Türkiye son yıllarda kısa aralıklarla gelen mali-parasal krizlerin ardından, ekonominin tüm dallarını kapsayan genel bir krize saplandı. Şubat krizi sanayiyi, tarımsal ekonomiyi ve hizmetler sektörünü sarsmaya; kent ve kırın emekçilerinin yoksulluğunu daha da çekilmez hale getirmeye ve işsiz yığınlarını artırmaya devam ediyor. Türkiye’deki kriz, bir “Türkiye krizi” olmakla birlikte, uluslararası kapitalizmin Türkiye krizi olarak adlandırılmayı da hak ediyor. Bu başlıca iki nedenle böyledir: Önce, uluslararası kapitalist pazarın halkalarından birindeki bir kriz, sistemin diğer halkalarındaki gelişmelerden bütünüyle koparılamayacağı ve ikinci olarak, bu kriz, uluslararası mali sermaye kurumlarının ve onları yönlendiren emperyalist ülkelerin bağımlı ülkelere ve Türkiye’ye dayattıkları politikaların, ekonomi programlarının sonuçlarıyla birleşerek, tahrip edici özelliği katlanan bir kriz olduğu için.
Türkiye kapitalizmi, sermaye ve meta hareketinin ‘kontrolü’nün, emperyalistlerle işbirliği içindeki az sayıda “aile”nin eline geçmesini sağlayan bir “merkezileşmeyi” yaşamaktadır. Diğerlerinin de üzerine çıkan beş büyük aile, emperyalist tekellerle “ortaklıklar” kurarak, sanayi üretiminin “kilit sektörleri”ni ve bankaları aracılığıyla da para sermaye hareketini denetlemektedirler. Kuşkusuz, kendisi de emperyalizme bağımlı ülkelerdeki tekelleşme bazı farklı özellikler taşıyacaktır. Türkiye, “orta ölçekli” bir kapitalist ülke olarak, milyonlarca küçük işletmenin, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin denetimine alınması, küçük üretici ve işletmecinin mülksüzleştirilmesi sürecinin hız kazandığı bir dönemden geçiyor.
1980’den sonra, cunta ve işbirlikçi hükümetler eliyle siyasal baskı ve yasaklar eşliğinde dayatılan ekonomik saldırı programlarının tümü “enflasyonun düşeceği ve çalışanların refah düzeyinin yükseleceği” iddiasıyla, fakat halkın yaşamının daha da kötüleşmesi ve ülkenin emperyalizmin açık pazarına dönüştürülmesi pahasına uygulandı. Emekçilere “huzur ve refah sağlanacağını, enflasyonun düşürüleceğini, “iş ve aş sağlanacağını söyleyenlerin, bu süre içinde sürekli ülkeyi ve halk kitlelerini daha büyük uçurumlarla yüz yüze getirdikleri, ülke kaynaklarını emperyalist ve uluslararası sermayeye peşkeş çektikleri, işçilerin ve emekçilerin emeğiyle oluşturulmuş işletmeleri sattıkları, sosyal hakları budayarak, satın alma gücünü düşürdükleri, emekçileri, hiçbir sorumlulukları olmadığı halde büyük borç yükü altına soktukları daha açık hale geldi. Son yirmi yılda, arada kısmi canlanma dönemleri olsa da ülke ve emekçiler krizlerle boğuşmaktan kurtulamadı. 1994-’98 krizlerinden sonra, 2000 Kasımı’ndaki mali ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ortaya çıktı.
IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. Şubat’ta çan sesi daha sert ve sarsıcı oldu. Devalüasyon ilanıyla TL bir gecede % 40 değer yitirdi, dolar bir milyon sınırını aştı, dış borç yüküne 30 milyar dolar daha eklendi, işçi ve emekçiler bir anda % 40 oranında gelir kaybına uğradılar. Asgari ücret önce 100; sonra 84 dolar sınırına geriledi. Küçük ve orta boy işletmelerin iflası hız kazandı, sokağa atılan işçi sayısı arttı ve yoksulluk daha geniş kesimlere yayıldı. Toplumsal çözülüş hızlandı. Geleneklerin kalkanı delindi, feodal dayanışma ve ailelerin kır bağlantısı tahrip oldu, sınıfsal kutuplaşma hız kazandı. Tarım ve hayvancılık çöktü; küçük üretim tahrip oldu. Kent küçük ve orta burjuvazisinin durumu sarsıldı; ellerindekini kaybetme süreci kısaldı, kitlesel olarak işçi sınıfının safına doğru itildiler.
KRİZ DÖNGÜSÜ
Kapitalist kriz, kapitalizmin ve onun nesnel yasalarının ürünüdür. Kriz kapitalizmin başlıca çelişkilerinin keskinleşmesine yol açar; iç ve dış ilişkileri, sınıfların ilişkilerini ve politik durumu derinden sarsar. Kapitalist krizleri önleme ya da krizden çıkış için işçi ve emekçilere büyük bedeller ödettirilmesine karşın, krizler engellenememekte ve bir kısır döngü biçiminde ekonomiyi sarmaya devam edebilmektedir. Bunun başlıca nedeni, kapitalist üretim biçiminin kendisidir. Makineleşme ve makinenin teknik yönden geliştirilmesi, emek verimliliğini, üretilen mal miktarını ve artı-değeri artırır. Bir uçta büyüyen zenginliği, diğer uçta sefaleti biriktirir. Sermaye büyüyüp, makinenin teknik yenilenmesi geliştikçe, yedek işgücü ordusu artmaya devam eder ve bu durum kapitalist ülkelerde dönemsel bunalımların ortaya çıkmasında rol oynar. Kapitalizm var oldukça bu kısır döngü devam eder. Üretim alanları değişiklik göstermesine karşın, kapitalistler aynı pazara yönelik olarak, durmadan üretir ve pazar paylarını artırmaya çalışırlar. Metaların aşırı üretimine karşın, pazarın dengesiz, oynak ve değişken olması, birçok kapitalistin aynı pazara yönelik üretim yapması, pazar belirsizliğine yol açmaktadır. Kapitalizmde ortalama kâr oranının düşme eğilimi genel bir yasadır ve kriz koşullarında “en yüksek kâr oranı arayışındaki kapitalistlerin birbirleriyle rekabetinin daha da sertleşmesi kaçınılmazdır. “Hiç kimse metaların ne kadarının pazara ulaşacağını ve miktarının ne olacağını bilemez. Kapitalistler, üretimi genişleterek ve daha büyük miktarda meta üreterek kâr kitlesini yükseltme yoluyla kâr oranının düşmesini dengelemeye çalışırlar.” Kâr hırayla üretimi genişletir, makineleşmeyi geliştirir, büyük meta miktarlarını pazara sürerler. Daha fazla kâr için durmadan üretim, üretimde dengesizliğe yol açar; sanayi dalları ve üretim sektörleri arasındaki oranlar sürekli bozulur. Üretimin genişletilmesi, halk kitlelerinin sınırlı tüketimiyle çelişki içindedir. Bu durumda kriz kaçınılmazdır.
