındaki artış oranının büyümesine sürekli “katkı” sundu.
Amerikan sigaralarının alışkanlık yapıcı etkisinin, spor-tiyatro-konser gibi etkinliklere sponsor olunarak yapılan yoğun reklam kampanyaları ile birleşmesiyle Türkiye’de sigara tüketimi hızla arttı. 1980’de 63 milyon kilo olan sigara satışı, 2000 yılında 120 milyon kiloya ulaştı. Kısacası 1980’lerin ikinci yarısından bu yana sektörde uygulanan politikalar, Türkiye’nin tütün ve sigara dış ticaretinden elde ettiği döviz gelirini hızla azalttı, buna karşılık ithalatını hızla arttırdı. Ülke ekonomisi açısından yüz milyonlarca dolar kayba yol açan bu gelişmeler, bir yandan da sigara tüketimini yoğunlaştırdı. Adım adım pazarı ele geçiren uluslararası sigara tekelleri bununla yetinmiyor. Ülke tütününü tamamen bitirip pazarın tümünü ele geçirmek istiyor. Ölümcül olaylar ve hastalıklar sonrası yargının tüketiciler lehine karar vermesi, yoğun sigara karşıtı kampanyalar vb. ABD’li tekellerin kendi ülkelerindeki pazarı hızla daraltıyor. ABD’de 1980’lerde 634 milyar adet olan sigara tüketimi, şu an 480 milyar adet düzeyine gerilemiş durumda. Avrupa’da da durum farklı değil ve pazar gittikçe daraltılıyor. Avrupa Birliği’nde alınan kararla reklâm yasağı gelecek yıldan itibaren, dünya düzeyinde olanlar dışında, tüm etkinliklerde sigara promosyonun yasaklanmasını kapsayacak şekilde genişletildi. Üstelik AB’de 2006’nın 30 Temmuzu’nun ardından dünya çapında organize edilen etkinliklerde de sigara firmalarının sponsor olması yasak olacak. ABD ve Avrupa’dan boşalan ve promosyon yasağının ardından daha da boşalacak olan potansiyel pazarın, Türkiye vb. ülkelerden karşılanması hedefleniyor.

TEKELLERİN PARMAK İZLERİNİ TAŞIYAN YASA NE GETİRECEK?
Kendilerine pazar arayan tütün tekellerinin Türkiye’de edindikleri payı yeterli görmeyerek, pazarın tümünü ele geçirme girişimlerinin bir sonucu olarak, kamuoyunda Tütün Yasası olarak bilinen yasa Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in haklı veto gerekçelerine rağmen çıkarıldı. Meclis tarafından çıkarılan yasanın tüm maddeleri tekellerin parmak izlerini taşıyor. Yasa çıkmadan önce, Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndaki hazırlık toplantılarına Philip Morris ve RJ Renolds (Japon Tobacco) temsilcilerinin katıldığı bilinen bir gerçek. Bir başka gerçek ise, tütün sektörüne ilişkin yapılması gereken düzenlemelerin genişçe yer aldığı 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın Tütün Mamulleri Alt Komisyonu Başkanı, raportörü ve iki üyesi ile Özel İhtisas Komisyonu üyelerinin de Philip Morris-Sabancı ortaklığının görevlilerinden oluştuğu. Yıllardır lobi faaliyetleri yürüten tütün tekellerinin bu emeklerinin boşa gitmediği çıkan yasayla açıkça görülüyor.
Yasanın taşıdığı hükümlerden önemli olanlarını ve doğuracağı sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
— Yasanın gereği olarak Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu ve kurumun karar organı Kurul oluşturuldu. Son derece geniş yetkiler verilen bu Kurul, sigara üretim ve pazarlanmasında özel kuruluşların taleplerinin belirleyici olması için oluşturuldu. Hükümet ve işveren ağırlıklı oluşturulan Kurul, tütün ekim belgesinden üretim, satış ve uygunluk belgesine, personel atamalarından ithalata izin vermeye kadar sektörle ilgili her türlü belirleme yetkilerine sahip olacak. İç pazarı tekellerin inisiyatifine bırakan Kurul üyeleri, “En yüksek devlet memurunun her türlü ödemeler dâhil aylık net kazancının iki katını geçmemek şartıyla “Bakanlar Kurulu”nca belirlenecek yüksek maaş alacaklar. Milyonları yoksulluğa ve açlığa sürükleyecek olan Kurul, ülke ekonomisine milyarlarca liralık yük getirecek.
