İnsanlığın ilk toplumsal bilinci, özel mülkiyetin, çıkarları birbirine zıt sınıfların ve bunun bir unsuru olan devletin var olmadığı koşullarda oluştu. Bu, ilkel ve zorunlu bilincin temelini; vahşi ve acımasız doğa koşullarına karşı, insanların bireysel varlıklarını sürdürebilme olanaklarının, doğrudan toplumsal varlıklarını korumaya bağlandığı ve bunun zorumu biçimi olan ortaklaşa yaşamın, yani ilkel komünal toplumun insan bireyine verdiği zorunlu bilinç ve sorumluluk oluşturdu.
Marx’ın da çeşitli vesilelerle vurguladığı gibi, toplumsal örgütlenmenin ilk biçimi olan ilkel komünal toplum; toplumsal ilişkilerin de, en ilkel, “en içten ve yabancılaşmamış” bir örneğini sunar. Bireysel görevlerin; toplumsal hayata sağlanan en ileri katkı ve zorunlu bir sorumluluk tarafından belirlendiği toplumsal bilinç ve sorumluluğun, bireyin kendi varlığını devam ettirme zorunluluğuyla olan bağının zorunlu, açık ve doğrudan bir şekilde dayattığı tarihin bu ilk evresi, sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte, insanlığın belleğinde giderek silikleşen, ama her zaman özlem duyulan “altın çağ”ın bir anısı olarak kaldı.
Ta ki; kapitalizmin gelişimi ve proletaryanın modern bir sınıf olarak ortaya çıkışına kadar. “Her tarih döneminde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin politik ve düşünce tarihi ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ilkel mülkiyete dayanan ilkel kabile toplumunun dağılmasından bu yana) sınıf mücadeleleri, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihidir; bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki; bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıftan -burjuvaziden- kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrıcalıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.
Burjuvazi, üretim araçlarını ha-bire değişikliğe uğratmaksızın ve bu yoldan üretim ilişkilerini değiştirmeksizin varolamaz. Oysa eski üretim tarzlarının olduğu gibi korunması, ondan önceki bütün sanayici sınıfların başta gelen varoluş saraydı. Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız alt edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tundur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.
Bundan önce üste çıkan her sınıf, bütün toplumu kendi varlığını sürdürmesi gereken koşullara uyacak hale getirerek, o güne kadar elde ettiği durumu pekiştirmeye bakmıştır. Proleterler ise kendi varlıklarını koruyacak, sürdürecek ve geliştirecek üst yapı kurumlarını kurabilmek için eski üst yapı kurumlarını ve eski üst yapı kurumlarının kalıntılarını yıkmak zorundadır. Onların güven altına alınacak ve pekiştirilecek kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur; onların tarihi görevi özel mülkiyetin bütün eski teminatlarını ve sigortalarını yok etmektir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Böylece Marksizm, sınıfsız toplum özlemini, tarih boyu nükseden bir anı ve ütopya olmaktan çıkarıp, işçi sınıfı şahsında ve onun tarihsel görevi olarak insanlığın önüne bilinçli bir zorunluluk olarak gelmiş olduğunu ilan etti. Bu aynı zamanda, insanlık tarihinin ve mevcut kapitalist toplumun bilimsel bir kavranışıydı.
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu veya bu dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar, yalnızca var olan sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto, K. Marx)
Komünist Manifesto’nun ilanı; işçi sınıfı hareketinin son 150 yılına damgasını vuran bir dönemeci ifade eder ve Marksizm, bu dönem boyunca işçi sınıfının bilimsel ideolojisi olarak işçi sınıfı hareketinin bir unsuru oldu. Marksizm’in ortaya çıkışına ve gelişmesine yol açan etkenlerin başında, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı düzeyin yanı sıra, kapitalizmin; toplumun sınıflar olarak karşı karşıya gelişinde, sınıflar-arası ilişki ve çelişkilerin özgürce gelişimi önündeki engelleri ortadan kaldırarak, her sınıf ve tabakanın kendi çıkarlarının farkına varmasına olanak sağlamış olması gelir. Böylece kapitalist özel mülkiyetin yol açtığı çelişkilerden hareketle, bütün bir insanlık tarihini kapsayacak şekilde toplumsal ve tarihsel gelişmenin nesnel yasalarının, ‘gerçek hayat koşullarının’ anlaşılması mümkün hale geldi. Ama aynı zamanda Marksizm bu sonuçlardan hareketle, binlerce yıllık toplumsal bölünmüşlüğü, yani sınıfların ortadan kaldırılması zorunluluğunu ve bu konuda işçi sınıfının toplumun tümüne karşı tarihsel görev ve sorumluluğunu da ortaya koydu ve doğrudan sınıflar mücadelesi içinde yer aldı. Sınıfın, hem, amaçlarının ortaya konmasına ve hem de, mücadelesinin ve bizzat kendi eyleminin farkına vararak amacına ulaşmasına hizmet eden bir özellik kazandı.
İşçi sınıfı hareketinin bu tarihsel belgesi Marksizm’in karakteristik özelliklerinin de bir ifadesidir. Marksizm, her şeyden önce, işçi sınıfının çıkarlarının eksiksiz bir biçimde savunulması ve bu uğurdaki mücadeleye karşı ilan edilmiş bir sorumluluktur. Elbette Marksizm, bilimsel bir yöntem olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi geliştirerek, kapitalizmi ve toplumsal gelişmenin nesnel yasalarını ortaya koyup kanıtlayarak çağımızın bilimsel gelişimine, bugüne kadar aşılamayan, inkâr edilemez bir katkıda bulundu. Bunu her namuslu bilim adamı da ifade etmektedir. Ama Marksizm’in esas özelliği, bütün bunları da kapsamak üzere sınıflar mücadelesinin bilimsel kavranışı ve işçi sınıfına, onun tarihsel görev ve sorumluluklarına, yani onun pratik eylemine bağlanmış olmasında yatar. Bu özellik, onun, sadece dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirme mücadelesine katılması demektir. Öyleyse, Marksist bilinç; bilimsel temellere dayanan devrimci işçi sınıfı bilincidir, yani; işçi sınıfına, onun tarihsel görevlerine, dolayısıyla da bütün insanlığa karşı pratik, nesnel ve tarihsel bir sorumluluktur. Marksizm’in bütün bilimsel çalışması bu görev ve sorumluluğu yerine getirmeye yönelen mücadelelerin aydınlatılmasına ve güçlendirilmesine adanmıştır. Yoksa Marksizm hiçbir zaman dar anlamıyla “bilimsel çalışmayı” kendi başına amaç haline getirmedi. Ama Marksizm’in bilimsel değeri, sınıf olarak proletaryanın çıkarlarının bilimi geliştirmeye de, en ileri derecede hizmet ettiğinin kanıtıdır.
Dolayısıyla Marksizm’in “bilimsel çalışma” yoluyla karşıtlarına karşı sürdürdüğü mücadele, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olmuştur. Marksizm’in düşmanları, işçi sınıfının da düşmanları olmuştur. Marksizm işçi hareketinde egemen olduktan sonra Marksizm’den sapma olarak çıkan akımlar da, eninde sonunda işçi sınıfına karşı burjuvazinin çıkarlarını savunma sonucuna varmışlardır. Kautsky ve Bernstein’dan, Troçki’ye; Kruşçev ve Brejnev’den Gorbaçov’a kadar Marksizm’in bütün yozlaştırıcıları; işçi sınıfının tarihsel görev ve sorumluluklarına ihanetin de damgasını taşırlar.
Marx ve Engels’in yaşamları; devrimci sınıf bilinç ve sorumluluğunun da bir örneğidir. Onlar, teorik birikim ve yeteneklerini, kendileri de içinde ve bir parçası olmak üzere ve kendilerine özgü bir alçakgönüllülükle işçi sınıfı hareketinin hizmetine sundular ve bütün yaşamları boyunca işçi sınıfı hareketinin bilinçli ve inançlı neferleri oldular.
Marksizm’in gelişimi ise; gerek uluslararası düzeyde, gerekse tek tek ülkelerde sadece genel teorik bir mücadele olarak kalmadı; sınıf hareketinin her dönemdeki sorunlarına bağlanarak, devrimci sınıf partileri için, onların teorik, taktik ve örgütsel ilkeleri için yerilen mücadeleler olarak pratik ve somut bir anlam kazandı, yeniden ve yeniden sınandı, zenginleşti.
Tarih boyu, ezilen sınıfların mücadelelerinden süzülüp gelen ve sadece onların özlemlerinde yaşayan insani değerler, devrimci sınıf partilerinde, sınıfın pratik mücadelesinde, yeniden ve daha ileri düzeyde filizlendi. Bütün bunların yanında ve bunları da kapsamak üzere Leninist parti ilkeleri ve yaşantısının en belirgin özelliğini oluşturan sorumluluk ve disiplin; sosyalizm için mücadelede proletaryanın başarılarının temel dayanağını oluşturdu. Leninizm, emperyalizm çağının Marksizm’i olarak, proletarya devriminin teori ve taktiği olarak; Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin gelişiminde yeni ve ileri bir aşamayı temsil etti.
Ekim Devrimi’nden II. Dünya Savaşı sonrasına kadar yaşanan süreç, işçi sınıfının tarihsel rolünü oynayabileceğini ve insanlığın umut ve özlemlerini kamçılayan ileri bir uygarlık yaratabileceğini kanıtladı.
Ama aynı zamanda, yaşanan süreç; her yenilgi sonrasında olduğu gibi; her zafer ve başarının da, onun korunup geliştirilmesinde gösterilen sorumluluk, ideolojik sağlamlık, davaya bağlılık ve kararlılık açısından bir denek taşı olduğunu gösterdi.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasının 50 yılı ve ’90’lı yıllarda yaşanan revizyonizmin çöküntüsü; yani, revizyonist ihanetin zafer sonrası ortaya çıkış koşulları ve evrimi, işçi sınıfının önüne acı bedellere mal olan bir tarih dersi koydu. Son beş altı yılın yaşanan olayları,- sınıfın ileri müfrezelerinin kendi sınıf sezgileriyle bu tarihsel deneyi herkesten çok anlamaya yatkın olduğunu gösterdi, göstermeye de devam ediyor.
Yazımıza, kendi hacmine göre uzunca bir “giriş”, ama kapsadığı sürece göre de “kısa” sayılabilecek bir özetle girdik. Kısa olması bir sakınca yaratmıyor, çünkü bu süreç işçi sınıfı hareketinin yaşanmış ve üzeri hiçbir şekilde küllenemeyecek olan tarihidir. Bizim amacımız, sadece belli bir eksen üzerinden, “bilinç ve sorumluluk” ekseni üzerinden bazı hatırlatmalarda bulunmaktı.
“Uzunca bir giriş” gerekliydi, çünkü kökleri 40 yıl gerilere uzanan bir çöküntünün yarattığı yanılsama ve bulanıklıklar, 80 sonrası yenilgi ve gericilik yıllarının etkisiyle ülkemiz “sol” hareketinde derin tahribatlara yol açtı.
