Fransız komünist partisi tarihinden bir kesit

Bugünlerde Fransa’nın ‘solcu’ aydınları, ‘sol’ koalisyon partileri ve komünizmin ölüm fetvasını çoktan vermiş olmalarına rağmen anti-komünist kampanyayı devam ettirmekten bir an bile vazgeçmeyen kara ve bağnaz gericiliğin sözcüleri, tarihi “Tours Kongresi”nin yeniden ve ama bu kez, tersinden gerçekleştirilmesinin gerekliliğini tartışıyorlar. Bugün Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin başında bulunan anti-komünist şarlatanların teori ve eylemde sundukları açık destekle yürütülen bu tartışma esas olarak, devrimci komünizmin bugüne devrolunabilecek bütün mirasını son bir hamleyle ayaklar altına almak gibi ‘global’ bir maksat güden kapsamlı bir tartışmadır ve zaten üzerine (olumlu ve olumsuz) çokça yazılmış olan FKP tarihinin olumlu, devrimci yanlarını yeniden saldırı hedefi durumuna getirmektedir. Biz bu yazıda, FKP’nin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar izlediği gelişim çizgisi, olumluluklar ve sonraki bozuşmaya kaynak teşkil eden bazı yanlar üzerinde duracağız.

TOURS KONGRESİ: REFORMİZM İLE DEVRİMCİ SOSYALİZMİN AYRIŞMA KONGRESİ
“Tours Kongresi” nedir? Nasıl ve hangi tarihsel koşullarda gerçekleşti? Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından nasıl bir dönüm noktası teşkil etmektedir?
25–30 Aralık 1920 tarihleri arasında Loire Nehri kıyısındaki küçük bir kentte toplanan ve ismini de oradan alan Tours Kongresi, Fransız işçi ve sosyalist hareketi açısından iki bakımdan büyük önem taşıyordu. Bir: Sosyalist işçi hareketi üzerine çökmüş olan burjuva, küçük burjuva sosyalizmine has “cumhuriyetçi sol” gelenekten ilk büyük kopuşun yaşanması ve devrimci proleter sosyalizme yönelme. İki: Bu kopuşun bir neticesi olarak, uluslararası proletarya hareketinin bir kolu, parçası olan Fransız Komünist Partisi’nin kuruluşu ve emperyalist-burjuva baskıya, reformist ihanete rağmen Ekim Devrimi karşısında devrimci bir tutumun alınması. Tours’ta toplanan, Sosyalist Parti’nin kongresiydi, ama tarihe Komünist Parti’nin kuruluş kongresi olarak geçti.
XIX. yüzyılda 1831 Lyon Ayaklanması, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi çağının en büyük ve kapsamlı işçi ve halk isyanlarına damgasını vuran Fransız işçi hareketi, esas olarak sınıf dışı sosyalizm akımlarının, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin yörüngesinden çıkamamış bir hareketti. Dünyanın ilk proleter devrim girişimi olan Paris Komünü, Marksistlerden ziyade (Çalışma ‘Bakanı’ Leo Frankel’in başını çektiği enternasyonalist -Marksist- kanat azınlıktaydı) Blanquici anarşistlerin ve Proudhoncu reformistlerin etkisi altındaydı. Tarihteki ilk proletarya diktatörlüğü girişimini olumsuz yönde etkileyen bu durumun nedenleri geçmişe dayanıyordu. 1789 Fransız İhtilali, kıta ve dünya çapında yankı yaratan ve yeni bir devir (burjuva devrimleri devri) başlatan büyük çaplı toplumsal bir hareketti. Başka hiçbir yerde olmadığı kadar derin ve devrimci bir tarzda gerçekleşen burjuva cumhuriyeti, feodal gericiliğin ve aristokrasinin karşısında ileri ve gelişmekte olanı temsil ettiği için, kendinden sonraki bütün toplumsal hareketleri etkileyen bir özellik taşımaktaydı. Bu, sadece aydın tabakalarla sınırlı olmayan, işçi sınıfı hareketine de damgasını vuran bir etkiydi. Blanqui’den Proudhon’a; Marksizm’i Fransa’ya taşıma onuruna sahip Guesde ve Lafargue’dan Jaures’e kadar, Fransız sosyalist hareketinin bütün liderlerinin ve fraksiyonlarının ufku burjuva cumhuriyeti ile bulanmış durumda idi. Fransız işçi hareketinde egemen olan reformist ve anarko-sendikalist eğilimler aynı ideolojik-politik kaynaktan beslenmekteydi: a) Proletaryayı liberal burjuvazinin eklentisi ve destekçisi olarak görmek, proletarya hareketini burjuva iktidarının sağlamlaştırılmasının dolgu maddesi olarak ele almaktan öteye geçememek, b) Fransa’nın dünyaya demokrasi ve medeniyet taşımak gibi tarihi bir misyon üstlendiğine dair inanç. Bu da sonuçta, kendi emperyalizmine, Fransız sömürgeciliğine destek ve pratikte sosyal-şoven tutum anlamına gelmekteydi. Fransa’da oportünizmin tarihsel köklerini teşkil eden bu iki anlayış, bütün XIX. yüzyıl ve hatta XX. yüzyıl boyunca da egemen olarak kaldı. 1880’lerde ilk sosyalist parti kurulduğunda da, 1910’lardan sonra emperyalist savaş gelip kapıya dayandığında da partinin tutumuna damgasını vuran asıl yaklaşım buydu. Yani, ‘cumhuriyet’ biçimini alanı da dâhil olmak üzere, burjuva diktatörlüğünün kökten hedeflenmesine cüret edilmemesi.
1920’ye gelindiğinde bir tarafta oportünizm, parlamentarizm, legalizm, pasifizm ve sosyal-şovenizmle malul II. Enternasyonal çizgisine ve Fransız sosyalist hareketinin onunla örtüşen zaaflarına yapışıp kalmak ve tortulaşmak; öte tarafta ise, Ekim Devrimi’yle işçi sınıfını iktidara taşımış Bolşevik Parti’nin yanında ve proleter sosyalizmin saflarında yerini almak gibi, ikili bir tercih zorunluydu. Uluslararası proletaryanın ve kendi tarihinin devrimci mirasına ve kazanımlarına bağlananlar III. Enternasyonal’in (Komintern) yanında saf tuttular. Birinci savaştaki sosyal-şoven ve oportünist politikaya bağlı kalanlar ve emekçilerin omuzlarına basarak burjuva diktatörlüğünün kurumlarında uygun bir yer kapmak haricinde bir emeli olmayanlar ise, Leon Blum önderliğinde birleşerek ‘eski kale’yi korumaya karar verdiler. Böylece, eski Sosyalist Parti içerisindeki reformist akım, SFIO (İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu) olarak örgütlenirken, devrimci akım, SFIC (Komünist Enternasyonal Fransa Seksiyonu) olarak yepyeni bir yola giriyordu.
Şimdi yaklaşık seksen yıl sonra, komünizmin uluslararası planda aldığı geçici yenilgi ve (esas olarak içten) yediği darbeler bahane edilerek, Tours Kongresi’nin yenilenmesi talep ediliyor. Çünkü Blum’un bugünkü devamcılarına göre, Bolşevizm ve onun Fransa’daki temsilcisi SFIC, sosyalist hareketten bir sapma idi ve yaşanan olaylar bunu ispatlamıştır! Böyle olmadığını ispatlamak; insanlık tarihinin ileriye doğru gidişini, sınıfsız ve sömürüşüz, özgür bir dünyanın kurulması idealini yitirmemiş ve dünyanın gidişatını soğukkanlı, bilimsel bir temelde irdeleyen herkes için pek zor olmayan bir iştir. Tarihi bir kenara bırakıp, bugünün olaylarına ve gelişme eğrisine bakmak bile buna yeter. Ama burada bizim konumuz başka: Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Tours Kongresi’nden sonra ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumunu, taktiklerini ve onu sonradan 1920’deki oportünist, sınıf işbirlikçi köklerine döndüren zaaflarını, gelişim sürecini belirli yönleriyle incelemek…

ANLAYIŞ VE ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİ BİR GÜNDE DEĞİŞMEDİ
Tours kongresinin ana tartışma konusu ve devrimci kopuşu mümkün kılan sorun, “Komünist Enternasyonal’in 21 şartı”nın kabul edilip edilmemesi meselesiydi. Komintern’e üye olarak kabul edilmenin ön koşulu olan “21 şart” esasta, ‘yeni tipte bir işçi partisi’nin kurulmasına girişmenin önkoşuluydu. Ama bir kongre oylamasında çoğunluğu sağlamak, partinin eski zaaflarından tümüyle arınmış, yeni tipte bir işçi partisine dönüştüğü anlamına gelmiyordu. (Temmuz 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal II. Kongresi’ne Lenin ve Komintern Yürütme Komitesi tarafından önce 19 koşul içeren belge sunulur. Bunların, başta Fransızlar olmak üzere çeşitli ülkelerin eski oportünistleri ve kararsız unsurlar tarafından kabul edilmesi üzerine, iki madde daha eklenir: Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin önemli resmi belgelerinin partilerin yayın organlarında yayınlanması (18. şart) ve Komünist Enternasyonal tarafından onaylanan tez ve koşulları reddeden üyelerin partiden atılması (21. şart).)
Fransız Komünist Partisi’nin 1920’lerden, 1950’lerin sonunda sınıf işbirlikçi, reformist-burjuva bir partiye dönüşmesine kadar süren yaklaşık 40 yıllık tarihi, ayni zamanda parti içerisinde sürdürülen sınıf mücadelesinin de tarihidir. Her adımda, devrimci olanı, proleter sosyalizmini savunan ve proletarya devrimini hazırlama bilinciyle hareket eden unsurlar bulunduğu gibi, geçmişi, oportünizmi, şovenizmi temsil eden ve tutumlarıyla partiyi hep geriye çekmeye çalışan ayak bağları da bulunmaya devam etti. Parti yönetiminin önemli dönemeç noktalarında yalpaladığı ve fırsat bulduğu her anda kahrolası ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ dönüş eğilimleri taşıdığı görüldü. Fransa’daki gelişmelerle yakından ilgilenen Lenin, partideki dönüşümün zorluklarıyla ilgili olarak şunları yazıyordu: “Az çok devrimci renklere boyanmış ama gerçekte reformist, parlamenter, eski tipten bir Avrupa partisini, hakikaten devrimci ve komünist, yeni tipten bir partiye dönüştürmek oldukça çetin bir iştir. Fransa örneği, bu zorluğu en çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.” (Lenin, Bir Yayıncının Notları)
II. Enternasyonalci oportünistlerle örgütsel planda bir kopuşma, Tours Kongresi’nden itibaren gerçekleşmesine karşın ideolojik, politik ve hatta partinin dayandığı örgütsel temel ve örgüt şeması bakımından ayrışma, uzun yıllara yayılan bir süreci gerektirdi. (Kaldı ki bu bile, Komünist Enternasyonal’in günlük yardım ve müdahaleleriyle mümkün olmuştur. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) Tours Kongresi’ni çok yakından izlemiş ve etkilemeye çalışmıştır. Komintern temsilcisi olarak Clara Zetkin’in bizzat katıldığı ve belirleyici önemde bir konuşma yaptığı bu kongreye, KEYK adına Zinovyev, bir telgraf çekmişti. Kongrede de okunan telgrafta şunlar söyleniyordu: “Sevgili yoldaşlar, Fransa’nın bilinçli işçilerinin çoğunluğunun reformistlerle utanç verici bir uzlaşmayı kabul etmeyeceklerine, reformist ve yarı-reformist unsurlardan arınmış tek ve kuvvetli bir komünist partisini Tours Kongresi’nde kuracaklarına içten inanıyoruz. Kongrenizi bu duygularla selamlıyor ve çalışmalarında başarılar diliyoruz.”) Partinin en sağlam ve tutarlı tutum takındığı dönemlerde bile, bahsedilen zaaflar şu veya bu şekilde yeniden tezahür etti. Örneğin, partide sağ, sol, orta vb. kanatların varlığına son vermek ve çok ‘renkli’ değil de, tek bir önderlik altında birleşmiş, disiplinli devrimci bir parti yaratmak kolay olmadı. Eski Sosyalist Parti’nin parlamentarist politikasına uygun olarak ve seçimleri temel alan, bölge esasına göre örgütlenmeden, fabrikaları ve üretim birimlerini esas alan ihtilalci bir devrim partisi örgütlenmesine geçmek, alışkanlıklara ve yeni engellere karşı kararlı ve sabırlı bir mücadeleyi zorunlu kıldı. İşçi partisinin yönetimini sınıf dışından gelen aydınlara terk etme geleneğini kırmak ve işlerin yönetimini sınıfın saflarından yetişen önder komünistlere devretmek, partide sağlam bir önderler grubu yaratmak kolay olmadı ve her adımda küçük burjuva unsurlar tarafından baltalandı. Burnu Kaf dağında dolaşan Fransız sosyalist aydınlarının Ekim Devrimi’ne ve Komintern’de Bolşevik Parti önderliğine karşı çıkışlarının temelinde de, işçileri ve geri ülkelerin komünistlerini (daha doğrusu, nerede olursa olsun ‘alt tabaka’dan gelenleri) küçümseyen, hor gören yaklaşımları vardı. Alt tabakaları kurtarmaya soyunan, ama onların, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarından da vebadan korkar gibi korkan aydınlar!
Bütün bunlar, partinin ilerlemesini frenleyen gelişmelerdi ve sadece parti dışındaki olgularla veya parti içerisindeki oportünist unsurların direnişiyle de açıklanamazdı. Fransız partisindeki gelişme ile ilgili olarak Komintern, şu tespiti yapıyordu: “Fransa partimizin parlamenter sosyalizmden, devrimci komünizme doğru evrilmesi süreci, sadece nesnel koşullarla açıklanamayacak denli aşırı yavaş gerçekleşiyor.” (Komintern IV. Kongresi’nde ‘Fransız Sorunu Üzerine Karar’, Aralık 1922)
1920’li yıllar, bütün komünist partilerde ve başta FKP olmak üzere özellikle de Batı Avrupa partilerinde ‘Bolşevikleşme’ doğrultusunda çaba sarf edilen ve adım atılan yıllardır. ‘Bolşevikleşme’, sosyal demokrasiden henüz kopmuş genç komünist partilerin arınma ve gelişmelerinin vazgeçilmez anahtarıydı. II. Enternasyonal oportünizminin ve sınıf işbirlikçiliğinin ağır yüklerinden kurtulmak, krizini nispeten aşarak ‘istikrar’ dönemine giren uluslararası kapitalizme karşı sınıfın ileri öğeleriyle ve emekçi kitlelerle birleşmek ve onların en önde gelen sağlam unsurlarını partilerin yönetim kademelerine taşıyarak proleter devrimini yeni ve sağlam temellerde hazırlamanın, kanıtlanmış biricik yoluydu. Stalin bu yıllarda, ‘Bolşevikleşme’yi şöyle açıklıyor:
“Bolşevikleşmeyi gerçekleştirmek için, onlar olmadan genelde komünist partilerini Bolşevikleştirmenin olanaksız olduğu en azından bazı temel ön şartları yaratmak zorunludur.
Parti, özellikle de onun önder unsurları, devrimci pratikle kopmaz bağlarla bağlı olan Marksizm’in devrimci teorisini tamamıyla özümlemelidir. Parti, şiarları ve direktifleri, ezberlenmiş formüller ve tarihi paraleller temelinde değil, devrimci hareketin ülke içindeki ve uluslararası alandaki somut koşullarının titiz bir tahlili sonucu ortaya çıkarmak zorundadır. Bu yapılırken, tüm ülkelerin devrimlerinin deneyimleri mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Parti bu şiarların ve direktiflerin doğruluğunu, kitlelerin devrimci mücadelesinin ateşinde sınamalıdır. (…) Parti, çalışmalarında, uzlaşmaz bir devrimci tavrı (Bu devrimci maceracılıkla karıştırılmasın!) maksimum esneklik ve manevra yeteneğiyle (Bu, uyum siyasetiyle karıştırılmasın!) birleştirmeyi başarmak zorundadır. Çünkü bu şart sağlanmadan tüm mücadele ve örgüt biçimlerinde ustalaşmak, proletaryanın günlük çıkarlarını proleter devrimin temel çıkarlarıyla birleştirmek ve çalışmalarında legal ve illegal mücadeleyi birleştirmek parti için olanaksızdır. (…) Parti, devrimci proletaryanın çabalarının gerçek temsilcileri olacak kadar özverili ve Leninizm’in strateji ve taktiğini uygulayabilecek yeteneğe sahip proleter devrimin gerçek önderleri olabilecek kadar deneyime sahip olan ileri savaşçıların en iyi unsurlarını esas yönetici gruba almayı bilmek zorundadır. (…) Parti, maksimum birlikteliğe ulaşmayı bir hedef olarak göz önünde bulundurarak, örgütlerinin bileşimini sistemli bir biçimde iyileştirmek ve saflarını bozguncu oportünist unsurlardan temizlemek zorundadır. (…) Bu ve benzer koşullar olmadan, Bolşevikleşme boş bir laftır.” (Stalin Eserler, cilt 7)

