Devlet üzerine burjuva çarpıtmalar ve devletin işlevi

İşbirlikçi burjuvazinin ve kapitalist sömürüden pay alan sistem savunucularının her türden yıpratıcı eleştiri ve zayıflatıcı gelişmeden özenle korumaya çalıştıkları burjuva devleti, bir süreden beri, toplumsal sınıflar arası çelişkilerin etkisi ve kapitalist çürümenin hâkim sınıflar içinde yol açtığı karmaşa sonucu geniş emekçi kitleleri nezdindeki güvenilirliğini yitirmeye başlamış bulunuyor.
Devletin, polis ve jandarma dâhil olmak üzere, önemli kurumlarını saran çürüme; ülkenin, uluslararası alanda uyuşturucu ve silah kaçakçılığı trafiğini elinde tutan mafya gruplarının elebaşlarının polis şefleri, generaller, bakanlar, emniyet müdürleri gibi, devlet denince ilk elde akla gelen üst bürokrat ve yöneticileriyle birlikte çalıştıklarının ortaya çıkması, -devlet kavramında soyutlanıp koruyucu bir zırha büründürülen- burjuvazinin siyasal iktidar aygıtının itibar yitimini küçümsenemez bir boyuta çıkardı. Burjuva devletinin gerçek işlevi hakkında, yığınları saran kör ve “batıl inanç” sarsıntı geçirmeye; diktatörlüğün paslı zırhı delinmeye başladı.
Engels, Roma İmparatorluğumda devlet yapısını incelediği yerde, başka şeylerin yanı-sıra; “İmparatorluk çaptan düştükçe, vergi ve yükümlülükler daha da artıyor, memurlar daha da utanmazca soyup soğana çeviriyorlardı.” diye yazıyordu. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.154)
Aradan yüzyıllar geçmesine, farklı tarihi dönemde ve farklı topraklar üzerinde olmasına karşın, Türkiye’nin bugününe bakınca, benzer bir tespiti yapmak gerçeğe uygun düşmektedir. Devletin bir çete devletine dönüştüğü, çürüme ve kokuşmanın mekanizmanın önemli kurumlarını sardığı burjuvazinin resmi temsilcilerince itiraf edilmektedir. Devletin belli organlarında, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir disiplin içinde kaçakçılık, fidye alma, cinayet organizasyonu için özel tetikçiler tutma, bombalama, suikast, sabotaj düzenleme, muhaliflere karşı şantaj malzemesi üretme, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve daha bir dizi suçun devlet görevlileri ve kurumlan tarafından işlendiği açıklık kazanmıştır. Osmanlı padişahlarının tahtı ve saltanatı elde tutmak için kardeş katlinin “vacip olduğu” yönünde fetva çıkarttıkları bilinmektedir. Bugün de, “devletin bekası için”, sermayenin emrindeki özel silahlı müfrezeler, sömürü sisteminin muhaliflerine karşı baskı Ve saldırıları sürdürmektedirler.
Sermaye ile emek arasındaki karşıtlığın keskinleşmesi, burjuva devletinin baskıcı özelliğinin gelişmesine yol açmakta, Genelkurmayın yönlendiriciliği altında, halk kitlelerine karşı şiddetin dozu artırılarak, burjuva diktatörlüğünü sağlamlaştırma operasyonu sürdürülmektedir. İçinde bulunduğumuz dönem, işbirlikçi gericiliğin siyasal şiddet aygıtını tahkim çalışmaları yoğunluk kazanmış bulunuyor.
Gelişmelerin farkında olan üst bürokrasi, hükümet ve genelkurmay yetkilileri, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlileri ve sistemin devamını kendilerinin varolma koşulu sayan yazarlar güruhu, şimdi elbirliğiyle, olağanüstü gayret göstererek, devlet hakkında, kitleler içinde gelişen kuşkuları gidermeye, kurumlarını güçlendirmeye, gericiliğin güçlerini birleştirmeye çalışıyor, olası yedekleri diktatörlük etrafında toplamaya çabalarını sürdürüyorlar.
“Kutsal” ve “dokunulmaz devlet” imajının diri tutulması için her araç kullanılıyor. Devletin korunması toplumsal bir amaç olarak gösterilerek, bunun için her türlü fedakârlığın gerekli olduğu propaganda ediliyor. Burjuva devletinin savunucuları (bunlar arasında liberaller, faşistler ve “İslamcı” gerici yazarlar var), burjuva devletini, “milletin örgütlenmiş hali” olarak göstermekte, “hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız” propagandasıyla bürokratik militarist makineye dokunmazlık sağlamaya çalışmaktadırlar.
Devlet kaynaklı cinayet organizasyonlarının, devletin görevi ve devletin kendini koruması gibi gerekçelerle izahı, burjuva hukukunun hukuksuzluk olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Burjuva diktatörlüğünün savunucuları; gerici-faşist partilerin yöneticileri, polis ve özel tim şefleri, kapitalizm yardakçısı sosyal demokratlar, artı-değerden pay alan asalak bürokratlar ve sermayenin emrindeki yazarlar güruhu; adlarındaki nüanslara karşın, devleti savunma ortak paydasında birleşiyorlar.
Faşistler; cinayet, soygun, işkence, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve kontra örgütlenmelerini -kendileri de bu örgütlenmeler içinde yer almaktadırlar-, devletin devamı için “mubah” sayarken, sosyal demokratlar devletin “hukuk içinde kalması”nı, burjuva egemenliğinin devamı için daha akılcı saymaktadırlar.
İşbirlikçi gericiliğin ve uluslararası sermayenin çıkarlarını savunan gerici-faşist yazar ve politikacıların bir kısmı ise, kontra faaliyetlerinin “devlet sırrı” olarak kalması gereğine işaret ederek, örneğin Susurluk Raporu’nun açıklanan kısmındaki bilgilerin “sokağa dökülmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu gibilerine göre, Kürt “işadamları” ve Kürt aydınlarının polis ve kontra çeteleri tarafından ve bir eski İçişleri ve Adalet Bakanının (M. Ağar) “bin operasyon” olarak açıkladığı devlet operasyonları kapsamında katledilmesi tek başına amaca aykırı değildir. Yanlış olan bu gibi “devlet sırlarının bilinir hale gelmesidir! Halk düşmanı gazeteci çetesi, halktan yana tutum alan gazetecilerin öldürülmesini doğal karşılamakta; bu cinayetlere ve kontra saldırılarına karşı tepkileri ise polisin moralinin bozulması ve istihbarat örgütlerinin çalışmalarının aksatılması çabalan olarak göstermektedirler.
