Bugünlerde Fransa’nın ‘solcu’ aydınları, ‘sol’ koalisyon partileri ve komünizmin ölüm fetvasını çoktan vermiş olmalarına rağmen anti-komünist kampanyayı devam ettirmekten bir an bile vazgeçmeyen kara ve bağnaz gericiliğin sözcüleri, tarihi “Tours Kongresi”nin yeniden ve ama bu kez, tersinden gerçekleştirilmesinin gerekliliğini tartışıyorlar. Bugün Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin başında bulunan anti-komünist şarlatanların teori ve eylemde sundukları açık destekle yürütülen bu tartışma esas olarak, devrimci komünizmin bugüne devrolunabilecek bütün mirasını son bir hamleyle ayaklar altına almak gibi ‘global’ bir maksat güden kapsamlı bir tartışmadır ve zaten üzerine (olumlu ve olumsuz) çokça yazılmış olan FKP tarihinin olumlu, devrimci yanlarını yeniden saldırı hedefi durumuna getirmektedir. Biz bu yazıda, FKP’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar izlediği gelişim çizgisi, olumluluklar ve sonraki bozuşmaya kaynak teşkil eden bazı yanlar üzerinde duracağız.
TOURS KONGRESİ: REFORMİZM İLE DEVRİMCİ SOSYALİZMİN AYRIŞMA KONGRESİ
“Tours Kongresi” nedir? Nasıl ve hangi tarihsel koşullarda gerçekleşti? Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından nasıl bir dönüm noktası teşkil etmektedir?
25–30 Aralık 1920 tarihleri arasında Loire Nehri kıyısındaki küçük bir kentte toplanan ve ismini de oradan alan Tours Kongresi, Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından iki bakımdan büyük önem taşıyordu. Bir: Sosyalist işçi hareketi üzerine çökmüş olan burjuva, küçük burjuva sosyalizmine has “cumhuriyetçi sol” gelenekten ilk büyük kopuşun yaşanması ve devrimci proleter sosyalizme yönelme. İki: Bu kopuşun bir neticesi olarak, uluslararası proletarya hareketinin bir kolu, parçası olan Fransız Komünist Partisi’nin kuruluşu ve emperyalist-burjuva baskıya, reformist ihanete rağmen Ekim Devrimi karşısında devrimci bir tutumun alınması. Tours’ta toplanan, Sosyalist Parti’nin kongresiydi, ama tarihe Komünist Parti’nin kuruluş kongresi olarak geçti.
XIX. yüzyılda 1831 Lyon Ayaklanması, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi çağının en büyük ve kapsamlı işçi ve halk isyanlarına damgasını vuran Fransız işçi hareketi, esas olarak sınıf dışı sosyalizm akımlarının, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin yörüngesinden çıkamamış bir hareketti. Dünyanın ilk proleter devrim girişimi olan Paris Komünü, Marksistlerden ziyade (Çalışma ‘Bakanı’ Leo Frankel’in başını çektiği enternasyonalist -Marksist- kanat azınlıktaydı) Blanquici anarşistlerin ve Proudhoncu reformistlerin etkisi altındaydı. Tarihteki ilk proletarya diktatörlüğü girişimini olumsuz yönde etkileyen bu durumun nedenleri geçmişe dayanıyordu. 1789 Fransız İhtilali, kıta ve dünya çapında yankı yaratan ve yeni bir devir (burjuva devrimleri devri) başlatan büyük çaplı toplumsal bir hareketti. Başka hiçbir yerde olmadığı kadar derin ve devrimci bir tarzda gerçekleşen burjuva cumhuriyeti, feodal gericiliğin ve aristokrasinin karşısında ileri ve gelişmekte olanı temsil ettiği için, kendinden sonraki bütün toplumsal hareketleri etkileyen bir özellik taşımaktaydı. Bu, sadece aydın tabakalarla sınırlı olmayan, işçi sınıfı hareketine de damgasını vuran bir etkiydi. Blanqui’den Proudhon’a; Marksizm’i Fransa’ya taşıma onuruna sahip Guesde ve Lafargue’dan Jaures’e kadar, Fransız sosyalist hareketinin bütün liderlerinin ve fraksiyonlarının ufku burjuva cumhuriyeti ile bulanmış durumda idi. Fransız işçi hareketinde egemen olan reformist ve anarko-sendikalist eğilimler aynı ideolojik-politik kaynaktan beslenmekteydi: a) Proletaryayı liberal burjuvazinin eklentisi ve destekçisi olarak görmek, proletarya hareketini burjuva iktidarının sağlamlaştırılmasının dolgu maddesi olarak ele almaktan öteye geçememek, b) Fransa’nın dünyaya demokrasi ve medeniyet taşımak gibi tarihi bir misyon üstlendiğine dair inanç. Bu da sonuçta, kendi emperyalizmine, Fransız sömürgeciliğine destek ve pratikte sosyal-şoven tutum anlamına gelmekteydi. Fransa’da oportünizmin tarihsel köklerini teşkil eden bu iki anlayış, bütün XIX. yüzyıl ve hatta XX. yüzyıl boyunca da egemen olarak kaldı. 1880’lerde ilk sosyalist parti kurulduğunda da, 1910’lardan sonra emperyalist savaş gelip kapıya dayandığında da partinin tutumuna damgasını vuran asıl yaklaşım buydu. Yani, ‘cumhuriyet’ biçimini alanı da dâhil olmak üzere, burjuva diktatörlüğünün kökten hedeflenmesine cüret edilmemesi.
1920’ye gelindiğinde bir tarafta oportünizm, parlamentarizm, legalizm, pasifizm ve sosyal-şovenizmle malul II. Enternasyonal çizgisine ve Fransız sosyalist hareketinin onunla örtüşen zaaflarına yapışıp kalmak ve tortulaşmak; öte tarafta ise, Ekim Devrimi’yle işçi sınıfını iktidara taşımış Bolşevik Parti’nin yanında ve proleter sosyalizmin saflarında yerini almak gibi, ikili bir tercih zorunluydu. Uluslararası proletaryanın ve kendi tarihinin devrimci mirasına ve kazanımlarına bağlananlar III. Enternasyonal’in (Komintern) yanında saf tuttular. Birinci savaştaki sosyal-şoven ve oportünist politikaya bağlı kalanlar ve emekçilerin omuzlarına basarak burjuva diktatörlüğünün kurumlarında uygun bir yer kapmak haricinde bir emeli olmayanlar ise, Leon Blum önderliğinde birleşerek ‘eski kale’yi korumaya karar verdiler. Böylece, eski Sosyalist Parti içerisindeki reformist akım, SFIO (İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu) olarak örgütlenirken, devrimci akım, SFIC (Komünist Enternasyonal Fransa Seksiyonu) olarak yepyeni bir yola giriyordu.
Şimdi yaklaşık seksen yıl sonra, komünizmin uluslararası planda aldığı geçici yenilgi ve (esas olarak içten) yediği darbeler bahane edilerek, Tours Kongresi’nin yenilenmesi talep ediliyor. Çünkü Blum’un bugünkü devamcılarına göre, Bolşevizm ve onun Fransa’daki temsilcisi SFIC, sosyalist hareketten bir sapma idi ve yaşanan olaylar bunu ispatlamıştır! Böyle olmadığını ispatlamak; insanlık tarihinin ileriye doğru gidişini, sınıfsız ve sömürüşüz, özgür bir dünyanın kurulması idealini yitirmemiş ve dünyanın gidişatını soğukkanlı, bilimsel bir temelde irdeleyen herkes için pek zor olmayan bir iştir. Tarihi bir kenara bırakıp, bugünün olaylarına ve gelişme eğrisine bakmak bile buna yeter. Ama burada bizim konumuz başka: Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Tours Kongresi’nden sonra ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumunu, taktiklerini ve onu sonradan 1920’deki oportünist, sınıf işbirlikçi köklerine döndüren zaaflarını, gelişim sürecini belirli yönleriyle incelemek…
ANLAYIŞ VE ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİ BİR GÜNDE DEĞİŞMEDİ
Tours kongresinin ana tartışma konusu ve devrimci kopuşu mümkün kılan sorun, “Komünist Enternasyonal’in 21 şartı”nın kabul edilip edilmemesi meselesiydi. Komintern’e üye olarak kabul edilmenin ön koşulu olan “21 şart” esasta, ‘yeni tipte bir işçi partisi’nin kurulmasına girişmenin önkoşuluydu. Ama bir kongre oylamasında çoğunluğu sağlamak, partinin eski zaaflarından tümüyle arınmış, yeni tipte bir işçi partisine dönüştüğü anlamına gelmiyordu. (Temmuz 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal II. Kongresi’ne Lenin ve Komintern Yürütme Komitesi tarafından önce 19 koşul içeren belge sunulur. Bunların, başta Fransızlar olmak üzere çeşitli ülkelerin eski oportünistleri ve kararsız unsurlar tarafından kabul edilmesi üzerine, iki madde daha eklenir: Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin önemli resmi belgelerinin partilerin yayın organlarında yayınlanması (18. şart) ve Komünist Enternasyonal tarafından onaylanan tez ve koşulları reddeden üyelerin partiden atılması (21. şart).)
