Alman İdeolojisi ve tarihsel materyalizmin doğuşu

Alman İdeolojisi Marx ve Engels’in yapıtları içerisinde en önemlilerinden biri. Marx ve Engels bu eserleriyle birlikte tarihsel materyalizmin temellerini attılar. Alman İdeolojisi’yle birlikte Marx ve Engels’in kendilerine kurgusal felsefenin buğulu atmosferinden uzak yeni ve verimli bir alan yarattıkları söylenebilir.
Alman İdeolojisi 1845 yılında yazılmış olmasına karşın 1932 yılında Rusya’da Marksizm Enstitüsü tarafından yayınlanıncaya dek gün ışığına çıkmadı. Yayıneviyle çıkan sorunlar nedeniyle iki ciltlik bu çalışma “farelerin kemirici eleştirisine” terk edildi. Kitabın yazarları bu çalışmayı “eski felsefi bilinçleriyle bir hesaplaşma” olarak gördüklerinden ve bu amaçlarına ulaştıklarına inandıklarından Alman İdeolojisi’ni tekrar yayınlamayı yaşamları boyunca düşünmediler.
Alman İdeolojisi’nin içeriğini incelemeye başlamadan önce Marx ve Engels’in felsefi çalışmalarının evrimine bakmakta yarar var. Bu felsefe yolculuğunda Engels’in 1845’e dek kendi başına özerk bir felsefi çalışması olmadığı için esas olarak Marx’la ilgileneceğiz.
Marx liseyi bitirdiğinde Kant’ın etkisi altındaydı. Kant’ı Alman bilinemezciliğinin en tutarlı savunucusu olarak gösterebiliriz. Kant’a göre bir dış dünya vardı ama bu dünya hiç de göründüğü gibi değildi ve aslında nasıl olduğu da hiçbir zaman bilinemezdi.
Marx eleştirel tutumunu Hegel’e ve onun ardıllarına karşı da sürdürdü. Eleştirilerine Hegel’in hukuk ve din felsefelerinin eleştirisiyle başladı.

ALMANLAR VE İDEOLOJİLERİ
19. yüzyılın sonlarına dek Almanya adlı bir devlet yoktu. Bugünkü Almanya’nın olduğu coğrafyada ulusal birliğini kuramamış yüzlerce irili ufaklı devlet, bir de büyük Prusya devleti vardı. Yönetim İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi merkeziyetçi bir devlet tarafından değil, küçük prenslikler tarafından gerçekleştiriliyordu. Yine kapitalizmin İngiltere ve Fransa’daki gelişmişliğine karşılık Almanya hâlâ feodal ilişkiler sarmalındaydı. Zaten Almanya’nın kapitalistleşmesinin önünü açmaya yönelik girişimler genelde toplumun doğal gelişimi içerisinde değil aksine yukarıdan planlanan reformlar yoluyla gerçekleşti.
Almanya’da kapitalizmin gelişmesinin ve ulusal birliğin sağlanmasının gecikmesi, Alman burjuvazisinin pısırıklığı ve tepeden inme reformlar olarak özetlenebilecek nedenler Alman aydınının, özellikle felsefecisinin, aklın rolünü abartmasına yol açtı. Hobbes, Locke, Hume gibi Britanyalı; Rousseau, Montesque, Voltaire gibi Fransız filozoflar toplumsal gelişmeleri daha çok “sivil topluma” yönelik kavramlarla açıklarken Alman filozofları devleti öne çıkarıyorlardı. Devleti öne çıkarmalarının en önemli nedeni, özellikle Hegel ve ardıllarının, devleti, kutsal ruhun, onun akılcılığının dünyada cisimleşmiş hali olarak görmeleridir.
Alman idealistleri fikirlerle, düşüncelerle ilgilendiler; tarihsel gelişmeleri düşüncelerin değişmesine, gelişmesine bağladılar. Hegel, Prusya devletini tinin kendini gerçekleştirmesinin son aşaması olarak anladı. Başka bir deyişle Hegel’e göre Prusya devleti, olabilecek en mükemmel devlet fikrinin bu dünyadaki tezahürüydü. Sonra Prusya devleti yıkıldı. Hegelciler büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Sağ ve sol Hegelciler olarak bölündüler.
Sağ Hegelciler Hegel’jn bütün tutuculuklarını da sahiplenerek yollarına devam ettiler. Sol Hegelciler ise Hegel’in, “gerçek Hegel’in”, aslında devrimci bir öze sahip olduğunu iddia ederek kendi Hegel’lerini yarattılar. Toplumsal konum olarak sol-Hegelciler düzen karşıtıydılar. Fransız Devriminden etkilenmişlerdi, dini, tutucululuğu eleştiriyorlardı; demokrasi ve eşitlik yanlışıydılar. Aralarında komünist olanları bile vardı. Hepsi bir devrimden söz ediyorlardı ama söz ettikleri devrim, bireylerin tek tek kafalarında gerçekleştirecekleri bir devrimdi. “Biri, insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirel bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise, bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve – bugünkü gerçekliğin böylece çökeceğini iddia ediyorlar.”
