“Bu küçük kitapçık koca koca ciltler ağırlığındadır. Onun ruhu, bugüne kadar uygar dünyanın bütün örgütlü ve mücadele eden proletaryasını canlandırmakta ve harekete geçirmektedir. (…) Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği, sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın -yeni komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar.” (Marx, Engels, Marksizm- Lenin)
Bilimsel sosyalist teorinin kurucuları ve dünya proletaryasının ölümsüz öğretmenleri Marx ve Engels’in bundan tam yüz elli sene önce kaleme aldıkları “Komünist Parti Manifestosu”nu, Lenin işte bu sözlerle değerlendirir.
1998 yılı, işçi sınıfı ve ezilenlerin ileri unsurları ile onların politik parti ve örgütleri tarafından, dünyanın dört bir yanında “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 150. yılı olarak kutlanacak. Şimdiden onlarca toplantı, panel, konferans vb. düzenlendi ve daha yılsonuna kadar gerçekleştirileceği ilan edilmiş yüzlerce etkinlik var. Yayınlanışı üzerinden bir buçuk asırlık bir süre geçmiş olan ‘Komünist Parti Manifestosu’, yaklaşık otuz sayfalık kısa bir broşürdür. Ama insanlık ve düşünce tarihine, damgasını kuvvetle ve kesinlikle vurmuş eserler arasındaki yerini almıştır. Yayınlandığı dönemde Manifesto’yu coşkuyla selamlayanların ve hemen sahiplenenlerin sayısı, bizzat Engels’in kendi deyimiyle “hiç de fazla” değildi. Ama aynı Engels, Manifesto’nun 1888 tarihli baskısına yazdığı önsözde şunları söylüyordu : “Bugün o, hiç şüphe yok ki, bütün sosyalist literatürün en yaygın, en enternasyonalist eseri, Sibirya’dan Kaliforniya’ya kadar milyonlarca işçinin kabul ettiği ortak bir programdır.” (Engels, İngilizce baskıya önsöz)
Manifesto’da çarpıcı bir açıklıkla ortaya konan geleceğin toplumuna ilişkin teorik öngörüler, sadece ‘kabul edilen bir program’ olmaktan çıktı ve 1917 büyük Ekim Devrimi ile birlikte yeryüzünün altıda birini kaplayan en büyük devletinde ve kısmen de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan halk demokrasilerinde gerçekliğe dönüşerek zafere ulaştı. Ve kapitalist dünyanın tümünde proletaryaya yol gösteren ışık oldu. Aradan 150 yıl geçtikten sonra bugün de ışık olmaya ve karşıdevrimin anti-komünist saldırganlığına, demagoji ve yaygarasına rağmen, dünyanın dört-bir yanında bir eylem kılavuzu olarak ön saflarda dalgalanmaya devam ediyor, ileri işçiler ve ezilenlerin uyanan kesimleri tarafından sahipleniliyor. Çöken, iktidardaki modern revizyonizmin harabeleri altından yeniden doğrulmaya başlayan Rus işçilerinin, hemen ilk elde Marx, Lenin ve Stalin’e sarılmaları, Fransa’da iki yıl önce burjuvaziye ve hükümetin kapitalist saldırı planına karşı nispeten uzun süre direnme tutarlılığı gösteren proletaryanın ileri bölüklerinin, Marx posterleri ve Enternasyonal marşı eşliğinde yürüyüşe geçmeleri; bunun yakın dönemdeki birçok örneğinden en çarpıcı olanlarıydı! Burada önemli olan nokta, elinde kâğıttan ya da bezden yapılmış bir tasvir taşımış olmak değil, Marx’ın ve Marksizm’in teorisinin kapitalist barbarlığa karşı mücadelede yol gösterici tek kılavuz olduğunun bir kez daha hatırlanmış ve hatırlatılmış olmasıdır.
‘Manifesto’nun gösterdiği enternasyonalist yoldan ilerleyen Uluslararası Komünist Hareket mensubu parti ve örgütler de, kısa bir süre önce (Kasım 1997) Almanya’da gerçekleştirdikleri uluslararası konferansta, bu geleneğe sadık kalarak “Komünist Parti Manifestosu”nun 150. yılı dolayısıyla bir dizi etkinlikler tertiplemeyi kararlaştırdılar. Bunlardan en anlamlısı, Manifesto’nun bir giriş yazısıyla birlikte birçok dilde yeniden basılması ve yaygın olarak dağıtılmasıdır.