Fransız Komünist Partisi’nin 1920’lerden, 1950’lerin sonunda sınıf işbirlikçi, reformist-burjuva bir partiye dönüşmesine kadar süren yaklaşık 40 yıllık tarihi, ayni zamanda parti içerisinde sürdürülen sınıf mücadelesinin de tarihidir. Her adımda, devrimci olanı, proleter sosyalizmini savunan ve proletarya devrimini hazırlama bilinciyle hareket eden unsurlar bulunduğu gibi, geçmişi, oportünizmi, şovenizmi temsil eden ve tutumlarıyla partiyi hep geriye çekmeye çalışan ayak bağları da bulunmaya devam etti. Parti yönetiminin önemli dönemeç noktalarında yalpaladığı ve fırsat bulduğu her anda kahrolası ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ dönüş eğilimleri taşıdığı görüldü. Fransa’daki gelişmelerle yakından ilgilenen Lenin, partideki dönüşümün zorluklarıyla ilgili olarak şunları yazıyordu: “Az çok devrimci renklere boyanmış ama gerçekte reformist, parlamenter, eski tipten bir Avrupa partisini, hakikaten devrimci ve komünist, yeni tipten bir partiye dönüştürmek oldukça çetin bir iştir. Fransa örneği, bu zorluğu en çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.” (Lenin, Bir Yayıncının Notları)
II. Enternasyonalci oportünistlerle örgütsel planda bir kopuşma, Tours Kongresi’nden itibaren gerçekleşmesine karşın ideolojik, politik ve hatta partinin dayandığı örgütsel temel ve örgüt şeması bakımından ayrışma, uzun yıllara yayılan bir süreci gerektirdi. (Kaldı ki bu bile, Komünist Enternasyonal’in günlük yardım ve müdahaleleriyle mümkün olmuştur. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) Tours Kongresi’ni çok yakından izlemiş ve etkilemeye çalışmıştır. Komintern temsilcisi olarak Clara Zetkin’in bizzat katıldığı ve belirleyici önemde bir konuşma yaptığı bu kongreye, KEYK adına Zinovyev, bir telgraf çekmişti. Kongrede de okunan telgrafta şunlar söyleniyordu: “Sevgili yoldaşlar, Fransa’nın bilinçli işçilerinin çoğunluğunun reformistlerle utanç verici bir uzlaşmayı kabul etmeyeceklerine, reformist ve yarı-reformist unsurlardan arınmış tek ve kuvvetli bir komünist partisini Tours Kongresi’nde kuracaklarına içten inanıyoruz. Kongrenizi bu duygularla selamlıyor ve çalışmalarında başarılar diliyoruz.”) Partinin en sağlam ve tutarlı tutum takındığı dönemlerde bile, bahsedilen zaaflar şu veya bu şekilde yeniden tezahür etti. Örneğin, partide sağ, sol, orta vb. kanatların varlığına son vermek ve çok ‘renkli’ değil de, tek bir önderlik altında birleşmiş, disiplinli devrimci bir parti yaratmak kolay olmadı. Eski Sosyalist Parti’nin parlamentarist politikasına uygun olarak ve seçimleri temel alan, bölge esasına göre örgütlenmeden, fabrikaları ve üretim birimlerini esas alan ihtilalci bir devrim partisi örgütlenmesine geçmek, alışkanlıklara ve yeni engellere karşı kararlı ve sabırlı bir mücadeleyi zorunlu kıldı. İşçi partisinin yönetimini sınıf dışından gelen aydınlara terk etme geleneğini kırmak ve işlerin yönetimini sınıfın saflarından yetişen önder komünistlere devretmek, partide sağlam bir önderler grubu yaratmak kolay olmadı ve her adımda küçük burjuva unsurlar tarafından baltalandı. Burnu Kaf dağında dolaşan Fransız sosyalist aydınlarının Ekim Devrimi’ne ve Komintern’de Bolşevik Parti önderliğine karşı çıkışlarının temelinde de, işçileri ve geri ülkelerin komünistlerini (daha doğrusu, nerede olursa olsun ‘alt tabaka’dan gelenleri) küçümseyen, hor gören yaklaşımları vardı. Alt tabakaları kurtarmaya soyunan, ama onların, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarından da vebadan korkar gibi korkan aydınlar!
Bütün bunlar, partinin ilerlemesini frenleyen gelişmelerdi ve sadece parti dışındaki olgularla veya parti içerisindeki oportünist unsurların direnişiyle de açıklanamazdı. Fransız partisindeki gelişme ile ilgili olarak Komintern, şu tespiti yapıyordu: “Fransa partimizin parlamenter sosyalizmden, devrimci komünizme doğru evrilmesi süreci, sadece nesnel koşullarla açıklanamayacak denli aşırı yavaş gerçekleşiyor.” (Komintern IV. Kongresi’nde ‘Fransız Sorunu Üzerine Karar’, Aralık 1922)
1920’li yıllar, bütün komünist partilerde ve başta FKP olmak üzere özellikle de Batı Avrupa partilerinde ‘Bolşevikleşme’ doğrultusunda çaba sarf edilen ve adım atılan yıllardır. ‘Bolşevikleşme’, sosyal demokrasiden henüz kopmuş genç komünist partilerin arınma ve gelişmelerinin vazgeçilmez anahtarıydı. II. Enternasyonal oportünizminin ve sınıf işbirlikçiliğinin ağır yüklerinden kurtulmak, krizini nispeten aşarak ‘istikrar’ dönemine giren uluslararası kapitalizme karşı sınıfın ileri öğeleriyle ve emekçi kitlelerle birleşmek ve onların en önde gelen sağlam unsurlarını partilerin yönetim kademelerine taşıyarak proleter devrimini yeni ve sağlam temellerde hazırlamanın, kanıtlanmış biricik yoluydu. Stalin bu yıllarda, ‘Bolşevikleşme’yi şöyle açıklıyor:
“Bolşevikleşmeyi gerçekleştirmek için, onlar olmadan genelde komünist partilerini Bolşevikleştirmenin olanaksız olduğu en azından bazı temel ön şartları yaratmak zorunludur.