Özellikle “siyasetten gelme” bir kısım sözde Marksist, bu dönemde pervasızca bir ideolojik ve örgütsel tasfiye faaliyetini kışkırttılar. Çözülme ve dağılma üzerinden belli bir “piyasa” oluşturdular. “Politik akımlar üstü olmak”, belli bir grup ve partiye karşı belirlenmiş bir sorumluluğu olmamak, ama, hepsinin geleceği hakkında “ahkam kesmek” bu, “belirli tip” aydınların ortak karakteristik özelliği oldu. Bunlar, özellikle, devrime ve sosyalizme açık ve önemli bir potansiyel oluşturan küçük burjuva grupların ileri kesimlerini etkileyerek, bu grupların örgütsel varlıklarının çözülmesine veya erimesine katkıda bulundular. Bu zemin üzerinde ve herkesin gözleri önünde bu sözde aydınlarla küçük burjuva grup şefleri arasında bir amaç birliği ve dayanışma oluştu. Bu işbirliğinin en tahrip edici etkisi, koşulların da yardımıyla, genel olarak sosyalizme ve işçi hareketine olan güven ve inancı kemirmek, Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin yaşanmış tarihini çarpıtmak ve sahtekârca bulandırmak olarak ortaya çıktı.
En tipik temsilcileri olarak, M. Belge, Y. Küçük ve E. Kürkçü gibilerini sayabileceğimiz bu “belirli tip” aydınların bulanık demagojileriyle, küçük burjuva akımların temsilcileri tarafından savunulan “düşünceler” ve çıkarılan sonuçlar arasındaki benzerlik, dikkati çekecek kadar belirgindir.
Bu yazının bir bölümüne konu olan M. Belge gibilerin faaliyetlerine yön veren esas özellik; onların belli bir düşünceye sahip olmaları, belli bir düşüncenin tutarlı ve içten savunucusu olmaları değil; bilinçli olarak Marksizm’e ve işçi sınıfına düşmanlıktır. Bu konuda değişik dönem ve koşullarda, Marksizm’i bulandırmaya hizmet edecek her “eleştirel” düşünceden yararlandılar. Ama özel olarak sorumlu tutulabilecekleri bir çizgi oluşturmaktan ve savunmaktan kaçındılar. Bugünden bakıldığında bu tutum, sinsi amaçlarını gerçekleştirebilmenin de bir gereği olduğu sonucuna varılabilir.
Elbette, onların bugün Marksizm diye bir iddiası olmadığı gibi, onları Marksist sıfatıyla adlandıran da yok sayılır. Ama onların, oluşumlarına katkıda bulundukları “ürünler” bugün politika sahnesinde boy gösteriyor. Tutarlı bir sistemden yoksun ortak jargonlarından ve bulanık, belirsiz ve günü birlik düşünce biçimlerinden ve en önemlisi “sorumluluk”(!) anlayışlarından ve Marksizm’e karşı önyargılarından onları ayırt etmek mümkün. Ayrıca, bu ideolojik bozuşma; şu veya bu ölçüde devrimci sınıf hareketi üzerinde de, bir baskılanma ve farkında olunan veya olunmayan etkiler yarattı. Özellikle, işçi sınıfının başarılarında her zaman belirleyici bir öneme sahip olan ve en gelişmiş ifadesini devrimci sınıf partisinin örgütsel yaşam ve mücadelesinde bulan “bilinçle belirlenmiş ve gönüllü olarak taahhüt edilmiş sorumluluk ve disiplin” fikrinde aşınmalara yol açtı.
Dolayısıyla da amacımız, sadece tahribatı ortaya koymakla sınırlı değildir, bu tahribata karşı mücadele içinde düşmana inat, kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütlemede yeni bir sürece girmiş olan sınıfın ileri temsilcilerinin kendi tarihlerine daha ileri bir bilinçle sahip çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Söz konusu olan; bir dönem boyunca sözde ‘eleştirel Marksizm’ adına savunulan düşüncelerin, Marksizm ve işçi sınıfı düşmanlığından başka bir anlamı olmayan sinsi bir demagojiden ibaret olduğunu göstermek olunca; yazımızın bir bölümünü Marksizm’e ve işçi sınıfı hareketine karşı sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar yerine getirmek için mücadele etmiş olan gerçek Marksistlerin, II. Dünya Savaşı ve sonrasında yaptıkları değerlendirmelere ayıracağız. Açıktır ki, bizim bunlara fazlaca ekleyecek şeyimiz olmayacak. Yazımızın ikinci bölümünde ise, gene Marksizm: ve işçi sınıfı davasını modern revizyonizm karşısında komünistlere özgü bir sadakatle savunan Enver Hoca’ya başvurarak, uluslararası komünist hareketin genel bakışını en özlü biçimde ifade eden bir eserinden özetleyeceğiz. Biz buna, sadece 80 sonrası sürecin olgularını ekleyeceğiz. Yazımızın üçüncü bölümü Devrimci Sınıf Hareketimizin çeşitli belgelerinde yer alan değerlendirmeler temelinde, küçük burjuva akımların gelişimi ve evrimini özetleyeceğiz. Umuyoruz ki, bu bölümler, yazımızın diğer bölümlerinin belli bir bütünlük içerisinde anlaşılmasını sağlayacaktır. Yazımızın dördüncü bölümü mümkün olabildiğince kendi kaleminden M. Belge’nin düşünce ve amaçlarının tanıtılmasına ayrılacak. Ayrıca onun düşünce ve amaçlarını doğrulamak üzere, onun en yakın çömezlerinden Dev-Yol hareketinin eski yöneticilerinden M. Pekdemir’e başvuracağız. Ve son bölümde ise devrimci sınıf hareketi ve sınıfın ileri kesimleri için kısa bir sonuç çıkarmaya çalışacağız.
’50’Lİ YILLARA DOĞRU TEHLİKELİ İDEOLOJİK EĞİLİMLER
Bilindiği gibi savaşın sonuna doğru başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin esas korkusu Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin dünya çapında kazandığı güç ve prestij oldu. Savaşın sonunda güç ve sınıf ilişkilerindeki değişmenin; Stalin tarafından da tespit edildiği, geçen sayımızda yayınlanan M. Thorez ile yapılan görüşme tutanaklarından hatırlanacaktır: ABD’nin sosyalizm tehdidini, aynı zamanda Avrupa ülkeleri üzerinde günümüze kadar uzanan bir etkinlik sağlamanın aracına dönüştürerek, sosyalizme ve işçi sınıf hareketine karşı topyekûn bir saldırıya giriştiği de herkes tarafından biliniyor.
Zaferin onurunu olduğu gibi, savaşın bütün yükünü de omuzlarında taşıyan Sovyet halkının, savaş sonrasında, bütün bir emperyalist dünyanın saldırılarının esas hedefi olacağı da açıktır ve böyle oldu. Halkın savaş sonrası yaralarını sarmaya koyulduğu koşullarda, saldırıların ilk etkileyeceği kesim, Sovyet halkının faşist işgale karşı silah elde savaştığı koşullarda, sesini çıkarma cesareti gösteremeyen eski “muhalif”, sınıfa ve halka yabancı ve batı hayranı aydın tabakasıdır. Ve saldırılar ilk aşamada açıkça burjuva nitelikte ideolojik eğilimler olarak uç verdi.
Ve belgeler 1947’de; felsefeden edebiyata ve müziğe, ekonomiden politikaya ve örgüt yaşantısına kadar bütün alanlarda açık bir mücadelenin açıldığını göstermektedir. Durumu ortaya koyması açısından Jdanov’un 1947’de yayınlanan bir yazısına başvuracağız.
“‘İdeolojinin’ böylesine ne dersiniz? Zoşçenko bu ‘itirafını’ yayınlayalı 25 yıl oldu. O günden bu yana değişti mi? Gördüğünüz gibi, zerre kadar değişmedi. Son 25 yılda hiçbir şey öğrenmediği ve hiçbir şekilde değişmediği gibi, tam tersine ikiyüzlü bir içtenlikle Zoşçenko, boş kafalılığın ve bayağılığın savunucusu, edebiyat dünyasının ilkesiz ve bilinçsiz bir süprüntüsü olarak ortaya çıkmaktadır…
Leningrad’ın edebiyat dergilerinin Batının ucuz çağdaş burjuva edebiyatına yer vermeye başlamaları da rastlantı değildir. Bazı edebiyatçılarımız kendilerine, küçük burjuva yazarların öğretmenleri değil öğrencileri gözüyle bakmaya ve yabancı edebiyat karşısında da hayranlıkla eğilmeye başlamışlardır…
İster ülkemizin sınırları içinde, ister uluslararası alanda olsun, burjuva dünyası, kazandığımız başarılardan tedirgin olmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda sosyalizmin durumu sağlamlaşmıştır. Sosyalizm birçok Avrupa ülkesinde gündeme girmiştir. Bu durum, her türden emperyalistleri hoşnutsuzluğa sürüklemektedir. Onlar sosyalizmden ve bütün ilerici insanlık için bir örnek oluşturan sosyalist ülkemizden korkuyorlar. Emperyalistler ve onların ideoloji alanındaki uşakları, yazarlar, gazeteciler ve diplomatlar, her yola başvurarak ülkemize iftira etmeye, onu olduğundan başka türlü göstermeye ve sosyalizmi karalamaya çalışıyorlar. Bu koşullar altında Sovyet edebiyatının görevi; yalnızca bütün bu kötü niyetli iftiralara, Sovyet kültürüne ve sosyalizme yapılan bütün bu saldırılara karşılık vermek değil, aynı zamanda yoz ve çürümüş burjuva kültürüne karşı cepheden saldırıya geçmektir…
Hiçbir ideolojik tutum takınmayanlar, Sovyet edebiyat emekçilerinin Leningrad müfrezesini temelsiz bırakmak, eserlerinin ideolojik yönünü yıkmak ve bir toplumsal biçimlendirme aracı olarak bu eserlerin önemini ortadan kaldırmak isterler… Sizler ideolojik cephenin ön safında bulunmaktasınız, büyük ve uluslararası öneme sahip görevlerle karşı karşıyasınız. Bu durum, her gerçek Sovyet yazarının halkına, devletine ve Partisine karşı duyduğu sorumluluğu ve omuzlarındaki görevin önemi konusundaki kavrayışını artırmalıdır.” (Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine, Jdanov)
19. Parti kongresinin içeriğini belirleyen ‘Son Yazılar’ adlı kitabında Stalin, sosyalizmin geleceğini ilgilendiren bütün temel meselelerde ortaya çıkan sözde Marksist eğilimleri de eleştirerek, bunlara yol açan felsefi temeli açıkça mahkûm eder. Kongre, bu eğilimlerin kapitalizme yol açacağını açıkça ortaya koyarak cepheden mücadele çağrısı yapar ve parti örgütlerinin faaliyetlerini baştan sona değiştirmeleri yönünde açık bir çizgi benimser ve kararlar alır.
“Papaz çömezleri ve talmutçular, Marksizm’e, Marksizm’in değişik sonuç ve formüllerine hiçbir zaman değişmeyen, hatta toplumun değişme koşulları değiştiği zaman bile değişmeyen bir dogma olarak bakarlar. Sanırlar ki, bu sonuçları ve formülleri ezberlerlerse ve yerli yersiz onları aktarırlarsa herhangi bir sorunu çözümleyebilecek duruma gelirler, umarlar ki, öğrendikleri bu sonuçlar ve formüller kendilerine her dönemde, bütün ülkeler ve yaşamın bütün koşulları için yarar sağlayacaktır. Oysa ancak Marksizm’in lafzını gören, ama onun özünü göremeyen, Marksizm’in sonuçlarını ve formüllerini ezbere öğrenen ama kapsamını anlamayan insanlar böyle düşünebilirler.