— Yasaya göre, tütün üretimi ancak gösterilen ilçelerde, yönetmelikle belirlenen menşe ve tipte olmak kaydıyla yapılabilecek. Böylece hem mekân hem de tür sınırlamasına gidilirken, “ekim belgesi” gibi idari müdahalelerle, ayrıca alan ve miktar sınırlamaları getirilmektedir. Yani ekim belgesi olmadan ve ekim belgesinde belirtilen miktarın üzerinde üretim yapılamayacak.
Kısacası, tekeller ne kadar izin verirse o kadar üretilecek.
— Üretici tütünleri, yazılı sözleşme esası veya açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak. Sözleşmeli üretimde tütün fiyatı üretici ile tüccar arasında varılan uzlaşmaya göre saptanacak. Yazılı sözleşme dışındaki üretici tütünleri, açık artırma merkezlerinde açık artırma yöntemiyle alınıp satılacak.
Açık artırmaya başlangıç fiyatından başlanacak. Açık artırma başlangıç fiyatı, her kalite tütün için son beş yılda Kurul’ca seçilecek üç yılın ihraç fiyatı ortalamasının yüzde 50 eksiği olacak. Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesi, üreticilerle alıcılar arasında eşit koşullar içermiyor. Üretici “ırgat gibi” görülüyor. Yasa, ürününü pazara sunma şansı yok denecek kadar az olan (Doğu Anadolu üreticisi gibi) üreticileri, maliyetine sözleşme imzalamaya mahkûm ediyor.
— Yasa, bundan böyle tütün için kamu tarafından destekleme alımı yapılmasını ortadan kaldırırken, bir taraftan da cezaları beraberinde getiriyor. Yaprak tütün üretim bölgesinde, ekim belgesi almadan veya belirtilen yer ve miktardan fazla üretim yapanların ürünlerine el konulacak. Bu kişiler hakkında 2 aydan bir yıla kadar hapis ve el konulan ürünün kilogram başına 5 milyon lira idari para cezası verilecek.
— TEKEL’in KİT statüsünden çıkarılarak İktisadi Devlet Teşekkülü statüsüne sokulmasını öngören yasa, bu kurumun özelleştirilmesi sürecini de başlatıyor. TEKEL’in özelleştirilmesiyle, Türkiye ekonomisi, kurumlar vergisinde ve ihracatta birinci, dönem kârında ve verimlilikte ikinci, üretimden satışlarda üçüncü olan bir kurumunu tütün tekellerine değerinin çok altında bir fiyatla teslim edecek. Bunun sonucu olarak bütçe gelirleri azalacak, katma değer yabancı ülkelere gidecek, tütün üreticisi gelir kaynağını kaybedecek, TEKEL’de çalışan işçi ve memurlar işinden olacak.
— Yasaya göre, Türkiye’de marka bazında sigara üretimi için yıllık en az 2 milyar adet, diğer tütünler için yıllık en az 15 bin ton üretenler, aynı markadan olmak üzere serbestçe ithalat yapabilecek, fiyatlandırabilecek ve satabilecekler. Kurul tarafından bu şartları yerine getirenlere “uygunluk belgesi” verilecek. Bu, yabancı sigara şirketlerinin yasa gücüyle tekel haline getirilmesidir. Daha açık bir ifadeyle: Hem üretilen sigara sayısı belirtilerek bazı firmalar gözetilmekte hem de firmalara ürün belirleme olanağı tanınmaktadır. Amaçlanan, yok edilecek devlet TEKEL’i yerine uluslararası tekelci sermayeyi hâkim kılmaktır. Küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasa hükmüyle yasaklanmış durumdadır. Yasa düzenlenirken tütün ve tütün mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı ile RJ Reynolds (Japon Tobacco) egemenliğine girmesi için adeta özel bir çaba harcanmış.
— Yasayla, sigarada 2 milyar adet, diğer tütün ürünleri için 15 bin ton olarak belirlenen fiili üretim miktarı ölçüsü, beşinci takvim yılı sonuna kadar belirli oranda düşürülüyor. Altıncı yıldan itibaren ise tamamen sıfırlanması söz konusu. Bu, beş yıl boyunca piyasaya hâkim olan şirketlerin, piyasa egemenliklerinin garantilenmesinden sonra, hiç üretim yapmasalar bile, diledikleri kadar ithalat gerçekleştirip, diledikleri fiyattan satabilmeleri anlamına geliyor. Böylesi bir durumda, ülkede hiç tütün üretilmesine gerek kalmayabilir.