Öte yandan, bir buçuk yüzyıldan beri sayısız burjuva “teorisyen”, Manifesto’ya ve onun evrensel bildirisine karşı beyhude bir saldırı içerisinde olmaya devam ettiler. Dünyanın dört bir yanında ‘Manifesto’nun yasaklandığı ve mesajının ağza alınmasının dahi engellendiği karanlık dönemler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ama ona saldırmaya cüret edenler tarihte hak ettikleri çöplüğü bulur ve unutulmaya yüz tutarken, “Manifesto”nun kendisi gençliğinden ve geçerliliğinden hiç bir şey yitirmedi. Böyle olmasının sırrı, sadece yazarlarının birer dahi olmasında yatmıyor kuşkusuz. Marx ve Engels’in teorisi, ona can veren iki büyük insanın zekalarının ötesinde, modern toplumun gelişim yasalarından çıkmış ve geleceği temsil eden toplumsal güçlerin çıkarlarına hizmet ediyor olmasındandır. Ona karşı durmaya yeltenmiş olanların ortak özelliği ise, çürüyüp yok olan sınıfların umutsuz direncini yansıtmış olmaktır. Ama tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmenin imkânı yok!
‘MANİFESTO’YU ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL KOŞULLAR
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı kapitalist büyük ölçekli sanayinin, öncelikle İngiltere başta olmak üzere Avrupa çapında hızla gelişmeye başladığı dönemdir. Kapitalist gelişme yoluna diğerlerinden çok önce giren İngiltere’de bu ilerlemenin kökleri, buhar makinesinin, dokuma ve eğirme makinelerinin icat edilip kullanılmaya başlandığı, bir önceki yüzyıla dayanıyordu. “Buhar ve makine, sınai üretimi devrimcileştirdi. Manifaktürün yerini büyük modern sanayi, sanayici orta tabakanın yerini sanayici milyonerler, tüm sanayi ordularının şefleri, modern burjuvalar aldılar.”‘(Komünist Manifesto) Büyük ölçekli modern sanayi geliştikçe, proletarya da sayısal olarak büyüdü. Belirli merkezlerdeki kapitalist yoğunlaşma, proletaryanın büyük kitleler halinde bir araya gelmesinin koşullarını da yarattı ve kapitalist zenginliğin artışına paralel olarak işçilerin sömürülme dereceleri de arttı.
İşçi sınıfının aşırı sömürülmesi, belirli merkezlerde toparlanması ve büyümesi süreci aynı zamanda, işçilerin tek tek bireyler olarak patronlara karşı mücadelesinin yerini, giderek sınıf halinde kapitalistlere karşı mücadelesine bırakması sürecidir de. 1831’de Fransa’nın Lyon kentindeki ipek işçilerinin grevleri, işçi sınıfının ilk bağımsız ayaklanmasıdır. 1848’e kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık süreçte, Avrupa’nın değişik ülkelerinde benzer grev ve ayaklanmalar birbirini izledi. İngiltere’de yıllara yayılarak süren ve işçilerin kapitalistlere siyasal iktidardan reform talep etmeye kadar genişlemesinin ifadesi olan Çartist hareket, Prusya’da Silezya dokuma işçilerinin grevleri, bunların en önemlilerinden bazılarıdır. Ama Lyon’da ayaklanan ipek işçileri örneğinde olduğu gibi, bu hareketler her ne kadar patronlara karşı işçi sınıfının bağımsız eylemleri idiyse de, henüz kapitalist sistemin bizzat kendisini hedefleyen hareketler olmaktan uzaktılar. Lyon işçileri patronlara karşı elde silah direnirken, anayasaya ve krala ise bağlılıklarını ilan ediyorlardı. İşçi sınıfının doğrudan doğruya kapitalist sisteme ve burjuvaziye karşı adına layık ilk bağımsız ayaklanması, 1848 Paris işçi ayaklanmasıdır. Haziran’da Paris işçileri yenilgiye uğratıldıklarında 1848 devrimi de sona ermişti. Çünkü Şubat devriminin meyvelerini her ne kadar burjuvazi toplamış olsa da, devrimin temel direği ve dayanağı işçi sınıfıydı.
İşçi hareketi, eyleminin şiddet derecesi ve yaygınlığı ne olursa olsun, henüz kendiliğinden bir hareket olmanın ötesine geçememişti. İşçi sınıfı henüz kendisini sömüren ve ezen sistemin işleyiş yasalarının bilgisine ulaşamamış, kendisinin ve kendisiyle birlikte bütün toplumun kurtuluşu davasında kendi sırtına yüklenmiş olan tarihi sorumluluğun yeterince ayırtına varamamıştı. İşte bu koşullarda, mevcut durumu eleştiren, kapitalist sistemin kimi zamanlar şiddetli ve etkili bir eleştirisini de içerisinde taşıyan ütopik alternatiflerle ortaya çıkan sosyalist teoriler türedi. 19. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran ütopik sosyalistler içerisinde en tanınmış olanları, Fransa’da Saint-Simon ve Fourier, İngiltere’de de Robert Owen idi. Fakat ütopik sosyalistler, kapitalist toplumun gelişim yasalarını tahlil edip çözebilecek ve işçi sınıfının devrimci misyonunu tespit edebilecek durumda değillerdi. Onların esas çabası burjuvalar arasında, aşırı sömürü cenderesine sıkıştırılmış işçi sınıfının dayanılmaz yaşam koşullarına acıma duyguları uyandırabilmek ve sömürünün derecesini azaltmak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, değişik sosyalizm akımlarının içerisinde bulundukları teorik karmaşaya bir son vermek ve işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini atmak şerefi Marx ve Engels’e ait olmuştur.