Bunun nedeni şudur ki; her yıl binlerce yeni genç kadrolar, yönetici çekirdek olan bize gelmektedirler, bunlar bize yardım etmek, neler yapabileceklerini göstermek isteği ile yanıp tutuşmaktadırlar, ancak bunların yeterli Marksist eğitimleri yoktur, bizim iyice bildiğimiz birçok gerçeği bilmemektedirler. Karanlıkta bocalamak zorundadırlar. Bunlar Sovyet iktidarının olağanüstü başarılarının etkisi altındadırlar. Sovyet rejiminin inanılmaz başarıları onları sarhoş etmektedir. Ve işte Sovyet iktidarının ‘her şeye’ kadir olduğunu, ‘hiçbir şeyin onun gücünü aşamayacağını’, onun bilimsel yasaları yok edebileceğini, yeni yasalar oluşturabileceğini hayal etmeye koyuluyorlar. Bu yoldaşlara ne yapmalı?
“Böyle olunca, bu yoldaşlar, sosyalist rejimde ekonomik gelişme yasalarının toplumun yönetici kurumu tarafından ‘yaratıldıklarını’, ‘değiştirildiklerini’ iddia eden yanlış bir teorinin, tarafını tutuyorlar. Başka türlü söylersek, bunlar Marksizm’le ilişkilerini kesiyorlar ve öznel idealizmin yoluna sapıyorlar.” (Son Yazılar, Stalin)
Daha sonra yaşanan süreci de göz önüne alarak, Jdanov ve Stalin’in dile getirdiği eleştirilere biraz daha yakından bakıldığında, şu genel sonuçlara varmak zor değildir:
Savaş sonrası koşulların -ki, buna Parti’nin en militan kadrolarından önemli bir bölümünün savaşta can verdiğini de özel olarak eklemek gerekir.- sınıf ve güç ilişkilerindeki değişikliklerin avantajlarından yararlanarak açık bir şekilde boy veren burjuva ideolojik eğilimlere karşı her alanda cepheden ‘bir mücadele açıldığında, parti içinde, bu eğilimlere göz yuman ve-veya bunları kışkırtarak parti ve devlet yönetimine hakim olmayı amaçlayan revizyonist elebaşılar, kendilerini gizleyerek yerlerini korumayı özel bir yöntem olarak; yeni bir sürece yönelmekte olan ve halk yığınları gözünde tarihinin en güçlü prestijine sahip bir iktidar partisindeki tecrübeli revizyonist ele başlara özgü bir yöntem olarak benimsediler. Kendilerini Marksizm’in ve parti çizgisinin ‘lafızda’ en keskin savunucuları olarak gösterme yolunu seçtiler. Belgelerin gösterdiği gibi açıkça dalkavukluk yaptılar. Stalin’in ölümüyle ortaya çıkan durumu fırsat bilip bundan cesaret alarak, kurşuna dizme, sürgün, tehdit ve tutuklama gibi yöntemlerin de kullanılmasıyla gerçekleştirilen darbe ve Kruşçev’in anılarında; ‘Stalin’e suikast yapmayı planladıklarını, ama bunu göze alamayarak beklemeyi yeğ tuttuklarını itiraf etmesi, bunun somut göstergeleridir.
Bilinçli olarak emperyalist demagojinin savunuculuğunu yapmayan veya emperyalist demagojinin etkisinden başını kaldırabilen herkes, Kruşçevcilerin darbesinden itibaren, 19. Kongre tarafından onaylanan çizginin değil; tam tersine bütün alanlarda ve belli bir sürece yayılarak 19. Kongre tarafından mahkûm edilen çizginin uygulamaya sokulduğunu görebilir. Gene, modern revizyonizmin son kırk yılı ve yenilgi ve çöküşün “budala”sı Gorbaçov’un 1990’lara doğru kendi tarihini Kruşçev’e dayandırması, bu gerçeğin sonuçlarından ve bunun ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, Stalin’in “papaz çömezleri” diye eleştirdiği “genç kuşak ‘partililerin’ de, “‘papaz’ların bizzat kendileri tarafından, yani, revizyonist elebaşılar tarafından en azından etkilenerek ‘Parti’ye akın ettirildiği’ni ortaya çıkarmaktadır. Stalin ‘başarılarımızdan gözleri kamaşmış’, ‘papaz çömezleri’ olarak onları eleştirip, Parti kongresinde açık bir mücadele platformunun açılmasını sağlarken, elbette ki; bizzat “papazların farkındaydı. Ama, Stalin’in seçtiği yöntemle; revizyonizme ve revizyonist ele başlara karşı mücadelenin bizzat partinin ve halkın mücadelesi olarak ortaya çıkmasını ve temel politikalardan yönetme yöntemlerine kadar her alanda partinin kendisini arındırarak yenilenmesini hedeflediği açıkça görülebilir bir şeydir. (Konuyla ilgili olarak, Kruşçev’in anılarında, “Stalin’in yanına çağrıldığımızda sürgüne mi yoksa göreve mi gideceğimizi bilmiyorduk.” Demesi, iki anlama gelir: Birincisi, kendisi içinde bulunduğu ihanetin korku ve telaşı içindedir, ikincisi; Stalin, onların “papazlar olduğunu bilmekle beraber, sorunu partinin ve halkın gözleri önünde, onların bilincini geliştirecek şekilde, açık ideolojik ve örgütsel platformlarda, işçi sınıfına ve halka mal ederek çözme yolunu tutmuştur. Yani mücadelenin doğrudan partinin, sınıfın ve halkın mücadelesi olmasını yeğlemiştir.)
Gerek ’47’de başlayan ve gerekse ’52’de devam eden mücadele, açık bir ideolojik ve politik mücadeledir. Partinin meşru örgütsel platform ve araçlarına dayanmaktadır ve bütün bir işçi sınıfı ve halkın gözleri önünde yürütülmektedir. Revizyonist elebaşılar ise; gerçek düşüncelerini gizlemek için, “sosyalizmin başarılarından gözleri kamaşan” ve “sübjektif-idealizmin yolunu tutan” yeni kuşak partililerin partiye akın etmesini kendilerine kalkan ettiler. Onların yöntemi “ihanet ve entrika” yöntemidir. Bu nedenledir ki, ’90’lı yıllara kadar açıktan Marksizm’e ve sosyalizme saldırma cesareti gösteremediler. Onlar en fazla, tıpkı emperyalist demagoglar gibi, partinin her dönemde olabilir ve eleştirilebilir hatalarını abartıp Stalin’e mal ederek, onu kişisel olarak hedef haline getiren demagojik bir yöntem seçtiler. Bu konuda bile, Brejnev döneminden itibaren daha ölçülü olmayı tercih ettiler.
Eğer sınıflar mücadelesi tarihinde ve belli tarihsel koşullar çerçevesi içinde’ ‘rastlantı’nın bir rolü varsa; Bolşevik Partisi’nin; Jdanov ve Stalin gibi işçi sınıfı davasına en bağlı, en tecrübeli ve kararlı önderlerini, henüz, emperyalizmin saldırılarını püskürtme imkânı bulamadan ve art arda kaybetmiş olması; yakın tarihin en kötü ‘rastlantı’larından biri olarak kabul edilmesi gerekir. Hem Sovyetler Birliği ve hem de dünya işçi sınıfı hareketi için.
Ve böylece, emperyalizmin saldırılarının birinci derecede hedefini oluşturan Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan ihanet, emperyalizmin uluslararası saldırılarında işini kolaylaştıran en önemli etken oldu. Ve işçi sınıfı uluslararası düzeyde, ağır bedeller pahasına modern revizyonizmi tanımış oldu.
EMPERYALİZMİN YENİ STRATEJİSİ VE MODERN REVİZYONİZM
Gerçek Marksistlerin devrim ve sosyalizm davasına yaklaşımlarına örnek olmak üzere, uluslararası düzeyde emperyalizmin yeni ve çok yönlü stratejik saldırılarıyla modern revizyonizmin ortaya çıkış koşullarını ve yol açtığı sonuçların çarpıcı ve özlü bir tablosunu, bu sürecin en yakın tanığı ve modern revizyonizme karşı mücadelenin en tutarlı savunucusu olan Enver Hoca’dan aktaracağız.
“Emperyalizmin stratejisi, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, tüm kapitalist sistemi temellerinden sarsan devrim ve sosyalizm lehine güç dengesinin değişmesinden sonra daha belirgin karşı-devrimci karakter kazandı. Bu değişiklikler artık bir ya da iki ülkede değil, bütün bölgelerde ve kıtalarda devrim ve sosyalizmin zaferi sorununu gündeme getirdi. Başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin umutlarının çoğunu tüm yaşamı militaristleştirmeye, askeri blok ve paktlara bağladı; sosyalizme karşı, halkların devrimci ve kurtuluş hareketlerine karşı şiddet kullanarak müdahaleye ve açık savaşa bağladı. Öte yandan, sosyalist ülkeleri ve komünist partileri içten baltalamak ve yozlaştırmak için tüm oportünist güçlerin canlandırılması ve harekete geçirilmesine de büyük umutlar bağlandı.
Emperyalist ülkeler ve tüm dünya kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’nı Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizme yöneltmek amacıyla kışkırtıp başlattılar. Ama bu savaş ilk sosyalist devleti devirmediği gibi, tersine emperyalizme ve tüm sistemini tehlikeye düşüren darbeler indirdi ve zararlar verdi. Bu savaşın çarpışma alanlarında faşizmin orduları ezildiği gibi, dünya emperyalizminin anti-komünist ideolojisi ve uluslararası oportünizmin karşı-devrimci siyaseti de yenilgiye uğradı. Uluslararası kapitalizmin, sosyalizme ve komünizme karşı giriştiği saldırının başlıca vurucu güçlerini oluşturan Almanya, İtalya, Japonya gibi faşist devletler bozguna uğradılar. O döneme kadar dünya çapında ‘büyük siyaset’ yapan İngiliz ve Fransız imparatorluklarının gücü ve önemi azaldı ve bunlar Amerika Birleşik Devletleri’nin kuyruğuna takıldılar. Anti-komünist cephe delik deşik oldu.
Savaşın ana yükünü omuzlarında taşımış ve faşizme karşı zaferde ve kökleştirilmiş halkların kurtuluşunda belirleyici bir rol oynayan Sovyetler Birliği, savaştan güçlü ve tartışılmaz uluslararası saygınlığa sahip olarak çıktı. Sosyalist sistem emperyalizmle olan büyük çatışmada üstünlüğünü, istikrarını ve yıkılmaz olduğunu tarihsel olarak kanıtladı. Bir dizi yeni ülke, yaratılan koşulların ve komünist partilerin yönetimindeki anti-faşist ulusal kurtuluş savaşının sonucunda kapitalist sistemden koptu ve sosyalizm yoluna girdi. Sosyalist kamp kuruldu ve bu, Ekim Devrimi’nden sonra en büyük olaydı.
Bütün ülkelerde komünist partiler görülmedik ölçüde büyüdüler. Komünist partiler faşizme karşı mücadelenin başında yer alarak halkın ve ulusun çıkarlarını savunan en sadık ve tutarlı savaşçılar olduklarını, özgürlük, demokrasi ve ilerleme yolunda en kararlı savaşçılar olduklarını üyelerinin kant ve tutumuyla kanıtladılar. Marksizm-Leninizm tüm dünyaya yayıldı, etkisini ve itibarım tüm kıtalara yaydı.
Anti-faşist savaşı derinden etkileyen özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluşun yüce düşünceleri yalnızca Avrupa’yı değil, Asya ve Afrika’yı da Latin Amerika kıtasını da sardı. Faşizme karşı zafer ve Sosyalist Kamp’ın kurulması, sömürge ülkelerin halklarının gözünü açtı. Emperyalizmin sömürgeci sistemi en büyük bunalıma girdi. İnsanlığın yarısını kaplayan sömürge ülkelerde güçlü ulusal kurtuluş hareketi yanardağ gibi patlak verdi. Kapitalist sistemin geri hatları sömürgeci ve yarı-sömürgeci rejimler yıkılmaya başladı. Tüm bu yenilgilerden zayıf düşen emperyalist sistemin temelleri sarsılmaya başladı.