Geniş kitleler bakımından devleti biraz daha iyi tanıma ve kimin çıkarlarını koruduğunu anlama olanakları daha fazla genişledi. Toplumun az çok eğitimli kesimlerinin yanı sıra, sıradan işçi ve emekçi de, devlet kaynaklı siyasal cinayetlerin deşifre edilmesini, sabotaj, suikast ve uyuşturucu kaçakçılığı sorumlularının açıklanması ve yargılanmasını istemekte, “devlet çeteleri”, “devlet çıkarı”, “devletin korunması ve kurumlarının yıpratılmaması” vb. kavramlar etrafında sürdürülen tartışmaları izlemekte, devlete ve kurumlarına ilişkin düşüncelerinde değişme olmakta, kimilerinde bu bir bilinç sıçramasına yol açmakta, genel olarak devlet ve kurumlarına karşı kuşku büyümektedir.
Bu durumda, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfı devrimcilerinin, devlet denen; bürokratik militarist aygıtın yapısı, işlevi ve hangi sınıfın çıkarlarının topluma egemen kılınmasının aracı olduğu hakkında, geniş kitleler içinde yürüteceği aydınlatma ye bilinçlendirme, çalışması daha da önem kazanmaktadır. İşçi sınıfı bakımından siyasal sınıf bilincinin, ancak bütün toplumsal sınıfların devletle ilişkilerinin açığa çıkarılması ve kavranmasıyla gelişebileceği gerçeği dikkate alındığında, tarih içinde ortaya çıkışı ve ekonomik toplumsal ilişki ve koşullarla bağı Marx ve Engels başta olmak üzere, Marksistler tarafından açıklığa kavuşturulmuş devlet kuramının daha iyi öğrenilmesi için, güncel gelişmelerden yararlanmak önem taşımaktadır.
Marksist devlet teorisi, devleti, toplum yaşamında tarihsel bir yere yerleştirir. Buna göre insanların toplum halinde yaşamaya başladıkları bir süreçte ortaya çıkan devlet, toplumsal üretici güçlerin gelişmesiyle ilişkili olarak ve toplumsal yaşamın ileri bir evresinde kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır. İşbirlikçi burjuva diktatörlüğünün işçi ve emekçi kitlelerle ilişkilerindeki gelişmeyi daha iyi anlayabilmek için devletin tarih içindeki “doğumu”, işlevi ve ortadan kalkmaya mahkûm oluşu üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var.

DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI; BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DEVLET
Üretim ve üretilen ürünün değişimi her toplumsal sistemin temelini oluşturur. Bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların gelip dayandıkları temel neden, bu bakımdan insanların kafalarında biçimlenen adalet ve doğruluk kavrayışı değil, bu üretim ilişkileri, üretim ve bölüşüm tarzıdır.
Devlete kutsal bir öz, bir dokunulmazlık zırhı giydirenler, ulus devleti tarihin amacı ve nihai hedefi olarak sunmaktadırlar.
Ne sınıf mücadelesi filozofların bir yaratımı, onların beyinlerinin ürünü düşüncelerin bir sonucudur; ne de ortaya çıktıklarından buyana sınıflar-arası uyumdan söz edilebilir. Sınıfların ortaya çıkmasını sağlayan işbölümü ve artı-ürün, maddi çıkarlar temelinde sınıf çelişmeleri ve çatışmalarını doğururken, artı ürüne el koyan sınıfın siyasal bir otorite halinde örgütlenmesini de gündeme getirdi.
Kapitalist üretim biçiminin tarihin belli bir döneminde zorunlu olarak ortaya çıkması ve öyleyse ortadan kalkmasının da zorunlu olması gibi; burjuva devleti de tarihin belli bir aşamasında, “kapitalizmin şafağında ortaya çıkmış ve toplumsal gelişme yasalarının işlemesi sonucu, yok olma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Devlet, durup dururken, bir ilahi yetke tarafından yaratılmış değil. O, sınıf uzlaşmazlıklarının ortaya çıktığı koşullarda doğmuş, bu uzlaşmazlıkları sınırlamak ve kontrol altında tutmak üzere, üretim araçlarının (bunlar ilkel kölelik döneminde gelişmemiş ilkel araçlarken, bugün modern sanayiyi var eden mükemmel denilebilecek düzeyde gelişmiş makine ve diğer araçlardır) mülkiyetini elinde tutanlar tarafından oluşturulan bir örgütlenmedir. İlk yerleşik yaşama geçiş ve ilkel işbölümüyle birlikte, fazla ürün (artık ürün) üzerinde hak iddiasıyla birleşen bir otoritenin ortaya çıkması ve giderek ayrıcalıklı bir konum kazanmasıyla birlikte temelleri atılmış ve tarihsel süreçte gelişmesini sürdürmüştür. Devletin ortaya çıkış süreci, devletin işlevi hakkında gerekli verileri de sunar. İlkel topluluklarda, henüz artı ürünün olmadığı koşullarda ortaklaşa üretilenin birlikte tüketildiği ilk toplu yaşam ortamında kendiliğinden oluşan ilkel demokrasi, maddi üretim koşullarındaki değişmeyle birlikte ve belli bir süreç içinde bir kesimin yönetici olarak ayrışıp topluluk üzerinde ayrıcalıklı bir yaşamı ele geçirdiği “iğrenç bir aristokrasiye” dönüştü. O bir sınıf egemenliği aracıdır. Egemen sınıfların kendi çıkarlarını tüm topluma kabul ettirmek ve ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için oluşturdukları bir araç. Devlet örgütlenmesi, “toplumun hizmetkârlarının, “toplumun efendilerine” dönüşmelerini sağladı.
Engels, devletsizlikten devlete geçiş sürecini, devleti bir ihtiyaç haline getiren koşulları irdelerken şunları yazıyordu.
“Son olarak, gentilice örgütlenme, içsel çelişkiler bulunmayan bir toplumdan doğmuştu ve yalnızca bu nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç, hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Ama işte, iktisadi varlık koşulları bütünü gereğince, özgür insanlar ve köleler, zengin sömürücüler ve yoksul sömürülenler biçiminde bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; (öyle-ç) bir toplum ki, bu uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmıyor, tersine, onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunuyordu. Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve açık bir savaşımı içinde, ya da görünüşte uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa olsa iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilice örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu, toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine devlet geçti.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.174)
Demek ki devlet, toplumun gelişmesinin belli bir aşamasında; önlemekte yetersiz kaldığı çelişkilerden hareketle, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıflar halinde bölünmesi sonucu, toplumun ve toplumsal sınıfların, bu çelişkilerin yol açtığı çatışma içinde tahrip olup yok olmaması için, görünürde toplumun üstünde yer alan; çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güce ihtiyaç duyar. “İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.175)
Devlet böyle ortaya çıkınca, halktan ayrı bir kamu gücü de oluşturulur. Bu tür bir güç, silahlı adamlardan, hapishanelerden ve ceza kurumlarından oluşur. Bu gücün beslenmesi “devletin yurttaşlarının” sırtına ek yükümlülükler bindirir. Vergiler bu ihtiyaca karşılık düşen yükümlülüklerden birini oluşturur. Devlet gücünü oluşturanlar, “kamu gücünü ve vergileri toplama hakkını kullanan görevliler” toplumun üzerinde yer alırlar. Bunların otoritesi, “dokunulmazlık kazandıran yasalarla sağlama bağlanır.”