Görüldüğü gibi sol-Hegelcilerin tümü dış dünyayı bireylerin düşüncelerine bağlayıp, kişinin kendi özüne ters, onunla çelişen, yanlış ve kötü düşüncelere sahip olduğunu savunuyorlar ve bu düşüncelerin değişmesi ya da atılması halinde gerçekliğin kişi için ızdırap verici bir halden çıkacağını öne sürüyorlardı. Genç-Hegelcilerin düşünüş biçimleri elbette gündelik hayatı kavrayışlarının ve onu değiştirmek için ürettikleri politikanın dışında yaşam biçimlerine de yansıyordu. Genelde üniversite çevresinden öğrencilerden ve onlara yakın yazar-çizerlerden oluşan bu topluluk, öğrenci dernekleri adı altında toplanıyor, birbirleriyle sert tartışmalara giriyorlardı. Politik anlayışlardaysa darbeci bir bakış açıları vardı. Kurgusal felsefelerinin kendilerine verdiği güvenle, toplumun verili altyapısına bakmadan atıp tutuyorlardı. Dar bir grupla devleti ve tüm iktidar mekanizmalarını ele geçirip en azından demokratik bir toplum kurmayı planlıyorlardı.
Marx da felsefeyle tanışmasının başlangıcında sol-Hegelci bir hatta konumlanmıştı. Onu bu hattan uzaklaştıran iki etmenden söz edilebilir. Birinci etmen bir başka Alman filozofu Feuerbach’tı. Feuerbach “Hıristiyanlığın Özü” adlı eserinde esaslı bir din eleştirisine girişiyordu. İnsanı duyumsal, maddi bir varlık olarak tanımlayan Feuerbach’a göre Tanrı kavramı insanın kendinde varolan olumlu niteliklerin dışlaştırılmış halinden başka bir şey değildi. İnsan Tanrıyı yücelttikçe kendini küçültüyordu. Feuerbach’ta Marx’ı etkileyen, filozofun somut ve doğaya bağımlı insan anlayışıydı.
İkinci etmen giderek daha fazla ilgilenmeye başladığı ekonomi politik bilimiydi. Bu alanda yaptığı eleştirel okumalar onu giderek dış dünyanın belirleyiciliği yönünde ikna ediyordu.
Marx Hegelcilikten tarihsel materyalizme giden yolda dört ana eser vermiştir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Yahudi Sorunu, 1844 Elyazmaları, Kutsal Aile. Alman İdeolojisi ise idealizme vurulmuş son darbedir.
Bu yazıda Alman İdeolojisi altı ayrı başlık altında incelenecek. Her başlık altında metnin omurgasını oluşturan bölümlerden biri ele alınacak.

TARİHSEL MATERYALİST ÖNCÜLLER
Marx’la Engels, Alman İdeolojisi’ni yazma gerekçelerini eserlerinin önsözünde şöyle açıklıyorlar. “Bu kitabın birinci cildinin amacı, kendilerini kurt sanan ve başkalarının da kurt sandıkları bu koyunların ne olduklarını ortaya koymak, onların meleyişlerinin Alman burjuvalarının tasarımlarının felsefi bir dille yinelenmesinden başka bir şey olmadığını ve bu felsefi yorumcuların palavracılıklarının, Alman gerçekliğinin zavallı yoksunluğunu yansıtmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektir.”
Görüldüğü gibi Alman İdeolojisi bir savaş alanında doğmuştur. Tarihsel materyalizmin öncülleri iki ayrı cephede yürütülen bir savaş sırasında açıklanmıştır. Cephelerden biri Alman İdealizmi, diğeriyse Feuerbach’ın doğa felsefesidir.
Bilimsel sosyalizmin kurucularının Alman İdealizmiyle savaşıp onu geçersiz kılmaya çalışırken izledikleri yöntem, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar hâkim olan felsefi yöntemden epey farklıydı. Yazarlar Hegelcilerin eserlerini iyice analiz edip iç tutarsızlıklarını göstermeye uğraşmak yerine, kendilerine pratik adlı yeni bir ölçüt yaratıp, idealist filozofların ana tezlerini özenle ortaya koyup bunların pratikte hiçbir işlerliği ve açıklayıcı değeri olmadığını göstermeye çalışıyorlardı. Başka bir deyişle idealist felsefeyi onun varsayımlarından yola çıkarak çürütmeye çalışmayarak, kurt postunun içindeki kuzuların minderinde güreşmeyi reddediyorlardı. Marx’a göre böyle bir güreşin ortaçağ papazlarının sonu gelmez tartışmalarına dönmesi kaçınılmazdı. Dış dünya var mı yok mu; eğer varsa bilinebilir mi sorularına verilen yanıtların doğruluğunun ölçütü insanın pratik faaliyetinde yatıyordu. “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur. “
Burada Marx ve Engels ile genç-Hegelciler arasındaki bir ayrımın tekrar netleştirilmesi önemli. Hegelciler düşman düşüncelerden, kötü düşüncelerden bahsedip bu düşüncelerin insanların varlıklarını, var oluş biçimlerini nasıl değiştirdiği hakkında sayfalar dolduruyorlardı. Oysa Marx tarihsel materyalizmin temel önermelerinden birini daha bu iddiaları çürütürken kuruyordu. Kendi felsefesini netleştirirken şöyle diyordu Marx: “Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka bir deyişle, etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insandan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. … Yaşamı belirleyen bilinç değil tersine bilinci belirleyen yaşamdır.”