Üretimin sınırsız artışıyla pazarın sınırlılığı arasındaki uyumsuzluk ve çelişki, kitlelerin yoksulluğu ve talep yetersizliğiyle birlikte, aşırı üretim krizlerini doğururlar. Fazla üretim nedeniyle pazarda ‘doygunluk’ oluşur, metalar pazar bulamaz, depolar “fazla meta yığını” ile dolar, stoklar kitlelerin yoksulluğu ve talep yetersizliği duvarına çarpar; “aşırı üretim bunalımı” patlak verir. Emekçilerin yoksulluğu artar, milyonlarca insan, gerçek nedeni “fazla üretim”, fazla emek-gücü kullanımı ve artı-değer üretimi olan bir üretim faaliyetinin kurbanı olur, yoksullaşır, işsiz kalır.
Önlem olarak üretim kısılır, işçiler işten atılır, kentte ve kırda küçük üreticiler yıkıma uğrar, ticaret sarsılır, kredi ilişkileri bozulur, nakit bulunamadığı için borçlar ödenemez, borsa çöker, hisse senetleri, tahvil ve değerli kâğıtların değeri düşer, işletmeler, ticari firmalar ve banka iflasları gündeme gelir.
Bir dönemler, “serbest rekabet”i bir “doğa yasası” düzeyine çıkaran iktisatçılardan farklı olarak, artan sayıda iktisatçı ve politikacı, Kasım’dan bu yana sesleri kısılmış olsa da yakın zamana kadar, “sermaye enternasyonalizmi”nin, “serbest rekabet” ve “serbest piyasacın koşullarını “global ölçekte” oluşturarak gerçekleştirdiğini ve artık krizlerin söz konusu olamayacağını vaaz etmekteydiler. Kapitalizmin temel bir özelliğini; sanayinin gelişmesi ve üretimin büyük işletmeler içinde yoğunlaşmasını; aynı sanayi kolundaki ya da başka başka sanayi dallarındaki birçok işletmenin, büyük bankalarca da desteklenen büyük işletmeler içinde birleşmesini yeni bir gelişme gibi gösteren bu çevreler, yeni bir “evre”ye girildiğini, tekellerin ve kartellerin bunalımların koşullarını ortadan kaldırdığını iddia etmektedirler. Bu iddialar, kapitalizmin hastalıklarını örtmeyi dert edinen burjuva iktisatçılarıyla politikacılarının uydurmalarından öteye geçmiyor. Çünkü bütün öteki nedenler bir yana bırakılsa bile, tekeller ve karteller yeni ortaya Çıkmadıkları gibi, bunların hâkimiyeti ve temel sanayi kollarında yaratılmış tekel, “kapitalist üretimin bütününe özgü olan kaotik karakteri güçlendirir ve keskinleştirir.” (Lenin, Kapitalismin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, 1. Basım 2001, sf. 52)
Bunu kapitalizmin yakın-uzak tarihinin, kargaşa, karışıklık ve bölgesel-uluslararası çatışmaların tarihi olması tamamlamaktadır. Sermayenin Uluslararasılaşması ve uluslararası kapitalist pazarın oluşmasının yol açtığı değişiklikler bir yana; tekellerin ekonomik yaşama egemen oldukları yüz yılı aşkın zaman, bu kargaşa, rekabet, güç dayatması vb.nin giderek “çoğalmakta ve ağırlaşmakta” olduğunu kanıtlamaktadır. Sermaye ve meta üretiminin yoğunlaşmasıyla, ekonominin ve üretimin büyük bir kesimi büyük işletmelerin eline geçmiş; para sermaye ve bankalar, bir avuç büyük işletmenin üstünlüğünü ezici hale getirmiştir. Başlıca sanayi kollarında; kimya, uçak, otomotiv, bilgisayar, metal ve metalürji alanında merkezileşme, tekellerin tekelini doğurmuştur. Başlıca kapitalist ülkelerde, ülke toplam üretiminin yarısı, yarıdan fazlası veya üçte ikisinin işletmelerin % 1’i gibi çok küçük bir kesim tarafından gerçekleştirildiği bir gelişme düzeyine ulaşılmıştır. Bu sistem içinde birkaç bin ya da birkaç yüz işletme “her şey”dir, milyonlarca ve milyonlarca küçük işletme ise “hiçbir şey”.
Tarihin en büyük tekel birleşmeleri son on yıl içinde gerçekleşmiş ve önemli sanayi dallarında üretim ve pazar bu tekellerin ellerine geçmiştir. Tekellerin, küçük ve orta işletmeleri yutarak, tüm pazara hâkim oldukları, pazar paylaşımına yönelik rekabetin kızıştığı koşullarda, kapitalist işletmeler arasında ve ülkelerarası iktisadi ilişkilerde “serbest rekabet”e yer kalmamıştır. Günümüzde “piyasa rekabeti” adına esas olarak var olan, daha acımasız, daha vahşi olarak süren tekelci rekabettir.