Parti, özellikle de onun önder unsurları, devrimci pratikle kopmaz bağlarla bağlı olan Marksizm’in devrimci teorisini tamamıyla özümlemelidir. Parti, şiarları ve direktifleri, ezberlenmiş formüller ve tarihi paraleller temelinde değil, devrimci hareketin ülke içindeki ve uluslararası alandaki somut koşullarının titiz bir tahlili sonucu ortaya çıkarmak zorundadır. Bu yapılırken, tüm ülkelerin devrimlerinin deneyimleri mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Parti bu şiarların ve direktiflerin doğruluğunu, kitlelerin devrimci mücadelesinin ateşinde sınamalıdır. (…) Parti, çalışmalarında, uzlaşmaz bir devrimci tavrı (Bu devrimci maceracılıkla karıştırılmasın!) maksimum esneklik ve manevra yeteneğiyle (Bu, uyum siyasetiyle karıştırılmasın!) birleştirmeyi başarmak zorundadır. Çünkü bu şart sağlanmadan tüm mücadele ve örgüt biçimlerinde ustalaşmak, proletaryanın günlük çıkarlarını proleter devrimin temel çıkarlarıyla birleştirmek ve çalışmalarında legal ve illegal mücadeleyi birleştirmek parti için olanaksızdır. (…) Parti, devrimci proletaryanın çabalarının gerçek temsilcileri olacak kadar özverili ve Leninizm’in strateji ve taktiğini uygulayabilecek yeteneğe sahip proleter devrimin gerçek önderleri olabilecek kadar deneyime sahip olan ileri savaşçıların en iyi unsurlarını esas yönetici gruba almayı bilmek zorundadır. (…) Parti, maksimum birlikteliğe ulaşmayı bir hedef olarak göz önünde bulundurarak, örgütlerinin bileşimini sistemli bir biçimde iyileştirmek ve saflarını bozguncu oportünist unsurlardan temizlemek zorundadır. (…) Bu ve benzer koşullar olmadan, Bolşevikleşme boş bir laftır.” (Stalin Eserler, cilt 7)
FRANSIZ KOMÜNİST PARTİSİ’NDE BOLŞEVİKLEŞME
FKP’de Bolşevikleşme tümüyle boş bir laf olarak kalmadı. Devrimci adımlar da atıldı ve bu yolda ilerlendikçe parti gelişip güçlendi ve sınıfın bağrında kök saldı. Bolşevikleşme, partiyi devrimci bir tarzda inşa etmenin reformizmle bağları her bakımdan koparmanın tek yoluydu. Fransa’da Bolşevikleşme, FKP’nin bütün çalışmayı işçi sınıfına yönlendirmesi, fabrika hücrelerinin kurulması ve proleter kökenli militanların her düzeyde yönetici kademelere getirilmesini sağladı. Bu, sadece seçimler gözetilerek oluşturulan bölgesel örgütlenme geleneğiyle ve parti aygıtında aydınların ve milletvekillerinin ağırlığı gibi sosyal demokrat bir gelenekle esaslı bir kopuş anlamına geliyordu. Bolşevikleşme süreci aynı zamanda, “sınıfa karşı sınıf” taktiğiyle birlikte, oportünizmin Fransa’daki köklerine ilk defa darbe vurdu. Proletaryanın burjuva ve küçük burjuva demokrasisine bağlanması, onun tarafından yedeklenmesi anlamına gelen ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ vurulmuş kuvvetli bir darbeydi bu. Sınıfa karşı sınıf taktiği, iki ayrı kampı belirginleştiriyordu: Bir tarafta FKP’nin başını çektiği toplumsal kurtuluş kampı, öte tarafta ise, sağ ve ‘sol’ kanatlarıyla burjuva kampı. Ve sosyalistlerin etkinliği altındaki işçi kitlelerini tek işçi cephesinde birleştirme görevini koyuyordu. Bolşevikleşme, partiyi uzun yıllar boyunca yönetecek yeni bir yönetici çekirdeğin ortaya çıkmasına olanak sağlıyordu.
Parti, bir yandan kendi iç yaşantısını devrimcileştirir ve arınırken, öte yandan sınıfın günlük ve acil talepleri için mücadelesini destekliyor ve pratik mücadele içerisinde güç biriktiriyordu. Başka şeylerin yanı sıra 8 saatlik işgünü, işsizlik ve sağlık sigortası, vergilere, savaş vergilerine ve hayat pahalılığına karşı mücadele; sınıfın çoğunluğunu kazanmak ve proleter devrimini hazırlamak için, zorunlu önkoşullardı.
Parti bütün bu mücadelelerde sınıfın yanında ve eyleminin başında yer alarak, hem proletarya saflarında reformist, sosyal demokrat ve küçük burjuva görüşlere karşı daha etkili mücadele ediyor hem de burjuva diktatörlüğüne karşı nihai çatışma ve zaferin kaldırım taşlarını döşüyordu. 1921’de Fas’ın, Fransız ve İspanyol orduları tarafından işgaline karşı halkların kardeşleşmesi yönünde takınılan devrimci tutum, başlarında Fransa’nın bulunduğu emperyalist orduların 1923 yılında Ruhr havzasını işgal etmeleri karşısında takınılan enternasyonalist tutum. Halk, Cephesi hükümetinin kurulması ve faşizmin önünün (birkaç yıl için de olsa) kesilmesi, İspanya İç Savaşı’nda İspanyol komünistleri ve cumhuriyetçilerin saflarında kahramanca çarpışmaya katılmış olmak, Münih İttifakı’nın gerici-emperyalist içyüzünün enerjik bir tarzda teşhir edilmesi, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sonrasında burjuvazinin bütün saldırı ve iftiralarına ve korkak küçük burjuva aydınların kaçışma rağmen direngen-devrimci bir tutum takınılması ve nihayet Nazi işgalcilerine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçilerek yürütülen ve on binlerce komünistin hayatına mal olan cesaretli kahramanca mücadele vb. FKP’nin kuruluşundan, 1944’lere kadar yaşadığı ve hem kendisi hem de uluslararası komünist işçi hareketi için yüz akı olan dönemeç noktalarıdır. (Fransız Komünist Partisi, sosyal demokrat Blum hükümetinin ‘müdahale etmeme’ tutumuna şiddetle karşı koydu ve direnen İspanya’nın yardımına koştu. İspanya İç Savaşı’na 8500 kadar Fransız gönüllü katıldı. Bunlardan 3000’i Franco faşizmine karşı mücadelede şehit düştüler. Hemen hemen bütün uluslararası gönüllü savaşçılar Fransa üzerinden İspanya’ya geçtiler ve bu geçişleri de FKP örgütledi.)
FKP’nin daha sonraki dönemde uzlaşmacı-reformist ve giderek de ‘Avrupa komünisti’ bir partiye dönüşmesine kaynaklık eden ve daha o dönemde açığa çıkan zaaflarına değinmeden önce, partinin temsil ettiği güç ve somut durumu hakkında bazı kısa bilgiler vermekte yarar var.
Fransız proletaryasının devrimci mirasına ve olumlu tecrübelerine yaslanan parti, işçi sınıfının günlük acil ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesinin içinde ve başında yer alarak, haklı bir saygınlık elde etmiş ve 1930’lu yıllara gelindiğinde emekçi sınıflar içinde otoritesi tartışılmaz bir konuma yükselmişti. Gericiliğin giderek tırmanışa geçtiği ve faşizm tehlikesinin bütün Avrupa’yı sardığı koşullarda Fransız Komünist Partisi, saflarında yüz binlerce işçiyi örgütlemiş ve iktidara yürüyen bir parti idi. ‘Birleşik cephe’ politikasına uygun olarak geliştirilen taktikler meyvesini vermiş ve parti 1936 seçimlerinden sonra kurulan Halk Cephesi hükümetinin oluşumunda etkin rol oynamıştı. FKP 36 seçimlerinde 1 milyon 800 bin oy alarak, kullanılan oyların % 15,2’sini elde etmiş ve parlamentoda 72 sandalye kazanmıştı.
Parti, Ekim 1939’da yasaklanmasına, seçilmiş militanlarının tümü görevden alınmalarına, hapse atılmalarına ve Hitler işbirlikçisi Vichy hükümeti tarafından ağır hapis cezalarına çarptırılmalarına rağmen, bu dönem boyunca hep gelişmeye devam etti. Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı vesilesiyle burjuvazinin başlattığı ideolojik -ve fiziksel- saldırıya göğüs geremeyerek kaçan bir kısım ‘aydınların sebep oldukları dağınıklık, parti militanlarının faşizme karşı mücadelede gösterdikleri kahramanlıklar sayesinde kısa bir süre içerisinde giderilebildi.
FKP, yaklaşık dört yıl süren Nazı işgali ne karşı ülke içinde sürekli ve istikrarlı bir savaş yürüten tek örgütlü güç oldu. İngilizlerin kanadı altına sığınarak karargâhını Londra’da kuran De Gaulle önderliğindeki küçük bir fraksiyonu haricinde burjuvazi, geleneksel teslimiyetçi tarihine sadık kaldı. 1870’te Prusya ordularıyla kendi halkına karşı işbirliği yaptığı gibi, bu kez de Hitler orduları önünde diz çökmüştü. Bu tutum, Fransız emperyalizminin 1918’den itibaren benimsediği sosyalizm (Sovyetler Birliği) düşmanı politikaya da uygun düşmekteydi. Nitekim Fransız burjuvazisi 1930’da Halk Cephesi hükümetinin kuruluşundan itibaren tercihini açıkça faşizmden yana yapmış ve ona uygun bir pratik içerisinde olmuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırması için her yolla teşvik ettiği Nazi Almanyası’nın, cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere önce Fransa’ya saldırması karşısında korkuyla karışık kabadayılık gösterisinde bulunduysa da, esas olarak işbirlikçi bir politika izledi.