Alman İdeolojisi’nin iki koca ciltlik bir eser olduğu daha önce belirtilmişti. Bu eserin Almancasından Türkçeye ya da İngilizce ve Fransızca gibi dillere yapılan çevirileri ise genellikle Feuerbach başlıklı yüz, yüz yirmi sayfalık bir kısımdan oluşmaktadır. Bunun nedeni kalan kısmın iki düşünürün genç-Hegelcilere karşı Kutsal Aile’de yaptıkları polemiğin devamını içermesidir. Marx ve Engels yukarıda ana hatlarıyla beliren kopuşu genç-Hegelcilerle iyiden iyiye alay ederek edebi bir dille kesinleştiriyordu. Kitabın özünü oluşturan çevrilen kısmında ise ağırlıklı olarak Feuerbach’ın materyalist anlayışı eleştirilmektedir.
Alman İdeolojisi’nin yazarları Feuerbach’ı tutarsız bir materyalist olarak nitelerler. Feuerbach’a yöneltilen eleştirilerin nedenleri iki madde altında toparlanabilir: 1) Feuerbach’ın somut bir varlık olan insana soyut ve değişmeyen, dolayısıyla tarihsel olamayan bir öz biçmesi. 2) Feuerbach’ın yabancılaşmayı ele aldığında yabancılaşmanın yalnızca bir biçimi olan dinsel yabancılaşma üzerinde odaklanması ve kişinin maddi yaşamının yeniden üretimi sırasında doğan yabancılaşmaya hiç değinmemesi.
Feuerbach’ı çağdaşı Alman idealistlerinden ayıran yanı onun insanı maddi bir varlık olarak ele almasıydı. Ona göre insan diğer canlılar gibi doğada yaşayan, algılama yetisine ve zekâya sahip bir varlıktı. Bunun ötesinde Feuerbach insana belli bir öz biçmişti. Başka bir deyişle bir insan tarifinde bulunmuştu. Eğer bir varlık insansa onda şu şu özellikler kesinlikle bulunmalıdır demişti. Feuerbach’a göre bu özü oluşturan değerlerin en önemlileri insanın sevme yetisi ve bir toplumsal varlık olma özelliğiydi.
Ancak Marx ve Engels’e göre insana soyut, evrensel geçerliliği olan bir öz biçmek onun, dolayısıyla içinde yaşadığı maddi doğanın, değişip dönüşme özelliğini reddetmek anlamına geliyordu: Feuerbach felsefesi materyalizme sadık kaldığı ölçüde ne tarihsel ne de diyalektikti, çünkü diyalektik düşünce çelişkilerin varlığını ve bu çelişkiler sonucunda meydana gelen gelişmelerin gerçekliğini kabul ediyordu. “Feuerbach materyalist olduğu zaman tarihten uzak duruyor, ve tarihi hesaba kattığı zaman da materyalist olmaktan çıkıyor. Feuerbach ‘da tarih ve materyalizm birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir…”.
Marx ve Engels Feuerbach’ın insana, tek tek bireylerin özelliklerinden yaptığı soyutlamalardan yola çıkarak verdiği özlerin aslında filozofun yaşadığı dönemdeki toplumsal ilişkilerinin insana verdiği biçim olduğunu vurgularlar. “…(Feuerbach) gerçek tarihsel insan diyeceğine ‘İnsan ‘ der. ‘İnsan ‘ dediği, gerçekte ‘Alman’dır.” “…Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür. Gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla: Tarihsel akıştan koparak, dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut -yalıtılmış- bir insan bireyini öncülleştirmek… zorunda kalır.”