Kapitalist uluslararasılaşma ve tekellerin muazzam olanakları ellerinin altında tutmaları; bilimsel teknik alandaki gelişmelerden yararlanarak, sismik araştırmalarla, jeolojik sondajlar ve ışın kullanımıyla binlerce kilometrekarelik alanda ve yüzlerce metre derinliklerde bulunan kaynaklar, yaklaşık miktarlarıyla birlikte, fotoğraflanarak tespit edilebilmekte; yatırım planlan ve ilişkiler buna göre ayarlanmaktadır. “Ağlarını tüm dünyaya yaymış, fiilen bir bütün oluşturan, birkaç milyarlık sermayeyi çekip çeviren ve dünyanın her köşesinde “şubeleri”, temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri vb. bulunun bu tröstle rekabet etmenin ne denli güç olduğu açıkça ortadadır.” (Age. sf. 97) “Mevcut tüm sermayeyi ve bütün parasal girdileri merkezileştiren ve sağa sola saçılmış binlerce ekonomik girişimi tek bir ulusal kapitalist ekonomiye ve sonuç olarak kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren, bütün ülkeyi kaplayan kanallardan oluşan sık bir ağın ne kadar hızlı doğduğunu görüyoruz. … Yani gerçekte bu, merkezileşmedir, dev tekellerin rolünün, öneminin ve gücünün artmasıdır.” (Age. sf. 58)
Tekellerin ve tröstlerin hâkimiyeti, onların büyük ölçekli girişimlerde bulunmalarını ve teknik donanımlarını artırmalarını olanaklı kılmakta; orta ve küçük ve nispeten güçsüz diğer kapitalist işletmeler karşısında üstün duruma gelmelerini sağlamaktadır.
Tekeller kendi ülkelerinin iç pazarını paylaşmakla kalmıyor; iç pazarın “zorunlu olarak” uluslararası kapitalist pazara bağlı olması ve bir dünya pazarının zaten yaratılmış olması nedeniyle, ilişkilerini, “uluslararası kartellerin kurulmasına doğru” genişletiyor; rakiplerini saf dışı ederek pazarları denetlemek için, diğer araçlarla birlikte teknik buluşlardan yararlanıyor ve patent tekelini kullanıyorlar.
Bütün bunlar, bağımlı ülkelerde ekonominin bunalımlara saplanmasının ve genel olarak kapitalist krizlerin sık aralıklarla gündeme gelmelerinin koşullarını daha da olgunlaştırmıştı. Türkiye’nin yaşadığı kriz kısır döngüsünü de bu uluslararası koşullar ve gelişmeler doğrudan etkilemektedir.
KRİZİN ULUSLARARASI ETKENLERİ
Türkiye’de yaşanan kriz, kapitalist sistemin genelinde yaşanan durağanlık, gerileme ve çeşitli ülkelerde patlak veren krizlerin dolaysız sonucu olmamakla birlikte, uluslararası gelişmelerin dışında ya da onlardan kopuk da değildir. Emperyalist kapitalizmin mali kurumlarının denetiminde sürdürülen ekonomi programların bağımlı ülkelerde yalnızca artı-değer sömürüsünü ve kaynak yağmasını artırdıkları, buna karşın, sistemin krizlerle yüz yüze gelmesini engelleyemedikleri; aksine uluslararası boyutlardaki etki ve sonuçlarıyla krizlerin giderek daha kısa aralıklarla patlak vermelerinde rol oynadıkları görülmektedir. Bağımlılığı pekiştiren uygulamalar arttıkça, kriz koşulları daha da ağırlaşmakta; emperyalistlere borç ödeme bütçesine dönüşen ülke bütçesi, halkın soyulmasıyla “denkleştirilmek” istendikçe, yoksulluk ve işsizlik artmakta ve sınıf çelişkileri daha da keskinleşmektedir.
IMF-DB, Türkiye’de de ekonomi politikayı doğrudan kendi uzmanlarıyla uygulamaktadır. Belirlediği ekonomi politikaları uygulayacak ‘görevliler ağı’ oluşturan mali sermaye, en büyük tefeci devletlerin emrinde, “tekelin tekeli” gibi işleyen bir kurumlaşma ve merkezileşme sağlamıştır. IMF-DB gibi kurumlar, ABD başta olmak üzere Batının büyük tefecilerinin çıkarlarına işleyen borç-faiz kıskacını, merkezi olarak yürütmektedirler. Dünya Bankası ikinci Başkanı görevini yürüten bir kişinin (K. Derviş) Türkiye ekonomisinin başına gönderilmesi, mali sermayenin bağımlı ülkelerde, ekonomi yönetimlerini ve bununla birlikte sosyal-siyasal yaşamı denetim altında tutmasının tipik bir örneğidir. Mali sermayenin programlarıyla bağımlı ülkelerde “krizlerin aşılmaya” çalışılması, sermayenin uluslararası dolaşımının emperyalist merkezlerin denetiminde gerçekleşmesinin herhangi bir ‘pürüz’le karşılaşmaması ve bağımlı ülkelerden kaynak çıkışının garanti edilmesi içindir. Ancak krizden çıkış bir yana, emperyalist ülkeler kendi sorunlarını bu ülkelere aktararak ve dayatmalarda bulunarak, durumu daha da ağırlaştırmaktadırlar. Türkiye’nin krize saplanmasında uluslararası kapitalist gelişmelerin etkisi, yalnızca borç-kredi sarmalı değildir. En gelişmiş kapitalist ülkelerde de ekonomik durgunluk belirtileri vardır ve bu da, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde kriz etkenlerinin tahrip edici olmasında etkili olmaktadır.
Emperyalist ülkelerin durumu özel bir önem taşımakta ve son yirmi beş yıldan bu yana ilk kez, emperyalist ülkelerle geri-bağımlı ülkeler ekonomileri “birlikte daralma” göstermektedir. Dünya ekonomisi için bir yıl önce % 12,8 olarak açıklanan büyüme oranının 200Tde % 4,3’e gerilemesi, enflasyon oranlarındaki kısmi yükseliş, Avrupa genelinde akaryakıt, enerji ve gıda maddelerinde % 6–9 arasında fiyat artışı, genel bir durgunluk ve düşüşe işaret etmektedir.
ABD’de işsizlik oranı % 4,5’e yükseldi ve yılsonunda bunun % 5 civarında olması bekleniyor. İmalat sektöründe işçi çıkarmalar birbirini izliyor. Yılın ilk iki ayında 200 bin ve yalnızca haziran ayında 114 bin kişi işini kaybetti. Elektronik firmaları ve sanayi ekipmanları işletmeleri işçi çıkarmayı sürdürüyorlar. Japonya’da bankacılık büyük bir kriz içinde. İç ve dış borç ödemelerinde güçlük çeken Japonya’nın 30 trilyon Yen (242 milyar dolar) borcu bulunuyor.
Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu durgunluktan çıkış yönünde ciddi göstergeler gözükmüyor; aksine Amerika, Avrupa ve Japonya’da borsalarda düşüş devam ediyor. Emperyalist burjuvazinin, yeni dünya düzeni vaazıyla birlikte reklâmını yaptığı “New Economy” (yeni ekonomi) alanında da kriz yaşanması, burjuva iktisatçılarının ve politikacılarının papazca vaazlarının işe yaramadığını ortaya koyuyor. Amerikanın ve (dünyanın) en büyük otuz şirketinin hisselerinin “işlem gördüğü” Dow Jones borsasında, endeks altı ayda 285 puan yitirdi ve 2000’in ikinci yarısına göre % 2,7 değer düşüklüğü gösterdi. “Yeni teknoloji sektörü”ndeki işletmeler değer yitirdiler ve “çalışanlarının” büyük kesiminin işine son verdiler. “Yeni teknoloji” şirketlerinin en büyüklerinin (elli tanesi) hisselerinin işlem gördüğü NASDAQ Composite Index altı ay içinde 309,98 puan kaybetti. Borsa endeksi % 12,6 gibi “rekor” sayılacak bir düşüş gösterdi. ABD yöneticilerinin ihracatın artması, iç piyasanın canlanması beklentileri gerçekleşmediği gibi, “işçisiz ekonominin örneği olarak sunulan “yeni ekonomi” alanında da kriz belirtileri ortaya çıktı ve teknoloji şirketlerinin borsa değeri düştü.
Bir istisna, Amerikan-Alman tekeli Daimler Chrysler ve Alman sigorta tekeli Alianz’ın aldığı Dresdner Bank hisselerinin değer kazanmasıdır. Ancak, genel olarak işletmelerin borsa değeri düşmeye devam ediyor. ABD ekonomisinin krize düşmemesi için Amerikan Merkez Bankası faizlere müdahaleyi sürdürüyor. Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, “ekonominin kuvvetli çöküş rizikosu enflasyon tehlikesinden daha büyük. Öyle ki, bu çöküşün etkileri yıllarca devam edebilir” diyor.
2001’in birinci üç aylık döneminde AB ülkelerinin Avrupa ülkeleri dışına toplam dış satışları %12,5 geriledi. Avrupa’da enflasyon oranı, Avrupa Merkez Bankası öngörülerini aşarak, Mayıs ayı itibarıyla % 3,4’e yükseldi. Bu son üç yıl içindeki en yüksek enflasyon oranıdır ve Hollanda, Portekiz, İspanya ve Almanya’da enflasyon oranında artış eğilimi sürüyor. Alman Siemens’e bağlı Epcos şirketi hisseleri % 31,7 ve Infineon hisseleri % 30,1 değer yitirirken; Alman “yeni teknoloji” hisseleri % 45–50 değer yitirdiler. Alman tekelci burjuvazisi, “kriz göstergeleri” gerekçesiyle, çalışma süresini artırma, ücretleri düşürme, sosyal hakları budama çabalarını yoğunlaştırdı. İşçilere, “işlerini korumalarının bu koşullara bağlı olduğu” söyleniyor.
Japonya’da son on yılın durgunluğu devam ediyor. Kamu borçları GSMH’sinin % 130’una yükselmiştir. Brezilya ve Arjantin’de kriz devam ediyor. Bu ülkelerde IMF reçeteleri uygulandı ve ekonomide çöküntü yaşamasında önemli rol oynadı. Bütün bunlar, durgunluk göstergelerinin birçok kapitalist ülkede güçlenmekte olduğuna işaret ediyor.
Emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermaye, karşı karşıya bulunulan sorunları aşmak için “yeniden yapılandırma” programları geliştirmekte, emekçilere saldırıları artırmaktadır. Bu, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin dış yardım, borç, kredi vb. ilişkilerini de olumsuz etkilemekte ve ağır koşullara bağlamaktadır. Dış koşul ve ilişkiler Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde krizi hafifletmemekte, tam tersine ağırlaştırmaktadır. Uluslararası kapitalizmin sorunları bağımlı ülkeler ve Türkiye’ye sömürgeci dayatmalar olarak yansımakta, iflası hızlandırmaktadır.
HOLDİNGLER ARACILIĞIYLA PAZAR SAVAŞI
Büyük sanayi ve ticaret firmalarının holding biçiminde örgütlenmeleri, onlara ekonominin tüm dallarına el atma olanağı sağlamaktadır. Holdingler, bankaları aracılığıyla küçük tasarrufçunun paralarını toplamakta, birçok sanayi dalında faaliyet yürüten büyük işletmeler halinde pazarın büyük bölümüne hâkim olabilmektedirler. Hemen tümü “halka açılma” adı altında borsaya girmekte, borsa üzerinden küçüklerin ellerindekini toplamakta, hisse senetleri satışıyla “halka açılma”nın gerçekleştiği, kapitalist mülkiyetin “tabana yayıldığı”, “demokratik bir kapitalizmin gerçekleştiği” propagandasıyla ekonomik hâkimiyeti ideolojik etki ve hâkimiyetle birleştirmektedirler. Gerçekleştiği varsayılan sözde demokratik kapitalizm, gerçekte mali sermaye ve mali oligarşinin hâkimiyet alanını genişletip gücünü artırmaktadır. Lenin, yaklaşık seksen yıl önce konuyla ilgili olarak şöyle yazmıştı:
“Burjuva safsatacıları ve oportünist sözde “sosyal demokratlarda”, beraberinde “sermayenin demokratikleştirilmesini” de getireceği, küçük üretimin rolünün ve öneminin artacağı beklentisi yaratan (yaratmış görünen) “hisse sahipliğinin demokratikleştirilmesi”, gerçekte, mali oligarşinin gücünü artırmanın bir aracıdır. İşte bu yüzden daha ileri ya da eski, “deneyimli” kapitalist ülkelerdeki yasalar, düşük değerli hisse senetlerinin piyasaya çıkarılmasına izin veriyor. ” (sf. 75)
İşaret edilen gelişme bugün çok daha ileri düzeydedir. Holding sisteminde yöneticiler bağlı şirketleri, onlar da bağlı şirketlere bağlı olanları denetlemekte, böylece üretimin geniş alanlarının denetimi olanaklı olmaktadır. “Çünkü denetim için sermayenin yüzde ellisi yetiyorsa, yöneticinin ikinci dereceden bağlı şirketlerin 8 milyonluk sermayesini denetleyebilmek için 1 milyonluk sermayeye sahip olması yeterlidir. İç içe geçme çoğaltıldığı zaman 1 milyonluk sermaye ile denetlenen miktar 16 milyona, 32 milyona vb. yükselir” (Alman iktisatçısı Heymann’dan aktaran Lenin, sf. 74)
Holdingler, binlerce kişinin küçük birikimlerini ‘kooperatif benzeri oluşumlarla “ana sermaye”ye katmakta, bir miktar ana şirket sermayesine dayanarak büyük kârlar sağlamakta; “her ortağın kâra ortak olacağı” vaadiyle geniş küçük sermayeleri denetlemektedirler. Kirli işlerini, bağlı şirketlere yıkarak, yasalardan yakayı sıyırma olanaklarına her zaman sahiptirler. (Banka operasyonları, devletin “el koyma” adına, emekçilerin sırtına yeni vergi ve zamlar yıkarak, ‘satın alma kaynağı’ oluşturduğu, Cıngıllıoğlu, Doğuş, Çağlar vb. holding gruplarının sermayelerine yaptığı milyar dolarlık yardımlar bu ‘kirli işler’in birer örneğidir.)