Burjuvazinin, ‘vatan’ı gönüllü olarak Nazilere terk ettiği koşullarda işçi sınıfının ve ezilenlerin partisi olarak FKP, cesaretli bir direniş hareketi yürütüyordu. Savaşta 8 tanesi Merkez Komite üyesi olmak üzere tam 350 bin komünist kurşunlanarak, giyotine çekilerek, işkence-hanelerde ya da çatışma alanlarında şehit düştü. Savaş bittiğinde, işgal sırasında yürüttüğü kararlı mücadelenin kendisine sağladığı haklı saygınlık ve otoriteye sahip olan FKP, milyonlarca işçi ve emekçiyi seferber edebilecek güce ulaşmıştı. Ekim 1945’te yapılan seçimlerde, kullanılan oyların % 25’ini (5 milyon oy) toplayan parti, parlamentoda 160 milletvekili ile temsil ediliyordu. Bir yıl sonra Kasım 1946 seçimlerinde ise, oyların % 29’unu (5 milyon 578 bin oy) topluyor ve meclisteki sandalye sayısını 184’e çıkarıyordu. Fransız parlamentosuna ilk defa, 25’i metal, 11’i demiryolu ve 5’i maden işçisi olmak üzere toplam 61 tane işçi milletvekili girmişti, geriye kalan komünist milletvekillerinin önemli bir kısmı da emekçi sınıflardan gelenlerdi.
Partinin etkinliğinin ve güç kazanmasının tek göstergesi kuşkusuz ki, sadece seçimlerde elde ettiği oy oranı değildi. Üye sayısı, basınının yaygınlığı, sendikalar başta gelmek üzere kitle örgütlerindeki mevzileri, sınıf içerisindeki örgütlenmesi, çağrılarının yankı bulması vb. bütün göstergeler, partinin tartışılmaz otoritesinin ve geçmişle kıyaslanmayacak denli geliştiğinin işaretleriydi. FKP’nin 1939’da yaklaşık 300 bin olan üye sayısı, Temmuz ’45’te 825 bine ulaşmıştı. (Savaş yıllarında 350 bin komünistin hayatını kaybettiği unutulmasın) 825 bin üye, 2.744 bölge örgütünde ve 26.555 hücrede örgütlenmişti. Bunların 6.216’sı fabrika hücreleridir. Bir yıl sonra (Aralık ’46’da), hücrelerin sayısı 36.283’e, fabrika hücrelerinin sayısı da 8.363’e yükselmişti, 6 milyon üyeli CGT (Genel İş Konfederasyon), tepeden tabana kadar Komünist Partisi’nin politik ve örgütsel denetimi altındaydı.
Temmuz 1945’te yapılan FKP 10. Kongresi’nin raporlarına göre parti basınının durumu da şöyledir: Merkez yayın organı günlük ‘Humanite’ gazetesi 514 bin satıyordu. (Bunun 364 bini elden, militan satışlardır) Lille, Lyon ve Marsilya’da basılan günlük bölgesel gazetelerin tirajı ise 450 bini buluyordu. Yani günlük komünist basının tirajı yaklaşık 1 milyon civarında idi. Bunun yanı sıra çok sayıda haftalık, on beş günlük ve aylık dergi yayınlanıyordu. Haftalık delgilerden, köylülere yönelik olarak çıkarılan ‘Terre’ (Toprak) 300 bin satıyordu. (Aynı derginin 1938’deki tirajı 30 bindir) Aylık teorik yayın organı ‘Cahiers du Communisme’ (Komünizm Defterleri) 53 bin adet dağıtılıyordu.
Parti bu etkinlik ve gücünü, işçi sının ve emekçilerin günlük ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesine katılarak, Nazi işgaline ve faşizme karşı kan akıtıp dişe diş mücadele ederek ve bütün bu süreç boyunca istikrarlı-örgütlü tek güç olarak varlığını ortaya koyarak elde etmişti.
Ama parti bütün bu dönem boyunca, daha sonraki reformist uzlaşmacı savrulmasına da kaynaklık eden bazı önemli zaaflardan hiçbir zaman sıyrılamadı. Yaşanan toplumsal değişimlerin ve güç ilişkilerindeki oynamaların zamanında tespit edilmesi ve gerekli taktik değişikliklerin süratle gerçekleştirilmesi konusunda hep zorluklarla karşılaşıldı. FKP her seferinde, Komintern’in müdahale ve yardımlarına ihtiyaç duyan bir parti olarak kaldı. Thorez, 1931’de Komünist Enternasyonal XI. Plenumu’nda şu itirafta bulunuyordu: “FKP, oportünist pasifizmin ve sosyal demokrasinin henüz alt edilememiş mirasının ve örgüt sorununu küçümseyen anarko-sendikalist sekter ruh halinin kurbanı olmaya devam ediyor.” Buna, önemli dönemeçlerde sınıf bakış açısından uzaklaşarak ‘Fransız ulusunun birliği’, ‘büyük Fransa’nın tarihi misyonu’ gibi savrulmaları, sömürgeler sorununda bir türlü devrimci ve enternasyonalist bir bakış açısının tutturulamamasını, işçilerin ve emekçilerin tabandan birliği yerine Sosyalist Parti yöneticileriyle üst düzeyde görüşme ve pazarlıkların tercih edilmesini ve her şeyden önemlisi de, ikinci savaşın hemen öncesinde kendi burjuvazisi ile araya kalın bir çizgi çekmemenin örneği olarak izlenen ‘ulusal savunma’ taktiğini eklersek; Nazi işgaline karşı mücadeleyi işçiler, halk ve komünistler yürütmüş olmasına rağmen, De Gaulle’cü burjuva kliğin nasıl olup da iktidara oturduğunu anlamak daha kolay olur.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNGÜNÜNDE PARTİ
Daha savaşın başlangıcında Eylül 1939’da partinin öne sürdüğü ‘ulusal savunma’ çizgisi, bu zaafların tipik bir göstergesi ve sonraki birçok yalpalamanın da kalkış noktasıydı. FKP’nin, ‘ulusal savunmaya destek’ politikasını öne sürdüğü dönemin özelliklerine kısaca değinmek gerekir: Ekim Devrimi’nden itibaren dünya gericiliğinin ve özellikle de İngiliz-Fransız emperyalizminin, kuşatma, savaş, işgal, sabotaj vb. her yola başvurarak sosyalist Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve proleter devrimini doğduğu topraklarda boğmak istediği biliniyor. Hitler’in, Mussolini’nin iktidara yükselişleri de tekelci burjuvazi ve tröstler tarafından finanse ve organize edildi. Hitler, kapitalist dünyanın koçbaşı olarak Sovyetler Birliği’ne karşı beslendi ve kışkırtıldı. Ama öte yandan, birinci savaştan sonra Versailles Anlaşması ile köleliğe mahkûm edilen Alman emperyalizmi ile İngiliz-Fransız emperyalizmi arasındaki çatışma da keskinleşmekteydi. Yeniden palazlanan Alman emperyalizmi, İngiliz-Fransız ittifakına hizmet etmektense, Avrupa ve dünya hegemonyasını tek başına elde etmek için, önce cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere Fransa’ya saldırdı. Ardından da Sovyetler Birliği’ne yönelecekti.
Fransız burjuvazisi ise 1936’dan itibaren açıkça faşizmin kampında yer almış, Halk Cephesi hükümetini baltalamak için her yola başvurmuş ve İspanya’da Franco’yu desteklemişti. Diğer ‘demokratik’ devletlerle birlikte Hitler Almanyası’nın yanında ‘Münih İttifakı’nda yer almış, Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgaline yeşil ışık yakarak Hitler’i Sovyetlere saldırtmak için kışkırtıcılık yapmış ve Sovyetler Birliği’nin, faşizmi durdurmak için önerdiği bütün işbirliği çağrılarına olumsuz yanıt vermişti. İşte Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı, 23 Ağustos 1939’da bu koşullarda imzalandı. ‘Demokratik devletler’i şaşkına uğratan bu pakt, Stalin’in ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin, biraz zaman kazanmak ve emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmak üzere, İngiliz-Fransız ve Amerikan emperyalistlerine vermiş olduğu son derece meşru ve isabetli bir yanıttı.
