Toplumsal koşullar, hareketin nesnel yasaları ve iradi etken

Sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede, işçi sınıfının devrimci partisi için temel sorunun, iktidarın proletarya tarafından alınması olduğu, devrimci politik çevrelerde genellikle “kabul edilir.” Bu, daha baştan, proletaryanın sınıf hareketi, proletarya partisi ve tüm toplumsal hareketin Marksist materyalist dünya görüşü temelinde ve diyalektik ilişki içinde ele alınmasını ve kavranmasını zorunlu kılar. Türkiye’de ise, 1980 öncesiyle kıyaslandığında sayıları önemli oranda azalmakla birlikte, siyasal grup kimliklerini bugün de sürdüren, ya da bazıları, ’80 sonrası koşullarda, yenilgi ve gerileme döneminin ideolojik-politik etkileriyle şekillenen çeşitli küçük burjuva devrimci örgüt -bunlara yenilgi koşullarının ve Gorbaçovculuğun etkisiyle iyice sağa savrulan burjuva liberal ve reformist (ÖDP gibi) kimi parti ve gruplar da eklenebilir-, hareketin nesnel yasalarının işleyişi ile devrimin öznel (sübjektif) etkenleri ve unsurları arasındaki bağı oportünist bir yoruma tabi tutmaktadırlar.
Bunlardan bazıları, devrimin çeşitli temel sorunlarını uluslararası ve iç gelişme ve koşullardan büsbütün kopararak, 20–25 yıl önce yanlışlığı, Türkiye’de de Marksist hareket tarafından ortaya konmuş ve esasen tarihsel hareket tarafından da mahkûm edilmiş bir anlayışı yeniden gündeme getirmektedirler. Bu çevreler, sınıfın ve sınıf hareketinin tarihsel gelişme sürecine ve mücadele deney ve geleneklerine gözlerini kapamakta; sınıf güç ilişkilerini ve proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyini gözetmeyen bir tarzda “denge” tespitleri yapmaktadırlar. (Son on yılını “zafer”, ya da “ulusal kurtuluşun final yılı” ilan eden PKK; Türkiye’de, “Kürt ulusal devriminin bir ‘denge’ durumu yarattığı” yönündeki tespitleriyle Atılım gazetesi çevresi ve onlardan bir adım “daha ileri” giderek, ülkede “bir devrimci durum yaşandığı” tespitleriyle Devrimci Emek dergisi çevresi, örnek gösterilebilir.)
Küçük burjuva solculuğu (aralarındaki nüans farklılıklarına karşın, ülkemizde sınıf mücadelesini ve derimin yasalarını idealistçe ele alan nispeten geniş küçük burjuva çevreler çeşitli adlar altında politik olarak gruplaşmıştır) bundan, politik olarak örgütlenmiş aktif bir azınlığın, tüm toplumu devrim yönünde “uyarması” ve “harekete geçirmesi” için “koşulların uygun olduğu” sonucunu çıkarmakta ve proletarya ve emekçilerin politik eğitimi ve kendi deneyi üzerinden örgütlenmesi ihtiyacını bir-yana bırakarak, uyduruk denge teorileriyle, bir yanı burjuva uzlaşmacılığına, diğer yanı maceracılığa uzanan eklektik bir çizgiyi, “devrimci çizgi” adına yığınlara sunmaya çalışmaktadır.
Bu çevreler, Leninist emperyalizm teorisinin revizyonu üzerinden Leninist devrim teorisini de bulanıklaştırmış ve yozlaştırmış bulunuyorlar, ileri sürdüklerine göre, emperyalizmin genel bunalımı (bunu “üçüncü bunalım dönemi” ve “kapitalizmin uzun kriz dalgaları dönemi” olarak izah edenler çıktı; dördüncü, beşinci bunalım dönemleri diye ayıranların çıkması da şaşırtıcı olmaz), ayrıca tek tek ülkelerde bir kriz ve devrim durumunu gereksiz kılacak biçimde devrim için koşulları olgunlaştırmıştır ve devrim yapmak için gerekli olan birinci şey, politik olarak örgütlenmiş “öncü güç”ün aktif eylemini örgütlemek, inanmış ve atak öncüyü harekete geçirmektir.
Siyasal-toplumsal devrimi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin sorunlarını ve sınıf ilişkilerini ele alırken, küçük burjuva devrimci örgütlerin hemen tamamının idealist bakış açısına sarıldıkları görülmektedir. Bunun başta gelen nedeni, bu grup ve partilerin, toplumsal sistemlerden birinden ötekine geçişi, nesnel değişim ve gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu; eski üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelmesinin zorunlu hale getirdiği değişim ihtiyacının, üretimin toplumsal karakterine uygun olarak yeni toplumun güçleri tarafından gerçekleştirilmesi olarak değil, ama inanmış kişilerin (ya da onların oluşturdukları örgütün) enerjik ve kahramanca eyleminin ürünü olarak görmeleridir. Bunlara göre işçi sınıfının (ve onunla birlikte tüm ezilenlerin) sömürüden kurtulmak için yürütmek zorunda oldukları mücadele, onun adına, “Marksizm’i benimsemiş”, devrime inanmış, azimli, çalışkan ve kararlı, zorluklardan yılmayan bir azınlığın oluşturduğu “devrimci öncü” tarafından yürütülebileceği gibi, zafere de ulaştırılabilir.
Böylece, işçi sınıfı ve emekçiler ile sömürücü egemen sınıflar arasındaki mücadele ve bu mücadelenin seyri, bu gruplar tarafından koşullardan ve sınıflar-arası ilişkilerden koparılıp, bu örgüt, kişi ve gruplarla, sermaye ve gericiliğin güçleri arasında gerçekleşen bir çatışma düzeyine indirgenmiş oluyor. Kuşkusuz bu grup ve çevrelerin hiçbiri, açık biçimde sınıf mücadelesini reddetmiyor, ya da onu, kendileriyle diktatörlük güçleri arasındaki mücadeleye -buna kimi durumlarda düello da denebilir- indirgediklerini açıkça söylemiyorlar. Zaten sorun bu denli yalın olarak ortaya konsaydı, devrim isteyen genç kuşakların bir bölümünün bu gruplar tarafından aldatılması bu denli kolay gerçekleşemez ve bu grupların çoğunun varlığı tehlikeye düşerdi. Ama bu grup ve çevreler, daha dolaylı yollara başvurarak, “militan mücadeleci” bir demagoji yürütmekte, ancak ekonomik-sosyal ve siyasal tahlilleriyle, siyasal durum tespitine bağlı siyasal taktik önermeleriyle, dayatmaya çalıştıkları mücadele biçim ve yöntemleriyle, hareketin ve işçi sınıfı ve emekçilerin önüne yeni engeller çıkarmaktadırlar. Sağ ve sol oportünizm olarak emekçi hareketine sokulmak istenen bu etki, işçi sınıfı ve emekçilerin özellikle genç kuşaklarının mücadelesi bakımından hareketi zayıflatıcı bir rol oynamakta, işçi sınıfının ileri kitlesinin ve genç kuşakların devrimci Marksist dünya görüşüyle donanması çabasına zarar vermektedir.
Bugün hareketin karşı karşıya bulunduğu sorunların kavranması ve engellerin aşılması bakımından, işçi ve halk hareketinin nesnel-tarihsel durumu, mücadele geleneği ve deneyimi, örgütlenme ve bilinç düzeyi vb. ile politik parti (ya da örgüt) çalışmasının bağının doğru biçimde kurulması önem taşımaktadır. Anti-Marksist küçük burjuva sağ ve “sol” anlayışlara karşı mücadele bu durumda daha da önem kazanmaktadır.

YAŞAMIN VE SINIF MÜCADELESİNİN İDEALİST YORUMU
İdealizmi, maddenin temel bir gerçeklik olarak varlığı ve rolünün yadsınması ve bilincin birincil unsur durumuna çıkarılması, varlığı “mutlak akıl”ın yaratısı sayma ya da devleti her şeyin üzerindeki “kutsal ve dokunulamaz yetke” konumuna çıkarmayla sınırlı görmek yanıltıcıdır. Toplumsal alanda idealizm, kaderci ideolojik bir motif olarak tüm emekçileri kuşatmakla kalmamış, toplumun devrimci dönüşümü ya da değiştirilmesi fikriyle ve sömürüye karşı mücadele eden ilerici ve devrimci düşünür ve grupların, toplumsal koşullardan ve toplumun gelişme düzeyinden kopuk ‘ütopik’ amaçlar için uğraşlarında da etkili olmuştur.
Ama bütün bunlar esas olarak geçmişte kaldı. Marksist diyalektik materyalizm, günümüzden 150 yıl öncesinden başlayarak, “yeniyi kurma” mücadelesi yürüten proletaryanın elinde, onu devrimci tarzda kullandığı ölçüde, burjuvazi ve kapitalizme karşı gerçek bir silaha dönüşen bilimsel bir yol göstericidir. Ne var ki, tarihi sınıf mücadelesinin tarihi saymalarına, proletaryayı, kendini ve kendi kurtuluşu aracılığıyla tüm toplumu kurtaracak tek devrimci sınıf olarak ilan etmelerine ve “işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birliği olarak parti”den söz etmelerine karşın; birey, örgüt, sınıf ve toplum ilişkilerinde bireyin rolünü abartan, parti ya da “öncü örgüt”ün çalışması ve siyasal mücadeledeki rolünü, toplumsal hareketi ve gelişmenin yönünü belirleyen tek ya da esas etken sayanlar eksik olmadı. Üzerinden onca yıl geçmesine karşın, bu görüşün çeşitli türevleri bugün de hâlâ savunulabiliyor. (25 yıl önce M. Çayan ve İ. Kaypakkaya, Türkiye’nin toplumsal sorunlarını bu yöntemle irdelemeye çalıştılar. Günümüzde onların düşüncelerini esas olarak oportünizm yönünde “geliştirmiş” bulunan çeşitli gruplar –DHKPC, MLKP vb.- ise, bi işi ifrata vardırmış bulunuyorlar.)
Marksist devrim teorisini, “Marx’ın determinizmi”yle açıklayan, küçük burjuva idealistleri, Marx’ın, ekonomik gelişmenin, kapitalizmin ürünü proletaryanın, sömürüye ve burjuva sınıf egemenliğine karşı mücadelesi olmaksızın, kendiliğinden devrime yol açacağını düşündüğünü ileri sürmektedirler. Varsayıma dayalı bu düşünce iki yönlü olarak geliştirilirken, ya politik çalışmanın önemi yadsınarak, ekonomik hareket, her şeyi ve bütün gelişmeyi belirleyen tek etken sayılmakta, ya da iradenin “belirleyici rolü” üzerine idealist zorlamalarla, sınıfın sınıfa karşı mücadelesi, bireylerin, “öncü”nün, partinin eylemi düzeyine çekilmektedir. Küçük burjuva idealist yazar ve çevreler bu mantık yürütme yöntemini, bilinçli politik eylem ile nesnel toplumsal hareket arasındaki diyalektik ilişkiyi, iki ayrı yanın matematik toplamı olarak ele almaya kadar vardırırlarken, Marx’ı, açık ya da örtülü “determinizm” ile suçlamakta, proletarya partisinin, sınıfın politik eğitimi, aydınlatılması ve örgütlenmesi görevine Lenin tarafından yapılan vurguyu da oportünist bir tarzda yorumlayarak, onu, toplumsal hareketin diyalektiğini göz ardı eden bir idealist-iradeci durumuna düşürmeye çalışmaktadırlar.
Ekonomist-indirgemeci bu tür bir anlayışın, diyalektik tarihsel materyalizm ve proletaryanın sınıf konumu, devrimdeki rolü, eyleminin niteliği ve devrimci sınıf sorumluluğunun, Marksist yorumuyla ortak bir yanı yoktur. Marx’a ve onun gerçek izleyicilerine, sosyo-ekonomik gelişmenin, proletaryanın eylemi olmaksızın ve kendiliğinden bir devrime yol açacağı görüşünü mal eden oportünizm ve küçük burjuva solculuğu, Marksist teoriyi kaderci bir düzeye indirgemekte, ona anti-Marksist özellikler atfetmekte, sınıf ile birey; öncü örgüt ile sınıf arasındaki bağı da idealist bir biçimde tersten kurmaktadır.
İndirgemeci ve idealist “öncü” anlayışına göre, sınıfların eylemiyle küçük grup eylemlerinin toplamını özdeşleştirmekte herhangi bir sakınca yoktur. Aristocu mantık yürütme yöntemiyle varılan bu düşünceye göre, bireyler sınıfları oluştururlar ve tek tek ya da gruplar halinde bireylerin eyleminin matematiksel toplamı sınıfın eylemine denk düşer. Bu varsayımsal düşünce gerçeğe aykırıdır, çünkü sınıflar bireylerden oluşmasına karşın, kapsamı, niteliği ve nicelik durumu bakımından, sınıfların rolü, birey ve grup eylemleri toplamından farklılıklar gösterir. Proletaryanın tarihsel devrimci eylemi de, tek tek işçilerin ve onların eylemlerinin toplamı olarak ortaya çıkmaz; aksine, kapitalist üretim sektörlerinde, fabrika ve işyeri disiplini içinde, kapitalistler ve burjuvazinin sınıf diktatörlüğü ile çatışma ortamında, ekonomik ve özellikle politik mücadele deneyimi edinerek gelişen sınıfsal etkinlik, proletaryayı devrimci iktidar mücadelesine yetenekli duruma getirir.

TOPLUMSAL HAREKET VE TOPLUMSAL DEVRİM
Gerek Marx ve Engels, gerekse Lenin ve Stalin, toplumsal sistemleri irdelerlerken, birinden ötekine, geri ve çürüyenden ileri ve gelişmekte olana geçişi toplumsal yasaların işleyişi ve üretim ilişkileri-üretici güçler ilişkisi kapsamında ele almışlar, proletarya devrimi ve sosyalizmin kurulması zorunluluğu ve kaçınılmazlığını da kapitalizmin çelişkileri, krizi ve yıkıma gidişiyle ilişkilendirmişlerdir. Bununla da yetinmemişler; bir devrimin gerçekleşebilmesi için, burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü yıkacak ve yeni sınıfın devrimci devletini kurarak toplumu kurtuluşa götürecek tek sınıf olan proletaryanın devrimci eyleminin zorunluluğuna dikkat çekmişler, yaşamlarını da bu eylemin örgütlenmesine hasretmişlerdir. Marx’ın genel olarak altyapı-üstyapı ilişkisini ele aldığını ve herhangi bir toplumsal sistemden bir diğerine geçişte, temel etkenin, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki olduğunu belirttiğini biliyoruz. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde Marx tarafından özetlenen bu düşünce, -özellikle burada ele alınan sorunun özü bakımından-, her zaman dikkate alınması gereken temel bir hareket noktasıdır. Marx’ın tarihsel önemdeki vargısı şudur: “Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır… Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelemesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. … İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”
Marx’ın bu düşüncelerini salt altyapı-üstyapı ilişkileri bakımından değerlendirmek doğru değildir. Marx, burada, bununla birlikte, insanların üretim süreci içinde kurdukları ilişkilerle, bu ilişkilerin oluşturduğu koşullar bütünüyle, insanın eylemi (bizim açımızdan proletaryanın eylemi) arasındaki bağa dikkat çekmekte; üretimin toplumsal karakteri ile, mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engelleri parçalayan değiştirici devrimci eylemin maddi zeminini yarattığını ve siyasal-toplumsal devrimin bu zemin üzerinde gerçekleştiğini belirtmekte; buna dikkat çekmektedir. Daha da önemlisi, Marx, yalnızca teorik görüşleriyle değil, siyasal eylemiyle de indirgemeci oportünizmi mahkûm etmiş, burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve proletaryanın politik iktidarının kurulması zorunluluğunun altını çizerek, Engels ile birlikte proletaryanın uluslararası örgütlenmesi için çaba göstermiş, Birinci Enternasyonalin kuruluşu da onların önderliğinde gerçekleşmiştir.

İŞÇİ SINIFI: DEVRİMİN ÖNCÜ GÜCÜ
Kapitalizm, proletaryayı yaratırken, ya da küçük üreticiyi topraktan ve üretim araçlarından koparıp yaşamını, ancak işgücünü kapitaliste belli bir ücret karşılığında satarak sürdürebilir duruma getirirken, işçi hareketinin ayrı (ve karşıt) bir hareket olarak gelişmesinin koşullarını da yaratmış olur. Kapitalizmde bütün diğer sınıflar erime sürecine girer, çürür ve zayıflarken, kaçınılmaz biçimde safları büyüyenin esas olarak yalnızca proletarya olması, başka şeylerin yanı sıra, işçi sınıfının yok olduğu, zayıfladığı ya da mülk sahibi haline gelerek burjuvaziye eklemlendiği yönündeki revizyonist burjuva görüşleri de geçersiz kılmaktadır. Proleterleşme ve proletaryanın saflarının, özel mülk sahibi sınıfların, özellikle de küçük üreticilerin kapitalist rekabet -20. yüzyıldan itibaren tekelci baskı ve rekabet- vb. nedenlerle mülksüzleşmesiyle büyümesi tarihsel bir olgudur ve kaçınılmazdır. Çünkü sermayenin genişleyen yeniden üretim faaliyeti başka türlü gerçekleşemez ve kapitalizm başka türlü varlığını sürdüremez.
İşçi sınıfı daha ortaya çıkar çıkmaz, kapitalistlerle çelişkiye düşer. İşgücü sömürüsü; işçinin yarattığı artı değere kapitalist tarafından karşılıksız el konması, işçi ile kapitalisti karşı karşıya getirir. Ancak bu çelişki hemen ve ilk günden tüm toplumsal süreci belirleyen bir kapsama genişleyemez. Kapitalizmin, bir toplumsal sistem olarak ömrünü tamamlamasının nedeni, kapitalist üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişmesinin engeli hâline gelmiş olmasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde, işçi kendini, kendisi için üretim yapan ve ürettiğinin sahibi olan bir unsur olarak görmez. İşçi, ancak üretim süreci dışında kalan boş zamanlarında kendine aittir. Üretimin toplumsal karakteri, mülk edinmenin özel kapitalist biçimiyle çelişki içindedir. Mülk edinmenin özel kapitalist biçimi ve kapitalist üretim ilişkileri, emek-sermaye çelişkisini ve onun sınıfsal planda ifadesi olan proletarya-burjuvazi çelişkisini geliştirerek toplumsal bir devrim (proleter devrim) zorunluluğunu doğurur. Bu çelişki, ancak, üretimin toplumsal karakterine ve üretici güçlerin gelişmesine uygun düşen üretim ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin temeli haline gelmesiyle aşılabilir; bu da üretim araçlarının kolektif-toplumsal mülkiyetinin gerçekleşmesiyle mümkündür. Sosyalizmin kurulabilmesi için zorunlu maddi koşullar; üretimin toplumsal karakteri ve kapitalist tekel tarafından oluşturulmuş bulunmaktadır. Tekeller ve emperyalizm, sosyalizmin arifesi olarak, proletarya devriminin maddi koşullarını olgunlaştırmıştır.
Üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey, proletaryanın, partisinin önderliğinde, üzerinde yeni toplumu inşa edeceği maddi koşulları bugün daha da ileri boyutlarda olgunlaştırmıştır. Kapitalizmin kendini yenilemesi, aynı amaçlı yeni buluşların üretime sokulması meta ve sermaye ihracının bütün dünya ülkelerini bir tek ekonomik zincirin halkaları haline getirmesi vb. gelişmeler, proletaryanın eyleminin uluslararası zeminini oluşturan ve onun eylemini dünya çapında etkili kılan gelişmelerdir.
Proletaryanın toplumsal ilerleme ve devrim için tarihsel önemdeki rolü, öncelikle onun üretim içindeki konumundan, üretim araçları mülkiyetine sahip olamamasından kaynaklanır. Proletarya, kapitalist gelişmenin dolaysız ürünü ve ana unsurlarından biri olarak, bizzat bu üretim tarafından birleştirilir, disipline edilir ve mücadeleye sürüklenir. Bu iki özellik onu kaçınılmaz biçimde tüm ezilen sınıfların mücadelesinin öncü gücü haline getirmekte, devrime önderlik göreviyle yükümlü kılmaktadır. Benzer ya da aynı yaşam koşulları ve karşı karşıya bulundukları sorunların ortaklığı, işçilerin birlikte hareketinin ve dayanışmasının maddi zeminini güçlendirmektedir.
Proletarya, burjuvaziye karşı mücadelesinde, günlük ekonomik mücadele sınırları içinde kaldığı sürece, iktidarı alamaz ve sınıf olarak kurtuluşunu gerçekleştiremez. O, burjuvaziden bağımsız olarak örgütlenmeli ve sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini iktidarın alınması hedefiyle birleştirmek için, sınıfın çoğunluğunun -Lenin’in deyişiyle hiç değilse aklı eren ve politik bakımdan gelişmiş çoğunluğu- desteğini alacak biçimde işçi sınıfı içinde örgütlenmiş bir partinin önderliğine sahip olmalıdır. İşçi sınıfının doğrudan kapitalist üretim sürecinde ve üretim birimlerinde yatan devindirici-değiştirici ve yeniden kurucu gücünü, tarihten gelme deneyiyle burjuvazi, işçilerden çok daha iyi ve onlardan önce bilmektedir. Burjuvazi, işçilerin gücünün, kapitalizm için oluşturduğu tehdidi zayıflatmak ve sınırlamak için, egemen sistemin tüm ilişki biçimlerinden ve burjuva devlet örgütlenmesinden yararlanmakta; kapitalist işbölümünün işçiler arasında yarattığı parçalanmayı ve işsizliğin yol açtığı rekabeti kullanmaktadır.
Bunun içindir ki, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi, yaşamın her alanını kapsamak zorundadır ve onun başlıca temel biçimleri -ekonomik, politik ve ideolojik (teorik-felsefi)- birbirine bağlı olarak ele alınmalıdır. Bu temel mücadele biçimlerinden herhangi birinin ihmali ya da küçümsenmesi, kaçınılmaz biçimde proletaryanın sınıf mücadelesine darbe vurmakta, onu zaafa uğratmakta, eksik ve yarım kalmasına yol açmaktadır. Proletaryanın sınıf mücadelesinin en üst biçimi olarak siyasal mücadele, dolaysız olarak, üretim sürecinin maddi zeminini oluşturduğu günlük sınıf çatışması içinde; sınıfların ilişki alanında gerçekleşir ve tüm toplumsal sınıfların burjuva devleti ile ilişkilerinin ortaya çıkardığı sorunların çözümü çabasıyla çeşitlenir.

TOPLUMSAL GELİŞME, İŞÇİ HAREKETİ VE PARTİNİN ROLÜ
Gelişmiş ya da gelişmekte olan herhangi bir kapitalist ülke için olduğu kadar, Türkiye’de de, bugünkü temel sorun işçi sınıfı kitlelerinin (ve ezilen emekçi yığınlarının -kır ve şehir yoksullarının-) devrim için örgütlenmesidir.
Kapitalizmin emperyalist aşamasıyla birlikte, tek tek ülkelerin ekonomisinin genel emperyalist ekonomik zincirin bir halkası haline gelmesi, kapitalizmin çelişkilerinin çeşitlenmesine ve ona niteliksel özellikler kazandıran sıçramalı (ve dengesiz) gelişmenin yol açtığı yeni çelişkilerle zenginleşmesine; devrimin olanaklarının genel olarak olgunlaşmasına ve bunun, zincirin, en zayıf halkasında parçalanmasını olanaklı hale getirmesin’.’ yol açmıştır. Çünkü, “Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başlamış olduğu ve dünyadaki toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay, sf.111)
Emperyalizm, kapitalizmin en gelişmiş evresi olarak yüz yıla yakın bir süredir proletarya ve ezilen halkların açlık, yoksulluk, işsizlik, savaşlar vb. sorunlarla bir arada yaşamalarına neden olmakta, eğitim, sağlık ve barınma alanındaki sorunlarla boğuşarak mutsuz bir yaşam sürdürmelerine; çocukların ve kadınların, kapitalist meta üretimi ve dolaşımı sürecinde insanlık dışı uygulamaya tabi tutulmalarına yol açmaktadır. Emperyalist uygarlık, insan köleliğini, inşanın sınırlanmasını ve yetmez duruma düşürülmesini kaçınılmaz sayan uygarlıktır. Büyük emperyalist ülkelerin geri ülkelerle bağları, hegemonya ve kaynaklarını ele geçirme temelinde biçimlenmiştir.
Emperyalist sermaye ihracı, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. “Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimini taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğu unutulmamalı.” (Lenin, Emperyalizm, İnter yay, sf.78)
İhraç olan sermaye böylece, bağımlı ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırabilmekte, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde hafif ya da ağır sanayi yatırımlarına girişebilmekte ve toplumsal ilişkilerin etkenlerinden biri olarak rol oynamaktadır. Ancak bu, ilişkinin bir yanıdır ve diğer yandan emperyalist sermaye, ihraç olduğu ülkenin ekonomisini tahakküm altına almakta, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklan üzerinde tekelci hâkimiyet kurmakta ve o ülkelerin ekonomisinin sanayi temelinde gelişmesine set çekerek tekelci vurgunu ve kaynakların transferini gerçekleştirmektedir.
Türkiye, kapitalizmin bağımlı özelliği ve gecikerek gelişmesi, işçi hareketinin kırla bağlarının nispeten güçlü oluşu, geniş küçük üretimin varlığı, çok uluslu yapısı ve Kürt sorununun yüzyıllık bir süreç geride bırakılmış olmasına karşın hâlâ temel önemdeki bir sorun olarak durması, proletarya ve emekçilerin güçlü bir demokrasi mücadelesi geleneğine sahip olamayışı vb. özellikleri nedeniyle kimi özgünlükler göstermekte ve bu durum, işçi sınıfının mücadelesi ve parti çalışması üzerinde etkili olmaktadır. Türkiye’de sınıf mücadelesinden söz edildiğinde bugün akla ilk gelen ve gelmesi gereken proletarya ve burjuvazi (esas olarak işbirlikçi tekelci burjuvazi) arasındaki mücadeledir. Bunun kapitalizmin gelişme seyri ve düzeyine bağlı olarak şekillenmesi doğaldır. İşçilerle birlikte, toplumun ezilen diğer kesimlerinin, emperyalizm, işbirlikçi büyük burjuvazi ve faşizmin sömürü ve baskısı altında olması, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin sınıf temeli ve sosyal dayanaklarını güçlendiren bir diğer olgudur. İşçi sınıfının, henüz çok zayıf bir durumda bulunduğu 1920’li yıllarda bile, genel olarak Avrupa işçi hareketinin ve özel olarak Sovyet Devrimi’nin etkisiyle Türkiye’de işçilerin ilk toplandıkları merkezlerde ve liman kentlerinde, başlıca tütün, liman ve ray işçilerinin çeşitli direnişleri görülmüş; işçilerin burjuvaziden bağımsız örgütlenmesi yönünde ilk adımlar bu yıllarda atılmıştır. Henüz kapitalizmin ancak çok cılız biçimde geliştiği ya da yabancı kapitalizmin mallarının pazarlamasına aracılık yapan liman burjuvazisi (tefeci tüccarlar ve giderek komprador), aracılıktan aldığı pay üzerinden kendi hesabına yeni kapitalist işletmeler kurduğu bu yıllarda, buna bağlı olarak zayıf bir işçi kitlesi de oluşmuştur. 1927 sayımlarına göre 13 milyon civarındaki nüfusun 257.000’i “sanayi alanında” ve ülkenin çeşitli bölgelerinde küçük işletmeler halinde dağınık olarak çalışmaktadır. 1930’lu yıllarda devletçilik uygulamasına geçilirken, hedeflenen tüketim maddeleri ve ara malları üretimi yoluyla “sanayinin altyapısını oluşturmak”tır. Bu uygulama sonucu Sümerbank ve Etibank işletmeleri, çimento sanayisi, demir çelik, bakır ve demir işleme tesisleri, tuğla ve kiremit fabrikası, tekel, şeker fabrikaları, telefon ve telgraf işletmesi vb. gibi işletmeler işçilerin esas olarak yoğunlaştığı yerler olmuşlardır.
Türkiye kapitalizmi 1950’li yıllarda yabancı sermaye girişinin hızlanmasıyla, bağımlı bir kapitalizm olarak daha hızlı bir gelişme sürecine girdi. 1960 sonrası yıllarda kapitalist gelişme hızı arttı. Özel sektör işletmeleri sayı, çalıştırdıkları işçi ve üretim kolları bakımından çeşitlenip gelişirken, “kalkınma planı” uygulamalarıyla devlet yatırımlarında da artış görüldü. İstanbul, İzmir gibi başlıca liman kentlerinin yanı sıra, Bursa, Adana, Zonguldak ve Antep, işçilerin biriktiği kentler oldular. Giderek artan oranda küçük üreticinin topraktan kopması ve proleterlerin safına, çalışan ya da işsiz olarak katılması, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf kavgasının büyümesine; binler yerine yüz binler ve milyonlarla ifade edilen sayıdaki işçinin sendikalarda toplanarak, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, grev ve sendika hakkının genelleştirilmesi vb. taleplerle işbirlikçi gericiliğin karşısına dikildiği yıllar oldu. (Burada işçi hareketinin tarihini yazmıyor olmakla birlikte, bu gelişmenin bugün işçi ve emekçi hareketinin önündeki sorunların devrimci tarzda aşılması için gereken sınıf temelini sağladığını belirtmek bakımından bu bilgiyi yararlı görüyoruz.)
Bugün kapitalist gelişme ülkenin hemen bütün önemli kentlerini içine almıştır ve genel olarak ülkede, özel olarak kent nüfusunun günlük yaşamı üzerinde işçiler kesin bir etkide bulunmaktadırlar. Yeni işçi merkezleri oluşmuştur ve işçiler, toplumsal düzeyde görülen çürümeye karşın, sınıf kardeşliğini gösteren örnekler sergileyerek, çoğu işyeri ve fabrikada, şu ya da bu zamanda grev, direniş, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, miting ve yürüyüş yapma gibi eylemlerle, burjuvaziye karşı hak mücadelesi vermektedirler. Yeni işçi merkezleri arasında Denizli, Batman, Malatya, Çorum, Konya, Maraş gibi iller ve yakın gelecekte çok önemli bir tarımsal ve sanayi işçi alanı olacak GAP bölgesi sayılabilir.
İşçilerin, bu gelişme sonucu, burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin başındaki yürüyüşlerini daha güçlü olarak sürdürecekleri kuşkusuzdur. İşçi sınıfının, halk kitlelerini de ezen sermaye sistemine, emperyalist gericiliğe ve burjuvazinin sınıf diktatörlüğüne karşı mücadelenin başında yürümesinin nesnel koşulları bugün çok daha fazla olgunlaşmıştır. İşbirlikçi gericiliğin yeni vahşi saldırı ve sömürü yöntemleri, açlık, yoksulluk ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılan kitleler içinde öfkeli başkaldırıları engelleyemez. Ancak işçi sınıfı, burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin başarısını, kapitalist gelişmeyle artan sayısına ve kendiliğinden birleşik eyleminin gücüne bağlamakla yetinemez. İşçi sınıfı, zafer için, sınıf mücadelesi tarihinin derslerini özümleme-li, bilimsel sosyalist teoriyle silahlanmak, ve mücadelenin önüne çeşitli engeller çıkaran küçük burjuva parti ve örgütlerin ideo-lojik-politik etkisine karşı kararlı bir mücadele yürütmelidir. İşçi sınıfı (ve onun ileri kesimleri), uluslararası ve ulusal alanda süren mücadelenin başarı ve başarısızlıklarından doğru sonuçlar çıkarmalı, tecrübe ve deneylerden yararlanmalı, toplumsal devrimin yasalarının bilgisini edinmelidir.
Her şeyden önce burjuvazi, sınıf egemenliğini, burjuva devlet aygıtına dayanarak sürdürmekte ve onun kurumlarıyla işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Burjuvazinin, üretim araçları mülkiyetini elinde tutarak, işçileri sömürme ve onlara verdiklerini geri alma imkanına sahip olması, ekonomik mücadele sınırları içinde onun temelli bir yenilgiye uğratılmasını olanaksız kıldığı gibi; burjuvaziye karşı politik mücadeleyi de zorunlu kılmaktadır. Ekonomik ve toplumsal kurtuluşu için Türkiye işçi sınıfı, öncelikle politik bir devrimle, burjuvazinin sınıf diktatörlüğüne son vermelidir.
Devrimci mücadelenin temel sorunu siyasal iktidarın proletarya (ve müttefikleri) tarafından alınması ve proletaryanın devrimci iktidarı yoluyla sosyalizmin inşasıdır. Marksizm-Leninizm’in sınıf mücadelesine ilişkin öğretilerinin özümlenmesi, yaygınlaştırılması, geliştirilmesi ve sınıfa mal edilerek, toplumsal sürecin değişiminde etkili bir araca dönüştürülmesi gerekli ve zorunludur. İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünün bilincine ulaşmasında partinin politik faaliyeti büyük bir rol oynar. İşçiler, kapitalistler ve burjuva devlet gücü ile ilişkilerinde mücadelenin zorunluluğunu duyumsar ve kavrarlar, ancak siyasal iktidarın alınması gerekliliğini tek başına bu hareket içinde algılama olanakları yok ya da son derece sınırlıdır. Çünkü kendiliğinden ekonomik hareket, ideolojik bakımdan ancak burjuva bir karakter gösterir ve düzen sınırları içinde, iş, ücret çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı olarak kalır. Devrim ise, genel olarak “var olan egemen erkin devrilmesi ve var olan toplumsal ilişkilerin çözülmesidir.
Proletarya, bu nitelikteki eyleme, ancak partisinin öncülüğünde hazırlanabil;, ve girişebilir. Marksizm, proletaryanın birleşik faaliyetini yönetebilecek, proletaryaya ve onun aracılığıyla bütün emekçi yığınlara siyasal liderlik yapacak, işçi ve emekçilerin öncüsünü birleştirmeye, eğitmeye ve örgütlemeye yalnızca komünist partisinin yetenekli olduğunu öğretmektedir. Bunun için her şeyden önce, “proleterleri iktidar için mücadeleye yöneltecek kadar cesur, devrimci bir durumun çapraşık koşulları içinde yolunu şaşırmayacak kadar deneyim sahibi ve hedefe giden yolda hiçbir çeşit kayaya çarpmadan yol alabilecek esnek, mücadeleci bir parti”nin (Stalin), inşa edilmesi ve bu partinin sınıf içindeki çalışmasının yardımıyla devrim için ayağa kalkmış ve emekçilerin desteğini yanına almış proletaryanın politik eylemine ihtiyaç vardır. (Burada devrimin gerçekleşmesi için, nesnel ve öznel tüm gerekli koşulları ve tüm toplumsal sınıfları etkileyen ve yönetenlerle yönetilenler bakımından işlerin eskisi gibi yürütülmesini olanaksızlaştıran ulusal ölçekteki kriz vb. etkenler üzerinde durmuyoruz. Sorunu belli sınırlar içinde ve partiye ilişkin yanı ile ele alıyoruz.) Parti, burjuvazinin engelleme ve bastırmalarına karşın, toplumsal hareketin sınıflar arasındaki ilişkileri altüst ederek geliştiğini ve farklı çıkarlara sahip sınıflar arasındaki çelişkileri derinleştirdiğini göz önünde tutarak, hareketin devrimci gelişimi için, bilinçli müdahale görevini en etkin biçimde yerine getirmek zorundadır.
Marx ve Engels, “Biz sınıfların ortadan kalkmasını istiyoruz; bunu elde etmenin yolu nedir?” diye sorarak, cevabını şöyle veriyorlardı. “Tek yol proletaryanın politik hakimiyetidir.,. Devrim en yüksek bir politik harekettir ve devrim isteyenler, onu elde etmenin yolunu da istemelidirler. Bu yol, devrim için yolu hazırlayan ve işçilere devrimci eğitim veren politik eylemdir. Bu eğitim olmaksızın işçiler ertesi sabahı Favres’lerin ve Pyat’ların aletleri haline gelmeye mahkûmdurlar. Öte yandan, bizim politikamız, işçi sınıfı politikası olmak zorundadır. İşçi partisi, asla herhangi bir burjuva partinin kuyruğuna takılmamalıdır. Bu parti bağımsız olmalı, kendi amacına ve kendi politikasına sahip olmalıdır.” (Birinci Enternasyonalde Örgütlenme Sorunları)
Lenin, Marx ve Engels’in teorisini yeni koşullarda geliştirirken, bu sorunu çeşitli yanlarıyla irdeledi ve ekonomi ile politika, kendiliğinden eylem ile siyasal eylem ve parti örgütlenmesi arasındaki bağı ortaya koydu. Lenin, “Bizim başlıca ve temel görevimiz, işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişimini kolaylaştırmaktır. Bu görevi arka plana itenler, mücadelenin her türlü özel metotlarını ve diğer bütün görevlerini buna tabi kılmayı reddedenler, yanlış bir yol izlemekte ve harekete ciddi zararlar vermektedirler” diyordu.
İşçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik eğitimi, işçilerin kapitalistlere karşı günlük ekonomik-demokratik mücadelesinin içinde yer almaksızın; bütün toplamsal sınıfların devletle ilişkileri konusunda sınıfın aydınlatılmasını ve bununla bağlı olarak devrimci müdahalesini gerçekleştirmeden, sağlanamaz.
Stalin, Leninizm’in Sorunları adlı eserinde, Lenin’in şu sözlerini aktararak, parti, sınıf ve sınıfın devrimci mücadelesinin bağına dikkat çekiyordu. “Biz bir sınıf partisiyiz. Bu yüzden hemen hemen bütün sınıfın (ve savaş sırasında, iç savaş sırasında bütün sınıfın) bizim partimizin önderliğinde hareket etmesi, mümkün olduğu kadar yakından bizim partimize bağlanması gerekir…”
Sınıfın geniş kesimlerinin ve halk kitlelerinin sevgisi, desteği ve bağlılığıyla güçlenmiş bir parti olmaksızın, burjuvaziye karşı siyasal iktidar mücadelesinin zaferi olanaksızdır. Parti, sınıfın bir parçası, varlığının bütün kökleriyle ona sıkı sıkıya bağlı olarak sınıfın bütün kesimleri ve bütün üretim birimlerinde örgütlenmiş bir güç haline gelmemişse, bir devrimci durumda, iktidarın alınması başarılamaz; ya da bir başka biçimde söylersek, böyle bir partinin yol gösterici yönetimi altında değilse, burjuvaziye karşı mücadelede zafere ulaşamaz. Sınıfın geniş kitleleri içinde örgütlenmemiş, örgütünün bütün temel organlarını başlıca büyük işçi merkezlerinde ve büyük fabrikalar başta gelmek üzere üretim ve yerleşim (ve eğitim, sağlık, ulaşım ve iletişim başta olmak üzere hizmet işkolunda ve bütün emekçiler içinde) birimlerinde oluşturmamış bir sınıf partisinin, sınıfın en ileri, en devrimci öğelerini saflarında birleştirmesi ve onların devrimci ruhunu ve mücadele kararlılığını edinmesi mümkün değildir. Partinin gücü işçi sınıfı hareketindedir; parti çalışmasının olanaklarını olduğu kadar, bu çalışmanın başarılı olmasının koşullarını yaratan da bu harekettir. Aynı nedenle, parti çalışması işçi sınıfı hareketinin zig-zaglarından, alçalış ve yükselişlerinden etkilenir; işçi sınıfı ile birlikte tüm toplumsal sınıfların ilişkilerinin oluşturduğu toplumsal koşullar içinde, bu koşulların genel etkisi altında gerçekleşir.
Parti ancak işçileri, her koşulda görev yapacak ve çalışma yeteneği gösterecek örgütlerde birleştirerek, onlara “sınıf mücadelesi ruhunu aşılayarak”, amaçlarını net biçimde ortaya koyarak ve gerçek materyalist dünya görüşüyle işçileri eğiterek bu görevini yerine getirebilir. Siyasal mücadele tarihi, zamanı, gücü ve koşulları doğru değerlendiremeyen, düşmanına, onun zayıf düştüğü anda saldırmasını ve öldürücü darbe vurmasını başaramayan sınıfın kaybettiğini; yeni bir saldırı için güçlerini toparlaması ve hazırlanması için yeni bir zamana ihtiyacı bulunduğunu göstermektedir. Devrimci örgütün, ya da partinin en önemli görevlerinden biri de, somut durum ve koşullardaki değişmeleri doğru biçimde tespit etmek ve buna uygun bir pratik siyasal tutum geliştirmektir. Bir Marksist, der Lenin, gerçek durumu, sınıf ilişkilerinin durumunu ve koşulları doğru değerlendirmeli, “belirli bir durumu değerlendirirken, olurluluklardan değil, gerçeklerden hareket etmelidir.” Koşullara uygun düşmeyen keskin devrimci lafazanlığın, duygu, dilek, öfke vb. ile kendini ifade etmenin ve eldekiyle avunmanın dışında herhangi bir yararı olmamaktadır. Lenin’in deyişiyle, sloganların “çok iyi, parlak, soluk kesici” olması, bu sloganların koşullar gözetilmeden tekrarlanması, işçi hareketine ve yığınların mücadelesine, bu mücadelenin ilerletilmesi bakımından herhangi bir hizmette bulunmamaktadır.
Proletaryanın devrimci partisi, burjuva ilişkiler ağının işçileri kuşattığını bilerek, sınıfın geniş kesimleri ve emekçi kitleler içinde faaliyet yürütür. Parti, işçileri kuşatan kapitalist ilişkiler ağının yol açtığı burjuva etkinin kırılması, işbölümü ve rekabetin neden olduğu parçalanmanın, sınıfın birliği yönünde giderilmesi için çalışır ve ekonomik-kendiliğinden mücadelenin bir araya getirdiği işçi kitleleri içinde proletaryanın devrimci ideolojisinin etkisini yağma yoluyla, proletaryayı politik iktidar mücadelesine hazırlar.
Parti bu çalışmayı yürütürken, gelişmeyi belirleyenin yalnızca kendi çabası ya da etkisi olmadığını bilerek hareket etmek zorundadır. Koşullardaki ve sınıf ilişkilerindeki değişiklikler, ekonomik ve politik durum, kriz ya da nispi istikrar durumu, burjuva hükümetlerinin ve burjuva devletin işçi kitleleri ve emekçi yığınlar nezdinde yıpranmış olup olmaması, uluslararası koşullar, sınıf hareketinin mücadele geleneği vb. parti çalışmasını etkileyen ve ilgilendiren unsurlardır.
Sosyalist teorinin sınıf hareketiyle birliği, yani teorinin sınıf hareketine “sokulması” ise ancak bu süreçte gerçekleştirilebilir. Sürecin başında, bu, devrimci aydınların işçi ve emekçilerin günlük ekonomik-politik mücadelesine katılması ve tüm toplumsal sınıfların devletle ilişkilerinden hareketle propaganda, siyasal teşhir ve ajitasyon yoluyla gerçekleştirilmekle birlikte, proletaryanın geniş kesimlerinin politik eğitimi esas olarak, proletaryanın öncü unsurları tarafından gerçekleştirilebilir. Partinin (ve partili aydınlar) en önemli görevlerinden biri de proleter sınıf mücadelesinin ilerletilmesi ve yönetimi için “aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılacak” (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir, Sol yay. sf.230) bir çalışmayı hedefleyerek, bu işin öncü-ileri proleterlerce gerçekleştirilmesinin olanak ve araçlarını etkin bir biçimde oluşturmaktır. İşçi sınıfının eğitimi ve aydınlatılması ancak sınıfın öz-deneyimi temelinde gerçekleştirilebilir. Bütün toplumsal gerçeklerin anlaşılmasını olanaklı kılan ve merkezi ve yerel düzeyde sürdürülen siyasal teşhir ve bununla birleşen devrimci siyasal ajitasyon işçilerin devrimci eğitimi için zorunludur. Öyle ki işçi sınıfı, hangi sınıfları ve kesimleri etkiliyor olursa olsun baskı, zor ve suiistimalin her çeşidine karşı Marksist (sosyalist) açıdan tepki göstermeli, siyasal gericiliğe karşı mücadelenin öncülüğünü üstlenmelidir.
Proletarya ve emekçi halk kitlelerinin, ekonomik ve politik taleplerini elde etmek için burjuvaziye karşı yürüttükleri mücadele içinde yer alarak, onları aydınlatmak, sosyalizm bilinci ve toplumsal mücadelenin yasalarının bilgisini edinmeleri için çaba göstermek ve işçileri yeni toplumun kurucuları olarak örgütlemek partinin görevidir.