Feuerbach’ın tarihsel olmayan felsefesi onun doğayı ve insan doğa ilişkisini de kavramasını imkânsız hale getirir. Feuerbach’da doğa sabittir ve değişmez. İnsansa bu verili doğa içinde yaşar, büyür ve ölür. Oysa Marx ve Engels insanın ve onun toplumsal varlığının doğayla sürekli bir etkileşim içinde olduğunu savunurlar. İnsan verili doğa ve toplum ilişkileri içinde dünyaya gelir, doğayla ve toplumla ilişki kurar, onları kendi maddi gereksinimlerini sağlamak için üretim süreci içinde dönüştürür. Değişen doğa ve toplumsal ilişkiler değişmiş koşullar anlamına gelmektedir, değişmiş koşullar altında dünyaya gelen bir sonraki kuşağıma bir önceki kuşağın özdeşi olması olanaksızdır. Tarih, insan, toplumsal ilişkiler ve doğa üçlüsünün karşılıklı etkileşim halinde seyreden bir dönüşüm sürecinden başka bir şey değildir. “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların art arda gelişinden başka bir şey değildir, bu bakımdan, her kuşak demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti sürdürür ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir…”
Feuerbach’a yönelik ikinci eleştiriye geçmeden -Feuerbach’ın anladığı türden- yabancılaşmanın ne olduğuna kısaca değinmekte fayda var. Filozofa göre her insanın içinde barındırdığı özsel birtakım özellikleri vardır. İnsanlar bu özelliklerini çeşitli biçimlerde dışlaştırırlar, başka bir deyişle nesneleştirirler. Sonradan bu nesneleşen şeyler insandan bağımsız bir varlık gibi davranır, hatta insana hükmetmeye, onu ezip, onun için ızdırap kaynağı olmaya başlarlar. İşte bu duruma Feuerbach’ın sözlüğünde yabancılaşma, kendine yabancılaşma adı verilir. Feuerbach için, Marx’m söz ettiği kadarıyla, temel yabancılaşma, belki de tek yabancılaşma biçimi, dinsel yabancılaşmadır. İnsan, Tanrı diye bir kavram yaratıp, kendi özsel niteliklerini, örneğin sevgiyi, dışlaştırıp bu kavrama yansıtıyordu. Bu yansıtma bir yüceltme etkinliği olarak gerçekleştiğinden giderek Tanrı kavramının bu nitelikleri en saf, en mükemmel haliyle barındırdığına inanıyordu. Örneğin insandaki sevme potansiyeliyle tanrınınki karşılaştırılamazdı. Hızla yücelen, ama aslında insanın zihinsel ürününden başka bir şey olmayan Tanrı giderek kendine göksel bir krallık kuruyor, buradan insanlara, kendi yücelttikleri kavram karşısında korkmaya, kendilerini sefil ve aciz hissetmeye başlayan bu varlıklara, hükmetmeye başlıyordu. İşte Feuerbach’ın kendine yabancılaşma dediği şey buydu.
Marx ve Engels Feuerbach’ın materyalist insan anlayışını olumlarken yabancılaşma kuramında idealist bir anlayış bulduklarından eleştiriyorlardı. Onlara göre yabancılaşmanın insanın kendi zihninin ürünü olduğunu söylemek filozofu, yabancılaşmanın ancak kişinin kafasındaki yanlış inançların esaslı bir eleştirisini yapıp onları değiştirdikten sonra ortadan kalkacağını savunan genç-Hegelcilerden bir adım bile ileri götürmüyordu. Marx ve Engels’e göre yabancılaşma denilen durumun asıl kökeni toplumsal ilişkilerdi ve filozofun bu yabancılaşmayı kırmanın yollarını bulmak için asıl yapması gereken şey bu ilişkilerin ve çelişkilerin yabancılaşmaya nasıl yol açtığını ve bunların dünyayı değiştirmeyi nasıl olanaklı kıldığını bulup çıkarmaktı. “Feuerbach, dinsel kendine yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel, tasarlanmış dünya, ötekisi gerçek dünya olmak üzere ikileşmesi olgusundan hareket eder. Onun uğraşı dinsel dünyayı cismani temele oturtmaktan ibarettir. Ama bu uğraşı sonuca ulaştırdığında yapılması gereken esas işin hâlâ beklemekte olduğunu görmez. Cismani temelin kendi kendisinden koparak, özerk bir krallık gibi bulutlara yerleşmesi olgusu, ancak bu cismani temelin içsel çekişmesi ve iç çelişkisi ile açıklanabilir. Öyleyse bu da ilkin kendi çelişkisi içinde anlaşılmalı ve ardından bu çelişkinin kaldırılmasıyla pratik içinde devrimcileştirilmelidir. Demek ki, örneğin dünyevi ailenin, kutsal ailenin gizi olduğu bir kez keşfedilince, bu kez de bu birincisinin teorik olarak eleştirilmesi ve pratik olarak alt üst edilmesi gerekir. “
Marx ve Engels tarihsel materyalizmin kuruluşunu yalnız genç-Hegelcilerin ve Feuerbach’ın olumsuzlanması üzerinden gerçekleştirmezler; kendi pozitif öncüllerini de ortaya koyarlar. Marx ve Engels’in ilk iddiası kendi öncüllerinin, çağdaşları olan Alman filozoflarınınki gibi fantastik kurgu ürünü ya da keyfi dogmalar olmadığıdır. Onların öncülleri soyutlamalar sonucu oluşturulmuştur, ampirik ve gerçektir. Burada özellikle gerçek vurgusu ilginç ve yenidir. Marx ve Engels kitap boyunca sürekli tutkulu bir biçimde gerçek insanlardan, gerçek koşullardan ve gerçek ilişkilerden bahsederler. Gerçek burada bir vurgudur; bir ayrımın, idealistlerle tarihsel materyalistleri ayıran çizginin vurgusudur.