Tekellerin egemenliği altında, “ekonomik özgürlük”, “serbest rekabet” ya da “en geniş siyasal özgürlük”, üzerine açıklamalar ve “güvenceler, pratikte bir değer taşımaz, geçerliliği yoktur. Özelleştirmeyi, “devlet tekeli” karşıtlığı ilan ederek, tekelciliğe karşı “serbest rekabet” savunuculuğuyla ortaya çıkan burjuva iktisatçılarıyla politikacıları da kapitalist toplumdaki devletin sermaye devleti ve burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin en etkin, merkezi politik aracı ve devlet tekelinin, milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç olduğunu gizlemekten başka bir şey yapmıyorlar. İddialarının aksine az sayıdaki tekelin hâkimiyeti, mali sermaye-mali oligarşi egemenliğini güçlendirmekte, devlet tahvilleri, hisse senetleri ve değerli evrak aracılığıyla büyük kârların elde edilmesini olanaklı kılmaktadır. Bu, diğer yandan, pazar hâkimiyeti için fiyat kırarak, malları belli bir süre için maliyetlerinin altında satarak, rakipleri saf dışı bırakmayı da olanaklı kılar.
BORÇ KISKACI, SPEKÜLATİF SERMAYE HAREKETİ YE KRİZ
Uluslararası piyasalarda 2 trilyon dolar gibi, birçok ülkenin toplam ticaretinden ya da gayrı safı milli hasılasından daha büyük olan bir miktar, üretim dışı alanlarda, sahiplerine milyarlarca dolar rant getirerek, asalaklığı muazzam düzeye çıkarırken, Türkiye’de de rantiye gelirleri üretim gelirlerinin onlarca katma çıkmıştır. Lenin tarafından işaret edildiği üzere, bir yanda “Dünya, bir avuç tefeci devlet ile ezici çoğunluğu oluşturan borçlu devletler olarak bölünmüştür.” (Age, sf. 133); diğer yanda “… sanayi üretimi ve sanayi ürünleri ihracındaki mutlak artışa karşın, ulusal ekonominin bütününde, faiz ve kâr payı gelirleri, emisyon, komisyon ve spekülasyon gelirlerinin göreceli önemi artmaktadır.” (Age, sf. 133)
Bu gelişme, başka etkenlerle birlikte, “Bir yandan, olağanüstü yaygın ve sık dokunmuş ilişki ve bağlantılar ağıyla yalnızca orta ve küçük değil, hatta en küçük kapitalistler ve patronlar kitlesini boyunduruğu altına alan, az sayıda elde yoğunlaşmış mali sermayenin devasa boyutları; öte yandan, dünyanın paylaşılması ve başka ülkeler üzerinde egemenlik kurma uğruna diğer ulusların mali gruplarıyla kıyasıya mücadele; bütün bunlar, mülkiyet sahibi bütün sınıfların hep birlikte emperyalizm safına geçmelerine yol açmaktadır.” (Age, sf. 142)
Lenin bu gelişmenin rantiye tabakasının konumunu güçlendirmesinin maddi dayanağını oluşturduğuna dikkat çekerek, daha yüzyılın başında şöyle yazıyordu. “Daha önce gördüğümüz gibi emperyalizm, 100–150 milyar franka kadar ulaşan değerli kâğıt biçimindeki para sermayesinin az sayıda ülkede, olağanüstü ölçüde yığışması anlamına gelir. Rantiye sınıfın, daha doğrusu tabakanın, yani “kupon keserek” yaşayan, hiçbir biçimde herhangi bir işletmede çalışma gereksinimi olmayan, meslekleri aylaklık olan kişilerin, olağanüstü ölçüde çoğalması bundandır. Emperyalizmin en önemli ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakanın üretimden kopukluğunu daha da güçlendirir ve birkaç denizaşırı ülke ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan ülkenin bütününe asalaklık damgasını vurur.” (Age, sf. 131–132)
Bugün emperyalist ülkelerin her birinde ‘nakdî sermaye’, Lenin’in işaret ettiği büyüklünü yüzlerce kat aşmış durumdadır. Spekülatörlerin bu kadar güç kazanmalarını olanaklı kılan mali sermaye egemenliğidir. Kapitalist uluslararasılaşma bağımlı ülkelerde de tekellerin ve mali sermayenin üretilen değerlere el konmasında “aslan payı”nı kapmalarını olanaklı kılıyor.
