Globalizm, özelleştirme, esnek çalışma ve savaş

Son birkaç ay, Türkiye açısından son derece önemli gelişmelere sahne oldu. Bir yandan Türkiye’nin dış politikasında, egemen sınıflar ve hükümetlerinin 3040 yıllık çabaları başarısızlıkla sonuçlanırken, öte yandan özelleştirmeden esnek çalışmaya kadar değişik ve önemli alanlarda işçilerin, sınıf mücadelesinde dönemeç teşkil edecek adımları oldu.
Türkiye’nin doğu ve batıya yönelik politikalarının iflas etmesi; Türkiye-İsrail askeri işbirliği anlaşmalarının ortak askeri tatbikat yapacak bir boyuta ulaşması; emekçilerin gündemine Türkiye’nin bağımsızlığı sorununu soktu. Bütün bunlara ek olarak Körfez’de yapılan emperyalist yığınak ve 2. Körfez Savaşının gündeme gelmesi; anti-emperyalist mücadele görevlerinin, Türkiye’nin bağımsızlığı sorununun yakıcılığını çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Her biri ayrı ayrı gibi görünen, özelleştirme, esnek çalışma, savaş gibi gelişmelerin aslında aynı merkezden yönetilen ve tek bir amaca yönelik saldırının ayakları olduğu geçen süre içinde iyice ortaya çıktı. Bu saldırıların ortak hedefinin uluslararası tekellerin dünyayı tek bir global pazar olarak ellerine geçirmek olduğunu söylemek gerçeğin yalın bir ifadesi olur.
Globalleşme (küreselleşme) ve yeni dünya düzeni kavramları adı altında ’80’li yılların sonunda bağlatılan uluslararası kampanya; sonuçlarını vermeye başladı, bu kavramlar arkasına saklanan amaçların ne uttuğu da hızla ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye açısından da sun bir yıl itinde önemli gelişmeler oldu. İşçi sınıfı ve emekçiler; globalleşme ve yeni dünya düzeni adı al tında sunulan vaatlerin aslında emekçi sınıflara, onların kazanılmış haklarına, daha da önemlisi ülkenin bağımsızlığına yönelik bir saldırı olduğunu fark ettiler. Yatağan işçilerinin özelleştirmeyi ülkenin bağımsızlığına, ulusal sanayisine bir saldırı; İstanbul’da Cam İş Makina Kalıp işçilerinin esnek çalışmaya karşı başvurdukları grevin aslında “bütün işçi sınıfı adına yürütülen bir grev” olduğunu ilan etmeleri bir rastlantı değildir. Ya da geniş emekçi yığınların Körfez’de gündeme gelen ve ikinci bir Körfez Savaşı olabilecek.
(Bu yazıyı okuduğunuzda bir sıcak savaş durumu ortadan kalkmış olabilir, ama bugünkü dünya koşullan içinde bir Körfez Savaşının yeniden gündeme gelmesi de kaçınılmazdır) Amerikan-İngiliz saldırısı karşısında, 1. Körfez Savaşı’ndan farklı olarak emperyalistlerin Irak’a yeni bir saldırısı olarak algılanması Türkiye’nin işçileri ve emekçileri açısından önemli gelişmelerdir.

GLOBALİZMİN PROPAGANDADA ADI YENİ DÜNYA DÜZENİ OLDU
1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında karşılaşılan her sorun biri ötekinden türetilmiş iki kavramla açıklandı. Birinci kavram “globalizm”di. Bundan türetilen ikinci kavram ise “yeni dünya düzeni”ydi. Globalizm; sınırları olan ulusal devletlerin var olmaya devam ettiği ama her tür ticaretin bu sınırları aşarak serbestçe yapıldığı bir dünyayı ifade ediyordu. “Globalizm”den türetilen “yeni dünya düzeni” ise; birinci kavramın ifade ettiği tekellerin fink attığı dünyanın üstünü örtme amaçlı, daha çok işçi ve emekçi yığınlarının gözünü boyamak için türetilmiş “propagandif” nitelikli bir kavramdı. Kuşkusuz bu kavramların içeriği başka kavramlarla da dolduruldu. Her biri şekere batırılmış zehir olan “serbest piyasa ekonomisi”, “esnek çalışma”, “yeni endüstriyel ilişkiler”, “ekonominin yeniden yapılandırılması”, “verimlilik”, “özelleştirme” dibi kavramlar bu dönem boyunca sıkça gündeme geldi. Dahası bu kavramlar ekonomistler, aydınlar arasında tartışma konusu olmakla kalmadı, bu kavramlarla ifade edilen amaçlara uygun olarak; doğrudan işçi sınıfının, emekçilerin haklarına, çalışma ve sosyal yaşamlarına yönelik etkili silahlar olarak kullanıldı.
Yeni dünya düzeni; dünyadaki milyarlarca emekçiye yönelik bir aldatıcı vaatler demetiydi. Çünkü temelinde tekellerin globalleşmiş dünyasının olduğu yeni dünya düzeni; evrensel barışın gerçekleştiği, adaletin uluslararası ilişkilerde başlıca ilke olduğu, bilimsel ve teknolojik devrimin getirdiği büyük refah patlamasından herkesin (her ülke ve her sınıftan insanın) payını aldığı: kısacası, barış ve refah içinde, demokrasinin en ileri biçimde gerçekleştiği bir dünya olarak tarif ediliyordu. Bu dünyanın kurulması için de; ulusların ve ülkelerin milliyetçi, bağımsızlıkçı önyargılardan arınması gerekiyordu. Bunun temeli ise, serbest piyasa ekonomisi üstünde yükselecek serbest ticaret uluslararası ticaretin hiçbir sınır ve gümrük duvarı tanımadan yaygınlaşması olacaktı. Çünkü ekonomide serbestlik, kaçınılmaz olarak siyasette de serbestliği getirecek, herkes kendi çıkarını kovalarken de en adil paylaşım gerçekleşecekti. Sınır engelleri ortadan kalktığı için de aynı ticaret ve çıkar ilişkisi içindeki ülkelerin, ulusların birbirleriyle savaşmasının anlamı kalmayacaktı.