Tüm bu değişiklikler yalnızca Sovyetler Birliği için değil, yalnızca halk demokrasisi ülkeleri için değil, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz teorisi için de büyük bir zaferdi. Bu teorinin canlılığı ve doğruluğu, iki dünya, sosyalist dünya ve kapitalist dünyanın karşı karşıya geldikleri ve insanlığın bugüne dek görmüş olduğu en büyük savaşta bir kez daha kanıtlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen tüm bu değişiklikler, Marx ve Engels’in, ‘kapitalist dünya çürümektedir ve dosdoğru yıkıma gidiyor, devrim ve sosyalizm ise yükseliyor’ diyen tezlerini yaşamda bir kez daha kanıtladı.
Dünya emperyalizmini, devrimin ve halkların mücadelesinin kabaran dalgalarını göğüslemek ve kapitalist sistemin sarsılmış temellerini sağlamlaştırmak amacıyla yeni savunma ve saldırı stratejisi hazırlamaya zorlayan sosyalizmin, halkların ve Marksist-Leninist teorinin bu büyük zaferiydi.
Emperyalist devletlerin savaştan sonra hazırladıkları ortak çizgiyi iki temel yönelim belirtiyordu:
Birincisi; emperyalist devletler savaştan zarar görmüş ekonomik, siyasi ve askeri potansiyellerini yola koymak için, halkların devrimci ve kurtuluş mücadelelerinin güçlü saldırısından sarsılmakta olan kapitalist sistemi güçlendirmek için tüm güçleri, sahip oldukları tüm araçları harekete geçirdiler. Onlar mevcut anti-komünist ittifakları güçlendirmek ve yenilerini kurmak için işe koyuldu ve yeni sömürgecilik aracılığıyla sömürgeciliği korumak için büyük çaba harcadılar.
Amerikan emperyalizmi II. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaştan yıkıma uğramış Avrupa ve Asya’nın karşısında, ekonomik güç ve bir ölçüde askeri güç açısından üstün durumdaydı. Askerileştirilmiş Amerikan ekonomisi oldukça güçlüydü. Amerika Birleşik Devletleri, her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmış ve mutlaka kısa bir süre içinde ekonomik bakımdan kalkınacak ve Avrupa’da ve Asya’da kurulmuş olan yeni halk demokrasisi ülkelerinin güçlenmesi ve ilerlemesine yardım edecek olan Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve zayıflatmak amacıyla, tüm dünyada ekonomik, siyasal ve askeri egemenliğini kurmayı amaçlıyordu. Bu amaçla siyasal ve ideolojik mücadelede emperyalist taktikler ve askeri taktikler hazırlandı. Askeri taktikler, daha İkinci Dünya Savaşı boyunca hazırlanmış Amerikan planlarının, Amerika Birleşik Devletleri’ni modern silah yapan ve ilk kez Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombasını bulan ve yapan büyük bir devlet durumuna getirmiş olan planların gelişmiş biçimiydi.
Amerika Birleşik Devletleri kapitalist dünyanın önderi oldu ve kapitalist dünyanın ‘kurtarıcısı’ rolünü üstlendi. Böylece Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine göz dikmesi gündeme geldi. Cumhurbaşkanlığında Roosevelt’in yerini alan Truman, ‘İkinci Dünya Savaşı’nda elde edilen zafer’ diyordu, ‘Amerikan halkını sürekli ve acil bir gereklilikle, dünya önderliği gerekliliğiyle karşı karşıya bıraktı’. Bu, özünde devrime ve sosyalizme karşı mücadele için tüm dünyada ekonomik ve askeri yeni egemen konumlar kazanmak için kendi müttefiklerini kalkındırmak için ve sömürgeci sistemi kurmak için yapılmış bir çağrıydı. Bu stratejiyi gerçekleştirmek amacıyla UNRRA kullanıldı, ‘Marshall Planı’ hazırlandı. NATO yaratıldı ve Amerikan emperyalizminin diğer saldırgan paktları kuruldu.
İkincisi; sermayeye göre temel sorun, emekçilerin en devrimci bölümünü Marksist-Leninist ideolojinin etkisinden çekip koparmak için ve sosyalizmi yozlaştırmak için Marksist-Leninist ideolojiye karşı baltalayıcı ve cepheden bir çalışma yapmakta yalıyordu.
Emperyalizm, çılgınca silahlanma yarışının, ekonominin askerileştirilmesinin, sosyalist ülkelere karşı ekonomik ablukaların yanı sıra çok sayıda propaganda aracını, filozofu, iktisatçıyı, sosyologu, yazar ve tarihçiyi kapitalizmi ve kapitalist devleti değişmiş gibi ‘halk kapitalizmi’ ve ‘genel refah devleti’ vb. gibi göstermeleri için devrim ve sosyalizme karşı kampanyada seferber etti. Burjuvazi ‘kapitalizmin gelişmesi’ hakkında yaygara koparmak amacıyla, bunalımların, anarşinin, işsizliğin ve kapitalizmin diğer hastalıklarının sözüm ona ortadan silinmiş olduğu hayalini ‘Demirperde’ arkasında, ‘Totaliter’ düzen gibi gösterilen sosyalizme göre kapitalizmin sözüm ona üstün olduğu hayalini kitlelerin saflarında yaymak amacıyla savaştan sonraki elverişli ekonomik durumdan da yararlandı.
Burjuvazi, halkların kurtuluş mücadelesini engellemek için, proleter devrimi boğmak için sosyalizmi yıkmak ve kendi mevzilerini koruyup pekiştirmek için kapitalist sistemin genel bunalım ve can çekişme anlarında diğer araçların yanı sıra çeşitli oportünist ve revizyonist akımları da kızıştırır, yüreklendirir ve harekete geçirir. Proletaryanın ve devrimin düşmanları ilk olarak Marksizm-Leninizm’i, işçi sınıfım toplumsal durum ve tarihi görevi hakkında bilinçlendiren ideolojiyi çökertmek, bu ideolojiyi çarpıtman ve burjuvazi için zararsız ve proletarya için değersiz hale getirmek için var güçle çalışıyorlar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve kısaca modern revizyonizm diye adlandırılan revizyonizmin yeni akımları da bu aşağılık ve hain rolü üstlendiler.
İkinci Enternasyonal partilerinin anti-Marksist teorilerinin, Avrupa sosyal demokrasisinin devamı olan modern revizyonizmin kaynağı Amerikan emperyalizminin hegemonyacı siyasetindedir. (Gorbaçov ve Yeltsin’lerin Amerikan emperyalistleriyle el ele verişi bu gerçeğin kanıtını oluşturmaktadır -M.E.) Modern revizyonizmin akımları ve türlerinin temelleri ve stratejileri aynıdır. Bunlar yalnızca uyguladıkları taktiklerle ve kullandıkları mücadele biçimleriyle birbirinden ayrılırlar.”
Enver Hoca, revizyonist ihanetin anlamını, dayandığı temelleri ve çeşitli ülkelerde kazandığı özellikleri de her kelimesine nüfuz eden bir sorumluluk bilinci ve ihaneti duyulan öfkeyle ortaya koyar. Biz uzun olmasında hiçbir sakınca görmeden, tersine konumuzun aydınlatılmasını sağlayacağı ve fazla söze gerek bırakmayacağı düşüncesiyle önemli bir bölümünü daha aktarmaya devam edeceğiz.
“Amerikan emperyalizminin stratejisi ve uluslararası burjuvazinin devrim ve sosyalizme karşı tüm mücadelesi, Kruşçevci revizyonizmin sahneye çıkmasıyla çok büyük ve istenen bir yardım aldılar. Kruşçevci ihanet, sosyalizme ve halkların devrimci kurtuluş hareketine o zamana kadar indirilen en ağır ve en tehlikeli darbeydi. Bu ihanet, ilk sosyalist ülkeyi ve dünya devriminin büyük merkezini bir emperyalist ülkeye, karşı-devrim odağına dönüştürdü. Bu ihanetin ulusal ve uluslararası çapta yansıması, gerçekten çok trajik oldu. Salt halkların devrimci ve kurtuluş hareketleri bir ihanetin sonuçlarından acı çekmiş ve çekmekte değildir, barış ve uluslararası güvenlik de büyük tehlikeye düşmüştür.
Kruşçevciliğin ideolojik ve siyasal akım olarak modern revizyonizmin diğer akımlarından çok farkı yoktur. Kruşçevcilik, burjuvazinin aynı iç ve dış baskısının, Marksizm-Leninizm’in ilkelerinden aynı uzaklaşmanın, devrime ve sosyalizme karşı çıkma ve kapitalist sistemi koruyup güçlendirme yolundaki aynı hedefin sonucudur.
Aralarındaki fark yalnızca oluşturdukları tehlike derecesindedir. Kruşçevci revizyonizm yine en tehlikeli, en tehdit edici revizyonizmdir. Bunun iki nedeni var: Birincisi; Kruşçevci revizyonizm maskeli revizonizmdir, sosyalist dış görünümleri ve insanları aldatmak ve tuzağına düşürmek için Marksist terimleri geniş bir şekilde kullanıyor, duruma ve ihtiyaca göre devrimci sloganları da kullanıyor. Kruşçevci revizyonizm bu demagoji aracılığıyla günümüzde Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist gerçeğin görülmemesi için yoğun bir sis yaratmak ve her şeyden önce yayılması amaçlarını gözden gizlemek, devrimci ve kurtuluşçu hareketleri yanıltmak ve bu hareketleri siyasetinin araçları haline getirmek istiyor. İkincisi ve en önemlisi Kruşçevci revizyonizm, büyük bir emperyalist gücü temsil eden bir devlette egemen ideoloji haline gelmiştir. Bu, ona geniş bir alanda ve büyük boyutlarda manevralar yapmak için çok sayıda araç ve olanak veriyor.
İkinci Dünya Savaşandan sonra Batı Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik ve siyasi koşullar, Fransa, İtalya, İspanya Komünist Partileri önderliklerinde daha önceden varolan hatalı ve oportünist görüşleri daha da pekiştirdi ve yaydı, onların burjuvaziyle uzlaşma ve bağdaşma ruhunu daha da teşvik etti.
Diğer etkenler arasında faşist yasaların ve baskıcı ve sınırlandırıcı diğer önlemlerin kaldırılması da vardı. Avrupa burjuvazisi bu yasaları ve önlemleri, Ekim Devrimi’nin zaferinden sonraki ilk günlerden başlayarak savaşın patlamasına kadar işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini engellemek için ve Marksist ideolojinin yayılmasını yasaklamak, işçi sınıfının devrimci atılımının büyümesini dizginlemek amacıyla benimsemişti.