Ülkede tütün üretilmemesini pek önemsemeyen hükümet, tepkileri bertaraf etmek için, üreticilere tütün ekilmeyen alanlarda, tütün yerine alternatif ürüne yönelmelerini öğütlüyor. Oysa Avrupa Birliği Tarım Komisyonu tarafından bile, tütün üretilen arazilerde alternatif tarımsal üretimin mümkün olmadığı, bu nedenle AB ülkelerinin tütün ekimini desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin kıraç topraklarında yetiştirilen tütüne karşı ekonomik açıdan mümkün bir alternatif bulunmamaktadır.

YOKSULDAN ZENGİNE ÜLKEDEN DIŞARIYA
Şeker ve tütünde şimdiden görülen ve hissedilen “acı” gerçekler, ülkede üretilen tüm ürünler için geçerli. İhracat karşısında ithalat hızla artıyor. Uygulanan politikalar sonucunda, “Türkiye, tarımda kendine yeten yedi ülkeden biri” söyleminin yerini büyük hüsrana bıraktığını, artık Tarım ve Köyişleri Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp dahi itiraf ediyor. Türkiye’nin, yıllık 3,7 milyar dolarlık tarım ürünü ihracatına karşılık 4,1 milyar dolarlık ithalat yaptığına dikkat çeken Gökalp, geleneksel ihracat ürünleri arasında yer alan buğday, mercimek, pirinç, kuru fasulye ve ayçiçeği yağının artık ithal edildiğini vurguluyor.
Türkiye’nin iç talebi karşılayabilmek için en son Bakan Gökalp tarafından itiraf edilen ithalat rakamları ve ürünleri şöyle: Kanada, ABD ve Avustralya’dan 140 bin ton kırmızı mercimek; Kanada’dan 50–55 bin ton yeşil mercimek; Arjantin, Çin, İran Bulgaristan ve ABD’den 10 bin ton kuru fasulye; Kanada, ABD, Çin, İran ve Azerbaycan’dan 25 bin ton barbunya; Meksika’dan 40 bin ton nohut; ABD’den bakla; ABD, Ukrayna, Bulgaristan, Brezilya ve Arjantin’den 600 bin ton ayçiçeği; İran’dan ceviz; ABD, Kanada, Brezilya ve Arjantin’den buğday; Hindistan’dan susam, ABD ve Arjantin’den mısır… Daha birçok ülkeden ithal edilen pirinç, pamuk, tütün vb. ürünlerle liste uzayıp gidiyor.
Türkiye üreticisinin yoksulluğunu derinleştirecek hızla onu üretimden koparacak olan bu sürecin amacı, tabi ki üreticilere zulmetmek (Sonuçları üreticiler açısından zulüm olsa da) değil. Sürecin amacı, bölüşüm ilişkilerinde ülke içerisinde tarımdan sermaye kesimine; ülke dışında ise, Türkiye’den merkez emperyalist ülkelere kaynak aktarımı sağlamak. Bu kaynak aktarımı sürecinde oluşturulan, Şeker, Tütün Mamulleri vb. kurullara “önemli” işlevler yükleniyor. Türkiye, tarıma ilişkin, sanayiye ilişkin, hizmetlere ilişkin kamusal denetim ve yönetimi bir bir üst kurullara devrediyor. Tekellerin yeni iktidar formülü olan bu duruma “yönetişim” adı veriliyor. Özgürlük Dünyası’nın bir önceki sayısında Nuray Sancar tarafından tüm ayrıntıları ile ele alınan yönetişim, küreselleşme sürecinin tüm dünyada geleneksel kamu yönetimi yerine ikame etmeye çalıştığı bir sistem olarak tanımlanabilir.
Devleti temsil eden bürokrasi, sermaye kesimini temsil eden özel sektör ve sivil toplum örgütleri olarak adlandırılan kurumlar olmak üzere üç “eşit” ortaktan oluşan yönetişimin asıl hedefi, kamu iktidarını sermayenin çıplak karar verme gücüne dönüştürme formülüdür. Katılımcı demokrasinin bir aracıymış gibi sunulan yönetişimin işlevi ise, küreselleşmenin öngördüğü politikaların, ulusal bir takım engellere takılmadan uygulanma etkinliğinin artırılmasıdır.