İNSAN OLARAK PARTİLİ; SINIRLILIKLAR VE DAYANAKLAR
Türkiyeli işçiler, burjuvaziden bağımsız politik bir örgüte sahip olmakla, burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi) sınıf iktidarından kurtulmak ve kendi devrimci sınıf iktidarlarını kurma yolunda ilk adımları atmış bulunuyorlar. Ancak bu, henüz yolun başı sayılmalıdır ve proletarya ve partisi, burjuvaziye ve onun siyasal egemenliğine karşı mücadelesinde başarıya ulaşmak için, toplumsal hareketin ve koşulların nesnel bir değerlendirmesini her dönemeçte yeniden yaparak, güçleri bir devrimci durumda, düşmana en etkili darbeyi vuracak biçimde hazırlama göreviyle yükümlüdür. Bu ise, ancak işçi sınıfı partisinin, sınıf mücadelesinde oynadığı rolün doğru bir biçimde tespit edilmesi ve partinin görevini eksiksiz olarak yerine getirmesi sonucu başarılabilir.
Parti çalışmasıyla sınıfın eylemi; parti üyesinin eylemiyle toplumsal koşullar; bireyin tutumuyla nesnel yasalar arasında tarihsel materyalizm diyalektik bir ilişki kurar. Parti, sınıf ve devrimci insanın, eylemi ve ideolojik tutumu, içinde yaşartılan ve hareket edilen toplumsal ilişkiler bütünüyle dolaysız bir bağ içindedir. Proletarya bütün öteki toplumsal sınıflardan tecrit durumda bulunmadığı gibi, parti çalışması da partiyi saran sınıf ilişkilerinden bağımsız değildir. Parti ve örgütlü birey olarak sosyalist insan, bütün bu koşullar ve koşullanmışlıklar içinde hareket etmektedir.
Kapitalizm, feodal toplumun yıkıntılarından filizlenirken, eskilerin yerine yeni sınıfları, yeni ilişkileri ve yeni çatışmaları geçirir. Burjuva toplum, giderek artan biçimde iki düşman kampa; proletarya ve burjuvazinin şahsında “iki büyük sınıfa” bölünürken, ara tabakalar da dahil bu sınıflar arasında, onların iradesinden bağımsız olarak bir ilişkiler yumağını da oluşturur. Karşıt eğilimler, davranış ve tutumlar, toplumun çeşitli sınıflarının üretim ve yaşam koşullarından kaynaklanır, sınıfların yaşam biçimi, üretim sürecindeki konumu ve buradan kaynaklanan farklılıklar, onların pratik ilişkileri ve tutumları üzerinde etkili olur.
İşçi sınıfı partisi sosyalizm mücadelesini, kapitalizmin “bağrında”, kapitalist toplumsal koşullar içinde yürütür. Parti çalışmasının esas hedefi, tarihsel açıdan “eski”yi temsil eden bugünkü toplumun ve üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önüne kurduğu barikatları ve siyasal ve ekonomik tüm engelleri aşmak, sömürü ilişkilerinin tüm insanlar için oluşturduğu kölelik zincirlerini parçalamak ve insanın özgürleşmiş yaratıcı gücünün her bakımdan geliştirilmesinin maddi koşulları da demek olan sosyalist-komünist toplumu kurup inşa etmektir.
Her toplumsal sistem, iradi etkiden bağımsız olarak, o sistemin ilişkileri çerçevesinde insanı biçimlendirme gibi bir işlevi de yerine getirir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ve ücretli emek sömürüsüyle varlığını sürdüren bir sistemdir ve bu sistemin bireye egemen kıldığı, rekabet ve bireyciliktir. Kapitalizm insan emeğini, pazarda serbestçe alınıp satılan bir metaya dönüştürüp, işçiyi kendine ve kendi emeğinin ürününe yabancılaştırırken, işbölümünün gelişmesi ve makinelerin üretimde kullanılması, bilimsel teknik buluşların emek verimliliğinde yol açtığı artışlar (artı emek zamanı ve artı değerin artması demektir bu), vb. gibi gelişmeler, kapitalistler arası rekabeti kızıştırmakla kalmamakta, işçiler arasında da rekabete yol açmakta, bireysel çıkarcılığı kışkırtmaktadır. Aşırı üretim bunalımlarının etkisiyle büyüyen işsizlik, çalışan insanı tehdit ederken, işçiyle işçiyi; iş bulanla bulamayanı rekabete sokmaktadır. Kapitalizm, insan ve işçiyi tek yanlı hale getirmiş, zihni ve fiziksel yeteneklerinin gelişmesinin önüne set çekmiş, kapitalist özel mülkiyet ve çıkarcılık temelinde birbirlerinden yalıtık hale getirmiştir. Kapitalizm, rekabet ve mülk edinmenin özel kapitalist niteliği nedeniyle dayanışma ve yardımlaşmayı engellemekte, aile içi ilişkileri çıkar ilişkisine dönüştürmekte, insanın insanla ilişkisini nesnelerin ilişkisine; parasal ilişkiye çevirmektedir. Ama hepsi bu değil. Genel koşulları içinde, kapitalizmin insanı bireyselleşmiş, birey olarak hareket eden ve düşünen insandır.
Parti, bu toplumsal koşulların biçimlendirdiği bireyleri örgütlü-kolektif mücadele içinde değiştirip-dönüştürmeyi de içeren bir çalışmayla işe koyulur. Parti çalışmasının üzerinde yükseldiği maddi zeminin proletarya hareketi tarafından yaratılması, parti faaliyetinin proleter ve emekçi hareketine dayanması ve bu hareketin tarihsel haklılığından güç alması, siyasal-örgütsel başarıyı ve insanın -partilinin- devrimci değişimini olanaklı kılan maddi dayanağı oluşturur.
Parti çalışması, parti organ ve üyelerinin eyleminde somutluk kazanırken, bu çalışma bakımından da temel sorunlardan biri, insan, insan ilişkileri ve bu ilişkilerin toplumsal koşulları bütünüyle birlikte belirlediği “insani tutum ve davranışlar” ve bunların devrimcileştirilmesi olarak varlığını sürdürür.
Ama insan aynı zamanda irade ve düşünmeyi, karar verme ve uygulamayı, yaşam deneyi ve insan ilişki ve çelişkileri üzerine akıl yürütme ve sonuç çıkarmayı, koşulları etkileme ve olabilir değişiminde rol oynamayı temsil eden toplumsal öznedir. İnsanın üretim faaliyetinin toplumsal değişimi sağladığı, insanın doğa ve toplum yasaları üzerinde etkide bulunabildiği, toplumsal yasaların edilgen ve “kör” bir tutsağı olmadığı bilinen bir gerçektir. İnsan ve sınıflar, önceden belirlenmiş “kader”in çaresiz kurbanları değildirler. Marx ve Engels, daha sonraları da Lenin, insanın eylemi -bilinçli eylemi- üzerinde dururlarken, insanın çaresiz olmadığını, ancak, “insanın özü”nün “toplumsal ilişkilerin toplamı” olduğunu söylemişlerdi. Toplumsal ilişkiler soyut değil somut ve tarihseldirler.
Aykırı gelişme gene kapitalizm tarafından yaratılmakta ya da kapitalist üretim bu aykırı durumu kaçınılmaz olarak doğurmaktadır. Proletaryayı, bir yandan bu tür bir bölünme ve rekabete sokarak, onun direnişini ve yeni ilişkileri geliştirmesini engelleyen kapitalizm, diğer yandan kaçınılmaz olarak üretimi, artan oranda bireysel bir iş olmaktan çıkararak toplumsallaştırmakta, binlerce işçiyi fabrika, iş alanları ve sanayi komplekslerinde bir araya getirerek, dayanışma, paylaşma ve ortaklaşa hareketin koşullarını yaratmaktadır. Kapitalizm, yüzlerce ve binlerce işçiyi fabrikalarda toplayarak, egemen ilişki biçimine aykırı olma özelliği taşıyan yeni bir ilişkinin tohumlarını da atmaktadır. Dayanışma ve birlikte hareket etmenin, paylaşma ve dayanışmanın zemini fabrika koşulları içinde ortaya çıkıp güçlenebilmektedir. Fabrika koşulları ile proletaryanın en devrimci sınıf olması arasında koparılamaz bir ilişki vardır. Bu bakımdan proletarya partisi fabrikalarda ve büyük sanayi komplekslerinde örgütlü olduğu oranda, harekete devrimci tarzda katılma ve müdahale olanaklarına kavuşmakta; proleter kararlılığı ve çalışkanlığıyla donanmakta ve her koşulda çalışabilir örgütleri oluşturma olanaklarını elde etmektedir. Devrimci sınıf partisi ve onun militanı için geçmiş kuşakların tarihsel birikim, kültür ve sınıf mücadelelerinin deneyleri üzerinden bugüne aktarılan tecrübe, yeniyi kurma mücadelesinde bir dayanak ve kazanım durumundadır. Bu, sınıfsal sömürü ve baskıyı ortadan kaldırma mücadelesinde yararlanılacak ve bilinçle ayıklanıp kullanılacak genel bir birikim ve deney zenginliğini sağlamaktadır.
Yeniyi inşadan söz edildiğinde, insan unsuru açısından da yeniyi kurmak, eskinin içinde bir ucundan yeşermeye başlamış yeninin ilişkilerini geliştirmekle mümkündür. Çünkü her toplumsal ilişki tarzı kendi unsurlarını biçimlendirir. İnsan, içinde yaşadığı ilişkiler bütününün etkisi dışında yaşayabilecek cansız ve ruhsuz bir robot değildir; ama insan, iradesiyle ve bilinçli etkinliğiyle koşullar üzerinde değiştirici etkide bulunan bir “yeniden kurucu”dur da. Proletarya partisi, proletaryanın yeni toplumu kurmasının olmazsa olmaz aracıdır. Parti, kolektif çalışmanın kapsadığı birikim ile sınırlanmışlıkların aşılmasının yolunu açan, sosyalist insanın kolektif iradesiyle yeniyi bugünden biçimlendirmeye başlayan canlı bir organizmadır. Proletarya hareketi ve fabrika koşulları, üretimin toplumsal karakteri ve işçilerin kapitalistlere karşı sınıf örgütlerinde bir araya gelmesi, yeninin nesnel dayanaklarını oluştururken, Marksizm’in ve uluslararası proletarya hareketinin kazanım haline getirdiği birikim, deney ve tecrübe öznel dayanakları oluşturur. Parti yaşamı ve çalışması sosyalist yeni insanın eğitim-evidir. Marx ve Engels, ilk eserlerinde, sosyalizmin kurulmasıyla insanın “kitlesel ölçekte değiştirilmesi” arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, en iyi değiştirici etkenin proletaryanın devrimci eylemi olduğunu söylemişlerdi. İnsanın, kapitalizm ve sınıflı tüm toplumlar tarafından ona dayatılan bireyci, çıkarcı ilişkilerden kurtulması ve tüm toplumun kurtuluşu için fedakârlık yapması, değiştirici ve devrimcileştirici bir rol oynar. İşçiler ve işçi sınıfının kurtuluşu davasına bağlanmış devrimci aydınlar, parti yaşamı içinde, kapitalizmin etki ve koşullanmışlıklarıyla savaştıkları ve paylaşımcı, dayanışmacı özellikleri geliştirdikleri ölçüde, yeni sosyalist toplumun kurucuları haline gelebilirler. Parti çalışması, parti militanına, kapitalizmin ve burjuva toplumun tüm etkilerine karşı savaşma; bireysel çıkar ilişkilerinden arınma, insanlığın olumlu tüm birikim ve kazanımlarına ulaşma, paylaşma ve dayanışma ruhunu geliştirme olanaklarını sağlayarak, onu kapitalizme karşı savaşma gücüyle donatır. Parti ve militanı, burjuvazinin politik ve ideolojik-kültürel kuşatmasına karşı mücadele edecek ve henüz esas olarak burjuva dünya görüşüyle şekillenmiş bulunan işçilerin, fabrika ortamının uygun koşullarında kolektif üretim ve yaşam ruhuyla yetişmeleri için çaba gösterecektir. Bunu yaparken kendisi de olumlu-devrimci bir değişimi kaçınılmaz olarak yaşayacaktır. Lenin, sosyalizmin “saksılarda yetiştirilmiş” insanlarla değil, ama kapitalizm koşullarında yetişmiş insan malzemesiyle kurulabileceğine işaret ederken de, bu gerçeği ifade etmekteydi. Eksiksizi ve mükemmeli -bunun bütünüyle mümkün olup olmaması bir yana- koşullardan bağımsız biçimde bugünden oluşabilir saymak ve devrimci faaliyeti de bu tür unsurların eylemi düzeyine çekmek, yalnızca idealist bir dünya görüşüne işaret etmez, ama hayalci bir beklentiyle zaman israfına da yol açar.
Parti, parti üyesinin, eski toplumun alışkanlıklarından kurtulma çabasının en yoğun ve kolektif biçimde yaşandığı; insanın ve bireyin özel mülkiyet ilişkilerinden, onların üzerinde oluşan kültürel-siyasal vb. özellikler ve anlayışlardan, tortusal eğilimlerden kurtulma çabalarının başarıya ulaşma olanağına en fazla yaklaştığı canlı bir “toplumsal organizma”dır. Partili için, örgütü ve parti çalışması zenginleştirici, geliştirici, donatıcı, yeteneklerin geliştirilmesine kolektif birikim üzerinden olanak sağlayıcı ve yardım edici koşulların oluştuğu yer ve çalışmadır. Örgüt, isterse ekonomik mücadelenin aracı olsun, insanların ortaklaşmış davranışlarının, enerji ve güçlerinin kolektif harekete geçirilişiyle, toplumsal ilerleme ve değişimde en önemli etkenlerden biridir. Tarihi yapan insanın, bunu, tek tek bireylerin eylemiyle değil, ama toplulukların ve sınıfların örgütlü eylemiyle gerçekleştirdiği; tarihin, -ilkel komünal toplum dışında- sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşandığı bilinmektedir. Proletarya ve ezilenler, yeni insanca yaşamı gerçekleştirmek için proletarya partisinin önderliği altında, burjuvazi ve kapitalizme karşı yürümedikleri sürece, insanı kendi dışında diğer insanlarla rekabete ve mülk edinme yansına sokan ve bütün kötülükleri bu temelde üreten bugünkü “hayvani” dünya değiştirilemez. İnsanın özgür, eşit ve mutlu yaşamını temel hedef edinen sosyalizm, bireye, zihni ve fizik gelişimi için olanaklı tüm zamanı sağlayarak, yeni insanın daha tam oluşmasının maddi koşullarını da yaratacaktır. İşçi sınıfı ve burjuvazinin köleleştirdiği, hayvani, bir yaşam düzeyine mahkûm ettiği insanlar neden sosyalizmi istemesinler. İşçi sınıfının devrimci partisinin her bireyi bu bilinçle işçi ve emekçi yığınlar içinde çalışma yürütecek, devrimci sınıfın, toplumsal kurtuluşun başında yürümesi için ona tüm gücüyle yardım etmeye çalışacaktır.
İnsan ve birey olarak partili ile toplumsal koşullar arasındaki ilişkiyi bu biçimde ele almayanlar, idealist tarih yorumu saplantısına düşmekten kurtulamazlar. Bunun sonu ise yalnızca hayal kırıklığıdır.

KAZANMANIN TARİHSEL KAÇINILMAZLIĞI VE DEVRİMCİ KAVRAYIŞ
Engels, “Almanya’da Devrim-Karşıdevrim” başlığı altında toplanmış makalelerin birinde şöyle yazıyor. “Boş inanın, devrimleri bir avuç ajitatörün hınzırlığına (burada komplocu örgüt anlayışı eleştiriliyor-Y.A.) bağladığı zamanlar geçti ve iyice geride kaldı. Her türlü devrimci kargaşalığın arkasında, günü geçmiş kurumların karşılanmasını engelledikleri bir gereksinmenin bulunduğunu şimdi herkes biliyor. Bu gereksinmenin kendini, henüz hemen bir başarı sağlayacak kadar derin, o kadar genel bir biçimde duyurmaması olanaklı; ama bu gereksinmeyi her zorla bastırma girişimi onu, engellerini parçalayıncaya kadar, daha da belirgin bir duruma getirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.” (Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol yay. sf.12)
Burjuvazi, tarihsel olarak “günü geçmiş” toplumsal sistemini, ekonomik ve ideolojik egemenliği ve zor dayatmasıyla sürdürmeye çalışsa da, proletaryanın sınıfsal eyleminde tarih, yeniye -sosyalizme- doğru yol alıyor. Proletarya ve tüm ezilenlerin kapitalist sömürü ve zorbalıktan kurtulma gereksinimi ve zorunluluğu ileri işçi kitleleri içinde daha fazla netlik kazanıyor. Sömürüşüz ve sınıfsız yeni toplumu kurma mücadelesinin, günü geçmiş kurumların direnci ve burjuva diktatörlüğünün siyasal şiddetiyle karşılanması çelişkileri derinleştirmekte ve değişim gereksinimini “daha belirgin” hale getirmektedir. İşçi sınıfı, partisinin yol göstericiliğinde sınıf mücadelesinin yasalarından öğrendiği, kapitalizmin yıkılmasının kaçınılmazlığını siyasal deneyimine dayanarak kavradığı oranda, kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin kurtuluşunu sağlamak üzere örgütlü sınıf mücadelesini yükseltecek ve tarihin yasası işlemeye devam edecektir. Feodal beyler köle sahiplerini ve burjuvazi feodalleri nasıl yenilgiye uğrattıysa, proletarya da burjuvaziye yenilgiyi yaşatacaktır, bu kaçınılmaz!
Proletaryanın sosyalist partisi, ancak devrimci sınıfın eylemine faaliyetiyle önderlik ediyorsa, hareketin ortaya çıkardığı biçimleri gözeterek mücadelenin ilerletilmesi için yeni yol ve yöntemler bulabiliyor ve uygulayabiliyorsa, hareketin “ıskartaya çıkardığı” eski biçimleri zamanında bir kenara bırakarak, hareketin ihtiyaçlarına cevap veren ve hareketin ortaya çıkardığı yeni biçimleri genelleştirip geliştiriyorsa, görevini yerine getirmiş ve adına layık davranmış olur.
Yaşamın ve sınıf mücadelesinin materyalist bilimsel yöntemi olan Marksist-Leninist teori ne denli iyi özümlenirse, hareketin nesnel yasalarının işleyişi ve değişen toplumsal koşulların rolü ne denli iyi kavranırsa, gücünü tarihsel kaçınılmazlık ve proletaryanın sınıf eyleminden alan partili devrimci, görevini ne denli iyi ve tam yerine getirirse, başarmak o denli kesin olacaktır.
Proletaryanın devrimci hedeflerini ve partinin sosyalizm için mücadelesini, gerçekleşemez bir ütopya uğruna gereksiz çaba sayanlarla, proletarya partisinin eylemini ve rolünü, sınıf hareketi ve toplumsal koşullardan koparanlar ise, Marksizm ve materyalizm üzerine onca laf kalabalığına ve görünürde ters noktalardan hareket etmelerine karşın aynı yerde birleşiyorlar. Hareketin yasalarının reddi ve zorunluluğun yadsınması…
Proletaryanın ve onun partisinin eylemi, tarihsel bakımdan haklı, siyasal ve ekonomik bakımdan kaçınılmaz bir “ütopyamın gerçekleşmesi için zorunlu bir etkendir. Gerçekçi, maddi gerçekleşme koşullarına sahip ve elde edilmesi kaçınılmaz ve mümkün olan bir hedefe yöneliktir. Yeterli olmayan ve geliştirilmesi gereken araçlara sahiptir: Mevzilerin korunup geliştirilmesi, proletaryanın elinde etkili araçlar olarak burjuvaziye karşı kullanılmalarının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu görev başarıyla yerine getirildiği ölçüde, “hayal” gerçeğe dönüşecek, devrimci coşku yaşam coşkusuna yükselecektir.

Aralık 1997

Marksizm, işçi sınıfı ve Marksizm’in maskeli düşmanları

İnsanlığın ilk toplumsal bilinci, özel mülkiyetin, çıkarları birbirine zıt sınıfların ve bunun bir unsuru olan devletin var olmadığı koşullarda oluştu. Bu, ilkel ve zorunlu bilincin temelini; vahşi ve acımasız doğa koşullarına karşı, insanların bireysel varlıklarını sürdürebilme olanaklarının, doğrudan toplumsal varlıklarını korumaya bağlandığı ve bunun zorumu biçimi olan ortaklaşa yaşamın, yani ilkel komünal toplumun insan bireyine verdiği zorunlu bilinç ve sorumluluk oluşturdu.
Marx’ın da çeşitli vesilelerle vurguladığı gibi, toplumsal örgütlenmenin ilk biçimi olan ilkel komünal toplum; toplumsal ilişkilerin de, en ilkel, “en içten ve yabancılaşmamış” bir örneğini sunar. Bireysel görevlerin; toplumsal hayata sağlanan en ileri katkı ve zorunlu bir sorumluluk tarafından belirlendiği toplumsal bilinç ve sorumluluğun, bireyin kendi varlığını devam ettirme zorunluluğuyla olan bağının zorunlu, açık ve doğrudan bir şekilde dayattığı tarihin bu ilk evresi, sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte, insanlığın belleğinde giderek silikleşen, ama her zaman özlem duyulan “altın çağ”ın bir anısı olarak kaldı.
Ta ki; kapitalizmin gelişimi ve proletaryanın modern bir sınıf olarak ortaya çıkışına kadar. “Her tarih döneminde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin politik ve düşünce tarihi ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ilkel mülkiyete dayanan ilkel kabile toplumunun dağılmasından bu yana) sınıf mücadeleleri, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihidir; bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki; bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıftan -burjuvaziden- kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrıcalıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.
Burjuvazi, üretim araçlarını ha-bire değişikliğe uğratmaksızın ve bu yoldan üretim ilişkilerini değiştirmeksizin varolamaz. Oysa eski üretim tarzlarının olduğu gibi korunması, ondan önceki bütün sanayici sınıfların başta gelen varoluş saraydı. Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız alt edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tundur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.
Bundan önce üste çıkan her sınıf, bütün toplumu kendi varlığını sürdürmesi gereken koşullara uyacak hale getirerek, o güne kadar elde ettiği durumu pekiştirmeye bakmıştır. Proleterler ise kendi varlıklarını koruyacak, sürdürecek ve geliştirecek üst yapı kurumlarını kurabilmek için eski üst yapı kurumlarını ve eski üst yapı kurumlarının kalıntılarını yıkmak zorundadır. Onların güven altına alınacak ve pekiştirilecek kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur; onların tarihi görevi özel mülkiyetin bütün eski teminatlarını ve sigortalarını yok etmektir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Böylece Marksizm, sınıfsız toplum özlemini, tarih boyu nükseden bir anı ve ütopya olmaktan çıkarıp, işçi sınıfı şahsında ve onun tarihsel görevi olarak insanlığın önüne bilinçli bir zorunluluk olarak gelmiş olduğunu ilan etti. Bu aynı zamanda, insanlık tarihinin ve mevcut kapitalist toplumun bilimsel bir kavranışıydı.
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu veya bu dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar, yalnızca var olan sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Komünist Manifesto’nun ilanı; işçi sınıfı hareketinin son 150 yılına damgasını vuran bir dönemeci ifade eder ve Marksizm, bu dönem boyunca işçi sınıfının bilimsel ideolojisi olarak işçi sınıfı hareketinin bir unsuru oldu. Marksizm’in ortaya çıkışına ve gelişmesine yol açan etkenlerin başında, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı düzeyin yanı sıra, kapitalizmin; toplumun sınıflar olarak karşı karşıya gelişinde, sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin özgürce gelişimi önündeki engelleri ortadan kaldırarak, her sınıf ve tabakanın kendi çıkarlarının farkına varmasına olanak sağlamış olması gelir. Böylece kapitalist özel mülkiyetin yol açtığı çelişkilerden hareketle, bütün bir insanlık tarihini kapsayacak şekilde toplumsal ve tarihsel gelişmenin nesnel yasalarının, ‘gerçek hayat koşullarının’ anlaşılması mümkün hale geldi. Ama aynı zamanda Marksizm bu sonuçlardan hareketle, binlerce yıllık toplumsal bölünmüşlüğü, yani sınıfların ortadan kaldırılması zorunluluğunu ve bu konuda işçi sınıfının toplumun tümüne karşı tarihsel görev ve sorumluluğunu da ortaya koydu ve doğrudan sınıflar mücadelesi içinde yer aldı. Sınıfın, hem, amaçlarının ortaya konmasına ve hem de, mücadelesinin ve bizzat kendi eyleminin farkına vararak amacına ulaşmasına hizmet eden bir özellik kazandı.
İşçi sınıfı hareketinin bu tarihsel belgesi Marksizm’in karakteristik özelliklerinin de bir ifadesidir. Marksizm, her şeyden önce, işçi sınıfının çıkarlarının eksiksiz bir biçimde savunulması ve bu uğurdaki mücadeleye karşı ilan edilmiş bir sorumluluktur. Elbette Marksizm, bilimsel bir yöntem olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi geliştirerek, kapitalizmi ve toplumsal gelişmenin nesnel yasalarını ortaya koyup kanıtlayarak çağımızın bilimsel gelişimine, bugüne kadar aşılamayan, inkâr edilemez bir katkıda bulundu. Bunu her namuslu bilim adamı da ifade etmektedir. Ama Marksizm’in esas özelliği, bütün bunları da kapsamak üzere sınıflar mücadelesinin bilimsel kavranışı ve işçi sınıfına, onun tarihsel görev ve sorumluluklarına, yani onun pratik eylemine bağlanmış olmasında yatar. Bu özellik, onun, sadece dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirme mücadelesine katılması demektir. Öyleyse, Marksist bilinç; bilimsel temellere dayanan devrimci işçi sınıfı bilincidir, yani; işçi sınıfına, onun tarihsel görevlerine, dolayısıyla da bütün insanlığa karşı pratik, nesnel ve tarihsel bir sorumluluktur. Marksizm’in bütün bilimsel çalışması bu görev ve sorumluluğu yerine getirmeye yönelen mücadelelerin aydınlatılmasına ve güçlendirilmesine adanmıştır. Yoksa Marksizm hiçbir zaman dar anlamıyla “bilimsel çalışmayı” kendi başına amaç haline getirmedi. Ama Marksizm’in bilimsel değeri, sınıf olarak proletaryanın çıkarlarının bilimi geliştirmeye de, en ileri derecede hizmet ettiğinin kanıtıdır.
Dolayısıyla Marksizm’in “bilimsel çalışma” yoluyla karşıtlarına karşı sürdürdüğü mücadele, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olmuştur. Marksizm’in düşmanları, işçi sınıfının da düşmanları olmuştur. Marksizm işçi hareketinde egemen olduktan sonra Marksizm’den sapma olarak çıkan akımlar da, eninde sonunda işçi sınıfına karşı burjuvazinin çıkarlarını savunma sonucuna varmışlardır. Kautsky ve Bernstein’dan, Troçki’ye; Kruşçev ve Brejnev’den Gorbaçov’a kadar Marksizm’in bütün yozlaştırıcıları; işçi sınıfının tarihsel görev ve sorumluluklarına ihanetin de damgasını taşırlar.
Marx ve Engels’in yaşamları; devrimci sınıf bilinç ve sorumluluğunun da bir örneğidir. Onlar, teorik birikim ve yeteneklerini, kendileri de içinde ve bir parçası olmak üzere ve kendilerine özgü bir alçakgönüllülükle işçi sınıfı hareketinin hizmetine sundular ve bütün yaşamları boyunca işçi sınıfı hareketinin bilinçli ve inançlı neferleri oldular.
Marksizm’in gelişimi ise; gerek uluslararası düzeyde, gerekse tek tek ülkelerde sadece genel teorik bir mücadele olarak kalmadı; sınıf hareketinin her dönemdeki sorunlarına bağlanarak, devrimci sınıf partileri için, onların teorik, taktik ve örgütsel ilkeleri için yerilen mücadeleler olarak pratik ve somut bir anlam kazandı, yeniden ve yeniden sınandı, zenginleşti.
Tarih boyu, ezilen sınıfların mücadelelerinden süzülüp gelen ve sadece onların özlemlerinde yaşayan insani değerler, devrimci sınıf partilerinde, sınıfın pratik mücadelesinde, yeniden ve daha ileri düzeyde filizlendi. Bütün bunların yanında ve bunları da kapsamak üzere Leninist parti ilkeleri ve yaşantısının en belirgin özelliğini oluşturan sorumluluk ve disiplin; sosyalizm için mücadelede proletaryanın başarılarının temel dayanağını oluşturdu. Leninizm, emperyalizm çağının Marksizm’i olarak, proletarya devriminin teori ve taktiği olarak; Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin gelişiminde yeni ve ileri bir aşamayı temsil etti.
Ekim Devrimi’nden II. Dünya Savaşı sonrasına kadar yaşanan süreç, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayabileceğini ve insanlığın umut ve özlemlerini kamçılayan ileri bir uygarlık yaratabileceğini kanıtladı.
Ama aynı zamanda, yaşanan süreç; her yenilgi sonrasında olduğu gibi; her zafer ve başarının da, onun korunup geliştirilmesinde gösterilen sorumluluk, ideolojik sağlamlık, davaya bağlılık ve kararlılık açısından bir denek taşı olduğunu gösterdi.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasının 50 yılı ve ’90’lı yıllarda yaşanan revizyonizmin çöküntüsü; yani, revizyonist ihanetin zafer sonrası ortaya çıkış koşulları ve evrimi, işçi sınıfının önüne acı bedellere mal olan bir tarih dersi koydu. Son beş altı yılın yaşanan olayları,- sınıfın ileri müfrezelerinin kendi sınıf sezgileriyle bu tarihsel deneyi herkesten çok anlamaya yatkın olduğunu gösterdi, göstermeye de devam ediyor.
Yazımıza, kendi hacmine göre uzunca bir “giriş”, ama kapsadığı sürece göre de “kısa” sayılabilecek bir özetle girdik. Kısa olması bir sakınca yaratmıyor, çünkü bu süreç işçi sınıfı hareketinin yaşanmış ve üzeri hiçbir şekilde küllenemeyecek olan tarihidir. Bizim amacımız, sadece belli bir eksen üzerinden, “bilinç ve sorumluluk” ekseni üzerinden bazı hatırlatmalarda bulunmaktı.
“Uzunca bir giriş” gerekliydi, çünkü kökleri 40 yıl gerilere uzanan bir çöküntünün yarattığı yanılsama ve bulanıklıklar, 80 sonrası yenilgi ve gericilik yıllarının etkisiyle ülkemiz “sol” hareketinde derin tahribatlara yol açtı.
Özellikle “siyasetten gelme” bir kısım sözde Marksist, bu dönemde pervasızca bir ideolojik ve örgütsel tasfiye faaliyetini kışkırttılar. Çözülme ve dağılma üzerinden belli bir “piyasa” oluşturdular. “Politik akımlar üstü olmak”, belli bir grup ve partiye karşı belirlenmiş bir sorumluluğu olmamak, ama, hepsinin geleceği hakkında “ahkam kesmek” bu, “belirli tip” aydınların ortak karakteristik özelliği oldu. Bunlar, özellikle, devrime ve sosyalizme açık ve önemli bir potansiyel oluşturan küçük burjuva grupların ileri kesimlerini etkileyerek, bu grupların örgütsel varlıklarının çözülmesine veya erimesine katkıda bulundular. Bu zemin üzerinde ve herkesin gözleri önünde bu sözde aydınlarla küçük burjuva grup şefleri arasında bir amaç birliği ve dayanışma oluştu. Bu işbirliğinin en tahrip edici etkisi, koşulların da yardımıyla, genel olarak sosyalizme ve işçi hareketine olan güven ve inancı kemirmek, Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin yaşanmış tarihini çarpıtmak ve sahtekârca bulandırmak olarak ortaya çıktı.
En tipik temsilcileri olarak, M. Belge, Y. Küçük ve E. Kürkçü gibilerini sayabileceğimiz bu “belirli tip” aydınların bulanık demagojileriyle, küçük burjuva akımların temsilcileri tarafından savunulan “düşünceler” ve çıkarılan sonuçlar arasındaki benzerlik, dikkati çekecek kadar belirgindir.
Bu yazının bir bölümüne konu olan M. Belge gibilerin faaliyetlerine yön veren esas özellik; onların belli bir düşünceye sahip olmaları, belli bir düşüncenin tutarlı ve içten savunucusu olmaları değil; bilinçli olarak Marksizm’e ve işçi sınıfına düşmanlıktır. Bu konuda değişik dönem ve koşullarda, Marksizm’i bulandırmaya hizmet edecek her “eleştirel” düşünceden yararlandılar. Ama özel olarak sorumlu tutulabilecekleri bir çizgi oluşturmaktan ve savunmaktan kaçındılar. Bugünden bakıldığında bu tutum, sinsi amaçlarını gerçekleştirebilmenin de bir gereği olduğu sonucuna varılabilir.
Elbette, onların bugün Marksizm diye bir iddiası olmadığı gibi, onları Marksist sıfatıyla adlandıran da yok sayılır. Ama onların, oluşumlarına katkıda bulundukları “ürünler” bugün politika sahnesinde boy gösteriyor. Tutarlı bir sistemden yoksun ortak jargonlarından ve bulanık, belirsiz ve günü birlik düşünce biçimlerinden ve en önemlisi “sorumluluk”(!) anlayışlarından ve Marksizm’e karşı önyargılarından onları ayırt etmek mümkün. Ayrıca, bu ideolojik bozuşma; şu veya bu ölçüde devrimci sınıf hareketi üzerinde de, bir baskılanma ve farkında olunan veya olunmayan etkiler yarattı. Özellikle, işçi sınıfının başarılarında her zaman belirleyici bir öneme sahip olan ve en gelişmiş ifadesini devrimci sınıf partisinin örgütsel yaşam ve mücadelesinde bulan “bilinçle belirlenmiş ve gönüllü olarak taahhüt edilmiş sorumluluk ve disiplin” fikrinde aşınmalara yol açtı.
Dolayısıyla da amacımız, sadece tahribatı ortaya koymakla sınırlı değildir, bu tahribata karşı mücadele içinde düşmana inat, kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütlemede yeni bir sürece girmiş olan sınıfın ileri temsilcilerinin kendi tarihlerine daha ileri bir bilinçle sahip çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Söz konusu olan; bir dönem boyunca sözde ‘eleştirel Marksizm’ adına savunulan düşüncelerin, Marksizm ve işçi sınıfı düşmanlığından başka bir anlamı olmayan sinsi bir demagojiden ibaret olduğunu göstermek olunca; yazımızın bir bölümünü Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar yerine getirmek için mücadele etmiş olan gerçek Marksistlerin, II. Dünya Savaşı ve sonrasında yaptıkları değerlendirmelere ayıracağız. Açıktır ki, bizim bunlara fazlaca ekleyecek şeyimiz olmayacak. Yazımızın ikinci bölümünde ise, gene Marksizm: ve işçi sınıfı davasını modern revizyonizm karşısında komünistlere özgü bir sadakatle savunan Enver Hoca’ya başvurarak, uluslararası komünist hareketin genel bakışını en özlü biçimde ifade eden bir eserinden özetleyeceğiz. Biz buna, sadece 80 sonrası sürecin olgularını ekleyeceğiz. Yazımızın üçüncü bölümü Devrimci Sınıf Hareketimizin çeşitli belgelerinde yer alan değerlendirmeler temelinde, küçük burjuva akımların gelişimi ve evrimini özetleyeceğiz. Umuyoruz ki, bu bölümler, yazımızın diğer bölümlerinin belli bir bütünlük içerisinde anlaşılmasını sağlayacaktır. Yazımızın dördüncü bölümü mümkün olabildiğince kendi kaleminden M. Belge’nin düşünce ve amaçlarının tanıtılmasına ayrılacak. Ayrıca onun düşünce ve amaçlarını doğrulamak üzere, onun en yakın çömezlerinden Dev-Yol hareketinin eski yöneticilerinden M. Pekdemir’e başvuracağız. Ve son bölümde ise devrimci sınıf hareketi ve sınıfın ileri kesimleri için kısa bir sonuç çıkarmaya çalışacağız.

’50’Lİ YILLARA DOĞRU TEHLİKELİ İDEOLOJİK EĞİLİMLER
Bilindiği gibi savaşın sonuna doğru başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin esas korkusu Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin dünya çapında kazandığı güç ve prestij oldu. Savaşın sonunda güç ve sınıf ilişkilerindeki değişmenin; Stalin tarafından da tespit edildiği, geçen sayımızda yayınlanan M. Thorez ile yapılan görüşme tutanaklarından hatırlanacaktır: ABD’nin sosyalizm tehdidini, aynı zamanda Avrupa ülkeleri üzerinde günümüze kadar uzanan bir etkinlik sağlamanın aracına dönüştürerek, sosyalizme ve işçi sınıf hareketine karşı topyekûn bir saldırıya giriştiği de herkes tarafından biliniyor.
Zaferin onurunu olduğu gibi, savaşın bütün yükünü de omuzlarında taşıyan Sovyet halkının, savaş sonrasında, bütün bir emperyalist dünyanın saldırılarının esas hedefi olacağı da açıktır ve böyle oldu. Halkın savaş sonrası yaralarını sarmaya koyulduğu koşullarda, saldırıların ilk etkileyeceği kesim, Sovyet halkının faşist işgale karşı silah elde savaştığı koşullarda, sesini çıkarma cesareti gösteremeyen eski “muhalif”, sınıfa ve halka yabancı ve batı hayranı aydın tabakasıdır. Ve saldırılar ilk aşamada açıkça burjuva nitelikte ideolojik eğilimler olarak uç verdi.
Ve belgeler 1947’de; felsefeden edebiyata ve müziğe, ekonomiden politikaya ve örgüt yaşantısına kadar bütün alanlarda açık bir mücadelenin açıldığını göstermektedir. Durumu ortaya koyması açısından Jdanov’un 1947’de yayınlanan bir yazısına başvuracağız.
“‘İdeolojinin’ böylesine ne dersiniz? Zoşçenko bu ‘itirafını’ yayınlayalı 25 yıl oldu. O günden bu yana değişti mi? Gördüğünüz gibi, zerre kadar değişmedi. Son 25 yılda hiçbir şey öğrenmediği ve hiçbir şekilde değişmediği gibi, tam tersine ikiyüzlü bir içtenlikle Zoşçenko, boş kafalılığın ve bayağılığın savunucusu, edebiyat dünyasının ilkesiz ve bilinçsiz bir süprüntüsü olarak ortaya çıkmaktadır…
Leningrad’ın edebiyat dergilerinin Batının ucuz çağdaş burjuva edebiyatına yer vermeye başlamaları da rastlantı değildir. Bazı edebiyatçılarımız kendilerine, küçük burjuva yazarların öğretmenleri değil öğrencileri gözüyle bakmaya ve yabancı edebiyat karşısında da hayranlıkla eğilmeye başlamışlardır…
İster ülkemizin sınırları içinde, ister uluslararası alanda olsun, burjuva dünyası, kazandığımız başarılardan tedirgin olmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda sosyalizmin durumu sağlamlaşmıştır. Sosyalizm birçok Avrupa ülkesinde gündeme girmiştir. Bu durum, her türden emperyalistleri hoşnutsuzluğa sürüklemektedir. Onlar sosyalizmden ve bütün ilerici insanlık için bir örnek oluşturan sosyalist ülkemizden korkuyorlar. Emperyalistler ve onların ideoloji alanındaki uşakları, yazarlar, gazeteciler ve diplomatlar, her yola başvurarak ülkemize iftira etmeye, onu olduğundan başka türlü göstermeye ve sosyalizmi karalamaya çalışıyorlar. Bu koşullar altında Sovyet edebiyatının görevi; yalnızca bütün bu kötü niyetli iftiralara, Sovyet kültürüne ve sosyalizme yapılan bütün bu saldırılara karşılık vermek değil, aynı zamanda yoz ve çürümüş burjuva kültürüne karşı cepheden saldırıya geçmektir…
Hiçbir ideolojik tutum takınmayanlar, Sovyet edebiyat emekçilerinin Leningrad müfrezesini temelsiz bırakmak, eserlerinin ideolojik yönünü yıkmak ve bir toplumsal biçimlendirme aracı olarak bu eserlerin önemini ortadan kaldırmak isterler… Sizler ideolojik cephenin ön safında bulunmaktasınız, büyük ve uluslararası öneme sahip görevlerle karşı karşıyasınız. Bu durum, her gerçek Sovyet yazarının halkına, devletine ve Partisine karşı duyduğu sorumluluğu ve omuzlarındaki görevin önemi konusundaki kavrayışını artırmalıdır.” (Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine, Jdanov)
19. Parti kongresinin içeriğini belirleyen ‘Son Yazılar’ adlı kitabında Stalin, sosyalizmin geleceğini ilgilendiren bütün temel meselelerde ortaya çıkan sözde Marksist eğilimleri de eleştirerek, bunlara yol açan felsefi temeli açıkça mahkûm eder. Kongre, bu eğilimlerin kapitalizme yol açacağını açıkça ortaya koyarak cepheden mücadele çağrısı yapar ve parti örgütlerinin faaliyetlerini baştan sona değiştirmeleri yönünde açık bir çizgi benimser ve kararlar alır.
“Papaz çömezleri ve talmutçular, Marksizm’e, Marksizm’in değişik sonuç ve formüllerine hiçbir zaman değişmeyen, hatta toplumun değişme koşulları değiştiği zaman bile değişmeyen bir dogma olarak bakarlar. Sanırlar ki, bu sonuçları ve formülleri ezberlerlerse ve yerli yersiz onları aktarırlarsa herhangi bir sorunu çözümleyebilecek duruma gelirler, umarlar ki, öğrendikleri bu sonuçlar ve formüller kendilerine her dönemde, bütün ülkeler ve yaşamın bütün koşulları için yarar sağlayacaktır. Oysa ancak Marksizm’in lafzını gören, ama onun özünü göremeyen, Marksizm’in sonuçlarını ve formüllerini ezbere öğrenen ama kapsamını anlamayan insanlar böyle düşünebilirler.
Bunun nedeni şudur ki; her yıl binlerce yeni genç kadrolar, yönetici çekirdek olan bize gelmektedirler, bunlar bize yardım etmek, neler yapabileceklerini göstermek isteği ile yanıp tutuşmaktadırlar, ancak bunların yeterli Marksist eğitimleri yoktur, bizim iyice bildiğimiz birçok gerçeği bilmemektedirler. Karanlıkta bocalamak zorundadırlar. Bunlar Sovyet iktidarının olağanüstü başarılarının etkisi altındadırlar. Sovyet rejiminin inanılmaz başarıları onları sarhoş etmektedir. Ve işte Sovyet iktidarının ‘her şeye’ kadir olduğunu, ‘hiçbir şeyin onun gücünü aşamayacağını’, onun bilimsel yasaları yok edebileceğini, yeni yasalar oluşturabileceğini hayal etmeye koyuluyorlar. Bu yoldaşlara ne yapmalı?
“Böyle olunca, bu yoldaşlar, sosyalist rejimde ekonomik gelişme yasalarının toplumun yönetici kurumu tarafından ‘yaratıldıklarını’, ‘değiştirildiklerini’ iddia eden yanlış bir teorinin, tarafını tutuyorlar. Başka türlü söylersek, bunlar Marksizm’le ilişkilerini kesiyorlar ve öznel idealizmin yoluna sapıyorlar.” (Son Yazılar, Stalin)
Daha sonra yaşanan süreci de göz önüne alarak, Jdanov ve Stalin’in dile getirdiği eleştirilere biraz daha yakından bakıldığında, şu genel sonuçlara varmak zor değildir:
Savaş sonrası koşulların -ki, buna Parti’nin en militan kadrolarından önemli bir bölümünün savaşta can verdiğini de özel olarak eklemek gerekir.- sınıf ve güç ilişkilerindeki değişikliklerin avantajlarından yararlanarak açık bir şekilde boy veren burjuva ideolojik eğilimlere karşı her alanda cepheden ‘bir mücadele açıldığında, parti içinde, bu eğilimlere göz yuman ve-veya bunları kışkırtarak parti ve devlet yönetimine hakim olmayı amaçlayan revizyonist elebaşılar, kendilerini gizleyerek yerlerini korumayı özel bir yöntem olarak; yeni bir sürece yönelmekte olan ve halk yığınları gözünde tarihinin en güçlü prestijine sahip bir iktidar partisindeki tecrübeli revizyonist ele başlara özgü bir yöntem olarak benimsediler. Kendilerini Marksizm’in ve parti çizgisinin ‘lafızda’ en keskin savunucuları olarak gösterme yolunu seçtiler. Belgelerin gösterdiği gibi açıkça dalkavukluk yaptılar. Stalin’in ölümüyle ortaya çıkan durumu fırsat bilip bundan cesaret alarak, kurşuna dizme, sürgün, tehdit ve tutuklama gibi yöntemlerin de kullanılmasıyla gerçekleştirilen darbe ve Kruşçev’in anılarında; ‘Stalin’e suikast yapmayı planladıklarını, ama bunu göze alamayarak beklemeyi yeğ tuttuklarını itiraf etmesi, bunun somut göstergeleridir.
Bilinçli olarak emperyalist demagojinin savunuculuğunu yapmayan veya emperyalist demagojinin etkisinden başını kaldırabilen herkes, Kruşçevcilerin darbesinden itibaren, 19. Kongre tarafından onaylanan çizginin değil; tam tersine bütün alanlarda ve belli bir sürece yayılarak 19. Kongre tarafından mahkûm edilen çizginin uygulamaya sokulduğunu görebilir. Gene, modern revizyonizmin son kırk yılı ve yenilgi ve çöküşün “budala”sı Gorbaçov’un 1990’lara doğru kendi tarihini Kruşçev’e dayandırması, bu gerçeğin sonuçlarından ve bunun ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, Stalin’in “papaz çömezleri” diye eleştirdiği “genç kuşak ‘partililerin’ de, “‘papaz’ların bizzat kendileri tarafından, yani, revizyonist elebaşılar tarafından en azından etkilenerek ‘Parti’ye akın ettirildiği’ni ortaya çıkarmaktadır. Stalin ‘başarılarımızdan gözleri kamaşmış’, ‘papaz çömezleri’ olarak onları eleştirip, Parti kongresinde açık bir mücadele platformunun açılmasını sağlarken, elbette ki; bizzat “papazların farkındaydı. Ama, Stalin’in seçtiği yöntemle; revizyonizme ve revizyonist ele başlara karşı mücadelenin bizzat partinin ve halkın mücadelesi olarak ortaya çıkmasını ve temel politikalardan yönetme yöntemlerine kadar her alanda partinin kendisini arındırarak yenilenmesini hedeflediği açıkça görülebilir bir şeydir. (Konuyla ilgili olarak, Kruşçev’in anılarında, “Stalin’in yanına çağrıldığımızda sürgüne mi yoksa göreve mi gideceğimizi bilmiyorduk.” Demesi, iki anlama gelir: Birincisi, kendisi içinde bulunduğu ihanetin korku ve telaşı içindedir, ikincisi; Stalin, onların “papazlar olduğunu bilmekle beraber, sorunu partinin ve halkın gözleri önünde, onların bilincini geliştirecek şekilde, açık ideolojik ve örgütsel platformlarda, işçi sınıfına ve halka mal ederek çözme yolunu tutmuştur. Yani mücadelenin doğrudan partinin, sınıfın ve halkın mücadelesi olmasını yeğlemiştir.)
Gerek ’47’de başlayan ve gerekse ’52’de devam eden mücadele, açık bir ideolojik ve politik mücadeledir. Partinin meşru örgütsel platform ve araçlarına dayanmaktadır ve bütün bir işçi sınıfı ve halkın gözleri önünde yürütülmektedir. Revizyonist elebaşılar ise; gerçek düşüncelerini gizlemek için, “sosyalizmin başarılarından gözleri kamaşan” ve “sübjektif-idealizmin yolunu tutan” yeni kuşak partililerin partiye akın etmesini kendilerine kalkan ettiler. Onların yöntemi “ihanet ve entrika” yöntemidir. Bu nedenledir ki, ’90’lı yıllara kadar açıktan Marksizm’e ve sosyalizme saldırma cesareti gösteremediler. Onlar en fazla, tıpkı emperyalist demagoglar gibi, partinin her dönemde olabilir ve eleştirilebilir hatalarını abartıp Stalin’e mal ederek, onu kişisel olarak hedef haline getiren demagojik bir yöntem seçtiler. Bu konuda bile, Brejnev döneminden itibaren daha ölçülü olmayı tercih ettiler.
Eğer sınıflar mücadelesi tarihinde ve belli tarihsel koşullar çerçevesi içinde’ ‘rastlantı’nın bir rolü varsa; Bolşevik Partisi’nin; Jdanov ve Stalin gibi işçi sınıfı davasına en bağlı, en tecrübeli ve kararlı önderlerini, henüz, emperyalizmin saldırılarını püskürtme imkânı bulamadan ve art arda kaybetmiş olması; yakın tarihin en kötü ‘rastlantı’larından biri olarak kabul edilmesi gerekir. Hem Sovyetler Birliği ve hem de dünya işçi sınıfı hareketi için.
Ve böylece, emperyalizmin saldırılarının birinci derecede hedefini oluşturan Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan ihanet, emperyalizmin uluslararası saldırılarında işini kolaylaştıran en önemli etken oldu. Ve işçi sınıfı uluslararası düzeyde, ağır bedeller pahasına modern revizyonizmi tanımış oldu.