FRANSIZ KOMÜNİST PARTİSİ’NDE BOLŞEVİKLEŞME
FKP’de Bolşevikleşme tümüyle boş bir laf olarak kalmadı. Devrimci adımlar da atıldı ve bu yolda ilerlendikçe parti gelişip güçlendi ve sınıfın bağrında kök saldı. Bolşevikleşme, partiyi devrimci bir tarzda inşa etmenin reformizmle bağları her bakımdan koparmanın tek yoluydu. Fransa’da Bolşevikleşme, FKP’nin bütün çalışmayı işçi sınıfına yönlendirmesi, fabrika hücrelerinin kurulması ve proleter kökenli militanların her düzeyde yönetici kademelere getirilmesini sağladı. Bu, sadece seçimler gözetilerek oluşturulan bölgesel örgütlenme geleneğiyle ve parti aygıtında aydınların ve milletvekillerinin ağırlığı gibi sosyal demokrat bir gelenekle esaslı bir kopuş anlamına geliyordu. Bolşevikleşme süreci aynı zamanda, “sınıfa karşı sınıf” taktiğiyle birlikte, oportünizmin Fransa’daki köklerine ilk defa darbe vurdu. Proletaryanın burjuva ve küçük burjuva demokrasisine bağlanması, onun tarafından yedeklenmesi anlamına gelen ‘cumhuriyetçi sol geleneğe’ vurulmuş kuvvetli bir darbeydi bu. Sınıfa karşı sınıf taktiği, iki ayrı kampı belirginleştiriyordu: Bir tarafta FKP’nin başını çektiği toplumsal kurtuluş kampı, öte tarafta ise, sağ ve ‘sol’ kanatlarıyla burjuva kampı. Ve sosyalistlerin etkinliği altındaki işçi kitlelerini tek işçi cephesinde birleştirme görevini koyuyordu. Bolşevikleşme, partiyi uzun yıllar boyunca yönetecek yeni bir yönetici çekirdeğin ortaya çıkmasına olanak sağlıyordu.
Parti, bir yandan kendi iç yaşantısını devrimcileştirir ve arınırken, öte yandan sınıfın günlük ve acil talepleri için mücadelesini destekliyor ve pratik mücadele içerisinde güç biriktiriyordu. Başka şeylerin yanı sıra 8 saatlik işgünü, işsizlik ve sağlık sigortası, vergilere, savaş vergilerine ve hayat pahalılığına karşı mücadele; sınıfın çoğunluğunu kazanmak ve proleter devrimini hazırlamak için, zorunlu önkoşullardı.
Parti bütün bu mücadelelerde sınıfın yanında ve eyleminin başında yer alarak, hem proletarya saflarında reformist, sosyal demokrat ve küçük burjuva görüşlere karşı daha etkili mücadele ediyor hem de burjuva diktatörlüğüne karşı nihai çatışma ve zaferin kaldırım taşlarını döşüyordu. 1921’de Fas’ın, Fransız ve İspanyol orduları tarafından işgaline karşı halkların kardeşleşmesi yönünde takınılan devrimci tutum, başlarında Fransa’nın bulunduğu emperyalist orduların 1923 yılında Ruhr havzasını işgal etmeleri karşısında takınılan enternasyonalist tutum. Halk, Cephesi hükümetinin kurulması ve faşizmin önünün (birkaç yıl için de olsa) kesilmesi, İspanya İç Savaşı’nda İspanyol komünistleri ve cumhuriyetçilerin saflarında kahramanca çarpışmaya katılmış olmak, Münih İttifakı’nın gerici-emperyalist içyüzünün enerjik bir tarzda teşhir edilmesi, Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı sonrasında burjuvazinin bütün saldırı ve iftiralarına ve korkak küçük burjuva aydınların kaçışma rağmen direngen-devrimci bir tutum takınılması ve nihayet Nazi işgalcilerine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçilerek yürütülen ve on binlerce komünistin hayatına mal olan cesaretli kahramanca mücadele vb. FKP’nin kuruluşundan, 1944’lere kadar yaşadığı ve hem kendisi hem de uluslararası komünist işçi hareketi için yüz akı olan dönemeç noktalarıdır. (Fransız Komünist Partisi, sosyal demokrat Blum hükümetinin ‘müdahale etmeme’ tutumuna şiddetle karşı koydu ve direnen İspanya’nın yardımına koştu. İspanya İç Savaşı’na 8500 kadar Fransız gönüllü katıldı. Bunlardan 3000’i Franco faşizmine karşı mücadelede şehit düştüler. Hemen hemen bütün uluslararası gönüllü savaşçılar Fransa üzerinden İspanya’ya geçtiler ve bu geçişleri de FKP örgütledi.)
FKP’nin daha sonraki dönemde uzlaşmacı-reformist ve giderek de ‘Avrupa komünisti’ bir partiye dönüşmesine kaynaklık eden ve daha o dönemde açığa çıkan zaaflarına değinmeden önce, partinin temsil ettiği güç ve somut durumu hakkında bazı kısa bilgiler vermekte yarar var.
Fransız proletaryasının devrimci mirasına ve olumlu tecrübelerine yaslanan parti, işçi sınıfının günlük acil ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesinin içinde ve başında yer alarak, haklı bir saygınlık elde etmiş ve 1930’lu yıllara gelindiğinde emekçi sınıflar içinde otoritesi tartışılmaz bir konuma yükselmişti. Gericiliğin giderek tırmanışa geçtiği ve faşizm tehlikesinin bütün Avrupa’yı sardığı koşullarda Fransız Komünist Partisi, saflarında yüz binlerce işçiyi örgütlemiş ve iktidara yürüyen bir parti idi. ‘Birleşik cephe’ politikasına uygun olarak geliştirilen taktikler meyvesini vermiş ve parti 1936 seçimlerinden sonra kurulan Halk Cephesi hükümetinin oluşumunda etkin rol oynamıştı. FKP 36 seçimlerinde 1 milyon 800 bin oy alarak, kullanılan oyların % 15,2’sini elde etmiş ve parlamentoda 72 sandalye kazanmıştı.
Parti, Ekim 1939’da yasaklanmasına, seçilmiş militanlarının tümü görevden alınmalarına, hapse atılmalarına ve Hitler işbirlikçisi Vichy hükümeti tarafından ağır hapis cezalarına çarptırılmalarına rağmen, bu dönem boyunca hep gelişmeye devam etti. Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı vesilesiyle burjuvazinin başlattığı ideolojik -ve fiziksel- saldırıya göğüs geremeyerek kaçan bir kısım ‘aydınların sebep oldukları dağınıklık, parti militanlarının faşizme karşı mücadelede gösterdikleri kahramanlıklar sayesinde kısa bir süre içerisinde giderilebildi.
FKP, yaklaşık dört yıl süren Nazı işgali ne karşı ülke içinde sürekli ve istikrarlı bir savaş yürüten tek örgütlü güç oldu. İngilizlerin kanadı altına sığınarak karargâhını Londra’da kuran De Gaulle önderliğindeki küçük bir fraksiyonu haricinde burjuvazi, geleneksel teslimiyetçi tarihine sadık kaldı. 1870’te Prusya ordularıyla kendi halkına karşı işbirliği yaptığı gibi, bu kez de Hitler orduları önünde diz çökmüştü. Bu tutum, Fransız emperyalizminin 1918’den itibaren benimsediği sosyalizm (Sovyetler Birliği) düşmanı politikaya da uygun düşmekteydi. Nitekim Fransız burjuvazisi 1930’da Halk Cephesi hükümetinin kuruluşundan itibaren tercihini açıkça faşizmden yana yapmış ve ona uygun bir pratik içerisinde olmuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırması için her yolla teşvik ettiği Nazi Almanyası’nın, cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere önce Fransa’ya saldırması karşısında korkuyla karışık kabadayılık gösterisinde bulunduysa da, esas olarak işbirlikçi bir politika izledi.
Burjuvazinin, ‘vatan’ı gönüllü olarak Nazilere terk ettiği koşullarda işçi sınıfının ve ezilenlerin partisi olarak FKP, cesaretli bir direniş hareketi yürütüyordu. Savaşta 8 tanesi Merkez Komite üyesi olmak üzere tam 350 bin komünist kurşunlanarak, giyotine çekilerek, işkence-hanelerde ya da çatışma alanlarında şehit düştü. Savaş bittiğinde, işgal sırasında yürüttüğü kararlı mücadelenin kendisine sağladığı haklı saygınlık ve otoriteye sahip olan FKP, milyonlarca işçi ve emekçiyi seferber edebilecek güce ulaşmıştı. Ekim 1945’te yapılan seçimlerde, kullanılan oyların % 25’ini (5 milyon oy) toplayan parti, parlamentoda 160 milletvekili ile temsil ediliyordu. Bir yıl sonra Kasım 1946 seçimlerinde ise, oyların % 29’unu (5 milyon 578 bin oy) topluyor ve meclisteki sandalye sayısını 184’e çıkarıyordu. Fransız parlamentosuna ilk defa, 25’i metal, 11’i demiryolu ve 5’i maden işçisi olmak üzere toplam 61 tane işçi milletvekili girmişti, geriye kalan komünist milletvekillerinin önemli bir kısmı da emekçi sınıflardan gelenlerdi.
Partinin etkinliğinin ve güç kazanmasının tek göstergesi kuşkusuz ki, sadece seçimlerde elde ettiği oy oranı değildi. Üye sayısı, basınının yaygınlığı, sendikalar başta gelmek üzere kitle örgütlerindeki mevzileri, sınıf içerisindeki örgütlenmesi, çağrılarının yankı bulması vb. bütün göstergeler, partinin tartışılmaz otoritesinin ve geçmişle kıyaslanmayacak denli geliştiğinin işaretleriydi. FKP’nin 1939’da yaklaşık 300 bin olan üye sayısı, Temmuz ’45’te 825 bine ulaşmıştı. (Savaş yıllarında 350 bin komünistin hayatını kaybettiği unutulmasın) 825 bin üye, 2.744 bölge örgütünde ve 26.555 hücrede örgütlenmişti. Bunların 6.216’sı fabrika hücreleridir. Bir yıl sonra (Aralık ’46’da), hücrelerin sayısı 36.283’e, fabrika hücrelerinin sayısı da 8.363’e yükselmişti, 6 milyon üyeli CGT (Genel İş Konfederasyon), tepeden tabana kadar Komünist Partisi’nin politik ve örgütsel denetimi altındaydı.
Temmuz 1945’te yapılan FKP 10. Kongresi’nin raporlarına göre parti basınının durumu da şöyledir: Merkez yayın organı günlük ‘Humanite’ gazetesi 514 bin satıyordu. (Bunun 364 bini elden, militan satışlardır) Lille, Lyon ve Marsilya’da basılan günlük bölgesel gazetelerin tirajı ise 450 bini buluyordu. Yani günlük komünist basının tirajı yaklaşık 1 milyon civarında idi. Bunun yanı sıra çok sayıda haftalık, on beş günlük ve aylık dergi yayınlanıyordu. Haftalık delgilerden, köylülere yönelik olarak çıkarılan ‘Terre’ (Toprak) 300 bin satıyordu. (Aynı derginin 1938’deki tirajı 30 bindir) Aylık teorik yayın organı ‘Cahiers du Communisme’ (Komünizm Defterleri) 53 bin adet dağıtılıyordu.
Parti bu etkinlik ve gücünü, işçi sının ve emekçilerin günlük ekonomik ve demokratik talepleri için mücadelesine katılarak, Nazi işgaline ve faşizme karşı kan akıtıp dişe diş mücadele ederek ve bütün bu süreç boyunca istikrarlı-örgütlü tek güç olarak varlığını ortaya koyarak elde etmişti.
Ama parti bütün bu dönem boyunca, daha sonraki reformist uzlaşmacı savrulmasına da kaynaklık eden bazı önemli zaaflardan hiçbir zaman sıyrılamadı. Yaşanan toplumsal değişimlerin ve güç ilişkilerindeki oynamaların zamanında tespit edilmesi ve gerekli taktik değişikliklerin süratle gerçekleştirilmesi konusunda hep zorluklarla karşılaşıldı. FKP her seferinde, Komintern’in müdahale ve yardımlarına ihtiyaç duyan bir parti olarak kaldı. Thorez, 1931’de Komünist Enternasyonal XI. Plenumu’nda şu itirafta bulunuyordu: “FKP, oportünist pasifizmin ve sosyal demokrasinin henüz alt edilememiş mirasının ve örgüt sorununu küçümseyen anarko-sendikalist sekter ruh halinin kurbanı olmaya devam ediyor.” Buna, önemli dönemeçlerde sınıf bakış açısından uzaklaşarak ‘Fransız ulusunun birliği’, ‘büyük Fransa’nın tarihi misyonu’ gibi savrulmaları, sömürgeler sorununda bir türlü devrimci ve enternasyonalist bir bakış açısının tutturulamamasını, işçilerin ve emekçilerin tabandan birliği yerine Sosyalist Parti yöneticileriyle üst düzeyde görüşme ve pazarlıkların tercih edilmesini ve her şeyden önemlisi de, ikinci savaşın hemen öncesinde kendi burjuvazisi ile araya kalın bir çizgi çekmemenin örneği olarak izlenen ‘ulusal savunma’ taktiğini eklersek; Nazi işgaline karşı mücadeleyi işçiler, halk ve komünistler yürütmüş olmasına rağmen, De Gaulle’cü burjuva kliğin nasıl olup da iktidara oturduğunu anlamak daha kolay olur.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNGÜNÜNDE PARTİ
Daha savaşın başlangıcında Eylül 1939’da partinin öne sürdüğü ‘ulusal savunma’ çizgisi, bu zaafların tipik bir göstergesi ve sonraki birçok yalpalamanın da kalkış noktasıydı. FKP’nin, ‘ulusal savunmaya destek’ politikasını öne sürdüğü dönemin özelliklerine kısaca değinmek gerekir: Ekim Devrimi’nden itibaren dünya gericiliğinin ve özellikle de İngiliz-Fransız emperyalizminin, kuşatma, savaş, işgal, sabotaj vb. her yola başvurarak sosyalist Sovyetler Birliği’ni çökertmek ve proleter devrimini doğduğu topraklarda boğmak istediği biliniyor. Hitler’in, Mussolini’nin iktidara yükselişleri de tekelci burjuvazi ve tröstler tarafından finanse ve organize edildi. Hitler, kapitalist dünyanın koçbaşı olarak Sovyetler Birliği’ne karşı beslendi ve kışkırtıldı. Ama öte yandan, birinci savaştan sonra Versailles Anlaşması ile köleliğe mahkûm edilen Alman emperyalizmi ile İngiliz-Fransız emperyalizmi arasındaki çatışma da keskinleşmekteydi. Yeniden palazlanan Alman emperyalizmi, İngiliz-Fransız ittifakına hizmet etmektense, Avrupa ve dünya hegemonyasını tek başına elde etmek için, önce cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere Fransa’ya saldırdı. Ardından da Sovyetler Birliği’ne yönelecekti.
Fransız burjuvazisi ise 1936’dan itibaren açıkça faşizmin kampında yer almış, Halk Cephesi hükümetini baltalamak için her yola başvurmuş ve İspanya’da Franco’yu desteklemişti. Diğer ‘demokratik’ devletlerle birlikte Hitler Almanyası’nın yanında ‘Münih İttifakı’nda yer almış, Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgaline yeşil ışık yakarak Hitler’i Sovyetlere saldırtmak için kışkırtıcılık yapmış ve Sovyetler Birliği’nin, faşizmi durdurmak için önerdiği bütün işbirliği çağrılarına olumsuz yanıt vermişti. İşte Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı, 23 Ağustos 1939’da bu koşullarda imzalandı. ‘Demokratik devletler’i şaşkına uğratan bu pakt, Stalin’in ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin, biraz zaman kazanmak ve emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmak üzere, İngiliz-Fransız ve Amerikan emperyalistlerine vermiş olduğu son derece meşru ve isabetli bir yanıttı.
Bunun üzerine, o zamana kadar Hitler faşizmini Sovyetler üzerine yöneltmek için çaba sarf etmiş olan Fransız burjuvazisi, Almanya’ya savaş (!) açtığını ilan etti. Gerçekte ise, faşizme karşı savaş açılmış değildi (Sonradan tarihçiler Fransa’nın bu savaşını ‘drole de guerre’ -gülünç bir savaş- diye nitelendireceklerdi). Amaç, Hitler faşizmine asli görevlerini (SB’ye saldırı) hatırlatmak ve çok ileri gitmemesi doğrultusunda uyarmaktı. Ve bu, emperyalistler arasındaki gerici-haksız dalaşmanın bir devamından başka bir şey değildi. Zira savaşın karakteri henüz değişmemiş, gerici-emperyalist bir içerik taşımaya devam etmekteydi. II. Dünya savaşı, genel olarak ve Fransa açısından da hep aynı karakterli bir savaş değildi. İki ayrı döneme ayırmak gerekiyor: a)- Emperyalistler arası haksız bir savaş (1939–41 Haziran arası dönem) b)- Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nin Naziler tarafından işgalinden itibaren anti-faşist kurtuluş savaşı. Fransa’da ise Hitler ordularının ülkeyi işgalinden -Mayıs-Haziran 1940- itibaren anti-faşist ulusal bağımsızlık savaşı niteliğine bürünmüştür. (Hitler orduları Fransa’ya Mayıs 1940’ta girdiler. Çok kısa süreli bir savaş ve bozgunun ardından 25 Haziran 1940’ta teslimiyet anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Fransa topraklan, tamamen Alman denetimindeki Vichy hükümetinin idare ettiği ‘özgür bölge’ ve fiilen Almanların ve İtalyanların denetimindeki ‘işgal bölgeleri’ şeklinde ikiye bölündü. Birinci Dünya Savaşı’nın Verdim kahramanı Mareşal Petain’in yönetimindeki Vichy hükümeti, Nazi idaresinin Fransa’daki kolu ve Hitler’in basit bir oyuncağı olmaktan öte bir rol oynamadı. Burjuvazinin tümüyle teslimiyet bayrağını çektiği bu koşullarda, proletarya, hem işgalci Mitler ordularına ve hem de işbirlikçi faşist Vichy idaresine karşı anti-faşist kurtuluş savaşının başına geçmek durumundaydı.)
1939 Ağustos-Eylül aylarında henüz böyle bir durum söz konusu değildi. Yukarıda belirtilen kaygı ve amaçlarla Fransa, Almanya’ya ‘savaş’ ilan ettiğinde komünistler, ‘ulusal savunma’ adına bu gerici-haksız dalaşmayı destekleyemezlerdi. “Emperyalist savaşta vatan savunması bir palavradan ibaret” (Lenin) olmasına karşın FKP, kendi burjuvazisini destekleme tutumu takınarak II. Enternasyonal’in oportünist-şoven ruhunu yeniden canlandırıyordu. FKP parlamento grubunun 25 Ağustos 1939’da-ki basın açıklamasında şunlar söyleniyordu: “Fransız Komünist Partisi parlamento grubu, ulusal sınırlarımızı korumak üzere hükümetin aldığı önlemleri desteklemektedir.” FKP yöneticilerinden Gabriel Peri aynı günlerde parlamento dışişleri komisyonunda yaptığı konuşmada, “Fransız komünistleri hiç tereddüt etmeden ulusal savunmaya katılacaklardır” diyordu. Parlamento grubu 2 Eylül 1939’da savaş kredileri lehine oy kullanıyor ve Fransız burjuvazisine emperyalist kasaplık görevinde destek sunuyordu. Aralarında Parti Genel Sekreteri Maurice Thorez’in de bulunduğu 22 komünist milletvekili de gönüllü olarak askere gidiyordu.
FKP bu kutsal birlik çağrılarını yapar ve gereklerini yerine getirirken, burjuvazi Hitler Almanyası’na karşı değil, komünistlere ve işçi sınıfına karşı sınıf savaşı yürütmekten asla vazgeçmiyordu. Almanya’ya karşı savaş şöyle dursun, onu Sovyetlere saldırtmak için manevralarına devam ediyordu. Ordunun bazı birlikleri faşistlere yardım için Finlandiya’ya gönderilirken, general Weygand da Suriye’de, Sovyetler Birliği’nin muhtemel yenilgisi durumunda Bakû petrol bölgesini yağmalama planları yapıyordu. FKP’nin birlik çağrılarına burjuvazinin yanıtı sert oldu. Ağustos ve Eylül ayı boyunca ‘Humanite”ve ‘Ce Soir’ gibi günlük yayınlar da dâhil olmak üzere komünist gazeteler yasaklandı. Ekim ayı başında Komünist Parti örgütü yasaklanıyor, parlamenterler tutuklanıyor, basın dağıtılıyor ve yüzlerce militan hapse atılıyordu. Komünistlere karşı sürek avı başlatılıyor ve zamanın başbakanı Daladier şunları söylüyordu: “Bolşevizm’le Nazizm arasındaki fark, veba ile kolera arasındaki kadardır.”
FKP’nin ‘ulusal savunmayı destekleme’ politikası, burjuvazinin şiddetiyle geçersiz kalmasının ötesinde Komintern tarafından da sert bir dille eleştirildi. Burada asıl eleştiri konusu “kendi burjuvazisinin peşine takılmak”tır ve taktik herhangi bir konuda yöneltilmiş bir eleştiriden farklı bir içerik taşımaktadır. Ekim 1939’da Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu tarafından yapılan tahlilde savaşın karakteri ve ‘ulusal savunma’ çağrıları için şunlar söyleniyor: “Bu savaş, kapitalizm kampındaki uzun yıllara yaydan emperyalist rekabetin bir devamıdır. Bu adaletsiz, gerici, emperyalist savaşın başta gelen sorumluları savaşan devletlerin yönetici sınıflarıdır. İşçi sınıfı, burjuvazinin uzun yıllar boyunca hazırladığı bu savaşı desteklemeyecektir. (…) Sizi ulusal birlik bayrağı altında savaşa çağıranlara inanmayın. Sizinle insan kanı içenler ve silah tüccarları arasında ortak bir yan olabilir mi? Sömürenlerle sömürülenler arasında birlik olamaz. Demokrasinin savunulması sahte bahanesiyle sizi savaşa sürüklemek isteyenlere inanmayın! Hindistan’ı, Çin Hindi’ni, Arap ülkelerini ezen ve yeryüzünün yarısında hâlâ sömürgecilik zincirlerini ayakta tutanların demokrasiden söz etme hakları var mı? Londra ve Paris bankacıları Avrupa’nın en gericilerini kredileriyle kurtardılar ve kurtarmaya devam ediyorlar. Dünyanın beş kıtasında gericiliği destekleyenler İngiliz lortlarıdır. Komünist milletvekillerini hapse atanlar ve politik özgürlükleri ayaklar altına alanlar Fransa’nın çokça övülen demokratlarıdır. (…)” Bunun üzerine FKP özeleştiri yaptı. “Ağır hatalar işledik. İşçiler, partiyi ve basını savunmak üzere mücadeleye çağrılmadılar. Parlamentodaki komünist grup, Daladier’in ve sosyalist şeflerin savaşçı ve gerici politikalarını teşhir etmek üzere parlamentonun tek oturumunu kullanamadı ve savaş kredilerini onayladı. Eylül ayı boyunca hatalı bir yönlendirme devam etti. (…) Şimdiden itibaren faşizme karşı ‘demokrasi’yi savunmak, açıkça emperyalizmin safına geçen sosyalist ve radikal şeflerle birleşik cepheyi savunmak söz konusu değildir. Komünist Partisi ve işçi sınıfı için en doğru politika, emperyalist savaşa karşı ve barış için ve Fransız gericiliğine, onun iktidardaki temsilcileri Daladier ve onun sosyalist suç ortaklarına darbe vuran cesaretli mücadele politikasıdır. Tek doğru taktik, sömürülenlerin, işçi, köylü ve aydınların gericiliğe ve savaşa karşı ve sosyalist partili, radikal partili, CGT’li ihanetçileri de teşhir eden birliği için mücadeledir.” (Bolşevizm Defterleri, Ocak 1940)
FKP’nin önünde iki seçenek vardı. Ya bu özeleştiriye uygun bir tarzda kendini yenileyecek, bunu samimi bir tarzda pratik sonuçlarına kadar götürerek gerçekleştirecek; ya da hatalı tutumların kaynağını kurutmaya yönelmeyerek ilk fırsatta yeniden ortaya çıkmalarına uygun bir zemin bırakacaktı. İkinci yol izlendi. Özeleştirinin alelacele ve neredeyse ‘gizli’ yapılması bir yana, hemen ardından gelen süreçte izlenen çizgi, yanlışın tümden kurutulmadığını göstermektedir. ’10 Temmuz çağrısı’ ve ‘Fransa halkının kurtuluşu için program’ bunu kanıtlamaktadır. Temel önemdeki bu iki belgede de proletarya ile burjuvazi arasına kalın bir çizgi çekilmemekte ve iktidar sorunu açıkta bırakılmakta, tek kelime söylenmemektedir. ‘Büyük Fransa’dan dem vurulmaya ve sömürge halkların kurtuluş mücadelesine karşı şoven yaklaşıma devam edilmektedir. Nazi işgalcilerine karşı kararlı ve kahramanca bir mücadele yürütülmüş olmasına rağmen, kendi burjuvazisiyle araya kalın bir çizgi çekmek bakımından aynı kararlılığın gösterilememiş olması, FKP’nin daha sonraki süreçte çok daha pahalıya mal olacak yanılgı ve savrulmalarına da kaynaklık etmiştir.
İkinci önemli dönemeç noktası ise 1943’te Ulusal Direniş Konseyi (CNR)’nin ve De Gaulle önderliğinde sürgün hükümetinin kuruluşu döneminde yaşanmıştır. Ülke içindeki direniş hareketinin hemen bütününü yürütüp yönlendirdiği halde Komünist Partisi, birçoğunun varlığı bile tartışmalı olan bir dizi parti ve örgütle CNR içerisinde eşit haklara sahip olarak yer almayı kabul etmiş, De Gaulle’ün kurduğu 20 üyeli hükümette ise kendisine ‘bahşedilen’ iki bakanlıkla (komiserlik) yetinmiş, herhangi bir önkoşul öne sürmeden, generalin ‘direniş hareketi önderi’ unvanını onaylamıştır. CNR ilk toplantısında, De Gaulle başkanlığında bir geçici hükümet kurulması kararını aldı. De Gaulle ‘Anılar’ında bu kararı, “gerçek bir dönüm noktası” olarak değerlendirir. Gerçekten de burada, De Gaulle’e ve dolayısıyla burjuvaziye açıktan bir boyun eğme ve iktidarı altın tepsi içerisinde sunma tutumu vardır. FKP’nin sürgün hükümetindeki temsilcisi F. Grenier Ocak 1943’te Londra’da De Gaulle’e şunları söylüyor: “Fransa’nın kurtuluşundan sonra olacaklara gelince, bu, bugünün sorunu değildir. Bizce yarınki cumhuriyet derin politik ve sosyal reformların taşıyıcısı olmalı ve yeni temeller üzerinde kurulmalıdır. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, biz gelecekten ziyade bugünü düşünmeliyiz.” (F. Grenier, C’etait ainsi…) Aynı dönemde burjuvazi ise, sadece ‘bugünü’ düşünmemekte, Hitler’in ufukta görünen yenilgisinin ardından kendi iktidarını yeniden sağlam temeller üzerinde kurmak ve bir halk devrimi ihtimalini ortadan kaldırmak için önlemler almaktaydı.
FKP’nin oportünizmden ihanete giden yolunu çarpıcı bir tarzda gözler önüne seren E. Hoca, Fransız partisinin o günkü tutumu üzerine şunları söylüyor: “Fransız Komünist Partisi, kendi önderliğinde bir anti-faşist savaş sürdürdü, ama bu savaşı bütün halkın devrimci bir savaşına dönüştürmedi. Üstelik De Gaulle’e ‘Özgür Fransa Komitesi’ne partinin bir temsilci yollamasını kabul etmesi için ricada bulunmayı daha uygun ve daha ‘devrimci’ buldu. Bütün bunlar, Bay De Gaulle, “lütfen komitene beni de kabul et” demekti. Bu ‘Bay De Gaulle, biz komünistler ne herhangi bir devrim yapmayı, ne de iktidarı almayı akıldan geçirmiyoruz: Bizim tek isteğimiz geleceğin Fransası’nda eski partilerin oyununa, ‘demokratik rujuna’ katılmaktır ve geleceğin hükümetine oy oranına göre bizim de katılmamızdır’ demektir.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
1944’te kurtuluşun öngününde, faşizme ve Nazi işgalcilerine karşı savaşı, onların beslendiği kaynak olan tekelci kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne karşı bir halk ayaklanması ve gerçek bir halk devrimiyle birleştirmenin imkânı vardı. Fransa halkı, ülkenin büyük bir bölümünü bizzat kendi kuvvetleriyle kurtarmıştı ve FKP yardım etmesine rağmen yine de hakimiyet kurmakta zorluk çeken De Gaulle iktidarı da dâhil olmak üzere, her türlü gerici halk düşmanı yönetime karşı koyabilecek güçte idi. “Güneyi ve batıyı, Nantes-Bourges ve Dijon-Marsilya hattını düşmanlardan temizlemek için müttefik kuvvetlere hiç ihtiyaç duyulmadı. Fransa’nın beşte üçünü, bizzat direniş hareketinin kendisi kurtardı ve Paris de öyle kurtarıldı.” (Quzoulis-Bataillons de la jeunesse)
Bu dönemde Fransız direniş hareketi içerisinde Fransa İç Kuvvetleri (FFI), Partizan Birlikleri (FTP) ve Yurtsever Milisler safında örgütlenmiş 800 bin civarında silahlı anti-faşist yer alıyordu. “Sadece FTP (Partizan Birlikleri) 250 bin silahlı savaşçıdan oluşuyordu. Ve bu kuvvetlerin başında çoğunlukla, partinin militanları bulunuyordu. FFI’lerin komutanı, FKP Üyesi General Joinville’di. (CNR) Ulusal Direniş Konseyi’nin denetim organı olan COMAC’ın üç askeri şefinden ikisi parti üyesiydi. Paris’te, Korsika’da, güneybatıda yerel ayaklanmaların hepsinin de önderliği partililerin elindeydi.” (T. Thomas, FKP’nin 1939–45 arasında izlediği politik çizgi) İşçi sınıfı savaşçıları, köylülüğün ve küçük burjuvazinin ezici çoğunluğunu da yanına alarak faşizmi sınıf temeliyle birlikte, tekelci burjuvaziyle birlikte tasfiye etme yanlısıydı. Sadece Nazi işgalcilerine, faşistlere karşı değil, ‘yeni bir dünya’ ve ‘aydınlık bir gelecek’ için savaşıyorlardı.
Burjuvazi ise, dört yıllık utanç verici bir işbirlikçilik nedeniyle itibarını tümden yitirmiş ve dağınıklık içerisindeydi. Burjuva devlet aygıtı felç olmuş, esas dayanağı Alman ordusu bozgun içerisinde kendi başının çaresine bakar duruma gelmişti. İşbirlikçiler, ya kaçıyor ya da demokrat, anti-faşist pozlarına bürünüyorlardı. Aslında yaşanan şey, tam bir devrimci durumdu. Burada, iktidarı kim alacak sorunu gündemde idi. Kurtuluş komitelerine, FFI’ya ve milislere dayanan ve faşizme karşı mücadele etmiş olan işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik cephesi mi? Yoksa daha ilk adımda işbirlikçilere yardım ve uzlaşma elini uzatmış olan, tekelci burjuvazinin Gaulist fraksiyonu mu? “Komünist Parti bu durumu doğru bir biçimde düşünüp değerlendirmedi, ya da sorunu derinliğine ele alamadı. (…) Hitlerci işgalcilere karşı kahramanlık ve kararlılıkla savaşan komünist militanların ve Fransa proletaryasının istekleri ve özlemlerini cesaret ve olgunlukla gerçekleştirme söz konusu olduğunda, Komünist Parti’nin önderliği, genel olarak yavaş ve gevşek davrandı. Marksist-Leninist yolda, devrimci savaş yolunda, Komün savaşçılarının izinde yürümedi.” (E. Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Mesele, FKP’nin anti-faşist kurtuluş savaşında De Gaulle’cü burjuva klik ile ittifaka girmiş olmasını eleştirmek değildir. Ama şu soru sorulmalıdır: Bu mücadelede ve birleşik cephe içerisinde komünistlerin yeri, stratejisi ve bakış açısı nedir? İşgale karşı anti-faşist savaşla, bir halk devrimi ve sosyalist devrim arasında nasıl bağlantı kurulduğu büyük bir önem taşımaktadır. Proletarya, Fransa gibi ileri kapitalist (emperyalist) bir ülkede bile, bazı özel durumlarda ulusal bağımsızlık mücadelesinin başını çekmek zorunda kalabilir. Ama önemli olan, bunu ulusal bağımsızlığı da temelli garantiye alacak olan sosyalist devrimin hazırlanmasının bir parçası olarak ele almaktır. FKP’de ise, iktidarın burjuvaziye terk edildiği asıl tarih olan 1943’te de, 1944 Ağustosu’nda da ve sonraki bütün süreç boyunca da yitirilmiş olan, tam da bu perspektiftir.
Peki, başta başkent Paris olmak üzere, ülkenin hemen tümünde direniş hareketini askeri ve siyasal bakımdan yürüten ve yönlendiren Komünist Partisi niçin De Gaulle’ü ve İngiliz-Amerikan birliklerini beklemek zorunda kalmıştır? De Gaulle askeri ve politik bakımdan bir hiç iken (“De Gaulle’cü reseaux (şebeke -ç.n) adından da anlaşılacağı gibi, müttefiklere yararlı askeri bilgiler toplayan gizli servis şebekesinden başka bir şey değildi. ” E. Hoca) niçin halk hareketinin başına oturtulmuş ya da oturmasına göz yumulmuştur?
Bu soruların yanıtları FKP yönetiminin savaş öncesinden başlayan ve özellikle de savaş esnasında izlemeye devam ettiği kararsız tutumlarda yatmaktadır. 1944 Ağustosu’nda ise, bu çizgi resmen ilan edilmiş ve sonraki yıllarda da mantıki sonuçlarına vardırılmıştır. Bu dönemde işçi sınıfının ve halkın iktidara yürüyüşünü FKP’den başka durdurabilecek, baltalayabilecek bir güç yoktu. FKP’nin cilalayıp öne sürmesinden sonra büyük bir prestij kazanmış olan De Gaulle bile böyle bir olanağa sahip değildi. Fransız Komünist Partisi, on yıllara yayılan mücadelesi, yarattığı güven duygusu ve savaş yıllarındaki cesaretli militan mücadelesiyle, işgale karşı örgütlü direniş gösteren tek güç olmasıyla, işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri nezdinde haklı bir itibar ve otorite kazanmış ve sözünün arkasından gidilebilecek tek parti unvanını elde etmişti.
Ancak, bir komünist partinin değeri sadece militanlarının kahramanlığı ya da sınıfı ekonomik ve demokratik-ulusal hakları için örgütleme ve seferber etme yeteneğiyle ölçülemez. Onun da ötesinde ve önünde gelen esas ölçü, proletarya ile birlikte tüm insanlığı kurtuluşa götürecek toplumsal bir devrim için hazırlık ve mücadele kapasitesi ile perspektifinin yitirilmemesidir. FKP’nin proletaryanın öncüsü bir partiden, revizyonist, ‘Avrupa komünisti’ bir partiye (yani işçi sınıfı saflarında burjuva bir partiye) evrilmesi süreci sadece II. Dünya Savaşı’ndaki tutumlarla açıklanamazsa da, bu dönemin önemli bir dönemeç noktası oluşturduğu da inkâr edilemez. II. Enternasyonal partilerinde de yaşandığı gibi, düzeltilmeyen ve açıkça özeleştirisi yapılmayan bir dizi hata, sonuçta parti yöneticilerini ve partiyi sınıfa ihanet noktasına getirmiştir.
“Sınıf uzlaşmacılığı, sosyalist devrim fikrinden ve devrimci mücadele metotlarından vazgeçmek, burjuva milliyetçiliğine yamanmak, vatanın ve ulusal sınırların tarihsel olarak geçici olan karakterini unutmak, burjuva legalitesine bir fetiş değeri biçmek, halkın geniş kesimlerini korkutmamak bahanesiyle sınıf bakış açısından uzaklaşmak… Oportünizmin ideolojik temelleri kuşkusuz bunlardır.” (Lenin, ‘Durum ve Sosyalist Enternasyonal’in Görevleri’ başlıklı makale) Olumlu ve devrimci bütün yönlerine karşın, zamanın FKP’sinde (değişik zamanlarda ve farklı olaylar karşısında olmak üzere) oportünizmin bu ideolojik belirtilerinin hemen tümünü de görmek mümkündür.
Yüz binlerce kurban vermek pahasına giriştiği kahramanca direniş sonunda 1944’te faşizmi askeri olarak yenilgiye uğratan direniş hareketinin sonuçta burjuvaziye teslim oluşunu tek bir faktörle açıklamaya kalkışmak, hatalı ve idealist bir yaklaşım olacaktır. Thorez’in kendisinin de ifade ettiği gibi iç ve uluslararası birçok etkeni hesaba katmak ve her birini yerli yerine oturtmak gerekiyor. Ama burada tayin edici önemdeki faktörlerden en önemlisinin, FKP yönetiminin yanlış taktikleri ve giderek derinleşen oportünist savrulmaları olduğu inkâr edilemez. Burada temel mahiyetteki kilit sorun, iktidar sorunudur. İktidar meselesinde baştan sona kadar aynı oportünist çizgi devam ettirilmiş, hep geleceğin bir sorunu olarak ele alınmış ve kapıya kadar dayanan muazzam fırsat tepilerek, eski burjuva-kapitalist düzenin yeniden tesisine bir anlamda yardımcı olunmuştur.