Yönetişim çerçevesinde oluşturulan kurullar aktif göreve başladıkça, hükümetin elindeki yetkiler sınırlanıyor. Bu durumu içine sindiremediğini iddia eden Başbakan Bülent Ecevit tepkisini şu sözlerle dile getirmişti: “Özerkleştirme alanında itiraf ederim ki ölçüyü kaçırdık. Pazar ekonomisinin, demokrasinin, gereğidir, IMF’nin isteğidir dendi. Birçok kamu kurumu, devletin ve hükümetin etki alanı dışında, denetim alanı dışında başına buyruk kuruluşlar haline geldiler. İşadamlarımız Ankara’ya geldikleri vakit sorunlarıyla ilgileneceğimizi biliyorlar ama yetkilerin de elimizden kaçıp gittiğini de biliyorlar, ama karşılarında devleti görmek istiyorlar.” Ecevit’in yetkisizlik itirafı, uluslararası sermeyenin yönetişim uygulamasıyla hayata geçirmeye çalıştığı, “anahtar oyuncuları değiştirmek suretiyle oyunun kurallarını değiştirmek” planının Türkiye’de başarılı olduğunun göstergesidir.

ÜRETİCİ SENDİKASININ ARTAN ÖNEMİ
Sadece Başbakan Ecevit değil, değişen kuralların, geniş halk yığınlarının yararına bir sürecin motoru olmadıkları, uygulamaların yakıcı sonuçlarını yaşamlarında hisseden kesimler için de anlaşılır olmuştur. Kamuoyuna yazılı bir açıklama yapan Ege Bölgesi’ndeki tütün tarım satış kooperatifleri, Tütün Kanunu’nda öngörülen tütün alım satım sözleşmesini adaletsiz bulduklarını ilan etmişlerdi. Çeşitli tütün tarım satış kooperatifi yöneticilerinin imzasıyla yayımlanan kamuoyu duyurusunda, şunlar kaydedilmişti: “Alıcılar tarafından hazırlanan, üreticilere sorumluluk yüklerken hak öngörmeyen, alıcılara ise haklar dışında hiçbir yükümlülük getirmeyen sözleşme metni kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Aşağıda imzası olan bütün tütün tarım satış kooperatifleri olarak bizleri tütün üreticisi değil ırgat olarak gören bu sözleşmeyi kabul etmeyeceğiz. Buna karşılık taraflara eşit hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşme metnini kamuoyuna sunduğumuzu ifade eder, bu bağlamda Türk tütüncülüğüne katkısı olacağına ve sektördeki boşluğu dolduracağına inandığımız Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ni kurma kararı aldığımızı ve bu konuda yasal süreci başlattığımızı kamuoyuna duyururuz.”
Üretici adına hareket edecek bir birliğin kurulması elbette önemlidir, fakat buradaki can alıcı soru, Tütün Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin, Tütün Yasası’nın saldırılarını “püskürtme” noktasında yeterli olup olamayacağıdır. Ülkede tütün üretimini tamamen bitirebilecek kadar bütünlüklü bir saldırı programının varlığı göz önüne alındığında, kurulacak olan birliğin bu sürece barikat kurabilmesi olası gözükmemektedir. Bu noktada, tarımsal kesimden ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarmak adına, tütün ve şeker başta olmak üzere, bir biri ardına yaşama geçirilen “saldırı” yasalarına var olan üretici örgütlerinin karşı koyup koyamayacağı, tarımın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
Varolan üretici örgütlerinin niteliği ve neler yapabilecekleri belirleyici olmaktadır. Tarımsal alanda, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan Ziraat Bankası’na, Toprak Mahsulleri Ofisi’nden KİT’lere, Ziraat Odası’ndan GAP Bölge Kalkınma İdaresi’ne, birliklerden DSİ’ye kadar çok sayıda kurum ve kuruluş bulunmaktadır. Tarımda yer alan kuruluşlardan ekonomik amaçlı olarak kooperatifler ve birlikler gösterilirken, Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ve meslek odaları ise baskı gurubu olarak nitelendirilmektedir. Bunların yanında, bir de, üreticilerin öz örgütü olarak ortaya çıkan ve örgütlülüğünü gittikçe yaygınlaştıran Türkiye Üretici Köylü Sendikası (Tür Köy-Sen) bulunmaktadır. Tür Köy-Sen dışında, var olan örgütlerin (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, satış ve kredi birlikleri vb.) hemen hepsi, devlet eliyle kurulan, onun denetiminde, desteğinde, yönlendirmesinde olan kurumlardır. Özerk ve demokratik olmayan bu kurumların yönetim kademelerine, sermayenin çıkarlarını gözeten “icazetçi” kişiler getirilmektedir. Kısa bir süre önce görevden alınan TZOB eski başkanı Faruk Yücel’in, görevden alınmasının, Tarım Bakanlığı’nın bir operasyonu olduğunu söylemesi ve “Kongre’de iş başına gelemeyenler şimdi yönetimi ele geçirdi” sözleriyle operasyonu hükümet ortaklarından MHP ile ilişkilendirmesi, bu örgütlerin özerk olmadığının ve devletin müdahalesiyle sürekli karşı karşıya olduğunun en somut kanıtıdır.