Böylece, Marksistlerin toplumların ve insanlığın ilerlemesinin temeli olarak gördüğü sınıflar mücadelesi anlamını yitirecek, bu anlamıyla da “tarihin sonu”na gelinecekti!
Bu saf ultra-emperyalist teoriye ilk destek, bilindiği gibi, yolunu kaybetmiş eski Marksist çevrelerden geldi. Çünkü Friedmancı ekonomi çevreleri tarafından ortaya atılan ve Reagancı ve Thatcherci uygulamalarla ete kemiğe kavuşan bu kuramın fikri temellerine kavuşturulması, toplum içinde propaganda edilmesi işini bu eski Marksist çevreler gönüllü olarak üstlendiler.
Ne var ki; devasa burjuva propaganda aygıtının bütün çabalarına ve “teorisyenlerin” yeteneklerine karşın yeni dünya düzeni olarak sunulan vaatler manzumesi, sadece bir iki yıl tedavülde kalabildi. Yeni dünya düzeninin popülaritesinin zirvesinde olduğu bir dönemde patlak veren Körfez Savaşı ve Avrupa’nın ortası da dâhil dünyanın her köşesinde hükmünü icra eden ırk, milliyet, aşiret, din, mezhep çatışmaları ve iç karışıklıklar yeni dünya düzeninin en flaş vaadi “evrensel barış”ın kof bir propaganda olduğunu gösterdi. Öte yandan bir avuç gelişmiş, ülke ile dünyanın geri kalan ülkeleri arasında, birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıf arasında hızla derinleşen gelir uçurumu yeni dünya düzeninin nasıl bir refah paylaştırıcısı olduğunu gösterdi. Böylece yeni dünya düzeni kavramı, bizzat yaratıcıları tarafından kullanımdan çıkarılırken, globalizm öne çıkarıldı.
Globalizmin gerekleri, ABD başta olmak üzere başlıca kapitalist ülkelerin, uluslararası büyük tekellerin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans merkezlerinin uyguladığı politikaların gerekçesi yapıldı. Bugün de globalizmle ifade edilen amaçlara varmak için özelleştirmeden savaşlara kadar her yola başvurulmaya devam ediliyor.
Aslında globalizm kavramıyla ifade edilen amaçlar; çağlara ve toplumsal sistemlere göre büyük farklılıklar gösterse de tarih boyunca dünya egemenliği peşinde koşan imparatorların, devletlerin, dinlerin başlıca amacı olmuştur.

GLOBALİZM, YENİ BİR İCAT MI?
Sınıfların ortaya çıkmasından bu yana tarih sahnesine çıkan her sistem, kendisini ebedi, insanlığın keşfettiği son ve en ideal sistem olarak ilan etti. Tarihteki ilk büyük imparatorluk olan Roma imparatorluğundan başlayarak, belli başlı büyük imparatorluklar, toplumsal bir sistem olma iddiasındaki Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile kendisini bu dinlerin yayıcısı ilan eden imparatorluklar, kendileriyle birlikte artık “tarihin sonuna” gelindiğini iddia ettiler. Kendilerinden öncekileri ve kendisi dışındakileri barbar, kâfir, batıl, terörist, bölücü ilan edip kendilerini insanlığın en son ve en ileri temsilcisi, biat edilmesi gereken makam olarak gösterdiler. Dolayısıyla kendi egemenliklerinde dünyanın ebedi bir barışa, refaha, adalete kavuşacağını ilan ettiler. Roma İmparatorluğu, sonra Katolik Roma Kilisesi merkezli Hıristiyanlık, arkasından İslam İmparatorlukları ve Osmanlı İmparatorluğu hep bir “cihan sistemi”, “cihan imparatorluğu” olma, bugünkü deyimiyle dünyayı kendi egemenlikleri altında “globalleştirme” nesinde koştular.
Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığında; bir yandan feodal parçalanmışlıklara son verdi öte yandan da çok uluslu imparatorlukları parçalayarak ulusal devletleri şekillendirdi. Yani kilisenin ve imparatorlukların globalizm iddialarına son verdi; ulusal çıkarı, burjuva milliyetçiliğini öne çıkardı. Ama aynı zamanda da sermaye uluslararası karakterinden dolayı, hiçbir sınır tanımadan, dünyada serbestçe dolaşma isteğini de daha baştan ortaya koyarak, kapitalizmin bir dünya sistemi olma iddiasına da önemli bir yer verdi. Sömürgecilik, kapitalizmin ilk globalleşme denemesinin aracı olarak uygulandı.
Tekeller de, kapitalizmin uluslararası olma niteliğinin somut ifadeleri olarak biçimlendi. Ulus ve ülke çıkarı tanımayan tekeller, kâr peşinde koşarken ulus, dil, din, mezhep, milliyet farkı gözetmediler. Ama bu uluslararasılık devletleri kullanarak dünyanın bütününe egemen olma amacıyla birleştiği ölçüde de dünyanın yeniden paylaşımını gündeme getirdi. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı/tekellerin dünyaya egemen olma kavgasının, dünyanın şu ya da hu tekel ve tekel gruplarının çıkarları etrafında birleştirilmesinin ürünü olarak çıktı. Kautsky’nin ultra emperyalizm teorisi; tekellerin çıkarları et rafında birleştirilmiş, globalleşmiş, emperyalist dünya teziydi.