DEVLETİN İŞLEVİ
Devlet bir toplumsal örgütlenmenin en üst biçimi, bir güç örgütlenmesi, egemen gücü ifade eden siyasal bir aygıttır. Birey ve yurttaş olarak kişinin, devlet dendiğinde aklına ilk gelen şey, güç ve etkidir. Bu örgütlü gücün hangi işlevi yerine getirdiği ise milyonlarca işçi ve emekçi bakımından yeterince açık değildir. Aksine burjuva propagandası, burjuva devletin niteliği ve işlevini büyük ölçüde bulanıklaştırmış; devletle ilgili bir yanılsamanın kitleler içinde etkili olması sağlanmıştır.
Sınıf mücadelesinde ise, devletin işlevi, ne için var olduğu ve onun bir sınıfa (egemen ve sömürücü sınıf) ait oluşu, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından açıklık kazanmadıkça, sömürülenlerin mücadelesinin siyasal bir devrimle düzen sınırlarını aşması mümkün değildir. Devletin en kestirme tanımı, bir sınıfın egemenlik aracı, örgütlü baskı aygıtı olmasıdır. “Genellikle siyasi iktidar diye adlandırılan şey, bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı örgütlü gücünden aşka bir şey değildir.” (K. Manifesto)
Köleci devlet köle sahiplerinin, feodal devlet feodal aristokrasinin ve modern burjuva devleti de burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı oldular. Devlet her toplumda, üretim araçları mülkiyetine sahip olan sınıfın (ya da sınıflar) devleti olagelmiş ve bu sınıfın çıkarlarının baskıyla tüm topluma egemen kılınmasının aracı işlevini görmüştür.
Bürokratik militarist makine, toplum üzerinde, ancak toplum dışında olmadan, halk kitlelerinin iradesine karşı, ayrıcalıklarla donanmış bir aygıttır. Devamlılığını, ancak kitleler karşısında kazandığı ya da kazanacağı meşruiyetle sürdürebilir (Kuşkusuz şiddet eşliğinde ve gerektiği her zaman ve her yerde şiddeti eksik etmeden).
Devlet yapısı farklılıklar göstermekle birlikte, onun sınıf niteliği özünde hep aynı kalır. Biçimlerinin karmakarışık çeşitliliklerine rağmen, burjuva devleti daha fazla veya daha az kapitalistleşmiş modern burjuva temeli üzerine oturmuştur. Bu tüm burjuva devletlerinin ortak noktasıdır. Biçimsel yapı farklılığı, devletin, sınıf karakterini, bir sınıfın diğerleri üzerindeki egemenlik aygıtı olma özelliğini değiştirmez.
“Gerçekte ise” diyordu Engels, “devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından ezilmesi için bir cihazdan başka bir şey değildir, gerçekten de bu husus demokratik cumhuriyette, monarşide olduğundan daha az geçerli değildir; olsa olsa sınıf üstünlüğü için verdiği başarılı mücadeleden sonra miras olarak aldığı yeni, özgür toplumsal koşullarda yetiştirilmiş bir neslin, bütün devlet süprüntüsünü hurdalığa atabileceği zamana kadar, aynen Komün gibi, muzaffer proletaryanın, en kötü yanlarını derhal mümkün olduğu ölçüde budamak zorunda olduğu bir ifrittir.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz)
Bugünkü sistem, her ülkeye göre belli bir özgünlük taşımakla birlikte, birkaç yılda bir hâkim sınıfların hangi partinin (“üyesi”), ‘halkı parlamentoda temsil edeceği’ne ve baskı altında tutacağına karar verildiği genel seçimlerle gizlenen, burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanmaktadır. Ordu, polis ve bürokrasi, halkın baskı altında tutulması ve ezilmesinin araçlarıdır.
Burjuva devletinin gerçek yürütme gücü, ileri sürüldüğü gibi, parlamentoda görev verilen burjuva hükümeti değildir. Burjuva devleti, bürokratik askeri örgütü, polis gücü ve memur gruplarıyla toplumun gövdesini bir ağ gibi sarmıştır. Devlet işleri askeri-bürokratik cihaz aracılığıyla görülür. Hükümetler ise, halkın, ‘burjuva partisi’nin hangi kliği aracılığıyla aldatılacağı kararma uygun bir işlevi yerine getirmektedirler.
Parlamento, burjuva diktatörlüğünün incir yaprağıdır. Temsili kurumlar burjuva devlet yapısı içinde, daha çok biçimsel bir işlev görürler. Burjuva politikacıları, soyut sorunları öne çıkararak, kendiliğinden göze batan acil ve somut sorunların geriye atılması veya göz ardı edilmesini sağlamak için her aracı kullanırlar.
Merkezi hükümet, ordu, siyasi polis, bürokrasi, hepsi birlikte; ezilenlerin üzerindeki baskı gücünü, burjuva devlet iktidarını oluştururlar.
Burjuva devletinin “ulusun birliği” olduğu söylenir. Oysa devlet ulustan bağımsız, onun üstünde, “parazit nitelikte bir fazlalık” (Engels) biçiminde örgütlenmiştir. Bu tür bir devlet gerçekte ulusun yüküdür ve bu yükün yok edilmesi bütün bir halkın yararınadır.
Burjuva devlet aygıtı, bugün, teknik olanakları ve donanımıyla daha fazla “mükemmel”leşmiştir. Devlet gücü olağanüstü merkezileşmiş, devlet cihazı tekelci burjuvazinin artan egemenliğine uygun olarak daha fazla yetkinleşmiştir. Devlet makinası bütün kapitalist ülkelerde bürokratik askeri bir mekanizmadır.

DEVLET ÜZERİNDE BAZI TARTIŞMALAR VE DEVLETİN SINIF KARAKTERİNİN DEĞİŞMESİ
Devlet üzerine tartışmalar tarihin eski dönemlerine dek uzanır. Eflatun (Platon) başında “filozof kral”ın bulunduğu şehir devletini “erdemin en üst biçimi” sayardı. Ona göre halk, bilge düzeyinde olamayacağı için yönetim işlerinden uzak tutulmalıydı. Luther ve Hegel gibi, devleti tanrı iradesi katına yücelten, bu “ilahi irade”nin yeryüzündeki görünümü sayanlar olduğu gibi, “devletin bekası” sözleriyle sınıf çıkarlarına’ dokunulmazlık zırhı geçirenler de eksik olmamıştır. Hegel, devleti Tanrının, “mutlak Tin”in yeryüzündeki temsilcisi, tanrı iradesinin aracı sayardı. Ona göre en son ve en ideal devlet Prusya krallığı idi. Tarihsel gelişme böyle olmadığını tanıtladı. Prusya devleti, o “en ideal” ve “sonsuz” tarihin gerisine düştü ve aşıldı. Tarihsel hareketin önünü kesmeye çalışanların fazla şansı olmadı. Fukuyama’ya göre liberal kapitalizm, sonsuzca yaşayacak bir toplumsal sistem ve onun devleti de, yerine başkasının geçmesi olanaksız en ideal devlettir. Fukuyama böylece, liberal devleti bir bakıma tarihin sonu ve dünyanın tüm ulusları ve topluluklarının tek seçenekleri olarak sunar.