Alman İdeolojisi’ndeki belli başlı vurgular şunlardır: 1) Gerçek insanların varlığı. 2) Bu insanların yaşamlarını sürdürebilmek için belli ihtiyaçları olması. 3) Bu ihtiyaçların geçim araçlarının üretimi yoluyla karşılanması. 4) Geçim araçları üretiminin yeni ihtiyaçları ortaya çıkarması ve bunları karşılamak için de yeni geçim araçlarına ihtiyaç duyması. 5) İhtiyaçları gidermek için üretilen geçim araçlarının ve bunların yarattığı yeni ihtiyaçların gerekli üretim miktarını sürekli artırması. 6) Bu üretimin insanların ilk tarihsel eylemi olması ve toplumsal bir nitelik taşıması. 7) Toplumsal nitelikte bir üretimin belli bir toplumsal ilişkiler ağı ve fiziksel örgütlenme biçimi gerektirmesi. 8) Bu örgütlenme biçimlerinin kendiliğinden işbölümüne yol açması.
Yukarıda sıralanan maddeler yeni bir açıklama gerektirmeyecek kadar anlaşılır görülüyor. Ancak üzerinde durulması gereken iki nokta var. Bunlardan birincisi geçim araçlarının üretimiyle insanın tarihselliği arasındaki ilişki; ikincisi ise toplumsal üretimin gerekli kıldığı iş bölümü ve iş bölümünün sonuçları.
“İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler… Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” Yukarıdaki alıntı ileride Marx ve Engels’in eserlerinde daha da net bir biçimde sunulacak olan, insanı insan yapanın üretim süreci ve onun şekillenişi olduğuna ilişkin tezin özünü oluşturuyor. Tarihsel materyalizmin önemli tezlerinden biri yavaş yavaş belirginleşiyor. İnsan olarak adlandırılan canlının tarihi geçim araçlarını üretmesiyle birlikte başlıyor. Tarihi belirleyen, ona yön veren şeyse insanların üretim sürecindeki ilişkilerinin biçimi oluyor. “…İnsanlar arasında, gereksinmelerin ve üretim tarzının koşullandırdığı ve bizzat insanlar kadar eski bir maddi bağlar sisteminin varlığı daha baştan bellidir -öyle bir bağlar sistemi ki, durmaksızın yeni biçimler alır ve insanları gitgide bir araya toplayan herhangi bir siyasal ve dinsel saçmalık henüz mevcut olmadan da, bir ‘tarih’ sunar. ” Marx ve Engels Grundrisse’deki, Kapital’deki üretim tarzlarına ilişkin dayanaklarını hep bu tezden türetirler.

İŞBÖLÜMÜ
İkinci önemli nokta iş bölümüdür. Alman İdeolojisi aslında üretim biçimlerinin ve işbölümünün karşılıklı etkileşimlerinin tarihi olarak da okunabilir. Marx ve Engels üretim süreci içerisinde sürekli iş bölümüne ihtiyaç duyulduğunu belirtirler. Ancak başlangıçta bu işbölümü doğal bir işbölümüdür, sorun sağ kalmak olduğundan mümkün olan maksimum üretim ancak herkesin çalışmasıyla meydana gelir, herkes aşağı yukarı eşit miktarlarda çalışmak zorundadır. İnsanların, sağ kalmalarına yetecek miktardan fazlasını üretmeye başlamalarıyla birlikte gerçek işbölümü ortaya çıkar. İleriki eserlerinde Marx ve Engels bunu sınıflı toplumların ortaya çıkışı diye tanımlamaya başlayacaklardır. Gerçek iş bölümü bir toplumsal grubun çalışmak zorunda kalması, diğer toplumsal grubunsa çalışanların üzerine egemenlik kurarak onları yönetmesiyle başlar. Böylesi bir egemenlik sürecinin oluşmasına Alman İdeolojisi’nde ve Marx ve Engels’in sonraki eserlerinde “kafa ve kol emeğinin ayrılması” adı verilir. Bu ayrışmanın değişik biçimlenmeleri -kafa emeğinin kol emeğinin üretim tarzını yönetmesinin ve onun yarattığı değeri gasp etmesinin değişik durumları- işbölümünün, dolayısıyla üretim biçimlerinin tarihsel olarak sıralanışını meydan getirir. Kafa ve kol emeğinin ayrışmasının en köklü biçimi kentle kırın ayrışmaya başlamasıdır. Bu ayrışma ancak sanayi ve ticaretin tarımdan ayrılıp bağımsız bir faaliyet haline dönüşmesiyle gerçekleşir. Bu büyük ayrışmanın ardından sanayi ve ticari etkinlikler birbirinden ayrışır. Alman İdeolojisi’nde bu ayrışmalar sırasıyla aşiret, antik, feodal, manifaktür ve büyük sanayi olarak sıralanır. Her işbölümü kendisinden önce gelenden daha karmaşıktır ve daha fazla toplumsal grubu üretim ağına katar.