Bu bilimsel dünya görüşünün en yalın ve özlü ifade edildiği eser olarak ‘Manifesto’nun ilk baskısı 1848 Şubatı’nda Londra’da Almanca olarak yayınlandı. Marx ve Engels bir yıl kadar önce “Adiller Birliği”ne üye olmuşlardı. 1836’da Paris’te Alman mülteciler tarafından kurulan ve daha sonra da merkezini Londra’ya taşıyan “Birlik”, değişik uluslardan devrimcileri saflarında barındıran, ütopik ve eşitlikçi komünizm savunucusu gizli bir örgüttü. Marx ve Engels’in, temellerini atmaya başladıkları teorinin etkisi ve yönelttikleri eleştirilerin isabetliliği, bu örgütü onlara yaklaştırır ve Birliğin üyelik teklifine olumlu yanıt verirler. “Adiller Birliği”, Marx’ın dolaylı, Engels’in de bizzat katıldığı ilk genel kongresini Haziran 1847’de Londra’da gerçekleştirir. Örgütün tümüyle demokratik temeller üzerinde yeniden inşası ve adının “Komünistler Birliği” olarak değiştirilmesi de bu kongrede kararlaştırılır. “Komünist” tanımlamasıyla ilgili olarak Engels, daha sonraları şunları söyleyecektir: “(…)1847’de sosyalist denilince bir yanda, çeşitli ütopyacı sistemlerin savunucuları olan ve her ikisi de tekkeden ibaret olma durumuna indirgenen ve gittikçe ölmekte olan, İngiltere’deki Owen’ciler, Fransa’daki Fourier’ciler; öte yanda bir sürü palavrayla sermayeye ve iktidara hiçbir zarar vermeden her türlü sosyal bozukluğu ortadan kaldırmayı vaat eden çok çeşitli sosyal şarlatanlar, her iki halde de işçi hareketi dışında olan ve ‘eğitilmiş’ sınıflardan medet uman kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının, salt politik altüst oluşun yetersizliğine inanmış ve toplumun topyekûn dönüşmesinin gerekliliğini talep eden her bir kesimi o zamanlar kendisine komünist diyordu. Bu kaba, yontulmamış, saf içgüdüsel bir tür komünizmdi. Ama yine de en önemli noktaya değiniyordu ve işçi sınıfı arasında, Fransa’da Cabet’nin, Almanya’da Weitling’in ütopyacı komünizmini doğurmaya yetecek kadar güçlüydü. Böylece 1847’de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi sınıfı hareketiydi. (…) Biz ta başından itibaren ‘işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır’ görüşünde olduğumuzdan, bu iki addan hangisini alacağımız konusunda bir tereddüdümüz yoktu. Üstelik o zamandan bu yana, onu terk etmeyi asla aklımıza bile getirmedik.”(Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına önsöz)
Komünistler Birliği’nin ikinci kongresi, aynı yılın Aralık ayı başında gerçekleştirildi. Marx ve Engels, sundukları tezlerin oybirliğiyle kabul edilmesi üzerine, kongre tarafından “partinin teorik ve pratik programını” hazırlamakla görevlendirildiler. İşte “Komünist Parti Manifestosu” böylece ortaya çıkmış oldu. Manifesto’nun yayınlanış tarihi, (Şubat 1848, yani kongreden yaklaşık iki ay sonra) işe hemen girişmiş olduklarını ve programa temel teşkil eden tezlerin zaten önceki yıllarda yürüttükleri teorik mücadele içerisinde oluşmuş olduğunu gösteriyor.
MARKSİST TEORİNİN İNŞASI
Marx ve Engels daha 1848’den evvel, kendilerinden önceki bütün büyük düşünürleri ve düşünce akımlarını derinlemesine bir eleştiri süzgecinden geçirmiş bulunuyorlardı. Bilimsel verilerle doğrulanan felsefenin materyalizm olduğunu ilan ettiler ve diyalektik materyalist teorinin esasını inşa ederek dev bir adım attılar. Lenin, Marx’m tarihsel materyalizminin, “bilimsel düşüncenin tarihteki en büyük kazanımı” (Marksizm’in Üç Kaynağı) olduğunu söyler. Marx ve Engels’in temel önemdeki eserlerinden bazıları ‘Manifesto’dan önce yayınlanmıştı. İkisinin ilk ortak eseri olan “Kutsal Aile” 1844’de, Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” 1845’de ve Marx’in “Felsefenin Sefaleti” 1847’de yayınlandı. “Ücretli Emek ve Sermaye”, “Alman İdeolojisi” gibi temel önemdeki eserler de bu dönemde yazıldı. Burjuva ve küçük burjuva ütopik sosyalist fikirlerle çatışmanın ilk ürünleri olan bu eserlerde, sınıf mücadelelerinin, tarihin ilerletici motor gücü olduğu ve proletaryanın, özel mülkten arınmış tek sınıf olarak devrimi zafere ve insanlığı kurtuluşa götürecek yegane sınıf olduğu ortaya konmuştu. Ancak yine de, bilimsel sosyalist teorinin temel çerçevesini özlü ve derli toplu olarak genel çizgileriyle ortaya koyan ilk eser “Komünist Manifesto”dur.