EMPERYALİZMİN YENİ STRATEJİSİ VE MODERN REVİZYONİZM
Gerçek Marksistlerin devrim ve sosyalizm davasına yaklaşımlarına örnek olmak üzere, uluslararası düzeyde emperyalizmin yeni ve çok yönlü stratejik saldırılarıyla modern revizyonizmin ortaya çıkış koşullarını ve yol açtığı sonuçların çarpıcı ve özlü bir tablosunu, bu sürecin en yakın tanığı ve modern revizyonizme karşı mücadelenin en tutarlı savunucusu olan Enver Hoca’dan aktaracağız.
“Emperyalizmin stratejisi, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, tüm kapitalist sistemi temellerinden sarsan devrim ve sosyalizm lehine güç dengesinin değişmesinden sonra daha belirgin karşı-devrimci karakter kazandı. Bu değişiklikler artık bir ya da iki ülkede değil, bütün bölgelerde ve kıtalarda devrim ve sosyalizmin zaferi sorununu gündeme getirdi. Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin umutlarının çoğunu tüm yaşamı militaristleştirmeye, askeri blok ve paktlara bağladı; sosyalizme karşı, halkların devrimci ve kurtuluş hareketlerine karşı şiddet kullanarak müdahaleye ve açık savaşa bağladı. Öte yandan, sosyalist ülkeleri ve komünist partileri içten baltalamak ve yozlaştırmak için tüm oportünist güçlerin canlandırılması ve harekete geçirilmesine de büyük umutlar bağlandı.
Emperyalist ülkeler ve tüm dünya kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’nı Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizme yöneltmek amacıyla kışkırtıp başlattılar. Ama bu savaş ilk sosyalist devleti devirmediği gibi, tersine emperyalizme ve tüm sistemini tehlikeye düşüren darbeler indirdi ve zararlar verdi. Bu savaşın çarpışma alanlarında faşizmin orduları ezildiği gibi, dünya emperyalizminin anti-komünist ideolojisi ve uluslararası oportünizmin karşı-devrimci siyaseti de yenilgiye uğradı. Uluslararası kapitalizmin, sosyalizme ve komünizme karşı giriştiği saldırının başlıca vurucu güçlerini oluşturan Almanya, İtalya, Japonya gibi faşist devletler bozguna uğradılar. O döneme kadar dünya çapında ‘büyük siyaset’ yapan İngiliz ve Fransız imparatorluklarının gücü ve önemi azaldı ve bunlar Amerika Birleşik Devletleri’nin kuyruğuna takıldılar. Anti-komünist cephe delik deşik oldu.
Savaşın ana yükünü omuzlarında taşımış ve faşizme karşı zaferde ve kökleştirilmiş halkların kurtuluşunda belirleyici bir rol oynayan Sovyetler Birliği, savaştan güçlü ve tartışılmaz uluslararası saygınlığa sahip olarak çıktı. Sosyalist sistem emperyalizmle olan büyük çatışmada üstünlüğünü, istikrarını ve yıkılmaz olduğunu tarihsel olarak kanıtladı. Bir dizi yeni ülke, yaratılan koşulların ve komünist partilerin yönetimindeki anti-faşist ulusal kurtuluş savaşının sonucunda kapitalist sistemden koptu ve sosyalizm yoluna girdi. Sosyalist kamp kuruldu ve bu, Ekim Devrimi’nden sonra en büyük olaydı.
Bütün ülkelerde komünist partiler görülmedik ölçüde büyüdüler. Komünist partiler faşizme karşı mücadelenin başında yer alarak halkın ve ulusun çıkarlarını savunan en sadık ve tutarlı savaşçılar olduklarını, özgürlük, demokrasi ve ilerleme yolunda en kararlı savaşçılar olduklarını üyelerinin kant ve tutumuyla kanıtladılar. Marksizm-Leninizm tüm dünyaya yayıldı, etkisini ve itibarım tüm kıtalara yaydı.
Anti-faşist savaşı derinden etkileyen özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluşun yüce düşünceleri yalnızca Avrupa’yı değil, Asya ve Afrika’yı da Latin Amerika kıtasını da sardı. Faşizme karşı zafer ve Sosyalist Kamp’ın kurulması, sömürge ülkelerin halklarının gözünü açtı. Emperyalizmin sömürgeci sistemi en büyük bunalıma girdi. İnsanlığın yarısını kaplayan sömürge ülkelerde güçlü ulusal kurtuluş hareketi yanardağ gibi patlak verdi. Kapitalist sistemin geri hatları sömürgeci ve yarı-sömürgeci rejimler yıkılmaya başladı. Tüm bu yenilgilerden zayıf düşen emperyalist sistemin temelleri sarsılmaya başladı.
Tüm bu değişiklikler yalnızca Sovyetler Birliği için değil, yalnızca halk demokrasisi ülkeleri için değil, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz teorisi için de büyük bir zaferdi. Bu teorinin canlılığı ve doğruluğu, iki dünya, sosyalist dünya ve kapitalist dünyanın karşı karşıya geldikleri ve insanlığın bugüne dek görmüş olduğu en büyük savaşta bir kez daha kanıtlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen tüm bu değişiklikler, Marx ve Engels’in, ‘kapitalist dünya çürümektedir ve dosdoğru yıkıma gidiyor, devrim ve sosyalizm ise yükseliyor’ diyen tezlerini yaşamda bir kez daha kanıtladı.
Dünya emperyalizmini, devrimin ve halkların mücadelesinin kabaran dalgalarını göğüslemek ve kapitalist sistemin sarsılmış temellerini sağlamlaştırmak amacıyla yeni savunma ve saldırı stratejisi hazırlamaya zorlayan sosyalizmin, halkların ve Marksist-Leninist teorinin bu büyük zaferiydi.
Emperyalist devletlerin savaştan sonra hazırladıkları ortak çizgiyi iki temel yönelim belirtiyordu:
Birincisi; emperyalist devletler savaştan zarar görmüş ekonomik, siyasi ve askeri potansiyellerini yola koymak için, halkların devrimci ve kurtuluş mücadelelerinin güçlü saldırısından sarsılmakta olan kapitalist sistemi güçlendirmek için tüm güçleri, sahip oldukları tüm araçları harekete geçirdiler. Onlar mevcut anti-komünist ittifakları güçlendirmek ve yenilerini kurmak için işe koyuldu ve yeni sömürgecilik aracılığıyla sömürgeciliği korumak için büyük çaba harcadılar.
Amerikan emperyalizmi II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaştan yıkıma uğramış Avrupa ve Asya’nın karşısında, ekonomik güç ve bir ölçüde askeri güç açısından üstün durumdaydı. Askerileştirilmiş Amerikan ekonomisi oldukça güçlüydü. Amerika Birleşik Devletleri, her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmış ve mutlaka kısa bir süre içinde ekonomik bakımdan kalkınacak ve Avrupa’da ve Asya’da kurulmuş olan yeni halk demokrasisi ülkelerinin güçlenmesi ve ilerlemesine yardım edecek olan Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve zayıflatmak amacıyla, tüm dünyada ekonomik, siyasal ve askeri egemenliğini kurmayı amaçlıyordu. Bu amaçla siyasal ve ideolojik mücadelede emperyalist taktikler ve askeri taktikler hazırlandı. Askeri taktikler, daha İkinci Dünya Savaşı boyunca hazırlanmış Amerikan planlarının, Amerika Birleşik Devletleri’ni modern silah yapan ve ilk kez Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombasını bulan ve yapan büyük bir devlet durumuna getirmiş olan planların gelişmiş biçimiydi.
Amerika Birleşik Devletleri kapitalist dünyanın önderi oldu ve kapitalist dünyanın ‘kurtarıcısı’ rolünü üstlendi. Böylece Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine göz dikmesi gündeme geldi. Cumhurbaşkanlığında Roosevelt’in yerini alan Truman, ‘İkinci Dünya Savaşı’nda elde edilen zafer’ diyordu, ‘Amerikan halkını sürekli ve acil bir gereklilikle, dünya önderliği gerekliliğiyle karşı karşıya bıraktı’. Bu, özünde devrime ve sosyalizme karşı mücadele için tüm dünyada ekonomik ve askeri yeni egemen konumlar kazanmak için kendi müttefiklerini kalkındırmak için ve sömürgeci sistemi kurmak için yapılmış bir çağrıydı. Bu stratejiyi gerçekleştirmek amacıyla UNRRA kullanıldı, ‘Marshall Planı’ hazırlandı. NATO yaratıldı ve Amerikan emperyalizminin diğer saldırgan paktları kuruldu.
İkincisi; sermayeye göre temel sorun, emekçilerin en devrimci bölümünü Marksist-Leninist ideolojinin etkisinden çekip koparmak için ve sosyalizmi yozlaştırmak için Marksist-Leninist ideolojiye karşı baltalayıcı ve cepheden bir çalışma yapmakta yalıyordu.
Emperyalizm, çılgınca silahlanma yarışının, ekonominin askerileştirilmesinin, sosyalist ülkelere karşı ekonomik ablukaların yanı sıra çok sayıda propaganda aracını, filozofu, iktisatçıyı, sosyologu, yazar ve tarihçiyi kapitalizmi ve kapitalist devleti değişmiş gibi ‘halk kapitalizmi’ ve ‘genel refah devleti’ vb. gibi göstermeleri için devrim ve sosyalizme karşı kampanyada seferber etti. Burjuvazi ‘kapitalizmin gelişmesi’ hakkında yaygara koparmak amacıyla, bunalımların, anarşinin, işsizliğin ve kapitalizmin diğer hastalıklarının sözüm ona ortadan silinmiş olduğu hayalini ‘Demirperde’ arkasında, ‘Totaliter’ düzen gibi gösterilen sosyalizme göre kapitalizmin sözüm ona üstün olduğu hayalini kitlelerin saflarında yaymak amacıyla savaştan sonraki elverişli ekonomik durumdan da yararlandı.
Burjuvazi, halkların kurtuluş mücadelesini engellemek için, proleter devrimi boğmak için sosyalizmi yıkmak ve kendi mevzilerini koruyup pekiştirmek için kapitalist sistemin genel bunalım ve can çekişme anlarında diğer araçların yanı sıra çeşitli oportünist ve revizyonist akımları da kızıştırır, yüreklendirir ve harekete geçirir. Proletaryanın ve devrimin düşmanları ilk olarak Marksizm-Leninizm’i, işçi sınıfım toplumsal durum ve tarihi görevi hakkında bilinçlendiren ideolojiyi çökertmek, bu ideolojiyi çarpıtman ve burjuvazi için zararsız ve proletarya için değersiz hale getirmek için var güçle çalışıyorlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve kısaca modern revizyonizm diye adlandırılan revizyonizmin yeni akımları da bu aşağılık ve hain rolü üstlendiler.
İkinci Enternasyonal partilerinin anti-Marksist teorilerinin, Avrupa sosyal demokrasisinin devamı olan modern revizyonizmin kaynağı Amerikan emperyalizminin hegemonyacı siyasetindedir. (Gorbaçov ve Yeltsin’lerin Amerikan emperyalistleriyle el ele verişi bu gerçeğin kanıtını oluşturmaktadır -M.E.) Modern revizyonizmin akımları ve türlerinin temelleri ve stratejileri aynıdır. Bunlar yalnızca uyguladıkları taktiklerle ve kullandıkları mücadele biçimleriyle birbirinden ayrılırlar.”
Enver Hoca, revizyonist ihanetin anlamını, dayandığı temelleri ve çeşitli ülkelerde kazandığı özellikleri de her kelimesine nüfuz eden bir sorumluluk bilinci ve ihaneti duyulan öfkeyle ortaya koyar. Biz uzun olmasında hiçbir sakınca görmeden, tersine konumuzun aydınlatılmasını sağlayacağı ve fazla söze gerek bırakmayacağı düşüncesiyle önemli bir bölümünü daha aktarmaya devam edeceğiz.
“Amerikan emperyalizminin stratejisi ve uluslararası burjuvazinin devrim ve sosyalizme karşı tüm mücadelesi, Kruşçevci revizyonizmin sahneye çıkmasıyla çok büyük ve istenen bir yardım aldılar. Kruşçevci ihanet, sosyalizme ve halkların devrimci kurtuluş hareketine o zamana kadar indirilen en ağır ve en tehlikeli darbeydi. Bu ihanet, ilk sosyalist ülkeyi ve dünya devriminin büyük merkezini bir emperyalist ülkeye, karşı-devrim odağına dönüştürdü. Bu ihanetin ulusal ve uluslararası çapta yansıması, gerçekten çok trajik oldu. Salt halkların devrimci ve kurtuluş hareketleri bir ihanetin sonuçlarından acı çekmiş ve çekmekte değildir, barış ve uluslararası güvenlik de büyük tehlikeye düşmüştür.
Kruşçevciliğin ideolojik ve siyasal akım olarak modern revizyonizmin diğer akımlarından çok farkı yoktur. Kruşçevcilik, burjuvazinin aynı iç ve dış baskısının, Marksizm-Leninizm’in ilkelerinden aynı uzaklaşmanın, devrime ve sosyalizme karşı çıkma ve kapitalist sistemi koruyup güçlendirme yolundaki aynı hedefin sonucudur.
Aralarındaki fark yalnızca oluşturdukları tehlike derecesindedir. Kruşçevci revizyonizm yine en tehlikeli, en tehdit edici revizyonizmdir. Bunun iki nedeni var: Birincisi; Kruşçevci revizyonizm maskeli revizonizmdir, sosyalist dış görünümleri ve insanları aldatmak ve tuzağına düşürmek için Marksist terimleri geniş bir şekilde kullanıyor, duruma ve ihtiyaca göre devrimci sloganları da kullanıyor. Kruşçevci revizyonizm bu demagoji aracılığıyla günümüzde Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist gerçeğin görülmemesi için yoğun bir sis yaratmak ve her şeyden önce yayılması amaçlarını gözden gizlemek, devrimci ve kurtuluşçu hareketleri yanıltmak ve bu hareketleri siyasetinin araçları haline getirmek istiyor. İkincisi ve en önemlisi Kruşçevci revizyonizm, büyük bir emperyalist gücü temsil eden bir devlette egemen ideoloji haline gelmiştir. Bu, ona geniş bir alanda ve büyük boyutlarda manevralar yapmak için çok sayıda araç ve olanak veriyor.
İkinci Dünya Savaşandan sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik ve siyasi koşullar, Fransa, İtalya, İspanya Komünist Partileri önderliklerinde daha önceden varolan hatalı ve oportünist görüşleri daha da pekiştirdi ve yaydı, onların burjuvaziyle uzlaşma ve bağdaşma ruhunu daha da teşvik etti.
Diğer etkenler arasında faşist yasaların ve baskıcı ve sınırlandırıcı diğer önlemlerin kaldırılması da vardı. Avrupa burjuvazisi bu yasaları ve önlemleri, Ekim Devrimi’nin zaferinden sonraki ilk günlerden başlayarak savaşın patlamasına kadar işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini engellemek için ve Marksist ideolojinin yayılmasını yasaklamak, işçi sınıfının devrimci atılımının büyümesini dizginlemek amacıyla benimsemişti.
Faşist partiler dışında bütün siyasi partilerin legalleştirilmesi, bu partilerin ülkenin ideolojik ve siyasal yaşamına engel çıkarılmadan katılması, artık daha az sınırlayıcı yasalara dayanılarak yürütülen seçim kampanyasına aktif katılma olanağının bu partilere tanınması -ki komünistler ve diğer ilerici güçler bu yasaların onaylanması için uzun bir mücadele vermişlerdi- gibi önlemlerde kendisini gösteren burjuva demokrasisinin az çok geniş boyutlarda yeniden kurulması, komünist partilerin önderliklerinde birçok reformcu hayaller yarattı. Bu önderliklerde faşizmin artık kesinlikle sona erdiği, burjuvazinin emekçilerin demokratik haklarını sınırlandıracak durumda olmadığı gibi, bunları daha da genişletmeye mecbur olduğu şeklindeki görüşler kök salmaya başladı. Bu önderlikler, ülkenin en güçlü ve en etkili siyasal örgütleyici ve seferber edici gücü olarak savaştan çıkmış bulunan komünistlerin, burjuvaziyi, demokrasiyi genişletmeye ve gittikçe daha fazla sayıda emekçinin ülke yönetiminde yer almasına izin vermeye zorlayacaklarını düşünmeye başladılar. Seçimler ve parlamento aracılığıyla iktidarı barışçı biçimlerde alma ve daha sonra toplumu sosyalist dönüştürme yoluna geçme olanağına sahip olacaklarını düşünmeye başladılar. Bu önderlikler, İtalya ve Fransa’da iki-üç komünist bakanın yer almasını, burjuvazinin verdiği biçimsel ödünlerin en fazlası olarak değil de, tümüyle komünistlerden oluşacak bir bakanlar kurulunun kurulmasına dek sürekli gelişecek bir sürecin başlangıcı olarak görüyorlardı.
Batı’da savaş sonrası ekonominin gelişmesi de komünist partilerde oportünist ve revizyonist görüşlerin yayılmasını büyük ölçüde etkiledi. Gerçi Batı Avrupa savaştan yıkıma uğramıştı, ama kalkınması nispeten kısa zamanda gerçekleşti… ‘Marshall Planı’yla Avrupa’ya akan Amerikan sermayesi (Bugünkü değeriyle 180 milyar dolar. Savaşta en çok tahribata uğrayan Sovyetler Birliği’nde yapılan zarar tespitinin 60 milyar dolar olduğu düşünülürse, Amerikan sermayesinin sadece savaş sonrası zararları karşılamakla sınırlı olmadığı kendiliğinden anlaşılır. ‘Eleştirmenlerimiz’ bunlardan söz etmeyi pek sevmez.) fabrikaların, işletmelerin, ulaştırmanın, tarımın yeniden kurulmasına ve yoğun üretim artışına olanak sağladı. Bu gelişme pek çok iş alanı açtı, uzun bir dönem boyunca serbest işgücünü emdiği gibi bir ölçüde el emeği ihtiyacı da doğurdu.
Burjuvaziye aşırı kârlar getiren bu durum, burjuvazinin kesesini azıcık açmasına ve iç çatışmalarını bir ölçüde yumuşatmasına olanak tanıdı. Sosyal sigorta, sağlık, eğitim, iş yasası gibi toplumsal alanlarda işçi sınıfının uğruna uzun mücadele vermiş olduğu bazı önlemler alındı. Savaş dönemine ve hatta öncesine kıyasla emekçilerin yaşam düzeyinin gözle görülür biçimde iyileşmesi, sanayi ve tarımın yeniden kurulması ve bilimsel teknik devrimin başlaması sonucunda hızlı üretim artışı, iş gücünün hepsine iş sağlanması, oluşmamış ve oportünist unsurlarda, kapitalizmin sınıf çatışması olmadan gelişmesi hakkında, kapitalizmin bunalımlardan kaçınabileceği hakkında, işsizlik olgusunun son bulmuş olduğu hakkında vb. görüşlerin yeşermesine yol açtı. Kapitalizmin barışçı gelişme dönemlerinin oportünizmi yayan kaynak olduğunu belirten Marksizm-Leninizm’in büyük öğretisi bir kez daha doğrulandı. O dönemde oldukça büyüyen yeni işçi aristokrasisi tabakası da, oportünist ve reformist görüşleriyle partinin ve parti önderlerinin saflarında gittikçe daha olumsuz bir etki yapmaya başladı.
Bu koşulların baskısı altında, komünist partilerin programları gittikçe daha fazla, demokratik ve reformcu asgari programlara indirgendi; devrim ve sosyalizm görüşleri ise gittikçe daha fazla bir yana atılıyordu. Toplumu devrimci bir biçimde dönüştürmeyi savunan büyük strateji, yerini her zamanki günlük sorunlar peşinde koşan küçük stratejiye bıraktı. Bu küçük strateji mutlaklaştırıldı ve siyasal ve ideolojik genel çizgi oldu. Böylelikle 11. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan, Fransız, Büyük Britanya partileri ve onlardan sonra İspanya Komünist Partisi giderek Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmaya, revizyonist görüşleri benimsemeye, reformizm yolunu tutmaya başladılar. Kruşçev revizyonizmine zemin elverişliydi. Ülke içinde burjuvazinin ve sosyal demokrasinin baskısının yanı sıra Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongre Kararları anti-Marksist sosyal demokrat mevzilere geçme yolunda, bu partiler üzerinde büyük etki yaptı.” (Enver Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Enver Hoca tek tek belli başlı revizyonist partileri ve dayandıkları tezleri Marksizm ışığında değerlendirir ve onların burjuvaziyle açık işbirliği anlamına gelen ihanetlerini gözler önüne serer. Bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin tarihindeki en büyük zaferlerden en ağır yenilgiye doğru yol alışını, ‘sınıf savaşımından, gözlerimiz önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin’ ifadesi olarak somutlaştıran bu değerlendirmelerin doğrulanmış olduğunu, ‘ayniyle vaki’ olduğunu söylemek, yaşanmış bir gerçeği söylemek olur.
En genel sonuçları açısından bu, ne anlama gelir? Kapitalizmin en ileri ülkelerinde, burjuvazinin kendisine dayanak olarak yarattığı işçi aristokrasisinin kendi sınıf kardeşlerine ihanetinin bir ürünü olan II. Enternasyonal oportünizmi; I. Dünya Savaşı öncesinde ve açık bir sınıf işbirliği olarak ortaya çıktı. Modern revizyonizm ise; bir yandan, en gelişmiş ülkelerde aynı sınıf temeline dayanırken, öte yandan; aynı sınıf temeline denk gelmek üzere; sosyalizmin anayurdunda ve kazanılan başarıları yağmalamak üzere, emperyalizmin baskısı artında ve parti ve devlet bürokrasisi içinde oluşturulan burjuvalaşmış ve sınıfa yabancılaşmış tabakaya dayandı. Bu demektir ki; modern revizyonizm de, işçi sınıfı içinde ortaya çıkan ve sınıfa yabancılaşarak burjuvalaşan tabakaların ideolojisidir.
Öte yandan, Ekim Devrimi ve sosyalizmin başarıları ve esas olarak bunların da yardımıyla II. Dünya Savaşı’nın anti-faşist bir karakter kazanması; oportünizme ve revizyonizme, savaş öncesinde açıkça ortaya çıkma olanağı tanımadı. Bu nedenle de, modern revizyonizm; savaş sonrasında ve kapitalizmin nispeten kendisini toparladığı ve özellikle ABD emperyalizminin kendisini dayatan önderliğiyle kendi aralarındaki çatışmaları, sosyalizme karşı belli bir uzlaşmaya dönüştürdüğü koşullarda, belli bir hazırlık sürecinin ürünü olarak ve örtülü biçimlerde, pratik sonuçları belli bir sürece yayılarak ortaya çıktı. Emperyalizm, bu süre boyunca; bir yandan sosyalizme karşı topyekûn bir saldırıyı sürdürürken, aynı zamanda, en başta ileri kapitalist ülkelerde işçi aristokrasisinin harekete egemen olmasına yardım, eden ekonomik, politik ve ideolojik önlemler aldı. Böylece, SSCB üzerinde revizyonizmin ortaya çıkışını kolaylaştıran ve cesaretlendiren bir baskı ve kuşatma oluşturdu.
Dolayısıyla da sosyalizmin yenilgisi veya eski komünist partilerin bugün içine düştükleri durum, Marksizm’i ve işçi sınıfı davasını savunmaktan değil; ona ihanet etmekten, açık bir çatışmaya girmeden, 40 yılı aşan bir süre boyunca, sosyalizmin ve proletarya hareketinin tarihsel kazanımlarının tepesine çöreklenerek, prestijinden yararlanarak, sistematik bir şekilde ideolojik ve örgütsel olarak çürümeye ve dağılmaya yol açmalarından ileri geldiğini gösterir. Bunun anlamı; işçi sınıfının partisiz bırakılmasıdır. Bu partilerin, sadece Marksizm’den değil, aynı zamanda işçi sınıfından, onun günlük yaşamından da kopmaları bu durumun bir göstergesi ve sonucudur. Gene aynı şekilde, az üye sayılarıyla Ekim Devrimi’ni savunma başarısı gösteren, II. Dünya Savaşı’ndan tarihinin en büyük zaferlerini elde ederek çıkan bir partinin, Marksizm’e ve işçi sınıfı davasına ihanetinin bütün sonuçlarıyla ortaya çıktığı koşullarda, 25 milyon üyesine rağmen kapatıldığında doğru dürüst bir tepkinin yükselmemiş olması, partinin sınıf-dışı karakterinin ve çürümüşlüğünün somut bir kanıtıdır.
Yaşanan süreç aynı zamanda, bütün bir revizyonistler ve Marksizm’in yeminli düşmanları güruhunun görmezlikten gelmesine, her türlü baltalama ve demagojilerine rağmen, gerçek Marksist-Leninist partilerin, işçi sınıfı davasının en sadık savunucuları ve tarihsel mirasının temsilcileri olduğunu da kanıtlamış oldu.
Öte yandan, sosyalizmin anayurdunda ve belli başlı ileri ülkelerde işçi sınıfının, ideolojik ve örgütsel açıdan tarihindeki en ağır ihanete uğraması, bağımsız bir sınıf olarak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etme olanaklarının baltalanması anlamına da geldiği açıktır. Bu durum bir başka olguyu da kışkırtan etkenler arasında yer aldı.
1960’lı yıllardan itibaren Latin Amerika, Asya ve Afrika’nın geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerinde etkinlik kazanan küçük burjuva devrimci akımlar ve bunların geliştirdiği küçük burjuva ‘devrimciliği’ veya küçük burjuva ‘solculuğu’.

SOSYALİZMİN ZAFERİ VE KÜÇÜK BURJUVA “SOLCULUĞU”
Sosyalizmin anayurdunda ve işçi sınıfı hareketinin gelişkin olduğu belli başlı ülkelerde, zaferin kazanımları ve yol açtığı ideolojik eğilimler üzerine denk gelen modern revizyonizmin çeşitli biçimler altında partilere egemenliği yaşanırken; gene proletarya hareketinin zaferleri, geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine yeni bir atılım kazandırdı. Geri ülkelerde sadece işçi sınıfı içerisinde değil, köylülük ve diğer emekçi yığınlar, özellikle de gençlik hareketi içinde anti-emperyalist ve devrimci eğilimler güç kazandı. Çin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı yankılar, Küba Devrimi ve Latin Amerika’da yükselen anti-emperyalist mücadeleler, ‘68 Hareketi’ diye anılan uluslararası devrimci-demokratik bir dalga özelliği kazandı. İşçi sınıfı hareketine genel olarak revizyonist partilerin egemen olduğu bu koşullarda, “Marksizm’i günün koşullarına yaratıcı bir şekilde uygulama” iddiasıyla küçük burjuva “sol” akımlar boy verdi ve Marksizm’in “sol”dan bozuşturulma sürecini başlattı. Küçük burjuva ideolojisi, böylece, sosyalizmin zaferlerinin ve prestijinin gölgesinde belki de, tarihinde sahip olduğu en geniş yayılma ve “ahkâm kesme” olanağı elde etti.
’60 sonrasında etkili olan ve aynı ideolojik temellere dayanmakla birlikte, belli biçimsel farklılıklar da taşıyan iki ana küçük burjuva akım gelişti ve yaygınlaştı. Çin Devrimi’nin küçük burjuva yorumunu genel geçer bir teori haline getiren Maoculuk ve Küba Devrimi’nden esinlenen Marigella ve Regis Debray gibi küçük burjuva teorisyenler tarafından değişik biçimlerde formüle edilip geliştirilen, Latin Amerika kökenli küçük burjuva devrimci akım. ’60’lı yılların sonlarına doğru Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde, özellikle gençlik hareketi içinde öne çıkan, içten devrimci ve anti-emperyalist gençlik önderleri, “Marksizm’in devrimci bir biçimi” olduğuna inanarak bu akımlardan etkilenen örgütler kurdular.
Küçük burjuva akımların teorilerine damgasını vuran “toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları” değil, başarıya ulaşmış devrimlerin sonuçlarının şematik tarzda formüle edilmesi ve zafer garantili, aşamaları önceden belirlenmiş devrim stratejilerinin mekanik bir şekilde sınıflar mücadelesi yerine geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek oları öznel idealist bir bakış açısıdır. Bunun doğal sonucu olarak, küçük burjuva akımlar özellikle mücadele ve örgüt biçimlerini mekanik olarak ele alıyor ve proletaryanın sınıfsal öncülüğünü gerekli olmaktan çıkarıyordu. Yukarıda belirtildiği gibi, işçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde revizyonizmin egemenliği altında oluşu; onların bu teorilerine özellikle anti-emperyalist, anti-faşist gençlik kitleleri içinde yayılma olanağı sağladı. Hemen tümünün mücadele ve örgüt biçimleri konusundaki formülasyonlar dışında, revizyonizmin temel tezlerine yönelik fazlaca bir itirazları yoktu. Onlar bu tezlerden kendi mücadele ve örgüt biçimlerini gerekçelendirebilecek sonuçlar çıkarıyorlardı, o kadar. Farklılıklarını sadece mücadele ve örgüt biçimlerine dayandırmaları, onların “radikal” ve “ihtilalci” olmaya, sınıf mücadelesinin mevcut durumundan ve ihtiyaçlarından kopuk “sol” eylemcilikle kendilerini ayırt etmeye özel önem vermelerine yol açtı. “Silahlı mücadele” her zaman ve her yerde temel mücadele biçimiydi.
70’li yıllara doğru birçok ülkede, pek çok samimi devrimcinin içinde yer aldığı bu örgütler, “silahlı mücadele”yi başlattılar. Ve önderlerinin ve birçok militanın hayatına mal olan ağır yenilgiler aldılar.
İlk ciddi yenilginin ardından küçük burjuva akımlarda ayrışmalar belirgin hale gelmeye başladı. Aynı çizgiyi sürdürme iddiasında olanlar, giderek marjinal bireysel terör grupları olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birçok ülkede küçük burjuva akımlar içinde Marksizm-Leninizm’e yönelen bir eğilim gelişti ve uluslararası komünist hareketin genel çizgisiyle birleşti. Geri kalanlar ise; çeşitli bölünmelerle birlikte, modern revizyonist partilerle, Marksist -Leninist çizgi arasında çeşitli meşalelerle sıralanan ara akımlar oluşturdular ve parti olarak örgütlenmeden, çevreler olarak faaliyet sürdürdüler.
’80’li yıllara gelindiğinde genel tablo buydu. Elbette ki, küçük burjuva akımlar; gerek Marksizm’i, gerekse, örgüt ve mücadele biçimlerini ele alışlarındaki çarpıklıklarla, özellikle de, örgüt mefhumunda derin tahribatlara yol açtılar. Bunlar yayınlarımızda çeşitli yönlerden eleştirildiği için, biz sadece konumuzla ilgisi açısından özetleyerek geçiyoruz. Burada önemle vurgulanması gereken, küçük burjuva akımların hiçbir dönemde ideolojik açıdan modern revizyonizmden tam bir kopuşu gerçekleştiremedikleri veya gerçekleştirmedikleridir. Onlar da başlangıçta başarıya ulaşmış devrimlerin “olağanüstü başarılarının etkisi” altındaydılar. Devrimci mücadelelerin “olağanüstü başarılan” onları da “sarhoş” etmişti. Sınıf mücadelesinde her zaman uğrana-, bilecek ilk ciddi yenilgi ve başarısızlıkların ağırlığı üzerine eklenen “revizyonizmin çöküşü” küçük burjuva idealizmini ve ondan ilham alan “devrimciliği”ni tersyüz etti. “Sarhoşluğun ‘masumiyeti’, çöküntünün yol açtığı inanç ve karakter yoksunluğuyla birlikte “arsızlığa” ve “pişkinliğe” dönüştü. Kendi kofluklarını Marksizm’e mal ederek, yenilginin gerçek sorumluluğunu da, kendi sorumluluklarını da atlayarak, Marksizm’e karşı her türlü saldırıyla birleştiler. Bilindiği gibi Marksizm, tarihi boyunca birçok saldırıyla karşı karşıya geldi, ama denilebilir ki; bu sonuncusu, “en soysuz” olanıydı.
Böylece, ‘iktidar’daki güç ve dayanaklarını kaybeden revizyonist parti temsilcilerinin önemli bir kısmıyla, ‘devrimciliklerine veda etmiş küçük burjuva grup şeflerinin önemli bir bölümü kendilerini ‘barındırabilecek’, ‘birbirlerine tahammül etmelerini’ sağlayacak bir ‘çatı’ya şiddetle ihtiyaç duyduklarının farkına vardılar.
Elbette bu kolay olmadı. Bu noktada, sabırla bu “mutlu sonu” hazırlamayı beklemiş olan; ideolojik açıdan her iki kesimi de ‘kapsayıp üzerine çıkabilen’, ama herhangi bir örgüte ‘bulaşmamış’, hayatini ‘özgür düşünceye’ vakfetmiş ‘bu işin adam’larına, yani, biraz ‘teknik’ bir dille söylersek ‘meyancılara’ ihtiyaç vardı.
Ülkemizde 12 Eylül yenilgi ve gericilik yılları ardından yaşanan, on yılları alan ‘sol’ hareketin birikimi üzerinde tepinen ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası, bunun yol açtığı ‘karşı-dayanışma’, sağladığı ‘karşı özgürlük’ ve yol açtığı tahribat; ancak çok genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu tarihsel zemin üzerinde gerçek anlamını bulur. Elbette ki, ülkemiz işçi hareketi bu süreci, kendi pratik eylemiyle kapatmış bulunuyor. Ama bu ideolojik ortamın ve örgütsel tasfiye dalgasının yol açtığı tahribatlara karşı mücadele ve ideolojik bir “karşı-saldırı”, işçi hareketinin ideolojik ve örgütsel gelişiminde, -her zaman olduğu gibi-, bugün de önemli bir yere sahiptir. Yazımızın buraya kadar olan bölümlerinde, bugün artık kapanmakta olan bir sürecin dönemeçlerini hatırlatabilmek amacıyla, alışılmışın ötesinde alıntılara yer verdik. Bunlar, hem bir dönemin canlı tanıklıklarıydı ve hem de, bir dönemin olaylarını gerçek Marksistlerin, hangi bilinç ve sorumlulukla ele almış olduklarının da belgeleriydi. Elbette Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin düşmanları, tarihsel kanıt ve belgelerin sık sık hatırlatılmasından hoşlanmayacaklardır. Ama işçi sınıfının bugün bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş ve örgütlenmekte olan temsilcileri, bu tarihten güç alarak, Marksizm’in ve işçi sınıfının bilinçli düşmanlarına karşı saldırma ve onların hak ettikleri sıfatlarla anılmasını sağlama hakkına sahiptir. Bu, aynı zamanda sınıfın uyanan ve mücadeleye atılmakta olan kesimlerine karşı da yerine getirilmesi gereken bir görevidir.

TARİHSEL BİR ‘KARŞI BİRLİK’ VE ‘MEYANCILARI’
Ülkemizde, Gorbaçov’la başlayıp emperyalistlerce desteklenen ‘Yeni Dünya Düzeni’ kampanyası ve bunun bir devamı’ olarak revizyonizmin çöküşüyle birlikte hızlanan bir “birlik” süreci yaşandı. Kruşçev revizyonizminin en sadık savunucularından TKP ve hemen hemen aynı çizginin savunucuları olan partiler ve gruplarla birlikte başlatılan ve daha sonra, küçük burjuva ideolojinin en ileri savunucusu durumundaki Dev-
Yol’u da işin içine katarak gerçekleşen tartışmalar “başarı”yla sonuçlandı. Böylece revizyonizm ve küçük burjuva ‘sol’culuğu arasındaki üzücü ‘farklılıklar’ da ortadan kalktı veya daha doğrusu; her ikisi tarafından da hatırlanmak istenmeyen ‘geçmişte’ kaldı.
Elbette ki, bir kısım parti, grup veya kişilerin “birleşmesi”ne, kendi başına kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama, bu birleşme, onlarca yıl izledikleri çizginin sorumluluğunu işçi sınıfına ve Marksizm’e yıkma “ortak paydası” üzerinden gerçekleşiyorsa ve bu birleşme tartışmaları, emperyalist demagoji kampanyasının hedeflerini güçlendiren ve ona omuz veren anti-Marksist bir içerikte gerçekleşiyorsa; o zaman işçi sınıfını ve Marksistleri ilgilendirir. Bu birleşmenin “meyancıları”yla, birleşme fedakârlığı gösteren “grup şefleri” merak edilir.
Kimdir bunlar? “Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar… Olsa olsa ödepeli diyorlar! Ve ben ödepeliyim… Sen de ödepelisin, biliyorum…” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
Birikim ve Murat Belge… 100. sayıdaki muhasebeden öğrendiğimiz kadarıyla; 71 sonrası küçük burjuva akımların ilk ciddi yenilgisi esnasında gözaltına alındığı Sağmalcılar Cezaevi hücresinde M. Belge bir dergi çıkarmayı tasarlar. Ömer Laçiner’i de ortak olarak seçer. Hapse girmeden önce İngiltere’de gördüğü benzer dergilerden ilham almıştır. Ve düşünce dünyasını biraz kendinden izleyelim.
“… Doktoramı 1966–69 arasında yazdım. Konu kısmen mitolojiyle ilgiliydi. Eski toplumlarda insanların bu mitleri nasıl oluşturduğu üstüne düşünürken, doğal olarak, bilinçlilik biçimleriyle, zihni üretimle yakından ilgilendim ve böylece Marksizm’in klasik ‘altyapı-üstyapı’ kavramlarını da düşündüm ve o klasik kavramlara pek uymayan bir yaklaşım geliştirdim. Doktorada, özellikle de önsözünde, ortodoksi-dışı, yeni anlayışımı münasip bir dille anlattığımı sanıyordum. Aradan yıllar geçti, yeniden okuyacak oldum. Bir de ne göreyim? Dünyanın en Ortodoks lakırdılarını yazmışım. O Morgan’dan alınma aşamalı evrim şemalarını filan sözde aştığımı sanmıştım. Ne gezer!
Birikim’de de biraz böyle. 1975’te yayımlamaya başladığımızda, adamakıllı farklı bir bakış oluşturduğumuzu düşünüyordum. Ama dediğin gibi ‘revizyonizm’di, ‘diyalektik’ti gırla gidiyor o ‘çıkarken’ metninde.
Yalnız, ‘düşünce tuhaf şey’ dedim ya. Şimdi burada ikinci şaşırtıcı nokta geliyor. Biz ‘yeni’ bir şey yaptığımızı düşünüyoruz, şimdiki aklımızla dönüp bir daha bakıyoruz: Allah Allah! Hiç ‘yeni’ değil. Öte yandan, herkes de ‘yeni’ bir şey yaptığımızı anlıyor. Yani, şimdi bize ‘eski’ ve ‘klasik’ görünen bütün o kavramlar sistemi, sonuçta anlaşılması gerektiği gibi, yani ‘yeni’ ve ‘farklı’ olarak anlaşılmış. Sanki işlemi yanlış yaptığın halde doğru sonucu bulmuş gibi tuhaf bir durum.” (M. Belge, Birikim 100. sayı)
Lastikli, tuhaf, her yana çekilebilir ve kesinlikten özellikle kaçınan mantık oyunlarını bir yana bırakıp düpedüz, olduğu gibi söylersek; M. Belge mitlerin nasıl oluştuğunu konu edinen bir doktora tezi hazırlamaktadır. Esas olarak Marksizm’in temel tezlerinden birini Marksist literatürü kullanarak eleştirmiş, ama münasip dille de kendi düşüncesini işlemiş. Aynı şey Birikim için de geçerliymiş. Yeni bir şey yazıyormuş gibi yapmadığı halde; insanlar anlatmak istediği kavramları benimsemişler. Yani, Marksist’miş gibi yaparak, sonunda Marksizm ‘mit’ini en azından, Marksizm’i bir efsane gibi anlayanların gözünde yıkmayı başarmış. Bunun adı literatürde demagojidir, laf cambazlığıdır. Bu konuda ‘kurbanını’ veya çömezlerini iyi seçmiş ve işini sabırla sürdürmüş, işinin ehli bir uzman olduğunu kabul etmek gerek. İşte bir örnek: “Okuyucular efsanemize eskisi gibi inanmıyor. Eski tarz efsane anlatımına inanmıyor. Bizler de efsanemizi eskisi gibi inandırıcı olarak savunamıyoruz, anlatamıyoruz.” Oysa okuyucular veya taraftarlar sen inandırıcı efsane anlatıyorsun diye değil; anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele çizgisi izlediğine inanıyorlardı ve sen esas olarak bu konuda inandırıcılığını yitirdin.
“Savunulan şey dogma olunca, üstelik bunlar bir de ‘yanlış dogma’ olunca bunları tartışarak kaldırma imkânı bulunmuyordu… Yine bunun için her şeye yeniden başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi. Ama sen söyle dün bunun adı hemen ‘revizyonizm’ ya da ‘inkârcılık’ olarak konmaz mıydı?
Ama şimdi olumsuz bir gelişmeden olumlu bir imkân çıkarabilme durumundasın. Sovyet sisteminin yarattığı olumsuzluk aynı zamanda bir engelin çöküşüdür. Olumlu gelişme, artık dogmaların iflas ettiği bir dönemde artık herkesin özgür ve özgün düşüncelere kendiliğinden ihtiyaç duymasıdır.” (Melih Pekdemir, Kuralsızlığın Hikâyeleri)
Ve sen inandırıcı bir anti-emperyalist ve anti-faşist çizgi ortaya koymak yerine bütün inançlarını yitirerek, inançsızlığını gerekçelendirmeye koyuldun.
Elbette, “bilinçlilik biçimleriyle ve zihinsel üretimle” uzmanlık alanı nedeniyle yakından ilgilenmiş olan M. Belge; M. Pekdemir gibilerin Marksizm’i bir efsane gibi anladıklarını biliyordu ve dolayısıyla da literatüründe bunu gözetti. Althusser ve Lucas’tan esinlenen eleştiriler, dönemin koşullarına denk geliyordu. Şimdi, kendi muhasebesi üzerinden geriye dönüp düşünüldüğünde; hem revizyonist akımların açmazlarını ve zayıflıklarını biliyordu, hem de küçük burjuva akımların ve özellikle Dev-Yol’un. Aralarındaki ‘dostluk’a güvenerek sürekli olarak bu zayıflıklar üzerine yüklendi. Özellikle bunu, ileri kesimlere seslenerek yaptı. Bir uzman olarak ciddi başarısızlıklarda bunların işe yarayacağını da, az çok kestiriyordu.
Aldı sözü M. Pekdemir; “80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle ‘şak şak şak’ ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle ‘tak tak tak’ ifade edilebiliyordu… Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu… SSCB’nin çöküşünden sonra at izi it izine karıştı… Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı.” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
’80’den sonra artık ve ’97 yılında hâlâ neyin ne olduğunu açıklayamamış ve açıklamaktan da vazgeçmiş. Yani ‘gerçek hayat koşulları’ndan kopuk ‘efsane’den, gerçek hayatı düşünmeden yaşamaya dönüşmüş bir “bilinçlilik biçimi”. Çünkü bütün bir Birikim tarihi boyunca, M. Belge; kendisinin sorumlu tutulacağı bir düşünce çizisi geliştirmekten özel olarak kaçındı. Sadece bir “bilinçlilik biçimi” geliştirdi. Bunu bilinçli bir şekilde yaptı. Böylece, hitap ettiği kesimleri düşünce ve kavramlar dünyasının, kimsenin söylediğinden sorumlu olmadığı ‘özgür ve özgün’ düşünceli bir çömezler topluluğuna dönüştürmenin yolunu açtı. Yenilgi ve gericiliğin terörüyle şaşkına dönen, inançları ve kendilerine güvenleri çöküntüye uğramış parti veya grup şefleri için can simidi bir düşünce. Onlar böylece izledikleri çizginin; gerçekten lafzını çok kullandıkları Marksizm’e uygun veya savunuculuklarını yaptığı davaya uygun olup olmadığının sorumluluğundan kurtulma çaresini bulmuş oldular. Çünkü onların ‘devrimciliklerini veya ‘sosyalistliklerin: sınıfa duyulan bir sorumluluk belirlemiyordu. Onların gözlerini kamaştıran; devrimin ve sosyalizmin kazandığı başarılardı. Zafer kemirilip çöküntü bütün gerçek yüzüyle ortaya çıktığında, onların bütün efsaneleri yıkıldı. Bütün suçu Marksizm’e ve hatta Ekim Devrimi’nin yanlışlıkla yapılmış olmasına bağlayacak kadar zırvaya vardırdılar. Elbette M. Belge bu sonuçtan beklemediği kadar memnundu. 12 Eylül yenilgisi üzerine revizyonizmin çöküşü de bindirdiğinde, çömezleri, kendi ummadığı kadar çoğalmıştı. O, böylece, geliştirdiği “bilinçlilik biçimleri”yle 12 Eylül terörünün ve revizyonizmin çöküntüsüyle sürdürülen burjuva propagandanın düşünsel planda ‘tamamlayıcısı’ oldu.
Bugün vardığı noktada, kendi muhasebesini ve ortaya çıkan ‘ürünler’i birlikte düşündüğümüzde; onun sistematik olarak, 22 yıldan beri onların sübjektif idealizmine temel teşkil eden küçük burjuva sınıf kökenlerine hitap ettiği ve her dönemeçte işi daha ileri götürdüğü sonucunu çıkarmak zor değildir.
“Mecbur muyum? Ben böyle düşünüyorum… Marx da benim gibi düşünüyordu demem neden gereksin? Allah Allah, düşünmeyiversin. Marksizm’in benim kendi formasyonumdaki yerini hiçbir zaman inkâr edemem. Etmeye herhangi bir gerek de yok. (Neden olsun ki? -M.E.) Sanıyorum tek tek düşünürler olarak, çeşitli alanlara, çeşitli akımlara bakalım. Herhalde benim entelektüel formasyonumda hiç kimsenin payı Marx kadar fazla değildir. Ben ne anlıyorum sosyalizmden, genel dünya görüşüm nedir? Aslında Marx için hayati olması gereken bir sürü şey var ki, bunlar bana bir şey söylemiyor. (Orası muhakkak -M.E.) Diyalektik materyalizmi umursadığımı, emek-değer teorisini çok fazla doğru bulduğumu söyleyemem. Bunun gibi bir sürü şey daha sayabilirim.” (M. Belge, 100. sayı) Zaten daha fazlasını savmaya gerek de yok. Süngüsü düşük revizyonist veya küçük burjuva devrimcileri karşısında Marksizm’e daha açık saldırmanın bir sakıncası yoktur. Bu ne demektir? Senin ne işin var nesneler dünyasıyla, sınıf mücadeleleri belasıyla. Sen tek başına bir “düşünür” olarak bütün düşünürleri oku, özel olarak birileriyle ‘düşünce ve eylem birliği kurmaya da çalışma. Zaten bunu hem beceremedin, hem de TCK’da da yasak. Kendi entelektüel dünyanı kur ve sosyalistliğini orda yap. Böyle bir “düzlemde” birleşmek için; “geçmişten kalan bütün yapıları ve örgütleri” (M. Belge, Sosyalist Sol Konuşuyor, Rafet Ballı) dağıt! M. Belge örgütler dağılma noktasına geldiğinde görevini bilen bir sıkıyönetim komutanı edasıyla konuşur. Onun ‘özgürlük’ anlayışı; insanların örgütlenme özgürlüğünü kapsamaz. Sosyalizm anlayışı ve çömezlerine açtığı yeni platform ise; 100. sayı ‘muhabbeti’ vesilesiyle Ömer Laçiner’in ağzından şöyle özetlenir: “Bu anlamda ‘hedef dediğimiz şey şu anda yaladığımız şeyin kendisi olmalı, orada yansımalıydı. ’90’lı yıllardaki Birikim’de bunu daha net ifade edebildik. Eğer sosyalizm bir yaşam tarzı ise; bunun için toplumsal iktidarı ele geçirmek ya da dünyadaki bütün toplumlarda iktidarı almak gibi bir ön şart olamaz, gerekmez. (Yani, dünyayı ve Türkiye’yi tahlil etmeniz de gerekmiyor. – M. E.) Eğer biz sosyalizmi benimsiyorsak, demek ki, en azından kendi hayat sahamız içinde, kendi ilişkilerimiz içinde, kendi kurduğumuz yerlerde bu düşünceyi kendi yaşamımıza geçirebiliriz.” Diyalektik materyalizmi, emek-değer yasasını ve dolayısıyla da sınıflar mücadelesini, iktidar, devrim gibi meşakkatli işleri bir kenara koyduktan sonra; bu her biri 20 küsur yıllık sosyalizm sözüne aşina olmuş insanları boş bırakmak olmaz. ‘Kendi hayat sahaları içinde’,   ‘kendilerinin kurdukları yerlerde’ ve ‘kendi yaşamlarına’ uyarlanmış bir “sosyalizm”Ie meşgul olmaları da, bu ihtiyaca cevap verir. Bunun devletimize de milletimize de bir zararı olmaz. “Uluslararası Topluluk”un “global” amaçlarına da ters düşmez.
Ve M. Pekdemir’lerin ödepesi bu platform üzerinde kuruldu. Artık Birikim’cilik yok ödepelilik var. Gerçi, M. Belge artık yorulmuştur ve ‘manen ve ruhen’ kopmuştur. Ona ihtiyaç da yoktur, hazır bir araya gelmiş epeyce çömez, biraz amatörce de olsa işleri yürütebilirler. Hem artık bu kesimlerde yeniden Marksizm’in nüksetme ihtimali de kalmadı.
Bütün bu çabalar, emperyalizmin uluslararası planda, yer yer bir karnaval havası alan ve artık ‘sosyalizmin iflas ettiği’ propagandasını sürdürdüğü ve kapitalizmin ebediliğini ilan ettiği koşullarda meyvelerini verdi. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda; emperyalizmin propaganda hedefleriyle M. Belge’nin ‘eleştirelliği’nin aynı amaca hizmet ettiğini görmek çok zor değildir. “Kapitalizm bu esnekliği gösterirken, Marksist dünya Marks’ın eleştirel ve bilimsel düşüncesinden kaskatı bir ürperti yarattı.” (M. Belge, Türkiye Dünyanın Neresinde?) Zaten, diyalektik materyalizmden, emek-değer teorisinden arındırılırsa; Marksizm de burjuvazi için ‘kaskatı bir ürperti’ olmaktan çıkar ve kapitalizmin ‘esneklik’ alanına girer. Ve bu uğurda, bir zamanlar dünya çapında kabaran dalgayla silah elde yola çıkan küçük burjuva devrimcileriyle, TKP vb örgütleri; ait oldukları dünyaya, küçük burjuvazinin kendi bireysel dünyasına döndürmek için azımsanmayacak katkıda bulundu. E. Kürkçü gibi çömezleriyle birlikte, onların kendi dünyalarını muhafaza ederek bir çatı altında birleşmelerinin ‘meyancı’lığını yaptı. Onların tek birlik noktası; devrime, sosyalizme ve Marksizm’e karşı olmaktır. Yani onların oluşturduğu birlik; bir “karşı birlik”tir. “Yenildiğiniz yere bir daha gitmeyiniz!”in ‘birlik’idir.
M. Belge’nin de, bir zamanlar ona ilham kaynağı veya ‘Marksizm’i eleştirme aracı’ olmuş ‘düşünür’lerin Marksizm’e yönelttiği eleştirilerin, hiçbirisi de yeni değildir. Komünist Manifesto’nun ilan edilişinden bu yana, özellikle işçi hareketinin ağır yenilgiler aldığı her dönemde, benzer eleştiriler yapıldı. Bunlar, aynı şekilde işçi sınıfı dışından gelerek Marksizm’i benimsemiş olanların ideolojiye ve sınıfa en az bağlı olanlarını etkiledi. Ve bugüne kadar bunların hiçbirinden ve hepsinin toplamından Marksizm karşısına çıkarılabilecek kapsamda bütünlüklü bir teori ortaya çıkmadı. Bu ‘eleştirmenlerin’ tümü de proletarya hareketinin bir yenilgi almasına kadar tarihin çöp tenekesine atılmaya mahkûm olacak. Ama burjuva dünyası, devrime ve sosyalizme karşı demagoji uzmanları, araç ve yöntemleri geliştirmede 50 yıllık bir birikime sahip oldu. Birçok “muhalifini” yayalarında “konu mankenlerine” döndürmeyi başardı. Eğer bir ‘özgünlük’ten söz edilecekse; M. Belge’nin demagoji yeteneğinden ve ‘kurbanları’nı ağzı açık bırakan, nesneler dünyasından ve sınıflar mücadelesinden ‘kopuk’, ama egemen sınıfın en güçlü propaganda merkezlerinden hiç de kopuk olmayan “ucuz mantık oyunları”ndan; kimlere, neyi ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmiş veya hesaplamış olmasından söz edilebilir. 22 yıl boyunca herhangi bir sınıfa, herhangi bir örgüte, herhangi bir felsefi düşünceye karşı “taahhüt edilmiş bir sorumluluğu” olmadan Marksizm’e karşı mücadeleyi görev edinmesinden; ister, “Allah rızası için olsun”, isterse; “akademik kariyerini” ispat etme gibi “bilimsel bir tutku” uğruna olsun, ‘görevine’ sadık kalmasından söz edilebilir.
Sürdürdüğü çabanın ’90’lı yıllarda somut ürünler vermesine gelince; bunun nedeni, en başta küçük burjuvazinin devrim ve sosyalizmle, bir dönemin koşulları içinde oluşmuş ittifakının -eğer, buna ittifak demek uygunsa- çözülmüş olmasıdır. Ve M. Belge bu ‘çözülme’ için mücadele etti ve devamında da; ‘çözülme’nin ideolojisini ve teorisini yaptı. Bunun meyvesi; “ne güzel, Marksizm karşısında özgürüz”, “ne güzel, farklılıklarımızla bir arada durabiliyoruz”, “ne güzel, hiçbir sınıfa karşı sorumlu değiliz”, “ne güzel, söylediklerimizden ve yazdıklarımızdan sorumlu değiliz”,
“Ne güzel, her türlü şiddete karşıyız”, “ne güzel, muhalefet yapıyoruz” vb. sözlerden oluşan bir jargon, lastik gibi her yana çekilebilir ve kesinlikten kaçınan, “Şimdi belki bir süre…” diye başlayan, ama somut ve elle tutulur herhangi bir şey söylemeden bir süre sonra, gene benzer sözlerle başlayan bir “bilinçlilik” biçimine ulaşmış küçük burjuvalar topluluğudur. Her biriyle ayrı ayrı konuşulduğunda; aynı insanla konuşuyormuş gibi bir duygu uyandırmalar» ise; ‘özgünlük’lerinin bir kanıtıdır.
Yani, onun etkileme ve “zihinsel üretim” biçim ve yöntemleri, ancak; “boyundan büyük işlere kalkışıp” karşı-devrimin ilk ciddi şamarını yedikten sonra “kendine gelen”, “siyasetten gelme” küçük burjuva “aydınlara” göre ‘programlanmıştır’. Ama kesinlikle işçi sınıfına değil. (“Siyasetten gelme” sözünü özellikle kullanıyoruz. Çünkü bu ülkede Marksist olsun olmasın, düşüncelerine katılalım ya da katılmayalım, kendi düşüncesine ve halka karşı sorumlu, bağımsızlıktan, demokrasiden ve sosyalizmden yana gerçekten hayatını bir aydın olarak kazanan, ama hayatını kazanmak veya ihtirasları uğruna sorumluluklarını feda etmeyen aydınlar da var. Konumuz olan aydınları bu nedenle “siyasetten gelme” kategorisinde ele alıyoruz. Bunlara karşı üslubumuzu belirleyen de budur. Yoksa bizden farklı düşünmeleri değil.)