SAVAŞ SONRASI DÖNEM
1944 sonbaharında iktidar sorunu artık o gün için çözümlenmiş durumdaydı. Fransız burjuvazisi adına De Gaulle, ABD ve İngiliz birliklerinin desteğiyle ve FKP’nin savaş esnasında iktidar sorunundaki bönlüğü sayesinde iktidarı ele geçirmiş bulunuyordu. Artık bu noktadan itibaren yapılması gereken şey, bu verili durumun anlaşılması, yeni bir devrimci yükselişin sorunlarına kafa yorulması, işçi sınıfı ve emekçi halkın (köylülüğün) çoğunluğunun onaylayıp destek verecekleri bir hazırlık içerisine girilmesi gerekmekteydi. “FKP hâlâ Fransa’da durumun değiştiğini anlamadı. Komünistler, yaşanan değişiklikleri hiç dikkate almadan eski çizgilerini izlemeye devam ediyorlar. (…) Bu arada durum değişti, yeni durum De Gaulle’ün lehine. Bu duruma uygun bir değişim yapmak gerekir. FKP, iktidara tayin edici darbeyi vurabilmek için yeterince güçlü değil. Güç biriktirmek ve müttefikler kazanmak zorundadır. Parti öyle önlemler almalı ki, gericiliğin saldırısı karşısında komünistlerin sağlam bir savunması ve saldırının sadece komünistlere değil, halka yöneldiğini söyleyebilecek bir konumu olmalıdır.” (Stalin-Thorez Görüşmesi Tutanakları, Kasım 1944 –Türkçesi için bkz. Özgürlük Dünyası, Sayı 87-)
Buradan da anlaşılacağı gibi, savaş yılları boyunca mücadeleyle edindiği saygınlık ve otoriteyi bir halk iktidarının kurulması doğrultusunda değerlendiremeyen FKP, artık fırsatı kaçırmış ve durum De Gaulle (burjuvazi) lehine değişmiştir. Komünistlerin, bu değişikliği anlamak ve yer/ dönemin somut koşullarına denk düşen başka bir pozisyona geçmek gibi bir görevleri vardı. Bu ise, açlık ve sefaletle didişen halkın maddi yaşam koşullarının düzeltilmesi, ülke ekonomisinin bir sonraki dönemde ‘Marshall yardımı’ adı altında saldırıya girişecek olan ABD’nin yağmasından kurtarılmak üzere ayağa dikilmesi anlamına gelmekteydi. Böyle bir tutum, ulusun tek temsilcisi olarak ortaya çıkan işçi sınıfının önderliğinin pekişmesine de hizmet edebilirdi. Bu şartlarda, sosyalistler ve diğer sol güçlerle ittifakın sağlamlaştırılması ve bir bloğun oluşturulması, De Gaulle’ün planlarını bozabilecek bir rol oynayabilirdi.
Fakat FKP’nin, Stalin’in bu tavsiyelerini doğru bir tarzda ele alıp uyguladığı söylenemez. Eleştiri ve öneriler karşısında daha önceleri de takınılmış olan tutum bu kez de sürdürülmüş, hatta bazı öneriler kendi oportünizminin gerekçesi bile yapılmıştır. Ulusun emekçi sınıflarının destek ve sempatisini almak, savaştan tahrip olmadan çıkan zinde emperyalist Amerika’nın Fransa’yı boyunduruk altına almasına karşı durmak üzere ulusal ekonominin inşasına katkıda bulunmak; ücretleri dondurulduğu için greve çıkan işçilerin eylemlerinin de komünistler eliyle durdurulması gerektiği anlamına asla gelmez. Sosyalistlerle ittifak ve bir bloğun oluşması için çaba; seçimlere ve parlamentarizme bel bağlanması ve ‘sosyalizmin Fransa usulü gerçekleşme yolu’nun! keşfedilmesini asla haklı çıkarmaz.  (M. Thorez Kasım ’46’daki seçim zaferinden hemen sonra Times gazetesi muhabirine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada demokratik güçlerin gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflaması, Fransa için Rus komünistlerinin otuz yıl önce izlemiş oldukları yoldan farklı olan, sosyalizme giden başka yollar düşünmemize neden oluyor. Ne olursa olsun yol, her ülke için farklı olacaktır.” (M. Thorez-Fils du peuple)) O günün koşullarında ABD diktasına karşı ‘ulusun birliği’ için mücadele; Cezayir ve Vietnam’da sömürge halkların ulusal kurtuluş mücadelelerinin kanla boğulmasına destek vermek anlamına asla gelmez.
Stalin, parlamenter ahmaklığı önermiyor, aksine “Düşmanın karşısında kendini silahsız bulmamak için silah ve örgütünü elde tutmak gerekir. İleride durum şimdikinden farklı olabilir” diyerek, önerilerinin yeni bir devrimci yükselişe hazırlık için gerekli önlemler olduğuna vurgu yapmaktadır. “Silahlı müfrezeleri başka bir politik örgüte dönüştürmeli, silahları da saklamak, (…) eğer durum daha iyiye doğru değişirse, parti etrafında kaynaşmış güçler bu defa saldırıya geçmekte işlev göreceklerdir” diyor. FKP ise buradan kalkarak, bütün silahlı müfrezeleri dağıtma ve üç-beş bakanlık koltuğu karşılığında proletarya ve emekçi sınıfların devrim istemini yatıştırma rolünü üstlenmektedir.
FKP’nin savaş esnasında ve sonrasındaki kararsız oportünist tutumları, bromdan itibaren uluslararası komünist hareket (Komintern) ve daha sonraları da Kominform tarafından eleştirildi. (22 28 Eylül 1947’de Polonya’nın Szklarska-Poreba kasabasında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidarda bulunan yedi partiyle birlikte Fransa ve İtalya Komünist Partilerinin de katıldığı bir konferans yapıldı. Aynı zamanda Kominform’un kuruluşunun da ilan edildiği bu toplantıda, Fransız ve İtalyan partileri faşizme karşı mücadele döneminde ve savaşın bitiminden sonra izledikleri oportünist, parlamentarist ve legalist çizgiden dolayı şiddetle eleştirildiler. Fransız partisi hem konferans esnasında hem de konferanstan sonraki ilk MK Politbüro toplantısında özeleştiri yaptı. 10 Ekim 1947’de yapılan Politbüro toplantısında şunlar söyleniyor: “Benoit Frachon: ‘Biz 1944 Eylülü’nde sadece iki bakanla hükümete girmeyi kabul ederek en büyük hatayı yaptık. Legalizm tarafından aptallaştırılıp Direniş Hareketi’ni ve halk ayaklanmasını bir kenara bıraktık.’ Maurice Thorez: Merkez Komitemiz savaş sonunda tereddütlü bir yönetim ve politik körlükle malul oportünist bir tutum sergiledi. (…) Üst düzeyde birliklerle kendimizi sınırladığımız her dönemde, ihanete uğradık. İşgalcilere karşı iyi bir direniş sergilememize karşın, daha sonraki süreçte kitleleri varmak istedikleri hedefe doğru yönlendiremediğimiz doğrudur. Bütün partilere karşı olduğunu söyleyen De Gaulle’e karşı, ulusal cephe güçlerimizi kullanmaya, gereken önemi veremedik… Son dönemlerde ise hükümette meydana gelen çatlağı rutin bir kriz gibi ele aldık’. Hâlbuki Ramadier, komünistleri hükümetten atma konusunda De Gaulle ve Amerikalılarla anlaşmıştı.” (Aktaran, dönemin PKP Merkez Komitesi Politbüro Üyesi Charles Tillon ‘Anılar’)) Bu yoldaşça eleştirilerin dikkate alındığı ve gereklerinin yerine getirildiği her dönemde parti, zaaflarından nispeten arınarak gelişme kaydetti, ileri adımlar attı. Tökezlediği her anda, yanında uluslararası komünist hareketin desteğini buldu. Ama yine de Fransız Komünist Partisi’nin tarihi, Fransız proletaryasının ve komünistlerinin mücadele ve eylem tarihidir. Bu tarihten çıkarılması gereken çokça ders var. Bir parti eğer kitlelerin örgütlü gücüne dayanmıyorsa, en güzel formülasyonları da yapsa bir hiç olmaktan öteye gidemez. Ama en geniş kitleleri bile örgütlemiş olsa, eğer ideolojik sağlamlığa, kapitalist kölelik sisteminin parçalanmasını hedefleyen sosyalist devrim perspektifine sahip değilse, yine de burjuva kapitalist sistemin eklentisi ve koltuk değneği olmaktan öteye gidemez!
FKP işçi ve emekçilerin en ileri kesimlerini kendi saflarında örgütlemiş bir kitle partisiydi. Ama tarihinin en kritik döneminde iktidarı almak üzere devrimci cesaret ve öngörüyle ileri atılmaktansa, başından beri işçi hareketini ve kendisini kemirmeye devam eden oportünist zaaflara boyun eğerek reformizmin sınıf işbirlikçi platformuna doğru savruldu. ’60’lı yıllara gelindiğinde ise, bu süreç esas olarak tamamlanmış ve burjuva-reformist bir parti artık oluşmuştu.

***
Yeniden başa dönerek söyleyecek olursak; bugün Tours Kongresi’ni tersinden yenilemek isteğini dile getirenlerin amacı, 1920’den itibaren iki ayrı akım olarak örgütlenen komünist ve sosyalist partileri tekrar aynı çatı altında örgütlemenin ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü FKP’nin uzun bir süredir Tours öncesine fiiliyatta dönmüş olduğunu herkes biliyor. 1960’lardan itibaren revizyonist karşı-devrimci bir partiye dönüşen FKP, bugün artık ne Ekim Devrimi’ni ve onun mirasını, ne proletarya diktatörlüğünü, ne Marksizm-Leninizm’i, ne demokratik merkeziyetçiliği, ne de üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını, kapitalist ücretli kölelik düzeninin kitlelerin devrimci zoruyla parçalanmasını amaçlıyor. Amaçlamadığını açıkça ilan da ediyor. Öyleyse ‘Tours Kongresi’nin yenilenmesi’ yandaşlarının başka ve çok daha derin, kapsamlı bir amaçları var: Proleter sosyalizmini ve devrimci komünizmi bir kez daha işçi ve emekçi kitlelerin gönlünde dirilmezcesine ezmek, karşı-devrimci oportünist ve revizyonistlerin iğdiş edip tanınmaz duruma getirdikleri komünizmi ayaklar akında paçavraya çevirmektir. Son yıllarda aslına rücu ederek insanlık ve ilerleme düşmanı vahşi yüzünü yeniden ortaya koyan kapitalizme karşı mücadeleye atılan sınıfın hareketini, henüz başlangıçta yolundan saptırmak ve boğmak.
Ama ne var ki, ‘komünizm hayaleti’ yine de Fransa üzerinde dolaşıp duruyor! Fransa, tarihte ve bugün, sınıf mücadelelerinin en keskin biçimleriyle yaşandığı, proletarya İhtilalciliğinin çeşitli tarihsel dönemeçlerde zirvesine eriştiği bir ülkedir. 1990 sonrası başlatılan dizginsiz kapitalist saldırı dalgasına karşı, ileri kapitalist ülkeler arasından ilk büyük çaplı tepki yine Fransa’dan gelmişti. Bu büyük toplumsal hareketin (hareketin boyutlarıyla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olan) ekonomik kazanından, ilk anda bile herkes tarafından görülebilir, somut kazanımlar iken; tarihsel ve ideolojik etkileri, aradan iki yıl geçtikten sonra yavaş yavaş fark edilmeye başlanıyor. Açık olan bir şey var: Fransa işçi sınıfı bütün emperyalist-burjuva propagandayı elinin tersiyle itmiş ve kendi tarihinin, uluslararası işçi hareketi tarihinin olumlu ve ileri deneylerine ve en başta da bu yüzyılın ilk yarısının önemli bir bölümüne damgasını vuran tecrübelere yaslanma eğilimini ortaya koymuştur. Burjuvaziyi ve onun çeşitli türden yardakçılarını telaşa düşüren de bu durumdur.

Aralık 1997

Komünist manifesto 150 yaşında

“Bu küçük kitapçık koca koca ciltler ağırlığındadır. Onun ruhu, bugüne kadar uygar dünyanın bütün örgütlü ve mücadele eden proletaryasını canlandırmakta ve harekete geçirmektedir. (…) Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği, sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın -yeni komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar.” (Marx, Engels, Marksizm- Lenin)
Bilimsel sosyalist teorinin kurucuları ve dünya proletaryasının ölümsüz öğretmenleri Marx ve Engels’in bundan tam yüz elli sene önce kaleme aldıkları “Komünist Parti Manifestosu”nu, Lenin işte bu sözlerle değerlendirir.
1998 yılı, işçi sınıfı ve ezilenlerin ileri unsurları ile onların politik parti ve örgütleri tarafından, dünyanın dört bir yanında “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 150. yılı olarak kutlanacak. Şimdiden onlarca toplantı, panel, konferans vb. düzenlendi ve daha yılsonuna kadar gerçekleştirileceği ilan edilmiş yüzlerce etkinlik var. Yayınlanışı üzerinden bir buçuk asırlık bir süre geçmiş olan ‘Komünist Parti Manifestosu’, yaklaşık otuz sayfalık kısa bir broşürdür. Ama insanlık ve düşünce tarihine, damgasını kuvvetle ve kesinlikle vurmuş eserler arasındaki yerini almıştır. Yayınlandığı dönemde Manifesto’yu coşkuyla selamlayanların ve hemen sahiplenenlerin sayısı, bizzat Engels’in kendi deyimiyle “hiç de fazla” değildi. Ama aynı Engels, Manifesto’nun 1888 tarihli baskısına yazdığı önsözde şunları söylüyordu : “Bugün o, hiç şüphe yok ki, bütün sosyalist literatürün en yaygın, en enternasyonalist eseri, Sibirya’dan Kaliforniya’ya kadar milyonlarca işçinin kabul ettiği ortak bir programdır.” (Engels, İngilizce baskıya önsöz)
Manifesto’da çarpıcı bir açıklıkla ortaya konan geleceğin toplumuna ilişkin teorik öngörüler, sadece ‘kabul edilen bir program’ olmaktan çıktı ve 1917 büyük Ekim Devrimi ile birlikte yeryüzünün altıda birini kaplayan en büyük devletinde ve kısmen de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan halk demokrasilerinde gerçekliğe dönüşerek zafere ulaştı. Ve kapitalist dünyanın tümünde proletaryaya yol gösteren ışık oldu. Aradan 150 yıl geçtikten sonra bugün de ışık olmaya ve karşıdevrimin anti-komünist saldırganlığına, demagoji ve yaygarasına rağmen, dünyanın dört-bir yanında bir eylem kılavuzu olarak ön saflarda dalgalanmaya devam ediyor, ileri işçiler ve ezilenlerin uyanan kesimleri tarafından sahipleniliyor. Çöken, iktidardaki modern revizyonizmin harabeleri altından yeniden doğrulmaya başlayan Rus işçilerinin, hemen ilk elde Marx, Lenin ve Stalin’e sarılmaları, Fransa’da iki yıl önce burjuvaziye ve hükümetin kapitalist saldırı planına karşı nispeten uzun süre direnme tutarlılığı gösteren proletaryanın ileri bölüklerinin, Marx posterleri ve Enternasyonal marşı eşliğinde yürüyüşe geçmeleri; bunun yakın dönemdeki birçok örneğinden en çarpıcı olanlarıydı! Burada önemli olan nokta, elinde kâğıttan ya da bezden yapılmış bir tasvir taşımış olmak değil, Marx’ın ve Marksizm’in teorisinin kapitalist barbarlığa karşı mücadelede yol gösterici tek kılavuz olduğunun bir kez daha hatırlanmış ve hatırlatılmış olmasıdır.
‘Manifesto’nun gösterdiği enternasyonalist yoldan ilerleyen Uluslararası Komünist Hareket mensubu parti ve örgütler de, kısa bir süre önce (Kasım 1997) Almanya’da gerçekleştirdikleri uluslararası konferansta, bu geleneğe sadık kalarak “Komünist Parti Manifestosu”nun 150. yılı dolayısıyla bir dizi etkinlikler tertiplemeyi kararlaştırdılar. Bunlardan en anlamlısı, Manifesto’nun bir giriş yazısıyla birlikte birçok dilde yeniden basılması ve yaygın olarak dağıtılmasıdır.
Öte yandan, bir buçuk yüzyıldan beri sayısız burjuva “teorisyen”, Manifesto’ya ve onun evrensel bildirisine karşı beyhude bir saldırı içerisinde olmaya devam ettiler. Dünyanın dört bir yanında ‘Manifesto’nun yasaklandığı ve mesajının ağza alınmasının dahi engellendiği karanlık dönemler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ama ona saldırmaya cüret edenler tarihte hak ettikleri çöplüğü bulur ve unutulmaya yüz tutarken, “Manifesto”nun kendisi gençliğinden ve geçerliliğinden hiç bir şey yitirmedi. Böyle olmasının sırrı, sadece yazarlarının birer dahi olmasında yatmıyor kuşkusuz. Marx ve Engels’in teorisi, ona can veren iki büyük insanın zekalarının ötesinde, modern toplumun gelişim yasalarından çıkmış ve geleceği temsil eden toplumsal güçlerin çıkarlarına hizmet ediyor olmasındandır. Ona karşı durmaya yeltenmiş olanların ortak özelliği ise, çürüyüp yok olan sınıfların umutsuz direncini yansıtmış olmaktır. Ama tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmenin imkânı yok!

‘MANİFESTO’YU ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL KOŞULLAR
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı kapitalist büyük ölçekli sanayinin, öncelikle İngiltere başta olmak üzere Avrupa çapında hızla gelişmeye başladığı dönemdir. Kapitalist gelişme yoluna diğerlerinden çok önce giren İngiltere’de bu ilerlemenin kökleri, buhar makinesinin, dokuma ve eğirme makinelerinin icat edilip kullanılmaya başlandığı, bir önceki yüzyıla dayanıyordu. “Buhar ve makine, sınai üretimi devrimcileştirdi. Manifaktürün yerini büyük modern sanayi, sanayici orta tabakanın yerini sanayici milyonerler, tüm sanayi ordularının şefleri, modern burjuvalar aldılar.”‘(Komünist Manifesto) Büyük ölçekli modern sanayi geliştikçe, proletarya da sayısal olarak büyüdü. Belirli merkezlerdeki kapitalist yoğunlaşma, proletaryanın büyük kitleler halinde bir araya gelmesinin koşullarını da yarattı ve kapitalist zenginliğin artışına paralel olarak işçilerin sömürülme dereceleri de arttı.
İşçi sınıfının aşırı sömürülmesi, belirli merkezlerde toparlanması ve büyümesi süreci aynı zamanda, işçilerin tek tek bireyler olarak patronlara karşı mücadelesinin yerini, giderek sınıf halinde kapitalistlere karşı mücadelesine bırakması sürecidir de. 1831’de Fransa’nın Lyon kentindeki ipek işçilerinin grevleri, işçi sınıfının ilk bağımsız ayaklanmasıdır. 1848’e kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık süreçte, Avrupa’nın değişik ülkelerinde benzer grev ve ayaklanmalar birbirini izledi. İngiltere’de yıllara yayılarak süren ve işçilerin kapitalistlere siyasal iktidardan reform talep etmeye kadar genişlemesinin ifadesi olan Çartist hareket, Prusya’da Silezya dokuma işçilerinin grevleri, bunların en önemlilerinden bazılarıdır. Ama Lyon’da ayaklanan ipek işçileri örneğinde olduğu gibi, bu hareketler her ne kadar patronlara karşı işçi sınıfının bağımsız eylemleri idiyse de, henüz kapitalist sistemin bizzat kendisini hedefleyen hareketler olmaktan uzaktılar. Lyon işçileri patronlara karşı elde silah direnirken, anayasaya ve krala ise bağlılıklarını ilan ediyorlardı. İşçi sınıfının doğrudan doğruya kapitalist sisteme ve burjuvaziye karşı adına layık ilk bağımsız ayaklanması, 1848 Paris işçi ayaklanmasıdır. Haziran’da Paris işçileri yenilgiye uğratıldıklarında 1848 devrimi de sona ermişti. Çünkü Şubat devriminin meyvelerini her ne kadar burjuvazi toplamış olsa da, devrimin temel direği ve dayanağı işçi sınıfıydı.
İşçi hareketi, eyleminin şiddet derecesi ve yaygınlığı ne olursa olsun, henüz kendiliğinden bir hareket olmanın ötesine geçememişti. İşçi sınıfı henüz kendisini sömüren ve ezen sistemin işleyiş yasalarının bilgisine ulaşamamış, kendisinin ve kendisiyle birlikte bütün toplumun kurtuluşu davasında kendi sırtına yüklenmiş olan tarihi sorumluluğun yeterince ayırtına varamamıştı. İşte bu koşullarda, mevcut durumu eleştiren, kapitalist sistemin kimi zamanlar şiddetli ve etkili bir eleştirisini de içerisinde taşıyan ütopik alternatiflerle ortaya çıkan sosyalist teoriler türedi. 19. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran ütopik sosyalistler içerisinde en tanınmış olanları, Fransa’da Saint-Simon ve Fourier, İngiltere’de de Robert Owen idi. Fakat ütopik sosyalistler, kapitalist toplumun gelişim yasalarını tahlil edip çözebilecek ve işçi sınıfının devrimci misyonunu tespit edebilecek durumda değillerdi. Onların esas çabası burjuvalar arasında, aşırı sömürü cenderesine sıkıştırılmış işçi sınıfının dayanılmaz yaşam koşullarına acıma duyguları uyandırabilmek ve sömürünün derecesini azaltmak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, değişik sosyalizm akımlarının içerisinde bulundukları teorik karmaşaya bir son vermek ve işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini atmak şerefi Marx ve Engels’e ait olmuştur.
Bu bilimsel dünya görüşünün en yalın ve özlü ifade edildiği eser olarak ‘Manifesto’nun ilk baskısı 1848 Şubatı’nda Londra’da Almanca olarak yayınlandı. Marx ve Engels bir yıl kadar önce “Adiller Birliği”ne üye olmuşlardı. 1836’da Paris’te Alman mülteciler tarafından kurulan ve daha sonra da merkezini Londra’ya taşıyan “Birlik”, değişik uluslardan devrimcileri saflarında barındıran, ütopik ve eşitlikçi komünizm savunucusu gizli bir örgüttü. Marx ve Engels’in, temellerini atmaya başladıkları teorinin etkisi ve yönelttikleri eleştirilerin isabetliliği, bu örgütü onlara yaklaştırır ve Birliğin üyelik teklifine olumlu yanıt verirler. “Adiller Birliği”, Marx’ın dolaylı, Engels’in de bizzat katıldığı ilk genel kongresini Haziran 1847’de Londra’da gerçekleştirir. Örgütün tümüyle demokratik temeller üzerinde yeniden inşası ve adının “Komünistler Birliği” olarak değiştirilmesi de bu kongrede kararlaştırılır. “Komünist” tanımlamasıyla ilgili olarak Engels, daha sonraları şunları söyleyecektir: “(…)1847’de sosyalist denilince bir yanda, çeşitli ütopyacı sistemlerin savunucuları olan ve her ikisi de tekkeden ibaret olma durumuna indirgenen ve gittikçe ölmekte olan, İngiltere’deki Owen’ciler, Fransa’daki Fourier’ciler; öte yanda bir sürü palavrayla sermayeye ve iktidara hiçbir zarar vermeden her türlü sosyal bozukluğu ortadan kaldırmayı vaat eden çok çeşitli sosyal şarlatanlar, her iki halde de işçi hareketi dışında olan ve ‘eğitilmiş’ sınıflardan medet uman kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının, salt politik altüst oluşun yetersizliğine inanmış ve toplumun topyekûn dönüşmesinin gerekliliğini talep eden her bir kesimi o zamanlar kendisine komünist diyordu. Bu kaba, yontulmamış, saf içgüdüsel bir tür komünizmdi. Ama yine de en önemli noktaya değiniyordu ve işçi sınıfı arasında, Fransa’da Cabet’nin, Almanya’da Weitling’in ütopyacı komünizmini doğurmaya yetecek kadar güçlüydü. Böylece 1847’de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi sınıfı hareketiydi. (…) Biz ta başından itibaren ‘işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır’ görüşünde olduğumuzdan, bu iki addan hangisini alacağımız konusunda bir tereddüdümüz yoktu. Üstelik o zamandan bu yana, onu terk etmeyi asla aklımıza bile getirmedik.”(Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına önsöz)
Komünistler Birliği’nin ikinci kongresi, aynı yılın Aralık ayı başında gerçekleştirildi. Marx ve Engels, sundukları tezlerin oybirliğiyle kabul edilmesi üzerine, kongre tarafından “partinin teorik ve pratik programını” hazırlamakla görevlendirildiler. İşte “Komünist Parti Manifestosu” böylece ortaya çıkmış oldu. Manifesto’nun yayınlanış tarihi, (Şubat 1848, yani kongreden yaklaşık iki ay sonra) işe hemen girişmiş olduklarını ve programa temel teşkil eden tezlerin zaten önceki yıllarda yürüttükleri teorik mücadele içerisinde oluşmuş olduğunu gösteriyor.