Mantıksal bakımdan sermayenin uluslararası bir karakterde olması ve tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, tarihte globalizmi mümkün kılmaya en müsait sistemin kapitalist sistem olabileceği fikrini doğurabilirse de; kapitalist sistemin iç çelişkileri, tekeller arasındaki azgın rekabet her birleşmenin daha büyük kavga ve ayrışmaları da beraberinde getirmesinin temeli oldu. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel ve yerel savaş; emperyalist ülkeler arasındaki kutuplaşmalar, son 10 yıl içinde globalizm yanlılarının bütün iddialarına karşın kapitalist dünyanın uzlaşmaz çelişkileri gerçek ve gönüllü bir globalizmin olmayacağını ortaya koymuştur. Çünkü kapitalizmin ana özelliği çıkarları birbirine zıt sınıflara bölünmüş bir dünya olmasıdır ve böyle bir dünyaya tekeller, tekelci gruplar ve büyük emperyalist ülkeler arasındaki korkunç boyutlardaki rekabeti eklemiştir. Bu yüzden de pratikte Amerikan patronluğunda dünyanın tek bir kapitalist dünya olarak bütünleştirilmesi çabaları yeni bölünmeleri ve kargaşaları, yeni rekabet odaklarını, dolayısıyla yeni yıkım bölgelerini ve çatışma odaklarını doğurmaktadır.

GLOBALİZM İNSANLIĞA NE GETİRDİ?
Globalizmin teorisyenleri ve propagandacıları; globalizmi, barışın, demokrasinin, refahın, uluslararası adaletin globalleşmesi, bütün dünyada geçerli olması olarak tanımladılar. Ama gerçekte globalleşme; savaşların, iç kargaşaların dünyanın her köşesine yayılması oldu. Demokrasi ise; bırakalım dünya ölçeğinde yayılıp gelişmeyi, en gelişmiş batı ülkelerinde bile örneğin 20 yıl öncesine göre; daha da geriledi. Bir yandan terörizm tehdidi iddiasıyla kişi hakları kısıtlanırken, polis baskısı giderek daha hissedilir oldu. Ceza yasaları sertleştirildi; emekçi hakları, “ekonominin yeniden yapılanması” adı altında ortadan kaldırıldı. Dahası; geçmişte birbirinden hiç olmazsa politik farklılıklar gösteren burjuva partileri aynılaşarak seçimler tam bir oyuna, aldatmacaya dönüştü. Fuhuş, uyuşturucu kullanımı, mafya organizasyonları sosyal yaşamı tahrip eder boyutlara vardı. Refah sorunu ise; tamamen tersine döndü. Hem gelişmiş kapitalist ülkelerle dünyanın öteki ülkeleri arasındaki refah uçurumu hem de birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurum tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı. Serbest rekabetçiliğin, globalizmin savunucuları bile “bu uçurum hepimizi yutar” çığlıkları atmaya başladı. ABD’nin tutucu fikir adamlarından Edvar Luttwak, gelişmeler karşısında tepkisini şöyle ifade ediyordu: “Marksistlerin yüzyıl önce iddia ettikleri ve o dönem için doğru olmayan şey şimdi gerçek oluyor, işçi sınıfı gün geçtikçe yoksullaşırken, kapitalistler daha da zenginleşiyor” ;
New York’un büyük bankalarından Morgan Stanley’in yöneticisi Stephan Roach, serbest rekabetin ve globalizmin önemli savunucularındandı. Ancak Roach; 1996 Mayısında müşterilere gönderdiği mektupta şunları yazmak zorunda kaldı: “Yıllarca üretim artışını erdem olarak gördüm. Ama şimdi bunun bize Kutsal Ülkenin kapılarını açıp açmadığından çok farklı düşündüğümü itiraf etmeliyim… İşgücünün sürekli ezilmesine izin verilemez. İstihdamın ve ücretlerin azaltılması, sonuçta sanayimizin kökünü kurutacak bir tasarı.”
Örneğin Türkiye Genç İşadamları Derneği’nin (TÜGİAD) dergisi de bu gerçeği kabul ediyor. Dergi, gelir dağılımı ile ilgili şu saptamaları yapıyor: “Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek artmasının nedeni birçoklarına göre, son 15 yılda dünyanın birçok yerinde giderek yaygınlaşan liberal ekonomik politikalar olarak gösterilmektedir. Uygulanan bu politikalar sonucunda, hükümetler vergi oranlarını yüksek gelirlilerin lehine düşürmüş ve düşük gelirlilere yaptığı sosyal yardımlara da sınırlamalar getirmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin büyük gayretle uygulandığı Amerika, Yeni Zelanda, İngiltere’de gelir dağılımındaki adaletsizlik özellikle son yıllarda büyük ölçüde artış göstermiştir… 1930’lu yıllardan 1970’li yıllara kadar ABD’de zengin ve yoksullar arasındaki uçurum giderek daralmış, ancak 1970’lerden itibaren gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek artmış ve günümüzde en yüksek seviyesine ulaşmıştır 1990 sayımına göre; ABD nüfusunun yüzde 13,5’i yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır” (TÜGİAD, Ekim ’97)
Dünya Bankası’nın ’96 yılı raporuna göre; gelişmiş kapitalist ülkelerde kişi başına ulusal gelir 23 bin 420 dolar iken alt gelirli ülkelerin ortalaması sadece 380 dolar, orta-alt düzeyde gelişmiş ülkelerde 1590 dolardır. Dünya ortalaması ise 4 bin 470 dolardır.