VE İŞÇİ SINIFI
Sosyalizm tehdidinin de etkisiyle, kapitalist sistemin, nispeten ‘barışçı bir gelişme’ seyri izlediği son 40 yıl geride kaldı. Bu sürecin beslediği bütün demagojiler de, sahte ‘kahraman’lar da dayanaklarını yitirdiler, ‘Gerçek hayat koşulları’ bütün açıklığıyla, proletarya ve burjuvaziyi karşı karşıya getiren bir sürece doğru yol alıyor. Son 40 yılda pek rastlanmayan ama kapitalizmin ortaya çıkışından beri ve kapitalizmin ortaya çıktığı bütün ülkelerde işçi sınıfını burjuvaziye karşı bir sınıf olarak birleştiren en önemli mücadele biçimleri olarak grevler ve gösteriler yeniden ve kapitalizmin bütün merkezlerinde boy verdi. ‘Birileri doğru bulmuyor diye; tarihsel ve toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları hükmünü icra etmekten geri kalmadı. ‘Birileri’ doğru bulmadığı için; emek-değer yasası ve ancak bununla açıklanabilecek olan proletarya ve burjuvaziyi; çıkarları birbirine zıt sınıflar olarak karşı karşıya getiren koşullar ortadan kalkmadı. Şimdiye kadar olduğu gibi; bundan sonra da işçi sınıfı yenilgiye veya ihanete uğradığı için; iktidar mücadelesinden vazgeçmeyecek. Bir kısım partiler yozlaştı diye işçi sınıfı parti olarak örgütlenmekten vazgeçmeyecek.
Çünkü; işçi sınıfı için, sınıf bilinçli işçiler için Marksizm; bir fantezi ve “demagoji” aracı değil; varlığını sürdürme ve ‘geleceğini kendi eline alma’ mücadelesinin bilincidir, Parti de, ancak küçük burjuva bir kafaya sığabilecek çaptaki “efsane” ve “mirlerin “hayranlarından oluşan bir topluluk olmadığı gibi; emperyalizmin saldırı ve demagojileriyle şaşkına dönerek süngüsü düşmüş, sosyalizmi ‘kendi hayat sahası içinde’ arayan “muhalifler” topluluğu da değildir. Parti; bütün bir insanlığı iki kez yıkıma ve birbirini boğazlamaya sürüklemiş olan ve bir üçüncüsüne doğru yol almakta olan’ emperyalizme ve burjuvaziye karşı; işçi sınıfı başta olmak üzere bütün emekçi sınıfların güçlerini ve mücadelesini birleştirebilmenin, iktidar hedefine yöneltmenin, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırma mücadelesinin temel aracıdır.
Böyle olduğu içindir ki; her sınıf bilinçli işçi, Marksizm’i; ‘işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunun bilinci’ ve bir ‘eylem kılavuzu’ olarak ele alan sınıfının bilinçli neferleriyle, onu; “kendi zihinsel ve mesleki formasyonlarının” bir aracı haline getiren, Marksizm’in sinsi düşmanlarını ve demagogları ve onların çömezlerinden oluşan ‘inançsızlar güruhunu’ daha kesin ve daha hızlı bir şekilde ayırt etmesini bilecektir.
150 yıldan beri, işçi sınıfı hareketinde yaşanan her yenilgi ve gerilemenin ardından, hem burjuvazi ve hem de; ‘yükselme’ döneminde mücadeleye katılan işçi sınıfının geçici ‘yol’ arkadaşları; Marksizm’e karşı aynı amaca hizmet eden ama farklı araç ve yöntemler kullanan saldırılar yönelttiler. Zaferler ne kadar büyükse: saldırıların araç ve yöntemleri de o kadar sinsi ve o kadar ‘soysuz’ bir özellik kazandı. Ama bütün bu saldırılar ne “Paris Komünü”nü, ne “Ekim Devrimi”ni ve ne de “II. Dünya Savaşı’nda elde edilen zaferleri” engelleyemedi. İşçi sınıfı, yeni bir saldırı için güçlerini birleştirmeye yöneldiğinde; Marksizm’i de daha ileri bir bilinçle kavrayarak, daha sağlam ve militan partiler inşa etme ihtiyacını duydu ve her seferinde daha büyük zaferler elde etmeyi, zaferlerini daha uzun süre koruyup geliştirmeyi başardı. Yaşanan tarih buna tanık olduğu gibi; mücadelenin ortaya çıkan belli başlı belirtileri, bugün ve gelecekte de, böyle olacağını şimdiden göstermektedir. Çünkü Marksizm’in kökleri, her türden demagojinin panzehiri olan “gerçek hayat koşullarında”, ‘salim kafayla’ düşünebilen her işçi ve emekçinin günlük yaşamındadır. “‘Gerçek hayat koşulları” ise; işçi sınıfına ve bütün ezilen yığınlara ‘yenilgi korkusu’yla, yeni zaferler için mücadeleden vazgeçme hakkını tanımamaktadır.

Aralık 1997

Fransız komünist partisi tarihinden bir kesit

Bugünlerde Fransa’nın ‘solcu’ aydınları, ‘sol’ koalisyon partileri ve komünizmin ölüm fetvasını çoktan vermiş olmalarına rağmen anti-komünist kampanyayı devam ettirmekten bir an bile vazgeçmeyen kara ve bağnaz gericiliğin sözcüleri, tarihi “Tours Kongresi”nin yeniden ve ama bu kez, tersinden gerçekleştirilmesinin gerekliliğini tartışıyorlar. Bugün Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin başında bulunan anti-komünist şarlatanların teori ve eylemde sundukları açık destekle yürütülen bu tartışma esas olarak, devrimci komünizmin bugüne devrolunabilecek bütün mirasını son bir hamleyle ayaklar altına almak gibi ‘global’ bir maksat güden kapsamlı bir tartışmadır ve zaten üzerine (olumlu ve olumsuz) çokça yazılmış olan FKP tarihinin olumlu, devrimci yanlarını yeniden saldırı hedefi durumuna getirmektedir. Biz bu yazıda, FKP’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar izlediği gelişim çizgisi, olumluluklar ve sonraki bozuşmaya kaynak teşkil eden bazı yanlar üzerinde duracağız.

TOURS KONGRESİ: REFORMİZM İLE DEVRİMCİ SOSYALİZMİN AYRIŞMA KONGRESİ
“Tours Kongresi” nedir? Nasıl ve hangi tarihsel koşullarda gerçekleşti? Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından nasıl bir dönüm noktası teşkil etmektedir?
25–30 Aralık 1920 tarihleri arasında Loire Nehri kıyısındaki küçük bir kentte toplanan ve ismini de oradan alan Tours Kongresi, Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından iki bakımdan büyük önem taşıyordu. Bir: Sosyalist işçi hareketi üzerine çökmüş olan burjuva, küçük burjuva sosyalizmine has “cumhuriyetçi sol” gelenekten ilk büyük kopuşun yaşanması ve devrimci proleter sosyalizme yönelme. İki: Bu kopuşun bir neticesi olarak, uluslararası proletarya hareketinin bir kolu, parçası olan Fransız Komünist Partisi’nin kuruluşu ve emperyalist-burjuva baskıya, reformist ihanete rağmen Ekim Devrimi karşısında devrimci bir tutumun alınması. Tours’ta toplanan, Sosyalist Parti’nin kongresiydi, ama tarihe Komünist Parti’nin kuruluş kongresi olarak geçti.
XIX. yüzyılda 1831 Lyon Ayaklanması, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi çağının en büyük ve kapsamlı işçi ve halk isyanlarına damgasını vuran Fransız işçi hareketi, esas olarak sınıf dışı sosyalizm akımlarının, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin yörüngesinden çıkamamış bir hareketti. Dünyanın ilk proleter devrim girişimi olan Paris Komünü, Marksistlerden ziyade (Çalışma ‘Bakanı’ Leo Frankel’in başını çektiği enternasyonalist -Marksist- kanat azınlıktaydı) Blanquici anarşistlerin ve Proudhoncu reformistlerin etkisi altındaydı. Tarihteki ilk proletarya diktatörlüğü girişimini olumsuz yönde etkileyen bu durumun nedenleri geçmişe dayanıyordu. 1789 Fransız İhtilali, kıta ve dünya çapında yankı yaratan ve yeni bir devir (burjuva devrimleri devri) başlatan büyük çaplı toplumsal bir hareketti. Başka hiçbir yerde olmadığı kadar derin ve devrimci bir tarzda gerçekleşen burjuva cumhuriyeti, feodal gericiliğin ve aristokrasinin karşısında ileri ve gelişmekte olanı temsil ettiği için, kendinden sonraki bütün toplumsal hareketleri etkileyen bir özellik taşımaktaydı. Bu, sadece aydın tabakalarla sınırlı olmayan, işçi sınıfı hareketine de damgasını vuran bir etkiydi. Blanqui’den Proudhon’a; Marksizm’i Fransa’ya taşıma onuruna sahip Guesde ve Lafargue’dan Jaures’e kadar, Fransız sosyalist hareketinin bütün liderlerinin ve fraksiyonlarının ufku burjuva cumhuriyeti ile bulanmış durumda idi. Fransız işçi hareketinde egemen olan reformist ve anarko-sendikalist eğilimler aynı ideolojik-politik kaynaktan beslenmekteydi: a) Proletaryayı liberal burjuvazinin eklentisi ve destekçisi olarak görmek, proletarya hareketini burjuva iktidarının sağlamlaştırılmasının dolgu maddesi olarak ele almaktan öteye geçememek, b) Fransa’nın dünyaya demokrasi ve medeniyet taşımak gibi tarihi bir misyon üstlendiğine dair inanç. Bu da sonuçta, kendi emperyalizmine, Fransız sömürgeciliğine destek ve pratikte sosyal-şoven tutum anlamına gelmekteydi. Fransa’da oportünizmin tarihsel köklerini teşkil eden bu iki anlayış, bütün XIX. yüzyıl ve hatta XX. yüzyıl boyunca da egemen olarak kaldı. 1880’lerde ilk sosyalist parti kurulduğunda da, 1910’lardan sonra emperyalist savaş gelip kapıya dayandığında da partinin tutumuna damgasını vuran asıl yaklaşım buydu. Yani, ‘cumhuriyet’ biçimini alanı da dâhil olmak üzere, burjuva diktatörlüğünün kökten hedeflenmesine cüret edilmemesi.
1920’ye gelindiğinde bir tarafta oportünizm, parlamentarizm, legalizm, pasifizm ve sosyal-şovenizmle malul II. Enternasyonal çizgisine ve Fransız sosyalist hareketinin onunla örtüşen zaaflarına yapışıp kalmak ve tortulaşmak; öte tarafta ise, Ekim Devrimi’yle işçi sınıfını iktidara taşımış Bolşevik Parti’nin yanında ve proleter sosyalizmin saflarında yerini almak gibi, ikili bir tercih zorunluydu. Uluslararası proletaryanın ve kendi tarihinin devrimci mirasına ve kazanımlarına bağlananlar III. Enternasyonal’in (Komintern) yanında saf tuttular. Birinci savaştaki sosyal-şoven ve oportünist politikaya bağlı kalanlar ve emekçilerin omuzlarına basarak burjuva diktatörlüğünün kurumlarında uygun bir yer kapmak haricinde bir emeli olmayanlar ise, Leon Blum önderliğinde birleşerek ‘eski kale’yi korumaya karar verdiler. Böylece, eski Sosyalist Parti içerisindeki reformist akım, SFIO (İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu) olarak örgütlenirken, devrimci akım, SFIC (Komünist Enternasyonal Fransa Seksiyonu) olarak yepyeni bir yola giriyordu.
Şimdi yaklaşık seksen yıl sonra, komünizmin uluslararası planda aldığı geçici yenilgi ve (esas olarak içten) yediği darbeler bahane edilerek, Tours Kongresi’nin yenilenmesi talep ediliyor. Çünkü Blum’un bugünkü devamcılarına göre, Bolşevizm ve onun Fransa’daki temsilcisi SFIC, sosyalist hareketten bir sapma idi ve yaşanan olaylar bunu ispatlamıştır! Böyle olmadığını ispatlamak; insanlık tarihinin ileriye doğru gidişini, sınıfsız ve sömürüşüz, özgür bir dünyanın kurulması idealini yitirmemiş ve dünyanın gidişatını soğukkanlı, bilimsel bir temelde irdeleyen herkes için pek zor olmayan bir iştir. Tarihi bir kenara bırakıp, bugünün olaylarına ve gelişme eğrisine bakmak bile buna yeter. Ama burada bizim konumuz başka: Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Tours Kongresi’nden sonra ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumunu, taktiklerini ve onu sonradan 1920’deki oportünist, sınıf işbirlikçi köklerine döndüren zaaflarını, gelişim sürecini belirli yönleriyle incelemek…

ANLAYIŞ VE ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİ BİR GÜNDE DEĞİŞMEDİ
Tours kongresinin ana tartışma konusu ve devrimci kopuşu mümkün kılan sorun, “Komünist Enternasyonal’in 21 şartı”nın kabul edilip edilmemesi meselesiydi. Komintern’e üye olarak kabul edilmenin ön koşulu olan “21 şart” esasta, ‘yeni tipte bir işçi partisi’nin kurulmasına girişmenin önkoşuluydu. Ama bir kongre oylamasında çoğunluğu sağlamak, partinin eski zaaflarından tümüyle arınmış, yeni tipte bir işçi partisine dönüştüğü anlamına gelmiyordu. (Temmuz 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal II. Kongresi’ne Lenin ve Komintern Yürütme Komitesi tarafından önce 19 koşul içeren belge sunulur. Bunların, başta Fransızlar olmak üzere çeşitli ülkelerin eski oportünistleri ve kararsız unsurlar tarafından kabul edilmesi üzerine, iki madde daha eklenir: Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin önemli resmi belgelerinin partilerin yayın organlarında yayınlanması (18. şart) ve Komünist Enternasyonal tarafından onaylanan tez ve koşulları reddeden üyelerin partiden atılması (21. şart).)
Fransız Komünist Partisi’nin 1920’lerden, 1950’lerin sonunda sınıf işbirlikçi, reformist-burjuva bir partiye dönüşmesine kadar süren yaklaşık 40 yıllık tarihi, ayni zamanda parti içerisinde sürdürülen sınıf mücadelesinin de tarihidir. Her adımda, devrimci olanı, proleter sosyalizmini savunan ve proletarya devrimini hazırlama bilinciyle hareket eden unsurlar bulunduğu gibi, geçmişi, oportünizmi, şovenizmi temsil eden ve tutumlarıyla partiyi hep geriye çekmeye çalışan ayak bağları da bulunmaya devam etti. Parti yönetiminin önemli dönemeç noktalarında yalpaladığı ve fırsat bulduğu her anda kahrolası ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ dönüş eğilimleri taşıdığı görüldü. Fransa’daki gelişmelerle yakından ilgilenen Lenin, partideki dönüşümün zorluklarıyla ilgili olarak şunları yazıyordu: “Az çok devrimci renklere boyanmış ama gerçekte reformist, parlamenter, eski tipten bir Avrupa partisini, hakikaten devrimci ve komünist, yeni tipten bir partiye dönüştürmek oldukça çetin bir iştir. Fransa örneği, bu zorluğu en çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.” (Lenin, Bir Yayıncının Notları)
II. Enternasyonalci oportünistlerle örgütsel planda bir kopuşma, Tours Kongresi’nden itibaren gerçekleşmesine karşın ideolojik, politik ve hatta partinin dayandığı örgütsel temel ve örgüt şeması bakımından ayrışma, uzun yıllara yayılan bir süreci gerektirdi. (Kaldı ki bu bile, Komünist Enternasyonal’in günlük yardım ve müdahaleleriyle mümkün olmuştur. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) Tours Kongresi’ni çok yakından izlemiş ve etkilemeye çalışmıştır. Komintern temsilcisi olarak Clara Zetkin’in bizzat katıldığı ve belirleyici önemde bir konuşma yaptığı bu kongreye, KEYK adına Zinovyev, bir telgraf çekmişti. Kongrede de okunan telgrafta şunlar söyleniyordu: “Sevgili yoldaşlar, Fransa’nın bilinçli işçilerinin çoğunluğunun reformistlerle utanç verici bir uzlaşmayı kabul etmeyeceklerine, reformist ve yarı-reformist unsurlardan arınmış tek ve kuvvetli bir komünist partisini Tours Kongresi’nde kuracaklarına içten inanıyoruz. Kongrenizi bu duygularla selamlıyor ve çalışmalarında başarılar diliyoruz.”) Partinin en sağlam ve tutarlı tutum takındığı dönemlerde bile, bahsedilen zaaflar şu veya bu şekilde yeniden tezahür etti. Örneğin, partide sağ, sol, orta vb. kanatların varlığına son vermek ve çok ‘renkli’ değil de, tek bir önderlik altında birleşmiş, disiplinli devrimci bir parti yaratmak kolay olmadı. Eski Sosyalist Parti’nin parlamentarist politikasına uygun olarak ve seçimleri temel alan, bölge esasına göre örgütlenmeden, fabrikaları ve üretim birimlerini esas alan ihtilalci bir devrim partisi örgütlenmesine geçmek, alışkanlıklara ve yeni engellere karşı kararlı ve sabırlı bir mücadeleyi zorunlu kıldı. İşçi partisinin yönetimini sınıf dışından gelen aydınlara terk etme geleneğini kırmak ve işlerin yönetimini sınıfın saflarından yetişen önder komünistlere devretmek, partide sağlam bir önderler grubu yaratmak kolay olmadı ve her adımda küçük burjuva unsurlar tarafından baltalandı. Burnu Kaf dağında dolaşan Fransız sosyalist aydınlarının Ekim Devrimi’ne ve Komintern’de Bolşevik Parti önderliğine karşı çıkışlarının temelinde de, işçileri ve geri ülkelerin komünistlerini (daha doğrusu, nerede olursa olsun ‘alt tabaka’dan gelenleri) küçümseyen, hor gören yaklaşımları vardı. Alt tabakaları kurtarmaya soyunan, ama onların, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarından da vebadan korkar gibi korkan aydınlar!
Bütün bunlar, partinin ilerlemesini frenleyen gelişmelerdi ve sadece parti dışındaki olgularla veya parti içerisindeki oportünist unsurların direnişiyle de açıklanamazdı. Fransız partisindeki gelişme ile ilgili olarak Komintern, şu tespiti yapıyordu: “Fransa partimizin parlamenter sosyalizmden, devrimci komünizme doğru evrilmesi süreci, sadece nesnel koşullarla açıklanamayacak denli aşırı yavaş gerçekleşiyor.” (Komintern IV. Kongresi’nde ‘Fransız Sorunu Üzerine Karar’, Aralık 1922)
1920’li yıllar, bütün komünist partilerde ve başta FKP olmak üzere özellikle de Batı Avrupa partilerinde ‘Bolşevikleşme’ doğrultusunda çaba sarf edilen ve adım atılan yıllardır. ‘Bolşevikleşme’, sosyal demokrasiden henüz kopmuş genç komünist partilerin arınma ve gelişmelerinin vazgeçilmez anahtarıydı. II. Enternasyonal oportünizminin ve sınıf işbirlikçiliğinin ağır yüklerinden kurtulmak, krizini nispeten aşarak ‘istikrar’ dönemine giren uluslararası kapitalizme karşı sınıfın ileri öğeleriyle ve emekçi kitlelerle birleşmek ve onların en önde gelen sağlam unsurlarını partilerin yönetim kademelerine taşıyarak proleter devrimini yeni ve sağlam temellerde hazırlamanın, kanıtlanmış biricik yoluydu. Stalin bu yıllarda, ‘Bolşevikleşme’yi şöyle açıklıyor:
“Bolşevikleşmeyi gerçekleştirmek için, onlar olmadan genelde komünist partilerini Bolşevikleştirmenin olanaksız olduğu en azından bazı temel ön şartları yaratmak zorunludur.
Parti, özellikle de onun önder unsurları, devrimci pratikle kopmaz bağlarla bağlı olan Marksizm’in devrimci teorisini tamamıyla özümlemelidir. Parti, şiarları ve direktifleri, ezberlenmiş formüller ve tarihi paraleller temelinde değil, devrimci hareketin ülke içindeki ve uluslararası alandaki somut koşullarının titiz bir tahlili sonucu ortaya çıkarmak zorundadır. Bu yapılırken, tüm ülkelerin devrimlerinin deneyimleri mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Parti bu şiarların ve direktiflerin doğruluğunu, kitlelerin devrimci mücadelesinin ateşinde sınamalıdır. (…) Parti, çalışmalarında, uzlaşmaz bir devrimci tavrı (Bu devrimci maceracılıkla karıştırılmasın!) maksimum esneklik ve manevra yeteneğiyle (Bu, uyum siyasetiyle karıştırılmasın!) birleştirmeyi başarmak zorundadır. Çünkü bu şart sağlanmadan tüm mücadele ve örgüt biçimlerinde ustalaşmak, proletaryanın günlük çıkarlarını proleter devrimin temel çıkarlarıyla birleştirmek ve çalışmalarında legal ve illegal mücadeleyi birleştirmek parti için olanaksızdır. (…) Parti, devrimci proletaryanın çabalarının gerçek temsilcileri olacak kadar özverili ve Leninizm’in strateji ve taktiğini uygulayabilecek yeteneğe sahip proleter devrimin gerçek önderleri olabilecek kadar deneyime sahip olan ileri savaşçıların en iyi unsurlarını esas yönetici gruba almayı bilmek zorundadır. (…) Parti, maksimum birlikteliğe ulaşmayı bir hedef olarak göz önünde bulundurarak, örgütlerinin bileşimini sistemli bir biçimde iyileştirmek ve saflarını bozguncu oportünist unsurlardan temizlemek zorundadır. (…) Bu ve benzer koşullar olmadan, Bolşevikleşme boş bir laftır.” (Stalin Eserler, cilt 7)