Devletin bu tür ele alınması, onun sınıf karakteri ve toplumsal işlevini gizlemeye hizmet etmiştir. Kuşkusuz devlet, toplumsal insanın “bir örgütlenme modeli”dir de. Toplum halinde yaşayan insanın yaşamına, üstten müdahalenin bir aracı. Kral ve imparatorlar, “devlet benim” dediklerinde bir biçimde gerçeği dile getiriyorlardı. Devlet kavramı, siyasal iktidarın sınıf dayanağından soyutlanarak “tüzel kişilik” kazanmasına bir korunak sağlamıştır. Burjuvazi bundan yararlanarak siyasal iktidarını gizleme, iktidarını tüm toplumun çıkarlarının zorunlu aracı ve doğal biçimi olarak sunma olanağı bulmuştur.
Ancak, devleti vazgeçilmez ve ebedi bir amaç olarak görenler, onun, toplum-üstü görüntüsünü, kesin sınıfsal muhtevasının örtüsü haline getirirken, bürokratik militarist aygıtın toplum karşısında kazandığı ayrıcalığı da kaçınılmaz ve zorunlu saymaktadırlar.
Burjuva propagandasına göre komünizm ve faşizm totaliter sistemler olarak devlete aşırı bir önem atfederken, liberalizm hoşgörülü, çoğulcu parlamenter sistemi ve demokratik bir devleti kurmuş oldu. Burjuva liberalizmi ve burjuva demokrasisinin sınırlılığının, biçimselliği ve ikiyüzlülüğünün, sınıf ilişkileri ve çatışmaları karşısında devletin oynadığı rol tarafından ve her seferinde yeniden kanıtlanması, bunun bir yalan olduğunu gösterir.
Burjuva politikacıları, yazar ve iktisatçıları, burjuva devletini, onun faşist ve “demokratik” biçimlerini savunur ve devletin tüm halkın hizmetinde olduğu yalanını sürdürürlerken, hemen her koşulda komünizme saldırmaya özel bir önem verirler. Gerici burjuva demagojisine göre, faşizm ve komünizm, kitleler için aynı ölçüde tehlikelidir ve bu tehlikeli akım ve devletler artık tarihe karışmışlardır.
Böylece onlar, hem tarihi çarpıtarak, hem de tekelci sermayenin tüm halk ve uluslara düşman faşist siyasal sistemi ile sömürü ve baskının, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalktığı gerçek bir özgürlük toplumu olan komünizm arasında zorlama bir bağ kurarak kitleleri aldatmaya çalışıyorlar.
Faşizmin tarihe karıştığı savı bir aldatmacadan ibarettir. Faşist devletlerin bir kısmı hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Güney Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde askeri diktatörlüklerin son birkaç yıl içinde yıkılması, bazılarında Pinochet türünden askeri faşist şefler geri çekilse bile kurdukları sistemin işlemeye devam etmesi, bu iddiayı yalanlayan kanıtlardır. Siyasal akım olarak ise faşizm bir tehlike ve tehdit olmaya devam ediyor. Belli başlı Avrupa ülkelerinin tümünde faşist ve Nazi güçleri gizli-açık örgütlenmelerini sürdürüyorlar. Faşizm, emperyalizmin demokrasi düşmanı siyasal gericilik eğilimi tarafından beslenmektedir. Bütün faşist diktatörlüklerin emperyalistler tarafından desteklendikleri, emperyalizm desteğinde ayakta kaldıkları, halkların büyük acılar pahasına edindikleri bir tecrübe oldu. Salt bu olgu bile emperyalizm ve tekellerin egemenliği sürdükçe, faşizm tehdidinin yok olmayacağını tanıtlar.
Komünizm, bir toplumsal sistem olarak kuşkusuz henüz yok. Ama işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin komünizme kadar genişleyeceği yönündeki düşüncelere maddesel temel oluşturan toplumsal gelişme, bu düşünceyi daha fazla güçlendirecek biçimde olgunlaşmaya devam ediyor. Komünizmin tarihe karıştığı yönündeki düşünce bir burjuva temennisidir. Tarih bugüne dek, komünizmin ancak alt aşamasına; kapitalizm tarafından kuşatılmış ve kaçınılmaz olarak – kapitalizmin etkilerinin var olmaya devam ettiği sosyalizme tanıklık etti.
Komünist bir “devlet” henüz tam olarak tarih sahnesine çıkmadı. Paris proletaryasının Komün deneyi saklı tutulduğunda, işçi sınıfının, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, burjuva diktatörlüğünü parçalayıp yıkması ve yerine kendi devrimci sınıf iktidarını kurması ve bu ülkelerde sosyalizmi inşaya girişmesi bu yönde atılmış bir ön adımdı yalnızca. İşçi sınıfının bu yöndeki çabası ve eylemi bir yandan uluslararası burjuvazi tarafından; diğer yandan komünist partisi içinde ortaya çıkıp yönetimi ele geçiren yeni bürokrat burjuvazi tarafından kesintiye uğratıldı. Ancak her şeye karşın, sosyalizm mücadelesi devam ediyor ve toplumsal gelişme burjuvazinin sonunu hazırlıyor.

BURJUVA DEVLETİ
Burjuva devletini fetişleştirenler, devletin sınıf karakterini, bir sınıfa ait oluşunu gizlemeye; onu tüm toplumun hizmetindeki bir araç olarak sunmaya özen gösterirler. Bunlara göre devlete mutlak itaat gereklidir. Devlet iradesi en üst, en yüksek yasa niteliğindedir ve ona uyulmalıdır. Bu görüş, ezilen sınıflara yapılmış bir boyun eğme önerisidir. Ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve kesimlere, burjuvazinin sınıf çıkarlarınca belirlenen siyasal iradesine tam bir teslimiyet isteğidir bu.
Burjuva devletinin, tüm toplumun çıkarlarının savunulması ihtiyacından doğduğu ve bu aynı ihtiyaç nedeniyle devamının gerektiği savı, bir burjuva yalanıdır. Burjuvazinin siyasal egemenliğinin temelinde, onun üretim araçları özel mülkiyetine dayanan ekonomik egemenliği vardır. Burjuva devleti, bugünkü üretim ilişkilerinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükselir ve onun görevi son tahlilde bu temel tarafından belirlenen tüm hukuki, felsefi, kültürel, ahlaki vb. ilişkilerin korunmasıdır.