Bunun üzerine, o zamana kadar Hitler faşizmini Sovyetler üzerine yöneltmek için çaba sarf etmiş olan Fransız burjuvazisi, Almanya’ya savaş (!) açtığını ilan etti. Gerçekte ise, faşizme karşı savaş açılmış değildi (Sonradan tarihçiler Fransa’nın bu savaşını ‘drole de guerre’ -gülünç bir savaş- diye nitelendireceklerdi). Amaç, Hitler faşizmine asli görevlerini (SB’ye saldırı) hatırlatmak ve çok ileri gitmemesi doğrultusunda uyarmaktı. Ve bu, emperyalistler arasındaki gerici-haksız dalaşmanın bir devamından başka bir şey değildi. Zira savaşın karakteri henüz değişmemiş, gerici-emperyalist bir içerik taşımaya devam etmekteydi. II. Dünya savaşı, genel olarak ve Fransa açısından da hep aynı karakterli bir savaş değildi. İki ayrı döneme ayırmak gerekiyor: a)- Emperyalistler arası haksız bir savaş (1939–41 Haziran arası dönem) b)- Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nin Naziler tarafından işgalinden itibaren anti-faşist kurtuluş savaşı. Fransa’da ise Hitler ordularının ülkeyi işgalinden -Mayıs-Haziran 1940- itibaren anti-faşist ulusal bağımsızlık savaşı niteliğine bürünmüştür. (Hitler orduları Fransa’ya Mayıs 1940’ta girdiler. Çok kısa süreli bir savaş ve bozgunun ardından 25 Haziran 1940’ta teslimiyet anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Fransa topraklan, tamamen Alman denetimindeki Vichy hükümetinin idare ettiği ‘özgür bölge’ ve fiilen Almanların ve İtalyanların denetimindeki ‘işgal bölgeleri’ şeklinde ikiye bölündü. Birinci Dünya Savaşı’nın Verdim kahramanı Mareşal Petain’in yönetimindeki Vichy hükümeti, Nazi idaresinin Fransa’daki kolu ve Hitler’in basit bir oyuncağı olmaktan öte bir rol oynamadı. Burjuvazinin tümüyle teslimiyet bayrağını çektiği bu koşullarda, proletarya, hem işgalci Mitler ordularına ve hem de işbirlikçi faşist Vichy idaresine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçmek durumundaydı.)
1939 Ağustos-Eylül aylarında henüz böyle bir durum söz konusu değildi. Yukarıda belirtilen kaygı ve amaçlarla Fransa, Almanya’ya ‘savaş’ ilan ettiğinde komünistler, ‘ulusal savunma’ adına bu gerici-haksız dalaşmayı destekleyemezlerdi. “Emperyalist savaşta vatan savunması bir palavradan ibaret” (Lenin) olmasına karşın FKP, kendi burjuvazisini destekleme tutumu takınarak II. Enternasyonal’in oportünist-şoven ruhunu yeniden canlandırıyordu. FKP parlamento grubunun 25 Ağustos 1939’da-ki basın açıklamasında şunlar söyleniyordu: “Fransız Komünist Partisi parlamento grubu, ulusal sınırlarımızı korumak üzere hükümetin aldığı önlemleri desteklemektedir.” FKP yöneticilerinden Gabriel Peri aynı günlerde parlamento dışişleri komisyonunda yaptığı konuşmada, “Fransız komünistleri hiç tereddüt etmeden ulusal savunmaya katılacaklardır” diyordu. Parlamento grubu 2 Eylül 1939’da savaş kredileri lehine oy kullanıyor ve Fransız burjuvazisine emperyalist kasaplık görevinde destek sunuyordu. Aralarında Parti Genel Sekreteri Maurice Thorez’in de bulunduğu 22 komünist milletvekili de gönüllü olarak askere gidiyordu.
FKP bu kutsal birlik çağrılarını yapar ve gereklerini yerine getirirken, burjuvazi Hitler Almanyası’na karşı değil, komünistlere ve işçi sınıfına karşı sınıf savaşı yürütmekten asla vazgeçmiyordu. Almanya’ya karşı savaş şöyle dursun, onu Sovyetlere saldırtmak için manevralarına devam ediyordu. Ordunun bazı birlikleri faşistlere yardım için Finlandiya’ya gönderilirken, general Weygand da Suriye’de, Sovyetler Birliği’nin muhtemel yenilgisi durumunda Bakû petrol bölgesini yağmalama planları yapıyordu. FKP’nin birlik çağrılarına burjuvazinin yanıtı sert oldu. Ağustos ve Eylül ayı boyunca ‘Humanite”ve ‘Ce Soir’ gibi günlük yayınlar da dâhil olmak üzere komünist gazeteler yasaklandı. Ekim ayı başında Komünist Parti örgütü yasaklanıyor, parlamenterler tutuklanıyor, basın dağıtılıyor ve yüzlerce militan hapse atılıyordu. Komünistlere karşı sürek avı başlatılıyor ve zamanın başbakanı Daladier şunları söylüyordu: “Bolşevizm’le Nazizm arasındaki fark, veba ile kolera arasındaki kadardır.”
FKP’nin ‘ulusal savunmayı destekleme’ politikası, burjuvazinin şiddetiyle geçersiz kalmasının ötesinde Komintern tarafından da sert bir dille eleştirildi. Burada asıl eleştiri konusu “kendi burjuvazisinin peşine takılmak”tır ve taktik herhangi bir konuda yöneltilmiş bir eleştiriden farklı bir içerik taşımaktadır. Ekim 1939’da Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu tarafından yapılan tahlilde savaşın karakteri ve ‘ulusal savunma’ çağrıları için şunlar söyleniyor: “Bu savaş, kapitalizm kampındaki uzun yıllara yaydan emperyalist rekabetin bir devamıdır. Bu adaletsiz, gerici, emperyalist savaşın başta gelen sorumluları savaşan devletlerin yönetici sınıflarıdır. İşçi sınıfı, burjuvazinin uzun yıllar boyunca hazırladığı bu savaşı desteklemeyecektir. (…) Sizi ulusal birlik bayrağı altında savaşa çağıranlara inanmayın. Sizinle insan kanı içenler ve silah tüccarları arasında ortak bir yan olabilir mi? Sömürenlerle sömürülenler arasında birlik olamaz. Demokrasinin savunulması sahte bahanesiyle sizi savaşa sürüklemek isteyenlere inanmayın! Hindistan’ı, Çin Hindi’ni, Arap ülkelerini ezen ve yeryüzünün yarısında hâlâ sömürgecilik zincirlerini ayakta tutanların demokrasiden söz etme hakları var mı? Londra ve Paris bankacıları Avrupa’nın en gericilerini kredileriyle kurtardılar ve kurtarmaya devam ediyorlar. Dünyanın beş kıtasında gericiliği destekleyenler İngiliz lortlarıdır. Komünist milletvekillerini hapse atanlar ve politik özgürlükleri ayaklar altına alanlar Fransa’nın çokça övülen demokratlarıdır. (…)” Bunun üzerine FKP özeleştiri yaptı. “Ağır hatalar işledik. İşçiler, partiyi ve basını savunmak üzere mücadeleye çağrılmadılar. Parlamentodaki komünist grup, Daladier’in ve sosyalist şeflerin savaşçı ve gerici politikalarını teşhir etmek üzere parlamentonun tek oturumunu kullanamadı ve savaş kredilerini onayladı. Eylül ayı boyunca hatalı bir yönlendirme devam etti. (…) Şimdiden itibaren faşizme karşı ‘demokrasi’yi savunmak, açıkça emperyalizmin safına geçen sosyalist ve radikal şeflerle birleşik cepheyi savunmak söz konusu değildir. Komünist Partisi ve işçi sınıfı için en doğru politika, emperyalist savaşa karşı ve barış için ve Fransız gericiliğine, onun iktidardaki temsilcileri Daladier ve onun sosyalist suç ortaklarına darbe vuran cesaretli mücadele politikasıdır. Tek doğru taktik, sömürülenlerin, işçi, köylü ve aydınların gericiliğe ve savaşa karşı ve sosyalist partili, radikal partili, CGT’li ihanetçileri de teşhir eden birliği için mücadeledir.” (Bolşevizm Defterleri, Ocak 1940)
FKP’nin önünde iki seçenek vardı. Ya bu özeleştiriye uygun bir tarzda kendini yenileyecek, bunu samimi bir tarzda pratik sonuçlarına kadar götürerek gerçekleştirecek; ya da hatalı tutumların kaynağını kurutmaya yönelmeyerek ilk fırsatta yeniden ortaya çıkmalarına uygun bir zemin bırakacaktı. İkinci yol izlendi. Özeleştirinin alelacele ve neredeyse ‘gizli’ yapılması bir yana, hemen ardından gelen süreçte izlenen çizgi, yanlışın tümden kurutulmadığını göstermektedir. ’10 Temmuz çağrısı’ ve ‘Fransa halkının kurtuluşu için program’ bunu kanıtlamaktadır. Temel önemdeki bu iki belgede de proletarya ile burjuvazi arasına kalın bir çizgi çekilmemekte ve iktidar sorunu açıkta bırakılmakta, tek kelime söylenmemektedir. ‘Büyük Fransa’dan dem vurulmaya ve sömürge halkların kurtuluş mücadelesine karşı şoven yaklaşıma devam edilmektedir. Nazi işgalcilerine karşı kararlı ve kahramanca bir mücadele yürütülmüş olmasına rağmen, kendi burjuvazisiyle araya kalın bir çizgi çekmek bakımından aynı kararlılığın gösterilememiş olması, FKP’nin daha sonraki süreçte çok daha pahalıya mal olacak yanılgı ve savrulmalarına da kaynaklık etmiştir.