Tüm Marksist teorinin ilk kez damıtılmış halde ifade ediliş şekli olarak Manifesto, sosyalizm tarihinde başlı başına bir devrim anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi diyalektik metot, olguları ve şeyleri sadece birbirleriyle karşılıklı ilişkileri açısından değil, iç çelişkileriyle de birlikte ele alır. Hareketin ve gelişmenin kaynağı zıtların mücadelesidir ve nicel değişimlerin birikimi sonuçta, nitel sıçramalara yol açar. Bu yasa sadece doğa ve insan toplumu için değil, aynı zamanda, içerisinde sosyalist teorinin de yer aldığı fikirlerin gelişimi için de geçerlidir. Manifesto’da özü ortaya konan Marksist teori, bir yandan belirli bir gelişme derecesine ulaşmış olan kapitalist sistemin toplumsal ve ekonomik gerçeklikleriyle, öte yandan ise düşünce akımlarının kendinden önceki bütün mirası ile sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Marksizm’in üç kaynağının İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi ve Fransız ihtilalciliği olduğu bilinir. Fakat Marksizm onların basit bir toplamından değil, bilimsel temelde gerçekleştirilmiş eleştirisinden ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de kendinden önceki teorilerin sıradan, bayağı bir devamı değildir. Felsefe, ekonomi politik ve sosyalizm alanındaki nicel birikimler, ‘Manifesto’ ve Marksist teori ile birlikte nitel bir sıçrama göstermişlerdir. Bu nedenle de “Komünist Manifesto”nun yayınlanması, aynı zamanda sosyalizm tarihinde bir devrim anlamına gelmekteydi.
Kapitalist toplumun ekonomik işleyiş yasalarını ortaya koyan ve toplumların gelişiminin tarihsel materyalist kavranışını keşfeden, böylelikle sosyalizmi ulaşılması imkânsız bir rüya olmaktan çıkararak bir bilim düzeyine çıkaran, üretici güçlerin gelişiminin zorunlu olarak vardığı yerin sosyalizm ve sınıfsız toplum olduğunu bilimsel temelleriyle birlikte ortaya koyan Marksizm’dir. Marksizm, kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişin yolunu ortaya koyarak, ütopik sosyalizme son vermiş ve bilimsel sosyalizm devrini açmıştır. Eski toplumdan yeni bir topluma doğru zorunlu dönüşümü gerçekleştirme yeteneğine sahip sınıfın proletarya olduğunu ortaya koymuş ve sosyalizmi, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin hizmetine sokmuştur. Lenin, Marksist teoriyi şöyle özetliyor: “Bu teori, modern kapitalist ekonominin özünü, araziye ve toprağa, fabrikalara, madenlere vb. sahip bir avuç kapitalistin milyonlarca mülksüz insanı nasıl köleleştirdiğini, bu köleleşmenin ücretli emekle, emek gücünün satın alınması ile nasıl örtüldüğünü göstererek ortaya çıkarmıştır. Modern kapitalizmin tüm gelişmesinin küçük işletmenin büyük işletme tarafından ortadan kaldırılmasına vardığını, sosyalist bir toplum düzenini olanaklı ve zorunlu hale getiren koşulları yarattığını göstermiştir. Bir sürü kökleşmiş adetlerin, siyasal entrikaların, karışık yasaların, kurnazca düşünülmüş öğretilerin altında sınıf savaşımının yattığını görmeyi, her türden mülk sahibi sınıflarla mülksüzler yığını ve mülksüzlerin başında gelen proletarya arasındaki savaşımı görmeyi öğretmiştir. Devrimci sosyalist partinin gerçek görevini açıklığa çıkarmıştır: Toplumun yeniden biçimlendirilmesi için planlar keşfetmek değil, kapitalistleri ve onların uşaklarını işçilerin durumunun düzelmesine ilişkin vaazlar veren kişiler saymak değil, suikastlar düzenlemek değil, proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve son hedefi siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve sosyalist toplumun örgütlenmesi olan bu savaşımı yürütmek.” (Marx-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine)
Marksizm, işçi sınıfına kendi tarihsel rolünün bilincine varma imkânını yaratmış, bilimsel sosyalizmle işçi hareketinin birliğinin yolunu açmıştır. Zaten, bilimsel sosyalist teorinin kurucuları Marx ve Engels, hayatları boyunca sadece teori alanında birer deha olmakla kalmamışlar, işçi hareketinin önderleri ve örgütleyicileri de olmuşlardır. 1840’lardan itibaren yaklaşık kırk yıl boyunca Avrupa’da, Marx ve Engels’in içerisinde yer almadıkları ya da fikirleriyle etkilemedikleri hiçbir büyük işçi hareketi yoktur. Birinci Enternasyonal’in (Uluslararası İşçiler Derneği) kuruluşundan, tek tek ülkelerde birçok partinin inşasına ve programlarının hazırlanmasına, eylem anında yol göstericiliğe kadar, hep sınıf hareketinin tam ortasında yer almışlardır.