MARKSİST TEORİNİN İNŞASI
Marx ve Engels daha 1848’den evvel, kendilerinden önceki bütün büyük düşünürleri ve düşünce akımlarını derinlemesine bir eleştiri süzgecinden geçirmiş bulunuyorlardı. Bilimsel verilerle doğrulanan felsefenin materyalizm olduğunu ilan ettiler ve diyalektik materyalist teorinin esasını inşa ederek dev bir adım attılar. Lenin, Marx’m tarihsel materyalizminin, “bilimsel düşüncenin tarihteki en büyük kazanımı” (Marksizm’in Üç Kaynağı) olduğunu söyler. Marx ve Engels’in temel önemdeki eserlerinden bazıları ‘Manifesto’dan önce yayınlanmıştı. İkisinin ilk ortak eseri olan “Kutsal Aile” 1844’de, Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” 1845’de ve Marx’in “Felsefenin Sefaleti” 1847’de yayınlandı. “Ücretli Emek ve Sermaye”, “Alman İdeolojisi” gibi temel önemdeki eserler de bu dönemde yazıldı. Burjuva ve küçük burjuva ütopik sosyalist fikirlerle çatışmanın ilk ürünleri olan bu eserlerde, sınıf mücadelelerinin, tarihin ilerletici motor gücü olduğu ve proletaryanın, özel mülkten arınmış tek sınıf olarak devrimi zafere ve insanlığı kurtuluşa götürecek yegane sınıf olduğu ortaya konmuştu. Ancak yine de, bilimsel sosyalist teorinin temel çerçevesini özlü ve derli toplu olarak genel çizgileriyle ortaya koyan ilk eser “Komünist Manifesto”dur.
Tüm Marksist teorinin ilk kez damıtılmış halde ifade ediliş şekli olarak Manifesto, sosyalizm tarihinde başlı başına bir devrim anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi diyalektik metot, olguları ve şeyleri sadece birbirleriyle karşılıklı ilişkileri açısından değil, iç çelişkileriyle de birlikte ele alır. Hareketin ve gelişmenin kaynağı zıtların mücadelesidir ve nicel değişimlerin birikimi sonuçta, nitel sıçramalara yol açar. Bu yasa sadece doğa ve insan toplumu için değil, aynı zamanda, içerisinde sosyalist teorinin de yer aldığı fikirlerin gelişimi için de geçerlidir. Manifesto’da özü ortaya konan Marksist teori, bir yandan belirli bir gelişme derecesine ulaşmış olan kapitalist sistemin toplumsal ve ekonomik gerçeklikleriyle, öte yandan ise düşünce akımlarının kendinden önceki bütün mirası ile sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Marksizm’in üç kaynağının İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi ve Fransız ihtilalciliği olduğu bilinir. Fakat Marksizm onların basit bir toplamından değil, bilimsel temelde gerçekleştirilmiş eleştirisinden ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de kendinden önceki teorilerin sıradan, bayağı bir devamı değildir. Felsefe, ekonomi politik ve sosyalizm alanındaki nicel birikimler, ‘Manifesto’ ve Marksist teori ile birlikte nitel bir sıçrama göstermişlerdir. Bu nedenle de “Komünist Manifesto”nun yayınlanması, aynı zamanda sosyalizm tarihinde bir devrim anlamına gelmekteydi.
Kapitalist toplumun ekonomik işleyiş yasalarını ortaya koyan ve toplumların gelişiminin tarihsel materyalist kavranışını keşfeden, böylelikle sosyalizmi ulaşılması imkânsız bir rüya olmaktan çıkararak bir bilim düzeyine çıkaran, üretici güçlerin gelişiminin zorunlu olarak vardığı yerin sosyalizm ve sınıfsız toplum olduğunu bilimsel temelleriyle birlikte ortaya koyan Marksizm’dir. Marksizm, kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişin yolunu ortaya koyarak, ütopik sosyalizme son vermiş ve bilimsel sosyalizm devrini açmıştır. Eski toplumdan yeni bir topluma doğru zorunlu dönüşümü gerçekleştirme yeteneğine sahip sınıfın proletarya olduğunu ortaya koymuş ve sosyalizmi, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin hizmetine sokmuştur. Lenin, Marksist teoriyi şöyle özetliyor: “Bu teori, modern kapitalist ekonominin özünü, araziye ve toprağa, fabrikalara, madenlere vb. sahip bir avuç kapitalistin milyonlarca mülksüz insanı nasıl köleleştirdiğini, bu köleleşmenin ücretli emekle, emek gücünün satın alınması ile nasıl örtüldüğünü göstererek ortaya çıkarmıştır. Modern kapitalizmin tüm gelişmesinin küçük işletmenin büyük işletme tarafından ortadan kaldırılmasına vardığını, sosyalist bir toplum düzenini olanaklı ve zorunlu hale getiren koşulları yarattığını göstermiştir. Bir sürü kökleşmiş adetlerin, siyasal entrikaların, karışık yasaların, kurnazca düşünülmüş öğretilerin altında sınıf savaşımının yattığını görmeyi, her türden mülk sahibi sınıflarla mülksüzler yığını ve mülksüzlerin başında gelen proletarya arasındaki savaşımı görmeyi öğretmiştir. Devrimci sosyalist partinin gerçek görevini açıklığa çıkarmıştır: Toplumun yeniden biçimlendirilmesi için planlar keşfetmek değil, kapitalistleri ve onların uşaklarını işçilerin durumunun düzelmesine ilişkin vaazlar veren kişiler saymak değil, suikastlar düzenlemek değil, proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve son hedefi siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve sosyalist toplumun örgütlenmesi olan bu savaşımı yürütmek.” (Marx-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine)
Marksizm, işçi sınıfına kendi tarihsel rolünün bilincine varma imkânını yaratmış, bilimsel sosyalizmle işçi hareketinin birliğinin yolunu açmıştır. Zaten, bilimsel sosyalist teorinin kurucuları Marx ve Engels, hayatları boyunca sadece teori alanında birer deha olmakla kalmamışlar, işçi hareketinin önderleri ve örgütleyicileri de olmuşlardır. 1840’lardan itibaren yaklaşık kırk yıl boyunca Avrupa’da, Marx ve Engels’in içerisinde yer almadıkları ya da fikirleriyle etkilemedikleri hiçbir büyük işçi hareketi yoktur. Birinci Enternasyonal’in (Uluslararası İşçiler Derneği) kuruluşundan, tek tek ülkelerde birçok partinin inşasına ve programlarının hazırlanmasına, eylem anında yol göstericiliğe kadar, hep sınıf hareketinin tam ortasında yer almışlardır.

BİR SAVAŞ İLANI METNİ
Her bir cümlesi sayfalarca yazı ile açıklanabilecek kadar derin ve güçlü bir fikir yoğunluğunu ifade eden ‘Komünist Manifesto’ dört bölümden oluşmaktadır. “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan birinci bölüm, burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışını, bir önceki toplumun egemen sınıflarına karşı mücadele içerisinde oynadığı, tarihsel bakımdan devrimci rolü anlatır. Ama kapitalizmin gelişiminin vardığı mevcut aşamada bizzat burjuvazi tarafından önleri açılan üretici güçlerin, yeni ve muazzam gelişiminin artık var olan üretim ilişkilerinin çerçevesine sığmadıklarını açıklar. Burjuvazi, tarih sahnesine çıkışıyla birlikte kendi karşıtını ve mezar kazıcısını da yaratmıştır: “Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, -modern işçileri- proleterleri.” (Komünist Manifesto) Modern toplumda asıl çatışma, iki ana sınıf olan burjuvazi ile proletarya arasında yürümektedir. Bu karşıt kutuplardan birisinde yer alan ve üretimdeki yeri nedeniyle geleceği temsil eden proletaryanın zaferi, tarihte ilk defa yeni bir sömürücü sistemin kuruluşuna götürmeyecektir. Üretim araçlarının mülkiyetinden arınmış ve mülksüzler sınıfı olan proletaryanın nihai hedefi, üretim ve dolaşım araçlarının toplumsallaştırması ve proletarya diktatörlüğü yoluyla sömürüsüz, baskısız, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasına varmaktır. Kendilerinden önce, haksızlık ve adaletsizliğin, eşitsizliklerin, ezilenlerin açlığı ve sefaletinin eleştirisini yapan çokça düşünür olmasına rağmen Marx ve Engels; ilk defa kapitalizmin doğasını, yıkılmaya mahkûm olduğunu ve bu işi gerçekleştirmeye yetenekli ve zorunlu sınıfın proletarya olduğunu bilimsel kanıtlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır. Marx bunu şöyle açıklıyor : “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımların varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yaptığım ise; 1-Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2- Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, 3- Bu diktatörlüğün kendisinin, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamaktır” (Marx’dan Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852)
İkinci bölüm, “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşır. Burada, işçi sınıfının bir parçası ve onun öncü gücü olarak komünistlerin oynayacakları rol açıklanır. Manifesto’nun bu bölümü, komünistlerin hedeflerinin öz ve özet olarak açıklanmasına, burjuvazinin ikiyüzlü saldırılarının ve komünistlere yönelik iftiralarının ikna edici bir tarzda deşifre edilmesine ayrılmıştır. Komünistlerin, proletaryanın çıkarlarının haricinde ayrı çıkarlara sahip olmadıkları, teorik fikirlerinin ise bizzat canlı hayatın kendisi içinden çıktığı çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir “Bunlar yalnızca, varolan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto) Bu bölümde komünistlerin, özel mülkiyet ve onun ortadan kaldırılması, kişisellik ve özgürlük, aile, eğitim, kadınlar, ulus vb. gibi sorunlara yaklaşımları açıklanmaktadır.
Manifesto’nun “Sosyalist ve Komünist Yazın” başlıklı üçüncü bölümünde, Fransız ve İngiliz aristokratlarının yergici, feodal-gerici sosyalizminden, eleştirel-ütopik sosyalizme kadar, o günün çok çeşitli sosyalizm akımlarının kısa, ama net bir tanımlaması ve eleştirisi yapılmaktadır. Kendinden önceki sosyalist akımlara yöneltilen eleştiriler, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin temel meselelerdeki yaklaşımlarını başka bir yönden ifade etme maksadı da gütmektedir.
“Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlığını taşıyan dördüncü bölümün (önceki bazı pasajlarla birlikte), eser yazıldıktan bir müddet sonra ‘artık eskimiş’ olduğu, bizzat Marx ve Èngels’in kendileri tarafından da teslim edilmiştir. Bu ‘eskime’nin nedeni, yazılanların o günün tarihsel koşullarında yanlışlıklarının ortaya çıkmış olması değil, eleştiri konusu edilenlerin konumlarında meydana gelen değişikliklerdir. Ama bu bölümün ve dolayısıyla da ‘Manifesto’nun sonundaki şu paragrafta söylenenler, ebediyen “eskimemiş” olarak kalmaya devam edecektir : “Komünistler kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine, ancak şimdiye kadarki tüm toplumsal düzenin şiddet kullanılarak yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Oysa proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” (Komünist Manifesto)

‘KOMÜNİST MANİFESTO’ ESKİDİ Mİ?
Modern proletaryanın bilimsel sosyalist öğretisinin, genel hatlarıyla ilk kez ifade edildiği eser olan Komünist Manifesto’yu “eleştirme” ve karalamaya girişen bütün burjuva teorisyenlerin ve onu aşma iddiasındaki revizyonistlerin her dönemde öne sürdükleri değişmez argümanlardan birisi, o dönemde ortaya konulmuş teorinin bugün artık eskimiş olduğu! şeklindedir. Marksizm’in, bugünün sorunlarına yanıt vermekten uzak olduğu yolundaki “eleştirilerin” son on yılda dünyanın önemli bir bölümünde yaşanan olaylara yaslanarak ve ondan hareketle çok daha hararetli bir tarzda öne sürüldüğü ve bilimsel sosyalist teorinin ölüm fetvasının verildiği de biliniyor. Peki, burada gerçeklik payı var mı?
Engels, Manifesto’nun çekirdeğini oluşturan temel önerme üzerine şunları söylüyordu: “Her tarihsel çağda egemen olan iktisadi üretim ve mübadele biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal yapılanma, o çağın üzerine kurutu olduğu temeli meydana getirir ve o çağın politik ve düşünce tarihi, ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ortak mülkiyete dayanan ilkel kabile düzeninin dağılmasından bu yana) sınıf mücadelelerinin, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin tarihidir. Bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki, bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıfın -burjuvazinin- boyunduruğundan kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrılıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.” (Engels, 1888 İngilizce baskıya önsöz)
Bütün insanlık tarihinin (sınıflı toplum tarihinin) ve özel olarak da burjuva toplumunun bilimsel irdelenmesinden çıkan ve ‘Manifesto’da özlü olarak yansıtılan ana fikir işte budur. Toplumun ezilen, sömürülen ve kendisiyle birlikte tümünü de kurtaracak sınıfı olan proletaryanın zaferleri, bu fikri doğrulamaktadır. Uğradığı geçici yenilgiler ise, bu tarihsel rolü, her gün daha fazla omuzlamanın zorunluluğunu… “Komünist Manifesto”nun “her yerde” ve “her zaman” geçerli olan asıl özü ve ana ilkeleri değişmeden kalacaktır. ‘Manifesto’ya evrensel ve bilimsel bir özellik kazandıran da bu yanıdır. Çünkü ‘Manifesto’ herhangi bir metin değil; insanlık ve düşünce tarihinin mirasını emen, özel olarak da burjuva toplumunun işleyiş yasalarının tahlilinden hareketle geleceğin sınıfsız, sömürüşüz, özgür toplumuna varışın yollarını ortaya koyan temel önemde bir eserdir. Dolayısıyla, toplumda meydana gelebilecek siyasal ve iktisadi değişimlerin geçersizleştirmeye güç yettiremeyeceği kadar derinliğe ve sağlam temellere sahip bir belgedir. Bir bütün olarak, toplumlar tarihini bugün yeniden yaşatmak ve yazmak mümkün olmadığına göre, onun bilgisinden hareketle ve süzülmüş olarak ortaya çıkan bilimsel yorum, kavrayış ve değiştirme iddiasının başkalaşması da mümkün olmayacaktır.
Fakat “Komünist Manifesto”, bir yönüyle başka bütün tarihi metinlerde olduğu gibi, belirli tarihsel süreçte ve koşullarda kaleme alınmış bir eser olarak kuşkusuz “eskimeye” mahkûm yönler de içermemezlik edemezdi. Nitekim bu dev eserin bizzat kendi yazarları, henüz yaşadıkları dönemde meydana gelen yeni gelişme ve değişiklikler nedeniyle “eskiyen” bölümlere dikkat çekiyorlardı. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun 1872’deki Almanca baskısına önsözde şunları söylüyorlardı : “Son yirmi beş yıl içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, ‘Manifesto’da geliştirilmiş olan genel ilkeler, ana çizgileriyle, bugün de hala doğruluğunu korumaktadır. Şurası ya da burası somut olarak daha iyi hale getirilebilir: Bu ilkelerin pratikteki uygulanışı ‘Manifesto’nun kendisinin de belirttiği gibi, her yerde ve her zaman, o günün tarihsel koşullarına bağlı olacaktır ve bu nedenle, ikinci bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere hiçbir özel ağırlık verilmemiştir. Bu pasaj, bugün birçok bakımdan çok farklı bir biçimde ifade edilebilirdi. Modern sanayinin son yirmi beş yıl içerisinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla beraber ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, önce Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi, proletaryanın ilk kez siyasi iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deneyimler karşısında, bu program bugün yer yer eskimiş bulunuyor. Özellikle Komün bir şeyi, “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını salt eline geçirmekle onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceği”ni tanıtlamıştır. Ayrıca, apaçık ortadadır ki, sosyalist yazının eleştirisi bugün için eksiktir, çünkü bu ancak 1847’ye kadar uzanıyor; aynı zamanda, komünistlerin çeşitli muhalefet partileri hakkındaki tavırları üzerine düşünceleri, ana çizgileri bugün de doğru olmakla birlikte uygulamada artık eskimişlerdir, çünkü siyasi durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan partilerin çoğunu yeryüzünden silip götürmüştür. Bununla birlikte, ‘Manifesto’, üzerinde artık hiçbir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belgedir.”

‘MANİFESTO’DAN BUGÜNE DEĞİŞEN NE?
Kuşkusuz ‘Manifesto’dan bu yana yaşam durmadı ve canlı hayatın bilimi olarak Marksist teori de, donup taşlaşmış olarak kalmadı. Ama ne yazık ki, ‘Manifesto’nun ve genel olarak Marksist teorinin, işleyiş yasalarını inceleyip ölüme mahkûm olduğunu ilan ettikleri ücretli kölelik düzeni, bugün hala egemen sistem olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Lakin bu durum asla kapitalizmin boynuna asılmış tarihsel ölüm fermanını ortadan kaldırmaya yetmez. Çünkü öz değişmedi ve onu kemirip bitirecek çelişmeler bizzat kendi bağrında gizlidir. Burjuvazinin siyasal iktidarını, toplumsal dayanaklarıyla birlikte parçalayıp yok edecek güç, bizzat kendisi tarafından zorunlu olarak yaratılmış bulunuyor. Bugün toplum, her zamankinden çok daha açık ve çıplak bir şekilde iki ana sınıf olarak bölünmüş durumdadır. Ve tarihsel gidişat, başında proletaryanın yer aldığı ezilen, iliklerine dek sömürülen alt tabakanın, bu bölünmenin farkına daha çok varması yönündedir. ‘Manifesto’dan bu yana değişen bir şey varsa, o da, bu şaheser metinde bahsedilenlerin bugün her bakımdan on kat daha fazla geçerli olduğudur. Sadece şu pasaj birçok şeyi açıklamaya yeter : “…daha önceki bütün çağlarda anlamsız görünebilecek bir toplumsal salgın baş gösteriyor, aşırt üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye anlık bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı bütün gıda maddesi ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü toplumda çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkileri, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli darlaşmıştır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok ederek, öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha çok yönlü ve daha büyük bunalımlar hazırlayarak ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.” (Komünist Manifesto)
Aradan 150 sene geçti. Ücretli kölelik üzerine kurulu kapitalist sömürü sisteminin temel çatışmasını özetleyen bu gerçeklikten değişen ne? “Çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret” arttıkça, ezilen emekçi sınıflar açısından daha fazla cehalet, daha fazla eğitimsizlik, evsizlik, işsizlik, daha fazla sömürü, dışlanma, özgürlüklerden yoksunluk ve yabancılaşma değil midir yaşanan şey?
Sanayi de, ticaret de, gıda maddesi de, ve dolayısıyla uygarlık da, Marx ve Engels’in ‘Manifesto’yu kaleme aldıkları döneme göre kıyas kabul etmeyecek denli artmış olmalarına karşın, üretim araçlarının kapitalist özel mülk edinilmesine ve ücretli emek gücü sömürüsüne dayanan sistemde yönetilen, sömürülen ve ezilen sınıfların toplumsal konumlanışlarında ve yaşam koşullarında öze ilişkin bir farklılık var mı? Var olan kadarıyla da, bir taraftan somut bir toplumsal sistem olarak inşasına girişilmiş sosyalizm tehdidinden duyulan korkunun, öte yandan ise esas olarak işçi ve emekçi halkların mücadele ve eylemleriyle burjuvaziye rağmen gerçekleştiğini herkes biliyor.
Günümüz dünyasında bir yıl içerisinde yaklaşık 25 trilyon dolarlık toplam zenginlik üretiliyor. Son otuz yılda bu rakam aşağı yukarı altıya katlanmış olmasına karşın, sömürülen alt tabakaların aldıkları payda bir yükselme olmamış, aksine sürekli gerileme yaşanmıştır. Nüfusun en yoksul yüzde 20’sinin toplam zenginlikten aldıkları pay sadece yüzde 1,1’dir. Dünyanın en zengin 350 kadar kodamanı, bütün dünya nüfusunun neredeyse yarısının sahip olduğu servete tek başlarına sahip iken, günde sadece 1 (bir) dolarla yaşayan yüz milyonlarca (her dört kişiden biri) insan var. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak dörtte biri yeterli beslenemez ve milyonlarca insan açlıktan ölürken, ileri kapitalist ülkelerde depolar “çok fazla gıda maddesi” ile dolu. Irak’ta, Küba’da çocuklar sütsüzlükten, Somali’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede tahıl, yağ vb. yetersizliğinden ve yokluğundan kırılırken, Hollanda’da dökülen sütlerden akarsular, Danimarka’da yığılan tereyağından dağlar, ABD’de alıcı bulamayıp biriken tahıldan çürüyen silolar meydana geliyor. Bu çıplak adaletsizlik karşısında her ülkenin proletaryasının ve geri-bağımlı ülkelerin ezilen mazlum halklarının, eğer insanca yaşamak istiyorlarsa; ‘Komünist Manifesto’da mükemmel bir berraklıkla tarif edilmiş tarihsel yola, zorunlu olarak girmekten başka bir kurtuluş yollan mı var?
‘Manifesto’da ifade edildiğinden çok daha ileri bir düzeyde uluslararası bir sistem özelliği kazanan kapitalizmin bunalımları, bugün çok daha sık, derin ve tahrip edici özellikler kazanarak gerçekleşmektedir. Bunalımları atlatmanın yolu ise bugün de, “üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok etmek, yeni pazarlar ele geçirmek ve eskilerini daha kapsamlı bir biçimde sömürmek”tir. Yeni pazarlar ve egemenlik alanları ve dünya hegemonyası için, ‘Manifesto’nun yazıldığı tarihten bu yana on milyonlarca insanın hayatına mal olan, yüzlerce bölgesel-yerel savaş ve bir yüzyıl içerisinde iki büyük dünya savaşı yaşandı, bugün de yaşanmaya devam, ediyor. Yüz milyonlarca işçi zorla üretim sürecinin dışına atılmış ve işsizlik ile sefalete mahkûm edilmiştir. Sermaye düzeninin anavatanı olan ileri kapitalist ülkeler de bu dertten muzdarip olmaktan kurtulamıyorlar. Sadece Avrupa Birliği ülkelerinde 20 milyon, dünyanın ekonomik bakımdan en gelişkin 29 ülkesini bağrında toplayan OECD ülkelerinde ise 40 milyon kadar işsiz var. Avrupa’da yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 60 milyona varmıştır. Dünyada -ezici çoğunluğu Afrika kıtası ve Güney Asya’da olmak üzere- okuma yazma bilmeyen 850 milyon, temel sağlık hizmetlerinden yoksun 1 milyar insan yaşıyor. Her yıl 12 milyon çocuk (sadece Bangladeş’te ishal nedeniyle her gün 600 çocuk) açlıktan ve besinsizlikten ölüyor, 5–14 yaş grubundaki 250 milyon çocuk yetişkinlerle aynı koşullarda ama çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Hemen hepsi geri ve bağımlı ülkelerde yaşayan yaklaşık yarım milyar insanın ortalama yaşam süresi 40 yıl bile değil.
Yani değişen şey; barbarlığın, sefalet ve cehaletin, üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılmanın geçmişte tasavvur bile edilemeyecek kadar çok üst boyutta yaşanıyor olmasından ibarettir. Başlıca nedeni ise, “üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki temel çelişmenin” tarihin tekerleğini muazzam bir ölçüde ilerletecek tarzda henüz çözülememiş olmasıdır.
“Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda fertlerinin onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır. Varoluşu, tam da bu onda dokuzun ellerinde var olmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığının zorunlu koşulu toplumun ezici çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette, bizim niyetimiz de zaten budur.” (Komünist Manifesto)
Proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarı bulunmayan Komünist Partisi’nin, proletarya ve toplumun tüm ezilenleri adına beyan ettiği bu niyet, bugün de geçerliliğini olduğu gibi korumaktadır. Bu soylu ve insanı kölelikten kurtaracak niyetin ilan edildiği savaş bildirisi olarak “Komünist Manifesto” ise, tam da bu nedenle proleterlerin, ezilen emekçi yığınların mücadele bayrağı, sömürücü asalakların ise, adını her andıklarında korku ve öfkeyle dehşete kapıldıkları bir evrensel eylem kılavuzu olmaya devam ediyor.
Öyleyse bu, hacim olarak küçük, ama içerdiği fikir itibarıyla dev büyüklükteki esere hak ettiği önemi vermek, her bilinçli proleterin ve devrimcinin önde gelen görevlerinden birisidir. Ülkemizde ve genel olarak dünyada “Komünist Manifesto”, devrimci harekete yeni katılan ve eğilim duyan militanların nispeten “basit” eğitim aracı olarak görülür ve işin abecesini yeni öğrenmeye başlayan sempatizanların ilk başvuru kitabı olarak tavsiye edilir. Aslında bu, ‘Manifesto’ya yapılmış büyük bir haksızlık ve değerini anlayamamakla eşdeğer bir yaklaşımdır. Çünkü o, sadece saflara yeni katılan militanların değil, hatta onlardan da ziyade, dünyayı değiştirme kavgasına girişmiş her sınıf bilinçli işçinin ve proleter devrimcinin her an ve döne döne yeniden müracaat ettiği ve incelediği başucu kitabı olmalıdır. Yayınlanışının 150. yılında ‘Manifesto’nun’ özünü anlamak ve eylemimize yol gösteren güçlü bir silah olarak kullanmayı öğrenmek, proleter devrimine bir adım daha yaklaşmak demektir.