FRANSIZ KOMÜNİST PARTİSİ’NDE BOLŞEVİKLEŞME
FKP’de Bolşevikleşme tümüyle boş bir laf olarak kalmadı. Devrimci adımlar da atıldı ve bu yolda ilerlendikçe parti gelişip güçlendi ve sınıfın bağrında kök saldı. Bolşevikleşme, partiyi devrimci bir tarzda inşa etmenin reformizmle bağları her bakımdan koparmanın tek yoluydu. Fransa’da Bolşevikleşme, FKP’nin bütün çalışmayı işçi sınıfına yönlendirmesi, fabrika hücrelerinin kurulması ve proleter kökenli militanların her düzeyde yönetici kademelere getirilmesini sağladı. Bu, sadece seçimler gözetilerek oluşturulan bölgesel örgütlenme geleneğiyle ve parti aygıtında aydınların ve milletvekillerinin ağırlığı gibi sosyal demokrat bir gelenekle esaslı bir kopuş anlamına geliyordu. Bolşevikleşme süreci aynı zamanda, “sınıfa karşı sınıf” taktiğiyle birlikte, oportünizmin Fransa’daki köklerine ilk defa darbe vurdu. Proletaryanın burjuva ve küçük burjuva demokrasisine bağlanması, onun tarafından yedeklenmesi anlamına gelen ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ vurulmuş kuvvetli bir darbeydi bu. Sınıfa karşı sınıf taktiği, iki ayrı kampı belirginleştiriyordu: Bir tarafta FKP’nin başını çektiği toplumsal kurtuluş kampı, öte tarafta ise, sağ ve ‘sol’ kanatlarıyla burjuva kampı. Ve sosyalistlerin etkinliği altındaki işçi kitlelerini tek işçi cephesinde birleştirme görevini koyuyordu. Bolşevikleşme, partiyi uzun yıllar boyunca yönetecek yeni bir yönetici çekirdeğin ortaya çıkmasına olanak sağlıyordu.
Parti, bir yandan kendi iç yaşantısını devrimcileştirir ve arınırken, öte yandan sınıfın günlük ve acil talepleri için mücadelesini destekliyor ve pratik mücadele içerisinde güç biriktiriyordu. Başka şeylerin yanı sıra 8 saatlik işgünü, işsizlik ve sağlık sigortası, vergilere, savaş vergilerine ve hayat pahalılığına karşı mücadele; sınıfın çoğunluğunu kazanmak ve proleter devrimini hazırlamak için, zorunlu önkoşullardı.
Parti bütün bu mücadelelerde sınıfın yanında ve eyleminin başında yer alarak, hem proletarya saflarında reformist, sosyal demokrat ve küçük burjuva görüşlere karşı daha etkili mücadele ediyor hem de burjuva diktatörlüğüne karşı nihai çatışma ve zaferin kaldırım taşlarını döşüyordu. 1921’de Fas’ın, Fransız ve İspanyol orduları tarafından işgaline karşı halkların kardeşleşmesi yönünde takınılan devrimci tutum, başlarında Fransa’nın bulunduğu emperyalist orduların 1923 yılında Ruhr havzasını işgal etmeleri karşısında takınılan enternasyonalist tutum. Halk, Cephesi hükümetinin kurulması ve faşizmin önünün (birkaç yıl için de olsa) kesilmesi, İspanya İç Savaşı’nda İspanyol komünistleri ve cumhuriyetçilerin saflarında kahramanca çarpışmaya katılmış olmak, Münih İttifakı’nın gerici-emperyalist içyüzünün enerjik bir tarzda teşhir edilmesi, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sonrasında burjuvazinin bütün saldırı ve iftiralarına ve korkak küçük burjuva aydınların kaçışma rağmen direngen-devrimci bir tutum takınılması ve nihayet Nazi işgalcilerine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçilerek yürütülen ve on binlerce komünistin hayatına mal olan cesaretli kahramanca mücadele vb. FKP’nin kuruluşundan, 1944’lere kadar yaşadığı ve hem kendisi hem de uluslararası komünist işçi hareketi için yüz akı olan dönemeç noktalarıdır. (Fransız Komünist Partisi, sosyal demokrat Blum hükümetinin ‘müdahale etmeme’ tutumuna şiddetle karşı koydu ve direnen İspanya’nın yardımına koştu. İspanya İç Savaşı’na 8500 kadar Fransız gönüllü katıldı. Bunlardan 3000’i Franco faşizmine karşı mücadelede şehit düştüler. Hemen hemen bütün uluslararası gönüllü savaşçılar Fransa üzerinden İspanya’ya geçtiler ve bu geçişleri de FKP örgütledi.)
FKP’nin daha sonraki dönemde uzlaşmacı-reformist ve giderek de ‘Avrupa komünisti’ bir partiye dönüşmesine kaynaklık eden ve daha o dönemde açığa çıkan zaaflarına değinmeden önce, partinin temsil ettiği güç ve somut durumu hakkında bazı kısa bilgiler vermekte yarar var.
Fransız proletaryasının devrimci mirasına ve olumlu tecrübelerine yaslanan parti, işçi sınıfının günlük acil ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesinin içinde ve başında yer alarak, haklı bir saygınlık elde etmiş ve 1930’lu yıllara gelindiğinde emekçi sınıflar içinde otoritesi tartışılmaz bir konuma yükselmişti. Gericiliğin giderek tırmanışa geçtiği ve faşizm tehlikesinin bütün Avrupa’yı sardığı koşullarda Fransız Komünist Partisi, saflarında yüz binlerce işçiyi örgütlemiş ve iktidara yürüyen bir parti idi. ‘Birleşik cephe’ politikasına uygun olarak geliştirilen taktikler meyvesini vermiş ve parti 1936 seçimlerinden sonra kurulan Halk Cephesi hükümetinin oluşumunda etkin rol oynamıştı. FKP 36 seçimlerinde 1 milyon 800 bin oy alarak, kullanılan oyların % 15,2’sini elde etmiş ve parlamentoda 72 sandalye kazanmıştı.
Parti, Ekim 1939’da yasaklanmasına, seçilmiş militanlarının tümü görevden alınmalarına, hapse atılmalarına ve Hitler işbirlikçisi Vichy hükümeti tarafından ağır hapis cezalarına çarptırılmalarına rağmen, bu dönem boyunca hep gelişmeye devam etti. Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı vesilesiyle burjuvazinin başlattığı ideolojik -ve fiziksel- saldırıya göğüs geremeyerek kaçan bir kısım ‘aydınların sebep oldukları dağınıklık, parti militanlarının faşizme karşı mücadelede gösterdikleri kahramanlıklar sayesinde kısa bir süre içerisinde giderilebildi.
FKP, yaklaşık dört yıl süren Nazı işgali ne karşı ülke içinde sürekli ve istikrarlı bir savaş yürüten tek örgütlü güç oldu. İngilizlerin kanadı altına sığınarak karargâhını Londra’da kuran De Gaulle önderliğindeki küçük bir fraksiyonu haricinde burjuvazi, geleneksel teslimiyetçi tarihine sadık kaldı. 1870’te Prusya ordularıyla kendi halkına karşı işbirliği yaptığı gibi, bu kez de Hitler orduları önünde diz çökmüştü. Bu tutum, Fransız emperyalizminin 1918’den itibaren benimsediği sosyalizm (Sovyetler Birliği) düşmanı politikaya da uygun düşmekteydi. Nitekim Fransız burjuvazisi 1930’da Halk Cephesi hükümetinin kuruluşundan itibaren tercihini açıkça faşizmden yana yapmış ve ona uygun bir pratik içerisinde olmuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırması için her yolla teşvik ettiği Nazi Almanyası’nın, cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere önce Fransa’ya saldırması karşısında korkuyla karışık kabadayılık gösterisinde bulunduysa da, esas olarak işbirlikçi bir politika izledi.
Burjuvazinin, ‘vatan’ı gönüllü olarak Nazilere terk ettiği koşullarda işçi sınıfının ve ezilenlerin partisi olarak FKP, cesaretli bir direniş hareketi yürütüyordu. Savaşta 8 tanesi Merkez Komite üyesi olmak üzere tam 350 bin komünist kurşunlanarak, giyotine çekilerek, işkence-hanelerde ya da çatışma alanlarında şehit düştü. Savaş bittiğinde, işgal sırasında yürüttüğü kararlı mücadelenin kendisine sağladığı haklı saygınlık ve otoriteye sahip olan FKP, milyonlarca işçi ve emekçiyi seferber edebilecek güce ulaşmıştı. Ekim 1945’te yapılan seçimlerde, kullanılan oyların % 25’ini (5 milyon oy) toplayan parti, parlamentoda 160 milletvekili ile temsil ediliyordu. Bir yıl sonra Kasım 1946 seçimlerinde ise, oyların % 29’unu (5 milyon 578 bin oy) topluyor ve meclisteki sandalye sayısını 184’e çıkarıyordu. Fransız parlamentosuna ilk defa, 25’i metal, 11’i demiryolu ve 5’i maden işçisi olmak üzere toplam 61 tane işçi milletvekili girmişti, geriye kalan komünist milletvekillerinin önemli bir kısmı da emekçi sınıflardan gelenlerdi.
Partinin etkinliğinin ve güç kazanmasının tek göstergesi kuşkusuz ki, sadece seçimlerde elde ettiği oy oranı değildi. Üye sayısı, basınının yaygınlığı, sendikalar başta gelmek üzere kitle örgütlerindeki mevzileri, sınıf içerisindeki örgütlenmesi, çağrılarının yankı bulması vb. bütün göstergeler, partinin tartışılmaz otoritesinin ve geçmişle kıyaslanmayacak denli geliştiğinin işaretleriydi. FKP’nin 1939’da yaklaşık 300 bin olan üye sayısı, Temmuz ’45’te 825 bine ulaşmıştı. (Savaş yıllarında 350 bin komünistin hayatını kaybettiği unutulmasın) 825 bin üye, 2.744 bölge örgütünde ve 26.555 hücrede örgütlenmişti. Bunların 6.216’sı fabrika hücreleridir. Bir yıl sonra (Aralık ’46’da), hücrelerin sayısı 36.283’e, fabrika hücrelerinin sayısı da 8.363’e yükselmişti, 6 milyon üyeli CGT (Genel İş Konfederasyon), tepeden tabana kadar Komünist Partisi’nin politik ve örgütsel denetimi altındaydı.
Temmuz 1945’te yapılan FKP 10. Kongresi’nin raporlarına göre parti basınının durumu da şöyledir: Merkez yayın organı günlük ‘Humanite’ gazetesi 514 bin satıyordu. (Bunun 364 bini elden, militan satışlardır) Lille, Lyon ve Marsilya’da basılan günlük bölgesel gazetelerin tirajı ise 450 bini buluyordu. Yani günlük komünist basının tirajı yaklaşık 1 milyon civarında idi. Bunun yanı sıra çok sayıda haftalık, on beş günlük ve aylık dergi yayınlanıyordu. Haftalık delgilerden, köylülere yönelik olarak çıkarılan ‘Terre’ (Toprak) 300 bin satıyordu. (Aynı derginin 1938’deki tirajı 30 bindir) Aylık teorik yayın organı ‘Cahiers du Communisme’ (Komünizm Defterleri) 53 bin adet dağıtılıyordu.
Parti bu etkinlik ve gücünü, işçi sının ve emekçilerin günlük ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesine katılarak, Nazi işgaline ve faşizme karşı kan akıtıp dişe diş mücadele ederek ve bütün bu süreç boyunca istikrarlı-örgütlü tek güç olarak varlığını ortaya koyarak elde etmişti.
Ama parti bütün bu dönem boyunca, daha sonraki reformist uzlaşmacı savrulmasına da kaynaklık eden bazı önemli zaaflardan hiçbir zaman sıyrılamadı. Yaşanan toplumsal değişimlerin ve güç ilişkilerindeki oynamaların zamanında tespit edilmesi ve gerekli taktik değişikliklerin süratle gerçekleştirilmesi konusunda hep zorluklarla karşılaşıldı. FKP her seferinde, Komintern’in müdahale ve yardımlarına ihtiyaç duyan bir parti olarak kaldı. Thorez, 1931’de Komünist Enternasyonal XI. Plenumu’nda şu itirafta bulunuyordu: “FKP, oportünist pasifizmin ve sosyal demokrasinin henüz alt edilememiş mirasının ve örgüt sorununu küçümseyen anarko-sendikalist sekter ruh halinin kurbanı olmaya devam ediyor.” Buna, önemli dönemeçlerde sınıf bakış açısından uzaklaşarak ‘Fransız ulusunun birliği’, ‘büyük Fransa’nın tarihi misyonu’ gibi savrulmaları, sömürgeler sorununda bir türlü devrimci ve enternasyonalist bir bakış açısının tutturulamamasını, işçilerin ve emekçilerin tabandan birliği yerine Sosyalist Parti yöneticileriyle üst düzeyde görüşme ve pazarlıkların tercih edilmesini ve her şeyden önemlisi de, ikinci savaşın hemen öncesinde kendi burjuvazisi ile araya kalın bir çizgi çekmemenin örneği olarak izlenen ‘ulusal savunma’ taktiğini eklersek; Nazi işgaline karşı mücadeleyi işçiler, halk ve komünistler yürütmüş olmasına rağmen, De Gaulle’cü burjuva kliğin nasıl olup da iktidara oturduğunu anlamak daha kolay olur.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNGÜNÜNDE PARTİ
Daha savaşın başlangıcında Eylül 1939’da partinin öne sürdüğü ‘ulusal savunma’ çizgisi, bu zaafların tipik bir göstergesi ve sonraki birçok yalpalamanın da kalkış noktasıydı. FKP’nin, ‘ulusal savunmaya destek’ politikasını öne sürdüğü dönemin özelliklerine kısaca değinmek gerekir: Ekim Devrimi’nden itibaren dünya gericiliğinin ve özellikle de İngiliz-Fransız emperyalizminin, kuşatma, savaş, işgal, sabotaj vb. her yola başvurarak sosyalist Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve proleter devrimini doğduğu topraklarda boğmak istediği biliniyor. Hitler’in, Mussolini’nin iktidara yükselişleri de tekelci burjuvazi ve tröstler tarafından finanse ve organize edildi. Hitler, kapitalist dünyanın koçbaşı olarak Sovyetler Birliği’ne karşı beslendi ve kışkırtıldı. Ama öte yandan, birinci savaştan sonra Versailles Anlaşması ile köleliğe mahkûm edilen Alman emperyalizmi ile İngiliz-Fransız emperyalizmi arasındaki çatışma da keskinleşmekteydi. Yeniden palazlanan Alman emperyalizmi, İngiliz-Fransız ittifakına hizmet etmektense, Avrupa ve dünya hegemonyasını tek başına elde etmek için, önce cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere Fransa’ya saldırdı. Ardından da Sovyetler Birliği’ne yönelecekti.
Fransız burjuvazisi ise 1936’dan itibaren açıkça faşizmin kampında yer almış, Halk Cephesi hükümetini baltalamak için her yola başvurmuş ve İspanya’da Franco’yu desteklemişti. Diğer ‘demokratik’ devletlerle birlikte Hitler Almanyası’nın yanında ‘Münih İttifakı’nda yer almış, Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgaline yeşil ışık yakarak Hitler’i Sovyetlere saldırtmak için kışkırtıcılık yapmış ve Sovyetler Birliği’nin, faşizmi durdurmak için önerdiği bütün işbirliği çağrılarına olumsuz yanıt vermişti. İşte Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı, 23 Ağustos 1939’da bu koşullarda imzalandı. ‘Demokratik devletler’i şaşkına uğratan bu pakt, Stalin’in ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin, biraz zaman kazanmak ve emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmak üzere, İngiliz-Fransız ve Amerikan emperyalistlerine vermiş olduğu son derece meşru ve isabetli bir yanıttı.
Bunun üzerine, o zamana kadar Hitler faşizmini Sovyetler üzerine yöneltmek için çaba sarf etmiş olan Fransız burjuvazisi, Almanya’ya savaş (!) açtığını ilan etti. Gerçekte ise, faşizme karşı savaş açılmış değildi (Sonradan tarihçiler Fransa’nın bu savaşını ‘drole de guerre’ -gülünç bir savaş- diye nitelendireceklerdi). Amaç, Hitler faşizmine asli görevlerini (SB’ye saldırı) hatırlatmak ve çok ileri gitmemesi doğrultusunda uyarmaktı. Ve bu, emperyalistler arasındaki gerici-haksız dalaşmanın bir devamından başka bir şey değildi. Zira savaşın karakteri henüz değişmemiş, gerici-emperyalist bir içerik taşımaya devam etmekteydi. II. Dünya savaşı, genel olarak ve Fransa açısından da hep aynı karakterli bir savaş değildi. İki ayrı döneme ayırmak gerekiyor: a)- Emperyalistler arası haksız bir savaş (1939–41 Haziran arası dönem) b)- Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nin Naziler tarafından işgalinden itibaren anti-faşist kurtuluş savaşı. Fransa’da ise Hitler ordularının ülkeyi işgalinden -Mayıs-Haziran 1940- itibaren anti-faşist ulusal bağımsızlık savaşı niteliğine bürünmüştür. (Hitler orduları Fransa’ya Mayıs 1940’ta girdiler. Çok kısa süreli bir savaş ve bozgunun ardından 25 Haziran 1940’ta teslimiyet anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Fransa topraklan, tamamen Alman denetimindeki Vichy hükümetinin idare ettiği ‘özgür bölge’ ve fiilen Almanların ve İtalyanların denetimindeki ‘işgal bölgeleri’ şeklinde ikiye bölündü. Birinci Dünya Savaşı’nın Verdim kahramanı Mareşal Petain’in yönetimindeki Vichy hükümeti, Nazi idaresinin Fransa’daki kolu ve Hitler’in basit bir oyuncağı olmaktan öte bir rol oynamadı. Burjuvazinin tümüyle teslimiyet bayrağını çektiği bu koşullarda, proletarya, hem işgalci Mitler ordularına ve hem de işbirlikçi faşist Vichy idaresine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçmek durumundaydı.)
1939 Ağustos-Eylül aylarında henüz böyle bir durum söz konusu değildi. Yukarıda belirtilen kaygı ve amaçlarla Fransa, Almanya’ya ‘savaş’ ilan ettiğinde komünistler, ‘ulusal savunma’ adına bu gerici-haksız dalaşmayı destekleyemezlerdi. “Emperyalist savaşta vatan savunması bir palavradan ibaret” (Lenin) olmasına karşın FKP, kendi burjuvazisini destekleme tutumu takınarak II. Enternasyonal’in oportünist-şoven ruhunu yeniden canlandırıyordu. FKP parlamento grubunun 25 Ağustos 1939’da-ki basın açıklamasında şunlar söyleniyordu: “Fransız Komünist Partisi parlamento grubu, ulusal sınırlarımızı korumak üzere hükümetin aldığı önlemleri desteklemektedir.” FKP yöneticilerinden Gabriel Peri aynı günlerde parlamento dışişleri komisyonunda yaptığı konuşmada, “Fransız komünistleri hiç tereddüt etmeden ulusal savunmaya katılacaklardır” diyordu. Parlamento grubu 2 Eylül 1939’da savaş kredileri lehine oy kullanıyor ve Fransız burjuvazisine emperyalist kasaplık görevinde destek sunuyordu. Aralarında Parti Genel Sekreteri Maurice Thorez’in de bulunduğu 22 komünist milletvekili de gönüllü olarak askere gidiyordu.
FKP bu kutsal birlik çağrılarını yapar ve gereklerini yerine getirirken, burjuvazi Hitler Almanyası’na karşı değil, komünistlere ve işçi sınıfına karşı sınıf savaşı yürütmekten asla vazgeçmiyordu. Almanya’ya karşı savaş şöyle dursun, onu Sovyetlere saldırtmak için manevralarına devam ediyordu. Ordunun bazı birlikleri faşistlere yardım için Finlandiya’ya gönderilirken, general Weygand da Suriye’de, Sovyetler Birliği’nin muhtemel yenilgisi durumunda Bakû petrol bölgesini yağmalama planları yapıyordu. FKP’nin birlik çağrılarına burjuvazinin yanıtı sert oldu. Ağustos ve Eylül ayı boyunca ‘Humanite”ve ‘Ce Soir’ gibi günlük yayınlar da dâhil olmak üzere komünist gazeteler yasaklandı. Ekim ayı başında Komünist Parti örgütü yasaklanıyor, parlamenterler tutuklanıyor, basın dağıtılıyor ve yüzlerce militan hapse atılıyordu. Komünistlere karşı sürek avı başlatılıyor ve zamanın başbakanı Daladier şunları söylüyordu: “Bolşevizm’le Nazizm arasındaki fark, veba ile kolera arasındaki kadardır.”
FKP’nin ‘ulusal savunmayı destekleme’ politikası, burjuvazinin şiddetiyle geçersiz kalmasının ötesinde Komintern tarafından da sert bir dille eleştirildi. Burada asıl eleştiri konusu “kendi burjuvazisinin peşine takılmak”tır ve taktik herhangi bir konuda yöneltilmiş bir eleştiriden farklı bir içerik taşımaktadır. Ekim 1939’da Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu tarafından yapılan tahlilde savaşın karakteri ve ‘ulusal savunma’ çağrıları için şunlar söyleniyor: “Bu savaş, kapitalizm kampındaki uzun yıllara yaydan emperyalist rekabetin bir devamıdır. Bu adaletsiz, gerici, emperyalist savaşın başta gelen sorumluları savaşan devletlerin yönetici sınıflarıdır. İşçi sınıfı, burjuvazinin uzun yıllar boyunca hazırladığı bu savaşı desteklemeyecektir. (…) Sizi ulusal birlik bayrağı altında savaşa çağıranlara inanmayın. Sizinle insan kanı içenler ve silah tüccarları arasında ortak bir yan olabilir mi? Sömürenlerle sömürülenler arasında birlik olamaz. Demokrasinin savunulması sahte bahanesiyle sizi savaşa sürüklemek isteyenlere inanmayın! Hindistan’ı, Çin Hindi’ni, Arap ülkelerini ezen ve yeryüzünün yarısında hâlâ sömürgecilik zincirlerini ayakta tutanların demokrasiden söz etme hakları var mı? Londra ve Paris bankacıları Avrupa’nın en gericilerini kredileriyle kurtardılar ve kurtarmaya devam ediyorlar. Dünyanın beş kıtasında gericiliği destekleyenler İngiliz lortlarıdır. Komünist milletvekillerini hapse atanlar ve politik özgürlükleri ayaklar altına alanlar Fransa’nın çokça övülen demokratlarıdır. (…)” Bunun üzerine FKP özeleştiri yaptı. “Ağır hatalar işledik. İşçiler, partiyi ve basını savunmak üzere mücadeleye çağrılmadılar. Parlamentodaki komünist grup, Daladier’in ve sosyalist şeflerin savaşçı ve gerici politikalarını teşhir etmek üzere parlamentonun tek oturumunu kullanamadı ve savaş kredilerini onayladı. Eylül ayı boyunca hatalı bir yönlendirme devam etti. (…) Şimdiden itibaren faşizme karşı ‘demokrasi’yi savunmak, açıkça emperyalizmin safına geçen sosyalist ve radikal şeflerle birleşik cepheyi savunmak söz konusu değildir. Komünist Partisi ve işçi sınıfı için en doğru politika, emperyalist savaşa karşı ve barış için ve Fransız gericiliğine, onun iktidardaki temsilcileri Daladier ve onun sosyalist suç ortaklarına darbe vuran cesaretli mücadele politikasıdır. Tek doğru taktik, sömürülenlerin, işçi, köylü ve aydınların gericiliğe ve savaşa karşı ve sosyalist partili, radikal partili, CGT’li ihanetçileri de teşhir eden birliği için mücadeledir.” (Bolşevizm Defterleri, Ocak 1940)
FKP’nin önünde iki seçenek vardı. Ya bu özeleştiriye uygun bir tarzda kendini yenileyecek, bunu samimi bir tarzda pratik sonuçlarına kadar götürerek gerçekleştirecek; ya da hatalı tutumların kaynağını kurutmaya yönelmeyerek ilk fırsatta yeniden ortaya çıkmalarına uygun bir zemin bırakacaktı. İkinci yol izlendi. Özeleştirinin alelacele ve neredeyse ‘gizli’ yapılması bir yana, hemen ardından gelen süreçte izlenen çizgi, yanlışın tümden kurutulmadığını göstermektedir. ’10 Temmuz çağrısı’ ve ‘Fransa halkının kurtuluşu için program’ bunu kanıtlamaktadır. Temel önemdeki bu iki belgede de proletarya ile burjuvazi arasına kalın bir çizgi çekilmemekte ve iktidar sorunu açıkta bırakılmakta, tek kelime söylenmemektedir. ‘Büyük Fransa’dan dem vurulmaya ve sömürge halkların kurtuluş mücadelesine karşı şoven yaklaşıma devam edilmektedir. Nazi işgalcilerine karşı kararlı ve kahramanca bir mücadele yürütülmüş olmasına rağmen, kendi burjuvazisiyle araya kalın bir çizgi çekmek bakımından aynı kararlılığın gösterilememiş olması, FKP’nin daha sonraki süreçte çok daha pahalıya mal olacak yanılgı ve savrulmalarına da kaynaklık etmiştir.
İkinci önemli dönemeç noktası ise 1943’te Ulusal Direniş Konseyi (CNR)’nin ve De Gaulle önderliğinde sürgün hükümetinin kuruluşu döneminde yaşanmıştır. Ülke içindeki direniş hareketinin hemen bütününü yürütüp yönlendirdiği halde Komünist Partisi, birçoğunun varlığı bile tartışmalı olan bir dizi parti ve örgütle CNR içerisinde eşit haklara sahip olarak yer almayı kabul etmiş, De Gaulle’ün kurduğu 20 üyeli hükümette ise kendisine ‘bahşedilen’ iki bakanlıkla (komiserlik) yetinmiş, herhangi bir önkoşul öne sürmeden, generalin ‘direniş hareketi önderi’ unvanını onaylamıştır. CNR ilk toplantısında, De Gaulle başkanlığında bir geçici hükümet kurulması kararını aldı. De Gaulle ‘Anılar’ında bu kararı, “gerçek bir dönüm noktası” olarak değerlendirir. Gerçekten de burada, De Gaulle’e ve dolayısıyla burjuvaziye açıktan bir boyun eğme ve iktidarı altın tepsi içerisinde sunma tutumu vardır. FKP’nin sürgün hükümetindeki temsilcisi F. Grenier Ocak 1943’te Londra’da De Gaulle’e şunları söylüyor: “Fransa’nın kurtuluşundan sonra olacaklara gelince, bu, bugünün sorunu değildir. Bizce yarınki cumhuriyet derin politik ve sosyal reformların taşıyıcısı olmalı ve yeni temeller üzerinde kurulmalıdır. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, biz gelecekten ziyade bugünü düşünmeliyiz.” (F. Grenier, C’etait ainsi…) Aynı dönemde burjuvazi ise, sadece ‘bugünü’ düşünmemekte, Hitler’in ufukta görünen yenilgisinin ardından kendi iktidarını yeniden sağlam temeller üzerinde kurmak ve bir halk devrimi ihtimalini ortadan kaldırmak için önlemler almaktaydı.
FKP’nin oportünizmden ihanete giden yolunu çarpıcı bir tarzda gözler önüne seren E. Hoca, Fransız partisinin o günkü tutumu üzerine şunları söylüyor: “Fransız Komünist Partisi, kendi önderliğinde bir anti-faşist savaş sürdürdü, ama bu savaşı bütün halkın devrimci bir savaşına dönüştürmedi. Üstelik De Gaulle’e ‘Özgür Fransa Komitesi’ne partinin bir temsilci yollamasını kabul etmesi için ricada bulunmayı daha uygun ve daha ‘devrimci’ buldu. Bütün bunlar, Bay De Gaulle, “lütfen komitene beni de kabul et” demekti. Bu ‘Bay De Gaulle, biz komünistler ne herhangi bir devrim yapmayı, ne de iktidarı almayı akıldan geçirmiyoruz: Bizim tek isteğimiz geleceğin Fransası’nda eski partilerin oyununa, ‘demokratik rujuna’ katılmaktır ve geleceğin hükümetine oy oranına göre bizim de katılmamızdır’ demektir.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
1944’te kurtuluşun öngününde, faşizme ve Nazi işgalcilerine karşı savaşı, onların beslendiği kaynak olan tekelci kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne karşı bir halk ayaklanması ve gerçek bir halk devrimiyle birleştirmenin imkânı vardı. Fransa halkı, ülkenin büyük bir bölümünü bizzat kendi kuvvetleriyle kurtarmıştı ve FKP yardım etmesine rağmen yine de hakimiyet kurmakta zorluk çeken De Gaulle iktidarı da dâhil olmak üzere, her türlü gerici halk düşmanı yönetime karşı koyabilecek güçte idi. “Güneyi ve batıyı, Nantes-Bourges ve Dijon-Marsilya hattını düşmanlardan temizlemek için müttefik kuvvetlere hiç ihtiyaç duyulmadı. Fransa’nın beşte üçünü, bizzat direniş hareketinin kendisi kurtardı ve Paris de öyle kurtarıldı.” (Quzoulis-Bataillons de la jeunesse)
Bu dönemde Fransız direniş hareketi içerisinde Fransa İç Kuvvetleri (FFI), Partizan Birlikleri (FTP) ve Yurtsever Milisler safında örgütlenmiş 800 bin civarında silahlı anti-faşist yer alıyordu. “Sadece FTP (Partizan Birlikleri) 250 bin silahlı savaşçıdan oluşuyordu. Ve bu kuvvetlerin başında çoğunlukla, partinin militanları bulunuyordu. FFI’lerin komutanı, FKP Üyesi General Joinville’di. (CNR) Ulusal Direniş Konseyi’nin denetim organı olan COMAC’ın üç askeri şefinden ikisi parti üyesiydi. Paris’te, Korsika’da, güneybatıda yerel ayaklanmaların hepsinin de önderliği partililerin elindeydi.” (T. Thomas, FKP’nin 1939–45 arasında izlediği politik çizgi) İşçi sınıfı savaşçıları, köylülüğün ve küçük burjuvazinin ezici çoğunluğunu da yanına alarak faşizmi sınıf temeliyle birlikte, tekelci burjuvaziyle birlikte tasfiye etme yanlısıydı. Sadece Nazi işgalcilerine, faşistlere karşı değil, ‘yeni bir dünya’ ve ‘aydınlık bir gelecek’ için savaşıyorlardı.
Burjuvazi ise, dört yıllık utanç verici bir işbirlikçilik nedeniyle itibarını tümden yitirmiş ve dağınıklık içerisindeydi. Burjuva devlet aygıtı felç olmuş, esas dayanağı Alman ordusu bozgun içerisinde kendi başının çaresine bakar duruma gelmişti. İşbirlikçiler, ya kaçıyor ya da demokrat, anti-faşist pozlarına bürünüyorlardı. Aslında yaşanan şey, tam bir devrimci durumdu. Burada, iktidarı kim alacak sorunu gündemde idi. Kurtuluş komitelerine, FFI’ya ve milislere dayanan ve faşizme karşı mücadele etmiş olan işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik cephesi mi? Yoksa daha ilk adımda işbirlikçilere yardım ve uzlaşma elini uzatmış olan, tekelci burjuvazinin Gaulist fraksiyonu mu? “Komünist Parti bu durumu doğru bir biçimde düşünüp değerlendirmedi, ya da sorunu derinliğine ele alamadı. (…) Hitlerci işgalcilere karşı kahramanlık ve kararlılıkla savaşan komünist militanların ve Fransa proletaryasının istekleri ve özlemlerini cesaret ve olgunlukla gerçekleştirme söz konusu olduğunda, Komünist Parti’nin önderliği, genel olarak yavaş ve gevşek davrandı. Marksist-Leninist yolda, devrimci savaş yolunda, Komün savaşçılarının izinde yürümedi.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Mesele, FKP’nin anti-faşist kurtuluş savaşında De Gaulle’cü burjuva klik ile ittifaka girmiş olmasını eleştirmek değildir. Ama şu soru sorulmalıdır: Bu mücadelede ve birleşik cephe içerisinde komünistlerin yeri, stratejisi ve bakış açısı nedir? İşgale karşı anti-faşist savaşla, bir halk devrimi ve sosyalist devrim arasında nasıl bağlantı kurulduğu büyük bir önem taşımaktadır. Proletarya, Fransa gibi ileri kapitalist (emperyalist) bir ülkede bile, bazı özel durumlarda ulusal bağımsızlık mücadelesinin başını çekmek zorunda kalabilir. Ama önemli olan, bunu ulusal bağımsızlığı da temelli garantiye alacak olan sosyalist devrimin hazırlanmasının bir parçası olarak ele almaktır. FKP’de ise, iktidarın burjuvaziye terk edildiği asıl tarih olan 1943’te de, 1944 Ağustosu’nda da ve sonraki bütün süreç boyunca da yitirilmiş olan, tam da bu perspektiftir.
Peki, başta başkent Paris olmak üzere, ülkenin hemen tümünde direniş hareketini askeri ve siyasal bakımdan yürüten ve yönlendiren Komünist Partisi niçin De Gaulle’ü ve İngiliz-Amerikan birliklerini beklemek zorunda kalmıştır? De Gaulle askeri ve politik bakımdan bir hiç iken (“De Gaulle’cü reseaux (şebeke -ç.n) adından da anlaşılacağı gibi, müttefiklere yararlı askeri bilgiler toplayan gizli servis şebekesinden başka bir şey değildi. ” E. Hoca) niçin halk hareketinin başına oturtulmuş ya da oturmasına göz yumulmuştur?
Bu soruların yanıtları FKP yönetiminin savaş öncesinden başlayan ve özellikle de savaş esnasında izlemeye devam ettiği kararsız tutumlarda yatmaktadır. 1944 Ağustosu’nda ise, bu çizgi resmen ilan edilmiş ve sonraki yıllarda da mantıki sonuçlarına vardırılmıştır. Bu dönemde işçi sınıfının ve halkın iktidara yürüyüşünü FKP’den başka durdurabilecek, baltalayabilecek bir güç yoktu. FKP’nin cilalayıp öne sürmesinden sonra büyük bir prestij kazanmış olan De Gaulle bile böyle bir olanağa sahip değildi. Fransız Komünist Partisi, on yıllara yayılan mücadelesi, yarattığı güven duygusu ve savaş yıllarındaki cesaretli militan mücadelesiyle, işgale karşı örgütlü direniş gösteren tek güç olmasıyla, işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri nezdinde haklı bir itibar ve otorite kazanmış ve sözünün arkasından gidilebilecek tek parti unvanını elde etmişti.
Ancak, bir komünist partinin değeri sadece militanlarının kahramanlığı ya da sınıfı ekonomik ve demokratik-ulusal hakları için örgütleme ve seferber etme yeteneğiyle ölçülemez. Onun da ötesinde ve önünde gelen esas ölçü, proletarya ile birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek toplumsal bir devrim için hazırlık ve mücadele kapasitesi ile perspektifinin yitirilmemesidir. FKP’nin proletaryanın öncüsü bir partiden, revizyonist, ‘Avrupa komünisti’ bir partiye (yani işçi sınıfı saflarında burjuva bir partiye) evrilmesi süreci sadece II. Dünya Savaşı’ndaki tutumlarla açıklanamazsa da, bu dönemin önemli bir dönemeç noktası oluşturduğu da inkâr edilemez. II. Enternasyonal partilerinde de yaşandığı gibi, düzeltilmeyen ve açıkça özeleştirisi yapılmayan bir dizi hata, sonuçta parti yöneticilerini ve partiyi sınıfa ihanet noktasına getirmiştir.
“Sınıf uzlaşmacılığı, sosyalist devrim fikrinden ve devrimci mücadele metotlarından vazgeçmek, burjuva milliyetçiliğine yamanmak, vatanın ve ulusal sınırların tarihsel olarak geçici olan karakterini unutmak, burjuva legalitesine bir fetiş değeri biçmek, halkın geniş kesimlerini korkutmamak bahanesiyle sınıf bakış açısından uzaklaşmak… Oportünizmin ideolojik temelleri kuşkusuz bunlardır.” (Lenin, ‘Durum ve Sosyalist Enternasyonal’in Görevleri’ başlıklı makale) Olumlu ve devrimci bütün yönlerine karşın, zamanın FKP’sinde (değişik zamanlarda ve farklı olaylar karşısında olmak üzere) oportünizmin bu ideolojik belirtilerinin hemen tümünü de görmek mümkündür.
Yüz binlerce kurban vermek pahasına giriştiği kahramanca direniş sonunda 1944’te faşizmi askeri olarak yenilgiye uğratan direniş hareketinin sonuçta burjuvaziye teslim oluşunu tek bir faktörle açıklamaya kalkışmak, hatalı ve idealist bir yaklaşım olacaktır. Thorez’in kendisinin de ifade ettiği gibi iç ve uluslararası birçok etkeni hesaba katmak ve her birini yerli yerine oturtmak gerekiyor. Ama burada tayin edici önemdeki faktörlerden en önemlisinin, FKP yönetiminin yanlış taktikleri ve giderek derinleşen oportünist savrulmaları olduğu inkâr edilemez. Burada temel mahiyetteki kilit sorun, iktidar sorunudur. İktidar meselesinde baştan sona kadar aynı oportünist çizgi devam ettirilmiş, hep geleceğin bir sorunu olarak ele alınmış ve kapıya kadar dayanan muazzam fırsat tepilerek, eski burjuva-kapitalist düzenin yeniden tesisine bir anlamda yardımcı olunmuştur.

SAVAŞ SONRASI DÖNEM
1944 sonbaharında iktidar sorunu artık o gün için çözümlenmiş durumdaydı. Fransız burjuvazisi adına De Gaulle, ABD ve İngiliz birliklerinin desteğiyle ve FKP’nin savaş esnasında iktidar sorunundaki bönlüğü sayesinde iktidarı ele geçirmiş bulunuyordu. Artık bu noktadan itibaren yapılması gereken şey, bu verili durumun anlaşılması, yeni bir devrimci yükselişin sorunlarına kafa yorulması, işçi sınıfı ve emekçi halkın (köylülüğün) çoğunluğunun onaylayıp destek verecekleri bir hazırlık içerisine girilmesi gerekmekteydi. “FKP hâlâ Fransa’da durumun değiştiğini anlamadı. Komünistler, yaşanan değişiklikleri hiç dikkate almadan eski çizgilerini izlemeye devam ediyorlar. (…) Bu arada durum değişti, yeni durum De Gaulle’ün lehine. Bu duruma uygun bir değişim yapmak gerekir. FKP, iktidara tayin edici darbeyi vurabilmek için yeterince güçlü değil. Güç biriktirmek ve müttefikler kazanmak zorundadır. Parti öyle önlemler almalı ki, gericiliğin saldırısı karşısında komünistlerin sağlam bir savunması ve saldırının sadece komünistlere değil, halka yöneldiğini söyleyebilecek bir konumu olmalıdır.” (Stalin-Thorez Görüşmesi Tutanakları, Kasım 1944 –Türkçesi için bkz. Özgürlük Dünyası, Sayı 87-)
Buradan da anlaşılacağı gibi, savaş yılları boyunca mücadeleyle edindiği saygınlık ve otoriteyi bir halk iktidarının kurulması doğrultusunda değerlendiremeyen FKP, artık fırsatı kaçırmış ve durum De Gaulle (burjuvazi) lehine değişmiştir. Komünistlerin, bu değişikliği anlamak ve yer/ dönemin somut koşullarına denk düşen başka bir pozisyona geçmek gibi bir görevleri vardı. Bu ise, açlık ve sefaletle didişen halkın maddi yaşam koşullarının düzeltilmesi, ülke ekonomisinin bir sonraki dönemde ‘Marshall yardımı’ adı altında saldırıya girişecek olan ABD’nin yağmasından kurtarılmak üzere ayağa dikilmesi anlamına gelmekteydi. Böyle bir tutum, ulusun tek temsilcisi olarak ortaya çıkan işçi sınıfının önderliğinin pekişmesine de hizmet edebilirdi. Bu şartlarda, sosyalistler ve diğer sol güçlerle ittifakın sağlamlaştırılması ve bir bloğun oluşturulması, De Gaulle’ün planlarını bozabilecek bir rol oynayabilirdi.
Fakat FKP’nin, Stalin’in bu tavsiyelerini doğru bir tarzda ele alıp uyguladığı söylenemez. Eleştiri ve öneriler karşısında daha önceleri de takınılmış olan tutum bu kez de sürdürülmüş, hatta bazı öneriler kendi oportünizminin gerekçesi bile yapılmıştır. Ulusun emekçi sınıflarının destek ve sempatisini almak, savaştan tahrip olmadan çıkan zinde emperyalist Amerika’nın Fransa’yı boyunduruk altına almasına karşı durmak üzere ulusal ekonominin inşasına katkıda bulunmak; ücretleri dondurulduğu için greve çıkan işçilerin eylemlerinin de komünistler eliyle durdurulması gerektiği anlamına asla gelmez. Sosyalistlerle ittifak ve bir bloğun oluşması için çaba; seçimlere ve parlamentarizme bel bağlanması ve ‘sosyalizmin Fransa usulü gerçekleşme yolu’nun! keşfedilmesini asla haklı çıkarmaz.  (M. Thorez Kasım ’46’daki seçim zaferinden hemen sonra Times gazetesi muhabirine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada demokratik güçlerin gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflaması, Fransa için Rus komünistlerinin otuz yıl önce izlemiş oldukları yoldan farklı olan, sosyalizme giden başka yollar düşünmemize neden oluyor. Ne olursa olsun yol, her ülke için farklı olacaktır.” (M. Thorez-Fils du peuple)) O günün koşullarında ABD diktasına karşı ‘ulusun birliği’ için mücadele; Cezayir ve Vietnam’da sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelelerinin kanla boğulmasına destek vermek anlamına asla gelmez.
Stalin, parlamenter ahmaklığı önermiyor, aksine “Düşmanın karşısında kendini silahsız bulmamak için silah ve örgütünü elde tutmak gerekir. İleride durum şimdikinden farklı olabilir” diyerek, önerilerinin yeni bir devrimci yükselişe hazırlık için gerekli önlemler olduğuna vurgu yapmaktadır. “Silahlı müfrezeleri başka bir politik örgüte dönüştürmeli, silahları da saklamak, (…) eğer durum daha iyiye doğru değişirse, parti etrafında kaynaşmış güçler bu defa saldırıya geçmekte işlev göreceklerdir” diyor. FKP ise buradan kalkarak, bütün silahlı müfrezeleri dağıtma ve üç-beş bakanlık koltuğu karşılığında proletarya ve emekçi sınıfların devrim istemini yatıştırma rolünü üstlenmektedir.
FKP’nin savaş esnasında ve sonrasındaki kararsız oportünist tutumları, bromdan itibaren uluslararası komünist hareket (Komintern) ve daha sonraları da Kominform tarafından eleştirildi. (22 28 Eylül 1947’de Polonya’nın Szklarska-Poreba kasabasında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidarda bulunan yedi partiyle birlikte Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin de katıldığı bir konferans yapıldı. Aynı zamanda Kominform’un kuruluşunun da ilan edildiği bu toplantıda, Fransız ve İtalyan partileri faşizme karşı mücadele döneminde ve savaşın bitiminden sonra izledikleri oportünist, parlamentarist ve legalist çizgiden dolayı şiddetle eleştirildiler. Fransız partisi hem konferans esnasında hem de konferanstan sonraki ilk MK Politbüro toplantısında özeleştiri yaptı. 10 Ekim 1947’de yapılan Politbüro toplantısında şunlar söyleniyor: “Benoit Frachon: ‘Biz 1944 Eylülü’nde sadece iki bakanla hükümete girmeyi kabul ederek en büyük hatayı yaptık. Legalizm tarafından aptallaştırılıp Direniş Hareketi’ni ve halk ayaklanmasını bir kenara bıraktık.’ Maurice Thorez: Merkez Komitemiz savaş sonunda tereddütlü bir yönetim ve politik körlükle malul oportünist bir tutum sergiledi. (…) Üst düzeyde birliklerle kendimizi sınırladığımız her dönemde, ihanete uğradık. İşgalcilere karşı iyi bir direniş sergilememize karşın, daha sonraki süreçte kitleleri varmak istedikleri hedefe doğru yönlendiremediğimiz doğrudur. Bütün partilere karşı olduğunu söyleyen De Gaulle’e karşı, ulusal cephe güçlerimizi kullanmaya, gereken önemi veremedik… Son dönemlerde ise hükümette meydana gelen çatlağı rutin bir kriz gibi ele aldık’. Hâlbuki Ramadier, komünistleri hükümetten atma konusunda De Gaulle ve Amerikalılarla anlaşmıştı.” (Aktaran, dönemin PKP Merkez Komitesi Politbüro Üyesi Charles Tillon ‘Anılar’)) Bu yoldaşça eleştirilerin dikkate alındığı ve gereklerinin yerine getirildiği her dönemde parti, zaaflarından nispeten arınarak gelişme kaydetti, ileri adımlar attı. Tökezlediği her anda, yanında uluslararası komünist hareketin desteğini buldu. Ama yine de Fransız Komünist Partisi’nin tarihi, Fransız proletaryasının ve komünistlerinin mücadele ve eylem tarihidir. Bu tarihten çıkarılması gereken çokça ders var. Bir parti eğer kitlelerin örgütlü gücüne dayanmıyorsa, en güzel formülasyonları da yapsa bir hiç olmaktan öteye gidemez. Ama en geniş kitleleri bile örgütlemiş olsa, eğer ideolojik sağlamlığa, kapitalist kölelik sisteminin parçalanmasını hedefleyen sosyalist devrim perspektifine sahip değilse, yine de burjuva kapitalist sistemin eklentisi ve koltuk değneği olmaktan öteye gidemez!
FKP işçi ve emekçilerin en ileri kesimlerini kendi saflarında örgütlemiş bir kitle partisiydi. Ama tarihinin en kritik döneminde iktidarı almak üzere devrimci cesaret ve öngörüyle ileri atılmaktansa, başından beri işçi hareketini ve kendisini kemirmeye devam eden oportünist zaaflara boyun eğerek reformizmin sınıf işbirlikçi platformuna doğru savruldu. ’60’lı yıllara gelindiğinde ise, bu süreç esas olarak tamamlanmış ve burjuva-reformist bir parti artık oluşmuştu.

***
Yeniden başa dönerek söyleyecek olursak; bugün Tours Kongresi’ni tersinden yenilemek isteğini dile getirenlerin amacı, 1920’den itibaren iki ayrı akım olarak örgütlenen komünist ve sosyalist partileri tekrar aynı çatı altında örgütlemenin ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü FKP’nin uzun bir süredir Tours öncesine fiiliyatta dönmüş olduğunu herkes biliyor. 1960’lardan itibaren revizyonist karşı-devrimci bir partiye dönüşen FKP, bugün artık ne Ekim Devrimi’ni ve onun mirasını, ne proletarya diktatörlüğünü, ne Marksizm-Leninizm’i, ne demokratik merkeziyetçiliği, ne de üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını, kapitalist ücretli kölelik düzeninin kitlelerin devrimci zoruyla parçalanmasını amaçlıyor. Amaçlamadığını açıkça ilan da ediyor. Öyleyse ‘Tours Kongresi’nin yenilenmesi’ yandaşlarının başka ve çok daha derin, kapsamlı bir amaçları var: Proleter sosyalizmini ve devrimci komünizmi bir kez daha işçi ve emekçi kitlelerin gönlünde dirilmezcesine ezmek, karşı-devrimci oportünist ve revizyonistlerin iğdiş edip tanınmaz duruma getirdikleri komünizmi ayaklar akında paçavraya çevirmektir. Son yıllarda aslına rücu ederek insanlık ve ilerleme düşmanı vahşi yüzünü yeniden ortaya koyan kapitalizme karşı mücadeleye atılan sınıfın hareketini, henüz başlangıçta yolundan saptırmak ve boğmak.
Ama ne var ki, ‘komünizm hayaleti’ yine de Fransa üzerinde dolaşıp duruyor! Fransa, tarihte ve bugün, sınıf mücadelelerinin en keskin biçimleriyle yaşandığı, proletarya İhtilalciliğinin çeşitli tarihsel dönemeçlerde zirvesine eriştiği bir ülkedir. 1990 sonrası başlatılan dizginsiz kapitalist saldırı dalgasına karşı, ileri kapitalist ülkeler arasından ilk büyük çaplı tepki yine Fransa’dan gelmişti. Bu büyük toplumsal hareketin (hareketin boyutlarıyla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olan) ekonomik kazanından, ilk anda bile herkes tarafından görülebilir, somut kazanımlar iken; tarihsel ve ideolojik etkileri, aradan iki yıl geçtikten sonra yavaş yavaş fark edilmeye başlanıyor. Açık olan bir şey var: Fransa işçi sınıfı bütün emperyalist-burjuva propagandayı elinin tersiyle itmiş ve kendi tarihinin, uluslararası işçi hareketi tarihinin olumlu ve ileri deneylerine ve en başta da bu yüzyılın ilk yarısının önemli bir bölümüne damgasını vuran tecrübelere yaslanma eğilimini ortaya koymuştur. Burjuvaziyi ve onun çeşitli türden yardakçılarını telaşa düşüren de bu durumdur.

Aralık 1997

İngiliz mali sermayesinin yapısına genel bir bakış

Yaklaşık 80 yıl önce Lenin’in ele aldığı dönemde olduğu gibi bugün de, uluslararası mali sermayenin omurgasını esas olarak beş büyük emperyalist güç (Amerikan, Japon, Alman, Fransız ve İngiliz) oluşturmaya devam etmektedir. Mali sermayenin özellikle finans alanında, Lenin’in incelemesini yaptığı 1900’lü yılların başından bu yana bazı yapısal değişiklikler oldu. Örneğin Alman, Fransız ve Japon mali sermayesi daha çok klasik evrensel bankacılık sistemini korurken, Anglo-Amerikan sistemi denilen İngiliz ve Amerikan sisteminde mali sermayeler, bankaların yanı sıra; emekli fonları ve yatırım şirketleri ile konut kredi birlikleri şeklinde örgütlenmiş bulunmaktadırlar. Mali sermaye egemenliğini bu kurumlar aracılığıyla sürdürmektedir. Bununla birlikte İngiliz mali sermayesi son yıllarda 100 yıldan bu yana ki en büyük yapı değişikliğini geçirmektedir. Bu açıdan uluslararası mali sermayenin incelenmesinde bu gün her ne kadar 1800’lü yılların sonlarındaki gücünü kaybetmiş de olsa Amerikan, Japon, Alman ve Fransız emperyalizmi ile birlikte en büyük beş emperyalist güç içinde yer almaya devam eden ve son yıllarda yeniden yükseliş işaretleri vererek atılıma geçen İngiliz mali sermayesi ele alınmadan dünya mali sermayesinin yapısı yeterince anlaşılamaz.
Avrupa’nın rantiyeci özellikleri en fazla gelişmiş İngiliz mali sermayesinin yapısının incelenmesi, ortak özellikler taşıyan Amerikan mali sermayesinin yapısının da daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir.

ÜRETİM VE SERMAYEDEKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKELLER:
Lenin 1916’da yazdığı Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm adlı eserinde sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gittikçe daha büyük işletmelerde büyük bir hızla yoğunlaşması sürecini kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden birisi olarak tanımladı ve bunu verdiği birçok istatistikle doğruladı.
Daha o zamanda üretim korkunç bir hızla büyük işletmelerde yoğunlaşmıştı. Bugün bu yoğunlaşma çok daha üst boyutlara ulaştı. Artık yoğunlaşmanın olmadığı, tekellerin kontrol altına almadığı bir tek alandan söz etmek olanaksız hale geldi. Her alanda bir ya da birkaç tekel her şeye egemen oldu. Bu bir ya da birkaç tekelin dışında kalan küçük ya da orta boy işletmeler ile daha küçük tekel ya da büyük boy işletmeler de bu dev tekellerin kontrolü altına girmek ve onlara bağlanmak zorunda kaldılar.
İngiliz Çalışma Bakanlığının 1994 verileri işletmelerdeki tekelleşmeyi somut olarak ortaya koyuyor.

İşyeri Büyüklüğü ve Çalıştırdıkları Kişi Sayısına Göre İşyeri Sayısı ve Oranları (1994)
Çalışan işçi Sayısına
Göre İşyeri Türü                            Çalışan
İşyeri Sayısı        Oranı        İşçi Say.        Oranı
0 (Serbest Mesl.)        2.486.382        67,1        2.808.000        13,8
1-19                1.132.075        30,5        5.242.000        25,9
20-199                79.908            2,2        3.902.000        19,2
200-499            4.622            0,1        1.407.000        6,9
500 ve üzeri            3.091            0,1        6.920.000        34,1
Toplam            3.706.078        100,0        20.279.000        100,0
(Kaynak: İngiliz Çalışma Bakanlığı -DTI- Small Firms Statistics Unit. 1994)

Görüldüğü gibi, yaklaşık 2,5 milyon (Yüzde 67,1) dolayındaki serbest meslek sahibini bir kenara bırakırsak, toplam işyeri sayısının yüzde 30,5’ini oluşturan 1’den 19’a kadar işçi çalıştıran küçük işyerleri toplam işçi sayısının yüzde 25,9’unu istihdam ediyor. Öte yandan toplam işyerlerinin yüzde 0,1 (binde bir)’ini oluşturan 500 ve daha fazla işçi çalıştıran büyük işyerleri ise yaklaşık 7 milyonla toplam işgücünün yüzde 34,1’ini istihdam ediyorlar.
Şirket büyüdükçe yoğunlaşma da büyüyor. 1995 rakamlarına göre toplam işyeri ve şirketlerin sadece yüzde 0,0006, ya da milyonda 6’sını oluşturan en büyük 25 tekel tek başına 2 milyon 307 bin 536 kişiyi (toplamın yüzde 13,7’si) çalıştırıyor. Aynı 25 tekelde çalışan kişi sayısı 1996’da 2 milyon 282 bin 678’e düşmüş. 25 bin işçi bir yıl içinde işten atılmış.
Yaptıkları ciro işyerlerinde büyük bir yoğunlaşmayı gösteriyor. 1995 rakamlarına göre, yıllık cirosu bin ile 99 bin sterlin arası olan işyeri ve şirketler toplamın yüzde 37,49’unu, 100 bin ile 500 bin sterlin arası olanlar yüzde 35,85’irıi, 500 bin ile 10 milyon arası olanlar yüzde 22,87’sini, yıllık cirosu 10 milyon sterlinin üzerinde olan büyük şirketler ise toplam şirket sayısının sadece yüzde 2,79’unu oluşturuyorlar.
Amerika’da yayınlanan Fortune adlı ekonomi dergisinin dünyanın en büyük 500 korporasyonu sıralamasına göre, bu en büyük 25 şirketin 1995 yılı kâr toplamları, 23 milyar 106 milyon sterlini buluyor. 1996 kârları toplamı ise 28 milyar 992 milyon sterlin. Bir yıl içinde kârlarını 5 milyar 886 milyon sterlin artırmışlar. Söz konusu 25 şirketin mal varlıkları (aktifleri) toplamı 1995’de 963 milyar 492 milyon sterlin, 1996’da ise 1 trilyon 297 milyar 533 milyon sterlin. Yine sadece bir yıl içinde bu en büyük 25 İngiliz şirketi servetlerine 334 milyar 41 milyon sterlin daha katmışlar. Görüldüğü gibi 25 bin işçi işsizlik ve açlığın kollarına atılırken 25 şirketin kasasına fazladan 334 milyar sterlin daha girmiş.
İngiltere’nin Toplam Gayrı Safi Yurt İçi Hâsılası (GSYİH)’nın 605 milyar sterlin (1995) ve 1997 bütçesinin ise 300 milyar sterlin (1995’te 276 milyar sterlin idi) olduğu göz önüne alındığında sadece bu 25 şirketin toplam malvarlığının tüm İngiltere’nin bir yıllık toplam GSYİH’sının iki katından, bütçesinin ise dört buçuk katından daha fazla olduğu görülüyor.
Bu yüzyılın başında, 1900 ile 1910 arasındaki ilk on yıllık süre içinde imalat sanayinde faaliyet gösteren en büyük 100 firma toplam üretimin yüzde 16’sını, 1924’de yüzde” 22,0’ını, 35’de 24,0’ını, 49’da 22,0’ını, 58’de 32,0’ını, 70 ve 80’de 40,5’ini, 90’da 37,6’sını gerçekleştiriyorlardı. (En büyük 100 firma içine, savaş öncesi dönemde kamu sanayi kuruluşları (KİT’ler) dâhil değildi).
Yüzyılın başında en büyük 100 özel şirket toplam üretimin beşte birini gerçekleştirirken, bugün imalat sanayinde üretim yapan 5 grup toplam iş gücünün yüzde 31,9’unu, toplam satışların yüzde 40,8’ini ve toplam üretimin ise yüzde 39,0’ını gerçekleştiriyor.
Görüldüğü gibi, imalat sanayinde sadece 5 grup yani büyük tekel üretimin yüzde 39’unu, toplam satışların ise yüzde 40,8’in’i gerçekleştirirken bir kısmı yine büyük işyeri ve tekel olmak üzere geri kalan 3 milyon 706 bin işyeri üretimin yüzde 61, toplam satışların ise 59,2’sini gerçekleştiriyorlar. Küçük ve Orta Boy İşletmelerin (KOBİ) sayıları artmasına rağmen tekellerin her şeye egemen olduğu günümüzde giderek daha da fazla tekellere bağımlı hale gelmektedirler. Sayıları artarken etki ve güçleri artmamaktadır.
Hemen her sektörde bir ya da birkaç tekel tüm piyasayı ele geçirmiş bulunuyor. Örneğin İngiltere’nin 11,3 milyon tonluk demir-çelik ihtiyacının yüzde 58,4’lük bölümünü sadece bir tek şirket, British Steel karşılıyor. 6,3’lük bölümünü ise geri kalan şirketler üretiyor. 35,3’lük bölüm de dışarıdan ithal ediliyor. Aslında British Steel’in 1996 demir-çelik üretimi 15,2 milyon ton. Avrupa’nın birinci, dünyanın ise üçüncü büyük demir-çelik üreticisi olan bu dev demir-çelik tekeli üretiminin yüzde 50’lik bölümünü iç pazara vermeyip önemli bir kısmını Avrupa’ya, kalanını da dünyanın öteki ülkelerine ihraç ediyor. 1936’da demir-çelik sanayinde 10 tekel toplam üretimin yüzde 70-75’ini üretir ve en büyük tekel olan Vickers toplam üretimin yüzde 16’sını gerçekleştirirken (E. Varga, L. Mendelsohn, New Data for Lenin’s Imperialism, USA, 1940) bugün İngiltere’nin 15,6 milyon tonluk toplam demir-çelik üretiminin 12,2 milyon tonluk kısmını (yüzde 78) tek başına British Steel karşılıyor. British Steel’in toplam üretimi 15,2 milyon ton olmasına rağmen üretiminin yüzde 20’lik kısmı olan 3 milyon tonluk bölümünü yurt dışında üretiyor. Aynı şekilde, demir-çelik sektöründe 1900’lerin başlarında milyona yakın kişi, 1974’te 197 bin 700, 75’te 185 bin, 81’de 88 bin, 85’te 59 bin, 90’da 51 bin, 94’teise 38 bin 500 kişi çalışmaktaydı. İşçi sayısı hızla düşmesine rağmen üretim düşmek bir yana giderek arttı. Örneğin 1975’te 185 bin işçi ile 14,8 milyon ton demir-çelik üretilirken 1994’te 38 bin 500 işçi ile 15,6 milyon ton demir-çelik üretimi yapıldı. (BISPA, İngiliz Demir-Çelik Üreticileri Birliği, 1995 Yıllık Raporu)
Petrol alanında iki şirket, Shell ve British Petrol tüm İngiliz piyasasına hâkim durumdalar. İngiltere’deki petrol istasyonlarının ezici çoğunluğu Shell, British Petrol ve Esso’ya ait. Shell ve British Petrol yalnızca İngiltere değil, diğer birkaç şirketle birlikte (ABD’nin Exxon, Mobil ve Texaco ile Fransa’nın ELF ve Total gibi) dünya petrol piyasasını da ellerinde bulunduruyorlar. Dünyanın en büyük ilk üç petrol şirketi sıralamasında Shell birinci, ABD’nin Exxon’u ikinci, British Petrol üçüncü durumda bulunuyor. (The Financial Times)
Kimya alanında Imperial Chemical Industries (ICI) ve GlaxoWellcome tek başlarına üretimin yarıdan fazlasını karşılıyorlar. İlaç ve farmakoloji alanında ise yine GlaxoWellcome ve ardından da Smithkline Beecham yalnızca İngiltere’de değil dünyadaki üretimin önemli bir kısmını sağlıyorlar.
Doğalgazda British Gas, elektrik malzemelerinde General Electric Company (GEC), İnşaat malzemeleri ve cam sanayinde Hanson, gemi yapımı ve taşımacılığında Peninsular & Oriental (P&O), tütün ve sigara’da British American Tobacco (BAT Industries), telekomünikasyonda British Telecom (BT) ve Cable & Wireless, cep telefonunda Vodafone (Vodafone geçtiğimiz yıl İsveç’in Ericson şirketi ile birleşti.), içecek ve meşrubatta, Coca-Cola’nın dışında Guiness-Grand Metropolitan (GGM) ve Allied Domecq, sanayi ve tarım üretim araç ve aletleri alanında BTR, sivil ve askeri havacılık ile silah ve uzay sanayinde British Aerospace (BAe) ve Vickers, hava taşımacılığında British Airways (BA), posta dağıtımında British Post Office tek başlarına hemen hemen bütün piyasaya hakim durumdalar.
Yiyecek-içecek işi yapan 40 bini bakkal, dükkân, büfe vb. olan 197 bin işyeri İngiltere iç pazarının yüzde 60’ını karşılarken, büyüklük sırasıyla Teseo, J. Sainsbury, Safeway ve Asda’dan oluşan sadece 4 supermarkets zinciri toplam satışların yüzde 40’ını gerçekleştiriyorlar.
Gazete satışlarında günlük 13 milyonluk satışın sadece 5 milyonunu (yüzde 38), 17 milyonluk Pazar günkü satışların ise 6 milyondan (yüzde 35) fazlasını tek başına dünya medya kralı Murdoch’un News International grubu satıyor. Ardından, ölen medya kralı Maxwell’in Miror grubu geliyor. İki grup toplam pazarın yansından fazlasına hâkim durumda bulunuyorlar.
Lenin, “Tekel, kapitalizmdeki gelişmenin en son aşamasının son sözüdür.” diyordu. Serbest rekabetçi kapitalizmi emperyalizme dönüştüren tekeller oldu. Tekeller ise rekabetten doğdu. İktibas ya da füzyon denilen kaynaşma ya da yutmalar tekelleşmenin en bariz belirtileridir.
1890’lardan beri farklı hız ve boyutlarda gerçekleşen füzyonlar, son birkaç yılda daha da hızlandı. Bugün özellikle sayı ve büyüklükleri bakımından dikkat çekmektedir. İngiltere’de füzyonların son aylarda, daha çok da ‘97’nin ikinci yarısında oldukça hızlandığı görülmektedir. Barclays grubu başkanı Andrew Buxton Kasım ayı içinde, grubun yatırım bankacılığı kolu olan BZW’yi, ABD bankası CSFB (Credit Suisse First Boston) bankasına satması ile kendisini sıkıştıran gazetecilere verdiği “Eğer kimin kiminle füzyon yaptığını gösteren bir çizelge hazırladı ve temel olarak da son üç ayı aldıysanız herkesin herkesle füzyon yaptığını açıkça göreceksiniz.” cevabı bu süreci tanımlıyor.
Özellikle 1997 yılı içinde füzyonlar sayısı ve büyüklükleri açısından inanılmaz boyutlara erişti. Eylül ayı sonuna kadar kesinleşmiş füzyonların toplam değeri 350 milyar sterlinden fazla idi. 1996 yılı içinde 250 milyar sterlin değerinde füzyon gerçekleşmişti. Ekim ayı ortalarında, sadece bir hafta içinde gerçekleşen bazı yeni füzyon haberlerini aktarmakta fayda var. İngiltere’nin en büyük, dünyanın ise önde gelen telekomünikasyon tekellerinden British Telecom (BT) yüzde 20 hissesine sahip olduğu Amerikanın MCI komünikasyon şirketini almak için yine diğer iki ABD telekomünikasyon devi WorldCom ve GTE ile sonuna kadar kıyasıya kapıştı. Ama sonunda Amerikan World Com, BT’yi saf dışı ederek MCI’yı 37 milyar dolar’a satın aldı. WorldCom BT’nin MCI’daki yüzde 20’lik hissesinin karşılığı olan 7 milyar doları ödeyerek İngiliz tekelini devreden çıkardı. Yenilmiş görünen BT üç gün sonra MCI’nın dağıtım ağı şirketi Concert Communication’ın yüzde 24,9 hissesini aldı. İngiltere’nin en büyük, dünyanın ise ikinci büyük tütün tekeli olan BAT Industries’in yan kuruluşu BAT Finans Servisleri şirketi İsviçre’nin Zürich Finans Servisleri grubunu yutmak için 23 milyar sterlin karşılığında anlaştı. İngiltere’nin T&N grubu ile ABD’nin Federal-Mogul araba motorları şirketi birleşmek için anlaştılar. Elektrik malzemeleri üreten İngiliz BTR ile Amerikan Exide Electronics anlaştılar. Dünyanın ikinci büyük çimento üreticisi Fransız Lafarge grubu, yutmak için 1.67 milyar sterlin karşılığında İngiltere’nin Redland grubu ile anlaştı. Havacılık, kola gibi bir çok konuda dünya piyasasına hızlı ve iddialı bir dalış yapan Virgin, İngiltere’nin büyük bankalarından Royal Bank of Scodland ile yüzde 50–50 birleşmek üzere anlaştı. Virgin’in sahibi ve başkanı Richard Bronson iddialı konuşarak, Barclays, National Westminster, Lloyds-TSB ve HSBC’nin Midland Bankası’dan oluşan “Dört Büyükler”i tahtından indirmeye kararlı olduklarını açıkladı. Reed Elsevier, Wolters Kluwer ile birleşerek dünyanın en büyük yayıncılık devi haline geliyor. Reed daha önce de Hollanda’nın Elsevier şirketi ile birleşmişti. İçecek ve meşrubat alanında İngiltere’nin iki devi Guiness ve Grant Metropolitan geçen Aralık’ta birleştikten sonra şimdi de Fransız LVMH ile birleşme görüşmeleri yapıyorlar. Guiness-Grant Metropolitan dünyanın en çok satılan 100 içkisinden 14’ünün üreticisi. İngiliz askeri ve sivil havacılık ile silah ve uzay araçları üreticisi British Aerospace (BAe) ile Almanların Daimler-Benz’in havacılık, silah ve uzay araçları kolu Dasa, Fransız Thomson-CSF’ye karşı ittifak yaptıklarını açıkladılar. ABD’nin Avrupa’daki en büyük bankalarından CSFB, Barclays grubunun yatırım bankacılığı kollarından BZW’nin Avrupa hisse senedi alım satım ve danışmanlık kolunu satın aldı. Bunun karşılığında Barclays de CSFB’nin Avrupa Hisse alım satımı ve Danışmanlık hizmetleri bölümünü ele geçirdi. NatWest Bank yatırım bankacılığı kolu NatWest Market’i satmak için Alman Deutsche Morgan Grenfell ve Amerikalı Bankers Trust ile görüşmelere başladı. Her iki taraf da inkar etmelerine rağmen, gazeteler İngiltere’nin en büyük iki bankası Barclays ve NatWest’in gizli birleşme görüşmeleri yaptığını yazıyorlar. (The Financial Times, The Guardian, Wall Street Journal, The Economist, Business Week, European)
Füzyonlar konut-kredi birlikleri (building society) alanında çarpıcı bir şekilde yaşanıyor. İngiliz mali sermayesinin yapısı içinde önemli bir yer tutan konut-kredi birliklerinde yaşanan füzyonlar ve tekelleşmeyi daha yakından görelim.