BİR SAVAŞ İLANI METNİ
Her bir cümlesi sayfalarca yazı ile açıklanabilecek kadar derin ve güçlü bir fikir yoğunluğunu ifade eden ‘Komünist Manifesto’ dört bölümden oluşmaktadır. “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan birinci bölüm, burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışını, bir önceki toplumun egemen sınıflarına karşı mücadele içerisinde oynadığı, tarihsel bakımdan devrimci rolü anlatır. Ama kapitalizmin gelişiminin vardığı mevcut aşamada bizzat burjuvazi tarafından önleri açılan üretici güçlerin, yeni ve muazzam gelişiminin artık var olan üretim ilişkilerinin çerçevesine sığmadıklarını açıklar. Burjuvazi, tarih sahnesine çıkışıyla birlikte kendi karşıtını ve mezar kazıcısını da yaratmıştır: “Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, -modern işçileri- proleterleri.” (Komünist Manifesto) Modern toplumda asıl çatışma, iki ana sınıf olan burjuvazi ile proletarya arasında yürümektedir. Bu karşıt kutuplardan birisinde yer alan ve üretimdeki yeri nedeniyle geleceği temsil eden proletaryanın zaferi, tarihte ilk defa yeni bir sömürücü sistemin kuruluşuna götürmeyecektir. Üretim araçlarının mülkiyetinden arınmış ve mülksüzler sınıfı olan proletaryanın nihai hedefi, üretim ve dolaşım araçlarının toplumsallaştırması ve proletarya diktatörlüğü yoluyla sömürüsüz, baskısız, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasına varmaktır. Kendilerinden önce, haksızlık ve adaletsizliğin, eşitsizliklerin, ezilenlerin açlığı ve sefaletinin eleştirisini yapan çokça düşünür olmasına rağmen Marx ve Engels; ilk defa kapitalizmin doğasını, yıkılmaya mahkûm olduğunu ve bu işi gerçekleştirmeye yetenekli ve zorunlu sınıfın proletarya olduğunu bilimsel kanıtlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır. Marx bunu şöyle açıklıyor : “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımların varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yaptığım ise; 1-Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2- Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, 3- Bu diktatörlüğün kendisinin, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamaktır” (Marx’dan Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852)
İkinci bölüm, “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşır. Burada, işçi sınıfının bir parçası ve onun öncü gücü olarak komünistlerin oynayacakları rol açıklanır. Manifesto’nun bu bölümü, komünistlerin hedeflerinin öz ve özet olarak açıklanmasına, burjuvazinin ikiyüzlü saldırılarının ve komünistlere yönelik iftiralarının ikna edici bir tarzda deşifre edilmesine ayrılmıştır. Komünistlerin, proletaryanın çıkarlarının haricinde ayrı çıkarlara sahip olmadıkları, teorik fikirlerinin ise bizzat canlı hayatın kendisi içinden çıktığı çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir “Bunlar yalnızca, varolan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto) Bu bölümde komünistlerin, özel mülkiyet ve onun ortadan kaldırılması, kişisellik ve özgürlük, aile, eğitim, kadınlar, ulus vb. gibi sorunlara yaklaşımları açıklanmaktadır.
Manifesto’nun “Sosyalist ve Komünist Yazın” başlıklı üçüncü bölümünde, Fransız ve İngiliz aristokratlarının yergici, feodal-gerici sosyalizminden, eleştirel-ütopik sosyalizme kadar, o günün çok çeşitli sosyalizm akımlarının kısa, ama net bir tanımlaması ve eleştirisi yapılmaktadır. Kendinden önceki sosyalist akımlara yöneltilen eleştiriler, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin temel meselelerdeki yaklaşımlarını başka bir yönden ifade etme maksadı da gütmektedir.
“Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlığını taşıyan dördüncü bölümün (önceki bazı pasajlarla birlikte), eser yazıldıktan bir müddet sonra ‘artık eskimiş’ olduğu, bizzat Marx ve Èngels’in kendileri tarafından da teslim edilmiştir. Bu ‘eskime’nin nedeni, yazılanların o günün tarihsel koşullarında yanlışlıklarının ortaya çıkmış olması değil, eleştiri konusu edilenlerin konumlarında meydana gelen değişikliklerdir. Ama bu bölümün ve dolayısıyla da ‘Manifesto’nun sonundaki şu paragrafta söylenenler, ebediyen “eskimemiş” olarak kalmaya devam edecektir : “Komünistler kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine, ancak şimdiye kadarki tüm toplumsal düzenin şiddet kullanılarak yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Oysa proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” (Komünist Manifesto)
‘KOMÜNİST MANİFESTO’ ESKİDİ Mİ?