Faşist partiler dışında bütün siyasi partilerin legalleştirilmesi, bu partilerin ülkenin ideolojik ve siyasal yaşamına engel çıkarılmadan katılması, artık daha az sınırlayıcı yasalara dayanılarak yürütülen seçim kampanyasına aktif katılma olanağının bu partilere tanınması -ki komünistler ve diğer ilerici güçler bu yasaların onaylanması için uzun bir mücadele vermişlerdi- gibi önlemlerde kendisini gösteren burjuva demokrasisinin az çok geniş boyutlarda yeniden kurulması, komünist partilerin önderliklerinde birçok reformcu hayaller yarattı. Bu önderliklerde faşizmin artık kesinlikle sona erdiği, burjuvazinin emekçilerin demokratik haklarını sınırlandıracak durumda olmadığı gibi, bunları daha da genişletmeye mecbur olduğu şeklindeki görüşler kök salmaya başladı. Bu önderlikler, ülkenin en güçlü ve en etkili siyasal örgütleyici ve seferber edici gücü olarak savaştan çıkmış bulunan komünistlerin, burjuvaziyi, demokrasiyi genişletmeye ve gittikçe daha fazla sayıda emekçinin ülke yönetiminde yer almasına izin vermeye zorlayacaklarını düşünmeye başladılar. Seçimler ve parlamento aracılığıyla iktidarı barışçı biçimlerde alma ve daha sonra toplumu sosyalist dönüştürme yoluna geçme olanağına sahip olacaklarını düşünmeye başladılar. Bu önderlikler, İtalya ve Fransa’da iki-üç komünist bakanın yer almasını, burjuvazinin verdiği biçimsel ödünlerin en fazlası olarak değil de, tümüyle komünistlerden oluşacak bir bakanlar kurulunun kurulmasına dek sürekli gelişecek bir sürecin başlangıcı olarak görüyorlardı.
Batı’da savaş sonrası ekonominin gelişmesi de komünist partilerde oportünist ve revizyonist görüşlerin yayılmasını büyük ölçüde etkiledi. Gerçi Batı Avrupa savaştan yıkıma uğramıştı, ama kalkınması nispeten kısa zamanda gerçekleşti… ‘Marshall Planı’yla Avrupa’ya akan Amerikan sermayesi (Bugünkü değeriyle 180 milyar dolar. Savaşta en çok tahribata uğrayan Sovyetler Birliği’nde yapılan zarar tespitinin 60 milyar dolar olduğu düşünülürse, Amerikan sermayesinin sadece savaş sonrası zararları karşılamakla sınırlı olmadığı kendiliğinden anlaşılır. ‘Eleştirmenlerimiz’ bunlardan söz etmeyi pek sevmez.) fabrikaların, işletmelerin, ulaştırmanın, tarımın yeniden kurulmasına ve yoğun üretim artışına olanak sağladı. Bu gelişme pek çok iş alanı açtı, uzun bir dönem boyunca serbest işgücünü emdiği gibi bir ölçüde el emeği ihtiyacı da doğurdu.
Burjuvaziye aşırı kârlar getiren bu durum, burjuvazinin kesesini azıcık açmasına ve iç çatışmalarını bir ölçüde yumuşatmasına olanak tanıdı. Sosyal sigorta, sağlık, eğitim, iş yasası gibi toplumsal alanlarda işçi sınıfının uğruna uzun mücadele vermiş olduğu bazı önlemler alındı. Savaş dönemine ve hatta öncesine kıyasla emekçilerin yaşam düzeyinin gözle görülür biçimde iyileşmesi, sanayi ve tarımın yeniden kurulması ve bilimsel teknik devrimin başlaması sonucunda hızlı üretim artışı, iş gücünün hepsine iş sağlanması, oluşmamış ve oportünist unsurlarda, kapitalizmin sınıf çatışması olmadan gelişmesi hakkında, kapitalizmin bunalımlardan kaçınabileceği hakkında, işsizlik olgusunun son bulmuş olduğu hakkında vb. görüşlerin yeşermesine yol açtı. Kapitalizmin barışçı gelişme dönemlerinin oportünizmi yayan kaynak olduğunu belirten Marksizm-Leninizm’in büyük öğretisi bir kez daha doğrulandı. O dönemde oldukça büyüyen yeni işçi aristokrasisi tabakası da, oportünist ve reformist görüşleriyle partinin ve parti önderlerinin saflarında gittikçe daha olumsuz bir etki yapmaya başladı.
Bu koşulların baskısı altında, komünist partilerin programları gittikçe daha fazla, demokratik ve reformcu asgari programlara indirgendi; devrim ve sosyalizm görüşleri ise gittikçe daha fazla bir yana atılıyordu. Toplumu devrimci bir biçimde dönüştürmeyi savunan büyük strateji, yerini her zamanki günlük sorunlar peşinde koşan küçük stratejiye bıraktı. Bu küçük strateji mutlaklaştırıldı ve siyasal ve ideolojik genel çizgi oldu. Böylelikle 11. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan, Fransız, Büyük Britanya partileri ve onlardan sonra İspanya Komünist Partisi giderek Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmaya, revizyonist görüşleri benimsemeye, reformizm yolunu tutmaya başladılar. Kruşçev revizyonizmine zemin elverişliydi. Ülke içinde burjuvazinin ve sosyal demokrasinin baskısının yanı sıra Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongre Kararları anti-Marksist sosyal demokrat mevzilere geçme yolunda, bu partiler üzerinde büyük etki yaptı.” (Enver Hoca, Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir.)
Enver Hoca tek tek belli başlı revizyonist partileri ve dayandıkları tezleri Marksizm ışığında değerlendirir ve onların burjuvaziyle açık işbirliği anlamına gelen ihanetlerini gözler önüne serer. Bir bütün olarak işçi sınıfı hareketinin tarihindeki en büyük zaferlerden en ağır yenilgiye doğru yol alışını, ‘sınıf savaşımından, gözlerimiz önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin’ ifadesi olarak somutlaştıran bu değerlendirmelerin doğrulanmış olduğunu, ‘ayniyle vaki’ olduğunu söylemek, yaşanmış bir gerçeği söylemek olur.
En genel sonuçları açısından bu, ne anlama gelir? Kapitalizmin en ileri ülkelerinde, burjuvazinin kendisine dayanak olarak yarattığı işçi aristokrasisinin kendi sınıf kardeşlerine ihanetinin bir ürünü olan II. Enternasyonal oportünizmi; I. Dünya Savaşı öncesinde ve açık bir sınıf işbirliği olarak ortaya çıktı. Modern revizyonizm ise; bir yandan, en gelişmiş ülkelerde aynı sınıf temeline dayanırken, öte yandan; aynı sınıf temeline denk gelmek üzere; sosyalizmin anayurdunda ve kazanılan başarıları yağmalamak üzere, emperyalizmin baskısı artında ve parti ve devlet bürokrasisi içinde oluşturulan burjuvalaşmış ve sınıfa yabancılaşmış tabakaya dayandı. Bu demektir ki; modern revizyonizm de, işçi sınıfı içinde ortaya çıkan ve sınıfa yabancılaşarak burjuvalaşan tabakaların ideolojisidir.
Öte yandan, Ekim Devrimi ve sosyalizmin başarıları ve esas olarak bunların da yardımıyla II. Dünya Savaşı’nın anti-faşist bir karakter kazanması; oportünizme ve revizyonizme, savaş öncesinde açıkça ortaya çıkma olanağı tanımadı. Bu nedenle de, modern revizyonizm; savaş sonrasında ve kapitalizmin nispeten kendisini toparladığı ve özellikle ABD emperyalizminin kendisini dayatan önderliğiyle kendi aralarındaki çatışmaları, sosyalizme karşı belli bir uzlaşmaya dönüştürdüğü koşullarda, belli bir hazırlık sürecinin ürünü olarak ve örtülü biçimlerde, pratik sonuçları belli bir sürece yayılarak ortaya çıktı. Emperyalizm, bu süre boyunca; bir yandan sosyalizme karşı topyekûn bir saldırıyı sürdürürken, aynı zamanda, en başta ileri kapitalist ülkelerde işçi aristokrasisinin harekete egemen olmasına yardım, eden ekonomik, politik ve ideolojik önlemler aldı. Böylece, SSCB üzerinde revizyonizmin ortaya çıkışını kolaylaştıran ve cesaretlendiren bir baskı ve kuşatma oluşturdu.
Dolayısıyla da sosyalizmin yenilgisi veya eski komünist partilerin bugün içine düştükleri durum, Marksizm’i ve işçi sınıfı davasını savunmaktan değil; ona ihanet etmekten, açık bir çatışmaya girmeden, 40 yılı aşan bir süre boyunca, sosyalizmin ve proletarya hareketinin tarihsel kazanımlarının tepesine çöreklenerek, prestijinden yararlanarak, sistematik bir şekilde ideolojik ve örgütsel olarak çürümeye ve dağılmaya yol açmalarından ileri geldiğini gösterir. Bunun anlamı; işçi sınıfının partisiz bırakılmasıdır. Bu partilerin, sadece Marksizm’den değil, aynı zamanda işçi sınıfından, onun günlük yaşamından da kopmaları bu durumun bir göstergesi ve sonucudur. Gene aynı şekilde, az üye sayılarıyla Ekim Devrimi’ni savunma başarısı gösteren, II. Dünya Savaşı’ndan tarihinin en büyük zaferlerini elde ederek çıkan bir partinin, Marksizm’e ve işçi sınıfı davasına ihanetinin bütün sonuçlarıyla ortaya çıktığı koşullarda, 25 milyon üyesine rağmen kapatıldığında doğru dürüst bir tepkinin yükselmemiş olması, partinin sınıf-dışı karakterinin ve çürümüşlüğünün somut bir kanıtıdır.
Yaşanan süreç aynı zamanda, bütün bir revizyonistler ve Marksizm’in yeminli düşmanları güruhunun görmezlikten gelmesine, her türlü baltalama ve demagojilerine rağmen, gerçek Marksist-Leninist partilerin, işçi sınıfı davasının en sadık savunucuları ve tarihsel mirasının temsilcileri olduğunu da kanıtlamış oldu.
Öte yandan, sosyalizmin anayurdunda ve belli başlı ileri ülkelerde işçi sınıfının, ideolojik ve örgütsel açıdan tarihindeki en ağır ihanete uğraması, bağımsız bir sınıf olarak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etme olanaklarının baltalanması anlamına da geldiği açıktır. Bu durum bir başka olguyu da kışkırtan etkenler arasında yer aldı.
1960’lı yıllardan itibaren Latin Amerika, Asya ve Afrika’nın geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerinde etkinlik kazanan küçük burjuva devrimci akımlar ve bunların geliştirdiği küçük burjuva ‘devrimciliği’ veya küçük burjuva ‘solculuğu’.
SOSYALİZMİN ZAFERİ VE KÜÇÜK BURJUVA “SOLCULUĞU”
Sosyalizmin anayurdunda ve işçi sınıfı hareketinin gelişkin olduğu belli başlı ülkelerde, zaferin kazanımları ve yol açtığı ideolojik eğilimler üzerine denk gelen modern revizyonizmin çeşitli biçimler altında partilere egemenliği yaşanırken; gene proletarya hareketinin zaferleri, geri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerine yeni bir atılım kazandırdı. Geri ülkelerde sadece işçi sınıfı içerisinde değil, köylülük ve diğer emekçi yığınlar, özellikle de gençlik hareketi içinde anti-emperyalist ve devrimci eğilimler güç kazandı. Çin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferi, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı yankılar, Küba Devrimi ve Latin Amerika’da yükselen anti-emperyalist mücadeleler, ‘68 Hareketi’ diye anılan uluslararası devrimci-demokratik bir dalga özelliği kazandı. İşçi sınıfı hareketine genel olarak revizyonist partilerin egemen olduğu bu koşullarda, “Marksizm’i günün koşullarına yaratıcı bir şekilde uygulama” iddiasıyla küçük burjuva “sol” akımlar boy verdi ve Marksizm’in “sol”dan bozuşturulma sürecini başlattı. Küçük burjuva ideolojisi, böylece, sosyalizmin zaferlerinin ve prestijinin gölgesinde belki de, tarihinde sahip olduğu en geniş yayılma ve “ahkâm kesme” olanağı elde etti.