Peki, ama bu işbölümü nasıl gerçekleşmektedir, daha da önemlisi bir işbölümü biçiminden diğerine nasıl geçilmektedir. Bunu anlayabilmek içinse işbölümüyle oluşan toplumsal gruplaşmanın nasıl korunduğunu görebilmek gerekiyor. Nasıl oluyor da bir grup insan, nüfusun çoğunluğunu oluşturanlar, kuzu kuzu çalışmayı kabulleniyorlar? Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde sınıflı toplumların oluşması sırasında kimin kafa emeğini kimin kol emeğini üreteceğinin nasıl belirlendiğini ayrıntılı bir biçimde anlatmıyorlar, bu belirlenmenin nasıl gerçekleştiği ileride Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında işleniyor. Alman İdeolojisi’nde sadece egemen sınıfların kendi varlıklarını nasıl korudukları anlatılıyor. Marx ve Engels bunu anlatabilmek için bilim-ideoloji, özel çıkar-genel çıkar ayrımlarını belirginleştiriyorlar.

İDEOLOJİ
Bireylerin tek tek özel çıkarları vardır, bu çıkarlar genelde bireysel ihtiyaçlarının giderilmesiyle ilişkilidir, ancak bu ihtiyaçların giderilmesi toplumun üretim tarzından bağımsız olmadığı için, toplumun genel ihtiyaçlarının giderilmesinden, başka bir deyişle genel çıkarlardan bağımsız değildirler. Ancak işbölümü gereği toplumsal üretim ve paylaşım biçimini, egemen sınıflar, başka bir deyişle üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutanlar belirlediği için genel çıkarlar da, bu toplumsal sınıfın özel, sınıfsal çıkarları uyarınca belirlenir.
Demek ki egemen sınıfın özel çıkarlarının diğer toplumsal sınıflara, bu çıkarların tüm toplumun genel çıkarları olduğunun yutturulması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirense Marx ve Engels’e göre hâkim sınıfların ideolojisidir. “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da ellerinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadelerinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler onun egemenliğinin fikridirler.”

DEVLET
Ancak kol emeğini üreten sınıfların özel çıkarlarının, genel çıkarlar gereği uygulatılmak istenen işbölümüyle çeliştiği apaçık ortadadır. Çıkarlar çeliştiği zaman, “gerçekliği karanlık odada olduğu gibi baş aşağı çeviren” egemen sınıfın ideolojisinin üretimde bulunan sınıfın bireylerini uyutamayacağı, tarihsel materyalizmin temel önermelerinden biridir. Egemen sınıfın ideolojisinin yapabilecekleri, kafaları bulandırmak ve çelişkileri katlanılır kılmakla sınırlıdır. İş bölümünü sürekli kılmak için doğrudan maddi bir zor aygıtı gerekmektedir, bu aygıtın adı da devlettir. “…Kolektif ve kolektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çarpışan çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı ‘genel’ çıkarın devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve dizginlemesini zorunlu kılar.”
Devlet de egemen sınıfın devletidir. İşbölümü biçimleri, dolayısıyla mülkiyet ilişkileri ve egemen sınıflar değiştikçe devletin müdahale ve egemenlik tarzı da değişmektedir. Devlet toplumsal ilişkilerin sahnelendiği sivil topluma ve oradaki üretim ilişkilerine bağımlı bir biçimde yapılanır. Burada tarihsel materyalizmin Alman idealizmine taban tabana zıt düşen bir önermesi daha ortaya çıkıyor. Alman idealizmine göre devlet aklın cisimleştiği ve sivil toplumun oluşumunu belirleyen kurumdu. Marx ve Engels bu anlayışı tamamen kırıyor ve devleti sivil topluma bağımlı kılıyordu.
Ancak sivil toplumlardaki üretim ilişkilerinin nesnel bir analizi henüz gerçekleşmemiştir. Ortada sadece Marx ve Engels’in okumalarından ve eleştirel bakışlarından oluşmuş bir üretim ilişkileri tarihi vardır. Yine de Marx ve Engels’in bu teziyle birlikte tarih biliminde yerini bir döneme girilmiş devlet ve kahramanlar merkezli bir tarih yazımının yerini toplumsal dinamiklerin birinci dereceden belirleyici olduğu bir tarih yazımı almıştır.
Sonuç olarak Alman İdeolojisi’nde işbölümünün yeniden örgütlenmesinin egemen sınıfların değişimiyle, bu değişimin de ancak bir toplumsal devrimle olanaklı olduğunun belirtildiği söylenebilir. Ancak Alman İdeolojisi özelinde toplumsal devrimlerin genel olarak nasıl gerçekleştiği ayrıntılarıyla belirtilmemiş, yalnızca Komünist Devrim için gereken şartlar vurgulanmıştır. Bu şartlar yazının altıncı bölümünü oluşturacak. Ancak buraya girmeden önce sınıflı toplumlardaki iş bölümüyle yabancılaşma arasındaki ilişkiye değinmek gerekli.