En büyük 500 işletmenin 2000 yılı gelirlerinin % 219’unun üretim dışı faaliyetlerden elde edilmesi, rantiyenin hızla büyüdüğünü gösteriyor. (Bankalar Birliği’nin yayınladığı “Bankalarımız 2000” adlı rapora göre, Türkiye’de 48 milyon 645 bin 534 hesapta 18 katrilyon lira yatırılı bulunuyor. Bunun % 40’ı 69 bin kişiye; % 60’ı ise geri kalan 48,5 milyon kişiye ait. 18 katrilyonun % 23’lük kesimine karşılık düşen 4,2 katrilyon 8. 916 kişinin hesabında bulunuyor. 100 milyar üzeri 8.916 kişinin 4 katrilyon 296 trilyon 261 (kişi başına 481,8 milyar) milyar lirası varken; 25–100 milyar arası 60.630 kişinin 3.362.084 (kişi başına 55,4 milyar); 5–25 milyar arası 355.859 kişinin 4.662.397 milyar (kişi başına 13,1 milyar); 1–5 milyar arası 1.682.400 kişinin 3.339.157 milyar (kişi başına 1,9 milyar); 250 milyon–1 milyar arası 2.774,013 kişinin 1.5512.052 milyar (kişi başına 545 milyon) ve 50–250 milyon arası 4.158.453 kişinin 548.644 milyar lirası (kişi başına 132 milyon) 50 milyon ve altı tasarrufu olanlar 39.605.263 kişinin 227.207 milyar (kişi başına 5,7 milyon) lirası vardır. Özel sermayeli ticaret bankalarının dönem kârlarındaki değişme grafiği, faiz-rant vurgununun belgelerinden bir diğeridir. Bu bankalar 1996’da 198 trilyon 436 milyar; ’97’de 440.154 milyar; ’98’de 852. 823 milyar; 1999’da 1.556.542 milyar lira kâr ederlerken; yabancı sermayeli ticaret bankaları da aynı yıllar itibariyle dönem kârlarını toplam olarak 380 milyar liraya çıkardılar. ’96’da 14.214; ’97’de 40.167; ’98’de 90.562 ve 99’da 222.737 milyar lira.) Büyük holding patronları, devlete yüksek faizle borç verip, rant geliriyle büyük kârlar sağlamayı, üretim sürecinin riskli ve nispeten yorucu işlerine tercih ediyorlar. Dayatılan IMF programları, aşırı üretim, sermaye ‘fazlası’ ve büyüyen artı-değer kitlesi bunu olanaklı kılıyor. Hükümetlerin politikaları rantiyenin büyümesine hizmet etmektedir. Asgari ücretten % 30,9 rantiyeden on binde 2 oranında kesinti yapılması, 100 milyar lira faiz geliri sağlayan bir milyarderden asgari ücret alan bir işçinin milyonda biri kadar bile kesinti yapılmaması bunu göstermektedir.
Sermaye “fazlası”, kuşkusuz yığınların gereksinmelerinin karşılanması için kullanılmamakta; diğer ülkelere, özelikle de geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla girerek, bu ülkelerin ucuz işgücünden, topraklarından ve kaynaklarından yararlanmaktadır. İhraç edilmiş sermayenin, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkileyip hızlandırmak gibi bir rol oynaması, kapitalizmin genel olarak gelişmesini sağlamakla birlikte, mali sermaye, ihraç olduğu ülkelerde önemli avantajlar elde etmekte ve onların bağımsız gelişmesinin önüne güçlü engeller çıkararak, bağımlılıklarını pekiştirmektedir. ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeler, diğer halklar üzerinde tekel hâkimiyeti uygulayan sömürgeci-tefeci ülkeler konumuna gelmişlerdir. Bunlar, ellerinde bulunan ve temelinde aşırı meta üretiminin olduğu “fazla sermaye”yi kullanarak, halkları haraca bağlamaktadırlar.
Sermaye birikiminin büyümesi ve “fazla” sermaye stoklarının artması, giderek daha kısa aralıklarla kapitalist krizlerin patlak vermesinde de rol oynamaktadır. Kapitalist emperyalizmin 1970’li yıllardan sonra art arda krizlerle karşılaşmasında, aşırı üretim ve onun sonucu olan aşırı sermaye birikiminin zehirli akrep örneği, kapitalizmi vurması, temel etkenlerden biri olmuştur. Bağımlı ülkelerin borçlanmaları bu ülkelerin kaynaklarının daha fazla yağmalanması ve daha fazla bağımlılaşmalarına neden olmaktadır. IMF-DB kredileri, bu kredilerin hangi alanda kullanılacağına dair, açıktan dikte ettirilen yaptırımlar bir yana; toprakların ve kaynakların mali sermaye yararına kullanımını sağlamakta; tarım ve sanayide uygulanacak programların sınırlarını belirleyici olmaktadır. Uluslararası ilişkilerde borç veren ülke, borçlanan ülkelerde hemen her zaman ek tavizler elde etmektedir. Alman kredi ya da borcun bir bölümü silah vb. alımına ayrılmakta, önemli ihale garantileri, ticari ilişkilerde ayrıcalıklı durum ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesini kolaylaştırıcı ek maddeler anlaşmaya konmaktadır. Türkiye’nin imzaladığı Tahkim yasası, bu anlaşmalardan biridir. “Borçlanmaya başvuran bir ülke, genellikle borç tutarının yüzde 90’ından fazlasını alamamaktadır; yüzde 10’u bankalara ve diğer aracılara düşer.” (Age, sf. 80)
Bütün bunlara karşın, ülke bütçesi, borç ve faizlerini ödeme bütçesine dönüşmüştür. (2001’de ödenecek dış borç miktarı; 9 katrilyon 198 trilyonu anapara, 3,7 katrilyonu faiz olmak üzere 13 katrilyon civarındadır, iç borç faiz ve anaparası 72,9 (39,3 katrilyon ana-para 33 katrilyon faiz) katrilyondur. Dış borç stoku 120 milyar dolar civarındadır ve 2001 Mali bütçesi yalnızca 50 katrilyondur. 500 büyük sanayi kuruluşu üzerinden yapılan araştırma, faiz ve repo gelirlerinin net bilânço karma oranının 1985’te % 24,1, 1990’da % 33,3; 1995’te % 46,5 ve 1999’da % 219 olduğunu gösteriyor. 1999’da 500 büyük işletmenin net bilanço kârı 720 trilyon 406 milyar lirayken; aynı yıl rant geliri 1 katrilyon 577 trilyon 329 milyar lirayı bulmuştur.)