İkinci önemli dönemeç noktası ise 1943’te Ulusal Direniş Konseyi (CNR)’nin ve De Gaulle önderliğinde sürgün hükümetinin kuruluşu döneminde yaşanmıştır. Ülke içindeki direniş hareketinin hemen bütününü yürütüp yönlendirdiği halde Komünist Partisi, birçoğunun varlığı bile tartışmalı olan bir dizi parti ve örgütle CNR içerisinde eşit haklara sahip olarak yer almayı kabul etmiş, De Gaulle’ün kurduğu 20 üyeli hükümette ise kendisine ‘bahşedilen’ iki bakanlıkla (komiserlik) yetinmiş, herhangi bir önkoşul öne sürmeden, generalin ‘direniş hareketi önderi’ unvanını onaylamıştır. CNR ilk toplantısında, De Gaulle başkanlığında bir geçici hükümet kurulması kararını aldı. De Gaulle ‘Anılar’ında bu kararı, “gerçek bir dönüm noktası” olarak değerlendirir. Gerçekten de burada, De Gaulle’e ve dolayısıyla burjuvaziye açıktan bir boyun eğme ve iktidarı altın tepsi içerisinde sunma tutumu vardır. FKP’nin sürgün hükümetindeki temsilcisi F. Grenier Ocak 1943’te Londra’da De Gaulle’e şunları söylüyor: “Fransa’nın kurtuluşundan sonra olacaklara gelince, bu, bugünün sorunu değildir. Bizce yarınki cumhuriyet derin politik ve sosyal reformların taşıyıcısı olmalı ve yeni temeller üzerinde kurulmalıdır. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, biz gelecekten ziyade bugünü düşünmeliyiz.” (F. Grenier, C’etait ainsi…) Aynı dönemde burjuvazi ise, sadece ‘bugünü’ düşünmemekte, Hitler’in ufukta görünen yenilgisinin ardından kendi iktidarını yeniden sağlam temeller üzerinde kurmak ve bir halk devrimi ihtimalini ortadan kaldırmak için önlemler almaktaydı.
FKP’nin oportünizmden ihanete giden yolunu çarpıcı bir tarzda gözler önüne seren E. Hoca, Fransız partisinin o günkü tutumu üzerine şunları söylüyor: “Fransız Komünist Partisi, kendi önderliğinde bir anti-faşist savaş sürdürdü, ama bu savaşı bütün halkın devrimci bir savaşına dönüştürmedi. Üstelik De Gaulle’e ‘Özgür Fransa Komitesi’ne partinin bir temsilci yollamasını kabul etmesi için ricada bulunmayı daha uygun ve daha ‘devrimci’ buldu. Bütün bunlar, Bay De Gaulle, “lütfen komitene beni de kabul et” demekti. Bu ‘Bay De Gaulle, biz komünistler ne herhangi bir devrim yapmayı, ne de iktidarı almayı akıldan geçirmiyoruz: Bizim tek isteğimiz geleceğin Fransası’nda eski partilerin oyununa, ‘demokratik rujuna’ katılmaktır ve geleceğin hükümetine oy oranına göre bizim de katılmamızdır’ demektir.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
1944’te kurtuluşun öngününde, faşizme ve Nazi işgalcilerine karşı savaşı, onların beslendiği kaynak olan tekelci kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne karşı bir halk ayaklanması ve gerçek bir halk devrimiyle birleştirmenin imkânı vardı. Fransa halkı, ülkenin büyük bir bölümünü bizzat kendi kuvvetleriyle kurtarmıştı ve FKP yardım etmesine rağmen yine de hakimiyet kurmakta zorluk çeken De Gaulle iktidarı da dâhil olmak üzere, her türlü gerici halk düşmanı yönetime karşı koyabilecek güçte idi. “Güneyi ve batıyı, Nantes-Bourges ve Dijon-Marsilya hattını düşmanlardan temizlemek için müttefik kuvvetlere hiç ihtiyaç duyulmadı. Fransa’nın beşte üçünü, bizzat direniş hareketinin kendisi kurtardı ve Paris de öyle kurtarıldı.” (Quzoulis-Bataillons de la jeunesse)
Bu dönemde Fransız direniş hareketi içerisinde Fransa İç Kuvvetleri (FFI), Partizan Birlikleri (FTP) ve Yurtsever Milisler safında örgütlenmiş 800 bin civarında silahlı anti-faşist yer alıyordu. “Sadece FTP (Partizan Birlikleri) 250 bin silahlı savaşçıdan oluşuyordu. Ve bu kuvvetlerin başında çoğunlukla, partinin militanları bulunuyordu. FFI’lerin komutanı, FKP Üyesi General Joinville’di. (CNR) Ulusal Direniş Konseyi’nin denetim organı olan COMAC’ın üç askeri şefinden ikisi parti üyesiydi. Paris’te, Korsika’da, güneybatıda yerel ayaklanmaların hepsinin de önderliği partililerin elindeydi.” (T. Thomas, FKP’nin 1939–45 arasında izlediği politik çizgi) İşçi sınıfı savaşçıları, köylülüğün ve küçük burjuvazinin ezici çoğunluğunu da yanına alarak faşizmi sınıf temeliyle birlikte, tekelci burjuvaziyle birlikte tasfiye etme yanlısıydı. Sadece Nazi işgalcilerine, faşistlere karşı değil, ‘yeni bir dünya’ ve ‘aydınlık bir gelecek’ için savaşıyorlardı.
Burjuvazi ise, dört yıllık utanç verici bir işbirlikçilik nedeniyle itibarını tümden yitirmiş ve dağınıklık içerisindeydi. Burjuva devlet aygıtı felç olmuş, esas dayanağı Alman ordusu bozgun içerisinde kendi başının çaresine bakar duruma gelmişti. İşbirlikçiler, ya kaçıyor ya da demokrat, anti-faşist pozlarına bürünüyorlardı. Aslında yaşanan şey, tam bir devrimci durumdu. Burada, iktidarı kim alacak sorunu gündemde idi. Kurtuluş komitelerine, FFI’ya ve milislere dayanan ve faşizme karşı mücadele etmiş olan işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik cephesi mi? Yoksa daha ilk adımda işbirlikçilere yardım ve uzlaşma elini uzatmış olan, tekelci burjuvazinin Gaulist fraksiyonu mu? “Komünist Parti bu durumu doğru bir biçimde düşünüp değerlendirmedi, ya da sorunu derinliğine ele alamadı. (…) Hitlerci işgalcilere karşı kahramanlık ve kararlılıkla savaşan komünist militanların ve Fransa proletaryasının istekleri ve özlemlerini cesaret ve olgunlukla gerçekleştirme söz konusu olduğunda, Komünist Parti’nin önderliği, genel olarak yavaş ve gevşek davrandı. Marksist-Leninist yolda, devrimci savaş yolunda, Komün savaşçılarının izinde yürümedi.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Mesele, FKP’nin anti-faşist kurtuluş savaşında De Gaulle’cü burjuva klik ile ittifaka girmiş olmasını eleştirmek değildir. Ama şu soru sorulmalıdır: Bu mücadelede ve birleşik cephe içerisinde komünistlerin yeri, stratejisi ve bakış açısı nedir? İşgale karşı anti-faşist savaşla, bir halk devrimi ve sosyalist devrim arasında nasıl bağlantı kurulduğu büyük bir önem taşımaktadır. Proletarya, Fransa gibi ileri kapitalist (emperyalist) bir ülkede bile, bazı özel durumlarda ulusal bağımsızlık mücadelesinin başını çekmek zorunda kalabilir. Ama önemli olan, bunu ulusal bağımsızlığı da temelli garantiye alacak olan sosyalist devrimin hazırlanmasının bir parçası olarak ele almaktır. FKP’de ise, iktidarın burjuvaziye terk edildiği asıl tarih olan 1943’te de, 1944 Ağustosu’nda da ve sonraki bütün süreç boyunca da yitirilmiş olan, tam da bu perspektiftir.