YABANCILAŞMA VE YABANCILAŞMIŞ EMEK
Alman İdeolojisi’nin yazılmasına dek yabancılaşma kuramı filozof Marx’in kuramının merkezi durumundaydı. Marx kapitalizmi kötü buluyordu. Kapitalizm kötüydü çünkü yabancılaşmaya yol açıyordu. Peki, yabancılaşma ne demekti?
Yabancılaşma sözcüğü adı üstünde ‘yabancı’dan türemektedir. Yabancı sözcüğünün anlamı ise bir ilişkiyi gösterir. Kişi eğer bir başka kişiye karşı kendini uzak hissediyorsa biz bu ilişkiyi yabancılık olarak tanımlarız. Yabancılık ilişkisi ille de iki farklı kişi arasında gerçekleşmez; kişiyle bir kavramı kişiyle bir olay hatta kişiyle kendisi arasında bile gerçekleşebilir. Bu ilişkinin yaşandığı süreceyse yabancılaşma denir.
Alman idealistlerinin temel sorunsalı kişinin kendine yabancılaşmasıdır. Kişinin yani insanın birtakım öz nitelikleri vardır. Ama başlangıçta bu özelliklere uzaktır, bunların farkında değildir. Tarihin akışı içerisinde diyalektik bir etkileşim sürecinde kişi çeşitli uğraklardan geçerek bu yabancılaşmadan kurtulur. Örneğin Hegel’e göre dünya felsefeleştiğinde yabancılaşma ortadan kalkacaktır. Bunun içinse Kutsal Tin’in bu dünyadaki cisimleşmiş hali devletin, çeşitli düzenlemelerle kişileri yanlış fikirlerinden vazgeçirmesi gerekir. Genç-Hegelcilerin de yabancılaşma konusuna bakışları farklı değildir, onlar için de yabancılaşma bir bilinç sorunudur. Yabancılaşma din tarafından yaratılır. Din eleştirilip, toplum dinin yanlışlığına ikna edildiğinde yabancılaşma ortadan kalkacaktır.
Marx da 1843 yılında Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi kitabında genç-Hegelcilerle benzer bir görüşü paylaşıyordu. Ancak Marx’ın Hegelci idealizmden diyalektik materyalizme ilerleyen felsefi çalışmalarına baktığımızda yabancılaşmayı ele alış biçiminin de değiştiğini görürüz. Yabancılaşma onun için giderek bir bilinç sorunu olmaktan çıkar ve toplumsal ilişkilerin, üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir soruna dönüşür. Yabancılaşmanın en büyük nedeni yabancılaşmış emektir.
Marx’a göre insanı insan yapan en önemli özellik onun dış dünya üzerinde emek uygulayarak kendisinde var olan özellikleri dışlaştırmasıdır. Emek insanın var oluş biçimidir, yaşamını ortaya koyuş tarzıdır. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte insan, kendi emeğine giderek yabancılaşmaya başlamıştır. İlkel komünal olarak adlandırılan toplumlarda herkes çalışıyordu, hem de en temel ihtiyaçları karşılamak için, böylelikle emek harcayan herkes kendisi için üretiyordu. Ürettiği şeyleri kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabiliyordu. Oysa sınıflı toplumlarda emek harcayanların yarattığı değerler egemen sınıfları zengin etmekten başka bir işe yaramıyordu. Bu büyük sanayinin oluşturduğu yeni düzenle daha da belirginleşti. Kol emeği harcayanlar, üretilen değerlerin giderek daha büyük bir yüzdesini üretmelerine karşın, aldıkları ücret onların sağ kalmasına ve çok fazla sorun çıkarmadan üretim sürecine katılmasına yetecek kadardı. Proletarya, Marx’ın daha sonraki bir eserinde belirttiği gibi artık yaşamının ortaya koyuş tarzı olan emeği çalışma süresinden arta kalan zamanı boyunca yaşamını sürdürebilmek için kapitalistin hizmetine sunuyordu. Proletaryanın emeği artık yabancılaşmış emekti, bu da diğer tüm yabancılaşmaların kaynağıydı.
Marx’a göre yabancılaşmış emeğin en önemli hazırlayıcısı işbölümüydü. İşbölümü karmaşıklaştıkça, üretim ağı giderek daha fazla insanı üretim süreci içerisine sokmaya başladıkça, emeğin yabancılaşması artıyordu, “işbölümünün bize derhal ileri sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, şu halde, ortak çıkar ile özel çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek ki faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insanın kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren bir yabancı güç haline dönüşür. Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır.”
Marx’a göre komünist toplumda bu yabancılaşma kırılacaktır, çünkü toplumsal ilişkiler yeni baştan düzenlenecektir, “…oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiç bir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak olanağını yaratır.” Çünkü komünist toplumda iş bölümü, burjuva anlamdaki çalışma ortadan kaldırılır. “Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet tarzı değişmemiş kalıyordu ve yalnızca bu faaliyetin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim bunun tersine faaliyet tarzına yönelmiştir, çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.”