Modern proletaryanın bilimsel sosyalist öğretisinin, genel hatlarıyla ilk kez ifade edildiği eser olan Komünist Manifesto’yu “eleştirme” ve karalamaya girişen bütün burjuva teorisyenlerin ve onu aşma iddiasındaki revizyonistlerin her dönemde öne sürdükleri değişmez argümanlardan birisi, o dönemde ortaya konulmuş teorinin bugün artık eskimiş olduğu! şeklindedir. Marksizm’in, bugünün sorunlarına yanıt vermekten uzak olduğu yolundaki “eleştirilerin” son on yılda dünyanın önemli bir bölümünde yaşanan olaylara yaslanarak ve ondan hareketle çok daha hararetli bir tarzda öne sürüldüğü ve bilimsel sosyalist teorinin ölüm fetvasının verildiği de biliniyor. Peki, burada gerçeklik payı var mı?
Engels, Manifesto’nun çekirdeğini oluşturan temel önerme üzerine şunları söylüyordu: “Her tarihsel çağda egemen olan iktisadi üretim ve mübadele biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal yapılanma, o çağın üzerine kurutu olduğu temeli meydana getirir ve o çağın politik ve düşünce tarihi, ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ortak mülkiyete dayanan ilkel kabile düzeninin dağılmasından bu yana) sınıf mücadelelerinin, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin tarihidir. Bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki, bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıfın -burjuvazinin- boyunduruğundan kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrılıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.” (Engels, 1888 İngilizce baskıya önsöz)
Bütün insanlık tarihinin (sınıflı toplum tarihinin) ve özel olarak da burjuva toplumunun bilimsel irdelenmesinden çıkan ve ‘Manifesto’da özlü olarak yansıtılan ana fikir işte budur. Toplumun ezilen, sömürülen ve kendisiyle birlikte tümünü de kurtaracak sınıfı olan proletaryanın zaferleri, bu fikri doğrulamaktadır. Uğradığı geçici yenilgiler ise, bu tarihsel rolü, her gün daha fazla omuzlamanın zorunluluğunu… “Komünist Manifesto”nun “her yerde” ve “her zaman” geçerli olan asıl özü ve ana ilkeleri değişmeden kalacaktır. ‘Manifesto’ya evrensel ve bilimsel bir özellik kazandıran da bu yanıdır. Çünkü ‘Manifesto’ herhangi bir metin değil; insanlık ve düşünce tarihinin mirasını emen, özel olarak da burjuva toplumunun işleyiş yasalarının tahlilinden hareketle geleceğin sınıfsız, sömürüşüz, özgür toplumuna varışın yollarını ortaya koyan temel önemde bir eserdir. Dolayısıyla, toplumda meydana gelebilecek siyasal ve iktisadi değişimlerin geçersizleştirmeye güç yettiremeyeceği kadar derinliğe ve sağlam temellere sahip bir belgedir. Bir bütün olarak, toplumlar tarihini bugün yeniden yaşatmak ve yazmak mümkün olmadığına göre, onun bilgisinden hareketle ve süzülmüş olarak ortaya çıkan bilimsel yorum, kavrayış ve değiştirme iddiasının başkalaşması da mümkün olmayacaktır.
Fakat “Komünist Manifesto”, bir yönüyle başka bütün tarihi metinlerde olduğu gibi, belirli tarihsel süreçte ve koşullarda kaleme alınmış bir eser olarak kuşkusuz “eskimeye” mahkûm yönler de içermemezlik edemezdi. Nitekim bu dev eserin bizzat kendi yazarları, henüz yaşadıkları dönemde meydana gelen yeni gelişme ve değişiklikler nedeniyle “eskiyen” bölümlere dikkat çekiyorlardı. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun 1872’deki Almanca baskısına önsözde şunları söylüyorlardı : “Son yirmi beş yıl içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, ‘Manifesto’da geliştirilmiş olan genel ilkeler, ana çizgileriyle, bugün de hala doğruluğunu korumaktadır. Şurası ya da burası somut olarak daha iyi hale getirilebilir: Bu ilkelerin pratikteki uygulanışı ‘Manifesto’nun kendisinin de belirttiği gibi, her yerde ve her zaman, o günün tarihsel koşullarına bağlı olacaktır ve bu nedenle, ikinci bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere hiçbir özel ağırlık verilmemiştir. Bu pasaj, bugün birçok bakımdan çok farklı bir biçimde ifade edilebilirdi. Modern sanayinin son yirmi beş yıl içerisinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla beraber ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, önce Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi, proletaryanın ilk kez siyasi iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deneyimler karşısında, bu program bugün yer yer eskimiş bulunuyor. Özellikle Komün bir şeyi, “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını salt eline geçirmekle onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceği”ni tanıtlamıştır. Ayrıca, apaçık ortadadır ki, sosyalist yazının eleştirisi bugün için eksiktir, çünkü bu ancak 1847’ye kadar uzanıyor; aynı zamanda, komünistlerin çeşitli muhalefet partileri hakkındaki tavırları üzerine düşünceleri, ana çizgileri bugün de doğru olmakla birlikte uygulamada artık eskimişlerdir, çünkü siyasi durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan partilerin çoğunu yeryüzünden silip götürmüştür. Bununla birlikte, ‘Manifesto’, üzerinde artık hiçbir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belgedir.”