Türkiye’de nüfusun en üst yüzde 5’i ile en alt yüzde 5’i arasında 1960’lı yıllarda 11 kat olan gelir farkı, 1990’lı yıllarda 33 kata çıkmıştır.
Bunun da ötesinde; emekçileri işsizliğe, açlığa ve sefalete mahkûm etme süreci; ileri ve geri ülke farkı gözetmeksizin emekçi sınıflar aleyhine işleyen bir süreç olmaya devam ediyor. Devlet bütçelerinden eğitime ve sağlığa ayrılan paylar bütün dünya ülkelerinde azalıyor. Yani gelişmenin yönü gelişmiş ülkelerle geri ülkeler, üst sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki gelir uçurumunun derinleşmesi doğrultusundadır. Yakın gelecekte de bunun azalacağını gösteren hiçbir belirti yoktur. Son yüzyıl içinde ortadan kalkmış ya da iyice azalmış olan verem, sıtma gibi halk sağlığıyla ilgili hastalıklar bu alanlara ayrılan fonların düşmesine ya da tümden kaldırılmasına paralel olarak yeniden çoğalma eğilimine girmiş bulunuyor. Genellikle yükselen bir trend izleyen ülkelerdeki eğitim düzeyi yeniden düşüş göstermeye başladı. Kısacası, globalizmin propagandacılarının başlıca dayanağı olan iddialar; evrensel barışın, demokrasinin yaygınlaşmasının, refahın bütün ülkeler ve toplum tarafından paylaşılacağının tümüyle yalandan ibaret olduğu geçen on yıl içinde artık bu tezin savunucularının da inkâr edemeyeceği bir biçimde ortaya çıkmıştır. Kısacası; barış, adalet, demokrasi, refah globalleşmemiş; ama işsizlik, emekçi sınıfların sürekli yoksullaşması, eğitimsizlik, salgın hastalıklar, köşe dönmecilik, spekülasyon, rantçılık, bilimin-sanatın ve estetiğin değer kaybetmesi, uyuşturucu, fuhuş, mafya globalleşmiştir.
Yeni dünya düzeni demagojisi iflas ettiği ölçüde gerçekte globalleşmeden amacın ne olduğu daha açık görülür hale gelmiştir.

WHTO GLOBALİZMİN ANAYASASINI HAZIRLIYOR
Son 10 yıl içinde artık iyice görülmüştür ki; globalleşmede asıl amaç, dünyanın tek bir pazar olarak bütünleştirilmesidir. Bu bütünleşmenin ilkeleri ve koşulları ise; bir avuç uluslararası tekel tarafından belirlenmektedir. Burada amaç; geri kalmış ülkelerin son yüzyıl içinde giriştiği bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist mücadeleler ile sosyalizmin yan ürünü olarak gerçekleşen ulusal sanayilerin ve tarımın bir avuç uluslararası tekel tarafından ele geçirilmesidir. Özelleştirme; gümrük duvarlarının önemsiz hale getirilmesi ya da tümden kaldırılması; geri kalmış ülkelerin sanayileri ve tarımının çökertilmesi; iç pazarın ve ayakta kalabildiği kadarıyla sanayinin uluslararası sermayeye entegre edilmesinin yöntemleri olarak uygulamaya sokulmuştur.
Bu yüzden de Özelleştirme; Türkiye’nin hükümeti ya da patronlarının “ülke ekonomisini kurtaralım” diye icat ettikleri bir yöntem değildir. Tersine uluslararası sermayenin, geri kalmış ekonomileri denetim altına almak, bu ülkeleri pazar olarak açmak için başvurdukları bir yöntemdir. Çünkü 20. yüzyıl boyunca ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalizmin başarıları emperyalizme önemli darbeler vururken, geri ülkeleri, halk demokrasilerini emperyalist ülkelerin at oynattığı ülkeler olmaktan da önemli ölçüde uzaklaştırmıştı. Bağımsızlıklarını kazanan eski sömürgeler ve yan sömürgeler, kendi sanayilerini kurmaya koyulmuş, tarımlarını yeni teknolojilerden de yararlanarak en azından kendilerine yeter hale getirmeye yönelmişlerdi. Gümrükler aracılığı ile de korunan ulusal pazarlar hayli gelişmişti. Sosyalizmin varlığı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yüksek temposu, emperyalist ülkeleri bu gerçeği kabul etmeye zorlamıştı. Özellikle sosyalizmin baskısı ve kapitalizmin sorunları gelişmiş kapitalist ülkelerde de devletin sanayi ve hizmet sektöründe (sağlık, eğitim, toplu ulaşım, iletişim vb.) yeni görevler üstlenmesini, tekellerin keyfince davranmasını önlemişti.