Mart 1998

Balkanlarda yeni emperyalist manevralar ve Kosova

Şubat ayı içerisinde patlak veren ve Mart boyunca da tırmanarak gelişen olaylar, onlarca Arnavut’un Sırp ordu ve polis kuvvetleri tarafından katledilmesi; dikkatleri yeniden Kosova, Eski Yugoslavya toprakları ve Balkanlarda yöneltti. Dolaysız çatışma içerisindeki tarafların yanı sıra, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölgedeki tüm devletlerin işbirlikçi-gerici yönetimleri ve büyük emperyalist devletler, çeşitli girişimlerde bulunarak şu veya bu şekilde taraf olduklarını ilan ettiler. ABD, Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın oluşturduğu “Batı Temas Grubu”nun art arda gerçekleştirildiği toplantılar ve ilgili bütün ülkelerin dışişleri bakanları ile diplomatlarının başlattıkları “diplomatik bale”, bölge üzerinde kara savaş bulutlarının sürekli hazır tutulduğunun göstergesi oldu. Ve bu vesileyle bir kez daha, dünyada hegemonya ve etkinlik mücadelesinin en şiddetli bir tarzda yürütüldüğü birkaç bölgeden biri olan Balkanlardaki en küçük bir sürtüşmenin bile bu hesapların dışında bir anlamının olmadığı görüldü.

OLAYLAR NASIL GELİŞTİ?
Eski Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde daha büyük cumhuriyetlerdeki çatışmaların gölgesinde kalarak bir kenara itilen Kosova, 1990 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra üzerinde duracağımız tarihsel-politik nedenlere de dayanan bu bağımsızlık ilanı, Arnavutluk dışında kimse tarafından tanınmamıştı. Büyük emperyalist devletler Yugoslavya’dan kopan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’yı paylaşmakla ve Bosna-Hersek’te en elverişli pozisyonu elde ederek paylaşımdan daha kârlı çıkmakla meşguldü. Kosova’nın Sırbistan sınırları içerisinde özerk bir bölge olarak kalması, üstü örtülmüş başka çelişkilerin o an için su yüzüne çıkmaması tercih edilmekteydi.
1990’daki bağımsızlık ilanından sonra, 1991’den itibaren süreç Kosovalı Arnavutlar tarafından hızlandırılmış ve önce referanduma gidilerek bağımsızlık, halk onayına sunulmuştu. 1992’de ise seçimler gerçekleştirilmiş, “cumhurbaşkanı” ve “parlamento” seçilmişti. Burjuva milliyetçi İbrahim Rugova, Kosova Cumhurbaşkanlığına getirilmiş, partisi Kosova Demokratik Birliği ise, oluşturulan parlamentoda çoğunluğu ele geçirmişti. Milliyetçi Rugova yönetimi, Bosna’da batağa saplanmış ve emperyalist kıskaca alınmış olan Sırp yönetiminin o dönemdeki mecalsizliğinden de faydalanarak kendi devlet kurumlarını, üniversite ve okullarını, basınını, sağlık kuruluşlarını vb. oluşturmuştu. Bütün zorluklara karşın, fiili bir devlet yönetimi kurulmuş durumdaydı. Başta ABD olmak üzere bazı emperyalist devletler, geleceğe dönük yatırım olarak Rugova yönetimine para ve malzeme desteği sağlamaktaydılar. “Her yıl 10 milyon dolara kadar ABD’nin bir insani yardımı var. Norveç de okullarımıza yardım etti” (Edita Tahiri- Kosova Milletvekili ve İ. Rugova’nın Dışişleri Sekreteri, Milliyet 9 Mart 1998)
“Uluslararası topluluk” adına hareket ettiğini iddia eden büyük emperyalist devletler, daha önceki dönemde olduğu gibi, bağımsızlık ilanından sonra da Kosova halkının haklı istemlerine kulak tıkamış, örneğin Kosova sorununun da “Dayton Anlaşmasına dâhil edilerek “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepleri reddetmişlerdi. İstikrarsızlık, çatışma ve emperyalist müdahalelere olanak tanıyacak, kaşınabilecek bazı sorunların var olmaya devam etmesi, henüz nihai hesaplaşmaya girişmemiş ya da girişememiş emperyalist devletlerin işine gelmekteydi.
İbrahim Rugova yönetimi, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin Mart ’98’de yenileneceğini ilan ettiğinde, zaten hiç kapanmamış olan çelişki ve çatışmalar yeniden alevlendi. Seçim tarihinin belirlenmesi ve ilan edilmesinde gerici Kosova yönetiminin tek başına hareket ettiğini ve herkese rağmen böyle bir tutum takındığını sanmak yanıltıcı olur. Nitekim henüz seçimlerle ilgili yeni bir karar ortada bile yokken, Almanya ve Fransa, Miloseviç yönetimine başvurarak Kosova’ya özel bir statü tanınmasını talep etmişlerdi (20 Kasım 1997). Bu önerinin Belgrad tarafından anında reddedilmesi üzerine ABD de hemen devreye girerek, Yugoslavya’ya uygulanan yaptırımları bir yıl süre ile uzattığını açıkladı (9 Aralık 1997). Yaptırımların süresinin uzatılmasına gösterilen gerekçeler arasında Kosova sorunu önemli bir yer tutuyordu. ABD’nin Kosova gerici yönetimine verdiği garantileri, Kosova Milletvekili ve Rugova’nın Dışişleri Sekreteri Edita Tahiri şöyle itiraf ediyor: “ABD Dışişleri bakam Madeleine Albright, Kosova’yı ziyaretinde, ABD’nin, 22 Mart seçimlerine gözlemci olarak katılacağını açıkladı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatında (AGİT) katıldığım bir toplantısında da aynı şeyler iletildi bana.” (Milliyet, 9 Mart 1998)
Bu arada, Bosna Savaşanın durmasının üzerinden geçen yaklaşık iki yıllık sürede nefes almış ve kendini nispeten toparlamış olan Yugoslav-Sırp önderliği, arkasına Rusya’nın da desteğini alarak “Yugoslavya’nın yeniden parçalanmasına müsaade etmeyeceklerini”, Slavların “kutsal topraklarını Müslüman Arnavutlara bırakmayacaklarını ilan etti. Yasadışı ilan ettiği Kosova yönetimine ve seçim hazırlıklarına karşı, askeri kuvvetine dayanarak saldırıya girişti. Daha önceleri Bosna’da görev almış katliam birlikleri, faşist milisler yeniden ve bu kez Kosova’da faaliyete giriştiler. Sırp kuvvetlerine mensup iki polisin şaibeli bir şekilde UCK (Kosova Kurtuluş Ordusu) tarafından öldürülmesi ise olayları tutuşturan kıvılcım oldu. Sırp birlikleri Kosovalı Arnavut gençlerine, köylerine ve kitle gösterilerine saldırıya girişerek 100’den fazla kişiyi katletti ve yüzlercesini de yaraladılar. Barışçı mücadele yolunu Seçmiş olan on binlerce Kosovalı ise, o günden bu yana değişik aralıklarla büyük kitlesel gösteriler gerçekleştirerek bağımsızlık talep ediyor.
Bütün bu gelişmelerin gölgesinde gerçekleştirilen 22 Mart seçimleri de, yine burjuva-milliyetçi İ. Rugova ve partisinin lehine sonuçlandı. Mağdur ve kahraman direnişçi rolünü iyi oynayan Rugova, muhalefeti etkisizleştirerek yeniden cumhurbaşkanlığına seçilirken, partisi de parlamentoda ezici çoğunluğu elde etti.

“KUTSAL TOPRAKLAR”
Kosova, Balkanlar’da Ortodoks Sırplar ile Müslüman halklar arasında ezeli çatışmanın hep odak noktası olmuş, her iki taraf açısından da tarihsel bir değer taşımıştır.
Ortaçağ Sırp Krallığı XIV. yüzyılda egemenliğinin zirvesine ulaştı. Sırp Kralı Etienne Duşon 1346’da imparator ilan edildiğinde, Makedonya’dan Yunanistan’a kadar geniş bir alanda hüküm sürüyordu. İmparatorluğun kalbi ise şimdiki Kosova topraklarıydı. İmparator, Bizans’ı (İstanbul) ele geçiremeden öldü. Ölümünden sonra Sırp imparatorluğu parçalanarak çok sayıda prensliğe bölündü. 1389’da Kosova’da gerçekleşen savaş neticesinde Sırp kuvvetleri Türkler tarafından yenilgiye uğratıldı, Prens Lazar ve Sultan I. Murat’ın da hayatlarını kaybettikleri bu savaştan sonra beş yüz yıl süren Osmanlı egemenliği dönemi başladı. Osmanlıların yükselme dönemi de Kosova zaferinden itibaren başlar. Balkanlarda hâkimiyet kurulduktan sonra Bizans’ın başkenti İstanbul ele geçirildi (1453) ve Batı’ya doğru yayılma dönemi başladı. Batı’ya yayılma Viyana kapılarında durdurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu gerileme sürecine girmiş oluyordu.
Beş asırlık Osmanlı hâkimiyeti döneminde Kosova, Türklerin yanı sıra esas olarak, Müslümanlaştırılan Arnavut halkının yerleşim bölgesi durumuna geldi. Bu durum, XX. yüzyılın başla-rina kadar sürdü. Bu yüzyılın başına gelindiğinde “Avrupa’nın hasta adamı” olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgi üstüne yenilgilerle geri ‘çekilmesi üzerine Kosova, 1912 yılında Balkan Savaşı’nın ardından yeniden Sırbistan’a bağlandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918’de Yugoslavya devleti kuruldu. Federasyon içerisinde asıl güç sahibi olan Sırplar, Kosova bölgesinin etnik yapısını değiştirmek için önlemler aldılar. Türk ve Müslüman “bey’lerin elindeki geniş toprak parçalarına zorla Sırp’lar yerleştirildiler. Sırpların politikası, “kutsal topraklar”ı yeniden ele geçirmekti. Bu dönemde Türklerin yanı sıra çok sayıda Arnavut da Sırp zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleştiler. 1929’da Kosova nüfusunun % 61’ini Sırp ve Karadağlılar teşkil ediyordu. (Önceleri % 90 Arnavut ve Türklerdi.)
İkinci Dünya Savaşı esnasında İtalyan faşistleri Kosova’yı da işgal ettiler ve “Büyük Arnavutluk” toprakları içerisine aldılar. Sırpların başlatmış olduğu “toprak reformu”nu iptal ettiler ve tarihlerinde ilk defa Arnavut nüfusa kendi dilinde eğitim imkânı sağladılar, Bu durum ve faşist işbirlikçisi Kral Zogo’nun çabaları, Kosovalıların başlangıçta İtalyan faşistlerini kurtarıcı gibi algılamalarına ve karşılamalarına neden oldu. Ancak süreç içerisinde faşistlerin gerçek niyetleri ortaya çıkınca, Kosovalıların ezici bir çoğunluğu antifaşist kurtuluş savaşında Tito kuvvetlerinin saflarında yerlerini aldı. Fakat Kosovalı Arnavutlar, 1945’de kurtuluştan sonra bekledikleri otonomiyi ya da Yugoslavya Federasyonu’nun yedinci cumhuriyeti olmayı elde edemediler. Yeniden “Büyük Sırbistan” hayali diriltildi. Ancak Sırp nüfus, ekonomik bakımdan oldukça geri olan bu bölgeye tekrar dönme eğilimine girmedi.
Kosova’daki Arnavutların, Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra Sırp baskısına karşı gerçekleştirdikleri ilk isyan 1968’de yaşandı. Aynı yıllarda Hırvatistan’da da benzer gelişmelerin yaşanması üzerine, Tito yönetimi de-santralizasyona yöneldi. 1974 Anayasası ile Kosova’ya, neredeyse diğer cumhuriyetlerin düzeyinde haklar tanıyan otonomi statüsü verildi. 1971’de Kosova nüfusunun % 73,7’si Arnavutlardan oluşuyordu. Otonominin kazandırdığı haklarla gelişen ulusal bilinç, Tito’nun ölümünden sonra 1981’de Kosovalıların bağımsızlık için ayaklanmalarına kadar vardı. On binlerce kişinin katıldığı büyük gösteriler Sırp yönetiminin zorbalığı ile bastırıldı. Ama bu arada Sırp ulusuna mensup halk bölgeyi tümüyle terk etti. 1991’de Sırp nüfusun oranı % 11’e düşmüştü.
1989’a gelindiğinde Kosova’da çarpışan iki yerel güç vardı: Bir tarafta Sırpların yeni altın çağı arayışı içerisindeki aşırı milliyetçi Miloseviç gibiler. (Bunlar, Tito zamanında ele geçen fırsatın iyi kullanılmadığı ve tepildiğini iddia ediyorlardı.) Öte yanda ise, bölgenin en eski uygarlığı olan İlirya’lıların devamı olduklarını iddia eden ve Slavlar arasında ezilmekten bıktıklarını ilan eden Kosovalı Arnavutlar. 1989 yılı içerisinde Trepca maden işçilerinin yeraltından çıkmayarak başlattıkları açlık greviyle patlak veren eylemler, on binlerce Arnavut’un katıldığı kitlesel gösterilere dönüştü ve Sırp kuvvetleri tarafından bir kez daha zor yoluyla bastırıldı. Bir yıl sonra Miloseviç’in ilan ettiği yeni anayasa ile (Voyvodina’yla birlikte) Kosova’nın özerkliği kaldırıldı”, özerk yönetimin bütün kurumlan (okul, basın, üniversite vb.) dağıtıldı. Bu durum karşısında Kosovalılar, milliyetçi Rugova önderliğinde kendi kurumlarını yasalara rağmen yeniden oluşturdular. 1991’de düzenlenen “gizli” referandumla Kosova Cumhuriyeti ilan edildi. (Sadece Arnavutluk tanıdı.) 24 Mayıs 1992’de düzenlenen “gizli” seçimlerle, Kosova Demokratik Birliği (LDK) lideri İbrahim Rugova cumhurbaşkanlığına seçildi.
Bu arada eski Yugoslavya 1991’de parçalandı. Geçmişte 6 cumhuriyetten (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya) ve 2 özerk bölgeden (Voyvodina ve Kosova) oluşan Yugoslavya Federasyonu içerisinde sadece Sırbistan ve Karadağ kaldı. Diğer cumhuriyetler, nispeten kısa süreli savaş ve çatışmalarla bağımsızlıklarını ilan ederken, Bosna-Hersek’te çatışmalar yaklaşık dört yıl sürdü. Sonuçta büyük emperyalist devletlerin müdahalesi ile Aralık 1995’de imzalanan Dayton Anlaşması, Bosna’da savaşı “dondurdu”. Ama Kosova sorununun da bu anlaşma kapsamına alınarak “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepler, anlaşmanın bölgesel tarafları ve hamilik yapanlar tarafından dikkate alınmadı.
Buradan çıkan sonuç şudur: Kosova, tarihinde hiçbir dönem özgür olmamış, ulusal ve demokratik istemleri hep işgalci ve despot rejimler tarafından bastırılmıştır. Buna, yaklaşık 35 yıl süren “sosyalist” Tito yönetimi dönemi de dâhildir. Bütün “sosyalist” söylemine ve resmi görüşmelerdeki vaatlerine karşın, büyük Sırp şovenizmini ayakta tutan Tito revizyonist kliğine karşı Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin ve Enver Hoca yoldaşın on yıllarca yürüttüğü ilkeli mücadele biliniyor. E. Hoca ve sosyalist Arnavutluk, her dönemde değişik yönlerden baskılara muhatap kalmalarına rağmen, bölgeye ve genel olarak Balkanlar’a emperyalist müdahaleyi kolaylaştıracak ve halkları daha uzun süreli bir esaret koşullarına mahkûm edecek girişimlerden titizlikle sakınmışlardı. Kosova sorununun gündeme geldiği her dönemde sosyalist Arnavutluk, sorunun Yugoslavya sınırları dâhilinde ve Kosova’ya diğerleriyle eşit haklara sahip cumhuriyet statüsünün tanınması yoluyla çözümlenmesini önermişlerdi. Ancak, Yugoslavya’yı değişik ulusların özgür birliği yerine, büyük Sırbistan hayalinin gerçekleştiği topraklar durumuna getirmekte kararlı olan Titocu revizyonist klik, fırsat doğar doğmaz halkların birbirini boğazlamalarının da sonraki zeminini hazırlamıştı. Nitekim Tito’nun ölümünden sonra yaşanan süreç, tam da böyle olmuş ve büyük emperyalist devletlerin bölgeye müdahalesi ve üşüşmesi için fırsat yaratmıştı. Tito’dan sonra iktidarı ele geçiren gerici-faşist Miloseviç kliği, bir önceki dönemde kaçırılan fırsatlara hayıflanmış ve “Büyük Sırbistan” hülyasını açık zorbalıkla gerçekleştirmeye girişerek, Yugoslavya’nın bugünkü sınırlarına kadar gerilemesinin yolunu açmıştı. Miloseviç, 1989’da Kosova Meydan Savaşı’nın 600. yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Sırbistan bugün yine yeni çatışma ve zaferlerin eşiğindedir”
Bu türden savaş naralarıyla “Büyük Sırbistan”ı yeniden kurmaya yönelen gerici-milliyetçi Miloseviç ve ekibi, sonraki on yıl içerisinde dünyanın gidişatını etkileyecek büyük değişim ve çözülmelerin farkında değildi. Çözülüp parçalanan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin (Yugoslavya’nın kendisi de dâhil olmak üzere) büyük emperyalist kuvvetler elinde nasıl amansız ve kıran kırana bir rekabet, etkinlik ve hegemonya alanı olacağını hesaplayamıyordu. Zira Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çöküşü ile birlikte başlayan süreç, dünyanın ve bu arada ekonomik, politik, askeri ve stratejik önemi bakımından önde gelen bir kaç bölgeden biri olan Balkanlar’ın yeniden paylaşılması dönemidir. Dünyanın önemli diğer bölgelerini bir tarafa bırakacak olursak, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki yeniden paylaşımdan aslan payını kapan ise Alman emperyalizmidir. Geleneksel-tarihsel yakınlık ve kendine özgü gelişme süreci nedeniyle hâlâ Rusya’nın etkinlik alanı içerisinde kalan Yugoslavya haricinde hemen bütün Doğu Avrupa ülkeleri ile Balkanlar, ekonomik ve ticari bağlantılarıyla Almanya’nın pençesine takılmış bulunuyorlar. Almanya, yüzyıllar boyunca askeri despotizmine ve Hitler’ci faşizme dayanarak gerçekleştirmeye çalıştığı etkinliği, bugün ekonomik ve ticari üstünlük yoluyla büyük ölçüde sağlamış bulunuyor. Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, Avusturya, büyük ölçüde Romanya ve Bulgaristan ve hatta Ukrayna, Almanya’nın yörüngesine girmiş bulunuyorlar. Sözü edilen ülkelerin ekonomik-ticari bakımdan Alman pençesine takılmış olmaları gerçeği, öteki büyük devletlerin tümüyle devre dışı kaldıkları ve bölgeden süpürülerek iddialarını yitirdikleri anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ve çatışmayı şiddetlendiren en önemli sebep de burada yatıyor.
Kosova sorununun iki yönü var: Birincisi, Kosovalı Arnavutların haklı ve meşru istemleridir. Her ne kadar emperyalizmin elinde oyuncak durumuna gelmeye yatkın burjuva-milliyetçi önderlik tarafından yozlaştırılsa bile, özgürlük istemi, her ezilen halkın en doğal hakkıdır.
Bunun hangi biçim altında gerçekleştirileceği ise sorunun önemli ama tali yanıdır. Kosova, on yıllar boyunca Yugoslavya Federasyonu içerisinde diğer cumhuriyetlerle aynı haklara sahip bir cumhuriyet statüsü kazanmak için mücadele yürüttü. Tito ve Titocu yönetimler her seferinde bu talebi bastırmak için, tarihsel gerçekleri tersyüz eden kara propagandaya ve çıplak teröre başvurdular. Kosova’nın cumhuriyet değil, “özerk bölge” statüsüne kavuştuğu 1974–81 yılları arası dönem, nispeten rahat ve az sorunla yaşadığı dönemdir. 1981’de özerklik statüsünün kaldırılmak istenmesi ve kısıtlanması üzerine başlayan gerginlik, 1989’da bu statünün toptan iptal edilmesiyle zirveye ulaştı.
Bu arada Arnavutluk’un Kosova sorununda değişik dönemlerde oynadığı role değinmekte yarar var. Kral Zogo’nun gerici yönetimi döneminde canlı tutulan “Büyük Arnavutluk” hayali, İtalyan faşistlerinin kurtarıcı gibi gösterilmelerine ve öyle algılanmalarına kadar vardırılmıştı. İkinci Dünya Savaşanın bitiminde sınırın her iki yakasında halk cumhuriyetlerinin kurulması, aslında, Kosova sorununun demokratik, özgür ve barışçı bir ortamda çözülebilmesinin imkânını da yaratmış bulunuyordu. Fakat Tito kliği daha savaş içerisinde vermiş olduğu sözleri unutarak, gerici ve erteleyici bir tutum takındı. Ulusal sorunun çözümünde Marksist-Leninist ilkelere sadık kalan Arnavutluk Emek Partisi ise, çözüm konusundaki fikirlerini açık ve net bir şekilde ifade etmekle birlikte, dışarıdan müdahalelerin yolunu açacak sürtüşme ve çatışmalara girmekten hep kaçındı. Arnavutluk, sosyalist kaldığı müddetçe de bu tutuma uygun bir çizgi izledi ve bölgede barış ve istikrarın gerçek unsuru olarak rol oynadı. Ancak, Arnavutluk’ta sosyalizmin yenilmesi ile birlikte işbaşına gelen burjuva-milliyetçi ve gerici klikler, Kosova sorununda da yangına körükle giden bir yaklaşımın sahibi oldular. Bizzat Arnavutluk’un kendi içerisinde “düzen” sağlanması için kendi halkına karşı yabancı emperyalist birlikleri imdada çağırmaktan geri kalmayan gericiler, Kosova’ya böyle bir müdahalenin ise başlıca kışkırtıcıları arasında ön safta yer aldılar. Son olaylarda da aynı tutum (biraz yumuşamış olmakla birlikte) devam etti.
Kosovalıların kendileri ise bugün artık “özerk yönetim” ve “federasyon içinde cumhuriyet” çözümünü kabullenemeyecekleri bir konuma gelmiş bulunuyorlar. Orta vadede bağımsızlık ve uzun vadede ise Arnavutluk’la birleşmek, artık açıktan ifade edilmeye başlanan bir hedef durumuna gelmiştir. İşte bu zemin üzerinde, Kosova sorununun ikinci yönü devreye girmektedir: Emperyalistlerin bölgeye müdahalesi ve Balkanlar’da yürüyen hegemonya savaşı.