Peki, başta başkent Paris olmak üzere, ülkenin hemen tümünde direniş hareketini askeri ve siyasal bakımdan yürüten ve yönlendiren Komünist Partisi niçin De Gaulle’ü ve İngiliz-Amerikan birliklerini beklemek zorunda kalmıştır? De Gaulle askeri ve politik bakımdan bir hiç iken (“De Gaulle’cü reseaux (şebeke -ç.n) adından da anlaşılacağı gibi, müttefiklere yararlı askeri bilgiler toplayan gizli servis şebekesinden başka bir şey değildi. ” E. Hoca) niçin halk hareketinin başına oturtulmuş ya da oturmasına göz yumulmuştur?
Bu soruların yanıtları FKP yönetiminin savaş öncesinden başlayan ve özellikle de savaş esnasında izlemeye devam ettiği kararsız tutumlarda yatmaktadır. 1944 Ağustosu’nda ise, bu çizgi resmen ilan edilmiş ve sonraki yıllarda da mantıki sonuçlarına vardırılmıştır. Bu dönemde işçi sınıfının ve halkın iktidara yürüyüşünü FKP’den başka durdurabilecek, baltalayabilecek bir güç yoktu. FKP’nin cilalayıp öne sürmesinden sonra büyük bir prestij kazanmış olan De Gaulle bile böyle bir olanağa sahip değildi. Fransız Komünist Partisi, on yıllara yayılan mücadelesi, yarattığı güven duygusu ve savaş yıllarındaki cesaretli militan mücadelesiyle, işgale karşı örgütlü direniş gösteren tek güç olmasıyla, işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri nezdinde haklı bir itibar ve otorite kazanmış ve sözünün arkasından gidilebilecek tek parti unvanını elde etmişti.
Ancak, bir komünist partinin değeri sadece militanlarının kahramanlığı ya da sınıfı ekonomik ve demokratik-ulusal hakları için örgütleme ve seferber etme yeteneğiyle ölçülemez. Onun da ötesinde ve önünde gelen esas ölçü, proletarya ile birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek toplumsal bir devrim için hazırlık ve mücadele kapasitesi ile perspektifinin yitirilmemesidir. FKP’nin proletaryanın öncüsü bir partiden, revizyonist, ‘Avrupa komünisti’ bir partiye (yani işçi sınıfı saflarında burjuva bir partiye) evrilmesi süreci sadece II. Dünya Savaşı’ndaki tutumlarla açıklanamazsa da, bu dönemin önemli bir dönemeç noktası oluşturduğu da inkâr edilemez. II. Enternasyonal partilerinde de yaşandığı gibi, düzeltilmeyen ve açıkça özeleştirisi yapılmayan bir dizi hata, sonuçta parti yöneticilerini ve partiyi sınıfa ihanet noktasına getirmiştir.
“Sınıf uzlaşmacılığı, sosyalist devrim fikrinden ve devrimci mücadele metotlarından vazgeçmek, burjuva milliyetçiliğine yamanmak, vatanın ve ulusal sınırların tarihsel olarak geçici olan karakterini unutmak, burjuva legalitesine bir fetiş değeri biçmek, halkın geniş kesimlerini korkutmamak bahanesiyle sınıf bakış açısından uzaklaşmak… Oportünizmin ideolojik temelleri kuşkusuz bunlardır.” (Lenin, ‘Durum ve Sosyalist Enternasyonal’in Görevleri’ başlıklı makale) Olumlu ve devrimci bütün yönlerine karşın, zamanın FKP’sinde (değişik zamanlarda ve farklı olaylar karşısında olmak üzere) oportünizmin bu ideolojik belirtilerinin hemen tümünü de görmek mümkündür.
Yüz binlerce kurban vermek pahasına giriştiği kahramanca direniş sonunda 1944’te faşizmi askeri olarak yenilgiye uğratan direniş hareketinin sonuçta burjuvaziye teslim oluşunu tek bir faktörle açıklamaya kalkışmak, hatalı ve idealist bir yaklaşım olacaktır. Thorez’in kendisinin de ifade ettiği gibi iç ve uluslararası birçok etkeni hesaba katmak ve her birini yerli yerine oturtmak gerekiyor. Ama burada tayin edici önemdeki faktörlerden en önemlisinin, FKP yönetiminin yanlış taktikleri ve giderek derinleşen oportünist savrulmaları olduğu inkâr edilemez. Burada temel mahiyetteki kilit sorun, iktidar sorunudur. İktidar meselesinde baştan sona kadar aynı oportünist çizgi devam ettirilmiş, hep geleceğin bir sorunu olarak ele alınmış ve kapıya kadar dayanan muazzam fırsat tepilerek, eski burjuva-kapitalist düzenin yeniden tesisine bir anlamda yardımcı olunmuştur.
SAVAŞ SONRASI DÖNEM
1944 sonbaharında iktidar sorunu artık o gün için çözümlenmiş durumdaydı. Fransız burjuvazisi adına De Gaulle, ABD ve İngiliz birliklerinin desteğiyle ve FKP’nin savaş esnasında iktidar sorunundaki bönlüğü sayesinde iktidarı ele geçirmiş bulunuyordu. Artık bu noktadan itibaren yapılması gereken şey, bu verili durumun anlaşılması, yeni bir devrimci yükselişin sorunlarına kafa yorulması, işçi sınıfı ve emekçi halkın (köylülüğün) çoğunluğunun onaylayıp destek verecekleri bir hazırlık içerisine girilmesi gerekmekteydi. “FKP hâlâ Fransa’da durumun değiştiğini anlamadı. Komünistler, yaşanan değişiklikleri hiç dikkate almadan eski çizgilerini izlemeye devam ediyorlar. (…) Bu arada durum değişti, yeni durum De Gaulle’ün lehine. Bu duruma uygun bir değişim yapmak gerekir. FKP, iktidara tayin edici darbeyi vurabilmek için yeterince güçlü değil. Güç biriktirmek ve müttefikler kazanmak zorundadır. Parti öyle önlemler almalı ki, gericiliğin saldırısı karşısında komünistlerin sağlam bir savunması ve saldırının sadece komünistlere değil, halka yöneldiğini söyleyebilecek bir konumu olmalıdır.” (Stalin-Thorez Görüşmesi Tutanakları, Kasım 1944 –Türkçesi için bkz. Özgürlük Dünyası, Sayı 87-)
Buradan da anlaşılacağı gibi, savaş yılları boyunca mücadeleyle edindiği saygınlık ve otoriteyi bir halk iktidarının kurulması doğrultusunda değerlendiremeyen FKP, artık fırsatı kaçırmış ve durum De Gaulle (burjuvazi) lehine değişmiştir. Komünistlerin, bu değişikliği anlamak ve yer/ dönemin somut koşullarına denk düşen başka bir pozisyona geçmek gibi bir görevleri vardı. Bu ise, açlık ve sefaletle didişen halkın maddi yaşam koşullarının düzeltilmesi, ülke ekonomisinin bir sonraki dönemde ‘Marshall yardımı’ adı altında saldırıya girişecek olan ABD’nin yağmasından kurtarılmak üzere ayağa dikilmesi anlamına gelmekteydi. Böyle bir tutum, ulusun tek temsilcisi olarak ortaya çıkan işçi sınıfının önderliğinin pekişmesine de hizmet edebilirdi. Bu şartlarda, sosyalistler ve diğer sol güçlerle ittifakın sağlamlaştırılması ve bir bloğun oluşturulması, De Gaulle’ün planlarını bozabilecek bir rol oynayabilirdi.