Yıllar         Birlik sayısı
1900         2.286
1930         1.026
1950         819
1970         481
1990         117
1997         77
(Kaynak :The Economist ve Registrar General’s Reports and Building Society Affairs)

Yukarıdaki tablodan da açıkça görüldüğü gibi 1900 yılında 2286 olan konut-kredi birliklerinin sayısı füzyonlar sonucu 50’de 819’a, 70’de 481’e, 90’da 273’e, 97’nin başlarında ise 77’ye indi. Bankaların konut kredi birliklerini ele geçirmesi ya da iyice büyümüş olan konut kredi birliklerinin doğrudan banka statüsü kazanması süreci hızla devam ediyor. Royal Bank of Scodland 7. büyük konut-kredi birliği olan Midshires’ı almak için 630 milyon sterline anlaştı. Yine Royal Bank of Scodland, Halifax, Woolwich, Alliance & Leicester ve Nothern Rock’un banka olmasından sonra kalanlar arasında en büyük konut kredi birliği haline gelen Nationwide ile yakın ilişki içinde olduğunu ve satın alma görüşmeleri yaptığının artık bir sır olamadığını açıkladı. (The Financial Times)

BANKALARIN ROLÜ
Lenin, “Emperyalizm” adlı kitabında “bankaların rolünü dikkate almazsak, modern tekellerin gerçek gücü ve önemine ilişkin bilgilerimiz son derece eksik ve yetersiz kalacaktır.” demekte ve biraz aşağıda devam etmektedir:
“Bankacılık geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde, bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim araçlarını ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan güçlü tekellere dönüşürler. Çok sayıda mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini oluşturur.” (Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, sf.38, İnter yay.)
Bankalar esas olarak ödemelerde aracılık yapmak için ortaya çıktılar ve Lenin’in işaret ettiği gibi süreç içinde mütevazı aracılar olmaktan çıkıp bütün kapitalistler ve küçük girişimcilerin para sermayelerinin tamamını ve bir ya da birçok ülkenin üretim aracı ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan çok güçlü tekellere daha 1900’lerin başlarında dönüştüler. Neredeyse hemen her şeyi ellerine geçirdiler. Rolleri her geçen daha da arttı ve bugün 1900’lerin başlarındakinden çok daha önemli hale geldiler. Bankaların İngiltere ve uluslararası planda oynadıkları rolün günümüzdeki somut durumu bu bakımdan önem taşıyor.
Bugün İngiltere’de 263’ü yabancı olmak üzere 515 banka var. Yabancı bankalardan 28’i Japon, 23’ü Amerikan, geri kalan 212’si de diğer ülkelere ait. Bu sayının 80’i diğer şirketlerin bankacılık işlerini yapan İngiltere’deki şubeleri. 252 İngiliz bankasının 20’sini mevduat bankaları, 31’ini tüccar bankalar, 8’ini mevduat kabul evleri, geri kalanlarını da diğer bankalar oluşturuyor.
İngiltere Merkez Bankası verilerine göre 1991’de İngiltere’deki bankaların elinde bulunan mevduat miktarını aşağıdaki tablo gösteriyor.

(Sterlin olarak)         Yabancı kur olarak)
Toplam mevduat         Toplam mevduat
(milyon sterlin)         (milyon sterlin)
İngiliz mevduat bankaları:    304750            68425
İngiliz tüccar bankaları:    34837                16787   
Diğer İngiliz bankaları:    39025                8582
Amerikan bankaları:        18656                98281
Japon bankaları:        35478                205144
Diğer yabancı bankalar:    99710                278738
Tasarruf sandıkları:         16250                579   
Toplam:            548706            676536
Sterlin veya yabana kur olarak toplam: £548706m + £676536m =£1252242m.

Görüldüğü gibi bankaların elindeki mevduat toplamı 1 trilyon 152 milyar sterlin. Üstelik bu rakam 1991’e ait. Bugün bu rakam en azından bunun birkaç katı. Sadece İngiliz bankalarının ellerinde biriken para 1993’de 1 trilyon 488 milyar sterlin (2,4 trilyon dolar) oldu. Konut kredi birliklerinin ellerinde biriken toplam mevduat miktarı ise daha 1991’de 247 milyar 403 milyonu buluyordu.
Bankalar etki alanlarını yalnızca kendi ülkeleriyle sınırlı tutmuyor ve sadece kendi ülkelerinde mevduat toplamıyorlar. Kendi ülke mevduat pazarları onlara dar geliyor. Büyüdükçe diğer ülkelerin mevduat pazarlarına da giriyor ve oraları da ele geçirmek istiyorlar. Önlerine çıkan yasal engelleri de değişik yollarla aşıyorlar.
Bankalar ve diğer finans kuruluşları çeşitli yolları kullanarak özellikle geçtiğimiz son 10 yılda çok sayıda ülke mevduat pazarına girdiler. Örneğin İngiltere’nin en büyük sigorta kuruluşlarından Sun Life Assurance ile Fransızların o dönemde en büyük sigorta şirketi olan UAP karşılıklı birbirlerinin hisselerini aldılar ve kısmi bir birleşme yaptılar. İngiliz Şirketi böylece Fransa ve UAP’nin en büyük Belçika sigorta şirketi ile çok sıkı bağları olduğundan Belçika pazarına da girdi. Midland Bank da İtalyan Instituto Bancario Italiano bankasının İspanya’daki kolu olan İspanyol Banco Santander of Spain bankasını yutarak İspanya ve Avrupa pazarına girdi.
Aynı yolu Alman ve Fransızlar da izledi. Örneğin Alman Deutsche Bank AG. 1987’de, Bank of America’nın İtalya’daki 100 şubesini ele geçirerek İtalyan pazarına girdi. Aynı şekilde Fransız Credit Lyonnais of France bankası da Amerikan Chase Manhattan Bank’ın Hollanda kolu olan Nederlander Crediet Bank’ın 127 şubesini ve yüzde 7’lik hissesini ele geçirdi.

“DÖRT BÜYÜK”
Yoğunlaşma bankalarda hızlı bir şekilde sürüyor. Bankacılık sektöründe, İngiltere’de yarısından fazlası yabancı olmak üzere 500’den fazla banka olmasına rağmen “Dört Büyük” (Big Four) denilen ve Barclays, National Westminster, Lloyds-TSB ve Midland Bank (artık sadece HSBC Holdingleri grubunun bir kolu)’dan oluşan dört büyük banka piyasayı elinde tutuyor. Bu 4 büyük bankanın aktifleri toplamı, 1996 rakamlarına göre 920 milyar sterlini buluyor. Yine ülke içindeki toplam 11 bin 350 şubenin yüzde 77,8’i sadece bu dört büyüğe ait. Dört büyüklerden NatWest geçtiğimiz yıl büyük bankalar arasında sayılan Hambros’un tamamını satın aldı. Yine, Bank of Scodland’ın yüzde 35’inin sahibi Barclays grubu. The Financial Times’a göre en büyük bankalardan Barclays ve NatWest grupları arasında birleşme pazarlıkları yapılmaya başlandı. Barclays grubunun 43 yaşındaki genel müdürü J. Martin Taylor en büyük hayalinin NatWest’i almak olduğunu açıkça ilan etti.
Lloyds-TSB grubu, Lloyds bankasının ayrı büyük bir banka olan TSB’yi Aralık 1995’de yutması sonucu oluştu. Lloyds Bank, TSB’den birkaç ay önce, 95 Ağustosu’nda da Cheltenham & Gloucester konut kredi birliğini yutmuştu. Lloyds-TSB bir buçuk yıl içinde hızla büyüdü ve bugün kimine göre en büyük, kimine göre de üçüncü büyük İngiliz bankası oldu. Hızla yukarılara doğru tırmanıyor.
Aynı şekilde klasik mevduat bankacılığından çok yatırım bankacılığı ve diğer ülkelere borç ve kredi verme işleriyle uğraştığı için sokaktaki insan tarafından hemen hiç tanınmayan İngiltere’nin en büyük bankacılık kuruluşu durumundaki eski adı HongKong Bankası olan HongKong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu (HSBC) Holdingleri Grubu da 1993’de birçok banka, sigorta ve yatırım şirketi, sanayi kuruluşundan sonra Midland Bankası’nı da yutarak en büyük oldu.
Yuttuğu Midland Bank’ın şubelerinin dışında İngiltere’de fazla şubesi olmayan ve daha çok yatırım bankacılığı yaparak ülkelere kredi ve borç para veren HSBC Holdingleri grubunun 78 ülkede 5 bin 500’ün üzerinde şubesi bulunuyor. Yine Barclays grubunun ülke içinde 2 050 şubesinin yanında 84 ülkede 5 binden fazla şubesi var. National Westminster Bank’ın dünyadaki şube sayısı da Barclays’den aşağı kalmıyor. Aynı şekilde İngiltere’de çok az şubesi bulunan ve küçük mevduat bankalarından birisi sayılan Standart Chartered Bankası çoğu Asya, Afrika ve Ortadoğu’da olmak üzere 40 ülkede 600 şubenin sahibi.
“Bütün ülkeyi baştanbaşa saran, bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileşti-ren ve binlerce dağınık işletmeyi tek bir ulusal ekonomiye ve nihayet kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren sıkı bir kanallar ağının ne büyük bir hızla oluştuğunu görüyoruz.” (Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm, sf.38, İnter yay.)
Lenin’in daha 1916’da tespit ettiği şey bugün çok daha açık ve net olarak görülebiliyor.
Yazımızın önceki bölümlerinde çalıştırdıkları kişi sayısına göre İngiltere’deki en büyük 25 şirketin kâr ve mal varlıkları toplamını vermiştik. Bu kez de mal varlıklarına (toplam aktiflerine) göre, yine Fortune dergisine dayanarak İngiltere’nin sadece en zengin 10 şirketini sıralayalım (1996 sonu):

Şirketin Adı             Mal Varlığı (Aktifleri)     Faaliyet Alanı
(milyar sterlin)
1 HSBC Holdingler        247                 Bankacılık
2 Barclays            195                 Bankacılık
3 NatWest            194                 Bankacılık
4 Lloyds-TSB            154                 Bankacılık
5 Abbey National        130                 Bankacılık
6 Halifax            114                   Bankacılık-Konut-Kredi Bir.
7 Prudential            82                 Bankacılık- Sigortacılık
8 Shell                77                 Petrol
9 Royal Sun & Alliance    58                 Sigortacılık- Emeklilik
10 Commercial Union     57                 Sigortacılık- Emeklilik
Toplam            1.308

Tablodan görüldüğü gibi İngiltere’nin en büyük, en zengin ve en fazla paraya sahip 10 tekelinden 9’u finans kuruluşu. Banka, sigorta ya da konut kredi birliği, emekli fonu. Bunlardan ilk beşi doğrudan banka, 6. ve 7.’si artık bankacılık da yapmaya başlayan konut kredi birliği ve sigorta şirketleri. 9. ve 10.’lar ise sigorta şirketleri. İlk 10 içindeki doğrudan finans kuruluşu olmayan tek grup dünyanın en kârlı şirketi olan ve 5 kıtada petrol çıkaran Shell.

YATIRIM BANKACILIĞI (TÜCCAR BANKALAR), YATIRIM ŞİRKETLERİ
Bankalar yalnızca mevduat bankacılığında değil, yatırım bankacılığı ve tüccar bankacılıkta da çok önemli bir rol oynuyor. Her bankanın mutlaka en az bir tane de yatırım ve tüccar bankası var. Örneğin Barclays grubunun yatırım bankasının adı BZW (Barclays de Zoete Wett).
1986’deki “büyük patlama-big bang”in ardından gelen ve Kara Pazartesi olarak adlandırılan Ekim 1987’deki borsa krizi, New York ve Tokyo’dan sonra hâlâ dünyanın üçüncü büyük finans merkezi sayılan Londra’nın ünlü City’sinde de büyük bir panik yaşanmasına neden oldu. Borsa’daki birçok şirket ve borsa işlemcisi aracı kişi ve firmalar bu panikten önemli ölçüde etkilendiler. Zayıfların sarsıntısından büyükler yararlandı. Büyükler Thatcher hükümetinin de yardımıyla daha küçükleri yuttular.
O zamana kadar borsada bankaların doğrudan faaliyetleri yoktu. 1908’den beri Londra Borsasında daha çok işlemci kişi ya da uzmanlar bazı kurumlar adına işlem görüyorlardı. Örneğin 1986’da Londra Borsasında işlem görme yetkisine sahip. 209 üye firma adına 4852 kişi işlemedik yapıyordu. Bu 209 firmanın ezici çoğunluğu (192 firma) belli bir komisyon karşılığında yatırımcı şirketlere aracılık yapıp onlar adına kıymetli evrak, hisse alırlardı. 1969’da getirilen düzenlemeyle bu aracı ve işlemci firmaların limited şirket olmalarına izin verildi. Fakat yine bankalar ve büyük tekeller borsada doğrudan kendi adlarına işlem göremiyorlardı. 1986’daki “büyük patlama” ve 87’deki “Kara Pazartesi” sonunda yeni bir düzenleme getirildi. 1987’de yürürlüğe konulan yasa ile borsa ve menkul ve kıymetli evrak piyasası düzenlemeye sokuldu. Yerli ve yabancı banka ve şirketlere borsanın kapısı açıldı. Kısa bir sürede İngiliz ve yabancı bankalar borsa ve para piyasalarının en önemli unsurları haline geldiler. İlk iş olarak yıllardır borsada işlemci ve aracı firma olarak uzmanlaşmış kişi, şirket ve firmaları satın alarak onların tecrübe ve yardımları ile borsada işlen yapmaya başladılar.
İşte Barclays grubu da bu sırada harekete geçti ve City’nin önde gelen toptan menkul ve kıymetli evrak satıcısı Wedd Durlacher Mordaunt ile en önde gelen borsa işlemcisi Zoete & Bevan’ı satın aldı, daha doğrusu yuttu. Böylece Barclays de Zoete Wett (BZW) adını alarak dünya çapında önemli bir menkul ve kıymetli evrak şirketi ve tüccar banka (yatırım bankası) oldu. Wedd’in yılların deneyimini kullanarak giderek daha da büyüdü ve başta ABD ve Japonya olmak üzere dünya borsalarında söz sahibi bir yatırım bankası haline geldi. BZW bugün özellikle Frankfurt, Tokyo ve New York olmak üzere dünya para piyasalarında önemli bir güç. Ancak, Barclays grubu BZW’nin en önemli kısmı olan Kıta Avrupası hisse alım satım ve danışmanlık hizmetleri bölümünü geçtiğimiz haftalarda Amerika’nın Avrupa’daki bankalarından CSFB (Credit Suisse First Boston)’ye sattı. Karşılığında da CSFB’nin Avrupa hisse alım satım bölümünü satın aldı. Aynı yolu izleyerek HSBC James Capel’i, Midland Bank da Samuel Montagu Menkul ve Kıymetli Evrak Kabulevini ele geçirerek bu piyasaya girdiler. HSBC daha sonra Midland Bank’ı ele geçirdi ve hem James Capel’in hem de Samuel Montague’nün sahibi oldu. NatWest Fielding ve NewsonSmith’i daha sonra da Wood MacKenzie’yi ele geçirerek County NatWest’i kurdu. Yine örneğin Alman Deutsche Bank, Morgan Grenfell’i ele geçirerek Deutsche Morgan Grenfell’i kurdu. Alman Dresdener Bank da Kleinwort Benson’ı satın alıp yatırım bankacılığına el attı.
Diğer bütün büyük İngiliz ve yabancı bankalar aynı yolu izlediler. Bankacılık yasasına getirilen düzenleme ile yatırım bankalarına mevduat toplama olanağı da sağlandı.
İngiltere’de bu şekilde çok sayıda tüccar banka (merchant bank) ya da ABD ve dünya para piyasalarındaki adı ile yatırım bankası var. The Financial Times gazetesine göre 1991’de İngiltere’deki en büyük 10 tüccar banka; Morgan Grenfell, Goldman Sachs, NM Rothschild, SG Werburg, Schroder Wagg, Hambro Magan, BZW, County NatWest ve Kleinwort Benson idi. Ancak bugün bu yatırım bankalarının çoğunun sahipleri değişti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Morgan Grenfell’i Alman Deutsche Bank, BZW’yi Amerikan CSFB, Hambro Magan’ı NatWest, Schroders ve Robert Fleeming’i HSBC, Kleinwort Benson’ı Alman Dresdner Bank, SG Warburg’u İsviçre SCB (Swiss Bank Corporation) satın aldı. NatWest grubu, County NatWest’in de içinde olduğu NatWest Market’i satmak için Amerikan Bankers Trust ve Alman Deutsche Morgan Grenfell ile görüşmelere başladı.
İlk bakışta İngiliz bankalarının elinde yatırım bankası kalmıyor gibi görünüyor. Bazı İngiliz gazeteleri “NatWest Market de satılırsa elimizde yatırım bankası kalmayacak” diye feryat etmeye başladıkları sırada, Barclays grubu 450 milyar doları kontrol eden Barclays Global Investor’a ek olarak Barclays Capital adıyla yeni yatırım şirketi kurduğunu ilan etti. İngiliz mali sermayesi her alanda dağınık duran sermayelerini bir araya topluyor ve giderek daha fazla merkezileşiyor. Barclays ve NatWest gruplarının birleşme çabaları da İngiliz emperyalizmi ve onun mali sermayesinin ileriye atılmak için güç topladığının en önemli işaretlerinden birisini teşkil ediyor.
Yatırım bankacılığı ve yatırım şirketlerinin yaptığı işi anlayabilmek için üç büyük yatırım şirketinden örnek verelim. Örneğin Alman Deutsche Bank AG’ye ait Deutsche Morgan Grenfell’in verdiği borç ve kredilerden birkaçı: Şubat 1997’de Meksika devletine 2009 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,25 faiz ile 500 milyar Alman Markı, Mayıs 97’de, Arjantin Cumhuriyetine 2004 yılında geri ödenmek koşulu ile 500 milyar Arjantin Lit’i, Haziran 97’de, Romanya Cumhuriyetine 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,75 faiz ile 600 milyon mark, yine Haziran 97’de Brezilya Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11 faiz ile 50 milyar Lit. Bunların dışında Alman yatırım şirketinin Şubatta Belle Korporasyonuna 2002 yılına kadar verdiği 150 milyon ABD doları ile Temmuzda Eskom şirketine 2027 yılma kadar verdiği 8 milyar Zar’ı diğerlerinin yanında küçük kalıyor. (The Financial Times, 19 Eylül 1997, Deutsche Morgan Grenfell’in kendi İlanı)
18. yüzyılda Morgan Grenfell’in kurucusunun İngiltere’den Amerika’ya giden oğlu John Pierpont Morgan tarafından kurulduğu için ismini oradan alan ABD’nin en büyük yatırım şirketlerinden JP Morgan’ın bazı ülkelere verdiği kredilerden birkaçı: Ekim 1996’da Filipinler Cumhuriyeti’ne 2016 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 8,75 faiz ile 690 milyon dolar, Şubat 1997’de Arjantin Cumhuriyetine 2017 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 11,375 faiz ile 2 milyar dolar, Şubat 97’de 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,625 faiz ile 750 milyon ve yüzde 8,625 faiz ile 250 milyon dolar, Mart ’97’de Umman Sultanlığı’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7,125 faiz ile 225 milyon dolar, Mayıs 97’de Çek Cumhuriyeti’nin garantisi ile Çek İhracat Bankası’na 2002 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 7 faiz ile 250 milyon dolar ve Haziran 97’de Rusya Federasyonuna 2007 yılında geri ödenmek koşulu ile yüzde 10 faiz ile 2 milyar dolar. JP Morgan’ın Çin Kalkınma Bankası, Kore Kalkınma Bankası, Çin’de Jingyuar barajını yapan MPC şirketine, Malina Su Kurumu’na, Endonezya Negara Bankası’na, Malezya Telekomu’na, Hindistan’ın ICICI Korporasyonu Çin’in Huaneng Elektrik Kurumuna, COCO şirketi ve daha birçoğuna verdiği kredilerin ise sadece isimlerini anmakla yetindim (The Financial Times, 19 Eylül 1997, JP Morgan ‘in kendi ilanı)
Yatırım bankacılığının İngiltere’deki en büyük ismi HongKong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu (HSBC) Holdingleri grubu. Bu grup işe 1865’de Çin’in İngiltere’nin sömürgesi olduğu dönemlerde, Çin, ABD ve Avrupa arasında ticaret ve mali işlemler yapmak amacıyla başladı. İlk ismi Hong Kong Bankası idi. 1867’de Hong-Kong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu oldu. Uzun yıllar İngiliz sömürgeciliğinin Uzakdoğu’daki temsilcisi durumundaydı: HSBC aralarında HongKong Bankası’ndan sonra HonKong’un ikinci büyük bankası Hang Seng Bank, HongKong Malezya Bankası, Asya Yatırım Bankası, Cathay Pasifik Havayolları, ABD’nin en büyük yabancı bankası olan Marine Bankası ve Americas Inc., Kanada’nın en büyük yabancı bankası olan 100 şubeli Kanada HongKong Bankası, Körfezdeki en büyük yabancı banka olan İngiliz Ortadoğu Bankası, Avustralya HongKong Bankası, Suudi İngiliz Bankası ve Kıbrıs Halk Bankası gibi çok sayıda banka ve yatırım şirketinin sahibi. Grup bunların dışında İngiliz Arap Ticaret Bankasından Arjantin’de Banco Roberts ve Şili’deki Banco Santiago’ya kadar birçok banka, yatırım bankası ve diğer şirketlerde hisse sahibi. HSBC aynı zamanda İngiltere’nin Royal Bank of Scodland ile Standard Chartefed bankalarının önemli bir miktar hisselerinin de sahibi.
Devleşmesi özellikle 1980’lerden sonra oldu. Büyük patlamadan sonra Londra Borsası’nın en büyük işlemci firmalarında James Capel’i bünyesine kattı. Ardından 1987’de Midland Bank’ın yüzde 14,9 hissesini ele geçirdi. HongKong Bankası 1991’de diğer birçok şirket ve holdingleri de ele geçirerek HSBC Holdinglerini kurdu. Midland Bank’ı ele geçirmeyi önüne koydu ve kısa bir süre içinde, Nisan 1992’de de yuttu. HongKong’daki kişisel mevduatların yüzde 60’ının sahibi olan HSBC’nin bugün başta Çin, HongKong, Malezya, Uzak Doğu ülkeleri olmak Asya, Avustralya, Avrupa, Amerika, Afrika, Pasifik ve Ortadoğu bölgelerinde 78 ülkede faaliyet yürüten 5 bin 500’den fazla şube ve büroları var. HSBC’nin örneğin Hong-Kong’da 433, Malezya’da 50, Çin’de 14, Singapur’da 31, Japonya ve Endonezya’da 8’er, Hindistan’da 29, Avustralya’da 42, İngiltere’de 1792, Almanya’da 14, Güney Kıbrıs’ta 136, Türkiye’de 2, Brezilya’da 2004, ABD’de 452, Kanada’da 122, Peru’da 47, Arjantin’de 31, Suudi Arabistan’da 63, Birleşik Aran Emirlikleri’nde 15, Umman’da 5, Lübnan’da 5, Mısır’da 6, Zimbabwe’de 4, Güney Afrika’da 4 şube ya da bürosu var. (HSBC 1997 Yıllık Raporu)
HSBC’nin şirketleri dünyanın 5 kıtasında fabrika inşaatından, kanallar, barajlar, elektrik terminalleri inşa etmenin yanı sıra birçok yatırıma mali sponsorluk yapıyor, ülkelere ve büyük şirketlere uzun ya da kısa vadeli faizlerle kredi ve borç veriyor. HSBC’nin Asya Yatırım Bankası örneğin şu sıralarda Çin’in başkenti Pekin’in en büyük toplu konut inşaatı olan 1,7 milyar Hong-Kong doları değerindeki Pekin Kuzey Yıldızı projesinin finans koordinatörlüğü, mali danışmanlığı ve finans desteğini yapıyor. Dünyanın en büyük bankalarından olan HSBC şu anda Çin’in dışında Yunanistan’ın özelleştirme programı içinde en büyük payı elde etmekle meşgul. İngiliz bankası Yunanistan tarihinin en büyük satışı olacak 1,7 milyar sterlin tutarında mülk alıyor. Yine Mısır’da, 105 milyon sterlin sermayeli meşrubat üretim tesislerinin finans desteği HSBC tarafından yapılıyor. HSBC ile ilgili rakamlar bir ölçüde İngiliz emperyalizminin yaptığı sermaye ihracı ve dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesinin verilerini de oluşturmaktadır.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı gibi, yatırım banka, şirket ve tröstleri ile unit tröstlerinin esas rolü hisse senedi ve tahvil gibi menkul ve kıymetli evrak alıp satmak, yatırımlara kaynak sağlamak, yüksek faizlerle uzun ya da kısa vadeli borç para vermek ve komisyon karşılığında büyük tekelere danışmanlık yapmak, bilgi satmak.
Yatırım şirketi denilince büyük bankalar akla geliyor. Yatırım şirketlerinin ezici çoğunluğunu esas olarak, HSBC, Barclays, NatWest ve Lloyds-TSB’den oluşan dört büyük banka ele geçirmiş durumda. Büyük bankalar artık gizlice değil, doğrudan yatırım şirket, tröst ve unit tröstlerinin sahipliğini yapıyorlar.
Bankalar önlerine çıkarılan yasal engelleri aşabilmek için yatırım bankası, tüccar banka, tasarruf sandıkları, mevduat kabul evleri, unit tröstleri, yatırım tröst ve şirketleri gibi klasik bankacılık statüsüne uymayan yasal statü olarak belli farklılıklar taşıyan çok sayıda finans kuruluşunun arkasına gizlenmek ve aracı olarak onları kullanmak zorunda kalıyorlar. 1900’lerin başlarında, 1908’lerde Londra bankaları joint stock (anonim şirket) bankaları olup yerel bankaları yuttuktan sonra, kamuoyunda kendilerine karşı tepki oluşmaya başladı. 1890’lardan sonra, 1908’lerden 1926’lara kadar İngiltere’de çok güçlü işçi hareketleri oldu. Örneğin 1919–20 arasında, grevlerle 30 milyon iş günü kayboldu. Maden işçilerini desteklemek için işçilerin kendiliğinden başlattığı ve hareket tüm ülkeye yayıldıktan sonra TUC (İngiltere Sendikalar Konfederasyonu)’un başındaki sendika ağalarını da sahiplenmek zorunda bıraktıran ve milyonlarca işçinin katıldığı Mayıs 1926’daki 9 günlük genel grevle bu hareket doruk noktasına ulaştı ve daha sonra düştü. Bu güçlü işçi hareketi içinde, her şeyi ele geçirmekte olan bankalara karşı büyük tepkiler oluştu. Hareketin ardından 1929’da patlak veren emperyalist kapitalizmin büyük krizi sonucunda bu tepki daha da arttı. Tepki sonucu İşçi Partisi (Labour Party)’nin 1933’deki kongresinde finans ve sanayi tekellerinin kamulaştırılması önergesi büyük bir oyla kabul edildi. 1934’de parti programına petrol, kömür, demir-çelik, elektrik, ulaşım gibi temel sanayi kollarının yanı sıra topraklar ve bankaların kamulaştırılma maddesi konuldu ve bu politika açıkça savunulmaya başlandı. Bu sıralarda (1931-35 arasında), başta demir-çelik sanayi, gemi yapım – taşımacılığı., araba tekeli Rover vb. olmak üzere İngiliz sanayi tekellerinin hisselerinin büyük kısmı doğrudan bankalara aitti. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının sonunda, İngiliz işçi sınıfı emekçi kesimler arasında Sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu ile “Uncle Joe” (Co Amca) dedikleri Stalin’e karşı duydukları sevginin de etkisiyle sosyalizme karşı ilgi ve sempati arttı. 46 ve 47’de büyük işçi grevleri patlak verdi. Komünistler işçi sınıfı ve sendikalar içinde güçlü bir konuma gelmeye başladılar. Örneğin 1945–47 aralarında Araba ve Motor İşçileri Sendikası’nın 7- kişilik MYK’sının 2 tanesi, Elektrik İşçileri Sendikasının genel başkan ve genel sekreteri, İnşaat İşçileri Sendikasının genel başkanı, en büyük sendika Ulaşım İşçileri Sendikasının 38 kişilik MYK’sının 8 tanesi Komünist Partisi yöneticisi idi. Bu güçlü rüzgâr altında 1945’deki seçimleri İşçi Partisi çok büyük bir oy farkıyla kazandı. Tabandan gelen yoğun baskı sonucu hükümet programında temel sanayi kollarındaki büyük tekellerinin yanı sıra, dört büyük banka (Barclays, NatWest, Midland ve Lloyds) ile yatırım tröstleri, konut kredi birlikleri ve sigorta şirketleri gibi finans kuruluşlarının her birinden en büyüğünün kamulaştırılacağı açıklandı. İşçi Partisi “sosyal devlet” uygulamasını başlattı. Sanayi tekellerinin önemli bir kısmını kamulaştırdı; ancak bankalar ve diğer finans kurumlarına dokunmadı. Bununla birlikte bankalara birçok yasal kısıtlamalar getirildi. (P. Armstrong, A. Glyn, J. Harrison, Capitalism Since 1945, London, 1991)
İşte bankalara karşı oluşan bu tepkiler ve kamulaştırılma korkusu ile yasal kısıtlamalar bankaları gizlenmeye itti. Sanayi kuruluşları ile olan doğrudan bağlarını kesip, başka kurumlar aracılığı ile bu hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bankalar önlerine çıkarılan engelleri klasik Evrensel Bankacılık sisteminde olmayan kurumların arkasına saklanıp onları güçlendirerek aşıyorlardı. Ancak özellikle 1979’lardan itibaren getirilen yeni yasal düzenlemelerle bankaların önü giderek açılınca yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladılar. Bunun sonucunda çoğu kez arkasına gizlendikleri yasal statüde kısmi farklılıklar taşıyan yatırım şirketi, unit tröstü, yatırım bankası ile emekli fonu ve sigorta şirketlerini teker teker doğrudan bünyelerine katmaya giriştiler. Açıktır ki, bu süreç mali sermayenin yeni bir yoğunlaşmasını beraberinde getirmektedir. Finans kuruluşları arasındaki içice geçme yeni bir boyut kazanmakta, Anglo-Amerikan sistemine özgü bazı kuruluşlar, görüntüdeki ‘bağımsızlıkları’nı henüz yitirmemekle birlikte, fiiliyatta giderek ancak banka gibi klasik mali kuruluşlarla içice, onlarla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler. Buna rağmen güçleri azalmış da olsa, yine de belli sayıda yatırım şirketi, tröstü ve benzer iş yapan unit tröstleri varlıklarını sürdürüyorlar kuşkusuz. Haziran 1996’da kayıtlı 1600 unit tröstünün kontrolü altında 126 milyar sterlin tutarında para bulunuyordu. İngiltere Yatırım Tröst ve Şirketleri Birliğine üye 320 yatırım tröstünün elindeki para miktarı ise yine 1996 Haziranı itibarı ile 56 milyar sterlini buluyordu. National Saving denilen başka bir tür mevduat şirketlerinin elinde de Eylül 1996 itibarıyla 61 milyar 657 milyon sterlin birikmiş durumdaydı. Bu şirket ve tröstlerin hisselerinin önemli bir kısmı da yine büyük bankalara ait.

SİGORTA ŞİRKETLERİNİN DEĞİŞEN KONUMLARI
Sigorta şirketleri elbette ki yeni bir olgu değil. 1800’lü yıllardan beri varlıklarını sürdürüyorlar. Ancak önceleri gerek oynadıkları rol, gerekse de etkinlikleri bugünkü gibi değildi. Bugün finans kuruluşlarının en önemli unsurları arasına girdiler.
Devasa boyutlarda biriken sigorta primleri süreç içinde giderek birçok tekelin iştahını kabarttı ve bu kârlı alan hemen büyük tekellerin dikkatini çekti. Bankaların dışında, konut kredi birlikleri ve hatta büyük süpermarket grupları bile sigorta işi yapmaya başladılar. Örneğin bu sene içinde İngiltere’nin en büyük süpermarketler zinciri tekellerden olan Tesco, J Sainsbury ve Marks & Spencer yiyecek içecek işinin yanı sıra sigorta işi de yapmaya başladılar. Bu üç büyük süpermarket aynı zamanda konut kredi birliği-mortgage ve hisse ve tahvil alım satım işlerine de başladılar. Sigorta piyasasına en son giren tekel ise Virgin.
Özellikle son birkaç yıl içinde daha belirgin olmak üzere hayat sigortası şirketleri ile emekli fonları neredeyse aynılaştılar. Çoğu kere aynı işi yapar hale geldiler. Sınıflama yapılırken hangisinin sigorta şirketi, hangisinin emekli fonu olduğunu anlamakta yer yer zorlanıldığı olunuyor.
Bugün İngiltere’de, bankalar da dâhil, toplam 826 şirket sigorta işi yapıyor. Sigorta şirketi olarak kaydedilmiş ve İngiltere Sigortacılar Birliği (ABI)’ne kayıtlı sigorta şirketi sayısı ise 450. Bunlardan 200’ü sadece uzun dönemli hayat sigortası yapıyor. Geri kalanlar ise diğer sigortaları da yapıyorlar. 1994’de bütün işyeri ve şirketlere sigorta yaptırma koşulu getirildi.
Tüm hane sahiplerinin yüzde 65’i hayat sigortası yaptırmış bulunuyor. En büyük sigorta şirketi Prudential 1995 yılı rakamlarına göre, yalnız başına 9 milyona yakın kişiyi sigortalamış. Prudential yalnızca İngiltere’de değil, aynı zamanda ABD ve Kanada ile Asya ve Güney Pasifik ülkelerinde de sigorta alanının devleri arasında. Örneğin Prudential’ın ABD kolu olan Jackson National Life ABD pazarında ilk sigortalananlarının yüzde 28’ini, İtalya kolu Prudential Vita 12’sini, Hollanda kolu Prudential Leven 17’sini elinde tutuyor. Yine Prudential Avustralya, Prudential Yeni Zelanda ve Prudential İrlanda ve Kanada bulundukları ülkelerde sigorta piyasalarının en önemli unsurları arasında. Prudential’in 8 milyonu geçen “müşterilerinin” yüzde 58’i İngiltere dışında. Prudential o kadar büyüdü ki, 1 Ekim 1996’dan itibaren statü değiştirerek mevduat bankacılığı da yapmaya başladı.
Sigorta şirketlerinin kontrolü altında toplam 555 milyar 686 milyon sterlinlik (1995) uzun dönemli hayat sigortası parası birikmiş bulunuyor. Bunun sadece 72 milyar sterlinlik bölümü bir tek şirkete, yine Prudential’a ait. (Rakamlar ABI’ye ait)
En büyük 10 hayat sigortası şirketini sırasıyla: Prudential, Standart Life, Norwich Union, Commercial Union, Legal & General, Scottish Widows, Royal & Sun Alliance, Equitable Life, Allied Dunbar ve Scottish Equitable oluşturuyor.
Diğer alanlarda olduğu gibi sigorta sektöründe de tekelleşme ve yoğunlaşma hızla sürüyor. Örneğin 1996 yılında sigortacılık da yapan ve bugün banka olan en büyük konut kredi birliği Halifax, Clerical Medical ile Scottish Equitable ise Aegon ile birleşti. Konut kredi birlikleri, yatırım şirketleri ve diğer finans kurumlarında olduğu gibi füzyon ve bankalar tarafından ele geçirilme sonucu sigorta şirketi sayısı da önümüzdeki 3–4 yıllık kısa süre içinde hızla azalacak. The Financial Times’a göre toplam sigorta şirketi sayısı 2000’li yılların başında 40’a kadar düşecek.
Genel sigorta şirketlerinin kasasında 1995’de 36 milyar 800 milyon sterlin birikmiş durumdaydı. Yalnızca 1996 yılında 510 milyon sterlinlik genel sigorta yaptırılmış. Bunun konularına göre dağılımı şöyle: yüzde 33’ü mülk, 30’ü motor-araba, 14’ü kaza, 11’i kıymetli evrak, 11’i parasal zarar, 1’i de seyahat sigortası. (Insurance Statistics, Association of British Insurers)
Sigorta şirketleriyle bankalar arasında da bir içice geçme görülüyor. Bu arada her birinin doğrudan kendilerine ait bir ya da birkaç sigorta şirketi olmasının yanı sıra bankalar, diğer sigorta şirketlerine ait hisselerin bir kısmını da ellerinde bulunduruyorlar. Örneğin en büyük sigorta şirketlerinden Guardian’ın önemli bir kısım hissesinin sahibi geçen sene NatWest Bankacılık grubu tarafından yutulan Hambros Bank’ın elinde bulunuyordu. Yine Scottish Widows, Direct Line ve Royal Scottish Assurance sigorta şirketlerin bir kısım hisselerinin sahipliğini Royal Bank of Scodland yapıyor. En büyük tütün tekeli BAT Industries’in bünyesinde bulunan Allied Dunbar sigorta şirketinin önemli bir kısım hissesinin sahipliğini aynı zamanda HSBC yapıyor.