KOSOVA’YI KİMLER KARIŞTIRDI?
Kosova’yı karıştıranların bölgesel-yerel güçler olmadığı kesindir. Son on yılda dünyanın neresinde benzer yerel çatışmalar yaşanmışsa; orayı karıştıranların kim ya da kimler olduğunu anlamak için, tarafları sonuçta “barış masası”na oturtanların kimler olduğuna bakmak yeterlidir. Savaş(tır)anlar, sonuçta ya başarı elde ederek ya da savaşı ileri bir tarihe erteleyerek yerel güçleri masaya oturttuklarında, aslında masadakilerin her birinin ya da aynı anda birçoğunun ardında yer alıyorlar.
Avrupa’nın ortasında yirminci yüzyılın sonunda “etnik temizlik” ve “soykırım” savaşı olarak nitelendirilen Bosna Savaşı, dört yıl boyunca yüz binlerce insanın yaşamına, ekonomilerin harap olmasına ve halklar arasında onulmaz düşmanlık yaralarının açılmasına sebep olduktan sonra, birdenbire bıçakla kesilir gibi sona ermişti. Eğer yerel güçler gerçekten kendi kuvvetlerine dayanarak ve haklılığına inandıktan bir savaşın içerisinde olsalar, savaşın o evresinde böyle bir şey mümkün olur muydu? Sadece Bosna örneği bile Balkanlar’da süren çatışmaların, bölge gericiliklerinin boyunu aşan boyutlarının bulunduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Buradaki çatışmanın asıl tarafları olan büyük emperyalist devletler, “Dayton Barışı” ile savaşı sonuçlandırmaya değil, o günün koşullarında “dondurmaya” karar vermişler, kendilerine bağlı gericilikleri ise vaat, telkin, o da olmazsa tehdit yoluyla susturmasını bilmişlerdi. Ara verilen çatışma ve savaş bugün Kosova’da, zaten var olan tarihsel anlaşmazlıklar yeniden yavaş yavaş kaşınmak suretiyle tekrar başlama eğilimine girmiş bulunuyor.
Kosova’da ve genel olarak Balkanlarda bugün karşı karşıya duran ve işbirlikçileri yerel genellikler aracılığıyla çatışmakta olan asıl güçler, Almanya, ABD ve Rusya’dır. Bunlara, biraz daha geriden gelen ve birinci gruptakilerin müttefikleri olarak rol oynayan Fransa ve İngiltere’yi de eklemek gerekir. Bu aynı güçler, dört yıl süren Bosna Savaşı’nın da “barışının” da tarafları idiler ve bugün bölgede savaşan yerel güçleri “barıştırmak”la görevli “Batı Temas Grubumun da üyeleridir. Ama “barış”ı sağlamakla kendilerini görevli ilan etmiş olanların her birinin ve özellikle de Almanya, ABD ve Rusya’nın çıkarları çatışmakta, stratejileri karşı karşıya gelmektedir. Kosova’daki son olayları (çözümlenmemiş tarihi ve ulusal sorun zemininden hareketle) kışkırtan ve yeniden kaşıyan güçler, hemen hemen eşzamanlı olarak ve birbirlerinin hamlelerini karşılıklı etkisizleştirmek isteyen Almanya ve ABD’dir. Almanya, Doğu’ya ve Balkanlar’a doğru rahatça yayılması önünde Rusya (ve Yugoslavya’nın bizzat kendisi) hesabına engel teşkil eden Yugoslavya’nın hizaya getirilmesi ve bunun için gerekirse yeniden parçalanması yanlısıdır. ABD ise Bosna Savaşı sırasında kerhen destek verdiği Sırbistan’ı tam gözden çıkarmamakla birlikte, bölgede sorun teşkil eden noktaları kaşıyarak bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artırmak, askeri ve diplomatik üstünlüğüne dayanarak Almanya’nın yayılmasını engellemek planı ile hareket etmektedir. Her iki emperyalistin atraksiyon ve girişimlerinin de Rusya aleyhine olduğu ise açıkça ortadadır. Nitekim Rusya’nın, temas grubu toplantılarında açıktan Sırbistan’ı destekleyen bir mihrak olarak ortaya çıkması ve uygulanacak yaptırımları engellemek ya da en azından yumuşatmak doğrultusunda çaba sarf etmesi ve “eğer bir ambargo uygulanacaksa bunun Kosova’yı da içermesi” (ABD ve Almanya’nın, özellikle de Almanya’nın ilişki içerisinde olduğu Arnavutluk mafyası aracılığıyla Kosova’ya silah yığılmasının durdurulması) gibi karşı önerilerde bulunması, bu çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir.
Yugoslavya’da kaşınacak başka sorunlar da bulunduğu halde özellikle Kosova’nın ön plana çıkmasının bilinen tarihsel, dini ve etnik nedenlerinin yanı sıra bir başka noktaya da dikkat çekmekte yarar var. Kosova meselesinde üstünlük kuran güç, hiç tereddütsüz Kosova’yla kan bağları bulunan Arnavutluk ve Arnavut nüfusun yoğun olarak yaşadığı Makedonya’nın bir bölümü üzerinde de etkinlik kuracaktır. Arnavutluk üzerinde ise Almanya ile ABD’nin şiddetli bir kapışma içerisinde oldukları biliniyor.
Büyük emperyalist devletlerin Balkan politikasının sadece bölge hegemonyası ile sınırlı olmadığı, bu stratejik noktadan hareketle dünyanın başka bölgeleri üzerinde de etkinlik kurma ya da mevcut etkinliği pekiştirme amacı güttüğü unutulmamalıdır. Örneğin Alman emperyalizmi, Rusya ile Yugoslavya ve bazı eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde kapışırken; aynı zamanda onu (Rusya’yı), mevcut statükonun üstün gücü olan ABD’ye karşı stratejik işbirliğine ikna etme ya da boyun eğdirme özleminden de vazgeçmemiştir. Nitekim Kosova’da düğümün karmaşıklaşması ve ABD’nin diplomatik-askeri üstünlüğe dayanarak nüfuzunu artırması, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya ve Türkiye’den oluşan “bölgesel barış gücü” hamlesini yaparak mevzi kazanması karşısında; Almanya, arkasına Fransa’yı da alarak Rusya ile birlikte “Moskova Zirvesi”ni tezgâhladı. Geçici bir toplantı olmadığı ve arkasının geleceği açıklanan ABD ve İngiltere karşıtı bu ittifak, ikinci Körfez Savaşı tehdidine karşı da nispeten işlemiş ve ABD’yi caydıran bir rol oynamıştı. Bu, aynı zamanda ABD’nin Balkanlardaki planlarına ve geleneksel olarak Fransa’nın etkinlik alanı olan Afrika’daki güncel girişimlerine karşı verilmiş bir yanıttı.
Şimdi saflar daha da belirginleşiyor. “Uluslararası Topluluk” ya da Birleşmiş Milletler adına hareket ettiklerini iddia eden birkaç büyük emperyalist devlet, birbirleri aleyhine ve esas olarak da proletarya ve halklara karşı nefes kesen, kıran kırana bir çatışmaya girişmiş bulunuyorlar. Bugün hâlâ bu çatışmanın işbirlikçiler ve yerel gericilikler vasıtasıyla yürütülüyor olması (ya da öyle yürütülmek zorunda kalınması) yarın da bu şekilde devam edeceği anlamına gelmez.
Dolayısıyla büyük emperyalist devletlerin Kosova’ya müdahalesinin, ulusal hak ve özgürlük talep eden Kosovalı Arnavutlara herhangi bir yararının dokunacağını zannetmek en hafif deyimle saflık olacaktır. Nitekim hepsinin hep bir ağızdan cumhuriyet ya da bağımsızlık talebine karşı çıkmaları ve sadece, dışarıdan müdahaleyi her dönemde mümkün kılacak ne idüğü belirsiz “diyalog” çağrısında bulunmaları bunun göstergesidir.

TÜRKİYE NEDEN BU KADAR HEVESLİ?
Kosova’da yeniden patlak veren olayların ardından hareketlenen ve üstüne vazife olmadığı ve kimse de bir şey talep etmediği halde arabuluculuk rolüne soyunan bölge ülkelerinin başında Türkiye geliyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Belgrat ve Priştina ziyaretlerinin yanı sıra/Türkiye’nin askeri ve diplomatik çevrelerinde de gözle görülür bir canlanma yaşandı.
Türkiye’nin, etrafını çevreleyen istisnasız bütün komşularıyla ihtilaflı ve anlaşmazlıkları körükleyen, provokasyon ve şantaja dayalı bir dış politika izlediği biliniyor. Sadece Balkanlarda değil, Türkiye’ye komşu önemli çatışma bölgelerinin tümünde izlenen dış politikanın iki ana ekseni var. Bir: Kaile alınan bir bölgesel güç durumuna gelmek, büyük emperyalistler arasındaki dalaşmadan yararlanarak kendini olabilir en yüksek fiyattan pazarlama ve esas olarak da ABD emperyalizminin “Truva atı” olarak Rusya’nın ve Almanya’nın planlarını bozmakta aktif bir rol oynamak. (Bir ABD planı olarak gündeme gelen “Balkan Barış Gücü”nün temel direği ve ilk gönüllüsü olarak Türkiye’nin öne atılması tesadüf değildi. Ayrıca Almanya’nın Türkiye’yi AB sürecinden dışlayan bir tutum takınmasının asıl nedeninin Müslümanlık filan gibi gerekçeler olmadığı biliniyor. Avrupa’nın patronu olarak Almanya, AB içerisinde ikinci bir ‘ABD casusu’na tahammül edemeyecek durumdadır. Bu nedenle de Türkiye’ye ya kendi çıkarlarının yörüngesine girmesi için boyun eğdirmek, ya da dıştalamak doğrultusunda bir yaklaşım içerisindedir.) İki: Dış politikayı ve ona dayanılarak teşvik edilen milliyetçi-şoven duyguları, iç politikadaki terör ve baskının üstünün örtülmesinde en etkili tarzda kullanmak. Burjuvazinin çıkarlarını ve ham emperyalist emelleri ulusun çıkarları olarak lanse ederek, emekçi halkın hoşnutsuzluğunu nötralize etmek ve hatta gerici-faşist politikalara desteğini sağlamaya çalışmak… İşbirlikçi, gerici burjuvazinin izlediği ve Türkiye’yi ikide bir savaşın eşiğine kadar götüren, komşu ülkeler ve halkları nezdinde sevimsiz ve nefret duyguları uyandıran bir ülkeye çeviren politikanın özü, işte budur.
Yunanistan, Suriye, İran, Ermenistan gibi komşu ülkelerle sürekli canlı tutulan gerginlik ve sürtüşmelere ek olarak son aylarda yaşanan üç olay, Türkiye’nin bu gerici, ihtilafçı, ama aynı zamanda da işbirlikçi sus-pusluğa dayanan dış politikasını açığa vuran canlı örneklerdi. Bunlardan birincisi; Türkiye-AB (daha doğrusu Almanya) ilişkileri, ikincisi; Körfez’de yeni bir savaş ihtimalinin belirmesi, diğeri ise; Kosova’da yaşanan gelişmelerdi. Her üç olayda da Türkiye’nin sapmadığı iki şey vardı. Bir: ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçiliği ve bunun için gerekirse ülkeyi diğer emperyalist devletlerin saldırı hedefi durumuna getirmekte takınılan cesaretli (!) tutum, İki: Dışarıdaki gelişmeleri içteki gericiliğin dayanağı olarak kullanmak ve bunun için “sarı basın”daki gönüllüler ordusunu seferber ve ihya etmek.
Her ne kadar yerinde ve doğru söylenmiş olsa bile zamanlama ve güdülen hedef bakımından Almanya’yı açıktan tahrik etmeye yönelik “lebensraum” (yaşam alanı) tahlilleri, Irak’a saldın için kraldan fazla kralcı kesilmek, Kosova’ya müdahale ve “Balkan Barış Gücü” için ilk aday olarak sıraya dizilmek vb. gibi tutumlar ve “bu orduya bir uçak gemisi helal olsun” türünden yaygaralar; bu bahsedilen çerçevede belirli bir anlam kazanmaktadır. Yok değilse Türkiye gericiliğini ilgilendiren şey, Kosova’daki Arnavutların bağımsızlık ve özgürlük talepleri değildir. Kelin merhemi olsa, kendi başının çaresine bakardı! İçte ve dışta izlediği politika ile özgürlük, bağımsızlık gibi soylu kavramların düşmanı olduğunu bir değil, bin kez kanıtlayan, Kürt halkının haklı istemlerine “Sırp zulmü”nü hiç de aratmayacak bir vahşilikle saldıran işbirlikçi faşist gericiliğin Kosova halkına taşıyabileceği yararlı en ufak bir değer yoktur.

Haziran 1998

Dünya işçi hareketinde yeni bir döneme doğru

Batılı kapitalist sistemin, yine kendisiyle aynı ekonomik ve siyasal temele sahip olmakla birlikte hâlâ sosyalist yaftası takmaya devam eden Doğu kapitalist bloğu karşısında 1990’lara gelindiğinde kazandığı ‘zaferin’ yarattığı sarhoşluk henüz kaybolmaya yüz tutmuşken, kapitalizmin ideologlarının bir bölümü alarm sinyallerini vermeye başlamışlardı. Sanki kendi aralarında önceden kararlaştırılmış bir görev bölümü çerçevesinde çalışıyorlardı. İçlerinden bazıları, hâlâ yaşananları ‘tarihin sonu’, ‘insanlığın gelişiminin varabileceği son nokta’ ve kapitalist sistemi de ‘insan soyuna en fazla yaraşan ve insan doğasına denk düşen’ sistem olarak tanımlamaya devam ederken, başka bir bölümü, gelecekteki tehlikelere dikkat çekiyorlardı.
Birinci grupta yer alanların şarlatanlıklarının anlaşılması pek uzun sürmedi. Her türlü bilimsel yaklaşıma aykırı idealizmin ömrü uzun olamazdı ve olmadı da. Örneğin, bugün hâlâ Fukuyama’nın saçmalıklarını savunacak kadar babayiğit olanları giderek azaldı. Ama mesele burada değil. Zaten tehlikenin büyüğü o zaman da, gerçekleri kabaca çarpıtanlardan değil, kapitalizmin rafine ideologlarından ve iyi eğitilmiş akıl hocalarından geliyordu. Çoğunlukla dönek Marksistler arasından ve ünlü üniversite kürsülerinden devşirilmiş olan bu tür, bugün de zehrini bütün acılığıyla kusmaya devam etmektedir.
Bir tarafta bütün yalınlığı ile toplumsal hareket var, öte tarafta ise toplumsal hareketin dinamiklerini kısırlaştırmaya, bazen korkuyla geriletme, bazen de hayalci hedeflere yöneltip erken tahrik ederek etkisizleştirmeye çalışanlar… Ama temel hareket noktası ve referans aynı kalmaya devam ediyor: Sosyalizm insan doğasına aykırıdır, Marksizm öldü, kapitalizm rakipsizdir vb.
Kapitalizmin nihai zafer kazandığı ve kendisini kaçınılmaz sonuna götürecek olan çelişkilerinden arındığı iddia ediliyordu. Batılı klasik kapitalizmin revizyonist ve sosyal emperyalist Doğu Bloğu karşısında zafer kazandığı ve onu sonuçta kendi pazarına bağlayarak sırtını yere çaldığı doğrudur. Bu, her ne kadar sosyalizmin yenilgisi olarak gösterilmeye çalışıldıysa da, bugün ortaya çıkan manzara, yenilenin sosyalizm olmadığını aksine, sosyalizme duyulan ihtiyacın keskinleşmiş olduğunu kanıtlıyor. Bugün devrimin koşulları geçmişte olduğundan daha fazla olgunlaştırmış ve işçi-emekçi hareketinin yenilenmiş dinamiklerle ortaya çıkmaya başlamıştır.
Son on yılın gelişmeleri kapitalist şarlatanları yalanladığı gibi, yeni devrimci gelişmelerin koşullarının olgunlaştığına da işaret etmektedir.
Doğu Bloğu’nun parçalanması ile birlikte dünyada yeni bir düzenin tesis edileceği, bunun için koşulların oluştuğu iddia edilmişti. Fakat yeni dünya düzeni savunucularının uluslararası ilişkiler bakımından ileri sürdükleri bütün görüşler kısa bir süre içerisinde iflas etmiştir. Tek tek ülkelerin kendi içlerinde ve devletlerarasında çatışmalara yol açan nedenlerin ortadan kalktığı ve evrensel barışa doğru giden yolun açıldığı iddia edilmişti. Aradan geçen yaklaşık on yıllık sürecin ortaya koydukları bu yönde midir? Öyle olduğunu iddia edebilecek aklı başında herhangi bir kişi ya da parti kalmış mıdır? Büyük devletlerin geri ve küçük devletlere, geri ülkelerin birbirine ve birçok ülkedeki milli, etnik, dini tabakaların bir diğerine karşı kışkırtılması ve yerel savaşlar; bu dönem içerisinde başka bütün zamanlardakinden daha tahrip edici ve sürekli olmuştur.
ABD emperyalizminin, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana dünyanın tek patronu durumuna gelme planının önemli oranda gerçekleştiği, ABD’nin her bakımdan hâkim güç olmaya devam ettiği ve hatta Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle bu konumunu sağlamlaştırdığı söylense bile, bu, yansıtılmaya çalışıldığı gibi, tek kutuplu bir dünyanın kurulduğu anlamına gelmiyor. Tek kutuplu dünya, kapitalizm koşullarında olanaksızdır ve nitekim Almanya, Japonya ve hatta Fransa, Rusya gibi büyük kapitalist devletler ABD’nin karşısına son on yıl içerisinde daha fazla dikilmişlerdir. Şimdi söz konusu olan, tek kutuplu değil, değişik emperyalist güçlerin başını çektikleri ya da çekmek için güç biriktirdikleri “çok kutuplu” bir dünyadır. Yeni dünya düzeninin evrensel barış, güvenlik, adalet ve küreselleşme ile ilgili tüm öngörü ve vaatleri yerle bir olmuş ve gelişmeler tarafından geçersiz kılınmıştır. Ekonomik, politik ve askeri güç ve çıkarlar, emperyalist dünyaya istikrar, barış ve küreselleşme getirmemiş, tam aksine belirsizlik, gerginlik, bölünme, gruplaşma, bloklaşma, çatışma ve savaş eğilimini dayatmıştır.
Sosyalizm, ceberut-dinozor solcuların umutsuz bir saplantısı değil, sömürüsüz baskısız bir dünya için mücadele eden emekçilerin özlemini duydukları toplumsal sistemin adıdır. Bugün dünyanın şu veya bu köşesinde, ileri kapitalist ülkelerde ve geri-bağımlı ülkelerde aşırı sömürü kıskacına alınmış olan ve kafasını kaldırdığında sopayla, demagojiyle karşılaşan işçi ve emekçiler; açıktan sosyalizm talebini haykırmıyor olabilirler. Hatta burjuva yalanlarıyla yaratılmış zehirli ortamdan etkilenerek sosyalizme bir ölçüde mesafeli durdukları bile söylenebilir. Ama bu, işin yalnızca bir yanıdır.
Diğer yandan, bugün bazı ülkeler daha önden gitmek üzere, dünyanın hemen her ülkesinde işçi ve emekçi hareketinde yeni bir kıpırdanma ve giderek de yükseliş olduğunu kimse inkâr edemez. Bunun için rakamlara başvurmaya ihtiyaç bile yoktur, dikkatli bir gözlem bile yeterlidir. Sınıfın ve ezilen emekçi halkların hareketinin en geriye püskürtüldüğü, şiddetli bir fiziki saldırıyla birlikte yaygın bir aldatma ve demagoji kampanyasının sürdürüldüğü ve etkili olduğu dönemle, beş on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında; bugün hareketin nispi bir toparlanma içerisine girdiği ve dünküne göre daha ileride seyrettiği göz önündedir.
Bugün artık tartışma konusu edilen şey, proletaryanın ve ezilen emekçi kitlelerin yeniden belini doğrultup, pervasız emperyalist saldırıya karşı direnme gücü gösterip gösteremeyeceği değildir. Bundan altı-yedi yıl önce bu tartışmanın bir anlamı vardı ve sınıfı, hem karşı cepheye ve hem de kendi saflarından umutsuzluk ve karamsarlığa kapılarak geriye çark edenlere karşı uyarmak, kendi haklarını savunmak ve geleceği için mücadeleye teşvik etmek, yenilgi ruh halinden sıyrılmasına yardım etmek için, böyle bir tartışma yürütmeye ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç, sadece proletaryanın ve emekçi halkların geniş ana kitlesi açısından değil, aynı zamanda ve özellikle de onun ileri kesimleri ve hatta bir kısım partiler açısından da gerekliydi. Verili durumun değişmezliği yönünde pompalanan ve giderek yerleşmekte olan kanaati sarsmak, sınıfı ve onun ileri güçlerini bir sonraki dönemin kaçınılmaz mücadelelerine her bakımdan hazırlamak önemli bir görevdi. Bir kısım ‘komünist’ partilerin bile paniğe kapılarak teslimiyetçi-reformist bir çizgiye savruldukları ya da ‘geçmişten ders çıkarma’ adına, proletaryanın mücadele birikimi ve tarihine burun büktükleri bir dönemden geçildi. İşte bu koşullarda, kapitalizmin iradeden bağımsız krizine, çelişkilerine, eğer kölece yaşama boyun eğmek istemiyor ve az çok insanca yaşamak istiyorsa proletaryanın ve halkların önünde, burjuvaziye ve uluslararası kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleye atılmaktan başka bir seçeneğin olmadığına vurgu yapmak ve tartışmayı öncelikle bu yönden yürütmek gerekli idi. Bugün kapitalist burjuvazinin açmazları ve açlığa ve işsizliğe ittiği işçi kitlelerinin gelişen mücadelesi bu tartışmanın eski tarz yürütülmesini gereksiz kılıyor. Kanıt, ‘gözler önünde cereyan etmekte olan’ toplumsal hareketin kendisidir.
Kapitalizmin ebedi zaferinin ilan edildiği on yıl kadar öncesiyle karşılaştırıldığında, dünyada her bakımdan önemli değişimlerin yaşandığını söylemek, abartı sayılmamalıdır. On sene önce Rusya’da ve diğer Doğu Bloğu ülkelerinde yaşananları bir düşünün. Halk komünizme karşı ayaklanmış ve “hür dünya” ile bütünleşmek için can atıyor, engel tanımıyordu. Duvarlar yıkılıyor, rejimler ardı ardına çöküyordu.
Rusya’da son zamanlarda açıkça ilan edilmiş olan iflas durumu, borsanın (borsaların) çatırdaması, “henüz uygarlaşamamış” bu ülkeyi komünizm tehlikesinin baş hedefi durumuna yeniden getirdi. Daha, kısa sayılabilecek bir süre önce, ‘komünizm artık öldü ve gömüldü, şimdi bir sistem olarak kapitalizmin üstünlüğü ebediyen ilan edildi’ diyenler, bugünlerde Rusya’nın ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin ciddi olarak yeniden komünizme dönüş yapma seçeneğiyle de karşı karşıya olduğunu ileri sürüyorlar.
“Bu kış komünizm gelecek!” Eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın anti-komünist kudurganlık ve histeriyle her yılın sonbahar aylarında mütemadiyen tekrarladığı bu ünlü sözü söyleyenler, sadece Türkiye’nin bu laftan haberli alaycı bazı aydınları değil artık. Bayar’ın adını bile duymamış Avrupalı burjuva iktisatçıları ve siyaset yorumcuları da şimdilerde aynı telden çalmaya başladılar. Giderek kapitalist dünyanın tümüne yayılmakta olan mali kriz, ekonomik durgunluk ve resesyon belirtileri karşısında paniğe kapılmış olanlar, bu öngörüyü (ya da kendilerince tehlikeyi) bütün dünya için tespit ediyorlar.
Son tahlilde her gelişimi belirleyen mademki sınıflar arasındaki mücadeledir; günümüzün sınıflar mücadelesi çağımızın iki temel sınıfı olan proletarya ile burjuvazi arasında yürümektedir. Burjuvazinin, tarih sahnesine egemen sınıf olarak çıktıktan sonra; işgücünün kapitalist sömürüsü, yaratılan artık-değere el konulması ve üretim ve dolaşım araçlarının özel mülkiyeti üzerine kurulu kendi düzenini, değişmez ve ebedi ilan ettiği biliniyor. Proletaryanın hareketinin geriletildiği, ezildiği, uluslararası planda de-moralizasyona itildiği her dönemde, kapitalist sömürü düzeninin değişmezliği ve üstünlüğü “üzerine bilinen nakarat daha üst perdeden ve kuvvetle tekrarlanır. Bundan yaklaşık on yıl kadar önce yapılan da, bundan başka bir şey değildi.
Çünkü kapitalistler, bu yüzyılın başında büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile emperyalist dünya zincirinin bir halkasında başlayan ve sonradan başka halkalara da sıçrayarak yayılan kopuşun önünü, nihayet almış ve yeniden tek bir emperyalist dünya pazarını onarmış bulunuyorlardı. Bu durum, ebedi zafer ilanının bir kez daha, o günün devasa imkânları sonuna kadar kullanılarak yapılmasını burjuvazi açısından haklı çıkaracak kadar önemli bir değişimdi kuşkusuz.
Ama unutulan iki şey vardı.
Bir: Yenilgiye uğratılıp yeniden Batılı Klasik kapitalizme iltihak etmeye zorlanan karşıdaki sistem, hakiki sosyalizm değil, örtülü-maskeli emperyalizmdi, sosyal emperyalizmdi. Sovyetlerde ve Doğu Bloğu’nda çöküp yıkılanın sosyalizm olmadığını bilenler, emperyalistlerin bizzat kendileri ve öte yandan da gerçek Marksist-Leninist parti ve güçlerdi. Ama Batı’da ve Doğu’da milyonlarca işçi ve emekçi, yıkılanın sosyalizm olduğuna inandırılmak için yoğun ideolojik bombardımana tabi tutuldu.
İki: Uzun süren kapışmadan galip ayrılan Batı kapitalizmi, kendisini çaresiz ölüme, çöküşe hazırlayan iç çelişkilerinden arınmış değildi. Bu, kapitalist sistemi ve egemen sınıf olarak burjuvaziyi her an tehdit eden nesnel zeminin varlığı anlamına gelmektedir.
Nitekim aradan henüz kısa sayılabilecek bir süre geçmişken, bu durum kanıtlanmış bulunuyor. Bir kere, birbirleriyle çarpışan ekonomik, politik, askeri çıkarlara sahip büyük kapitalist devletler ve emperyalist tekeller, bir iki istisna haricinde tek bir şemsiye altına toparlanamamış ve homojen bir yapı oluşturamamışlardı. Doğu pazarının da eklenmesi, emperyalist sisteme yeni bir nefes aldıramamış, boğucu kriz ortamından çıkmasına yardımcı olmamıştır. Aksine ek zorluklara, bunalımlara zemin hazırlamıştır.
Derinleşen ekonomik kriz burjuvaziyi, sistemini yeni araçlarla tahkim edecek aldatıcı yöntemlere başvurmaktan alıkoymuş ve uluslararası emperyalist saldırı dalgasının fitilini ateşleyen bir rol oynamıştır. Sadece herhangi bir ülke veya bölgede değil, ileri kapitalist ülkeler de dâhil olmak üzere dünyanın her tarafında koordineli olarak yürütülen bu birleşik saldırı kampanyası, sınıfın ve halkların yüz yıllık mücadelesiyle elde edilen kazanımları silip süpürmek, krizin ve paylaşım mücadelesinin yüklerini işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına bindirmek amacını gütmektedir.
Bu intikamcı ve eşi görülmedik saldırı dalgasından proletaryaya ve ezilen halklara düşen pay; daha fazla sömürü, yoksulluk, özelleştirmeler, işsizlik, sendikal örgütlerin parçalanması, örgütsüzlük, geri ülkelerin sanayi ve tarımının parçalanması, sosyal haklardan yoksunluk, eğitim-sağlık-barınma ihtiyaçları bakımından perişanlık ve hatta bazı bölge ve ülkelerde açlık, savaşlar, gözyaşı, politik yaşamın dışına sürüklenmek vb. olmuştur.
Şimdi dünyanın dört bir yanında proletarya ve ezilen halk yığınları, dünya emperyalizmine karşı, çapı giderek büyüyen bir hareketlilik içerisindeler. Sınıfın ve halkların hareketi, yerkürenin istisnasız her köşesinde yaşanıyor ve yeni bir yükselişe işaret eden gelişim gösteriyor. Bizzat kapitalizmin merkez ülkeleri de bu gelişimden azade değiller.
İleri kapitalist ülkeler proletaryası içerisinden, küresel ve topyekûn emperyalist saldırı dalgasına karşı, güçlü bir tarzda ilk karşı koyusu gerçekleştirenler, tarihte bir kez olduğu gibi yine Fransız işçileri oldu. 1995 sonlarında yaklaşık iki ay süren grevler ve kitlesel birleşik eylem dalgası ile sokağa taşan işçi-emekçi öfkesi, aynı zamanda, başta ileri ülkelerin proletaryası olmak üzere dünya emekçilerine bir uyanış çağrısı özelliği taşıyordu. Fransız işçileri, nispeten uzun bir zamana yayılan bu eylem vasıtasıyla, sadece söz konusu kapitalist saldırıyı geriletmekle kalmadılar. Hatta esas olarak, sınıfın gücü, birliği, kendi tarihinden öğrenme ve onu kendine basamak yapma vb. bakımlardan elde edilen kazanımların daha önemli olduğu söylenebilir. Ve her şeyden önemlisi de, emperyalist saldırı kampanyasının, kaçınılamaz birer doğa yasası gibi göstermeye çalıştığı önlemlerin geri alınabilirliğini, burjuvazinin geriletilebileceğini ortaya koyması idi.
Avrupa’nın diğer gelişmiş kapitalist ülkelerinin işçileri, Fransızların açtığı yoldan tepki ve öfkelerini dile getirdiler. Belli başlı Avrupa ülkelerinde son kırk-elli yılın en kitlesel işçi ve halk eylemleri bu dönemde yaşandı. Almanya, İtalya, ispanya, Belçika, Danimarka, İsveç ve hatta İngiltere’nin işçi ve emekçileri ücretlerine, sendikalarına, kazanılmış sosyal haklarına yönelen saldırılara, bu dönemde gerçekleştirdikleri onlarca grev, genel grev, yürüyüş ve başka eylemlerle yanıt verdiler.
Bizzat Avrupa Birliği ülkelerinin bazılarında nüfusun önemli bir kesimini uyandırarak peşinden sürükleyen büyük çaplı işçi eylemleri, halk hareketleri yaşandı. Danimarka gibi sakin, sorunsuz sanılan bir ülkede, aktif nüfusun yaklaşık yüzde yirmisini oluşturan 500 bin işçi ve emekçi, iki hafta süren grev ve eylemlerle hayatı durdurdular. Ücret artışı ve 35 saatlik iş haftası talepleriyle gerçekleşen eylemler, hükümetin açıklamalarına göre 8,5 milyar kuron’a (GSMH’nin % l’i) mal oldu. Üstelik Danimarka’da grev ve direnişleri gerçekleştiren emekçiler bunu, sendikanın kösteklemesine ve büyük ölçüde ona rağmen başardılar.
Yunanistan, son beş yıl içerisinde adeta grevler, genel grevler, direnişler ülkesi durumuna geldi. İşçiler, kamu emekçileri, köylüler ve öğrenciler kapitalist saldırı programlarına karşı ve kazanılmış haklarını savunmak için onlarca kez yüz binler halinde sokaklara döküldüler, uzun süren sektörel grevler gerçekleştirdiler.
Belçika’da güçlü işçi eylemleri ve grevlerin yanı sıra, emekçi kitlelerin düzenin kurumlarına, yozlaşma, çürüme ve kapitalizmin ahlaksızlığına karşı öfkesinin ifadesi olan ‘Beyaz Yürüyüş’e, nerdeyse nüfusun onda biri katıldı. Pislikleri paçasından akmaya başlayan sömürü düzeni, Belçikalı işçi ve emekçilerin nezdinde bütün güvenilirliğini yitirmiş ve mahkûm olmuştur.
İtalya, ispanya gibi AB ülkelerinde ücret, sendikal özgürlükler, iş saatlerinin kısaltılması için ve özelleştirmelere, esnek çalışmaya, işsizliğe karşı on binlerce emekçi, daha sık aralıklarla sokağa çıktılar.
Son yıllarda sınıf hareketi bakımından ilginç bir gelişim seyri gösteren ülkelerden bir tanesi ABD’dir. ABD işçi hareketinde mücadeleci yeni bir eğilimin uç vermekte olduğunu, gelişmeleri az çok yakından takip eden herkes teslim edebilir. Kapitalist düzen savunuculuğunu ve ücret sendikacılığını temel alan “çağdaş” sendikaların yönetiminde ve son yirmi yılda tepesine darbe üstüne darbe yiyen işçiler arasında, şimdi yeni bir eğilim güç kazanıyor. Bu da, sendikalara yeniden yönelme, sendika yönetimlerini sınıfın çıkarları doğrultusunda davranmaya zorlama ve kapitalistlere karşı mücadeleye atılma eğilimidir. ABD’de son yirmi hatta otuz yıldan beri görülmeyen olaylar yaşanıyor. Sendikaların da kısmen destek verdikleri büyük kitlesel grevler gerçekleştiriliyor ve uzun yıllardan bu yana ilk defa bazı grevler kazanımla sonuçlanıyor. Kazanımla sonuçlanan her grev, aynı sektörde olsun ya da olmasın, bir sonrakinin kıvılcımını da çakmış oluyor. Son yıllarda çelik sektöründe, otomobil, metal, telekomünikasyon ve taşımacılıkta yaşanan grevler, hepsinin zirvesi olmak üzere geçen yıl yaşanan UPS grevi buna örnektir. UPS grevinin kazanımla sonuçlanmasının verdiği moral güçle bu yılın Haziran ayında greve çıkan ve dünyanın en büyük tekeline karşı 54 gün boyunca direnerek onu 2,2 milyar dolar (600 trilyon lira) zarara sokan General Motors (GM) işçileri, sınıf içerisinde yeni bir kıpırdanmanın motor gücünü teşkil ettiler. GM işçilerinin ardından, telekomünikasyon alanında çalışan on binlerce işçi nispeten kısa süreli grevlerle amaçlarına büyük ölçüde ulaştılar. Grevci işçiler, eylemleri boyunca sadece ücret ve iş güvencesi talep etmekle yetinmediler, kendi sendikalarını, küreselleşmeyi, borsayı, spekülasyonu, işçi sınıfının sırtından elde edilen ve astronomik miktarlara varan haksız kazançları vb. de tartıştılar, sorguladılar.
Japonya, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde sayısız grev, direniş, yürüyüş gibi eylemler gerçekleşti ve bugün de gerçekleşiyor. Aylardır maaşlarını alamayan, sefil bir yaşantıya mahkûm edilen Rus işçileri, grevden parlamento baskını ve işgaline kadar değişik eylemlere başvuruyorlar. Sefalete itilen milyonlarca emekçinin öfke ve gazabından kaygılanan uluslararası burjuvazi, vurguncu-mafyacı-militarist kesimleri destekleyip tahkim ederken, öte yandan hükümet olmaları eğer kaçınılmaz duruma gelirse, Zuganov’un sahte komünist partisini en zararsız bir şekilde kullanma hazırlıkları da yapıyor. Zaten karşı tarafın da, iktidar olmanın nimetlerinden yararlanma aşkına, bu türden bir kullanılmaya itirazının olmadığı da biliniyor.
Emperyalizme bağımlı, az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi ve halk hareketi ise, temelleri daha derinde, daha şiddetli bir mücadele eğilimine girmiş bulunuyor. Bu kategoriye dâhil edilebilecek, daha gelişkin G. Kore, Endonezya, Malezya, Tayland, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Arjantin, Şili, Meksika vb. gibi ülkelerin hemen hepsinde işçi ve halk hareketleri, grevler, işten atmalara, zamlara, düşük ücret politikasına karşı gösteriler, emperyalist dayatmalara karşı direnişler, artık neredeyse süreklilik kazanmış durumdadır.
Geri, bağımlı bir dizi ülkede emperyalist talan ve dayatmalara, pervasızca kararlaştırılmış ekonomik ‘istikrar paketleri’ne karşı direnişler, halk isyanlarına dönüşmüş ve Endonezya, Arnavutluk, Zaire, Ekvador gibi ülkelerde isyanlar, hükümetlerin ya da 30–35 yıllık diktatörlerin yıkılmasına kadar varmıştır. Endonezya’nın 32 yıllık diktatörü Suharto, Zaire’nin 35 yıllık kanlı emperyalist işbirlikçisi Mobutu, halkın öfkesine boyun eğmek ve tahtı-tacı terk etmek zorunda kalmışlardır.
Avrupa’nın İtalya, İngiltere, Fransa ve şimdi de Almanya gibi en büyük ve önde gelen etkili ülkelerinde sosyal adaletçi ve sol söylemli sosyal demokrat hükümetlerin işbaşına gelmesi, emek ve emekçi düşmanı klasik sağ partilerin art arda gelen iflasları, işçi ve halk hareketindeki bu yeni eğilim ve yönelimlerden bağımsız olarak ele alınamaz. Sosyal demokrat partilerin gerçek programları ve icraatları bir yana, kitlelerin onlara yeniden yönelmesinin nedeni, kapitalist sömürü ve saldırganlığa duyulan öfkeden başka bir şey değildir. Sosyal demokratların da ötesinde, kendisine hâlâ ilerici, sosyalist, komünist sıfatlarını yakıştıran revizyonist partilerin ya da onların bir nevi artıklarının bile yeniden dirilmeye ve güç kazanmaya başlaması, bu gelişmenin ürünüdür.
Burada dikkat çekilmesi gereken iki yön var. Birincisi; çok değil, daha on yıl önce sosyalizm düşmanlığına çekilmeye çalışılmış olan azımsanmayacak bir emekçi kitlesinin, burjuva demagojiyi bir tarafa iterek yeniden, adı sosyalist ve komünist olanlara yönelmiş olmasıdır. Bu, hareketteki ve kitlelerdeki değişimin yönünü göstermesi açısından nesnel olarak olumlu bir gelişmedir, ikincisi; sosyalist ve komünist diye peşinden gidilenlerin, aslında pespaye burjuva partileri ve revizyonizmin, kendini bugünün koşullarına göre uyarlamış yeni varyantları olduğunun, geniş kesimler ve hatta işçi sınıfının ileri ve mücadeleci kesimleri tarafından bile yeterince görülmemesidir. Hareketin geleceği, işçi ve emekçi sınıfların ileri unsurlarının sosyalist eğitimi ve yetişmesi açısından asıl tehlike teşkil eden ve proletaryanın Marksist-Leninist partilerine sorumluluk yükleyen yön de budur.
Revizyonist, oportünist ve hatta sosyal demokrat partilerin kendilerini, dönemin koşullarına uyarlamak üzere yenilenmelerinde, yeni, çekici ve muhtemel önyargıları kıracak bir pozisyona geçmelerinde ya da geçmeye yeltenmelerinde şaşılacak bir yan yok. Mücadeleci, dürüst ve sınıftan tümüyle kopmamış sendikacıların, işçilerin ileri unsurlarının ilk elde bunlara yönelmelerinde de bir gariplik yok. Çünkü bu partiler, yaklaşık yüz yıllık bir geçmişe sahip, başlangıçta işçi sınıfının devrimci önder partileri olarak rol oynamış, sınıfın ve emekçilerin kazanımları namına ne varsa hepsinin elde edilmesi kavgasında en önde çarpışmış eski ve köklü partilerdir. Revizyonist çürüme ve yozlaşma içerisine girdikleri dönemde bile sosyalizm lafzını terk etmemiş, işçi ve emekçilerin çıkarlarına sahip çıkıyor görünmüş ve hepsinden de önemlisi örgütlü bir aygıt olarak ayakta kalmış olan partilerdir. (Ayakta kalmış ve bugün yeniden çekim merkezi olma imkânını elde etmiş olanları kast ediyoruz. Yok değilse, birçok revizyonist partinin TKP örneğinde olduğu gibi, eriyip gittikleri de biliniyor.)
Öyleyse asıl sorun, hareketin yeniden canlandığı ve yükseliş eğilimine girdiği koşullarda işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin, Marksist-Leninist partilerin; sorumluluklarının farkına varıp varmaması, farkına vardıysa ona uygun bir konumlanma ve çalışma içerisine girip girmemesi olarak ortaya çıkıyor.
Fransız, ABD’li, G. Koreli, Türkiyeli proleterler, Guatemala’nın, Ekvador’un Kızılderilileri, Brezilya’nın topraksız köylüleri, çelik-metal işçileri ve favela’ların evsiz, aç, çıplak yoksulları, Meksika’nın Zapatistaları, Filistin’in, Kürdistan’ın yurtsuz yoksulları, Peru’nun, Uruguay’ın Tupac Amaruları, G. Afrikalı madenciler, Zaire, Ruanda ve Angola’nın emperyalist çıkarlara peşkeş çekilerek büyük topluluklar halinde katliama sürüklenen ezilen halkları vb. tekellerin egemenliğine, büyük emperyalist devletlerin köleci tahakkümüne karşı bir hareket ve mücadele içerisinde bulunuyorlar. Ancak eksik olan, zaaflara yol açan yanlar da var ve bunların tespiti ve giderilmesi önem taşıyor. Zaaflar, zayıflıklar nerede yatıyor?
Bir: Tek tek ülkelerde sektörler bazında olsun, uluslararası planda olsun işçi eylemleri, esas olarak birbirinden yalıtık ve hâlâ ayrı kanallardan yürümeye devam ediyor. Mücadelenin, kendiliğinden de olsa az çok birleşik bir karakter kazandığı her yerde kazanan, işçi ve emekçiler oluyor. Kazanımın düzeyi ise kuşkusuz, mücadeleye atılanların bilinç ve örgütlülük, kararlılık düzeyine bağlıdır.
İki: Başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere tek tek ülkelerde ve uluslararası çapta, işçi sınıfının sendikaları ve emekçi yığınların kitle örgütleri hâlâ burjuvazinin denetim ve kontrolünden çıkarılabilmiş, ezilen sınıfların direniş ve örgütlenme merkezleri konumuna getirilebilmiş değildir. Emperyalist saldırı dalgası ile birlikte, geleneksel ücret sendikacılığı çizgisinden de geriye savrulmuş ve kapitalist işletmelerin eklentileri durumuna dönüşmüşlerdir. Ama bu durum sendikaları, hem üye erozyonuna uğrayan etkisiz danışma kurullarına dönüştürmüş, hem de tabanda yeni arayışların uç vermesine, merkezlerin zorlanmasına da zemin hazırlamıştır.
Üç: İşçi sınıfı, birçok ülkede, henüz bağımsız parti olarak örgütlenmiş değildir. Ya da bu yönde atılan bazı adımlar, kendini yenileyemeyen, hareketin gerisine düşen güdük girişimler olarak kalmışlardır. (Türkiye işçi sınıfının bu bakımdan, dünyanın birçok ülkesindeki sınıf kardeşlerine göre daha olumlu ve ileri bir konumda olduğunu, küçümsenmeyecek bir tecrübeyi şimdiden biriktirmiş olduğunu vurgulamakta yarar var.)
Bağımsız parti olarak örgütlenmemiş, sendika ve kitle örgütlerini burjuvazinin egemenliğinden henüz kurtaramamış, hareketini sektörler, ülke, kıta ve dünya çapında birleştirememiş işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin, muazzam çaplı emperyalist-kapitalist saldırıyı püskürtmesi, mevziler kazanması ve proleter dünya devrimine doğru yürümesi ise, kolay değildir.
Öyleyse, işçi sınıfının gerçek devrimci partilerine, Marksist-Leninist partilere bu dönemde, her zamankinden daha önemli tarihsel sorumluluklar yüklenmiştir. Karşı-devrimin saldırısını püskürtmek kadar, hareketin toparlanmasından cesaret alarak ve onun yarattığı olanaklara yaslanarak yeniden canlanan revizyonist, sosyal demokrat ihaneti de açığa çıkarmak, önünü kesmek, bir kez daha sınıfı aldatmasına müsaade etmemek de önem taşımaktadır. Sınıfın ileri ve devrimci güçlerinin uyanık, bilinçli, örgütlü ve parti olarak öne atılması bunu sağlayacaktır. İşçi-emekçi hareketinin, bugün yeniden girdiği devrimci mücadele yolunda ileri mevziler kazanması ve burjuvazi ve sermayenin uluslararası saldırılarını püskürterek, iktidar mücadelesi için güç biriktirmesi, saflarını ve mevzilerini sağlamlaştırması, yeni mücadele araçlarını ve yöntemlerini geliştirip, ustalıkla uygulaması için buna ihtiyaç vardır.