1950’li yılların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin geriye dönüş sürecine girmesi ve kendisine sosyalist diyen ülkelerin şahsında sosyalizmin dünya ölçüsünde giderek itibar yitirmesine bağlı olarak da, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren özelleştirme gündeme getirildi. Ancak, Sovyetler Birliği’nde kapitalistleşmenin had safhaya çıkması ve açıkça sosyalizmden vazgeçtiğini açıklamasından sonra ise; özelleştirme, sadece şu ya da bu ülkede uygulanmak istenen bir yol olmaktan çıkıp bütün dünyada; gelişmiş ülkelerde “sosyal devletlin gereklerinden olarak ifade edilen emekçi haklarının ortadan kaldırılması, geri ülkelerde de bir tür sömürgeciliğin gerçekleştirilmesi için dayatılan yol oldu. Özelleştirmeye, gümrük duvarlarının etkisiz hale getirilmesi ve giderek tümüyle ortadan kaldırılması eşlik etti. Çünkü uluslararası tekellerin globalleşmiş bir dünya pazarı amacının önünde başlıca iki engel vardı: Birincisi, ülkelerin son yüzyıl içinde kazandıkları bağımsızlıkları üstünden yükselen ulusal sanayileri ve tarımları, ikincisi ise gümrük duvarlarıydı. Gümrük duvarları bölgesel ekonomik birlikler adı altında ortadan kaldırıldı. Bu sadece geri ülkelerin sanayilerinin değil tarımlarının da çöküşünü hazırladı. Eski tarım ülkeleri, bu dönemde sanayi ülkelerinin gelişmiş tarımları tarafından üretilen başlıca yiyecek maddelerine muhtaç hale getirildi. Ülkelerin sanayileri ise özelleştirmeyle yıkılmaya yönelikti. Uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin krize sürükledi geri ülkelerin hemen hemen tamamı IMF ve Dünya Bankası’nın eline düştü. Bu uluslararası sermaye merkezlerinin; geri ülkelere “yardım” için koştukları en genel ve en temel koşullar; gümrük duvarlarının indirilmesi, özelleştirme, tarıma ve sanayiye yapılan devlet sübvansiyonlarının kaldırılması oldu. Ve tabii; ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının uluslararası tekellerin yağmasına açılması için teşvikler istendi. Örneğin gelişmiş ülkeler (Avrupa ve Kuzey Amerika), bugün bile tarımda çalışan kişi başına 500 dolar sübvansiyon yapmaya devam ederken; IMF ve Dünya Bankası Türkiye’de kişi başına verilen 48 dolarlık desteğin de kaldırılmasında ısrar ediyor.
Türkiye tarımının son 15 yıl içinde çökertilmiş olduğunu Cumhurbaşkanı bile kabul etmek zorunda kaldı. Bundan 15- 20 yıl önce; tarım üretimi kendi kendine yeten dünyanın birkaç ülkesinden birisi olan Türkiye, bugün buğdaydan şekere, etten peynirden yağa başlıca tarım ve hayvancılık ürünlerini ithal eder duruma geldi. Şimdi de uluslararası sigara tekelleri. Türk tütününün köküne kibrit suyu dökmek ve tütün-sigara pazarını bütünüyle ele geçirmek için harekete geçmiş bulunuyor. Öte yandan GAP’ın, uluslararası sermayenin yeni ilgi alanlarından birisi olduğunu son günlerde yabancı heyetlerin GAP bölgesine yönelik ziyaretlerinden anlıyoruz.
Uluslararası sermaye ve başlıca kapitalist ülkeler; Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da özelleştirmede ve bu ülkelerin ekonomilerini yıkıma uğratmada hayli ileri adımlar atmış bulunuyorlar. Emperyalist ülkeler; AB, NAFTA, Güneydoğu Asya Ülkeleri Ekonomik Birliği gibi gümrük birlikleri ve ikili anlaşmalarla pek çok ülkeyi uluslararası kapitalizme entegre edecek gümrük sorunlarını önemli ölçüde çözmüşlerdir. Şimdi ise; uluslararası tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda “globalizmin anayasası” dedikleri yeni bir sözleşme hazırlamaktadırlar.
Nisan ayında OECD ülkeleri arasında imzalanacak olan ve resmi adı “Çok Yönlü Yatırım Anlaşması” (Multilateral Agreement on Investmen, MAI) olan anlaşma uluslararası tekellere sınırsız imkânlar tanımaktadır. Dünya Ticaret Örgütü (WHTO) Başkanı anlaşma için, “Tek bir küresel (global) ekonomi için ortak anayasa hazırlıyoruz”diyor.
1995’ten beri hazırlıkları süren bu anlaşma uluslararası tekellere yeni ve büyük ayrıcalıklar getiriyor. Devletlerin politik-ekonomik kararlarından ve toplumsal huzursuzluklardan dolayı uluslararası tekellerin uğrayacakları zararları bile devletten tazminat olarak tahsil etme imkânı tanınıyor MAI’ye. Tabii bu koşullarda ülkelerin ulusal hukuklarının herhangi bir geçerliği olamayacak. Bu anlaşmaya giren ülkeler beş yıl süreyle bu anlaşmadan çıkamayacak, çıkanlar ise 15 yıl süreyle bu anlaşmaya bağlı olmaya devam edecek. Anlaşma, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 29 OECD ülkesi tarafından imzalandıktan sonra, diğer ülkelere de dayatılacak.
Türkiye de OECD’nin üyesi olarak bu anlaşmayı imzalayacak. Dolayısıyla, bu sömürge anlaşmasının kapsayacağı ilk ülkelerden birisi de Türkiye. Ancak Türkiye’de bu anlaşmadan önce de ulusal hukukun geçersizleştirilmesi girişimleri başlamış bulunuyor. Ocak ayı içinde Türkiye’ye gelen ABD Enerji Bakanı’nın Türkiye’ye Amerikan tekellerinin gelmesi için koştuğu ön şart da Türkiye’nin sömürgeleşmesinde ileri bir adımdı. Çünkü Amerikalı Bakan, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye yatırım yapması için “Türkiye’nin uluslararası tahkime açılması”nı istemişti. Uluslararası tahkim ise; Türkiye ile uluslararası tekeller arasında çıkacak herhangi bir anlaşmazlıkta yetkili mahkemenin “uluslararası mahkemeler” olması anlamına geliyor. Ve uluslararası ticaret mahkemelerinin verdiği karara itiraz edilemiyor. Yani iç hukukun ne dediği önemli değil. Dolayısıyla özelleştirmeyle ilgili bir soruna Anayasa Mahkemesi ya da Danıştay değil Cenevre’deki uluslararası mahkeme bakacak. Ya da Eurogold’un çevreyi kirletip kirletmediğine de Türkiye’nin mahkemeleri değil uluslararası ticaret mahkemeleri karar verecek.