Burjuva devlet, burjuvazinin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganında ifadesini bulan politik taahhüdünün, sınıf farklılıkları ve sınıf çelişkilerinin üzerini örten, bu çelişki ve farklılıkları uzlaştırma işlevini ezen ve sömüren sınıf yararına üstlenmiş bir araçtır. Modern sanayi toplumunun devleti, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumsal sistemin üst yapısını oluşturur. Bürokratik-merkezi yapısıyla hukuktan eğitime ve sosyal alana kadar tüm toplumsal ilişkileri düzenleme rolünü üstlenmiştir. Bu düzenlemeyi, modern burjuva devleti, doğal olarak kapitalistler sınıfı yararına; burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına uygun olarak gerçekleştirir. Kapitalist gelişme sürecinde ulus devlet olarak ortaya çıkması, burjuvazinin, “tüm ulusun temsilcisi” savıyla öne çıkmasını kolaylaştırmıştır. Ancak kapitalizmin tekelci aşamasında genel olarak burjuva sınıfın egemenliğinden tekelci burjuvazinin egemenliğine geçilmesi, devletin sınıf temelinde de daralmaya yol açmıştır.
Liberalizm yanlıları, burjuva devletin “demokratik” yapısına kanıt olarak yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasını gösterirler. Yasal çerçevede ve görüntüde böyle bir “ayrılma”nın olduğu doğrudur. Özellikle emekçi kitleler içinde bir yanılsama yaratmak, buna dayalı güven ve inandırıcılık sağlamak amacıyla bu görüntüye önem verilir. Ama bu yalnızca görüntüdedir. Daha da önemlisi, burjuva devlet örgütlenmesinde, toplumsal yapının “düzenlenmesinde” yasama ve yürütme değil; ordu, polis ve yargı esas kurumlan oluşturmaktadır. Kararlar ve planlar önce kulislerde, askeri ve siyasi karargâhlarda tezgâhlanır. Meclise görüntüyü kurtarma ve belirlenmiş çerçevede uygulamalara yasal meşruluk kazandırma görevi verilmiştir.
Burjuva diktatörlüğü, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale eder ve bunu “düzen sağlama” olarak gösterir. Burjuva hukuku ve yargı sistemi ise, üretim ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmayıp, egemen sınıfların çıkarları tarafından belirlenir. Hukukun tüm temel yasaları bu sınıfların çıkarları gözetilerek hazırlanır ve uygulanırlar. Türkçe “adalet mülkün temelidir” sözüyle ifade edildiği üzere, burjuva adaleti ile kapitalist özel mülkiyet sistemi arasında koparılamaz ve belirleyici nitelikte bir bağ vardır. Burjuva hukuk kurallarının çerçevesini çizen, burjuvazinin sınıf egemenliği ve bunun gerekleridir. Hukuksal eşitlik biçimseldir ve bu yasalara tam itaati sağlamayı ve kitle muhalefetini düzen sınırları içinde tutmayı hedefler. Sermayenin, özellikle de tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlenen ilişkiler, yargı sistemine de genel bir çerçeve çizer ve yargı, bu ilişkiler temelinde belirlenen hukuksal çerçevede burjuvazinin sınıf çıkarlarına uygun olarak işlevini yerine getirir.
Burjuva bürokratik militarist aygıtının özsel özelliğinin, devletin iç güvenlik, dış politika, savunma, yargı, vergi toplama, genel mali ve para politikalarını belirleme dışındaki alanlardan ve sağlık, eğitim, bilim, kültür, iletişim vb. alanlardan çekilmesi durumunda değişebileceği ve “demokratik ve sivil” bir toplum yapısının oluşturulabileceği yönünde, bazı burjuva politikacı ve iktisatçılarınca ileri sürülen ve bazı reformcu aydınlar tarafından da propagandası yürütülen düşünceler de doğru değildir. Bu tür düşünceler her şeyden önce, bürokratik militarist aygıtın toplumsal işlevini göz ardı etmekte, ya da bilinçli olarak görmezden gelmektedir.
Kapitalist sömürünün ve kapitalist rekabetin göz ardı edilmesiyle bu dayanaksız sav ileri sürülüyor. Bunlar, “yerel” ya da “yerinden yönetim” uygulamasıyla siyasal liberalizmin gelişeceğini varsayarak, ileri sürüyorlar ki, tarihsel sürecin kendisi bunun aksini tanıtlamaktadır.
Modern devletin yönetici kadrosu burjuva sınıfın ortak işlerini yürüten “bir komitedir. Burjuva devleti, kitlelerin çıkarlarına yabancılaşan ve tekelci burjuvazinin, borsa simsarlarının, tefecilerin çıkarlarının aleti olan, onların halk kitlelerini sömürmelerinin aracı olan örgütlü bir güçtür.
Burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtı aracılığıyla “sosyal barış” sağladığı da doğru değildir. Kuşkusuz burjuvazi (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi), sınıf çatışmasını kendi yararına bastırmak, proletaryanın devrimci kalkışmasını engellemek için “sosyal barış” propagandası yürütmekten, koşulları uygun gördüğünde bu yönlü kimi adımlar atmaktan, sosyal haklar alanındaki bazı uygulamalarla işçi ve emekçiler içinde, burjuva devletinin “tüm toplumun hizmetinde olduğu” izlenimi yaratmaya çalışmaktan geri durmamış; bu politikaya, sosyalizme set çekmek üzere özel bir önem vermiştir. Ama kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının acımasızca sömürülmesi ve yığınların baskı altında tutulması nedeniyle sosyal barış olanaklı değildir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına bağlı olarak günümüzde sınırlan iyice daralmış küçük bir azınlığın çıkarlarının tüm topluma egemen kılınmasının aracından başka bir şey olmayan devlet makinesinin, sınıf uyumu sağlama ve sınıf farklılıkları ve farklı sınıf çıkarlarının üstüne çıkma gibi bir işlevi de yoktur. Çünkü devlet, tüm toplumsal sınıflar karşısında, bu sınıflardan bağımsız bir oluşum değil; sömürücü egemen sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin aracıdır. Burjuvazinin, “sınıf ve zümre iktidarına karşı” söyleminin pratikte hiçbir değeri yoktur. Bu olsa olsa, ezilenleri aldatmak üzere başvurulan, ancak pratikte burjuva baskı makinesi tarafından sürekli boşa çıkarılan bir burjuva yutturmacası, bir demagojidir.
Burjuva demokrasisini “halk idaresi” olarak reklâm edenler, buna bir de “katılımcı demokrasi” perdesi asmaya; halk kitlelerine, ancak birkaç yılda bir kendilerini burjuvazi adına yönetecek düzen partilerinden birini seçme hakkı tanıyan genel oy sistemini demokrasi olarak göstermeye çalışıyorlar.
Oysa sınıflı toplumlarda, sınıfların politik örgütlenmesi ve politik tutumu, bu sınıfların üzerinde şekillendikleri üretim ve değişim tarzından; bunun oluşturduğu üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Aksine bütün üstyapı kurumları son tahlilde üzerinde yükseldikleri üretim, değişim ve bölüşüm ilişkileri tarafından belirlenirler. Üretim araçları mülkiyetinin tüm toplumun değil, ama azınlık burjuva kesimin elinde bulunduğu kapitalist sistemde, halk kitleleri parlamento seçimlerine katılmakla demokratik bir sistemi kurmuş olmamaktadırlar. Bu tür bir katılım, ancak burjuva sınıf yönetimine biçimsel demokratik bir görüntü sağlayabilir ve zaten burjuvazinin istediği de budur.