’60 sonrasında etkili olan ve aynı ideolojik temellere dayanmakla birlikte, belli biçimsel farklılıklar da taşıyan iki ana küçük burjuva akım gelişti ve yaygınlaştı. Çin Devrimi’nin küçük burjuva yorumunu genel geçer bir teori haline getiren Maoculuk ve Küba Devrimi’nden esinlenen Marigella ve Regis Debray gibi küçük burjuva teorisyenler tarafından değişik biçimlerde formüle edilip geliştirilen, Latin Amerika kökenli küçük burjuva devrimci akım. ’60’lı yılların sonlarına doğru Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde, özellikle gençlik hareketi içinde öne çıkan, içten devrimci ve anti-emperyalist gençlik önderleri, “Marksizm’in devrimci bir biçimi” olduğuna inanarak bu akımlardan etkilenen örgütler kurdular.
Küçük burjuva akımların teorilerine damgasını vuran “toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları” değil, başarıya ulaşmış devrimlerin sonuçlarının şematik tarzda formüle edilmesi ve zafer garantili, aşamaları önceden belirlenmiş devrim stratejilerinin mekanik bir şekilde sınıflar mücadelesi yerine geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek oları öznel idealist bir bakış açısıdır. Bunun doğal sonucu olarak, küçük burjuva akımlar özellikle mücadele ve örgüt biçimlerini mekanik olarak ele alıyor ve proletaryanın sınıfsal öncülüğünü gerekli olmaktan çıkarıyordu. Yukarıda belirtildiği gibi, işçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde revizyonizmin egemenliği altında oluşu; onların bu teorilerine özellikle anti-emperyalist, anti-faşist gençlik kitleleri içinde yayılma olanağı sağladı. Hemen tümünün mücadele ve örgüt biçimleri konusundaki formülasyonlar dışında, revizyonizmin temel tezlerine yönelik fazlaca bir itirazları yoktu. Onlar bu tezlerden kendi mücadele ve örgüt biçimlerini gerekçelendirebilecek sonuçlar çıkarıyorlardı, o kadar. Farklılıklarını sadece mücadele ve örgüt biçimlerine dayandırmaları, onların “radikal” ve “ihtilalci” olmaya, sınıf mücadelesinin mevcut durumundan ve ihtiyaçlarından kopuk “sol” eylemcilikle kendilerini ayırt etmeye özel önem vermelerine yol açtı. “Silahlı mücadele” her zaman ve her yerde temel mücadele biçimiydi.
70’li yıllara doğru birçok ülkede, pek çok samimi devrimcinin içinde yer aldığı bu örgütler, “silahlı mücadele”yi başlattılar. Ve önderlerinin ve birçok militanın hayatına mal olan ağır yenilgiler aldılar.
İlk ciddi yenilginin ardından küçük burjuva akımlarda ayrışmalar belirgin hale gelmeye başladı. Aynı çizgiyi sürdürme iddiasında olanlar, giderek marjinal bireysel terör grupları olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birçok ülkede küçük burjuva akımlar içinde Marksizm-Leninizm’e yönelen bir eğilim gelişti ve uluslararası komünist hareketin genel çizgisiyle birleşti. Geri kalanlar ise; çeşitli bölünmelerle birlikte, modern revizyonist partilerle, Marksist -Leninist çizgi arasında çeşitli meşalelerle sıralanan ara akımlar oluşturdular ve parti olarak örgütlenmeden, çevreler olarak faaliyet sürdürdüler.
’80’li yıllara gelindiğinde genel tablo buydu. Elbette ki, küçük burjuva akımlar; gerek Marksizm’i, gerekse, örgüt ve mücadele biçimlerini ele alışlarındaki çarpıklıklarla, özellikle de, örgüt mefhumunda derin tahribatlara yol açtılar. Bunlar yayınlarımızda çeşitli yönlerden eleştirildiği için, biz sadece konumuzla ilgisi açısından özetleyerek geçiyoruz. Burada önemle vurgulanması gereken, küçük burjuva akımların hiçbir dönemde ideolojik açıdan modern revizyonizmden tam bir kopuşu gerçekleştiremedikleri veya gerçekleştirmedikleridir. Onlar da başlangıçta başarıya ulaşmış devrimlerin “olağanüstü başarılarının etkisi” altındaydılar. Devrimci mücadelelerin “olağanüstü başarılan” onları da “sarhoş” etmişti. Sınıf mücadelesinde her zaman uğrana-, bilecek ilk ciddi yenilgi ve başarısızlıkların ağırlığı üzerine eklenen “revizyonizmin çöküşü” küçük burjuva idealizmini ve ondan ilham alan “devrimciliği”ni tersyüz etti. “Sarhoşluğun ‘masumiyeti’, çöküntünün yol açtığı inanç ve karakter yoksunluğuyla birlikte “arsızlığa” ve “pişkinliğe” dönüştü. Kendi kofluklarını Marksizm’e mal ederek, yenilginin gerçek sorumluluğunu da, kendi sorumluluklarını da atlayarak, Marksizm’e karşı her türlü saldırıyla birleştiler. Bilindiği gibi Marksizm, tarihi boyunca birçok saldırıyla karşı karşıya geldi, ama denilebilir ki; bu sonuncusu, “en soysuz” olanıydı.
Böylece, ‘iktidar’daki güç ve dayanaklarını kaybeden revizyonist parti temsilcilerinin önemli bir kısmıyla, ‘devrimciliklerine veda etmiş küçük burjuva grup şeflerinin önemli bir bölümü kendilerini ‘barındırabilecek’, ‘birbirlerine tahammül etmelerini’ sağlayacak bir ‘çatı’ya şiddetle ihtiyaç duyduklarının farkına vardılar.
Elbette bu kolay olmadı. Bu noktada, sabırla bu “mutlu sonu” hazırlamayı beklemiş olan; ideolojik açıdan her iki kesimi de ‘kapsayıp üzerine çıkabilen’, ama herhangi bir örgüte ‘bulaşmamış’, hayatini ‘özgür düşünceye’ vakfetmiş ‘bu işin adam’larına, yani, biraz ‘teknik’ bir dille söylersek ‘meyancılara’ ihtiyaç vardı.
Ülkemizde 12 Eylül yenilgi ve gericilik yılları ardından yaşanan, on yılları alan ‘sol’ hareketin birikimi üzerinde tepinen ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası, bunun yol açtığı ‘karşı-dayanışma’, sağladığı ‘karşı özgürlük’ ve yol açtığı tahribat; ancak çok genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu tarihsel zemin üzerinde gerçek anlamını bulur. Elbette ki, ülkemiz işçi hareketi bu süreci, kendi pratik eylemiyle kapatmış bulunuyor. Ama bu ideolojik ortamın ve örgütsel tasfiye dalgasının yol açtığı tahribatlara karşı mücadele ve ideolojik bir “karşı-saldırı”, işçi hareketinin ideolojik ve örgütsel gelişiminde, -her zaman olduğu gibi-, bugün de önemli bir yere sahiptir. Yazımızın buraya kadar olan bölümlerinde, bugün artık kapanmakta olan bir sürecin dönemeçlerini hatırlatabilmek amacıyla, alışılmışın ötesinde alıntılara yer verdik. Bunlar, hem bir dönemin canlı tanıklıklarıydı ve hem de, bir dönemin olaylarını gerçek Marksistlerin, hangi bilinç ve sorumlulukla ele almış olduklarının da belgeleriydi. Elbette Marksizm’in ve işçi sınıfı hareketinin düşmanları, tarihsel kanıt ve belgelerin sık sık hatırlatılmasından hoşlanmayacaklardır. Ama işçi sınıfının bugün bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş ve örgütlenmekte olan temsilcileri, bu tarihten güç alarak, Marksizm’in ve işçi sınıfının bilinçli düşmanlarına karşı saldırma ve onların hak ettikleri sıfatlarla anılmasını sağlama hakkına sahiptir. Bu, aynı zamanda sınıfın uyanan ve mücadeleye atılmakta olan kesimlerine karşı da yerine getirilmesi gereken bir görevidir.
TARİHSEL BİR ‘KARŞI BİRLİK’ VE ‘MEYANCILARI’
Ülkemizde, Gorbaçov’la başlayıp emperyalistlerce desteklenen ‘Yeni Dünya Düzeni’ kampanyası ve bunun bir devamı’ olarak revizyonizmin çöküşüyle birlikte hızlanan bir “birlik” süreci yaşandı. Kruşçev revizyonizminin en sadık savunucularından TKP ve hemen hemen aynı çizginin savunucuları olan partiler ve gruplarla birlikte başlatılan ve daha sonra, küçük burjuva ideolojinin en ileri savunucusu durumundaki Dev-
Yol’u da işin içine katarak gerçekleşen tartışmalar “başarı”yla sonuçlandı. Böylece revizyonizm ve küçük burjuva ‘sol’culuğu arasındaki üzücü ‘farklılıklar’ da ortadan kalktı veya daha doğrusu; her ikisi tarafından da hatırlanmak istenmeyen ‘geçmişte’ kaldı.
Elbette ki, bir kısım parti, grup veya kişilerin “birleşmesi”ne, kendi başına kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama, bu birleşme, onlarca yıl izledikleri çizginin sorumluluğunu işçi sınıfına ve Marksizm’e yıkma “ortak paydası” üzerinden gerçekleşiyorsa ve bu birleşme tartışmaları, emperyalist demagoji kampanyasının hedeflerini güçlendiren ve ona omuz veren anti-Marksist bir içerikte gerçekleşiyorsa; o zaman işçi sınıfını ve Marksistleri ilgilendirir. Bu birleşmenin “meyancıları”yla, birleşme fedakârlığı gösteren “grup şefleri” merak edilir.
Kimdir bunlar? “Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar… Olsa olsa ödepeli diyorlar! Ve ben ödepeliyim… Sen de ödepelisin, biliyorum…” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
Birikim ve Murat Belge… 100. sayıdaki muhasebeden öğrendiğimiz kadarıyla; 71 sonrası küçük burjuva akımların ilk ciddi yenilgisi esnasında gözaltına alındığı Sağmalcılar Cezaevi hücresinde M. Belge bir dergi çıkarmayı tasarlar. Ömer Laçiner’i de ortak olarak seçer. Hapse girmeden önce İngiltere’de gördüğü benzer dergilerden ilham almıştır. Ve düşünce dünyasını biraz kendinden izleyelim.
“… Doktoramı 1966–69 arasında yazdım. Konu kısmen mitolojiyle ilgiliydi. Eski toplumlarda insanların bu mitleri nasıl oluşturduğu üstüne düşünürken, doğal olarak, bilinçlilik biçimleriyle, zihni üretimle yakından ilgilendim ve böylece Marksizm’in klasik ‘altyapı-üstyapı’ kavramlarını da düşündüm ve o klasik kavramlara pek uymayan bir yaklaşım geliştirdim. Doktorada, özellikle de önsözünde, ortodoksi-dışı, yeni anlayışımı münasip bir dille anlattığımı sanıyordum. Aradan yıllar geçti, yeniden okuyacak oldum. Bir de ne göreyim? Dünyanın en Ortodoks lakırdılarını yazmışım. O Morgan’dan alınma aşamalı evrim şemalarını filan sözde aştığımı sanmıştım. Ne gezer!