‘MANİFESTO’DAN BUGÜNE DEĞİŞEN NE?
Kuşkusuz ‘Manifesto’dan bu yana yaşam durmadı ve canlı hayatın bilimi olarak Marksist teori de, donup taşlaşmış olarak kalmadı. Ama ne yazık ki, ‘Manifesto’nun ve genel olarak Marksist teorinin, işleyiş yasalarını inceleyip ölüme mahkûm olduğunu ilan ettikleri ücretli kölelik düzeni, bugün hala egemen sistem olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Lakin bu durum asla kapitalizmin boynuna asılmış tarihsel ölüm fermanını ortadan kaldırmaya yetmez. Çünkü öz değişmedi ve onu kemirip bitirecek çelişmeler bizzat kendi bağrında gizlidir. Burjuvazinin siyasal iktidarını, toplumsal dayanaklarıyla birlikte parçalayıp yok edecek güç, bizzat kendisi tarafından zorunlu olarak yaratılmış bulunuyor. Bugün toplum, her zamankinden çok daha açık ve çıplak bir şekilde iki ana sınıf olarak bölünmüş durumdadır. Ve tarihsel gidişat, başında proletaryanın yer aldığı ezilen, iliklerine dek sömürülen alt tabakanın, bu bölünmenin farkına daha çok varması yönündedir. ‘Manifesto’dan bu yana değişen bir şey varsa, o da, bu şaheser metinde bahsedilenlerin bugün her bakımdan on kat daha fazla geçerli olduğudur. Sadece şu pasaj birçok şeyi açıklamaya yeter : “…daha önceki bütün çağlarda anlamsız görünebilecek bir toplumsal salgın baş gösteriyor, aşırt üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye anlık bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı bütün gıda maddesi ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü toplumda çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkileri, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli darlaşmıştır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok ederek, öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha çok yönlü ve daha büyük bunalımlar hazırlayarak ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.” (Komünist Manifesto)
Aradan 150 sene geçti. Ücretli kölelik üzerine kurulu kapitalist sömürü sisteminin temel çatışmasını özetleyen bu gerçeklikten değişen ne? “Çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret” arttıkça, ezilen emekçi sınıflar açısından daha fazla cehalet, daha fazla eğitimsizlik, evsizlik, işsizlik, daha fazla sömürü, dışlanma, özgürlüklerden yoksunluk ve yabancılaşma değil midir yaşanan şey?
Sanayi de, ticaret de, gıda maddesi de, ve dolayısıyla uygarlık da, Marx ve Engels’in ‘Manifesto’yu kaleme aldıkları döneme göre kıyas kabul etmeyecek denli artmış olmalarına karşın, üretim araçlarının kapitalist özel mülk edinilmesine ve ücretli emek gücü sömürüsüne dayanan sistemde yönetilen, sömürülen ve ezilen sınıfların toplumsal konumlanışlarında ve yaşam koşullarında öze ilişkin bir farklılık var mı? Var olan kadarıyla da, bir taraftan somut bir toplumsal sistem olarak inşasına girişilmiş sosyalizm tehdidinden duyulan korkunun, öte yandan ise esas olarak işçi ve emekçi halkların mücadele ve eylemleriyle burjuvaziye rağmen gerçekleştiğini herkes biliyor.
Günümüz dünyasında bir yıl içerisinde yaklaşık 25 trilyon dolarlık toplam zenginlik üretiliyor. Son otuz yılda bu rakam aşağı yukarı altıya katlanmış olmasına karşın, sömürülen alt tabakaların aldıkları payda bir yükselme olmamış, aksine sürekli gerileme yaşanmıştır. Nüfusun en yoksul yüzde 20’sinin toplam zenginlikten aldıkları pay sadece yüzde 1,1’dir. Dünyanın en zengin 350 kadar kodamanı, bütün dünya nüfusunun neredeyse yarısının sahip olduğu servete tek başlarına sahip iken, günde sadece 1 (bir) dolarla yaşayan yüz milyonlarca (her dört kişiden biri) insan var. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak dörtte biri yeterli beslenemez ve milyonlarca insan açlıktan ölürken, ileri kapitalist ülkelerde depolar “çok fazla gıda maddesi” ile dolu. Irak’ta, Küba’da çocuklar sütsüzlükten, Somali’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede tahıl, yağ vb. yetersizliğinden ve yokluğundan kırılırken, Hollanda’da dökülen sütlerden akarsular, Danimarka’da yığılan tereyağından dağlar, ABD’de alıcı bulamayıp biriken tahıldan çürüyen silolar meydana geliyor. Bu çıplak adaletsizlik karşısında her ülkenin proletaryasının ve geri-bağımlı ülkelerin ezilen mazlum halklarının, eğer insanca yaşamak istiyorlarsa; ‘Komünist Manifesto’da mükemmel bir berraklıkla tarif edilmiş tarihsel yola, zorunlu olarak girmekten başka bir kurtuluş yollan mı var?