Baskı gurubu olarak nitelendirilen Ziraat Odaları’nın, aynı zamanda sınıfsal karakteri de, aile işletmesine dayanan küçük üretici köylülüğü temsil etmekten uzaktır. Kendisini köylü örgütü olarak koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yönetim ve denetim kurulları, zengin köylüler, büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının elindedir. Bu yapısıyla Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden, köylü mücadelesinde etkin olmasını beklemek gerçekçi olmaktan oldukça uzaktır. Ziraat Mühendisleri ve benzeri meslek odaları da, çok önemli kuruluşlar olmalarına rağmen, sınıfsal karakteri itibariyle, üretici köylüye en az TZOB kadar uzaktır.
Tarım sektöründe, üreticilerin ekonomik yönden örgütlenmesindeki en yaygın biçim olan kooperatifçilik, hiçbir şekilde bütünlüklü bir mücadele yürütülmesini sağlayamayacak kadar parçalıdır. Türkiye’de halen kurulu bulunan 10.095 adet Tarım Kredi, Tarım Satış, Tütün Tarım Satış, Tarımsal Kalkınma, Pancar Ekicileri, Sulama ve Su Ürünleri kooperatiflerinin üye sayısı 4 milyon 813 bin 735’tir. Kooperatiflerin, milyonlarca üretici üyesine rağmen, ortak hareket etmekten uzak, parçalı halinin, dalga dalga gelen oldukça büyük saldırıları göğüsleyerek, üyelerinin varlığının devamını sağlaması, mümkün gözükmemektedir.
Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB) ise, devletin yönlendirmesi altında olmasının ötesinde, IMF’nin istekleri doğrultusunda çıkarılan “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Hakkında Kanun”la birlikte, tasfiye sürecine girmiş bulunuyor. Yasanın getirdiği hükümler arasında, TSKB Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun oluşturulması, işleme tesislerinin, AŞ’ye dönüştürülmesi, önemli tüm konuların Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nca hazırlanacak “örnek ana sözleşmeler”le düzenlenmesi vb. maddelerin yer alması, tasfiye niyetini açıkça ortaya koyuyor. Sonuç olarak yasa, istikrar programları metinlerindeki “TSKB’leri özerk ve bağımsız bir yapıya kavuşturmak” tezinin aksine, birlikleri, Dünya Bankası ve IMF düzenlemelerine koşulsuz uyarlayacak ve süreç içerisinde de tasfiye edecek. Dolayısıyla, birliklerin de, üreticiler için bir mücadele ve haklarını koruma örgütü olduğundan söz etmek imkânsız.
Üreticilerin kendileri tarafından kurulan ve her kademesinde kendilerinin söz sahibi olduğu Tür Köy-Sen ise, üreticileri tek bir çatı altında toplama ve ortak harekete geçirebilme niteliğine sahip tek üretici örgütüdür. Tür Köy-Sen, aynı zamanda, köylülerin, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesinin durdurulmasından IMF ile yapılan anlaşmaların iptal edilerek ülkenin sosyo-ekonomik gerçeklerine göre tarım politikalarının belirlenmesine kadar bir dizi, acil ve politikleşmiş taleplerinin mücadelesini yürütebilecekleri bir çatıdır. Tür Köy-Sen, bu özellikleriyle, küreselleşme sürecinin üretici köylülüğü yok oluşa doğru hızla sürüklediği bir dönemde, üreticilerin elinde iyi değerlendirilmesi gereken, etkili bir silahtır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