KRİZ, ARTAN YOKSULLUK VE İŞSİZLİK
Kriz, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi ve emekçilerle tekelci burjuvazi ve emperyalist gericilik arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirdi. Bu kaçınılmazdı, çünkü kriz bütün toplumsal ilişkileri sarstı ve ekonominin tüm alanlarındaki ilişkilerin eskisi gibi ve hiçbir değişiklik olmaksızın devam edemeyecek ölçüde, ağır sorunları gündeme getirdi. Sınıf kavgasının en önemli unsurlarından birini oluşturan kâr-ücret ilişkileri, ücretler aleyhine aşırı bir değişime uğradı. İşgücünün değerini düşürerek onu daha ucuza mal etmeye çalışan kapitalistler, krizi bir silaha dönüştürdüler. Kriz bunun koşullarını daha da olgunlaştırdı, çünkü kâr oranlarının düşme eğilimi ve kriz koşulları, kârı artırma ve pazar payını genişletme çabalarını yoğunlaştırır. Artı-değeri çoğaltmak için, başvurulan yollardan biri de, üretim araçlarının teknik yenilenmesidir. Kapitalist pazarın uluslararası özelliği ve pazarları ele geçirmeye yönelik rekabet, yeni tekniklerin üretime sokulması eğilimini güçlendirir. Kriz koşullarında, rakipleri geride bırakarak pazar payını genişletmek için, üretimi artırmak, çalışma süresini uzatmak, sosyal hakları kısıtlamak ve sermayenin konumunu güçlendirmek için teknik buluşlara daha fazla kaynak ayırarak, ürünleri daha ucuza mal etme yolları aranır. Bu arayış, üretimin yeniden canlanması için bazı olanaklar sağlamakla birlikte, krizi ortaya çıkaran kapitalizmin yasaları işlerliğini sürdürürler. Kriz durumunda, “Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmesi” acımasız ve vahşi bir biçimde gerçekleşmekte; köylü, küçük üretici ve zanaatkâr üretim araçlarından koparak proleterlerin saflarına itilmekte, süreç, sıranın “… mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalist”e gelmesine doğru gelişmektedir.
“Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist daima birçoklarının başını yer. Emek sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüştürülmesi, bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarı ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizmasıyla eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. ” (K. Marx, Kapital, Cilt 1)
Sanayi üretiminde düşüş devam ediyor. DİE verilerine göre, Mayıs 2001 itibariyle sanayi üretimi, bir önceki yılın aynı dönemine göre % 9,7 gerileme gösterdi. İmalat sanayi sektöründe % 10, madencilik sektöründe % 13,1 ve elektrik, su, gaz sektöründe % 4,6 gerileme oldu. Faiz ödemelerine bütçenin % 37,6’sı (saatte 1,7 trilyon), vergi gelirlerinin % 95’i ödeniyor. (Faiz ödemelerinin vergi gelirleri içindeki oranı 1991’de % 30,7 iken, bu oran 1997’de % 77,1’e ve 2000’de % 95’e yükselmiştir. Dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payı 1990’lı yılların başında % 47,8 iken, bu oran giderek artmış ve 2000’de % 59,1’e yüklemiştir. 2001 yılında vergi gelirlerinin tümünü faize ödemesine karşın, bütçeden 4 katrilyon lira daha ekleme yapma zorunda kalan bir duruma gelmiştir.) Savunma giderlerine % 15,5; yatırımlara ise % 6’sı ayrılıyor. Bu oranlar, son krizle birlikte sermaye ve rantiye tabakaları yararına artış gösterdi. İzlenen politika bütçe gelirlerinin rant ve faiz gelirleriyle geçinen asalak kasta ayrıldığını gösteriyor. Buna karşılık işçi ve kamu çalışanlarının gelirleri gerileme içinde. 1993’te % 100 olan memur maaş endeksi 1999’de % 41’e geriledi. Eğitim ve sağlığa ayrılan pay % 50 oranında azaldı. (Aynı dönemlerde ve son yirmi yılda konsolide bütçe gelirleri içinde yatırımlara ayrılan pay % 18’den % 5,3’e gerilemiş; personel ödenekleri % 30’lardan % 20’lere gerilemiştir.)
Ülke nüfusunun genç kuşakları eğitimli genç nüfus arasında işsizlik oranı daha da yükseldi. İşsizlik ve yoksulluk büyük boyutlara ulaştı; toplumsal umutsuzluk, kargaşa ve istikrarsızlık daha da büyüdü. (DİE- 2000 yılı işgücü anketi, 24 yaşına kadar olan genç nüfus içinde işsizlik oranının % 20,3 olduğunu, kentsel alanda bu oranın % 22,9’a kadar yükseldiğini gösteriyor. 1 Temmuz 1999–30 Kasım 2000 tarihleri arasında 7.558 işyeri kapanır ve 54 bin işçi işten atılırken; Kasım ve Şubat krizleri, 2001 yılının ilk yarısında 1 milyon kişinin işini kaybetmesine yol açtı. DİE, Haziran ayı itibariyle bir önceki yıla göre işçi sayısının % 5,5 düştüğünü ve İSO, son iki yılda özel sektörde 414 bin işçinin işini kaybettiğini açıklamışlardı. Buna iflasa sürüklenen küçük üretici ve esnaf eklendiğinde, yeni işsiz sayısı birkaç milyonu bulmaktadır. Yalnızca iki ay içinde, İstanbul Ticaret Odası’na kayıtlı ağırlıklı olarak tekstil ve gıda sektöründe faaliyet gösteren 5.600 firma kapandı.)
DİE’nin, gelir dağılımındaki değişmeleri belirlemek üzere sürdürdüğü “hane halkı anketleri” kriz gerekçesiyle ve gelir dağılımındaki uçurumun işçi ve emekçiler aleyhine büyümeye devam ettiğinin görülmesini engellemek üzere durduruldu. İstatistik veriler toplumsal sınıflar ve kesimler arasındaki gelir farkı uçurumunun büyüdüğünü gösteriyordu ve bunun halk kitleleri tarafından öğrenilmesi, sözü çokça edilen “sosyal patlama”ları kışkırtabilirdi; kaygı bunun içindi!