‘Manifesto’da ifade edildiğinden çok daha ileri bir düzeyde uluslararası bir sistem özelliği kazanan kapitalizmin bunalımları, bugün çok daha sık, derin ve tahrip edici özellikler kazanarak gerçekleşmektedir. Bunalımları atlatmanın yolu ise bugün de, “üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok etmek, yeni pazarlar ele geçirmek ve eskilerini daha kapsamlı bir biçimde sömürmek”tir. Yeni pazarlar ve egemenlik alanları ve dünya hegemonyası için, ‘Manifesto’nun yazıldığı tarihten bu yana on milyonlarca insanın hayatına mal olan, yüzlerce bölgesel-yerel savaş ve bir yüzyıl içerisinde iki büyük dünya savaşı yaşandı, bugün de yaşanmaya devam, ediyor. Yüz milyonlarca işçi zorla üretim sürecinin dışına atılmış ve işsizlik ile sefalete mahkûm edilmiştir. Sermaye düzeninin anavatanı olan ileri kapitalist ülkeler de bu dertten muzdarip olmaktan kurtulamıyorlar. Sadece Avrupa Birliği ülkelerinde 20 milyon, dünyanın ekonomik bakımdan en gelişkin 29 ülkesini bağrında toplayan OECD ülkelerinde ise 40 milyon kadar işsiz var. Avrupa’da yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 60 milyona varmıştır. Dünyada -ezici çoğunluğu Afrika kıtası ve Güney Asya’da olmak üzere- okuma yazma bilmeyen 850 milyon, temel sağlık hizmetlerinden yoksun 1 milyar insan yaşıyor. Her yıl 12 milyon çocuk (sadece Bangladeş’te ishal nedeniyle her gün 600 çocuk) açlıktan ve besinsizlikten ölüyor, 5–14 yaş grubundaki 250 milyon çocuk yetişkinlerle aynı koşullarda ama çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Hemen hepsi geri ve bağımlı ülkelerde yaşayan yaklaşık yarım milyar insanın ortalama yaşam süresi 40 yıl bile değil.
Yani değişen şey; barbarlığın, sefalet ve cehaletin, üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılmanın geçmişte tasavvur bile edilemeyecek kadar çok üst boyutta yaşanıyor olmasından ibarettir. Başlıca nedeni ise, “üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki temel çelişmenin” tarihin tekerleğini muazzam bir ölçüde ilerletecek tarzda henüz çözülememiş olmasıdır.
“Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda fertlerinin onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır. Varoluşu, tam da bu onda dokuzun ellerinde var olmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığının zorunlu koşulu toplumun ezici çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette, bizim niyetimiz de zaten budur.” (Komünist Manifesto)
Proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarı bulunmayan Komünist Partisi’nin, proletarya ve toplumun tüm ezilenleri adına beyan ettiği bu niyet, bugün de geçerliliğini olduğu gibi korumaktadır. Bu soylu ve insanı kölelikten kurtaracak niyetin ilan edildiği savaş bildirisi olarak “Komünist Manifesto” ise, tam da bu nedenle proleterlerin, ezilen emekçi yığınların mücadele bayrağı, sömürücü asalakların ise, adını her andıklarında korku ve öfkeyle dehşete kapıldıkları bir evrensel eylem kılavuzu olmaya devam ediyor.
Öyleyse bu, hacim olarak küçük, ama içerdiği fikir itibarıyla dev büyüklükteki esere hak ettiği önemi vermek, her bilinçli proleterin ve devrimcinin önde gelen görevlerinden birisidir. Ülkemizde ve genel olarak dünyada “Komünist Manifesto”, devrimci harekete yeni katılan ve eğilim duyan militanların nispeten “basit” eğitim aracı olarak görülür ve işin abecesini yeni öğrenmeye başlayan sempatizanların ilk başvuru kitabı olarak tavsiye edilir. Aslında bu, ‘Manifesto’ya yapılmış büyük bir haksızlık ve değerini anlayamamakla eşdeğer bir yaklaşımdır. Çünkü o, sadece saflara yeni katılan militanların değil, hatta onlardan da ziyade, dünyayı değiştirme kavgasına girişmiş her sınıf bilinçli işçinin ve proleter devrimcinin her an ve döne döne yeniden müracaat ettiği ve incelediği başucu kitabı olmalıdır. Yayınlanışının 150. yılında ‘Manifesto’nun’ özünü anlamak ve eylemimize yol gösteren güçlü bir silah olarak kullanmayı öğrenmek, proleter devrimine bir adım daha yaklaşmak demektir.
Mart 1998