Birikim’de de biraz böyle. 1975’te yayımlamaya başladığımızda, adamakıllı farklı bir bakış oluşturduğumuzu düşünüyordum. Ama dediğin gibi ‘revizyonizm’di, ‘diyalektik’ti gırla gidiyor o ‘çıkarken’ metninde.
Yalnız, ‘düşünce tuhaf şey’ dedim ya. Şimdi burada ikinci şaşırtıcı nokta geliyor. Biz ‘yeni’ bir şey yaptığımızı düşünüyoruz, şimdiki aklımızla dönüp bir daha bakıyoruz: Allah Allah! Hiç ‘yeni’ değil. Öte yandan, herkes de ‘yeni’ bir şey yaptığımızı anlıyor. Yani, şimdi bize ‘eski’ ve ‘klasik’ görünen bütün o kavramlar sistemi, sonuçta anlaşılması gerektiği gibi, yani ‘yeni’ ve ‘farklı’ olarak anlaşılmış. Sanki işlemi yanlış yaptığın halde doğru sonucu bulmuş gibi tuhaf bir durum.” (M. Belge, Birikim 100. sayı)
Lastikli, tuhaf, her yana çekilebilir ve kesinlikten özellikle kaçınan mantık oyunlarını bir yana bırakıp düpedüz, olduğu gibi söylersek; M. Belge mitlerin nasıl oluştuğunu konu edinen bir doktora tezi hazırlamaktadır. Esas olarak Marksizm’in temel tezlerinden birini Marksist literatürü kullanarak eleştirmiş, ama münasip dille de kendi düşüncesini işlemiş. Aynı şey Birikim için de geçerliymiş. Yeni bir şey yazıyormuş gibi yapmadığı halde; insanlar anlatmak istediği kavramları benimsemişler. Yani, Marksist’miş gibi yaparak, sonunda Marksizm ‘mit’ini en azından, Marksizm’i bir efsane gibi anlayanların gözünde yıkmayı başarmış. Bunun adı literatürde demagojidir, laf cambazlığıdır. Bu konuda ‘kurbanını’ veya çömezlerini iyi seçmiş ve işini sabırla sürdürmüş, işinin ehli bir uzman olduğunu kabul etmek gerek. İşte bir örnek: “Okuyucular efsanemize eskisi gibi inanmıyor. Eski tarz efsane anlatımına inanmıyor. Bizler de efsanemizi eskisi gibi inandırıcı olarak savunamıyoruz, anlatamıyoruz.” Oysa okuyucular veya taraftarlar sen inandırıcı efsane anlatıyorsun diye değil; anti-emperyalist, anti-faşist bir mücadele çizgisi izlediğine inanıyorlardı ve sen esas olarak bu konuda inandırıcılığını yitirdin.
“Savunulan şey dogma olunca, üstelik bunlar bir de ‘yanlış dogma’ olunca bunları tartışarak kaldırma imkânı bulunmuyordu… Yine bunun için her şeye yeniden başlamak ve Marksizm’deki her konuyu ‘yeniden’ ele almak gerekirdi. Ama sen söyle dün bunun adı hemen ‘revizyonizm’ ya da ‘inkârcılık’ olarak konmaz mıydı?
Ama şimdi olumsuz bir gelişmeden olumlu bir imkân çıkarabilme durumundasın. Sovyet sisteminin yarattığı olumsuzluk aynı zamanda bir engelin çöküşüdür. Olumlu gelişme, artık dogmaların iflas ettiği bir dönemde artık herkesin özgür ve özgün düşüncelere kendiliğinden ihtiyaç duymasıdır.” (Melih Pekdemir, Kuralsızlığın Hikâyeleri)
Ve sen inandırıcı bir anti-emperyalist ve anti-faşist çizgi ortaya koymak yerine bütün inançlarını yitirerek, inançsızlığını gerekçelendirmeye koyuldun.
Elbette, “bilinçlilik biçimleriyle ve zihinsel üretimle” uzmanlık alanı nedeniyle yakından ilgilenmiş olan M. Belge; M. Pekdemir gibilerin Marksizm’i bir efsane gibi anladıklarını biliyordu ve dolayısıyla da literatüründe bunu gözetti. Althusser ve Lucas’tan esinlenen eleştiriler, dönemin koşullarına denk geliyordu. Şimdi, kendi muhasebesi üzerinden geriye dönüp düşünüldüğünde; hem revizyonist akımların açmazlarını ve zayıflıklarını biliyordu, hem de küçük burjuva akımların ve özellikle Dev-Yol’un. Aralarındaki ‘dostluk’a güvenerek sürekli olarak bu zayıflıklar üzerine yüklendi. Özellikle bunu, ileri kesimlere seslenerek yaptı. Bir uzman olarak ciddi başarısızlıklarda bunların işe yarayacağını da, az çok kestiriyordu.
Aldı sözü M. Pekdemir; “80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle ‘şak şak şak’ ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle ‘tak tak tak’ ifade edilebiliyordu… Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu… SSCB’nin çöküşünden sonra at izi it izine karıştı… Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı.” (Melih Pekdemir, Birikim 100. sayı)
’80’den sonra artık ve ’97 yılında hâlâ neyin ne olduğunu açıklayamamış ve açıklamaktan da vazgeçmiş. Yani ‘gerçek hayat koşulları’ndan kopuk ‘efsane’den, gerçek hayatı düşünmeden yaşamaya dönüşmüş bir “bilinçlilik biçimi”. Çünkü bütün bir Birikim tarihi boyunca, M. Belge; kendisinin sorumlu tutulacağı bir düşünce çizisi geliştirmekten özel olarak kaçındı. Sadece bir “bilinçlilik biçimi” geliştirdi. Bunu bilinçli bir şekilde yaptı. Böylece, hitap ettiği kesimleri düşünce ve kavramlar dünyasının, kimsenin söylediğinden sorumlu olmadığı ‘özgür ve özgün’ düşünceli bir çömezler topluluğuna dönüştürmenin yolunu açtı. Yenilgi ve gericiliğin terörüyle şaşkına dönen, inançları ve kendilerine güvenleri çöküntüye uğramış parti veya grup şefleri için can simidi bir düşünce. Onlar böylece izledikleri çizginin; gerçekten lafzını çok kullandıkları Marksizm’e uygun veya savunuculuklarını yaptığı davaya uygun olup olmadığının sorumluluğundan kurtulma çaresini bulmuş oldular. Çünkü onların ‘devrimciliklerini veya ‘sosyalistliklerin: sınıfa duyulan bir sorumluluk belirlemiyordu. Onların gözlerini kamaştıran; devrimin ve sosyalizmin kazandığı başarılardı. Zafer kemirilip çöküntü bütün gerçek yüzüyle ortaya çıktığında, onların bütün efsaneleri yıkıldı. Bütün suçu Marksizm’e ve hatta Ekim Devrimi’nin yanlışlıkla yapılmış olmasına bağlayacak kadar zırvaya vardırdılar. Elbette M. Belge bu sonuçtan beklemediği kadar memnundu. 12 Eylül yenilgisi üzerine revizyonizmin çöküşü de bindirdiğinde, çömezleri, kendi ummadığı kadar çoğalmıştı. O, böylece, geliştirdiği “bilinçlilik biçimleri”yle 12 Eylül terörünün ve revizyonizmin çöküntüsüyle sürdürülen burjuva propagandanın düşünsel planda ‘tamamlayıcısı’ oldu.
Bugün vardığı noktada, kendi muhasebesini ve ortaya çıkan ‘ürünler’i birlikte düşündüğümüzde; onun sistematik olarak, 22 yıldan beri onların sübjektif idealizmine temel teşkil eden küçük burjuva sınıf kökenlerine hitap ettiği ve her dönemeçte işi daha ileri götürdüğü sonucunu çıkarmak zor değildir.
“Mecbur muyum? Ben böyle düşünüyorum… Marx da benim gibi düşünüyordu demem neden gereksin? Allah Allah, düşünmeyiversin. Marksizm’in benim kendi formasyonumdaki yerini hiçbir zaman inkâr edemem. Etmeye herhangi bir gerek de yok. (Neden olsun ki? -M.E.) Sanıyorum tek tek düşünürler olarak, çeşitli alanlara, çeşitli akımlara bakalım. Herhalde benim entelektüel formasyonumda hiç kimsenin payı Marx kadar fazla değildir. Ben ne anlıyorum sosyalizmden, genel dünya görüşüm nedir? Aslında Marx için hayati olması gereken bir sürü şey var ki, bunlar bana bir şey söylemiyor. (Orası muhakkak -M.E.) Diyalektik materyalizmi umursadığımı, emek-değer teorisini çok fazla doğru bulduğumu söyleyemem. Bunun gibi bir sürü şey daha sayabilirim.” (M. Belge, 100. sayı) Zaten daha fazlasını savmaya gerek de yok. Süngüsü düşük revizyonist veya küçük burjuva devrimcileri karşısında Marksizm’e daha açık saldırmanın bir sakıncası yoktur. Bu ne demektir? Senin ne işin var nesneler dünyasıyla, sınıf mücadeleleri belasıyla. Sen tek başına bir “düşünür” olarak bütün düşünürleri oku, özel olarak birileriyle ‘düşünce ve eylem birliği kurmaya da çalışma. Zaten bunu hem beceremedin, hem de TCK’da da yasak. Kendi entelektüel dünyanı kur ve sosyalistliğini orda yap. Böyle bir “düzlemde” birleşmek için; “geçmişten kalan bütün yapıları ve örgütleri” (M. Belge, Sosyalist Sol Konuşuyor, Rafet Ballı) dağıt! M. Belge örgütler dağılma noktasına geldiğinde görevini bilen bir sıkıyönetim komutanı edasıyla konuşur. Onun ‘özgürlük’ anlayışı; insanların örgütlenme özgürlüğünü kapsamaz. Sosyalizm anlayışı ve çömezlerine açtığı yeni platform ise; 100. sayı ‘muhabbeti’ vesilesiyle Ömer Laçiner’in ağzından şöyle özetlenir: “Bu anlamda ‘hedef dediğimiz şey şu anda yaladığımız şeyin kendisi olmalı, orada yansımalıydı. ’90’lı yıllardaki Birikim’de bunu daha net ifade edebildik. Eğer sosyalizm bir yaşam tarzı ise; bunun için toplumsal iktidarı ele geçirmek ya da dünyadaki bütün toplumlarda iktidarı almak gibi bir ön şart olamaz, gerekmez. (Yani, dünyayı ve Türkiye’yi tahlil etmeniz de gerekmiyor. – M. E.) Eğer biz sosyalizmi benimsiyorsak, demek ki, en azından kendi hayat sahamız içinde, kendi ilişkilerimiz içinde, kendi kurduğumuz yerlerde bu düşünceyi kendi yaşamımıza geçirebiliriz.” Diyalektik materyalizmi, emek-değer yasasını ve dolayısıyla da sınıflar mücadelesini, iktidar, devrim gibi meşakkatli işleri bir kenara koyduktan sonra; bu her biri 20 küsur yıllık sosyalizm sözüne aşina olmuş insanları boş bırakmak olmaz. ‘Kendi hayat sahaları içinde’, ‘kendilerinin kurdukları yerlerde’ ve ‘kendi yaşamlarına’ uyarlanmış bir “sosyalizm”Ie meşgul olmaları da, bu ihtiyaca cevap verir. Bunun devletimize de milletimize de bir zararı olmaz. “Uluslararası Topluluk”un “global” amaçlarına da ters düşmez.