MAl ise; “uluslararası tahkimi” de aşarak, eğer bir firma için uluslararası mahkeme, örneğin çevreyi kirletiyor diye faaliyetlerine son verse bile, hükümet firmanın bu karardan dolayı uğrayacağı zarar-ziyanı tazmin etmek zorunda kalacak. Nitekim daha MAI yürürlüğe girmeden, basında çıkan haberlere göre, Bir Amerikan firması ürettiği ilaç katkı maddesi zehirli olduğu gerekçesiyle yasaklandığı için Kanada hükümetinden 251 milyon dolar tazminat istiyor. Yine iki ABD şirketi, zehirli atıkları toprağa gömmelerini engelleyen Meksika belediyelerine tazminat davası açmış bulunuyorlar,
Şimdi bile ne ulusal hak, ne insan hakları, ne çevre gözeten firmaların arkalarına MAI’yide aldıklarında gemi iyice azıya alacaklarından, dünyayı yağmalamada hiçbir hukuki, ahlaki sınır tanımayacaklarından kuşku yok. İşte globalizm adı altında kurulmak istenen dünya ekonomik sistemi böyle bir sistem; sadece işçi sınıfını işsizliğe, ekonomik sefalete, örgütsüzlüğe sürüklemekle kalmıyor, ülkelerin bağımsızlığını da tanımayarak, daha çok kâr uğruna dünyayı bir yangın yerine çevirmeyi de hedefliyor, Globalizm, insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

GLOBALİZMİN SINIFI VURAN SİLAHI: ESNEK ÇALIŞMA
Uluslararası sermaye sadece ulusal sınırlar, ulusal sanayiler açısından dünyayı dikensiz gül bahçesi yapmak istemiyor. Aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin parçalanması ve işçi sınıfının, emekçilerin kazanılmış hakları bakımından da hiçbir sınırlama istemiyor. Bu, yıllardır, “verimlilik”, “sanayinin yeniden yapılanması” ya da “yeni endüstriyel ilişkiler” gibi masum görünen kavramlar arkasına gizlenen politikalarla hayata geçirilmek isteniyor. Sonuç olarak “kuralsızlaştırma” (de-regülasyon) âdı verilen girişimlerle, iş yasaları ve toplu sözleşmelerin işçi haklarını korumaya yönelik tüm maddelerine karşı bir savaş yürütülüyor. Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri, her adımda yeni bir dayatma ile işçi haklarını gasp etmeye yönelmiş durumda. Ve uluslararası planda yoğun bir kampanya yürütülüyor. Batının en gelişmiş ve bundan 15–20 yıl önce “refah devleti”, “sosyal devlet” örneği olarak sunulan ülkelerden başlayıp tüm dünyaya yayılan işçi ve emekçi haklarına yönelik saldırı; işçi sınıfının 300 yıllık mücadelesinin ürünü olan, belirli bir günlük ve haftalık iş saatinden ücretli izinlerin kaldırılmasına; hastalık parasından belirli bir iş için kadrolu olmaya, sendikal örgütlenmelerden toplusözleşmeye kadar patronun işçi üstündeki egemenliğini sınırlayan her tür yasa ve sözleşme maddesi üretimdeki verimliliği düşüren, sanayinin gelişmesini önleyen engeller olarak değerlendiriliyor.
Örneğin Almanya gibi dünyanın en gelişmiş ülkesi, işçilere hastalık parası ödemek istemiyor; Noel tatilini kaldırmak, dini ya da milli tatil günleri için ücret, ikramiye ödemelerini budamak istiyor. Haftalık iş süresi resmen 35 saat olduğu halde fiilen yürürlükten kalkmış bulunuyor. Birçok işyerinde işçiler hiçbir sınır tanımadan, günde 11–12 saat çalıştırılıyor; ama fazla mesai ücreti ödenmiyor; ödenen yerlerde de kaldırılması için her yol deneniyor.
En gelişmiş ve işçi haklarının en yoğun mücadelelerle alındığı ülkelerde bile sendikaların güçsüz düşürülmesi için taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma bütün hızıyla sürüyor.
Uluslararası sermaye, globalleştirdiği dünyada, işçi sınıfı mücadelesinin, işçi haklarının ayağına takılmasını istemiyor. Bu yüzden de dünyanın her köşesinde, işçi haklarına karşı gerçek bir kampanya yürütüyor. Amacı, 18. yüzyılda olduğu gibi, işçinin hiçbir hak ve örgüte sahip olmadan dişinden tırnağına örgütlü patron karşısına çıkıp iş istemesi. Patronun da belirli bir süre için işçiyi kiralaması. Bunun ötesinde bir kural, yasa, sınır tanımak istemiyor uluslararası tekeller. Yani hiçbir işçi yarın da işe gideceğim güvencesinde olmasın, her an işten çıkarılabileceğini bilsin isteniyor. Böylece hiç kimsenin iş güvencesi olmayacak, herkes her an daha iyi bir iş arar durumdayken aynı zamanda iş bulma umudunu sürdürmüş olacak. Nitekim esnek çalışmanın en yaygın olduğu ABD’de istatistiklere göre işsizlik yüzde sıfıra yaklaşmış. Bu, ABD ekonomisinin zaferi gibi propaganda ediliyor. Ama başka istatistikler; sürekli işsizler, iş değiştirmek isteyenler, yarım gün ya da haftada birkaç gün çalışabilenlerden oluşan işsizler ordusunun ABD’nin çalışabilir nüfusunun yüzde 24’ünü kapsadığını gösteriyor. Yani çalışabilirlerin yüzde 24’ü geçinebileceği bir iş arıyor; ama esnek çalışma kurallarına göre bunlar işsiz sayılmıyor. Ayda bir gün bile bir iş bulup çalışıyorsa; işçinin işi var sayılıyor.