EMEKLİ FONLARI (PENSION FUNDS)
Anglo-Amerikan sisteminde, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde olmayan ya da henüz önemli hale gelmeyen yeni bir yapı var: İngilizce pension funds denilen emekli fonları.
Her yerde olduğu gibi İngiltere’de de başta işçiler olmak üzere emekçiler yaşlanıp emekli olduklarında yaşamlarını bir nebze olsun garantiye alabilmek için çalıştıkları süre boyunca sigorta primi öderler. 40 yıl süresince her ay maaşlarından sigorta primi kesilin Ülkemizde bu işi SSK ve Emekli Sandığa İngiltere ve ABD gibi ülkelerde ise esas olarak büyük tekeller yapıyor. İngiltere’de emeklilik işlemlerinin önemli bir kısmı emekli fonları tarafından yürütülüyor. Kalan küçük bir kısım da devlet emekliliği olarak DSS (Sosyal Güvenlik Bakanlığı – bazı yönleriyle bizdeki SSK’ya benziyor) tarafından yürütülüyor.
1900’lü yılların başına kadar dünyanın en güçlü ekonomisine sahip en büyük emperyalist ülkesi İngiltere’de devlet uzun süre emeklilik işlerine karışmadı. 1900 yılında 38 milyon nüfuslu ülkede 6 milyonu imalat sanayisi, 2,5 milyonu tarım, 1 milyonu madencilik, 1 milyonu inşaat vb. sektörlerde çalışmak üzere toplam 18 milyon işçi varken 1908’e kadar devlet emeklilikle uğraşmadı. O zamana kadar zanaatkâr ve işçi birlikleri ile sendikalar ve işçilerin aralarında kurdukları “dostluk ve dayanışma dernekleri” (friendly society) topladıkları fonlardan yaşlı, hasta ya da çalışamayan işsiz işçilere yardımlaşma -emeklilik- ücreti ödüyorlardı. Örneğin, ayakkabıcılar, dokumacılar, terziler, madenciler, demir-çelik işçileri, vb. kendi aralarında dayanışma fonları kurmuşlardı. Her sektörün ya da her büyük fabrikanın işçileri kendi fonlarını oluşturmuşlardı. Bu fonların kontrolü işçi temsilcileri ve sendikalar ortaya çıktıktan sonra da sendikacılar tarafından yapılıyordu. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren emekli fonu konumundaki bu işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma dernekleri hızla çoğaldı. 1914’lere gelindiğinde bu birlik ve derneklerin milyonlarla ifade edilen üye sayıları vardı. İşçiler kendi emeklilik ve sosyal güvenliklerini kendi kurdukları fonlarda maaşlarından ödedikleri primlerle kendileri düzenliyorlardı.
1908’e gelindiğinde yükselmekte olan işçi hareketinin etkisiyle devlet emeklilik işine el atmak zorunda kaldı. 1908’de çıkarılan bir yasa ile 70 yaşından büyük ve yıllık geliri 21 sterlin’den az olan herkese haftada 5 sent emekli ücreti ödemeye başlandı. Emeklilik ücretleri bütçeden karşılanıyordu. Daha sonra yasa kapsamına 1911’de hastalık ve sınırlı sayıda işsizlik ile 1926’da dul ve yetimler de eklendi.
İngiltere’de 1892 ve 93’ten sonra özellikle 1908, 1911, 1912 ve 1913’te ve Sovyet devriminin de etkisiyle 1919–23 arası ve 1926 yıllarında çok büyük işçi grevleri meydana geldi. Dikkat edildiğinde 1908, 1911 ve 1926’da çıkarılan bütün bu emeklilik yasalarının işçi hareketinin en güçlü olduğu dönemlerde çıkarılmış olduğu görülecektir. Emeklilik yasaları işçi hareketinin zorlamasıyla ortaya çıktı.
1927’ye kadar emekli yaş sınırı hâlâ 70 idi. 27’de 65 oldu. Oysa 1901’de İngiltere’de ortalama ömür erkeklerde 45,5 kadınlarda 49 idi. Aynı oran 1931 ‘de erkeklerde 57,7, kadınlarda 61,6 olmuştu. Her iki dönemde de bu oran işçiler arasında çok daha düşüktü. Ağır iş koşulları yüzünden işçilerin çoğu daha 35 yaşına gelmeden ölüyorlardı.
Devletin yürütmeye başladığı kısmi emeklilik işlemlerinin yanı sıra tekelleşme ve yoğunlaşmanın artmasıyla işçilerin büyük çoğunluğu da az sayıda tekelin fabrika ve işyerlerinde yoğunlaştılar. İşçilerin kurdukları dostluk ve dayanışma dernekleri giderek sadece o tekelin işçilerini kapsayan emekli fonları haline geldiler. Böylece devletin uygulamaya başladığı emekliliğin dışında hemen her büyük sanayi tekelinin bünyesinde emekli fonları (mesleki emeklilik) oluşmuştu. Imperial Chemical Industries (ICI), British Rail, British Steel, British Post Office, Ulusal Kömür Kurumu, British Petrol, Unilever, Barclays Bank, National Westminster Bank’ın emekli fonları gibi. Her tekel kendi işçilerinin fonlarını kendisi topladı ve kullandı. Kısa zamanda en büyük emekli fonları en büyük sanayi işletmelerinin fonları oldu. Zanaatkâr ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma dernekleri döneminden beri fonlarda biriken paralar bankalarda biriktiriliyordu. Bu yüzden daha ilk ortaya çıkışlarından itibaren emekli fonları ve fon yöneticisi işçi temsilcilerinin bankalarla çok yakın ilişkileri oldu.
Daha önce çıkarılan yasalara rağmen emeklilik esas olarak 1942’de Sii William Beveridge’in raporuna dayanılarak hazırlanan ve 46’da yasalaşan Beveridge planı ve 48 Ulusal Sigorta Sistemi ile başladı. Daha önceleri emekli fonlarının yönetiminde bir standart yoktu.
Mesleki emeklilik planı üç kesimi temel alıyordu: işçi, işveren ve devlet. Bu yüzden işletmelerin emekli fonlarının yönetiminde de işçi, işveren ve devlet temsilcileri yer alıyordu. Önceleri işçi temsilcilerinin fon yönetimindeki oranları yüksekti. Giderek yapılan yeni düzenlemelerle işçi temsilcilerinin yönetimdeki payları sürekli düşürüldü, işveren temsilcileri ve mali danışmanların (banka temsilcileri) payları giderek artırıldı. İşçi temsilcileri ve sendikacıların baştan beri emekli fonları yönetiminde yer almaları işçi aristokrasisinin güçlenmesinde çok önemli bir rol oynadı.
Mesleki emeklilik 1900’lü yılların başından beri olmasına rağmen esas olarak 1950’li yılların sonlarından itibaren güçlendi. 2. Emperyalist Savaş’ın hemen ardından yükselen işçi hareketi ve sosyalizmin artan prestiji sonucu çok büyük bir farkla seçimi kazanan İşçi Partisi, bankalar dışında, söz verdiği kamulaştırmaları yapmak zorunda kaldı. Bütün büyük tekeller kamulaştırıldı. (Bilindiği gibi, kamulaştırılan tekeller sonradan yeniden özelleştirildi Böylece, savaştan tahrip olmuş işletmelerin yeniden inşa edilmesinin yükü de tekellerin sırtından alınmış, bütün bu giderler kamu kaynaklarından karşılanmış oldu!)
Kamulaştırılan tekellerin emekli fonları yönetimlerine daha da güçlendirilmek adı altında daha fazla sayıda mali danışman atandı. Bu mali danışmanlar çoğunlukla büyük bankaların temsilcileri oldular. Bankalar yaptıkları yatırım ve sermaye ihracının önemli bir kısmını kendi kasalarında bekleyen bu fonlardan karşıladılar.
1970’li yıllarda İngiltere’de büyük grevler başladı. 72 genel grevinin ardından 74 ve 79’da büyük grevler patlak verdi. İşçiler diğer taleplerin yanı sıra emeklilik ücretlerinin artırılmasını da istediler ve bir kısmını da kabul ettirdiler. Bundan telaşa kapılan mali sermaye emekli fonlarının kontrolünü doğrudan ele aldı. 1975 ve 79’da bankalar ve mali danışmanların önerdiği taslak üzerine yeni bir Sosyal Güvenlik ve Emeklilik Yasası çıkarılarak bankaların doğrudan kontrolü almalarına olanak tanındı.
Bankaların 80’li yılların ortalarından itibaren, dolaylı değil de giderek doğrudan emekli fonlarını ele geçirmeleriyle birlikte emekli fonlarının etkinlikleri hızla artmaya başladı. Örneğin, emekli fonları 1963’te İngiltere’deki toplam hisse senetlerinin sadece yüzde 6,4’üne sahipken bu oran 1975’te 16,8, 1990’da 31,4, 1992’de de 34,7’ye ulaştı. 1997’nin ikinci çeyreği sonunda emekli fonları toplam hisse senetlerinin yüzde 56,1’ine sahipken 1997’nin üçüncü çeyreğinde yüzde 58,8’ini ele geçirdiler. Aynı dönemde İngiliz emekli fonları diğer ülkeler bir yana sadece ABD’deki toplam hisse senetlerinin yüzde 4,3’ünün sahibi haline geldiler. Fonların ABD’deki yatırımları oranı 1997’nin ikinci çeyreği sonunda yüzde 3,3 idi. (The Financial Times, 5 Kasım 1997) Sadece üç ay içinde ABD’deki toplam hisselerin yüzde 1’ini daha ele geçirmişler.
Görüldüğü gibi, kasalarında milyarlarca sterlin değerinde kıymetli evrak ve hisse biriken emekli fonlarının hissesini almadıkları, ortağı olmadıkları şirket, tekel yok gibi. Korkunç bir açgözlülükle her şeyi ele geçiriyorlar. Emekli fonlarının bankacı yöneticilerinin yaptıkları bir tek şey var: City’de, Londra Borsasında üs kurup sürekli hisse senedi ve tahvil satın almak, yatırım yapmak. Londra borsasında en fazla yatırım yapan en büyük 50 yatırımcı ve işlemci şirketin satın aldığı hisse senedi ve tahvilin yüzde 50’sinden fazlasını sadece 12 emekli fonu yöneticisi satin alıyor.
Emekli fonlarının üyesi olduğu Institutional Fund Managers Association (IFMA)’ya göre, 31 Mart 1997 tarihinde emekli fonlarının kontrol ettiği sermaye miktarı yaklaşık 1,8 trilyon sterlin (1 trilyon 755 milyar 200 milyon sterlin)’e ulaştı. Bu miktar 1996’da 1 trilyon 492 milyar, 1995’te ise 1 trilyon 86 milyar sterlin idi. Görüldüğü gibi emekli fonları her yıl 300- 400 milyar sterlin kadar daha zenginleşiyorlar.
Emekli fonları içinde de yoğunlaşma hızla sürüyor. 31 Mart 1997’da, IFMA’ya üye 81 emekli fonundan en büyük yüzde 25’ini oluşturanlar toplam 1 trilyon 161,3 milyar sterlin ile toplam yatırımların yüzde 66’sını (bu oran 1995’te 60 idi) elinde tutuyorlar. En küçük 25’ini oluşturanlar ise 56,5 milyar sterlin ile toplamın sadece yüzde 3,5’ine sahipler. Emekli fonlarının her biri tek başlarına 800 milyon ile 212 milyar sterlin arasında bir sermayeyi kontrol ediyorlar. (IFMA, 1997 Survey)
Bu kadar büyük sermayeyi kontrol eden emekli fonlarının arkasında başta bankalar olmak üzere diğer finans kuruluşları var. Du kuruluşlar, daha zanaatkar ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma derneklerinin fonları durumundayken emekli fonlarına büyük ilgi göstermeye başlamışlardı. Bu büyük miktardaki paraları tümüyle ele geçirmek, daha fazla para getiren para haline sokmak için çeşitli yollar denediler.
Richard Minns’e göre 1975-78 yıllarında emekli fonlarının hisselerinin yüzde 33’ü “içeriden”, kendileri tarafından, yüzde 67’si ise “dışarıdan”, başta bankalar olmak üzere finans kurumları tarafından; yüzde 25’i borsa işlemci ve aracı şirketleri, kalan yüzde 10’u ise diğer sanayi tekelleri ve kuruluşları tarafından kontrol ediliyordu. Başka bir kıyaslamaya göre ise, özel sektör fonlarının yüzde 72’si, kamu sektöründeki fonların ise yüzde 60’ı finans kuruluşları tarafından kontrol ediliyorlardı. (Richard Minns, Pension Funds and British Capitalism, Heinemann, London, 1980, s. 33, 34, 35, 36)
Bugün en büyük 10 emekli sandığının isimlerine baktığımızda, emekli fonlarının sahibinin söz konusu mali kuruluşlar olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. En büyük 10 emekli fonu: Mercury, Gartmore, PDFM, Schröder, BZW (Barclays grubuna ait), Morgan Grenfell, Baring, Prudential (aynı zamanda en büyük sigorta şirketi), Fleming ve Baillie Gifford’dan oluşuyor. Görüldüğü gibi hemen hepsi de banka ya da eski tüccar banka, sigorta şirketi (Prudential) ya da yatırım şirketlerinin isimleri. Oysa 1983’te, özelleştirme furyasının henüz başladığı dönemde en büyük 10 emekli fonunun isimleri büyük tekellerin isimlerini taşıyordu: Post Office, National Coal Board, Electricity Supply, British Rail, British Steel, British Gas, Barclays Bank, British Petroleum, Shell, National Westminster Bank.
1979’lardan itibaren önlerindeki yasal kısıtlama ve engeller teker teker kaldırılmaya başlanınca özellikle bankalar hızla harekete geçtiler ve emekli fonlarını doğrudan ele geçirmeye başladılar. Örnek olması için, en büyük iki emekli fonundan biri olan Gartmore’u, yıllık raporuna dayanarak daha yakından inceleyelim:
1996 sonunda Gartmore, Shell’in yüzde 6,4, British Telecom (BT)’un 4,8, BAT (Tütün tekeli)’m 4,5, GlaxoWellcome’m 4,0, Anglian Water’un 4,1, British Aerospace (BAe- Uçak ve silah tekeli)’in 2,5, ICI (Kimya tekeli Vm 2,2, NatWest’in 3,8, BZW (Barclays Bank)’nin 3,1, Abbey National Bank’ın 2,8 ve General Accident (Sigorta Tekeli)’nin 3,8 hissesini elinde bulunduruyordu. Gartmore’un hisselerinin ise, yüzde 47,7’si Barclays Bank’a, 8,8’i National Westminster Bank’a, yüzde 29,9’u da en büyük sigorta şirketi olan Prudential’a aitti. Ancak Şubat 1997’de National Westminster Bank (NatWest) atağa geçerek herkesi geride bıraktı ve Gartmore’un bütün hisselerinin tamamını satın aldı. Artık İngiltere’nin en büyük ikinci emekli fonu tamamıyla NatWest Bank’a ait. Aynı şekilde Schroder’i de HSBC satın aldı. Diğer emekli fonlarının durumu da Gartmore ve Schröder’den aşağı kalmıyor. Her emekli fonunun arkasında doğrudan ya da dolaylı olarak bir ya da birkaç banka bulunuyor.
Bankalar emekli fonlarını ele geçirirken emekli fonları da bankaları ele geçiriyor. Örneğin altıncı büyük banka Royal Bank of Scodland’ın en büyük iki hissedarı en fazla sermayeyi kontrol eden İngiliz emekli fonu Mercury ile ABD’nin büyük emekli fonlarından Tiger. Bütün tekeller iç içe geçmiş durumdalar.
Konut-Kredi Birliklerinde olduğu gibi, yükselen işçi hareketi sonucu işçi sınıfının kazanımı olarak ortaya çıkan emeklilik ve emekli fonlarında biriken devasa boyutlardaki para mali sermaye tarafından kısa zamanda finans kaynağı olarak kullanılmaya başlandı ve fonlar bugün mali sermayenin en temel kurumlarından birisi oldu. Diğer bir anlatımla mali sermaye, işçi sınıfının yarattığı kurumları kendisinin en gözde kurumlarından birisine dönüştürdü. Bugün emekli fonu örtüsünü takınmış bankalar bu ad aracılığıyla 1,8 trilyon sterline (520 katrilyon TL) yakın bir sermayeyi kontrol ediyorlar.
The New Left Review dergisinin editörü Robin Blackborn boşuna “Emekli fonlarını kontrol edebilsek bütün dünyayı kontrol ederiz.” demiyor.
Emekli fonu adı altındaki mali kuruluşlar, işçi ve emekçilerin ödedikleri primlerden 1,8 trilyon sterlinlik bir sermayeye sahip olurken işçi ve emekçilere ne veriyorlar? 40 yıl boyunca sigorta primi ödedikten sonra 65 yaşını aşıp emekli olduklarında işçi ve emekçileri yine yoksulluk bekliyor. Emekli ücretleri komik denilebilecek rakamlarla ifade ediliyor. Nisan 1997-Nisan 1998 arasında DSS tarafından belirlenen haftalık devlet emekliliği ücreti tek kişi için 62 sterlin 45 penny. Eğer emeklinin eşi de varsa iki kişi için 99.80 sterlin ödeniyor. İngiltere’de, örneğin Londra’da, ortalama bir semtte, oturulabilecek iki oda bir salon normal bir evin haftalık kirası 130–150 sterlin. Bir paket sigaranın fiyatı 3 sterlinin üzerinde, bir ailenin bir haftalık elektrik ve gaz gideri ise en azından 15–20 sterlin.

KONUT-KREDİ BİRLİKLERİ (BUILDING SOCIETIES)
Anglo-Amerikan sistemini diğerlerinden ayıran yapılardan birisi de Türkçeye konut kredi birlikleri ya da yapı kooperatifleri olarak çevirebileceğimiz building society’ler. Building society’ler isminden de anlaşılacağı gibi konut alım-satımı yapıyor, kredi veriyorlar. Ev almak isteyenlere evlerini ipotek ettikten sonra yüksek faizle kredi veriyor ya da kendi ellerindeki evleri ipotekleyerek satıyorlar. Evi alan borçlular 20–30 yıl boyunca her ay ipotekli taksit (mortgage) ödüyorlar. İlk bakışta sanki çok önemli değilmiş gibi görünen bu mortgage sisteminin 58 milyon nüfusu olan İngiltere’de 10,5 milyon kişi (1995 rakamı) ya da ailenin 30 yıl boyunca her ay en az 300–400 sterlin mortgage ödediği göz önüne alındığında mali sermaye için ne büyük bir kaynak yarattığı daha iyi anlaşılıyor. Arkalarında banka olan konut kredi birlikleri ya da artık doğrudan mortgage işi de yapan bankaların kasasına yalnızca bu işten her ay 3–5 milyar sterlin giriyor.

Kimler İpotekli Konut İşi yapıyor?
Konut Kredi                     Sigorta Şirketleri
Yıllar         Birlikleri     Bankalar     Belediyeler     ve Emekli Fonları
(%)        (%)        (%)        (%)
1970        76,5        3,6        9,0        10,2
1975        75,5        5,2        11,5        6,1
1980        81,4        5,5        7,3        3,9
1985        76,3        15,6        2,9        2,1
1990        59,9        29,0        0,6        1,6
1995        57,3        35,8        0,04        0,6
(Kaynak: The Economist)

Konut kredi birlikleri de yukarıda emekli fonlarında gördüğümüz gibi zanaatkâr ve işçi birlikleri ile dostluk ve dayanışma derneklerinin bir kolu olarak sanayi devrimiyle birlikte 18. yüzyılda yapı kooperatifleri olarak ortaya çıktılar. Bir araya gelen işçiler ev sorunlarını çözmek için kooperatifler kurdular. Bu birlikler 1836’dan itibaren yasallaştılar. Emperyalizmle birlikte, mali sermayenin, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesi sonucu, farklı bir sermaye türü olarak ortaya çıkmasıyla, emekli fonları gibi işçilerin kurdukları bu kurumlar da giderek mali sermayenin doğrudan kurumları ye en büyük finans kaynaklarından birisi haline geldiler.
1994 rakamlarına göre İngiltere’deki 23,6 milyon evin 15,8 milyonunda (yüzde 67) “sahipleri” oturuyor. Bu evlerin en azından üçte ikisi (11 milyona yakını) ipotekli ve “sahipleri” her ay konut kredi birlikleri ya da bankalara taksit ödüyor. Kiracı sayısı ise sadece 7,8 milyon (yüzde 33).
Kâr marjı yüksek ev piyasası giderek tümüyle bankaların eline geçiyor. Bankalar konut kredi birliklerini yutuyor ya da konut kredi birlikleri kendileri bankalaşıyorlar. 1970’de 273 olan konut kredi birlikleri sayısı 1994’de 96’ya 1997 başında ise 77’ye düştü. Yalnızca konut kredi birliklerinin sayıları hızla azalmıyor, belediyeler de devreden çıkarak ellerindeki, yoksulların az bir kirayla oturdukları toplu konutları satıyorlar.
1989’da bankalar tüm yeni mortgage piyasasının yüzde 25’ini elinde tutuyor ve bundan 500 milyarlık bir gelir elde ediyorlardı. Bu oran 1995’de yüzde. 35,8’i buldu. Bugün yüzde 50’yi geçtiği belirtiliyor. Bu da sadece doğrudan banka olarak 1 trilyonun üzerindeki bir paranın kontrolü anlamına geliyor. Geri kalan yüzde 50’lik kısmın elindeki öteki 1 trilyon sterlin de yine dolaylı yollardan konut kredi birliklerinin kendilerini gizleyen sahipleri olan bankaların kasasına gidiyor.
Ev sahibi olma hayali ile yıllarca aksatmadan her ay taksit ödeyen ve işten atılır ve taksit (mortgage)’lerini ödeyemez korkusu ile grev, direniş yapmaksızın her koşulu göze alıp çalışan işçi ve emekçiler bu kadar çabaya rağmen sonunda yine de ev sahibi olamıyorlar. The Economist dergisinin araştırmalarına göre, 1995 yılı içinde taksitlerini bitirip ev sahibi olmaları gereken mortgage ödeyenlerin yüzde 49,4’ünün evlerine banka ya da konut kredi birlikleri tarafından el konulmuş. Gerekçe basit: Taksitlerini bir iki ay geciktirmek. Bu oran 1992’de yüzde 68,5’e, 1991’de ise yüzde 75,5’lere kadar yükselmiş. İngiltere’de 1994 yılı içinde yalnızca 88 bin kişi evlerini geri alabilmek için banka ya da konut kredi birlikleri ile mahkemelik olmuşlar. Bu rakama İskoçya ve Kuzey İrlanda dâhil değil. İstatistik yalnızca İngiltere ve Galler’i kapsıyor.
1986’da Konut Kredi Birlikleri Yasasında değişiklik yapılıp bu şirketlere plc, (halka açık limited şirket anlamına gelen public limited company, “halka açılan” ve hisse senedi çıkaran en az 50 bin sterlin sermayeli şirket, bizdeki karşılığıyla anonim şirket) olma hakkı tanındıktan sonra İngiliz mali sermayesinin konut kredi birlikleri bölümünde hızlı bir yapı değişikliği yaşanmaya bulandı.
Bu değişiklik üç yolla oluyor:
1) Büyük konut kredi birlikleri yapılarını değiştirip banka haline geliyorlar. Örneğin İngiltere’nin motgage piyasasının önemli bir kısmını elinde bulunduran en büyük konut kredi birliği Halifax, Ağustos 1995’de Leeds Permanent ile birleşti ve daha sonra da konut kredi birlikleri statüsünü terk edip konut işi de yapan banka haline geldi. Halifax’la birlikte mortgage pazarının önemli bir kısmını elinde bulunduran diğer üç konut kredi birliği Woolwich, Alliance & Leicester ve Northern Rock da bu yıl içinde banka haline geldiler. Üç konut kredi birliği devinden sonra bugün piyasadaki en büyük konut kredi birliği olarak kalan Nationwide’ın da Halifax, Woolwich, Alliance & Leicester ve sigorta devi Prudential’ın yolunu izleyerek önümüzdeki yakın zamanda banka haline gelmesi ya da Royal Bank of Scodland tarafından yutulması bekleniyor.
2) Konut kredi birlikleri bankalar ya da sigorta şirketleri ile füzyon yapıyor ve birleşiyorlar. Daha doğru bir tanımlama ile banka ya da sigorta şirketleri tarafından yutuluyorlar. Örneğin Ağustos 1995’te Cheltenham & Gloucester konut kredi birliği Lloyds bankası tarafından yutuldu. Lloyds kısa bir süre sonra da İngiltere’nin büyük bankalarından TSB’yi de yutmuş ve Lloyds-TSB adını almıştı. Yine, National & Provincial konut kredi birliği, Ağustos 1996’da Abbey National Bankası tarafından, Bristol & West birkaç ay önce Bank of Ireland tarafından, Midshires de bu kasım ayında Royal Bank of Scodland tarafından yutularak konut kredi birlikleri dünyasından çekildiler.
3) Orta ölçekli konut kredi birlikleri bazı servislerini finans kuruluşlarına sattıktan sonra başka iş yapmaya başlıyor ve konut kredi birlikleri dünyasını terk ediyorlar.
İngiliz ve Amerikan mali sermayesi yeni bir yapı değişikliğine gidiyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde konut, kredi birliklerinin önemli bir kısmı hızla bankalar tarafından yutulacak, en irilerinin kendileri de banka haline gelecekler. Olgulara ve artık pek gizli yanı kalmamış bankalarla konut kredi birlikleri arasında süren gizli görüşmelere bakıldığında konut kredi birliği yapısının giderek ortadan kalkmakta olduğu söylenebilir. İngiliz bankaları sigorta ve emeklilik gibi mortgage piyasasını da ele geçirerek tüm para sermayenin doğrudan tek sahibi oluyor ve klasik evrensel bankacılığa doğru yöneliyorlar.

MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİ
Şimdiye kadarki birçok örnekte ve gittikçe hızlanan birleşme ve füzyonlarda tekellerin alabildiğine iç içe geçtiğini gördük. Bu iç içe geçiş öylesine girift bir hal almış durumda ki bir tekelin sınırının nerede başlayıp nerede bittiğini izleyebilmek çoğu kere oldukça zor oluyor. Banka, sigorta şirketi, emekli fonu, konut kredi birliği ve yatırım şirketi vb. gibi finans tekelleri ile büyük sanayi tekellerinin yer yer ayrı tekellermiş gibi görünmesi bir şeyi değiştirmemektedir. İlk bakışta bazen böyle imiş gibi görünmesine rağmen yakından bakıldığında sanayi tekellerinin sahiplerinin arasında banka ve diğer finans tekellerinin, banka ve diğer finans tekellerinin sahipleri arasında da büyük sanayi tekellerinin olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Ama yazımızın önceki bölümlerinde ve özellikle de bankalar ve emekli fonlarının incelendiği bölümlerde belirttiğimiz gibi, bankalara oluşan tepki ve getirilen kısıtlamalar sonucu bankalar daha çok da sanayi ile ilişkilerini saklamaya özel bir çaba harcadılar. Örneğin 1931–35 arasında İngiltere Gemi Taşımacılığı Filosunun yüzde 15’i bir tek bankaya, Midland Bank’a, Otomotiv tekeli Rover’in önemli bir kısmı Lloyds Bank’a aitti. 10 büyük demir-çelik tekelini ise yine dört büyük banka aralarında paylaşmışlardı (Will Hutton, The State We’re In, London, 1995) ve Almanya’da somutlaşan klasik evrensel bankacılık sisteminde olduğu gibi bu ilişkilerini saklama gereğini de görmüyorlardı. Ancak oluşan tepki ve getirilen yasal kısıtlamalar sonucu bankalar özellikle sanayi ile olan içice geçmişliklerini saklama yoluna gittiler. 1980’lerde başlatılan özelleştirme furyasında bugün İngiltere’nin en büyük imalat sanayi ve hizmet tekelleri olan British Steel (BS), IC1, British Petroleum (BP), British Aerospace (BAe), British Telecom (BT), Cable & Wireless, British Rail, British Airways (BA) gibi eski kamu kuruluşlarının hisselerinin bir kısmını aileler, bir kısmını yatırım ve sigorta şirketleri, unit tröstleri, hayır kurumları (charity’ler), bir kısmını emekli fonları, bir kısmını da bankalar satın aldılar. Geçtiğimiz 15 yıl içinde ilk anlarda işçi ve emekçiler tarafından alınmış hisselerin önemli bir kısmını da ele geçirdiler. Daha önce de verilen, sanayi tekelleri de dâhil, 1997’nin üçüncü çeyreği sonunda İngiliz şirketlerinin toplam hisselerinin yüzde 58,6’sının emekli fonlarının elinde, emekli fonlarının sahiplerinin de bankalar, yatırım şirketleri, sigortalar vb. olduğu örneği tekrar hatırlandığında sanayi tekellerinin sahiplerinin de kimler olduğu daha net ortaya çıkmaktadır. Yine hatırlanacağı gibi, şirketlerin geri kalan hisseleri de sigorta şirketleri, yatırım şirket ve tröstleri ile doğrudan bankalar ve diğer sanayi tekellerinin ellerinde bulunuyor.
Örneğin British Steel’in hisselerine baktığımızda bu aldatmacayı açıkça görüyoruz. Demir-çelik tekelinin hisselerin yüzde 7’si kişi ve ailelere (ailelerin kurum olarak değil, sadece kişi olarak aldıkları hisse oranı), yüzde 1,53’ü sigorta şirketlerine, 0,75’i emekli fonlarına, 0,01’i de bankalara ait. Hisselerin yüzde 84,68’i ise nomine şirket denilen başkaları adına iş yapan paravan şirketlere ait. Paravan şirketlerin asıl sahipleri de çoğu kez bankalardır. Nitekim British Steel’in hisselerinin yaklaşık yüzde 85’ine sahip olan paravan nomine şirketlerin arkasındaki en büyük güç, İngiltere’nin en büyük yatırım bankası HSBC. British Petrol (BP)’de de aynı şeyi görüyoruz. Kişi ve ailelerin payı yüzde 7,1, sigorta şirketi ve emekli fonlarının sırasıyla yüzde 6,5 ve 3,3, banka ve paravan nomine şirketlerin ise 76,2. (Bu oran içinde-Kuveyt devletinin yüzde 9,44’lük hissesi de yer alıyor). BP’nin arkasında da Barclays bankacılık grubu ile İngiliz-Alman ve Amerikan banka ve sanayi tekelleri bulunuyor. Uçak ve silah tekeli British Aerospace (BAe), kimya tekeli Imperial Chemical Industries (ICI), ilaç tekeli GlaxoWellcome, telekomünikasyon devi British Telecom (BT) vb.nin hangisine baksak aynı şeyi görüyoruz. Aynı durumu bankalarda da görüyoruz. NatWest’in hisselerinin yüzde 10,89’u kişi ve ailelere, 7,07’si sigorta şirketlerine, 3,21’i emekli fonlarına, 4,79’u bankalar ve diğerlerinde olduğu gibi 70,06’lık bölümü yine paravan nomine şirketlere ait. Aynı paravan nomine şirketler Barclays grubunun da yüzde 73,05’ine sahipler.
Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesi, hisselere sahip olunmanın yanı sıra, doğrudan bir sanayi tekeli grubunun bünyesinde banka, emekli fonu ve sigorta şirketi de bulunması şeklinde de oluyor. Örneğin, British-American Tobacco Industries (B. A. T. Ind.), İngiltere’nin birinci, dünya’nın ise Molboro’nun sahibi Amerikan Philips Morris’den sonra ikinci sigara ve tütün tekeli. Neredeyse bütün sigaraları üretiyor. Yalnız başına 555’in Çin’deki satışı bile onlarca ülkedeki satışa bedel. Çünkü pazara yeni girmesine rağmen 555, Çin’de en çok tutulan sigara olma özelliğini kazandı. Sadece 60 ülkede ya tümü kendisine ait, ya da az sayıda ülkede hissesinin önemli bir kısmına sahip olduğu sigara fabrika ve şirketleri var.
Ancak, BAT Ind. grubu yalnızca tütün ve sigara üretimi işiyle uğraşmıyor. Bankacılıktan sigortacılığa, emekli fonu, yatırım şirketi ve konut kredi birliğinden lokanta, otel işletmeciliğine kadar her türlü işi yapan yüzlerce büyük şirketi var. Şirketlerinin birçoğu kendi alanında büyük bir tekel. Örneğin İngiltere’nin önde gelen sigorta ve yatırım şirketlerinden Allied Dunbar ile sigorta şirketi ve emekli fonlarından Eagle Star, BAT Ind.’e ait. Bu anlamda BAT Ind.’e tekellerin tekeli demek yanlış olmaz. Papua Yeni Gine’den Şili’ye, Kanada’dan Kıbrıs’a kadar 5 ayrı kıtaya kolları uzanıyor.
Bu sefer de yine grubun yıllık raporundan kendi hisselerinin nasıl dağıldığına bakalım; BAT Industries (Sanayileri)’nin 31 Mart 1997 itibarıyla, 145 bin 905 hisse sahibinin arasında dağılmış 3 milyar 98 milyon 47 bin 131 hisse’si var. Bu 143 bin 905 hisse sahibinin dağılımı ise şöyle:

Hisse tipi             Hisse hesap sayısı     Hisselerin oranı
Kişilere ait            102 925        % 9
Şirket ve kurumlara ait    40 980            %91

Sahip oldukları hisse miktarlarına göre hisse sahipleri arasındaki dağılımı da aşağıdaki tablo göstermektedir.

Hisse miktarı (sterlin)     Toplam hesap sayısı        Toplam içindeki oranı
1-1999                85348                2   
2000-9999            49042                6
10000-199999            8308                8
200000-499999        505                5
500000 ve üzeri        702                79
Toplam            145905            100
(Kaynak: BAT Ind. 97 Yıllık Raporu)

Görüldüğü gibi 5 kıtada, 65 ayrı ülkede en azından 114 ayrı şirketin sahibi olan BAT Ind. (İngiliz Amerikan Tütün Sanayileri) grubunu da aralarında diğer şirketler paylaşmışlar. Kişiler BAT’ın sadece yüzde 9’una sahipken aralarında emekli fonları, yatırım ve sigorta şirketleri ile bankaların ağırlıkta olduğu şirket ve kurumlar yüzde 91’ini ele geçirmişler.
Kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın korkunç boyutlara ulaştığı günümüzde üretim araçlarının sahibi olan sınıf, burjuvazi, dünyada yaratılan trilyonlarca sterlinlik değerin az sayıda kişinin elinde toplanması gerçeğini gözlerden saklayabilmek için birçok yol deniyor. İlk anlarda sermayesini artırabilmek, daha fazla sermayeyi kontrol edebilmek amacıyla giriştiği hisse senedi çıkarma, “halka açılma” politikasını mali sermaye bugün mali oligarşiyi saklamanın bir aracı olarak kullanıyor. Burjuva ekonomist ve ideologlar, bu durumu özel mülkiyetin ortadan kalkmakta ve şirketlerin az sayıda kişiler yerine çoğunluğunu işçi ve emekçilerin oluşturduğu sayıları milyonlara ulaşan halka ait olması olarak değerlendiriyorlar. Oysa yukarıdaki ikinci tabloya baktığımızda 1 sterlin ile 1999 sterlin değerinde hissesi olan işçi ve emekçilerin oluşturduğu hisse sahiplerinin sayısının 85 bin 348 (toplamın yüzde 58,5’i), 2 bin ile 9999 sterlin arasındaki durumu biraz daha iyi olan emekçilerin sahip oldukları hesap sayısının ise 49 bin 42 (toplamın yüzde 33,6’sı) olduğunu görüyoruz. İşçi, memur, ücretli, ev kadını, öğrenci, serbest meslek sahibi gibi yoksul ve dar gelirlilerin aldığı hisselerin sayısı (değer olarak değil) toplam hesap sayısının yüzde 92’sini oluşturuyor. Hisse miktarı açısından toplam hisse sayısının yüzde 58,5’ini oluşturan yoksulların elindeki hisselerin toplam değeri yüzde 2’yi geçmiyor. Hisse hesap sayısının yüzde 92,1’ini oluşturan emekçilerin ellerindeki hisselerin değeri toplamın yüzde 8’ine ancak erişiyor. Şirketlerin halka açıldığı, özel mülkiyetin ortadan kalktığı ve şirketlerin halkın malı olduğu aldatma ve demagojisi sadece bir tek örnekle buz gibi eriyip dağılıyor.
Yukarıdaki birinci örnekte, değer olarak toplam hisse miktarlarının yüzde 91’ini şirketler almış. Bu şirket ve kurumların hangileri olduğunu ise emekli sandıklarının bağlı olduğu IFMA’nın 31. 3. 1996 tarihine göre yaptığı bir tablodan öğreniyoruz:

Şirket                 İngiliz şirketlerine     Yabancı şirketlere    Toplam
türleri                 ait hisselerin (%)    ait hisselerin (%)    (%)

Emekli fonları             30,0            16,5            46,5
Yatırım şirket ve tröstleri     7,5            2,7            10,2
Sigorta şirketleri         23,6            4,9            28,5
Banka ve diğer şirketler     3,2            11,6            14,8
Toplam             64,3            35,7            100,0

Tabloya baktığımızda şimdiye kadar gördüğümüz örneklerin çoğunda olduğu gibi burada da ilk anda aldatıcı bir görünümle karşılaşıyoruz. Banka ve diğer şirketlerin (sanayi şirketleri dâhil) payı sadece yüzde 14,8. Geri kalan yüzde 85,2’lik bölüm emekli fonları, sigorta şirketleri ve yatırım şirket ve tröstleri arasında dağılmış. Ancak bu finans kuruluşlarıyla ilgili buraya kadar belirtilenler dikkate alındığında, sanayi şirketleriyle bankaların gerçek hisse paylarının tablodan göründüğünden çok daha fazla olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Özetleyecek olursak: Anglo-Amerikan yapılanma gözle görülür bir şekilde biçim değiştirmektedir. Finans kuruluşları arasındaki klasik Anglo-Amerikan işbölümü (örneğin klasik mevduat bankaların sanayi hisselerini satın almasının yasak olması ya da yatırım bankaların mevduat toplamakla uğraşmaması vb.), özellikle son 10–15 yılda mali sermaye alanında hızlanan kaynaşma ve yeniden merkezileşme sonucu gerçekte fiilen ortadan kalkmaktadır. Burjuva hükümetler bir süredir esasında bu fiili duruma hem uygun hem de daha da oturmasını sağlayacak bir yasal çerçeveyi oluşturmaya çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle, Almanya’da resmi ve meşru bir evrensel bankacılık sistemi varken, İngiltere’de henüz yasal çerçevesi tam oluşturulmayan ve bu bakımdan meşruluğunu da hâlâ kazanmamış olan fiili bir evrensel bankacılık sistemi mevcuttur. Almanya’da kamuoyu tepkisi, mali sermayenin bu türden ‘hareket serbestîsi’ne karşı doğru gelişirken, İngiltere’de emekçi sınıfların mücadelesi ve tepkisi sonucunda oluşturulmuş sınırların -ülkedeki ve dünyadaki bilinen gelişmelerin etkisinden de faydalanılarak- aşılması ve ortadan kaldırılması yönünde bir gelişme yaşanmaktadır. Kuşkusuz, İngiltere’de mali sermayenin somut yapılanmasında yaşanmakta olan bu sürecin alacağı son biçiminin ne olacağını zaman gösterecek, daha doğrusu emekçi kitlelerin bu gidişata karşı koyup koymamaları belirleyecektir.

İÇ İÇE GEÇMENİN ‘KİŞİSEL BİRLİKLER’ OLARAK ŞEKİL ALMASI
Tekelleşmenin ve mali sermayenin gelişmesi yalnızca sermayenin az sayıda tekelin elinde toplanmasını doğurmaz, aynı zamanda bütün bu zenginliklerin küçük bir azınlığın elinde birikmesini de getirir. Şirketlerin ve hisse senetlerinin sahipliği az sayıda kişide birikir. Bunun sonucu az sayıda kişi aynı anda birçok tekelin sahibi ve yöneticisi haline gelir. Mali oligarşiyi oluşturan bu sermaye sahipleri yönetim kurullarına ya doğrudan kendileri gelirler, ya da yerlerine menajer denilen yöneticileri atarlar, Bugün hangi büyük tekel ya da grubun yönetim, danışma ya da denetim kurullarına baksak bunu görüyoruz.
Örneğin, British Airways (BA) ve Inchcape grubunun başkanı Sir Colin Marshall aynı zamanda British Telekomünikasyon (BT) ve İngiltere Sanayiciler Konfederasyonu (CBl)’nun başkan yardımcılığı ile HSBC Holdingleri grubu, Midland Bank ve Amerikan Telekomünikasyon tekeli MCI grubunun denetleme, New York Borsasının ise yönetim kurulu üyeliklerini yapıyor. Yine örneğin, Lord Armstrong of Ilminster, Shell ile İngiliz Amerikan Tütün grubu (B.A.T. Ind.), N.M. Rothschild & Sons ve RTZ Korporasyonları, Robeco Grubu gibi tekellerin yönetim, denetleme ve danışma kurulu üyelikleri ve Bristol & West Konut Kredi Birliğinin başkanlığı ile bazı müze ve üniversitelerin vakıf başkanlıklarını yapıyor. HSBC Grubu’nun genel müdürü John R. H. Bond, bu görevinin dışında British Steel, HongKong Bankası, Midland Bank, Amerika’daki Amerikas Inc. ve Marine Midland Bank, Kanada HongKong Bankası, Suudi İngiliz Bankası, gibi birçok şirket ve büyük bankanın yönetim, denetleme ya da danışma kurulu üyeliğini yürütüyor. Bond ayrıca Londra Borsası ile Dünya Bankasına bağlı Uluslararası Finans Korporasyonu’nun yönetim kurulu üyeliklerini de yapıyor. Lord Wright of Richmond en büyük İngiliz şirketlerinin neredeyse hepsinin denetleme ya da danışma kurullarında yer alıyor. Lord, British Petrol, Barclays, Unilever, BAA ve De La Rue gruplarının denetleme ve danışma kurulları üyesi.
Bazı yöneticiler aynı anda birkaç İngiliz tekelinin yönetiminde olmakla kalmıyorlar, aynı zamanda başka başka ülkelere ait şirketlerin de yöneticiliğini yapıyorlar. Örneğin, British Petrol (BP)’nin de denetleme kurulu üyesi olan Alman Dr. C. H. Hahn İngiliz BP’nin dışında Alman Volkswagen, Commerzbank, Gerling Konserni ve Thyssen ile Amerikan TRW ve Perot Sistemleri’nin yönetim kurulu üyeliğini ve Saurer’in de başkanlığını yapıyor. British Petrol’ün yönetim kurulu üyesi Dr. R. W. H. Stomberg ise aynı zamanda Alman Dresdner Bank ve Gerling Konserni’nin danışma kurulu üyeliğini yapıyor. C. F. Knight: British Petrolün denetleme kurulu, Alman Anhauser Busch, Amerikan IBM ve SBC Komünikasyon’un yönetim kurulu üyesi. Knight aynı zamanda Amerikan Emerson Electric’in de başkanı. Ellen R. Scheneider az ve temiz iş yapıyor. 3 dev tekelin yönetiminde. Alman Deutsche Bank AG, Alman Deutsche Morgan Grefell ve İngiliz kimya devi Imperial Chemical Industies (ICI)’in yönetim kurullarında yer alıyor.
Hangi büyük grubun başkan, genel müdür, yönetim, denetleme ya da danışma kurulu üyesini ele alsak neredeyse hemen hepsinin de birden fazla tekelde yöneticilik yaptıklarını görüyoruz. İngiltere’deki önde gelen birkaç grubun yönetim, denetleme ve danışma kurullarında yer alan kişiler arasından rasgele seçtiğimiz 25 yöneticinin başka hangi şirketlerde yönetici olduklarını bir tablo halinde verdik. Daha fazla örnek için bu tabloya bakılabilir.
Bu şirket yönetici ve sahipleri, Malta Şövalyeleri, Bilderberg Topluluğu, Davos Topluluğu, White’s, Turf, Boodle, New, Carlton gibi değişik kulüpler içinde örgütlenmiş durumdalar. İngiltere’de bu şekilde çok sayıda zengin kulübü var.
Yönetici ve sahiplere bakarak bile hangi şirketin diğer hangi şirketle iç içe olduğunu anlamak mümkün. Çünkü bu gruplar aralarına yabancı almamaya özellikle dikkat ediyorlar. Öyleyse İngiltere’nin büyük gruplarından birkaçının yönetim kurullarına yakından bakalım:
HSBC: Shell, British Steel, British Airways, ICI, Unilever, Smithkline Beecham grubu, MCI, Inchcape grubu, ITOCHU Korporasyonu, EMİ grubu, Maunsell Holding, Jakobs Holdingleri grubu, Mauntcity Holdingleri, Cordiant grubu, John Swire & Sons Ltd., Swire Pacifik Ltd., East Asiantic Company Ltd., Orange, Visa International, Kowloon-Kanton Demiryolu Korporasyonu, KPMG, Trinkaus & Burkhardt KGaA, Nordstrom & Thulin AB, Thistle Hoteller grubu, DSL grubu, Gucci grubu, CBI, Londra Borsası, New York Borsası.
Barclays: British Petrol, Smithkline Beecham grubu, Unilever, BAA, Japon Kalkınma Bankası, Japon Bankası, Fuji Xerox Co. Ltd., Van den Bergh en Jürgens, MEPC plc, Steel Burril Jones grubu, MF1 Mobilya grubu, Midland Electricity plc Williams Holdingleri, RTZ Korporasyonu, Burcon grubu, Pilkington, Camelot grubu, Bass plc, General Accident plc, North West Water grubu, W H Smith grubu, RMC, BASS plc, Courtaulds Textiles plc.
Shell: HSBC Holdingleri grubu, BAT Industries, Midland Bank, RTZ Korporasyonu, Robeco grubu, Bristol & West Yapı Şirketi, East Asiantic Company Ltd. Marine Midland Bank, İngiliz Ortadoğu Bankası, Bioteknology Yatırımları,
British Petrol: Barclays Bank, Unilever, British Steel, Guiness-Grand Metropolitan, BAT Industries (eski başkan), BAA, Rolls Royce, IBM, Deutsche Bank AG, Thyssen, Volkswagen, Commerzbank, Dresdener Bank, Swiss Bank, Gerling Konserni, Perot Sistemleri, TRW, Paccar, Saurer, De La Rue, SBC Communication, Emerson Electric, Anheuser-Busch, ING Baring Holding, RTZ, Redland, Pilkongton, Cathey Pacifik Airways, Royal Armouries (Int.) plc, GATT, BOC grubu, İngiltere Merkez Bankası.
British Aerospace (BAe): ICI, Alüminyum Company of America, Redland, Reuters, Harsco Corporation, CIGNA Corp, Union Pacific Corp, Russel Reynolds Ass, BICC, British Mediterranean Airways, Amersham International.
GlaxoWelcome: General Motors, American Express, Halliburton, Boise Cascade, Nationwide yapı şirketi, Redland, Union Camp, Hanson, Hambros, BICC, BCE, Cabot, Vincam, Rohm & Haas, Chase Manhattan.
BAT Industries: British Petrol, Shell, SG Warburg, J Sainsbury, Rentokil, Caspian Holdings, Caterpillar, Texas Instruments, Farmers grubu,
Imperial Chemical Industries (ICI): British Aerospace, Alüminyum Co. of Amerika, Midland Bank, Pilkington, Inglish China Clays, Smithkline Beecham, Lucas Sanayileri.
Bugün İngiltere’de, Almanya’da Thyssen, Siemens, Krupp, Merck, Ouandts (BMW), Flicks (Mercedes Benz) gibi ailelerden daha fazla olmak üzere köklü aileler bulunuyor. Örneğin, çimento dâhil, inşaat malzemeleri üretimi alanında İngiltere’nin en büyüğü olan Redland’m yüzde 43,5’i tek başına Braas ailesine ait. Yine, Bruno Schroder’in bacını çektiği Schroder ailesi önde gelen yatırım bankası ve en büyük emekli fonlarından Schroders’in yüzde 43,7’sinin sahipliğini yapıyor. 1995’e kadar Schroder banka ve emekli sandığının başkanlığını yapan George Mallinckrodit’in oğlu Philip Mallinckrodt aynı Bruno Schroder’in yeğeni idi. HSBC 1996’da Schroder’i grup bünyesine katınca Schroder ailesi bu sefer de Schroder’in yanı sıra HSBC’nin de en büyük hissedarları arasına girdiler. HSBC’nin içindeki diğer eski aileler ise Sir Adrian ve John Svvire’nin başında bulunduğu Swire ailesi, Capel ailesi, Robin Fleming önderliğindeki Fleming ailesi, Montague ailesi, Gibs ailesi ve Cunningham gibi aileler. Yine aynı şekilde başını Lord Hambro (aynı zamanda Hamlros Bank’m başkanı)’nun çektiği Hamros ailesi önemli ailelerden biri. Geçtiğimiz yıl NatWest Hambros Bank’ı satın aldığında paranın yarısı Hambro ailesine gitmişti, Hambrolar paralarını yastık altına koymayıp anlaşma gereği NatWest’in önemli bir kısım hissesine yatırdılar. Guiness ailesi Guiness grubunu (daha sonra Grand Metropolitan ile birleşti), David Sainsbury’nin başında bulunduğu Sainsbury ailesi, J. Sainsbury süpermarketler zinciri grubunu. Richard Bronson ve Bronson ailesi Virgin grubunu ellerinde tutmaya devam ediyorlar. Barclay ailesinden Rothschild ailesine, Templeton ailesinden Morrison ve Crovit ailesine kadar bu bir avuç aile yalnızca İngiltere değil, dünyada da, şimdiye kadar sıralamaya çalıştığımız trilyonlarca sterlin tutarında dev boyutlardaki sermayeyi kontrol ediyorlar. Bu devasa miktardaki birikmiş emeği ellerinde bulunduranlar iddia edildiğinin aksine o tekellerin başındaki genel müdür ya da menajer’ler değil, onların da arkasında duran, çoğu kere isimleri dahi geçmeyen mali oligarşi diye adlandırdığımız bu küçük azınlık gruptur.
Enver Hoca yıllar önce bu durumu şöyle ifade etmişti: “Mali sermayenin gelişmesi bir avuç sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar.” E. Hoca, Emperyalizm ve Devrim, sf. 62, Evrensel Basım Yayın)

Not: Okurun da dikkatini çekmiştir ki, yazıda, İngiltere gibi en eski sömürgelere sahip bir emperyalist ülkenin dış ilişkileri ve doğrudan yatırımları özel olarak ele alınmamaktadır. 1990’lı yıllardan bu yana her bir emperyalist ülkenin özel bir politikayı yaşama geçirmeye çalıştığı bu önemli sorun unutulmamıştır, ancak ayrı bir yazının konusudur.