Ve M. Pekdemir’lerin ödepesi bu platform üzerinde kuruldu. Artık Birikim’cilik yok ödepelilik var. Gerçi, M. Belge artık yorulmuştur ve ‘manen ve ruhen’ kopmuştur. Ona ihtiyaç da yoktur, hazır bir araya gelmiş epeyce çömez, biraz amatörce de olsa işleri yürütebilirler. Hem artık bu kesimlerde yeniden Marksizm’in nüksetme ihtimali de kalmadı.
Bütün bu çabalar, emperyalizmin uluslararası planda, yer yer bir karnaval havası alan ve artık ‘sosyalizmin iflas ettiği’ propagandasını sürdürdüğü ve kapitalizmin ebediliğini ilan ettiği koşullarda meyvelerini verdi. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda; emperyalizmin propaganda hedefleriyle M. Belge’nin ‘eleştirelliği’nin aynı amaca hizmet ettiğini görmek çok zor değildir. “Kapitalizm bu esnekliği gösterirken, Marksist dünya Marks’ın eleştirel ve bilimsel düşüncesinden kaskatı bir ürperti yarattı.” (M. Belge, Türkiye Dünyanın Neresinde?) Zaten, diyalektik materyalizmden, emek-değer teorisinden arındırılırsa; Marksizm de burjuvazi için ‘kaskatı bir ürperti’ olmaktan çıkar ve kapitalizmin ‘esneklik’ alanına girer. Ve bu uğurda, bir zamanlar dünya çapında kabaran dalgayla silah elde yola çıkan küçük burjuva devrimcileriyle, TKP vb örgütleri; ait oldukları dünyaya, küçük burjuvazinin kendi bireysel dünyasına döndürmek için azımsanmayacak katkıda bulundu. E. Kürkçü gibi çömezleriyle birlikte, onların kendi dünyalarını muhafaza ederek bir çatı altında birleşmelerinin ‘meyancı’lığını yaptı. Onların tek birlik noktası; devrime, sosyalizme ve Marksizm’e karşı olmaktır. Yani onların oluşturduğu birlik; bir “karşı birlik”tir. “Yenildiğiniz yere bir daha gitmeyiniz!”in ‘birlik’idir.
M. Belge’nin de, bir zamanlar ona ilham kaynağı veya ‘Marksizm’i eleştirme aracı’ olmuş ‘düşünür’lerin Marksizm’e yönelttiği eleştirilerin, hiçbirisi de yeni değildir. Komünist Manifesto’nun ilan edilişinden bu yana, özellikle işçi hareketinin ağır yenilgiler aldığı her dönemde, benzer eleştiriler yapıldı. Bunlar, aynı şekilde işçi sınıfı dışından gelerek Marksizm’i benimsemiş olanların ideolojiye ve sınıfa en az bağlı olanlarını etkiledi. Ve bugüne kadar bunların hiçbirinden ve hepsinin toplamından Marksizm karşısına çıkarılabilecek kapsamda bütünlüklü bir teori ortaya çıkmadı. Bu ‘eleştirmenlerin’ tümü de proletarya hareketinin bir yenilgi almasına kadar tarihin çöp tenekesine atılmaya mahkûm olacak. Ama burjuva dünyası, devrime ve sosyalizme karşı demagoji uzmanları, araç ve yöntemleri geliştirmede 50 yıllık bir birikime sahip oldu. Birçok “muhalifini” yayalarında “konu mankenlerine” döndürmeyi başardı. Eğer bir ‘özgünlük’ten söz edilecekse; M. Belge’nin demagoji yeteneğinden ve ‘kurbanları’nı ağzı açık bırakan, nesneler dünyasından ve sınıflar mücadelesinden ‘kopuk’, ama egemen sınıfın en güçlü propaganda merkezlerinden hiç de kopuk olmayan “ucuz mantık oyunları”ndan; kimlere, neyi ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmiş veya hesaplamış olmasından söz edilebilir. 22 yıl boyunca herhangi bir sınıfa, herhangi bir örgüte, herhangi bir felsefi düşünceye karşı “taahhüt edilmiş bir sorumluluğu” olmadan Marksizm’e karşı mücadeleyi görev edinmesinden; ister, “Allah rızası için olsun”, isterse; “akademik kariyerini” ispat etme gibi “bilimsel bir tutku” uğruna olsun, ‘görevine’ sadık kalmasından söz edilebilir.
Sürdürdüğü çabanın ’90’lı yıllarda somut ürünler vermesine gelince; bunun nedeni, en başta küçük burjuvazinin devrim ve sosyalizmle, bir dönemin koşulları içinde oluşmuş ittifakının -eğer, buna ittifak demek uygunsa- çözülmüş olmasıdır. Ve M. Belge bu ‘çözülme’ için mücadele etti ve devamında da; ‘çözülme’nin ideolojisini ve teorisini yaptı. Bunun meyvesi; “ne güzel, Marksizm karşısında özgürüz”, “ne güzel, farklılıklarımızla bir arada durabiliyoruz”, “ne güzel, hiçbir sınıfa karşı sorumlu değiliz”, “ne güzel, söylediklerimizden ve yazdıklarımızdan sorumlu değiliz”,
“Ne güzel, her türlü şiddete karşıyız”, “ne güzel, muhalefet yapıyoruz” vb. sözlerden oluşan bir jargon, lastik gibi her yana çekilebilir ve kesinlikten kaçınan, “Şimdi belki bir süre…” diye başlayan, ama somut ve elle tutulur herhangi bir şey söylemeden bir süre sonra, gene benzer sözlerle başlayan bir “bilinçlilik” biçimine ulaşmış küçük burjuvalar topluluğudur. Her biriyle ayrı ayrı konuşulduğunda; aynı insanla konuşuyormuş gibi bir duygu uyandırmalar» ise; ‘özgünlük’lerinin bir kanıtıdır.
Yani, onun etkileme ve “zihinsel üretim” biçim ve yöntemleri, ancak; “boyundan büyük işlere kalkışıp” karşı-devrimin ilk ciddi şamarını yedikten sonra “kendine gelen”, “siyasetten gelme” küçük burjuva “aydınlara” göre ‘programlanmıştır’. Ama kesinlikle işçi sınıfına değil. (“Siyasetten gelme” sözünü özellikle kullanıyoruz. Çünkü bu ülkede Marksist olsun olmasın, düşüncelerine katılalım ya da katılmayalım, kendi düşüncesine ve halka karşı sorumlu, bağımsızlıktan, demokrasiden ve sosyalizmden yana gerçekten hayatını bir aydın olarak kazanan, ama hayatını kazanmak veya ihtirasları uğruna sorumluluklarını feda etmeyen aydınlar da var. Konumuz olan aydınları bu nedenle “siyasetten gelme” kategorisinde ele alıyoruz. Bunlara karşı üslubumuzu belirleyen de budur. Yoksa bizden farklı düşünmeleri değil.)
VE İŞÇİ SINIFI
Sosyalizm tehdidinin de etkisiyle, kapitalist sistemin, nispeten ‘barışçı bir gelişme’ seyri izlediği son 40 yıl geride kaldı. Bu sürecin beslediği bütün demagojiler de, sahte ‘kahraman’lar da dayanaklarını yitirdiler, ‘Gerçek hayat koşulları’ bütün açıklığıyla, proletarya ve burjuvaziyi karşı karşıya getiren bir sürece doğru yol alıyor. Son 40 yılda pek rastlanmayan ama kapitalizmin ortaya çıkışından beri ve kapitalizmin ortaya çıktığı bütün ülkelerde işçi sınıfını burjuvaziye karşı bir sınıf olarak birleştiren en önemli mücadele biçimleri olarak grevler ve gösteriler yeniden ve kapitalizmin bütün merkezlerinde boy verdi. ‘Birileri doğru bulmuyor diye; tarihsel ve toplumsal gelişmenin bilimsel yasaları hükmünü icra etmekten geri kalmadı. ‘Birileri’ doğru bulmadığı için; emek-değer yasası ve ancak bununla açıklanabilecek olan proletarya ve burjuvaziyi; çıkarları birbirine zıt sınıflar olarak karşı karşıya getiren koşullar ortadan kalkmadı. Şimdiye kadar olduğu gibi; bundan sonra da işçi sınıfı yenilgiye veya ihanete uğradığı için; iktidar mücadelesinden vazgeçmeyecek. Bir kısım partiler yozlaştı diye işçi sınıfı parti olarak örgütlenmekten vazgeçmeyecek.
Çünkü; işçi sınıfı için, sınıf bilinçli işçiler için Marksizm; bir fantezi ve “demagoji” aracı değil; varlığını sürdürme ve ‘geleceğini kendi eline alma’ mücadelesinin bilincidir, Parti de, ancak küçük burjuva bir kafaya sığabilecek çaptaki “efsane” ve “mirlerin “hayranlarından oluşan bir topluluk olmadığı gibi; emperyalizmin saldırı ve demagojileriyle şaşkına dönerek süngüsü düşmüş, sosyalizmi ‘kendi hayat sahası içinde’ arayan “muhalifler” topluluğu da değildir. Parti; bütün bir insanlığı iki kez yıkıma ve birbirini boğazlamaya sürüklemiş olan ve bir üçüncüsüne doğru yol almakta olan’ emperyalizme ve burjuvaziye karşı; işçi sınıfı başta olmak üzere bütün emekçi sınıfların güçlerini ve mücadelesini birleştirebilmenin, iktidar hedefine yöneltmenin, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırma mücadelesinin temel aracıdır.
Böyle olduğu içindir ki; her sınıf bilinçli işçi, Marksizm’i; ‘işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunun bilinci’ ve bir ‘eylem kılavuzu’ olarak ele alan sınıfının bilinçli neferleriyle, onu; “kendi zihinsel ve mesleki formasyonlarının” bir aracı haline getiren, Marksizm’in sinsi düşmanlarını ve demagogları ve onların çömezlerinden oluşan ‘inançsızlar güruhunu’ daha kesin ve daha hızlı bir şekilde ayırt etmesini bilecektir.
150 yıldan beri, işçi sınıfı hareketinde yaşanan her yenilgi ve gerilemenin ardından, hem burjuvazi ve hem de; ‘yükselme’ döneminde mücadeleye katılan işçi sınıfının geçici ‘yol’ arkadaşları; Marksizm’e karşı aynı amaca hizmet eden ama farklı araç ve yöntemler kullanan saldırılar yönelttiler. Zaferler ne kadar büyükse: saldırıların araç ve yöntemleri de o kadar sinsi ve o kadar ‘soysuz’ bir özellik kazandı. Ama bütün bu saldırılar ne “Paris Komünü”nü, ne “Ekim Devrimi”ni ve ne de “II. Dünya Savaşı’nda elde edilen zaferleri” engelleyemedi. İşçi sınıfı, yeni bir saldırı için güçlerini birleştirmeye yöneldiğinde; Marksizm’i de daha ileri bir bilinçle kavrayarak, daha sağlam ve militan partiler inşa etme ihtiyacını duydu ve her seferinde daha büyük zaferler elde etmeyi, zaferlerini daha uzun süre koruyup geliştirmeyi başardı. Yaşanan tarih buna tanık olduğu gibi; mücadelenin ortaya çıkan belli başlı belirtileri, bugün ve gelecekte de, böyle olacağını şimdiden göstermektedir. Çünkü Marksizm’in kökleri, her türden demagojinin panzehiri olan “gerçek hayat koşullarında”, ‘salim kafayla’ düşünebilen her işçi ve emekçinin günlük yaşamındadır. “‘Gerçek hayat koşulları” ise; işçi sınıfına ve bütün ezilen yığınlara ‘yenilgi korkusu’yla, yeni zaferler için mücadeleden vazgeçme hakkını tanımamaktadır.
Aralık 1997