Esnek çalışmanın yerleştirilmesi, bir yandan burjuvazinin propaganda odakları tarafından esnek çalışma olmadan rekabet edilemeyeceği propagandasıyla kamuoyu oluşturulurken öte yandan işçi örgütleri dağıtılarak, örgütsüzlük işyerlerinde adım adım yaygınlaştırılarak ilerliyor. Sınıf uzlaşmacılığının, sendika bürokrasisinin egemen olduğu sendikalar açıkça ya da el altından patronlarla işbirliği içinde esnek çalışmanın yerleşmesi için gayret gösteriyorlar. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) on yıldır “kuralsızlaştırmayı”, yani esnek çalışmayı yaygınlaştıracak, ilk bakışta sureti haktan görünen, “ilke kararları” alıyor.
Türkiye’de esnek çalışma propaganda, fiili uygulamalar olmaktan çıkarılmış toplusözleşmelerde dayatılan bir “ilke” haline gelmiştir. En son, Şişe Cam Holding’e bağlı Cam-İş Makina Kalıp Fabrikasında patronlar, geleneksel ücret tarifinden vazgeçip;
“Ben; izin, ikramiye, bayram tatili, vizite izni, hastalık, fazla mesai falan tanımam; işçi kaç saat tezgâh başında çalışmışsa onun ücretini öderim. Gerisi beni ilgilendirmez” diye direniyor. İşçiler 24 Ocak 1997’den beri “bu ilkeye” karşı grevde. Makina Kalıp işçilerinin grevi “Esnek çalışmaya hayır” diyen ilk grev olması bakımından çok önemli. Çünkü MESS başta olmak üzere patron örgütlerinin bu yılki sözleşmelerde aynı maddeyi dayatacaklarından kuşku duyulamaz. Bu yüzden de Makina Kalıp işçileri; “Biz aslında işçi sınıfının bütünü için mücadele ediyoruz” derken gerçeğin en önemli yanını ifade ediyorlar. Ama aynı zaman işçiler sadece Türkiye işçi sınıfı için değil tüm dünya işçi sınıfının mücadelesiyle birleşiyorlar. Çünkü onlar, uluslararası sermayenin globalleşme planına karşı mücadele ediyorlar. Döndürülen tekere, Makina Kalıp’ta çomak sokmuş bulunuyorlar.

GLOBALLEŞMENİN SAVUNUCULARIYLA SAVAŞ KIŞKIRTICILARI AYNI GÜÇLERDİR
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kapsamlı askeri harekât olan 1. Körfez Savaşı ve 7 yıldır her an bir savaşa yol açabilecek kriz; elbette bir petrol savaşıdır. ABD Körfez’de üslenerek, bütün Ortadoğu petrollerinin, Kafkas ve Orta Asya petrol ve doğalgazı ile petrol yollarının güvenliğini sağlamayı amaçlıyor. Böylece Asya ve Avrupa’daki petrol ihtiyacı içindeki gelişmiş kapitalist ülkelerin de ipini elinde tutmuş oluyor. Başka bir söyleyişle; ABD Körfez’de izlediği ve zaman zaman silahlarla yürüttüğü politikayla sadece petrol ülkelerini tehdit altında tutmuyor aynı zamanda bölgede ve dünyada kendisiyle rekabet eden ve edecek olan ülkelere karşı da kendi pozisyonunu güçlendirmeyi amaçlıyor. Körfez’deki krizin kronikleşmesinin bir nedeni bu. Ama bu sadece gerçeğin bir yanı. Gerçeğin diğer yanı ise; globalizm!
Evet. Uluslararası tekeller ve gelişmiş kapitalist ülkeler, dünyayı serbestçe talan etme imkânlarını genişletmek için özelleştirmeyi, gümrük duvarlarının kaldırılmasını, esnek çalışmayı yaygınlaştırmayı teşvik ediyorlar. Bunun için baskı, şantaj, tehdit, “yardım”, yıkıcı propaganda, provokasyon, ekonomik ambargo, siyasal tecrit her yolu deniyorlar. Ama bütün bu yöntemlerin sonuç vermediği durumda da savaştan, iç karışıklıklar çıkarmaktan çekinmiyorlar. Örneğin Doğu Avrupa’nın içi geçmiş revizyonist diktatörlüklerini iç karışıklıklar çıkararak nispeten kısa süre içinde yıkmayı başardılar ve bu ülkeleri hızla emperyalist tekellerin at oynattığı zavallı ülkeler durumuna düşürdüler. Bunu başaramadıkları ülkeleri ise; terörist ilan etmekten, bu ülkelere karşı her türlü silahlı eylemi meşru hale getirecek politikaları devreye sokmaktan çekinmediler.