Fakat FKP’nin, Stalin’in bu tavsiyelerini doğru bir tarzda ele alıp uyguladığı söylenemez. Eleştiri ve öneriler karşısında daha önceleri de takınılmış olan tutum bu kez de sürdürülmüş, hatta bazı öneriler kendi oportünizminin gerekçesi bile yapılmıştır. Ulusun emekçi sınıflarının destek ve sempatisini almak, savaştan tahrip olmadan çıkan zinde emperyalist Amerika’nın Fransa’yı boyunduruk altına almasına karşı durmak üzere ulusal ekonominin inşasına katkıda bulunmak; ücretleri dondurulduğu için greve çıkan işçilerin eylemlerinin de komünistler eliyle durdurulması gerektiği anlamına asla gelmez. Sosyalistlerle ittifak ve bir bloğun oluşması için çaba; seçimlere ve parlamentarizme bel bağlanması ve ‘sosyalizmin Fransa usulü gerçekleşme yolu’nun! keşfedilmesini asla haklı çıkarmaz. (M. Thorez Kasım ’46’daki seçim zaferinden hemen sonra Times gazetesi muhabirine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada demokratik güçlerin gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflaması, Fransa için Rus komünistlerinin otuz yıl önce izlemiş oldukları yoldan farklı olan, sosyalizme giden başka yollar düşünmemize neden oluyor. Ne olursa olsun yol, her ülke için farklı olacaktır.” (M. Thorez-Fils du peuple)) O günün koşullarında ABD diktasına karşı ‘ulusun birliği’ için mücadele; Cezayir ve Vietnam’da sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelelerinin kanla boğulmasına destek vermek anlamına asla gelmez.
Stalin, parlamenter ahmaklığı önermiyor, aksine “Düşmanın karşısında kendini silahsız bulmamak için silah ve örgütünü elde tutmak gerekir. İleride durum şimdikinden farklı olabilir” diyerek, önerilerinin yeni bir devrimci yükselişe hazırlık için gerekli önlemler olduğuna vurgu yapmaktadır. “Silahlı müfrezeleri başka bir politik örgüte dönüştürmeli, silahları da saklamak, (…) eğer durum daha iyiye doğru değişirse, parti etrafında kaynaşmış güçler bu defa saldırıya geçmekte işlev göreceklerdir” diyor. FKP ise buradan kalkarak, bütün silahlı müfrezeleri dağıtma ve üç-beş bakanlık koltuğu karşılığında proletarya ve emekçi sınıfların devrim istemini yatıştırma rolünü üstlenmektedir.
FKP’nin savaş esnasında ve sonrasındaki kararsız oportünist tutumları, bromdan itibaren uluslararası komünist hareket (Komintern) ve daha sonraları da Kominform tarafından eleştirildi. (22 28 Eylül 1947’de Polonya’nın Szklarska-Poreba kasabasında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidarda bulunan yedi partiyle birlikte Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin de katıldığı bir konferans yapıldı. Aynı zamanda Kominform’un kuruluşunun da ilan edildiği bu toplantıda, Fransız ve İtalyan partileri faşizme karşı mücadele döneminde ve savaşın bitiminden sonra izledikleri oportünist, parlamentarist ve legalist çizgiden dolayı şiddetle eleştirildiler. Fransız partisi hem konferans esnasında hem de konferanstan sonraki ilk MK Politbüro toplantısında özeleştiri yaptı. 10 Ekim 1947’de yapılan Politbüro toplantısında şunlar söyleniyor: “Benoit Frachon: ‘Biz 1944 Eylülü’nde sadece iki bakanla hükümete girmeyi kabul ederek en büyük hatayı yaptık. Legalizm tarafından aptallaştırılıp Direniş Hareketi’ni ve halk ayaklanmasını bir kenara bıraktık.’ Maurice Thorez: Merkez Komitemiz savaş sonunda tereddütlü bir yönetim ve politik körlükle malul oportünist bir tutum sergiledi. (…) Üst düzeyde birliklerle kendimizi sınırladığımız her dönemde, ihanete uğradık. İşgalcilere karşı iyi bir direniş sergilememize karşın, daha sonraki süreçte kitleleri varmak istedikleri hedefe doğru yönlendiremediğimiz doğrudur. Bütün partilere karşı olduğunu söyleyen De Gaulle’e karşı, ulusal cephe güçlerimizi kullanmaya, gereken önemi veremedik… Son dönemlerde ise hükümette meydana gelen çatlağı rutin bir kriz gibi ele aldık’. Hâlbuki Ramadier, komünistleri hükümetten atma konusunda De Gaulle ve Amerikalılarla anlaşmıştı.” (Aktaran, dönemin PKP Merkez Komitesi Politbüro Üyesi Charles Tillon ‘Anılar’)) Bu yoldaşça eleştirilerin dikkate alındığı ve gereklerinin yerine getirildiği her dönemde parti, zaaflarından nispeten arınarak gelişme kaydetti, ileri adımlar attı. Tökezlediği her anda, yanında uluslararası komünist hareketin desteğini buldu. Ama yine de Fransız Komünist Partisi’nin tarihi, Fransız proletaryasının ve komünistlerinin mücadele ve eylem tarihidir. Bu tarihten çıkarılması gereken çokça ders var. Bir parti eğer kitlelerin örgütlü gücüne dayanmıyorsa, en güzel formülasyonları da yapsa bir hiç olmaktan öteye gidemez. Ama en geniş kitleleri bile örgütlemiş olsa, eğer ideolojik sağlamlığa, kapitalist kölelik sisteminin parçalanmasını hedefleyen sosyalist devrim perspektifine sahip değilse, yine de burjuva kapitalist sistemin eklentisi ve koltuk değneği olmaktan öteye gidemez!
FKP işçi ve emekçilerin en ileri kesimlerini kendi saflarında örgütlemiş bir kitle partisiydi. Ama tarihinin en kritik döneminde iktidarı almak üzere devrimci cesaret ve öngörüyle ileri atılmaktansa, başından beri işçi hareketini ve kendisini kemirmeye devam eden oportünist zaaflara boyun eğerek reformizmin sınıf işbirlikçi platformuna doğru savruldu. ’60’lı yıllara gelindiğinde ise, bu süreç esas olarak tamamlanmış ve burjuva-reformist bir parti artık oluşmuştu.
***
Yeniden başa dönerek söyleyecek olursak; bugün Tours Kongresi’ni tersinden yenilemek isteğini dile getirenlerin amacı, 1920’den itibaren iki ayrı akım olarak örgütlenen komünist ve sosyalist partileri tekrar aynı çatı altında örgütlemenin ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü FKP’nin uzun bir süredir Tours öncesine fiiliyatta dönmüş olduğunu herkes biliyor. 1960’lardan itibaren revizyonist karşı-devrimci bir partiye dönüşen FKP, bugün artık ne Ekim Devrimi’ni ve onun mirasını, ne proletarya diktatörlüğünü, ne Marksizm-Leninizm’i, ne demokratik merkeziyetçiliği, ne de üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını, kapitalist ücretli kölelik düzeninin kitlelerin devrimci zoruyla parçalanmasını amaçlıyor. Amaçlamadığını açıkça ilan da ediyor. Öyleyse ‘Tours Kongresi’nin yenilenmesi’ yandaşlarının başka ve çok daha derin, kapsamlı bir amaçları var: Proleter sosyalizmini ve devrimci komünizmi bir kez daha işçi ve emekçi kitlelerin gönlünde dirilmezcesine ezmek, karşı-devrimci oportünist ve revizyonistlerin iğdiş edip tanınmaz duruma getirdikleri komünizmi ayaklar akında paçavraya çevirmektir. Son yıllarda aslına rücu ederek insanlık ve ilerleme düşmanı vahşi yüzünü yeniden ortaya koyan kapitalizme karşı mücadeleye atılan sınıfın hareketini, henüz başlangıçta yolundan saptırmak ve boğmak.
Ama ne var ki, ‘komünizm hayaleti’ yine de Fransa üzerinde dolaşıp duruyor! Fransa, tarihte ve bugün, sınıf mücadelelerinin en keskin biçimleriyle yaşandığı, proletarya İhtilalciliğinin çeşitli tarihsel dönemeçlerde zirvesine eriştiği bir ülkedir. 1990 sonrası başlatılan dizginsiz kapitalist saldırı dalgasına karşı, ileri kapitalist ülkeler arasından ilk büyük çaplı tepki yine Fransa’dan gelmişti. Bu büyük toplumsal hareketin (hareketin boyutlarıyla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olan) ekonomik kazanından, ilk anda bile herkes tarafından görülebilir, somut kazanımlar iken; tarihsel ve ideolojik etkileri, aradan iki yıl geçtikten sonra yavaş yavaş fark edilmeye başlanıyor. Açık olan bir şey var: Fransa işçi sınıfı bütün emperyalist-burjuva propagandayı elinin tersiyle itmiş ve kendi tarihinin, uluslararası işçi hareketi tarihinin olumlu ve ileri deneylerine ve en başta da bu yüzyılın ilk yarısının önemli bir bölümüne damgasını vuran tecrübelere yaslanma eğilimini ortaya koymuştur. Burjuvaziyi ve onun çeşitli türden yardakçılarını telaşa düşüren de bu durumdur.
Aralık 1997