Türkiye son 55 yılın en büyük yoksullaşmasını ’99 yılında yaşadı. 1994’te yaşanan % 6,1’lik ekonomik daralmadan sonra, 1999’da % 6,4 oranında küçülme oldu. DİE’nin sanayi üretim endeksi sonuçlarına göre, sanayi üretimi Şubat’ta % 4,8; Mart’ta % 7,6 ve Nisan’da % 10,5 düşüş gösterdi. Bir yıl önce Nisan ayında ise sanayi üretimi % 3,3 artmıştı. 2000 yılının ilk dört aylık dönemine göre ise toplam sanayide üretimi % 4,2 oranında azaldı. Tarımda % 4,5; sanayide % 5; inşaatta % 12,7; ticarette % 6,8 gerileme yaşandı. GSMH 185,1 milyar dolara; kişi başına milli gelir 2878 dolara geriledi. TÜRK-İŞ tarafından yayınlanan Çalışma Raporu’na göre, Türkiye’de en zengin % 20 ile en yoksul % 20’nin geliri arasındaki fark 234 kata yükselmiştir. En yoksul 134 bin ailenin yıllık ortalama geliri 392 dolar iken, en zengin 134 bin aile 91.898 dolar gelir sağlamaktadır. Kentsel nüfusun % 0,3’ünü oluşturan 113.502 kişinin yıllık geliri 32000 dolar iken, nüfusun % 20,4’ünü oluşturan 7.319.410 kişinin yıllık geliri 481 dolar kadardır. Toplam kentsel nüfusun % 75’inin yıllık geliri ise 2000 doların altında kalıyor. (Veri Araştırma, Sezgin Tüzün.)
Son krizle ekonomi daralırken, mutlak ve nispi artı-değer sömürüsünde artış devam etti. Şubat krizi öncesinde asgari ücretli işçinin ücreti reel olarak (net) % 12,4 ve memur maaşları ortalama % 10,8 oranında gerilemişti. Üretici köylünün eline geçen para, bir önceki yıla göre % 13,3, işçi ücretleri % 12,4 düşmüş; özel sektör imalat sanayinde çalışan başına verim % 14,2 ve çalışılan saat başı verim ise, % 10,4 oranında artmıştı. Bu, mutlak ve nispi artı-değer sömürüsünde artış olduğunu gösteriyor. Tekstil, giyim ve deri işkollarında ve tarıma dayalı sanayide toplam işgücünün % 35–45 civarındaki kesiminin ve büyük sanayi işçilerinin % 10’unun asgari ücretle çalıştığı bir ülkede, 1999 Temmuz’una göre işçinin tüketim harcamaları 2000’de % 57,8 artarken, ücretler ise, % 26,6 oranındaki artışa karşın reel olarak düştü. 2001’de krizin etkisiyle ücretlerdeki erime daha da büyüdü. 1999’da gelir vergisinin % 42,7’sini ücretliler (2 katrilyon 707 trilyon 632 milyar 741 milyon lira) ödedi. Bu oran bir önceki yıl (1998) % 39,6 idi. Böylece işçi ve memurların vergi payı ’99’da bir önceki yıla göre % 3,1 oranında artış gösterdi. Diğer kesimlerin vergi payı ise, bir önceki yıla göre % 60,4’ten % 57,3’e geriledi. (Gelirler Genel Müdürlüğü verileri.)
Kapitalist krizin kaçınılmazlığı ve krizin kaynağının kapitalizm olduğu, son yıllarda art arda gelen krizlerle bir kez daha doğrulandı. Kapitalizmin ‘demokrasi, refah ve mutluluğun herkes için olanaklı hale geldiği, yeni bir evresine girdiği” burjuva liberal vaazlar darbe üzerine darbe yedi. Kartellerin ve tröstlerin kapitalizmi bunalımlardan kurtarmasının olanaksız olduğu; aksine tekelleşmenin kapitalist sistemin bunalımlarını artırdığı, çelişkilerini daha keskinleştirdiği ve yıkımını yakınlaştırdığı, bu gelişmeler tarafından yeniden kanıtlandı.
Türkiye’nin 2000 Kasımı’nda ortaya çıkan finansal krizin kısa bir zaman sonrasında, ekonominin tüm alanlarını sarsan; küçük üretici köylülük, küçük işletme sahibi, esnaf ve zanaatkârların kitlesel iflasını getiren, onları mülksüzleştirerek emekçilerin saflarına doğru iten bir ekonomik krize girmesi, sermaye ve emek güçleri arasındaki çelişkiyi -daha da- keskinleştirmekle kalmadı; sermaye ve gericiliğin güçleri arasındaki çatlakları derinleştirdi, rekabet ve çelişkileri keskinleştirdi; tekelci burjuvaziyle tekel-dışı kesimler arasındaki mesafeyi daha da açtı. Gericiliğin güçlerinin birleştirilmesi ve düzen kurumlarının yeniden yapılandırılması operasyonu, siyasal baskı ve askeri dayatmalarla yürütülmesine karşın, ellerindekini kaybetmekle karşı karşıya gelen küçük mülk sahipleri, uluslararası ve işbirlikçi büyük burjuvaziye, IMF ve hükümet uygulamalarına karşı sokaklara çıktılar. Kapitalist gelişme sürecinde, birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesiyle sermaye ve meta yoğunlaşması ve merkezileşmesi kaçınılmaz olmakla birlikte, Şubat Krizi bu yöndeki “doğal gelişme”ye, doğal olmayan -sıçramak- bir hız kazandırdı.
Türkiye kapitalizminin art arda kriz batağına saplandığı dönem, dünya kapitalizminde istikrarsızlık, durgunluk ve daralmanın büyüdüğü bir döneme denk geliyor. Bu, diğer şeyler bir yana; kapitalizmin istikrarı ve çelişkisiz “global kapitalizm” ya da aynı anlama gelmek üzere “global dünya” üzerine burjuva propagandasının iflası da demektir. Kuşkusuz işbirlikçi gericilik, emperyalist dayatmaların tüm yükünü kent ve kırın emekçilerine yıkarak, bu krizi atlatmaya çalışacak: emperyalistler de ona “yardım” edeceklerdir. Ancak bu, krizin kısa sürede etkisiz kılınacağı anlamı taşımıyor. Krizin “olanağa dönüştürülmesi” ise, tüm sınıflar ve kesimler açısından güç, örgütlenme ve mücadele sorununu gündeme getiriyor.
Türkiye ve dünyada şimdi, işçi sınıfının başını çektiği yeni bir mücadele döneminden geçiliyor. Kapitalizmden ve burjuvaziden umut kesenler çoğalıyor; bu, yeni bir devrimci yükseliş için umutlu bir güçlü çıkışın unsurlarının daha fazla birikmesi demektir.
Ağustos 2001