Aralık 1997

Komünist partileri enformasyon bürosu toplantısı’nın resmi bildirisi

Enformasyon Bürosu (Kominform) Toplantısı Kasım ayının ortasında Macaristan’da yapıldı. Toplantıya aşağıdaki temsilciler katıldı: V. Çervenkov yoldaş -Bulgaristan Komünist Partisi; G. Georgiu-Dej, İ. Kişinevski, A. Morioroş yoldaşlar -Romanya İşçi Partisi; M. Rakoşi, E. Gere, İ. Revan, Ya. Kadar yoldaşlar -Macaristan Emekçi Partisi; Ya. Berman, A. Zavadski yoldaşlar -Polonya Birleşik İşçi Partisi; M. Suslov, P. Yudin yoldaşlar -SBKP(B); J. Duklo, E. Fajon, J. Konio yoldaşlar -Fransa Komünist Partisi; R. Slanski, Ş. Baştovanski, L. Kprjiv, B. Geminder yoldaşlar-Çekoslovakya Komünist Partisi ve P. Togliatti, E. D’Onofrio, A. Çikalini yoldaşlar -İtalya Komünist Partisi.
Toplantıda şu raporlar okundu: M. Suslov’un “Barışın Korunması ve Savaş Kışkırtıcılarına Karşı Mücadele”, P. Togliatti’nin “İşçi Sınıfının Birliği ile Komünist ve İşçi Partilerinin Görevleri” ve G. Georgiu-Dej’in “Ajan ve Canilerin Himayesindeki Yugoslavya Komünist Partisi”.
Raporların dinlenilmesinden sonra, toplantıya katılanlar raporları tartışarak, oy birliği gerekli kararları aldılar.
BOLŞEVİK
No: 22, Kasım 1949, Sayfa: 99

BARIŞIN KORUNMASI VE SAVAŞ KIŞKIRTICILARINA KARŞI MÜCADELE

Enformasyon Bürosu Toplantı Kararı
Bulgaristan Komünist Partisi, Romanya İşçi Partisi, Macaristan Emekçi Partisi, Polonya Birleşik İşçi Partisi, Fransız Komünist Partisi, Çekoslovakya Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi temsilcileri “Barışın Korunması ve Savaş Kışkırtıcılarına Karşı Mücadele” konusunu görüşerek oy birliği ile aşağıdaki kararlara varmışlardır.
Son 2 yıl içinde meydana gelen olaylar, 1947 Eylülündeki komünist ve işçi partileri ilk Enformasyon Bürosu Toplantısı’nda yapılan uluslararası durum değerlendirmesini doğrulamıştır.
Geçtiğimiz bu süre içerisinde dünya politikasında iki çizgi belirginleşerek, daha keskinleşmiştir; halklar arasında barış ve demokrasi için sabırla, yolundan şaşmaz bir mücadele veren, başını SSCB’nin çektiği demokratik ve antiemperyalist kampın çizgisi ile amacı demokrasiye darbe vurarak, yeni savaşlar çıkmasını sağlamak, halkları ve çeşitli ülkeleri boyunduruk altına alıp İngiliz-Amerikan dünya egemenliğini kurmak olan, başını ABD’li egemen çevrelerin çektiği emperyalist ve anti-demokrat kampın çizgisi. Bu arada emperyalist kampın saldırganlığı giderek artmaktadır. ABD ve İngiliz egemen çevreleri saldırgan bir politika ile yeni savaş hazırlıkları yürütmektedirler.
Savaşa ve emperyalist kampa karşı verilen mücadelede barış, demokrasi ve sosyalizm her geçen gün daha da güçlenmektedir. Sovyetler Birliği’nin gücünün daha da artması, halk demokrasisi ülkelerin ekonomik ve politik alanlarda güçlenerek sosyalizmi kurma yolunda olması, Çin Halk Devrimi’nin Amerikan emperyalizmi ve gerici iç güçlere karşı tarihi zaferi, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurulması, komünist partilerinin kuvvetlenmesi, kapitalist ülkelerdeki demokrat ve barış yanlısı hareketlerin giderek yükselmesi: İşte tüm bunlar demokrat ve antiemperyalist kampın ciddi bir şekilde yayılması ve güçlenmesi anlamına gelmektedir.
Bu arada emperyalist ve anti-demokratik kamp giderek zayıflamaktadır. Demokratik ve sosyalist güçlerin elde ettiği başarılar ile ekonomik buhrandan sonra kapitalist sistemdeki bu kriz daha da şiddetlenerek, sistemdeki iç ve dış çelişkilerin artmasına neden olmuştur: İşte tüm bunlar emperyalizmin giderek gücünü kaybettiğini göstermektedir.
Uluslararası arenada güç ilişkilerinde demokrasi ve barış kampı yararına ortaya çıkan gelişmeler, emperyalist savaş kışkırtıcılarında taşkınlığa yol açmaktadır. Anglo-Amerikan emperyalistler, savaşı, tarihi gelişimin gidişatını değiştirmede bir araç olarak görüp, kendi iç ve dış çelişkilerini kaldırarak, tekelci sermayeyi sağlamlaştırmayı ve dünya egemenliğini ele geçirmeyi hesap etmektedirler. Zamanın kendilerine karşı işlediğini anlayan emperyalistler, saldırgan planlarını bir an önce gerçekleştirebilmek için telaşla gerici güçler arasında çeşitli blok ve birlikler kurmaktadırlar.
Anglo-Amerikan emperyalist bloğun tüm politikası yeni savaşların çıkmasına hizmet etmektedir. Bu politika, Almanya ve Japonya ile ilişkilerin barışçı bir şekilde düzene sokulmasında ortaya çıkan başarısızlıkta, Almanya’nın bölünmesinde ve Almanya’nın batı bölgesiyle, Japonya’nın Amerikan birlikleri tarafından işgal edilerek, bu bloğun saldırgan planlarını gerçekleştirmek için faşist ve intikamcı savaş alanına çevrilmesinde kendini göstermektedir. Köleci Marshall Planı ve bu planın devamı, barış yanlısı insanlara karşı olan Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’nin adeta silahlarını yarıştırdığı, askeri bütçenin artırılarak, Amerikan askeri üslerinin yayılmasına olanak veren Batı Avrupa Birliği ile Kuzey Atlantik Paktı bu politikaya hizmet etmektedir. Bu politika, Amerikan atom tekelinin iflas etmesine rağmen, aynı zamanda atom silahlarının yasaklanmasının Anglo-Amerikan bloğu tarafından reddedilmesinde ve ne olursa olsun savaş isterisinin körüklenmesinde kendini göstermektedir. Birleşmiş Milletler Örgütü gözden düşürülerek, onu Amerikan tekelinin maşası durumuna getirmeye yönelik Anglo-Amerikan Bloğun tüm çizgisi bu politikayla, BM’de tayin edilmektedir.
Emperyalistlerin yeni savaşlar açma politikası, aynı zamanda uluslararası emperyalist gericilerin ajanı Tito’nun hizipçi, faşist ve emperyalist yardımıyla Anglo-Amerikan çevrelerce halk demokrasisi ülkeleri ve Sovyetler Birliği’ne karşı hazırlanan Rayk-Brankov komplosundaki Budapeşte Davası’ndan sonra da kendini göstermiştir.
Yeni bir savaş tezgâhlama politikası, kapitalist ülkelerdeki halk kitlelerinin daha fazla vergi ödemesi ve silah yarışında zenginleşen kâr tekelinin aşırı derecede yükselmesinin yanı sıra emekçi kitlelerin sefilliklerinin artması anlamına da gelmektedir. Bu kaçınılmaz ekonomik buhran, kapitalist ülke emekçilerinin daha fazla yoksullaşmasına, işsiz ve aç kalarak, gelecek korkusuna kapılmalarına yol açmaktadır. Bununla birlikte egemen emperyalist çevrelerin yeni savaşlar açma hazırlığı politikası, halk kitlelerinin demokratik bağımsızlığına ve yaşam haklarına sürekli zarar vererek, ideolojik, politik ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında gericiliğin güçlendirilmesi, halkların demokrat ve ilerici güçlerinin faşist yöntemlerle yok edilmesine de neden olmaktadır. Emperyalist burjuvazi, bu gibi önlemlerle yağmacı bir savaş için birliklerini daha şimdiden hazırlamaya çalışmaktadır.
Anglo-Amerikan Bloğu faşist bir saldırganlıkla yeni savaşlar hazırlığını her yönde sürdürmektedir; askeri-stratejik önlemler, politik baskı ve şantaj, ekonomik yayılmacılık, halkları köleleştirme, kitleleri uyutma ve gericiliği kuvvetlendirme gibi.
Amerikan emperyalizminin elebaşları, sosyalist kamp ile emperyalist kamp arasındaki gerçek farkı göz ardı ederek, yeni savaşlar açma ve dünyaya egemen olma planları yapmaktadırlar. Onların dünyaya egemen olma planı, emperyalist Japonya ve Hitler’inkinden hiç de farklı olmayan, temelsiz ve maceracı bir karakter taşımaktadır. Amerikan emperyalistleri kendi güçlerini abartarak, antiemperyalist kampın örgütlülüğüne ve artan gücüne yeterince değer vermemektedirler.
Aslında günümüzdeki şartlar, geçmişte 2. Dünya Savaşı’nın hazırlandığı durumdan çok farklıdır. Savaş kışkırtıcılarının şimdiki uluslararası koşullarda kanlı planlarını gerçekleştirmeleri zordur. “Geçmişteki savaşın korkunçluğu halkların hafızasında hâlâ canlıdır, barış yanlısı toplumsal güçler büyümektedir, Churchill’in çömezleri saldırganlıkla bu güçlerin üstesinden gelip yeni savaşlar açmaya gayret etmektedirler” (J. Stalin).
Halklar savaş istememekte ve savaştan nefret etmektedirler. Onlar, emperyalistlerin kendilerini korkunç bir uçuruma sürüklemeye çalıştıklarını artık kavramışlardır. Sovyetler Birliği’nin, halk demokrasisi ülkelerin, uluslararası işçi ve demokratik hareketlerinin barış mücadeleleri ve halkların bağımsızlık ve özgürlük yolunda savaş kışkırtıcılarına karşı dinmeyen mücadelesi günden güne bütün dünya ülkelerinde geniş halk kitleleri tarafından giderek büyük destek görmektedir.
Barış yanlılarının gerçekleştirdiği bu güçlü hareketin gelişmesi buna bir örnektir. 600 milyondan fazla insanı bir araya getiren, dünyanın bütün ülkelerini kapsayarak bünyesine olabilecek bir savaş tehlikesine karşı yeni mücadelecilerin katıldığı bu hareket yayılmakta ve yükselmektedir. Barış yanlılarının bu hareketi, halk kitlelerinin çelik iradesinin bir ifadesi olup, barışı savunmak ve yeni savaşları engellemek yolunda barışın korunması işini kendi ellerine geçirdiklerinin apaçık bir göstergesidir.
Başını ABD ve İngiltere’nin çektiği emperyalist devletlerin, yeni savaş hazırlıkları tehlikesini göz ardı etmek elbette zarar verici ve büyük bir hatadır.
Demokrat ve sosyalist kampın güçlenip büyümesi, barış mücadelesi verenler arasında, rehavete yol açmamalıdır. Savaş tehlikesinin azaldığını düşünmek bağışlanamaz büyük bir hata olur. Tarihi deneyimler, emperyalist gericilerin çaresiz kaldığı sürece çılgınca davranarak savaş macerasına atılacaklarını göstermektedir.
Sadece halkların uyanık davranarak, barış uğruna tüm gücünü kullanması ve bu etkin mücadelede kesin kararlı olması savaş kışkırtıcılarının canice niyetlerini başarısızlığa uğratacaktır.
Yeni savaş tehlikesi durumunda komünist ve işçi partilerine önemli ve tarihi bir sorumluluk düşmektedir. Sağlam ve sürekli bir barışın sağlanabilmesi, barış güçlerinin savaş kışkırtıcılarına karşı birlik içinde olması ve örgütlenme mücadeleleri komünist parti ve demokratik örgütlerin bütün etkinliklerinde her zaman ilk yeri almalıdır.
Komünist ve işçi parti temsilcileri, insanlığın yeni savaş tehlikesinden kurtarılmasında büyük ve asıl görevin yerine getirilebilmesi için şu aşağıdaki önemli noktalara dikkat çekmektedir:
1) Tam bir halk hareketine dönüşen, nüfusun bütün katmanlarını içine alan barış yanlısı bu hareketin yayılması ve güçlenmesi organizasyonunda daha sabırla çalışmak gerekmektedir. Barış yanlılarının bu hareketine, sendika birlikleri, kadın, gençlik, kooperatif, spor, kültür-edebiyat, din ve değişik örgütler gibi, savaşa karşı barışı savunan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, parlamenter, politikacı ve toplumbilimcilerin katılmaları için de özel bir dikkat gösterilmelidir.
Bugün dini inanç, politik görüş ve parti farkı gözetmeden insanlığı tehdit eden yeni savaş tehlikesine karşı verilen barış mücadelesinde şerefli tüm barış yanlılarının büyük bir güçle birlikte olması görevi yükselmektedir.
2) İşçi sınıfının daha etkin katılarak, birlik ve beraberlik içinde olması barış yanlısı hareketin daha geniş ölçüde yayılmasında çok önemli bir anlam taşımaktadır. Bundan dolayı komünist ve işçi partilerinin ilk görevi, geniş işçi sınıfı kitlesine barış mücadelesi verebilecek savaşımcıların katılımını sağlamak, işçi sınıfının sağlam bir birliğini kurmak ve ülkelerin ulusal bağımsızlık ve barış mücadelelerinde genel bir platformda proletaryanın farklı birimlerini ortak bir harekette örgütlemektir.
3) İşçi sınıfının birliği ancak, işçi hareketini bozan, sağcı ve sosyalist hizipçilere karşı kararlı bir mücadeleyle elde edilebilir.
Hizipçi ve halk karşıtı bir politika güden Bevin, Ettli, Blum, Gi Molle, Spaak, Schumacher, Renner, Saragat ile gerici sendika önderleri Grin, Keri ve Dikin gibi ihanetlerini sahte sosyalist sözlerle gizleyen, emperyalizmin uşağı ve savaş kışkırtıcılarının yardakçısı sağcı sosyalistler işçi sınıfının birliğinin esas düşmanıdırlar.
Barış uğruna kararlı mücadele veren komünist ve işçi partileri, barışın can düşmanı sağcı sosyalist şahısların foyasını her yerde açığa çıkarmak zorundadırlar. Sosyalist parti üyeleri ile taban örgütleri ile her zaman birlikte hareket ederek, ilişkileri geliştirip sağlamlaştırmak ve gerici sağcı sosyalistlerin politikalarını açığa vurarak bu parti bünyesindeki tüm şerefli şahısları gerçekten de desteklemek gerekmektedir.
4) Komünist ve işçi partileri, Avrupa ve Asya’yı kanlı savaş alanına çevirmeye yönelik saldırganların insanlık düşmanı propagandası ile halklar arasında sağlam ve sürekli bir barışı isteyen yaygın propagandayı karşılaştırarak, saldırgan blok ve askeri-politik birliklerin (yani Batı Avrupa Birliği ile Kuzey Atlantik Paktı (NATO) gibi) foyasını meydana çıkarmak zorundadırlar; yeni bir savaşın halklara ağır bir felaket ve büyük bir yıkım getireceğini, savaşa karşı mücadele etmenin ve barışı korumanın tüm dünya insanlarının görevi olduğunu çok detaylı anlatmak gerekmektedir. Anglo-Amerikan ajanları tarafından savaş propagandası yapılarak, halklar arasında ırkçılığı yayıp düşmanlık çıkarmaya kalkışmak her ülkede bütün demokratik toplumcu çevrelerce kesin olarak kınanmalıdır. Barış yanlısı dürüst insanların, savaş propagandası yapanların her hareketine sürekli direnç göstermesi sağlanmalıdır.
5) Fransa ve İtalya’da yaygın bir şekilde uygulanan köy ve şehirlerde barışı koruma komiteleri tarafından yapıldığı gibi, barış uğruna yürütülen kitlesel mücadelelerde halkın ortaklaşa dilekçe vermesi, protestosu ve karşı koyması gibi hep yeni ve etkili yöntemleri sürekli tam bir kararlılıkla uygulamak gerekmektedir. Savaş propagandası yapan kişi, kurum, radyo istasyonu, gazete, dergi, kitap ve sinemaları boykot etme organizasyonu, barış uğruna verilecek mücadele fonuna para toplanması ve çıka bilecek bir savaşı haber veren tüm yazıların basımı ve dağıtılması; işte tüm bunlar komünist ve işçi partilerinin en önemli görevleri kapsamına girmektedir.
6) Ulusal bağımsızlık mücadelesi ile barış mücadelesini bir arada yürüterek, saldırgan Amerikan emperyalizminin kâhyası durumuna düşen burjuva hükümetlerinin ihanetçi ve ulusal çıkarlara aykırı politikasını sürekli deşifre etmek, Amerikan tekelciliğinin kölesi olmayı reddeden, halkların ulusal çıkarlarına uygun bağımsız bir iç ve dış politikaya dönülmesi ve iğrenç köleliğin yok edilmesi gibi sloganlar altında ülkenin bütün demokrat yurtsever güçlerini bir araya getirerek birleştirmek kapitalist ülkelerdeki komünist ve işçi partilerinin görevidir.
İşçi ve emekçi sınıfların esas çıkarlarıyla ekonomik ve politik haklarının elde edilmesinin barışın korunmasıyla bağıntılı olduğunu vurgulayarak, demokratik hak ve özgürlüklerin korunmasında kapitalist ülkelerin geniş halk kitlelerini bir araya getirmek gerekmektedir.
Amerikan emperyalistleri saldırgan planlarını gerçekleştirirken, halkları çantada keklik gibi görüp sömürmek istemektedirler: Bu durumda Fransa, İtalya, İngiltere, Batı Almanya ve diğer ülkelerin komünist partilerine büyük görev düşmektedir. Komünist partilerin barış mücadelesinde büyük bir güç halinde olması Anglo-Amerikan savaş kışkırtıcılarının canice maksatlarını başarısızlığa dönüştürmektedir.
7) Sovyetler Birliği ile halk demokrasisi ülkelerin komünist ve işçi partilerinin, emperyalist savaş kışkırtıcılarını ve onların yardakçılarını meydana çıkarması, halkların güvenliğinin sağlanması ve barışın savunulmasına yarayacağı gibi sosyalist ve barış kampının daha da güçlendirilmesi için çok önemlidir.
8) Özellikle Orta ve Güney-Doğu Avrupa’da emperyalistlere ajanlık yapan Tito’nun ulusal kliği Anglo-Amerikan emperyalistlerinin saldırgan planlarını gerçekleştirmede önemli bir yer teşkil etmektedir. Barışın korunması yolunda savaş kışkırtıcılarına karşı daha etkili mücadele verilmesi için demokratik ve sosyalist kampla, emperyalist ve faşist kamp arasında salınan buna benzer barışın asıl düşmanı hizipçilerin hemen ortaya çıkarılması gerekmektedir.
İnsanlık tarihinde ilk defa, barışın kalesi ve barış bayrağının dalgalandığı Sovyetler Birliği önderliğinde, bir barış cephesi kurulmuştur.
Komünist partilerin, halkların sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı hiçbir zaman savaşmayacağı cesur sloganı kapitalist ülkelerdeki halk kitleleri arasında sürekli yayılmaktadır.
Faşizme karşı mücadele sırasında, istilacılara karşı koyarken komünist partileri hep önder olmuşlardır. Komünist ve işçi partileri savaş sonrası dönemde de savaşa karşı çıkarak halkların çıkarlarının korunması mücadelesine öncülük etmektedirler; İşçi sınıfı yönetiminde bir araya gelen tüm savaş karşıtı işçi, bilim adamı ve sanatçılar emperyalistlerin haince maksadını boşa çıkaran büyük bir barış cephesi oluşturmaktadırlar.
Büyük bir barış mücadelesi vermek birçok durumda komünist partilerin enerjisine ye inisiyatifine bağlıdır: savaş kışkırtıcılarının planını bozmak, her zaman önder ve mücadeleci komünistler tarafından gerçekleştirilir.
Demokrat ve barış yanlısı güçler, gerici güçlerden daha üstündür. Savaş kışkırtıcılığına karşı halkların uyanıklığını artırarak, halkların özgürlüğü ve gerçek çıkarları için barışın etkili bir şekilde korunmasında, geniş halk kitlelerini bir araya getirmek ve örgütlemek çok önemli bir görevdir.
BOLŞEVİK, No:22, Kasım 1949, Sayfa: 10–14

İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ VE KOMÜNİST VE İŞÇİ PARTİLERİNİN GÖREVLERİ

Enformasyon Bürosu Toplantı Kararı
Anglo-Amerikan emperyalistlerinin yürüttüğü yeni savaş hazırlıkları, burjuva gericilerinin halk kitleleri ile işçi sınıfının demokratik hak ve ekonomik çıkarlarına yönelik kampanyalarına karşı işçi sınıfının, barışın korunması ve sağlamlaştırılması, savaş kışkırtıcılarına ve emperyalist gericilerin baskısına karşı kesin direnç göstermesi için örgütlenme faaliyetini güçlendirilmesi gerekmektedir.
İşçi sınıfının birlik olması bu mücadelelerde başarının garantisidir.
Savaş sonrası deneyimler, emperyalistlerin yeni savaşlar çıkartarak, demokrat ve sosyalist güçleri bastırarak, halk kitlelerinin yaşam düzeyini düşürmek ve işçi sınıfının politik bölünmesini sağlamak için kullandıkları taktiklerden biri olduğum: göstermektedir.
Uluslararası işçi hareketleri tarihinde, çeşitli ülkelerde ve hatta tüm dünyada işçi sınıfının günümüzdeki birliği hiçbir zaman böylesine büyük bir anlam taşımamıştır. Barışı korumak, savaş kışkırtıcılarının haince planlarını bozmak, emperyalistlerin demokrasi ve sosyalizme karşı komplolarını önlemek, faşist ve gerici yönetimlerin kurulmasını engel olmak, tekelci sermayenin işçi sınıfının çıkarlarına karşı saldırılarına kararlı bir şekilde direnç göstermek ve emekçi kitlelerin ekonomik durumlarının iyileştirilmesini sağlamak için işçi sınıfının birliği gereklidir.
Bu görevlerin yerine getirilmesi işçi sınıfının hangi partiye, hangi sendika örgütüne ve hangi dini inanca bağlı olduğuna bakmadan bütün işçi sınıfının geniş kitlelerinin bir araya gelmesiyle mümkündür. Emekçilerin ekonomik çıkarları ile demokratik haklan ve barışın korunması uğruna birleşmesi işte böylesine -aşağıdan gelen birlik- büyük gerçek bir yolla elde edilebilir. İşçi birliğinin düşmanları ve hizipçilerin başını çektiği parti ya da sendika yöneticilerinin karşı koymasına rağmen işçi sınıfının birliğini gerçekleştirmek mümkündür.
Savaş sonrası dönemde, Dünya Sendika Federasyonu, Uluslararası Demokrat Kadınlar Federasyonu ile Dünya Demokrat Gençlik Federasyonu’nun kurulması, dünyadaki barış yanlılarının bir kongreye çağrılarak tüm demokratik güçlerin birleşmesi ve işçi sınıfının parçalanmasının engellenmesi gibi konularda büyük başarılar sağlanmıştır. Birlikte olmanın başarıları Fransız ve İtalyan proletaryasının mücadele ederek, Fransa’da VKT’nin güçlendirilmesi, İtalya’da da (VİKT) birleşik tek sendikanın kurulmasıyla ifade edilmektedir.
İşçi sınıfının birliği konusunda halk demokrasisi ülkelerinde tarihi başarılar elde edilmiştir; işçi sınıfının tek partisinin, tek sendikasının ve tek kooperatifinin kurulması ile gençlerin, kadınların ve diğer grupların örgütlenmesi gibi. Halk demokrasisi ülkelerinde ekonomi ve kültürün gelişimi, devlet içinde işçi sınıfına yönetici rolünün sağlanması ve emekçi kitlelerin maddi durumunun iyileştirilmesi gibi başarılarda işçi sınıfının birliği çok önemli bir rol oynamıştır.
Bunların hepsi, işçi sınıfının Amerikan emperyalistlerinden sağcı sosyalistlere kadar birleşmiş olan gerici güçlere karşı büyük bir hevesle tek bir cephe kurmasının mümkün olduğunu göstermektedir.
Amerikan ve İngiliz emperyalistleriyle onların Avrupa ülkelerindeki uyduları, sağcı sosyalistlere ve gerici sendikalara özel bir ilgi göstererek, proletaryanın ve bütün halkın gücünü parçalamaya ve bozmaya çalışmaktadırlar. Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin açıktan açığa emirleriyle sağcı sosyalist liderlerle gerici sendika yöneticileri, işçi hareketini yukarıdan kırıp işçi sınıfının savaş sonrası kurulan tek örgütünü dağıtmaya çalışmaktadırlar. Onlar, Dünya Sendika Federasyonu’nu içerden bozmaya gayret edip, Fransa’da “Fors Ouvrier”, İtalya’da da “Emek Federasyonu” diye birtakım hizipçi grupları örgütleyerek, uluslararası hizipçi bir sendika merkezini kurmaya hazırlanıyorlar. Böyle hizipçi denemeler gerçekleşmiştir ve çeşitli ülkelerdeki Katolik örgütlerin yöneticileri de bunlara başkanlık etmektedir.
Komünist Partileri Enformasyon Bürosu’nun ilk bildirisinde, işçi sınıfının birliğinin azılı düşmanları ve emperyalistlerin yardakçısı sağcı sosyalist liderlerin haince faaliyetleri değerlendirilmişti.
Sağcı sosyalistler günümüzde sadece kendi ülkelerindeki burjuvazinin ajanları olarak değil, Amerikan emperyalizminin Avrupa ülkelerinin sosyal demokrat partilerini, Amerikan partilerine ve hatta doğrudan doğruya ABD’nin emperyalist saldırılarının aracına dönüştüren ajanları olarak da karşımıza çıkmaktadırlar.
İngiltere, Fransa, Avusturya ve İskandinav ülkeleri, hükümetlerinin bünyesinde bulunan sağcı sosyalistler “Marshall Planı”, “Batı Avrupa Birliği”, “Kuzey Atlantik Paktı” gibi Amerikan yayılmacılığına hizmet eden çeşitli antlaşma ve kurumların ateşli birer savunucusu olarak da ortaya çıkmaktadırlar. Bu yalancı sosyalistler, emekçilerin çıkarlarını savunan işçi ve demokratik örgütlerinin takip edilmesi gibi iğrenç bir rolü de yerine getirmektedirler.
Sosyalizme, demokrasiye ve işçi sınıfı çıkarlarına ihanet yolunda bocalayıp, Marksist öğretiye tamamen ihanet eden sağcı sosyalistler, şimdi de Amerikan emperyalizminin vurguncu ideolojisinin savunuculuğunu ve propagandacılığını yapmaktadırlar. Onların <demokratik sosyalizm> ve <üçüncü güç> teorileriyle ulusal egemenliği hiçe sayan kozmopolit uydurmaları Amerikan ve İngiliz emperyalizminin saldırgan ideolojik himayesinden başka bir şey değildir.
Uluslararası Sosyalistler Konferansı Komitesi (KOMISKO) diye adlandırılan II. enternasyonal işçi hareketlerini bozanların ve azılı hizipçi grupların bir araya geldiği bir noktaya bile bile dönüştürülmüş ve değerini yitirmiştir. Bu örgüt, Amerikan ve İngiliz istihbaratlarına hizmet eden casusların merkezi olmuştur.
İşçi hareketini bozan hizipçi ve sağcı sosyalistlere karşı kararlı bir mücadele yalnız işçi sınıfının birliği ile gerçekleşir.

II
Enformasyon Bürosu, komünist partilerinin birincil görevinin Anglo-Amerikan emperyalizminin küstahça isteklerine büyük bir direnç göstermek, yeni bir dünya savaşı çıkarma çabalarını suya düşürmek, uluslararası güvenlik ile barışı sağlamlaştırmak ve tekelci sermayenin emekçi kitlelerinin yaşam düzeyini düşürmeye yönelik saldırılarını başarısızlığa uğratmak amacıyla işçi sınıfının bütün güçlerinin örgütlenmesi ve birleştirilmesi için kesintisiz mücadele etmek olduğunu düşünmektedir.
Şu anki uluslararası koşullarda komünist partilerin görevi, işçi sınıfının kendi saflarında birliğini garanti altına almaması halinde, yeni savaşlar sonucu ortaya çıkacak felaketlerin ardından emperyalist gericiliğin emekçi kitlelerinin yaşam düzeyini düşürmeye yönelik saldırılarına karşı işçi sınıfının önemli bir silahından mahrum kalacağını izah etmektir.
Komünistler, teori ve pratikte sağcı sosyalistler ile gerici sendika yöneticilerinin foyasını meydana çıkarmalıdırlar. Onları kitlelerden izole ederek, amansız ve yolundan şaşmayan bir mücadele verilmelidir. Sosyal demokrat işçilere, işçi sınıfının birliğinin önemini sabırla ve ısrarla açıklanmalı, onların barış, ekmek ve demokrasi mücadelelerine katılımları sağlanmalıdırlar. Komünistler, tüm bu amaçlara ulaşmak için ortaklaşa hareket edilebilecek bir politika uygulamak zorundadırlar.
İşçi sınıfının birliğinin gerçekleştirilmesinde uygulanan yöntemler, sınıfın çeşitli birimlerinin hareket birliğidir. Değişik işletmelerin ve bütün üretim dallarının, şehir, bölge devlet ve uluslararası ölçülerinde yapılacak ortak hareketler, geniş kitlelerin istek ve ihtiyaçlarını elde etmeye ve proletaryanın sürekli birliğine hizmet edecektir. İşçi sınıfı hareketinin birliğinin tabandan hayata geçirilmesi, değişik kurum ve kuruluşlarda barışı savunan komitelerin kurulması, savaş kışkırtıcılarına karşı kitlesel gösterilerin organizasyonu, işçilerin demokratik haklarının korunması ve ekonomik durumlarının daha iyileştirilmesi gibi amaçlar güden ortak hareketler her zaman yapılmalıdır.
İşçi sınıfının birliği için yapılan mücadeleler sırasında dini inançların, emekçilerin birleşmesinde hiçbir engel taşımayacağını, özellikle, bu birliğin barışı korumada zorunlu olduğunun vurgulanması, Katolik işçi ve emekçi kitlelerine ve onların örgütlerine önemli bir ilgi göstermek gerekmektedir. Sınıf ayrımı yapan Katolik sendikalar arasında ekonomik istemlerde ve koordinasyon alanlarında verilen mücadelelerde yapılacak ortak somut hareketler Katolik işçileri barış mücadelesinde ortak bir cepheye sürüklemede etkili bir silah olabilir.
Sendika hareketlerinde birliği sağlayacak her türlü etkinliğin yapılması, tüm kapitalist ülkelerdeki komünist partilerin en önemli görevidir. Profesyonelce örgütlenmemiş işçilerin sendikalara katılımlarını ve etkili bir mücadele vermelerini elde etmek günümüzde büyük önem taşımaktadır. Kapitalist ülkelerdeki işçiler, proletaryanın önemli bir bölümünü oluşturmaktadırlar. Komünist partiler örgütlenmemiş işçilerle beraber çalışırlarsa, işçi sınıfının birliğinin kurulması yolunda çok ciddi başarılar elde edeceklerdir.
Enformasyon Bürosu, geniş halk kitlelerinin iç gericiliğe ve Anglo-Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede seferber edilmesinin, işçi sınıfının birliğine dayanan bütün demokrat güçlerin ulusal birliğinin kurulmasının gerekli olduğunu düşünmektedir. Kadın ve köy örgütlerinde, kooperatif ve diğer örgütlerde emekçilerin sistemli bir şekilde yürüteceği çalışmalar son derece önemlidir.
İşçi hareketinin birliği ve bütün demokratik güçlerin bir araya gelmesi, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin sistemli çalışması sadece günümüz için değil, proletaryanın sınıf ve yönetici olarak tekelci kapitalistlerin himayesinden kurtulup, toplumda sosyalizmin yeniden kurulması gibi asıl sorunları çözmesi için de gereklidir. Bütün demokratik güçlerin birleştirilmesi ve işçi hareketinin birliği sorununda elde edilen başarılara bağlı olarak, ülkelerinde Amerikan emperyalizminin köleciliğine karşı koyan tüm vatansever güçleri bir araya getiren hükümetlerin kurulması, kapitalist ülkelerde mücadelenin geniş ölçüde gelişmesine, halklar arasında sağlam bir barış zemininin hazırlanmasına, silahlanma yarışının kesilmesine ve emekçi kitlelerin yaşam seviyesinin yükseltilmesine olanak verecektir.
Halk demokrasilerindeki komünist ve işçi partilerinden işçi sınıfının birliğini sağlamaları ve kurulan tek sendika, kadın, gençlik, kooperatif gibi çeşitli örgütleri güçlendirmeleri beklenmektedir.
Enformasyon Bürosu, demokrat güçlerin birleştirilmesi ve işçi sınıfının birliği için verilen mücadelelerde daha fazla başarıya ulaşmanın tüm işçi ve komünist partilerinin bütün örgütsel ve ideolojik çalışmalarını iyileştirmesine bağlı olduğunu düşünmektedir.
Ortaya çıkan burjuva milliyetçiliğinin, sekterliğin ve oportünizmin her cinsine karşı amansız bir mücadele verilmesi, ideolojik teşhir ve gizli, düşman istihbarat servisinin parti içerisine sızmasına karşı mücadele etmek işçi ve komünist partileri için çok önemli bir anlam taşımaktadır.
Tito-Rankoviç’in ortaya çıkan casusçu kliğinden alınan dersler komünist ve işçi partilerinin devrimci uyanıklıklarını yükseltmelerini gerektirmektedir. Amerikan emperyalizminin arzularını yerine getiren Tito’nun hizipçi ajanları, işçi ve demokratik hareketlerde ayrılıkçı düşmanlar rolünde karşımıza çıkmaktadırlar. Bundan dolayı, işçi ve demokratik örgütlerde faaliyet göstermeye çalışan bu gibi emperyalist ajanların açığa çıkarılması için her yerde kararlı bir mücadele vermek gerekmektedir.
İşçi ve komünist partilerin Marksist-Leninist ilkeler doğrultusunda örgütsel ve ideolojik-politik açıdan güçlenmesi, işçi sınıfının birliği, barış, ülkelerin ulusal bağımsızlığı, demokrasi ve sosyalizm uğrunda başarıyla mücadele edilmesi için önemli koşulları hazırlar.
BOLŞEVİK No:22, Kasım 1949 Sayfa: 15–18

AJAN VE CANİLERİN HİMAYESİNDEKİ YUGOSLAVYA KOMÜNİST PARTİSİ

Enformasyon Bürosu Toplantı Kararı
Bulgaristan Komünist Partisi, Romanya İşçi Partisi, Macaristan Emekçi Partisi, Polonya Birleşik İşçi Partisi, Fransız Komünist Partisi, Çekoslovakya Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi temsilcileri “Ajan ve Canilerin Himayesindeki Yugoslavya Komünist Partisi” konusunu görüşerek oy birliği ile aşağıdaki kararlara varmıştır.
1948 Haziran tarihli komünist partileri Enformasyon Bürosu Bildirisi’nde Tito-Rankoviç’in demokrasi ve sosyalizmden burjuva milliyetçiliğine hizipçi geçişi tespit edilmişti, bu Enformasyon Bürosu Bildirisi’nden sonra geçen zaman içerisinde Tito-Rankoviç’in burjuva milliyetçiliğinden faşizme ve Yugoslavya’nın ulusal çıkarlarına doğrudan doğruya ihanete geçişi gerçekleşti.
Son zamanlardaki olaylar, Yugoslav Hükümeti’nin yabancı emperyalist çevrelere tam bağımlı bir biçimde Yugoslavya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ve özgürlüğünü yok eden saldırgan bir politikanın aracı durumuna düştüğünü göstermektedir. Komünist Partisi MK ile Yugoslav Hükümeti tamamen emperyalist çevrelerle bir araya gelerek, tüm sosyalist ve demokrat kampa, dünyadaki bütün komünist partilere. SSCB ve halk demokrasilerine karşı birleşmiştir.
Kiralık Belgrat ajanlarının ve canilerinin bu kliği, emperyalist gericilerle yapılan bir anlaşma ile açıkça gerçekleşerek, Rayk-Brankov’un Budapeşte Davası’nda tamamen ortaya çıktığı gibi bu klik gericilerin hizmetine geçmiştir.
Bu dava, şimdiki Yugoslav yöneticilerinin sosyalist ve demokrat kamptan ayrılarak kapitalist ve gerici kampa geçtiklerini, savaş kışkırtıcılarının yardakçıları olduklarını, haince faaliyetleriyle de emperyalistlere pohpoh çekmeye ve onlara hizmet etmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Tito kliğinin faşizme geçişi hiç de bir rastlantı sonucu değildir. Anglo-Amerikan emperyalistlerin yardakçısı Tito, faşist güçlerin emirlerini yerine getirmektedir, bu kliğin çok daha öncelerden şekillendiği daha yeni anlaşılmaktadır.
Emperyalistlerin istemlerini yerine getiren Yugoslav yöneticileri, halk demokrasilerinde gerici, milliyetçi, hizipçi ve faşist çevrelerle beraber olarak, o ülkelerde karşı devrim gerçekleştirmek, o ülkeleri Sovyetler Birliği ile bütün sosyalist kamptan ayırmak ve o ülkeleri emperyalizme teslim etmek için politik çeteler kurma görevini üstlenmişlerdir. Tito kliği, Belgrat’ı casusluk ve anti-komünist propagandanın yapıldığı bir Amerikan merkezine dönüştürmüştür.
Barışın, demokrasinin ve sosyalizmin bütün gerçek dostları, sosyalizmin güçlü kalesi SSCB’yi, özgürlüğün sadık ve sarsılmaz koruyucusu, halkların bağımsızlıklarını kazanmasının ve barışın asıl dayanağı olarak görmektedirler. SSCB ile dostluk maskesi altında yönetime gelen Tito-Rankoviç’in kliği, Anglo-Amerikan emperyalistlerinin direktiflerine uygun olarak Hitler’ci edebiyattan alınan en çirkin uydurmasyonlardan yararlanarak Sovyetler Birliği’ne karşı iftiracı ve kışkırtıcı bir kampanya yürütmüştür.
Tito-Rankoviç kliğinin, emperyalizmin casusluğuna ve savaş kışkırtıcılarının yardakçılığına dönmesi, Yugoslav Hükümeti’nin, Kardeller, Cilaslar ve Beblerin gibi uluslararası çok önemli politik meselelerde Amerikan gericileriyle beraber, aynı cephede yer alarak Birleşmiş Milletler Örgütü’nde emperyalistlerin bloğuna katılmasıyla açıkça anlaşılmaktadır.
Tito-Rankoviç kliğinin iç politikada da ihanetçi faaliyetleri sonucu halk demokrasisi yapısı Yugoslavya’da fiilen ortadan kaldırılmıştır.
Devlet içinde ve partide iktidarı ele geçiren Tito-Rankoviç kliğinin devrim karşıtı politikası sonucunda Yugoslavya’da faşizmin bir çeşit anti-komünist ve polis devleti rejimi yerleşmiştir. Şehirlerdeki kapitalist unsurlarla köylerdeki köy burjuvazisi bu rejimin temel sosyal yapısını oluşturmaktadır. Yugoslavya’daki iktidar tamamen halk karşıtı ve gerici unsurların elindedir. Halk demokrasisi düşmanı eski burjuva partilerinin etkin yöneticileri, köy ağaları ve benzerleri merkezi ve yöresel organlarda faaliyet göstermektedirler, iktidardaki faşist zümre Yugoslavya halklarına baskı yaparak aşırı derecede şişirilmiş asker-polis mekanizmasını elinde tutmaktadır. Bu zümre, ülkeyi tam bir savaş kampına çevirip, emekçilerin demokratik haklarını yok ederek, her türlü özgür düşünceyi ayaklar altına almaktadır.
Yugoslavya’nın yöneticileri, sanki Yugoslavya’da sosyalizmi kuruyorlarmış gibi demagoji yaparak halkı aldatmaktadırlar. Aslında her Marksist, ülkeyi ekonomik ve politik alanlarda Anglo-Amerikan emperyalizmine boyun eğdiren, Yugoslavya’da sosyalizmin kurulmasında gerekli ana desteği yok ederek, ülkeyi Sovyetler Birliği’nin de yer aldığı sosyalist ve demokrat bütün kamplardan ayıran Yugoslavya’daki Tito hizipçiliğinin sosyalizmi kuramayacağını çok iyi bilmektedir.
Devlet sektöründeki Yugoslav ekonomisi halkın elinden çoktan çıkmıştır, böylelikle devlet egemenliği halk düşmanlarının eline geçmiştir. Tito-Rankoviç kliği yabancı sermayenin ülke ekonomisine girmesine geniş imkânlar vererek, ülke ekonomisini kapitalist tekellerin denetimine bırakmıştır. Anglo-Amerikan endüstri ve mali çevreleri, Yugoslavya ekonomisine yatırım yaparak Yugoslavya’yı yabancı sermayenin tarım-hammadde yedeğine dönüştürmüşlerdir.
Yugoslavya’nın emperyalizme bağımlılığı ve işçi sınıfının sömürülmesi artırılarak, işçi sınıfının ekonomik durumu daha da kötüye sürüklenmiştir.
Köylerdeki Yugoslav yöneticilerinin burjuva köylüsü politikası kapitalist bir karakter taşımaktadır. Köylerde zorla yayılan yalancı kooperatifler, burjuva köylüleri ve onların casuslarının ellerinde bulunmaktadır, bu kooperatifler geniş emekçi köylü kitlelerini sömürüsünde de bir araç durumundadırlar.
YKP yönetimini ele geçiren emperyalizmin Yugoslavyalı yardakçıları, Yugoslavya’nın emperyalizmden kurtulması için mücadele veren, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine sadık, gerçek komünistlere karşı teorik bir kampanya başlatmışlardır. Komünizme sadık binlerce Yugoslav vatansever partiden çıkartılmış ve hapishaneye atılmışlardır, hatta içlerinden birçoğu örneğin tanınmış Yugoslav komünist Arso İovanoviç örneğinde olduğu gibi, işkence görmüş, hapishanede ya da bir köşede öldürülmüştür. Yugoslavya’da komünizm uğruna mücadele veren, direngen savaşçılara yapılan bu katliamlardaki gaddarlığı Hitler faşizminin vahşetiyle, Yunanistan’da Tsallaris’in ya da İspanya’da Franco’nun zalimliği ile karşılaştırmak mümkündür.
Yugoslav faşistleri proletarya enternasyonalizmine sadık komünistleri parti saflarından atıp, onlara işkence yaparak, partinin kapılarını burjuva ve zengin köylü unsurlara açmışlardır.
Titocu çeteler tarafından YKP yandaşlarına karşı yapılan faşist terör sonucunda YKP yönetimi tamamen emperyalizmin yardakçısı, ajan ve canilerin eline geçmiştir. Devrim karşıtı güçler Yugoslavya Komünist Partisi’ni ele geçirerek, parti adına hareket etmeye başlamışlardır. Burjuvazinin eski yöntemleri uygulanarak, casus ve kışkırtıcıların işçi sınıfı partilerinde faaliyet göstermeleri sağlanmıştır. Emperyalistler bu gibi hareketlerle partileri içten yıkıp, ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Maalesef Yugoslavya’da bu amaçlarına ulaşmışlardır.
Tamamıyla emperyalist çevrelere boyun eğen Tito kliğinin faşist ideolojisi ile faşizmi aratmayan ihanetçi dış ve iç politikası bağımsızlık yanlısı Yugoslavya halklarının çıkarları arasında bir uçuruma yol açmıştır. Bundan dolayı Tito kliğinin halk karşıtı ve ihanetçi faaliyetlerine, hem Marksizm-Leninizm’e bağlılıklarını savunan komünistler, hem de Yugoslavya emekçi köylüsü ve işçi sınıfı arasında karşı çıkmaktadırlar.
Komünist ve işçi partileri Enformasyon Bürosu, hizipçi-Tito’nun faşizme geçmesinden ve uluslararası emperyalist kampa firar etmesinden yola çıkarak şunları düşünmektedir;
1) Tito, Rankoviç, Kardel, Cilas, Pyade, Goşnyak, Maslariç, Bebler, Mrazoviç, Bukmanoviç, Koca Popoviç, Kidriç, Neşkoviç, Zlatiç, Belebit ve Kolişevski gibilerinden oluşan bu ajan grubu işçi sınıfının, köylülüğün ve Yugoslavya halklarının düşmanıdırlar.
2) Bu casus grup, Yugoslavya halklarının iradesini reddederek. Yugoslavya’nın ekonomik ve politik bağımsızlığını ortadan kaldıran ve ülkenin çıkarlarını zedeleyen Anglo-Amerikan istemlerini yerine getirmiştir.
3) Şu anda cani, ajan ve halk düşmanlarının eline düşen “Yugoslavya Komünist Partisi”ni komünist partisi diye adlandırmak yanlıştır, bu parti yalnızca, Tito-Rankoviç-Kardel-Cilas gibi hizipçilerin casusluk görevini yerine getirmesine yarayan bir mekanizma durumundadır.
Komünist ve işçi partileri Enformasyon Bürosu, yardakçı, casus ve cani Tito kliğine karşı mücadele etmenin bütün komünist ve işçi partilerinin uluslararası bir görevi olduğunu düşünmektedir.
Yugoslavya’nın demokrat ve sosyalist kampa tekrar geri dönmesi yolunda mücadele veren Yugoslav emekçi köylüsüne ve işçi sınıfına yardım etmek komünist ve işçi partilerinin vazifesidir.
Yugoslavya’nın emperyalizmden bağımsızlığı için savaşan, enternasyonal proletaryanın Marksist-Leninist ilkelere sadık Yugoslavya Komünist Partisi’nin yeniden canlanmasında hem YKP içinde, hem dışında gerçek anlamda devrimci unsurların etkili bir mücadele vermesi, Yugoslavya’nın sosyalist kampa tekrar geri dönmesinde gereklidir.
Zalim, faşist terörün yarattığı koşullarda Tito-Rankoviç hizipçilerine karşı açıkça karşı koymaya fırsat bulamayan Yugoslavya’nın sadık komünist güçlerinin, sadece yasal bir çalışma imkânı bulabilecekleri ülkelerde komünizm yolunda mücadele etmeleri gerekmektedir.
Enformasyon Bürosu, Yugoslav işçi ve köylüleri arasında Tito-Rankoviç hizipçilerine karşı zafere ulaşmayı sağlayacak sağlam güçler bulunmasından dolayı Yugoslav emekçilerinin işçi sınıfı yönetiminde, Yugoslavya halklarının kahramanca ve ağır kayıplar vererek ulaşacağı halk demokrasisinin tarihi bir başarısını gerçekleştireceklerine tamamen güvendiğini ifade etmektedir.
Enformasyon Bürosu, komünist ve işçi partileri saflarında devrimci uyanıklığın daha da artırılarak, emperyalizmin casusları ve burjuva-milliyetçi unsurların bayrak altında gizlenmemeleri için onların, hem ortaya çıkarılmasının, hem de tasfiye edilmesinin komünist ve işçi partilerinin en önemli görevi olduğunu düşünmektedir.
Enformasyon Bürosu, komünist ve işçi partilerinde ideolojik, komünistlerin proleter enternasyonalizme sadık, Marksist-Leninist ilkelerden ödün vermeyen ve halk demokrasine ve sosyalizme sadık eğitim çalışmalarının sıklaştırılmasının gerekli olduğu düşüncesindedir.
BOLŞEVİK, No:22. Kasım 1949 Sayfa: 19–22

Aralık 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