Burjuva propagandası, bugünkü devleti, maddi, sosyal ve kültürel olanakları ve birikimi “adil bir biçimde paylaştıran bir refah devleti” olarak gösterirken de aynı ikiyüzlülüğü sürdürür. Oysa bunun olanaksızlığı sosyal pratik tarafından her gün ve her saat yeniden tanıtlanmaktadır. Adil paylaşım bir yana, insanca yaşam için mücadele edenlerin, hain ve bozguncu olarak ilan edildiği ve şiddetle bastırıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Burjuva devletinin bugünkü yapısı ve niteliği, onun gördüğü işlev, sermaye tekeline uygun olarak, -bütün burjuvazinin çıkarlarını kollamakla birlikte-, tekelci sermayenin çıkarlarıyla uyumlu hale gelmiştir. O, bugün, gerçekte tekelci bir azınlığın oligarşik diktatörlüğüne dönüşmüştür ve kaçınılmaz biçimde toplumsal dayanakları daha fazla daralırken, baskıcı niteliği artmıştır.

KAPİTALİZM, KENDİSİNİN VE BURJUVA DEVLETİN SONUNU HAZIRLAR
Kapitalist üretimin genişleyen yeniden üretim sürecinde, kapitalist toplumun sonunu hazırladığını; proletaryanın şahsında kendi mezar kazıcısını yarattığını, Marx ve Engels, kapitalist ekonominin tahlili ile ortaya koydular. Onlar, sermayenin yok oluşunu hazırladığını, sermayenin birikiminin, küçük üreticinin mülkten arınmasına; dolaysız üreticinin mülksüzleştirilmesine, yani kişisel çalışmaya dayanan özel mülkiyetin yıkılmasına dayandığını gösterirlerken, sürecin burada kesilmediğini, üretim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler ile emek-gücünün sahibi proletarya arasındaki çelişkinin, bütün önlemlere ve genişleyen yeniden üretimin yol açtığı tüm değişikliklere karşın, kapitalizmi yıkıma sürüklediğini de ortaya koydular. Kapitalist gelişme bir yandan bireysel emek araçlarına sahip emekçiyi bu araçlardan ayırarak, onun emek araçlarını sermaye durumuna; emekçinin kendisini de proletere dönüştürürken, diğer yandan iş bölümü ve rekabet sonucu, emekçiyi sömüren kapitalistlerin bir kesimini de topraktan ve diğer üretim araçlarından ayırarak, onları mülksüz sınıfların içine iter.
Marx, bundan sonraki süreci şöyle açıklamaktadır: “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. İş sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Kapital 1. cilt; sf. 782)
Gelişmenin, tarihsel ve materyalist özetidir bu. Toplumsal gelişmenin yasaları uyarınca, henüz ortaya tüm verileriyle çıkmasa da, ön verilerden hareketle sermaye tekelinin, sermaye düzeninin çanını çalacak koşulları yaratacak biçimde gelişmekte olduğunun ortaya konmasıdır. Sermaye tekelinin, uluslararası alanda ulaştığı bugünkü düzeyini, onun yok oluşunun yaklaşmasına değil de, kapitalizmin yıkılmazlığı ve sonu gelmeyen bir toplumsal sistem olmasına yoranlar, eğer alık değillerse, bilinçli şarlatanlardır. Üretim araçlarının, üretimin ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalizmin temel çelişmesini, onun kapitalist kabuğunu parçalama noktasına dek geliştirmiş, keskinleştirmiştir.
Engels’in deyişiyle, “Marx, yalnızca tarih aracıyla tanıtlar.” Bireysel küçük işletmenin evriminin küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmelerinin koşullarını yaratması gibi; kapitalist üretim biçimi kaçınılmaz şekilde kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları öylece yaratmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları yaratması, bununla bağlantılı biçimde burjuva diktatörlüğünün parçalanması, yıkılması ve yerine proletaryanın sınıf iktidarının; proletarya diktatörlüğünün kurulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması burjuva diktatörlüğünün toplumsal temelini daraltmış ve onun yıkılışını kolaylaştıran bir etken haline gelmiştir.
Kapitalizmin durmaksızın işleyen iç yasaları ve sömüren ile sömürülen sınıflar arasındaki çelişki, kapitalizmin sonunu hazırlayan toplumsal temeli ve bu ten\el üzerinde harekete geçerek, sömürücü egemen sınıfa son darbeyi vuracak devrimci sınıfı hazırlar. Üretimin toplumsal karakteri ve üretici güçlerin kapitalizm koşullarında gelişebileceği yere kadar büyük bir artış göstermesi, üretim araçlarının özel mülkiyetini giderek daha fazla gereksizleştirir. Kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin daha ileri düzeyde gelişmesinin engeline dönüşür. Bu engelin parçalanması, üretici güçlerin gelişmesinin önünün açılması; üretimin toplumsal karakterine uygun biçimde, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetinin sağlanması bir zorunluluk haline gelir. Onları mülkiyetinde tutan sömürücü sınıf, toplumsal gelişmeyi sınırlayan, toplumun sırtında yük oluşturan gereksiz bir güç haline gelmiştir. Ondan kurtulmak toplumsal bir ihtiyaçtır artık. “Ekonomik evrim, ayrıklamasız ve acımasız kendi yolunu açar”ken, kapitalist sınıfın yok oluşunu hazırlar ve bununla birlikte onun siyasal sınıf egemenliğinin, onun aracı olan devlet makinesinin kırılıp yok edilmesinin koşullarını da olgunlaştırır.
Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti arasındaki çelişki, kendini sınıfsal planda, proletarya-burjuvazi çelişkisi olarak gösterir. Üretimin toplumsal karakteri, üretim araçları mülkiyetinin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini bir ihtiyaç haline getirir ve dayatır. Tekelci ve kapitalist devlet mülkiyeti bu ihtiyaca karşılık olmak üzere gündeme girer. Burjuva devleti, önemli tüm ekonomik sektörlerde merkezi bir tekel konumuna gelir.
Kapitalizmin özel ürünü olarak tarih sahnesine çıkan, kapitalist üretim sürecinde zorunlu olarak birlikte çalışmayı ve yaşamayı öğrenen proletarya, örgütlü mücadele içinde deneyim kazanmış bir sınıf olarak, toplumun sırtındaki asalak burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini ortadan kaldırmalıdır!
“Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. Devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini, önce, posta, telgraf, demiryolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.
Eğer bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe, işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, onları da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.
Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak kapitalist bir makinedir; kapitalistlerin devleti, soyut kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.” (age, sf. 441)
Proletarya, üretim araçlarını toplumsal mülkiyete geçirerek, kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının ilk ve en önemli adımını atar. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ifade eden bu adım, emek ürünlerinin, üretim araçlarının ve toprağın “toplumsal mülkiyet temeli üzerinde” herkesin (her bireyin) mülkiyeti haline gelmesidir bu. Artık herkesin yeteneği ölçüsünde üretime katılması, zihni-entelektüel ve fiziki gelişme olanaklarını bulmasının toplumsal temeli yaratılmıştır. Marx’ın deyişiyle bu yeni toplum, “ortak üretim araçlarıyla çalışan ve tasarlanmış bir plana göre, çok sayıdaki bireysel güçlerin tek ve aynı bir toplumsal emek-gücü olarak harcayan bir özgür insanlar birliği”dir. Yeni ve sömürüşüz toplumun kurulması, bir sınıf egemenliği aracı olarak işlev gören eski tür bir devleti de gereksizleştirmiş, devlet, proletaryanın elinde, yeni toplumu inşada düşmanına karşı bir baskı aracı olarak kullanacağı ve sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasıyla birlikte sönüp yok olacak yeni tür bir devlet işlevi kazanmıştır.

DEVLET GERÇEĞİ VE SONUÇ
Devlet, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi ihtiyacından doğan, ancak zamanla toplumun çoğunluğuna karşı, azınlık bir kesimin çıkarlarını savunmanın aracı olarak şekillenen bir örgütlenmedir. Devlet toplum için değil, bir sınıf için; üretim araçları mülkiyetini ellerinde tutan sınıfın çıkarlarını toplumun geri kalan çoğunluğuna karşı korumak için vardır. Devleti oluşturan askeri-siyasi-mali bürokrasi ayrıcalıklarla donanmış bir kast olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kast, ekonomiden politikaya, sosyal yaşamdan kültürel hukuksal alana kadar tüm toplumsal yaşam üzerinde zora dayalı bir denetim kurmuştur. Burjuva devleti, bütün işi “yönetme” olan profesyonel idareciler kastını toplumun üzerine çıkarmıştır. Egemen sınıf adına bu kast tarafından tüm toplum siyasal-askeri baskı altında tutulur.
Bugün burjuva devleti, bağımlı ve geri ülkelerde, aynı zamanda uluslararası mali sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin bu ülke halklarını sömürme ve egemenlik altında tutmalarının aracı ve dayanağı durumundadır. Emperyalist gericiliğin uluslararası baş jandarması ABD, İkinci Savaş sonrasından başlayarak hemen tüm kapitalist ülkelerde yarattığı kontra örgütlenmesiyle, işbirlikçi burjuvazinin sınıf egemenliğine uluslararası bir dayanak sağlamaktadır. Sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, bağımlı ülkelerde, burjuva “ulusal” devleti bir kuklaya dönüştürürken, bu devletlerin içte halk kitlelerine karşı, sermayenin “enternasyonal” gücünden yararlanmasını da olanaklı kılmaktadır.
Üretimin toplumsal karakterine uygun olarak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasıyla; üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki uyum temeli üzerinde, sömüren ve sömürülen sınıf olarak sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok olmasıyla; bununla birlikte, baskı altında tutulacak bir gücün kalmaması ve çalışmanın bir yaşam zevki haline gelmesi ve herkesin gereksinimi kadar tüketmesini olanaklı kılan üretim bolluğunun gerçekleşmesiyle, devlet de gereksizleşecektir. Sınıf ayrılıkları kalkıp, bütün üretim toplumun elinde toplandığı zaman “devlet gücü siyasi karakterini kaybeder.”
Sınıfların ortadan kalkmasına geçiş için “devletin ihtilalci amaçlarla kullanımı (proletarya diktatörlüğü, eski mekanizmayı parçalamak; burjuvazinin direncini ezmek; bütünüyle demokratik mahalli idareleri silahlanmış ve merkezileşmiş proletarya vasıtası ile birleştirmek ve birbirine bağlamak)” gerekmektedir. (Lenin)
Proletarya devleti, devletten devletsizliğe geçişi ifade eder. İlk kez o, toplumun büyük çoğunluğu için demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirir ve devletin giderek sönmesinin koşullarını hazırlar. “Komünist toplumun gelecekteki devleti” (Marx), artık gerçek anlamda bir devlet değildir.
Proletarya hazır devlet cihazını teslim alıp kullanamaz. Aksine o, mevcut burjuva devlet cihazını parçalayarak, kendi demokratik devletini; yani proletarya diktatörlüğünü kurmadan, sınıf egemenliğini gerçekleştiremez. Kapitalizme ve burjuvaziye karşı zafer için, burjuva “bürokratik askeri cihazı parçalamak”, işçi sınıfının ilk büyük devrimci girişkenliğinden bu yana, her gerçek halk ihtilalinin ön koşulu haline gelmiştir.
Engels, proletarya devletinin, sömürücü sınıfların devletinden farkını belirtirken şunları yazıyordu: “… Sadece mücadelede, ihtilal sırasında, sınıf düşmanlarını zorla baskı altında tutmak için kullanılan, geçici bir kurumdur ve özgür halk devletinden bahsetmek tamamen saçmadır. Proletarya devleti henüz kullandığı sürece (altı Engels tarafından çizili), onu özgürlük için değil, fakat kendi düşmanlarını sindirmek için kullanır ve özgürlükten bahsetmek mümkün olur olmaz, bu sıfatı ile devletin varlığı son bulur. Bu yüzden her yerde devlet sözcüğünü Fransız sözcüğü ‘Komün’ün anlamını yeterince taşıyabilecek güzel ve eski bir Alman sözcüğü olan Gemeinwesen ile değiştirmeyi teklif edeceğiz.” (Engels’ten aktaran ve altını çizen Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 30) Lenin, “proletaryanın parlamenter değil, fakat ‘çalışan, yasama ve yürütme yetkisi olan’ temsili organlarının yaratılması”ndan söz etmektedir.
Komün, proletaryanın devlet iktidarının, onun sosyalist cumhuriyetinin “bir biçimi” idi. Diğer bir “özel biçim” Sovyetler olarak ortaya çıktı. Komünün yaptığı işler, proletarya devletinin gerçekte nasıl bir örgütlenme olması gerektiği hakkında önemli bir deneyim sağladı ve işçi sınıfının büyük düşünürleri, bu deneyden hareketle proleter devlet teorisini geliştirdiler. Buna göre; a) daimi ordunun kaldırılması, yerini silahlı halkın alması, tüm halkın silahlı gücünün seferber edilmesi, b) kamu işlerinin, doğrudan halk tarafından seçilen, görevinden sorumlu ve gerektiği her an görevinden geri alınabilen görevlilerce yürütülmesi; c) bütün görevlilerin işçilerle aynı ücreti almaları, “üst makam”dakilerin ayrıcalıklarının kaldırılması, adli işlerin özel bir ayrıcalık olmaktan çıkarılması ve böylece ayrıcalıklı bir durumun doğmasına izin vermeme, mevki avcılığı ve kariyerizmin engellenmesi böyle bir devlet örgütlenmesinin koşulu idi.