Ekim 1998

Yalan ve tarih çarpıtıcılığı emperyalizmin mayasında var

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere hükümetlerinin yönetimini ellerinde tutan sağcı ve ‘solcu’ şahinler çetesi elemanlarının, Irak’a yönelik saldırıyı haklı çıkarmak için, kendi halklarına ve dünya kamuoyuna başından beri yalan söyledikleri açığa çıktı.
Bu amaçla, emirlerindeki gizli istihbarat örgütlerine sahte belge bile tanzim ettirdikleri ya da bu türden kuruluş ve komisyonların hazırladığı yalana dayalı raporları, bile bile savundukları meydana çıkmış bulunuyor. Şimdi her geçen gün (özellikle de işgalci orduların Irak’ta karşılaştığı sorunlar ve direniş arttıkça) ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler, halkların katillerinin aynı zamanda nasıl birer yalancı madrabaz olduklarını da gözler önüne seriyor.
Dünyaya çeki düzen vermekle kendini mükellef gören, kendine her tarafa özgürlük ve demokrasi taşıma misyonunu biçen ABD emperyalizminin (ve yardakçılık rolü üstlenen İngiliz emperyalizminin) insan hakçı, özgürlükçü yaygaralarına ve sipariş üzerine hazırlanmış raporlara güven duymak için hiç bir gerekçenin bulunmadığını sınıf bilinçli işçi ve emekçiler ve şu veya bu zamanda emperyalizmden darbe yemiş sağduyulu herkes biliyordu, bundan dolayı da milyonlarla sokağa, alanlara çıkarak savaşa karşı tepkilerini ifade etmişlerdi. Ama şimdi, bu gerçeği görmek için özel bir çabaya artık gerek kalmadı. Yaşanan olaylar, tarafların tutumları, belirginleşen hedefleri, rakip emperyalist devletlerin ifşaatları ve bizzat istihbarat örgütlerinin kendi itirafları ile, çokça şey ortaya saçılmış bulunuyor.
Hatırlanacağı üzere, Irak’a yönelik saldırıyı meşrulaştırmak için öne sürülen en kuvvetli ve “ikna edici” gerekçe, bu ülkenin kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide benzeri uluslararası terör örgütleri ile birlikte bu silahları Amerika’ya ve Batı dünyasına karşı kullanacağı idi.
On yılı aşkın süredir dikkatler zaten Irak üzerinde yoğunlaşmıştı. Birinci Körfez Savaşı’nda yarım bırakılan yerden devam edilmesi, uluslararası silah ve petrol tekellerinin ve onların adamı olan politikacıların ve bu arada Ortadoğu’nun minyatür Amerikası olan haydut Israil devletinin ve dünyadaki tüm işbirlikçi ve gericilerin başlıca isteği idi. Yıllar boyunca bir taraftan Irak halkını bunaltıp Saddam rejimine karşı ayaklanmaya teşvik edecek ambargo türünden uygulamalara başvurulurken, bir taraftan da Batı kamuoyunu savaşın zorunluluğuna inandırmak ve orduları da savaşa hazırlamak yönünde çaba sarfedildi.

DÜNYA KAMUOYU BİLİNÇLİ OLARAK SAHTE BELGE VE BİLGİLERLE YANILTILDI
ABD’nin ve Batı ülkelerinin kamuoyunu aldatarak ikna edebilmek için raporlar hazırlandı ve bazen Bush ile Blair’in bizzat kendileri bazen de önde gelen kurmaylar, kameralar ve mikrofonlar önüne geçip en ciddi pozları takınarak, bu raporlarda art arda dizilmiş olan yalanları aktarmaktan hiçbir sıkıntı duymadılar.
Bakın kitle imha silahları ile ilgili olarak ne söylemişler:
“Aldığımız istihbaratlar hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Irak rejimi, şimdiye kadar hiç denenmemiş ölümcül bazı silahlara sahip bulunmaktadır ve yenilerini de üretmektedir” (George Bush, 18 Mart 2003)
“Irak kimyasal ve biyolojik silahlara sahiptir. Saddam bunları üretmeye devam etti ve şimdi de kullanmak niyetindedir” (Tony Blair, 24 Eylül 2002)
“Silahların nerede olduklarını biliyoruz. Tikrit ve Bağdat çevresinde, Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de bulunuyorlar” (Donald Rumsfeld, ABD Savunma Bakanı, 30 Mart 2003)
Irak savaşının bitmesi ve işgalin başlaması üzerinden yaklaşık üç ay geçti. Bu kadar kesin bir dille varlıklarından söz edilen ve hatta yerleri bile tarif edilen bu kitle imha silahları henüz bulunabilmiş değil. Üstelik Mart ayından beri ABD ve İngiltere’nin yüzlerce kişiden oluşan kendi “araştırma” ekipleri Irak’ta bulunmalarına rağmen, bir sonuç alınabilmiş, emperyalistlerin yalanlarını doğrulayacak bir kanıt üretilemedi.
Peki, öteki bilinen nedenler bir tarafa, ABD ve İngiltere, Irak’ın ne türden silahlara sahip olduğunu bu kadar kesinlikle nasıl bilebilirlerdi? Kitle imha silahı denenler de dahil olmak üzere, tüm silahları, Irak’a petrol ve dolar karşılığında satanlar, Irak’ı bölgedeki komşu ülkelere karşı vurucu saldırgan olarak kullananlar da yine bu aynı güçlerdi. İran devrimini boğmak ve bölgede anti-emperyalist (en azından anti-Amerikan) hareketin gelişmesini bastırmak için Irak gerici rejimine ne kadar biyolojik ve kimyasal silah sattıklarını en iyi kendileri bilebilirlerdi. Irak, tümünü İran’a karşı kullandığını belgeleyemediğine göre, geri kalanı meydana çıkarmalıydı.
Peki, burada insani kaygıların mı gerçekten söz konusu olduğunu düşünmek lazım? Öyle olsaydı, bölge ülkeleri arasında yer alıp, biyolojik, kimyasal ve hatta nükleer silaha sahip olan ülkelere öncelikle dönmek gerekmez miydi? Ve hatta, bunca silahı yeryüzüne salan silah tüccarı büyük emperyalist güçleri sorgulamak…

ŞİMDİ KİTLE İMHA SİLAHLARI KONUSUNDA NE DİYORLAR?
“Bürokratik sebeplerden dolayı, savaş gerekçesi olarak, herkesin hemfikir olabileceği bir konu üzerinde anlaştık. O da, kitle imha silahları meselesi idi” (Paul Wolfowitz, ABD Savunma Bakan Yardımcısı, 28 Mayıs 2003)
“Hiç şüpheniz olmasın, kitle imha silahları geliştirme konusundaki programları bulacağız sonuçta” (Tony Blair, 8 Temmuz 2003)
Wolfowitz daha pervasızca davranarak, kamuoyunu aldatmak üzere yalan söylediklerini itiraf ediyor (daha doğrusu “yalan söylediysek biz söyledik, ne olacak yani!” havalarında), Blair ise hâlâ umutlu. Silahların kendisini bulamazsak, programlarını bulacağız diye çırpınıyor!
Dünya kamuoyunda şok etkisi yaratsın ve işgal saldırısı meşru karşılansın diye, en yetkili kişilerin ağzından ileri sürülen başka bazı yalanlar ve şimdi söylenenler de şunlardı:
Alimünyum tüp:
“Irak, ileri derecede konsantre edilmiş alimünyum tüpler ve uranyumu zenginleştirecek teknik donanım satın alarak, nükleer silah geliştirme girişiminde bulundu.” (G. Bush, 7 Ekim 2002)
“Bu tüpler, Irak’ın bize verdiği listede yer alıyor ve nükleer silah elde etmek için kullanılmamıştır.” (Muhammed El Baradey, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, 27 Ocak 2003)
Mobil Laboratuvarlar:
“Teftişçiler tarafından ele geçirilmesin diye, tekerlekli ve raylı araçlar üzerinde kurulmuş kimyasal silah laboratuvarları olduğunu ilk elden tespit ettik.” (Colin Powel, BM Güvenlik Konseyindeki konuşma, 5 Şubat 2003)
“Uzmanlarımız, bunların mobil biyolojik ve kimyasal silah laboratuvarları olduğunu söyleyebilecek durumda değiller.” (Richard Boucher, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, 26 Haziran 2003)
Afrika’dan uranyum alınması:
“Saddam Hüseyin, Afrika’dan kayda değer miktarda uranyum satın aldı” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“Nijer ile Irak arasında uranyum ticaretine ilişkin belgenin sahte olduğunu biliyoruz.” (Beyaz Saray Sözcüsü, 8 Temmuz 2003)
45 dakikada kimyasal silah:
“İstihbarat birimlerimiz, Irak ordusunun 45 dakika içerisinde kimyasal ve biyolojik silah elde etme ve kullanma kapasitesine sahip olduğunu belirtmektedirler.” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“45 dakika meselesi pek ikna edici ve kanıtlanmış değil. Tespiti mümkün olmayan tek bir kaynağa dayandırılmaktadır.” (Parlamento Dışişleri Komisyonu, 7 Temmuz 2003)
İşte böyle!
Irak’a savaş açmak ve rejimle birlikte binlerce yıllık bir uygarlığın tarihsel mirasını ve kültürel zenginliklerini yerle bir etmek için öne sürülen gerekçeler zaten çok uydurma, derme çatma ve asıl amaçları gizlemeye yönelik, zorlama gerekçelerdi. Dünyanın hangi ülkesindeki savaş yanlılarını dinleseniz, aynı merkezden idare edildiği açıkça belli olan bir kaç uydurma gerekçe ileri sürüyorlardı: “Irak’ın elinde kitle imha silahları var, Irak terörist örgütlerle işbirliği yapıyor, kimyasal ve biyolojik silahlar bulunduruyor ve nükleer silah geliştirmek için çaba sarfediyor vb. vb….”
Bunların hepsinin yalan olduğunu şimdi bizzat kendileri itiraf ediyorlar.
Geriye ne kalıyor peki? 
Irak’ın petrolü, Ortadoğu’daki (ve dolayısıyla dünyadaki) stratejik konumu ve bir de İsrail’in ebedi güvenliği (Amerikan yönetimindeki savaşçı şahinlerin istisnasız hepsinin de Siyonist lobi ile içli dışlı olması ve Irak’a karşı bir savaş açılması için yıllardan beri çaba sarfediyor olmaları elbette tesadüf değil).