KOMÜNİST DEVRİM
Görüldüğü gibi yabancılaşmanın ortadan kaldırılması ancak komünist bir devrimle gerçekleştirilebilir. Genç-Hegelcilerin bir kısmının da komünist bir toplum istedikleri belirtilmişti. Neydi Marx ve Engels’in bunlardan farkı? Onlar yabancılaşmayı ve ona yol açan burjuva toplumsal düzeni kötü bir şey, yabancılaşmayı ortadan kaldıracağını savundukları komünizmi ise iyi bir şey olarak görüyorlardı. Marx ve Engels’in kurdukları tarihsel materyalizm tamamen farklı bir kavrayışla yaklaşıyordu soruna. “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.” Komünizm insanların iradi olarak canları isteyince kurabilecekleri bir toplumsal düzen değildir. Komünist devrimin belli şartları vardır. Anlaşıldığı gibi yabancılaşmanın kötü olması komünizmi kötü kılmamaktadır. Marx ve Engels’in yabancılaştırmaya verdikleri rol giderek değişmektedir. Yabancılaşma, proletaryaya, yaşamı kendisine ve onu oluşturan üretim ilişkilerine karşı devrim yapmayı istetecek kadar katlanılmaz kıldığı için, komünist devrim, tarihin zorunlu bir sonucudur.
Yabancılaşmanın yaşamı katlanılmaz kılmasının iki pratik koşulu vardır Marx ve Engels’e göre: Proletaryanın nüfusun ezici çoğunluğu haline gelip varlığının toplumsal “zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale gelmesi” ve üretici güçlerin tarihsel olarak dünya çapında gelişmesi. Marx ve Engels birinci koşul sağlanmadan devrimin gerçekleşemeyeceğini, ikinci koşul sağlanmadan da devrimin gerçekleşse bile başarıya ulaşamayacağını savunur.
İki koşulun da üzerinde durmak gerekli. Marx ve Engels üretici güçler yeterince gelişmeden yapılan bir devrimin insanları zenginlikte eşitlemek yerine fakirlikte eşitleyeceğini savunurlar. “Çünkü bu koşul olmadan, kıtlık genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür. ” Dünya devrimi olmadan komünizmin başarıya ulaşamamasının nedeni Marx ve Engels’e göre burjuva toplumsal ilişkilerinin komünizmi kaçınılmaz olarak boğacak olmasıdır. “Bu koşul olmadığı takdirde 1. komünizm ancak yerel bir olgu olarak varolabilir; 2. karşılıklı ilişki güçleri, evrensel, şu halde, katlanılmaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan koşullar olarak kalırlar: ve 3. karşılıklı ilişki yaygınlaştıkça yerel komünizm ortadan kalkar. (Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘hep birden’ ve eşzamanlı hareketi olarak olanaklıdır, bu da üretici gücün evrensel gelişmesini ve buna bağlı olan dünya ilişkililerini varsayar. “

SONUÇ YERİNE
Alman İdeolojisi’ni önemli kılan şey onda Marx ve Engels’in diğer eserlerinde bu kadar açık olmayan ideolojik hesaplaşmadır. Marx ve Engels bu eserleriyle birlikte Alman idealizmini tarihe gömmüşlerdir. Alman idealizmi gerçi hâlâ kendi varlığını sürdürmeye çalışıp sayfalar dolusu kimsenin okumadığı eserler vermektedir ama Alman İdeolojisi’yle birlikte idealistler Marx ve Engels’in ve onların yapıtlarını okuyan tüm dünya devrimcilerinin ve proletaryasının gözü önünde bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp boş laf üreten gevezelere dönüşmüşlerdir.
Alman İdeolojisi coşkulu bir kopuş ve bir reddediştir. Artık çok uzun bir zaman boyunca, idealist sapmalar Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkinliklerini arttırıp Anti-Dühring’in yazılmasını zorunlu kılıncaya kadar, Marx ve Engels idealistlerin minderine inmemiş onların hayatı baş aşağı gösteren sayfalar dolusu risalelerini ciddiye alıp vakit kaybetmemişlerdir. Marx ve Engels pratikle, insan yaşamının yeniden üretimiyle ilgilenmiş, bilim ve politika yapmışlardır.
Alman İdeolojisi’ni bugün okuyanların kavraması gereken en önemli şeylerden biri egemen ideolojinin egemen dil ve egemen bilim kullanılarak çürütülemeyeceğidir. Çünkü bunlar ancak egemen sınıfın sömürüsünü ve baskısını onaylamaya hizmet eder. Günümüzde kapitalist ideoloji ancak reddedilerek ve karşısına, varoluşu gereği burjuvaların mezarını kazma potansiyelini barındıran bir sınıfın, proletaryanın perspektifiyle üretilen bilimin konulmasıyla çürütülebilir. Sadece bu bilimin ışığı proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımında onu zafere ulaştırabilir. Böyle bir bilim vardır ve yeniden yaratılmasına gerek yoktur; adı tarihsel materyalizmdir. Alman İdeolojisiyle doğmuştur.

Mart 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