Burjuvazi, proletaryanın ihtilalci girişkenliğini engellemek için, yalnızca şiddete başvurmaz, bununla birlikte, “hasmı arka tarafından yıpratabilmek için hazırlanmış bir strateji uygular.”(Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 65) Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, 1831 Lyon ayaklanması ve ardından 1848 Paris ayaklanmasıyla yeni bir sürece girdi. Büyük sanayideki gelişmeyle birlikte, bu çelişki Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuvazinin ve burjuva iktisadının sermaye ile emek; burjuvazi ile proletarya arasındaki eşitlik üzerine ve özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu sağlanacağını ileri sürdüğü “evrensel uyum” ve “evrensel refah” üzerine öğretileri, bizzat bu çelişme tarafından gitgide daha açık biçimde yalanlanıyordu. Gerçek böyleyken, burjuvazinin sınıf sözcüleri, işçi sınıfından ve burjuvaziye karşı mücadelesinden söz edilmesini, sisteme karşı işlenmiş bir suç saymaktaydılar. Bu propaganda yeni unsurlarla desteklenerek bugün de sürdürülüyor.
Proletaryanın öncü kesimleri, proletarya devrimlerinin deneylerini, proletaryanın “ilk teşebbüslerinin yetersizliklerini” dikkatle incelemek zorundadırlar. Kapitalizme karşı mücadelenin başarıyla sürdürülmesi ve kesin zafer için bu gereklidir.
Proletaryanın, sınıf düşmanına karşı başarılı bir ihtilali hazırlayabilmek için tarihinin bilincini de edinmesi gerekmektedir. Bu ise, sınıf mücadelesinin, doğanın ve toplumsal hareketin yasalarının bilgisinin yanı sıra, burjuvaziye karşı mücadelesinde aldığı yenilgileri de doğru biçimde irdeleme gücü göstermesine bağlıdır. Burjuvazi, sınıf iktidarı için hiçbir barbarlıktan geri kalmayacağını Paris Komünü sırasında gösterdi. Sonrasında da gelişen ve gerçekleşen her halk devrimine karşı sermayenin uluslararası tüm güçleri birleşik bir saldırı yürüttüler.
Uluslararası mali sermayenin emrindeki ideologlara; burjuva tarihçileri ve politikacılarına bakılırsa, işçi sınıfının ve sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin ebedi yenilmezliği ve son toplumsal sistem olduğunu tanıtlamıştır! “Sınıfsız ve sömürüşüz toplum” özleminin bir hayal olduğu üzerine alçakça propaganda yürütenler, yeni bürokrat burjuvazinin, “işçi sınıfı adına”, ancak burjuva bir kastın egemenlik aracına dönüştürdüğü “sosyalist devleti” kanıt olarak göstermektedirler. Elbette Marksist teoride öngörülen sosyalist proletarya diktatörlüğünün Kruşçevci bürokrat burjuva diktatörlüğünden farklı olduğunu, burjuvazinin bu uşakları da bilirler.
İşçi sınıfının Sovyetler Birliği deneyi ve sosyalizmin inşa pratiğinden çıkaracağı sonuç ise, kuşkusuz farklıdır: Toplumsal zenginliğin üreticisi sınıf olarak proletarya, sömürünün tasfiye edildiği bir toplumsal sistemi kurabileceğini ve buradan, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı ve herhangi bir baskı örgütlenmesine gereksinimin kalmayacağı komünizme varma olanağının bulunduğu sonucunu çıkarmazsa, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinde kesin zafere ulaşamaz.
Bütün saldırılara karşın, proletarya (kır ve şehrin diğer emekçilerini de yanına alarak), burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü parçalayarak, onun iktidarını yıkmış ve yöneten bir sınıf olarak örgütlenerek yeni bir devleti (proletarya diktatörlüğü) ve yeni bir toplumu (sosyalizm) kurabilmiştir. İşçi sınıfı, bunu başaracak güce ve yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir. O halde, proletaryanın tüm ülkelerdeki kolları, Sovyetler Birliğinde yaşananın kendi tarihleri olduğunu bildikleri ve ondan öğrendikleri oranda ileriye doğru yürüyeceklerdir.
Politik sınıf ilişkilerinin esasını iktidarın kimin elinde olacağı ve nasıl kullanılacağı oluşturur. Özel mülkiyetin üzerinde yükselen politik bir sistemde, bu sistem ne denli “demokratik” olursa olsun, “adil bir paylaşımı” ve hukuksal alanda “eşit haklar” olanaklı değildir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanlar, bu mülk sahipliğini sürdürmeyi esas amaç olarak benimsemişlerdir. Devletin tüm kurumları; ordu, polis, yargı ve diğerleri; tümü tekelci kapitalist azınlığın yararını korumakla görevlidirler. Devlet yetkililerinin, işçi ve emekçi kitlelerden sürekli fedakârlık istekleri nedensiz değildir. Onlar tekelci sermayenin işlerinin yürütücüleridir. Ayrıcalıklı durumlarını sürdürmek için bugünkü sömürü düzenini koruyan siyasal aygıtın ayakta kalmasını isterler. Halk kitlelerinden ve tek tek bireylerden, devlete mutlak biçimde itaat istenerek; “devletin ezelden ebede bir doğal otorite olduğu” sanısı yaratılarak, bu ilişki tarzı ve sömürü sistemi sürdürülmeye çalışılıyor.
Bugünün en önemli taleplerinden biri de bütün devlet görevlilerinin, halka karşı, yaptıkları her işten sorumlu tutulmaları ve işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmalarıdır. İşçi sınıfının ileri kesimleri başta olmak üzere, proletarya ve emekçi kitleleri, burjuva diktatörlüğünün sınıf düşmanı karakteri ve işlevi hakkında tam bir netliğe ulaşmadıkça, burjuva ideolojik-politik kuşatmayı aşmaları oldukça zordur. Her somut durumdaki toplumsal gelişmeleri ve sınıf ilişkilerindeki değişmeleri doğru değerlendirmek ve buna uygun ve hareketi ileriye götüren siyasal taktiklerin başarıyla uygulanması da ancak bu durumda mümkün olabilecektir.
Gördük ki, her devlet bir sınıf devletidir. Kapitalist toplumda devlet, hangi biçimi alırsa alsın ve hangi ad altında iş görürse görsün, o gerçekte işçi ve emekçiler üzerinde, burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazinin) baskı ve egemenlik aracıdır. Proletarya, kendisiyle birlikte tüm toplumu sömürüden ve baskıdan kurtarmak için öncelikle bu baskı makinesini kırıp-parçalamak zorundadır. Devlete sahip çıkma ve devleti tüm topluma ait sayma anlayışları her şeyden önce işte bu gelişmeyi engelleme amacı taşımaktadır.

Mart 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