Gelişmeler izlendiğinde açıkça görülüyor ki; uluslararası tekellerin globalleşme çabalarına engel olan ülkelere karşı emperyalist ülkeler yaptırım uyguluyorlar. Libya. Sudan, Suriye, İran, Irak gibi ülkeler terörist ülkeler olarak ilan edilmişlerdir. Körfezdeki savaş da bu yanıyla globalleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasına yöneliktir.
Kısacası Körfez’deki savaş kışkırtıcısı güçlerle özelleştirmeyi, esnek çalışmayı, globalleşmeyi dayatan güçler aynı güçlerdir. Dolayısıyla Körfez’de savaşa karşı mücadele; ABD ve emperyalistlerin bölgeden çıkarılması mücadelesi; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin “globalleşmiş dünya” çabalarına karşı da bir mücadeledir.

TEKELLERİN GLOBALİZMİNE KARŞI MÜCADELE YAYGINLAŞIYOR
Özelleştirmenin gündeme geldiği ilk yıllarda; Rahmi Koç başta olmak üzere özelleştirmenin radikal savunucuları; “Gerekiyorsa tank ve topla da olsa özelleştirmeyi bir an önce yapmalıyız. Zaman geçerse özelleştirmeyi tamamlamak mümkün olmaz” diyorlardı. Patronlar ve onların temsilcilerinin kaygısı, özelleştirmenin ne olduğunun işçiler ve emekçiler tarafından anlaşılması; bu işçi ve halk düşmanı uygulamaya karşı topyekûn direnişe geçilmesi ihtimaliydi.
Globalizm de benzer durumla karşılaştı. Başlangıçta sihirli bir sözcük olarak; dünyanın geleceğini kurtaracak bir yöneliş olarak sunulan globalleşmenin, zaman içinde, bırakalım dünyanın geleceğini kurtarmanın, dünyanın geleceğini karartmanın yolu olduğu görüldü. Ve giderek önce globalleşmeyi savunanlar kendi içinde bölündüler. Çünkü şu görüldü ki; globalleşme, bir avuç tekel ve en gelişmiş birkaç sanayi ülkesi dışında herkes için bir yıkım demekti. Özelleştirme önce Latin Amerika ülkelerinde, Arjantin, Meksika ve Brezilya’da büyük yıkımlara yol açtı. Arkasından da globalizmin savunucularının en iddialı oldukları Güneydoğu Asya’daki çöküş geldi. Bu gelişmenin globalizmin ideologları arasındaki çatışmayı daha da hızlandıracağı kuşkusuzdur.
Cilası dökülen globalizm, aydın çevrelerden, orta sınıflardan aldığı desteği de kaybetme surecine girdi. Öte yandan işçiler ve emekçiler; globalleşmiş bir dünyaya giden yol olarak uygulamaya sokulan özelleştirme ve esnek çalışmanın işçi-emekçi düşmanı niteliğini gördüler. Bu yüzden de özelleştirmeye ve esnek çalışmaya karşı direnişler giderek yaygınlaşmakta ve çeşitlenmektedir. Avrupa; son 5 yıldır; esnek çalışmaya karşı çıkma merkezli, 50 yıldan beri görülmedik ölçüdeki protesto ve direnişlere sahne olmaktadır. Sendikal bürokrasinin mücadeleyi engelleme çabaları çoğu zaman başarısız kalmaktadır. Geri ülkelerde ise işçiler özelleştirmeye karşı ülke bağımsızlığını, anti-emperyalizmi birleştiren bir rotaya yöneltmiştir. Örneğin Türkiye’de Yatağan işçilerinin çıkışı, arkasından maden işçilerinin, tekel işçilerinin ve tütün üreticilerinin onları izleyen bir biçimde bağımsızlık sorununu gündeme almaları buna tipik örnektir.
Dünyayı tekeller için tam bir talan sofrasına çevirme çabaları, gelişmiş ülkeler de dâhil köylü yığınlarının yeniden tarih sahnesine çıkmasının vesilesi olmuştur. Fransız, İspanyol, Portekiz, İtalyan, Yunanistan köylüleri kendi çıkarlarını korumak için sık sık sahneye çıkmaktadır. Bir yandan gümrüklerin kaldırılmasını öte yandan tarımın desteklenmesini önleyen hükümetlerin ve IMF’nin dayatmalarına karşı çıkan köylüler, Türkiye gibi ülkelerde, ülke bağımsızlığının da savunuculuğu saflarında yer alıyorlar.
Uluslararası tekeller; belki “yolun yarısını geçtik” diye bir “global dünya anayasasını, AMİ’yi hazırlıyorlar. Ama her zaman dünya ölçüsündeki çabalar “yolun yarısını” geçtikten sonra akamete- uğramıştır. Bu yüzden de globalleşmenin başarıya ulaştığını söyleyenlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır. Çünkü bir yandan işçiler, köylüler, emekçiler; ezilen ülkelerin halkları her geçen gün tekellerin dünyayı nereye götürmek istediğini görmekte ve tepkilerini dile getirmektedir. Öte yandan tekellerin, tekelci grupların ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler uluslararası tekellerin hayal ettiği gibi bir globalleşmeyi imkânsız kılacak etkenlerdir. Çünkü dünya ancak, çıkarları çatışan sınıflara ve devletlere bölünmüşlüğün son bulmasıyla globalleşebilir. Bunun tek olanaklı sistemi ise; sosyalizmdir. Evet, dünya sonunda sınırlardan, sınıf ayrıcalıklarından kurtulmuş bir insanlık dünyası olarak globalleşecektir. Ama bu tekellerin dünyasında olmayacaktır.

Mart 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