*   *  *
BUGÜN GERGİNLİK DENEN ŞEY YARIN NEYE DÖNÜŞÜR?
Amerikan-İngiliz emperyalist koalisyonunun Irak’a karşı giriştiği işgal savaşı, değişik emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin boyutlarını sergilemesi bakımından da önem taşıyordu. Avustralya, İspanya, Polonya gibi bazı ülkelerin desteğini arkasına alan ABD-İngiltere savaşçı ittifakının karşısına, Almanya, Fransa ve Rusya’nın oluşturdukları blok çıktı. Bu bloğun bileşenleri, Irak’a bu şekilde bir müdahaleye karşı çıkıyor ve tüm girişimlerin Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında gerçekleşmesinde ısrar ediyorlardı. Daha doğrusu şimdilik pek kârlı çıkmayacakları bir savaşa katılmakta gönülsüz davranıyorlar ve savaş ganimetine ortak olma ve kararlara katılma isteğini öne sürüyorlardı. ABD ise, stratejik ve ekonomik bakımdan nispeten daha önemsiz yerlerde kabul ettiği BM şemsiyesi ve ganimet ortaklığını, Ortadoğu gibi can alıcı bir yerde kabul etmeye yanaşamazdı. Zira mesele, dünyanın gelecek on yıllardaki kaderini belirleyecek kadar tayin edici önemde idi.  
ABD-İngiltere karşıtı bloğun esas orkestra şefi Almanya ve askeri bakımdan asıl caydırıcı kuvveti de Rusya olmakla birlikte, diplomasi ve güncel politikada öne çıkan ve Amerika ile en çok ‘kapışan’ ülke Fransa oldu. Dünyanın rakipsiz jandarması ABD, kendisinin karşısına böyle çıkılmasını tabii ki kolayca hazmedemedi ve ilişkilerde bir miktar gerginlikler de yaşandı. Aslında Irak olayı, dünyanın değişik bölgelerindeki piyonları vasıtasıyla yerel savaşlarda karşı karşıya gelen büyük kuvvetlerin, bizzat kapışmaktan ilelebet kaçın(a)mayacaklarını da gösterdi.
“Gerginlikler”, önümüzdeki dönemde laf düzeyinde kalmayıp, bizzat pratikte de gündeme gelecek. Nitekim ABD’nin Avrupa Birliği’ni istediği anda bölmekle tehdit etmesi ve bunu doğrulayacak tarzda ufak da bir gösteri yapması, bu kategoriden bir girişimdi. ABD Başkanı G. Bush’un son günlerde gerçekleştirdiği Afrika gezisi de öyle. Fransa’nın Irak meselesinde ABD’yi en çok çelmelediği günlerde, ABD yetkilileri, ileride sıranın Afrika’ya da geleceğini açıkça söyleyerek, “Afrika’nın doğal sahibi” Fransa’yı ürkütmeye çalışmışlardı. Şimdi iş, pratiğe dökülmeye başladı bile. Fransa’nın geleneksel etkinlik alanının burnunun dibindeki Liberya’da işbaşındaki yönetimin (hiçbir devletler arası hukuk kuralı tanınmaksızın) ABD emriyle uzaklaştırılması ve ABD’nin bölgede işbirlikçiler vasıtasıyla kendisini askeri olarak da davet ettirmesi, yakın zamanda daha üst düzeyde patlak vermesi pek muhtemel olan sürtüşmelerin bir ilk habercisidir. Liberya’nın (ve Sierra Leone’nin), şu an kaynayan bir kazan olan ve Fransa’nın yüz yıllık sömürgesi ve yarı sömürgesi Fildişi Sahilleri ile Batı Afrika Birliği’ni oluşturan 14 Frankofon ülke ile komşu olduğu unutulmasın.
Bunlar, günümüzün olayları ve yaşayarak nereye doğru evrileceklerini göreceğiz. Ama Irak ‘krizi’nin yaşandığı günlerde ABD emperyalistleri tarafından ortaya atılan bir iddia var ki, üzerinde durulmaya değer. Hem tarih çarpıtıcılığını tespit etmek ve hem de emperyalizmin politikalarına neyin yol gösterdiğini anlamak bakımından önemli.

“FRANSA ŞİMDİ ALMANCA KONUŞUYOR OLACAKTI”
ABD ile Fransız emperyalizmi arasındaki ilişkilerin gerildiği, karşılıklı çelmelerin atıldığı, laf dalaşının kızıştığı günlerde, Amerikalı bir yetkili şu sözleri bilinçli bir şekilde ağzından kaçırıverdi: “Amerika olmasaydı, Fransa şimdi Almanca konuşuyor olacaktı!”
Bu şoven kafalı gerici, kendince iki önemli şeyi söylemek istiyor. Birincisi, şimdi ABD karşıtlığında Almanya ile birlikte hareket eden Fransa’yı güya uyarmış oluyor. Daha elli sene önce topraklarınızı işgal eden Almanya idi. Kiminle ortaklık kurduğunuza dikkat edin! Böylece AB içerisinde Almanya-Fransa eksenine karşı diğer ülkeler kışkırtıldığı gibi, bizzat eksenin kendi içine de çomak sokulmak isteniyor. İkincisi ve daha önemlisi, bir tarihi gerçeği bir kez daha çarpıtma girişiminde bulunuyor. Yani ABD’nin iddiası, Nazi Almanyası tarafından işgal edilen Fransız topraklarının ABD tarafından kurtarıldığı ve Fansızların bağımsızlıklarını Amerika’ya borçlu olduklarıdır. Dolayısıyla ABD’nin başka ülke ve kıtalara özgürlük taşıma misyonunu yüklenmesi bugünün olayı değildir, daha İkinci Dünya Savaşı zamanında başlayıp, bugün de devam eden bir olgudur!
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, esas olarak Amerika’daki propaganda odakları tarafından planlanıp hayata geçirilen, başta Batı toplumlarına olmak üzere tüm dünyaya yaygınlaştırılan iki görüş var. Daha savaş devam ediyorken altyapısı oluşturulup başlayan ve günümüze kadar devam eden bu kampanyanın konularından birisi Yahudi katliamına ilişkin olanıdır. ABD emperyalizminin propaganda merkezleri, bilinçli olarak Hitler faşizmini, salt bir Yahudi düşmanlığına indirgemeye gayret etmişlerdir. Yahudi soykırımına ilişkin görüntüler, abartılı ve acıklı senaryolar eşliğinde hep öne çıkarılmıştır. (Milyonlarca insanın, sırf Yahudi oldukları için soykırımdan geçirildikleri doğrudur ve katledilen Yahudi sayısının kaç milyon olduğu “tartışması”, Hitlerci milliyetçi şoven barbarlığın suçunu asla hafifletmez. Ama ABD emperyalizmi, abartılı sayı ve görüntülere başvurarak belirli ve uzun vadeli bir strateji etrafında hareket etmiştir.) Burada, eğer tabiri caizse, bir taşla birkaç kuş vurulması hedeflenmekteydi: 1) Hitler faşizmi sınıfsal özünden koparılarak, basit bir Yahudi düşmanlığı derekesine düşürülmekte, 2) Ve emperyalizm destekli Siyonizmin eylemlerinin eleştirilmesi, anti-Semitizm gibi gösterilip bastırılma imkanı sağlanmaktaydı. 3) Sosyalizme ve sosyalizmin o günkü anayurdu olan Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırganlık ve düşmanlık, mümkün olduğunca perdelenmek istenmekteydi. Hitlerci faşizmin esasta sosyalizmi yıkmak üzere tekelci kapitalizm tarafından beslendiği ve palazlandırılarak halkların üzerine saldırtıldığı gerçeğinin üzeri böylece örtülmeye çalışılmaktaydı. 4) Sovyetler Birliği’nin ve faşizm tarafından işgal edilen öteki ülkelerin emekçi halklarının faşizme karşı yıllar süren direnişi, mücadelesi ve zaferinin üstüne perde çekilmekte ve hep katledilen Yahudi görüntüleri kullanılarak, faşizme karşı direniş, Amerikan ordularının ve onlarla bağlantılı odakların işi gibi sunulmaktadır.
Bunlara sonradan, SB’nde sosyalizmin yıkılmasının ardından saf değiştirerek yalancı şahitlik yapanların yardımıyla, “Stalin de zaten anti-semitistti, Kızıl Ordu da Yahudi katliamları yaptı” gibi iftiralar da eklendi. Böylece, Hitler ve Stalin’in Yahudi düşmanlığı ortak paydasında birleşmiş diktatörler olduğu yaygarası eşliğinde, faşizmin Sovyet halklarına yaptığı zulüm ve katliam perdelenmiş oldu. Öyle ki, Batı’da sıradan herhangi bir kişiye İkinci Dünya Savaşı’nın neyi çağrıştırdığı sorulsa, vereceği ilk ve maalesef tek cevap, Yahudi katliamı olacaktır. Ötesi, onun için tartışmalıdır, ya da iki diktatörlük arasındaki egemenlik yarışıdır! Sosyalizmin gerçeği ve sahtesiyle birlikte yıkılmasının ardından tam kabul gören bu türden düşüncelerin kökü, görüldüğü gibi, savaşın hemen ardından gelen soğuk savaş yıllarına denk düşer. Ve Amerikan emperyalizminin dezenformasyondan sorumlu ilgili daireleri tarafından planlanmışlardır.
Herkes tarafından kabul görmesi için yoğun bir çaba gösterilen ikinci konu ise, Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin, başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin faşizmden kurtarılmalarında tayin edici rol oynadıkları yönündeki asılsız iddiadır.
Gerçeklerin tamamen tersyüz edilmesine dayanan bu iddia, birincisi, sosyalizm düşmanı tekellerin güdümündeki Batılı emperyalist ülkelerin Hitler ve Mussolini (ve Franko) faşizmiyle suç ortaklığını gizlemeyi amaçlamakta, leş kargalarını özgürlük taşıyıcıları olarak tanıtıp halkları aldatmayı hedeflemektedir. İkincisi, Hitler faşizmini bozguna uğratan ve eze eze ilerleyerek Berlin kapılarına dayanan sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun etkisini ve tayin edici desteğini inkar etmektedir. Üçüncüsü, Fransa örneğinde görüldüğü gibi, partisi önderliğinde faşizme karşı yıllarca kurtuluş mücadelesi veren ve aslında kendi topraklarını kendisi özgürleştiren halkın direnişini yok saymakta, bir ulusa ve halka saygısızlık yapmaktadır.

NORMANDİYA ÇIKARMASI SAVAŞ BAŞLADIKTAN BEŞ YIL SONRA YAPILDI
İkinci Dünya Savaşı resmen, Almanya’nın Polonya’yı işgale giriştiği 1 Eylül 1939’da başladı. Hitlerci faşist sürülerin Sovyet topraklarına girdikleri tarih ise, 21 Haziran 1941’dir.
Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin Avrupa’ya çıkışlarını ve Batı’da ikinci bir cephenin açılmasını simgeleyen Normandiya çıkarması ise, 6 Haziran 1944’de gerçekleştirildi. Yani, savaşın resmen başlamasından beş sene, Hitler ordularının Sovyet topraklarına girmesinden de tam üç sene sonra…
Peki bu arada neler oldu? Koca bir Avrupa kıtasının Hitler ve Mussolini’nin faşist sürülerinin çizmesi altında çiğnendiğinden, bu kadar dehşetli özgürlük aşığı Anglo-Sakson emperyalistlerinin haberi yok muydu?
Öncesini (yani Versailles’den başlayıp Münih’le taçlanan gerici ittifakı, İspanya’yı vb.) bir tarafa bırakalım. İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra bile, Sovyetler Birliği’nin, faşizm vebasını durdurmak için ABD, İngiltere, Fransa gibi “demokratik” ülkelere yaptığı işbirliği çağrılarını (neredeyse yalvarışını) bilmeyen mi var?
Bütün bu döneme damgasını vuran ABD (ve İngiliz) politikasını, Truman’ın şu sözleri, ciltler dolusu demagojiden daha iyi özetlemektedir: “Eğer Almanya üste çıkarsa Ruslara yardım etmeliyiz, yok şans Ruslardan yanaysa Almanya’yı desteklemeliyiz ki, birbirini mümkün olduğunca fazla kırsınlar” (24 Temmuz 1941, New York Times).
Ve bu sözler, başka herhangi bir zamanda değil, Nazi ordularının Sovyetler Birliği topraklarına girdikleri ve ‘coşkuyla’ başkent Moskova’ya doğru ilerlemeye başladıkları tarihten sadece bir ay sonra sarfediliyor.
Aynı türden yaklaşım, Nazi işgaline uğrayan ‘dost’ Fransa’ya karşı da gösterilmiştir. Zaten bizzat Fransa’da önde gelen sanayiciler, bankerler, ordu üst kademesi ile bürokrasideki üst kademe, yani burjuva devletini temsil edenlerin hepsi, Nazi işbirlikçiliği rolünü hemen benimsemişler ve Vichy’e yerleşerek Petain-Laval uşak yönetimini oluşturmuşlardır. Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere ise, bir taraftan Nazi işgaline ses çıkarmazken, öte yandan da gelecekte Fransa’nın nasıl paylaşılacağının telaşına düşmüşlerdir. Fransız halkı ve gençliği, ülkelerini faşist işgalden kurtarmak için komünistler öncülüğünde ulusal kurtuluş savaşına girişirken, Churchill ve Eisenhower gelecekteki paylaşımın hesabına girişmiş leş kargaları durumunda idiler. Fransa’ya biçtikleri rol ise, Amerika’nın protektorası olmaktı.
Hem Sovyetler Birliği’ni ve hem de dünya halklarının beklentilerini artık başka türlü oyalamak mümkün olmadığında, ABD, Fransa’ya gelebilmek için, önce Afrika’dan dolanarak işe başladı! “1942 Haziranında Amerikan ve İngiliz gazeteleri, Rusların ikinci bir cephe açılması yönündeki çağrılarına yer vermeye başladılar. Bu durum, bizi çok rahatsız etti. Zira bu, stratejik problemleri yeterince dikkate almayan bir istekti” (Dwight Eisenhower, Crusade in Europe, 1948) Ve bu nedenle belirli aralıklarla Cezayir’e, Korsika’ya, Sicilya’ya çıkartma hareketleri (!) düzenlendi. Buralar, ya işgale hiç uğramamış ya da kendi kendilerini zaten kurtarmış olan yerlerdi. Örneğin müttefik kuvvetleri Korsika’ya vardığında, ada düzeyinde 12 bin silahlı partizanın ve 400 kadar De Gaulle’cü askerin katıldığı bir direniş hareketi ile ada, Mussolini ve Hitler ordularından zaten temizlenmişti.
ABD’nin buralara çıkartma (!) düzenlemekteki maksadı; bir taraftan abartılı savaş ve fedakarlık hikayeleri üzerinden ilerici kamuoyunu oyalamak, gelecek zamanlar için malzeme biriktirmekken, bir taraftan da faşizmin muhtemel bir yenilgisi durumunda (hatta yorulmuş bir güç olacağı için yengisi durumunda da), Fransa, İtalya ve Balkan ülkelerinde köprü başı tutmaktı. Amaç, Afrika’yı kurtarmak ya da Hitler faşizmini zayıflatmak değil, Fransa’yı kendisine bağlamak ve savaş sonu için iyi bir mevzi kaparak pusuya yatmaktı. İngiltere’nin ısrarlı istekleri sayesinde Avrupa’daki müttefik kuvvetleri komutanlığına getirilen Amerikan generali Eisenhower, Churchill’in iyi bir talebesi ve entrika uzmanı olarak daha o zamandan ün salmaya başlamıştı.

ABD’NİN FRANSA’DA ETKİNLİK KURMA PLANLARI SAVAŞ SIRASINDA BAŞLADI
Eisenhower’in ABD emperyalizmi adına Cezayir’e yerleştikten sonraki ilk işi, faşizmle mücadele planları yapmak değil; Nazi işbirlikçisi Vichy rejiminin generalleri ile elele verip, Fransa’yı (ve öteki Avrupa ülkelerini) ABD sömürgesi haline getirme planları yapmak oldu. Sırasıyla Vichy generalleri Veygand (bu kişi Sovyetler Birliği’ne karşı bizzat cephede savaşmış yeminli bir anti-komünistti), Giraud ve Darlan ile işbirliği yapılmıştır. Veygand’ın kendi hatalarından dolayı elenmesi, Giraud’nun da, De Gaulle ile birlikte çalıştığının anlaşılmasından sonra, sıra general Darlan ile işbirliğine gelmiştir. Hatta general Darlan ile ABD generali Mark W. Clark arasında bir de anlaşma imzalanmıştır. ABD’nin Fransa’ya nasıl bir gelecek biçtiğini, 22 kasım 1942 tarihli bu anlaşmanın metninden daha iyi gösteren bir belge yoktur:
“Kuzey Afrika toprakları ABD’nin kullanımına serbest olacak, Fransa kapitülasyonları kabul edecek, Fransız ordularının hareketleri, limanlar, havaalanları, cephanelikler, iletişim mekanizması, deniz ticaret filosu ABD denetimine girecek, Amerikan şirketlerine vergi muafiyeti uygulanacak, müsadere yetkisi verilecek, askeri bölgelerin idaresi ABD kontrolünde olacak.” (Annie Lacroiç-Riz, İşgal zamanında Fransız sanayicileri ve bankerleri, Armand Colin yayınları, Paris, 1999)
Bu, tam da leş kargalarına yaraşır bir tutumdur ve ABD ile İngiltere’nin savaş boyunca tüm davranışlarına denk düşmektedir. Ama Fransız burjuvazisinin has kesimlerinin de eli kolu bağlı durduklarını sanmak hata olur. Onlar, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerini, Bolşevik devrimi tehlikesine karşı koruyucu kalkan olarak severken, rakip güçler olarak da onlardan nefret etmekteydiler. Nitekim, darbeci ve işbirlikçi general Darlan, bu anlaşmaya imza koyduktan bir ay sonra, 24 Aralık 1942’de, De Gaulle yandaşlarının adlarının karıştığı bir suikast sonucu öldürüldü.
Ama ABD, Fransa’da, kendisine hizmette kusur göstermeyecek işbirlikçi bir yönetim kurma çabalarından hiç vazgeçmedi. Daha savaş döneminden itibaren başlayıp sonraki yıllarda da süren De Gaulle ile dalaşma, bunun açık bir göstergesi idi. Darlan’ın öldürülmesinden sonra, yeniden general Giraud (bu kişi, Ulusal Kurtuluş Konseyi’nde De Gaulle’ün adamı olarak bulunuyordu ve Cezayir’deki Fransız kuvvetlerinin komutanlığını yapıyordu) ile ve başka bir dizi bürokrat, asker, işadamı ve banker ile birlikte komplo girişimleri devam etti. Örneğin, Vichy bakanlarından Pierre Pucheu, Nazilerin yenilmekte olduğunu görünce bu dönemde kamp değiştirip Amerikalılarla birlikte hareket etmeye başladı. Ancak, sonradan Giraud tarafından yarı yolda bırakılıp ele verilince, komplo hazırladığı meydana çıktı ve Mart 1944’de Cezayir’de infaz edildi. Pucheu’nun bu şekilde harcanması, De Gaulle tarafından Amerika’ya yapılmış bir uyarı idi. ABD de zaten uzun süre De Gaulle’u bu yaptıklarından dolayı affetmedi ve güvenilmez bir kişi olarak gördü. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında De Gaulle başkanlığında kurulan geçici hükümeti, iki buçuk sene boyunca tanımadı. Ağustos 1944’de Nazi işgalinden kurtuluştan sonra kurulan hükümeti de, aradan üç ay geçtikten sonra ancak tanıdı. ABD’nin (ve İngilizlerin) umudu, hep savaştan harap olmuş olarak çıkan Fransa’yı kendisine bağlı zayıf bir yönetimle idare etmek, bir nevi yarı sömürgesi haline getirmekti. 
Amerika’nın Fransa’yı Nazi işgalinden kurtarmasının hikayesinin içyüzü işte böyle!

SOVYETLER’İN ETKİSİ VE HALKLARIN DİRENİŞİ YOK SAYILIYOR
Ama Amerika’nın başvurduğu türden yalana dayalı bir sunumun başka nedenleri de var. Bir kere böylelikle, Sovyet ülkesi ve halkının ve Kızıl Ordu’nun savaşta kendi vatanını savunmak için gösterdiği olağanüstü kahramanlık ve faşizmin çizmesi altında ezilen diğer halklara sunduğu fedakarca destek göz ardı edilmiş olmaktadır.   
Tekellerin ve kapitalist büyük devletlerin nefret ettikleri asıl düşmanın, sosyalizm ve sosyalist Sovyetler Birliği olduğuna kuşku yoktur. Ekim Devrimi ile birlikte uluslararası sistemlerinde açılan gediği kapatmak için her yola başvurdukları kimse için sır değildir. Buna, Sovyet ülkesinin bazı bölümlerinin fiili askeri işgali de dahildir. Uluslararası hukuk üzerine döktürülen burjuva ikiyüzlüğü bir tarafa bırakılacak olursa, bu işte garip bir durum da yok aslında. Nihayetinde karşı karşıya gelenler, iki ayrı sistemdir ve kimin diğerini alt edeceğini, güç ilişkileri belirler. Ama emperyalizm hem düşmandır, hem de kalleş ve yalancı, hilecidir.
Savaşın neredeyse başından beri Sovyetler Birliği’ne verilmiş olan, Batı’da ikinci bir cephe açma sözü; sonuna kadar geciktirilmiş ve Truman’ın baştan da söylediği gibi, iki gücün birbirini olabildiğince takatten düşürmesi için pusuya yatılıp beklenmiştir. Bu, hareketsiz bir beklenti değil, ilerideki hamleler için mevzi oluşturmayı içeren hareketli bir savaş taktiğidir.
Belirli bir andan itibaren ibrenin Sovyetler’den yana döndüğü görülünce, Amerikan-İngiliz emperyalistlerini bir telaş almış ve Kuzey Afrika’dan başlayıp ağır ağır Normandiya çıkarmasına kadar varan şova yönelmişlerdir. Normandiya çıkarmasının asıl sebebi, faşizmi durdurmak değil, ilerleyen sosyalizmin önünü kesmek ve yıkılan faşizmden arta kalan yemlerden bir kısmını kapmaktır.
ABD’nin genel olarak İkinci Dünya Savaşı ve özel olarak Normandiya çıkarması üzerine hikayelerle üzerini örtmeye çalıştığı bir başka gerçek de, halkların faşizme karşı yıllarca süren direnişleridir. Bunun en canlı örneği de Fransa’dır. Anglo-Sakson emperyalistleri sabırsızlıkla sosyalizmin yıkılmasın bekler, Fransız büyük burjuvazisi ve devletin sivil ve askeri üst bürokrasisi ile vurguncu bankerler hemen faşizmle işbirliğine soyunurken, başını komünistlerin çektiği yurtsever anti-faşist güçler, hemen ilk andan itibaren direnişi örgütlemeye başladılar. 10 Temmuz 1940’da FKP Merkez Komitesi adına Maurice Thorez ve J. Duclos imzasıyla yayınlanan çağrı, Fransa’nın tüm yurtsever, anti-faşist güçlerini, işçi sınıfı etrafında kenetlenmeye ve özgürlük, bağımsızlık ve yeniden diriliş için mücadeleye çağırmaktadır. FKP baştan itibaren ulusal ayaklanma stratejisini geliştirerek, ona uygun örgütlenmelere girmektedir. Önceleri, Fransız Partizan ve Gönüllü Birlikleri (FTPF) adıyla örgütlenen direniş, daha sonraları Fransız İç Kuvvetleri (FFI) adıyla tam bir orduya dönüşür. Ve Fransa’yı, başta Paris, Marsilya gibi büyük şehirler olmak üzere tüm yerleşim birimlerini düşman işgalinden kurtaranlar, esasta bu birlikler içerisinde örgütlenmiş olan halktır. Paris kurtarıldığında, FFI içerisinde kayıtlı savaşçı olarak örgütlü olanların sayısı 500 bini geçmektedir. Sonradan Amerikan kahramanlığı hikayeleri uydurma kervanına katılan Eisenhower’in bizzat kendisi, o zamanlar şunları söylüyor: “Şehre girdiğimizde bizi FFI’ler karşıladı, güçleri 15 tümene eşitti.” İşgale karşı kendi topraklarında düşmanla savaşan halkın kuvvetini tümenlerle ölçme kafasızlığı yapsa da, doğrunun bir kısmını yine de böylece kabul etmiş olmaktadır. Paris’te halk ayaklanması, esas olarak FKP, CGT sendikası ve FTP silahlı birlikleri tarafından organize edilmiş, Eisenhower komutasındaki Amerikan birlikleri ile Leclerc komutasındaki De Gaulle birlikleri ise, kurtuluş festivaline, tankları elli kilometre hızla sürerek neredeyse canhıraş yetişmişlerdir!
Ama sonraki (Amerikancı ve genel olarak Batılı) anlatımlarda iş başka türlü yansıtılmıştır. Ve işin garip tarafı, Fransızların kendileri bile bir müddet sonra, Amerikan kahramanlığı hikayelerine inanır olmuşlardır. Soğuk savaş zamanının anti-komünist propaganda mayası tutmuştur. Ve Fransa hâlâ, biraz da kendi katkılarıyla başına örülmüş olan bu çoraptan kurtulmaya çalışmaktadır.
İşin gerçeği ise birkaç kelimeyle şudur: Nazi rejimi tekelci kapitalizmin fırlatmasıdır ve esasta sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak, sosyalizmin kökünü kazımak üzere yola çıkmıştır. Bu nedenle de, öteki emperyalist devletler tarafından teşvik edilmiş, desteklenmiş ya da hayırhah karşılanmıştır. Sonra, Hitlerci faşizmin ezilmekte olduğunu gören emperyalist devletler savaşa taraf olarak sosyalizmin önünü kesmeye çalışmışlardır. Normandiya çıkarması da, bu girişimin önemli adımlarından bir tanesidir. Normandiya’ya çıkarma yapanlar, gittikleri her şehirde, kendi yörelerini zaten kurtarmış olan anti-faşist direnişçiler tarafından karşılanmışlardır. Müttefik kuvvetlerin zayiatlarının neredeyse toplamı da, ya yanlışlıkla birbirlerini vurmaktan ya da Almanya sınırına varınca (zira buralarda kendi şehirlerini kurtarmış partizan kuvvetleri yoktur) orada patlak veren çatışmalardan  kaynaklanmıştır. Nazi Almanyası Doğu cephesinde (yani Sovyetlere karşı) 47 ay boyunca ve 250 tümenlik kuvvetle savaştı. Batı’da ise 11 ay boyunca ve 60 tümenle.. Savaşta yaklaşık 20 milyon Sovyet vatandaşı ölürken, ABD 250 bin kayıp verdi. Fransız Komünist Partisi ise faşizme karşı savaşta yaklaşık 70 bin militanını kaybetti!
Gerçek bu, gerisi ise hikayedir. Emperyalistler arası dalaşma, kafatasçı faşizm ve şoven iğrençliklerle halkların mücadele tarihini karalama çabasıdır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