İspanya Komünist Ekim Örgütü yöneticisi Raul Marco’yla röportaj
31 Mart’ta dört büyük ilde gerçekleştirilen Emek Partisi kuruluş şenliklerinde çok sayıda sendikacı konuk ve kardeş parti temsilcisi de vardı. Bu konuklardan İspanya Komünist Ekim Örgütü yöneticisi Raul Marco ve Benin Komünist Partisi temsilcisi Philippe Noudjenoume ile söyleşme olanağı bulduk. Aşağıda, R. Marco ile gerçekleştirilen röportajı sunuyoruz. Türkiyeli okuyucunun, söylenenleri anlamasını kolaylaştırır düşüncesiyle Marco’nun düşüncelerini aktarırken, anlatılan döneme ilişkin kısa notlar düştük.
Benin Komünist Partisi temsilcisiyle yapılan röportajı önümüzdeki sayıda yayınlayacağız.
“Yoldaşlarımı yanıltmak istemem” diye özellikle vurguluyor Raul Marco: “biz küçük bir grubuz.” Söyleşinin akışı içinde yine tekrarlıyor: “İspanya’nın güçlü öncü partisi yok artık.” Bu sözlerde, tasfiyeci komplo ve ihanete duyulan öfke var. Ama aynı zamanda tüm ihanet ve tasfiyeye karşın komünizm ideallerinin, şanlı bir geçmişe sahip İspanya işçi sınıfı içinde kitlesel bir güç olması için ortaya konan kararlılık var.
FABRİKA İŞÇİSİ BİR KOMÜNİST
Raul Marco, İspanya Komünist Partisi/ Marksist-Leninist’in (İKP/ML) kurucularından. Ve 1991’de yaşanan tasfiyeye kadar Partinin genel sekreteri. Kendisi hakkında bilgi vermesini istiyoruz. Oldukça mütevazı ifadelerle anlatıyor:
“1936’da doğdum. Küçük burjuva bir aileden geliyorum. Babam cumhuriyetçiydi ama komünist değildi. Çok erken yaşta faşizme karşı mücadele saflarına katıldım. 14–16 yaşlarında gizli-yeraltı mücadelesine başladım. Okumayı bıraktım ve bir fabrikada çalışmaya başladım. Partiyle burada tanıştım. 1960’a kadar diğer bütün militanlar gibi yeraltı yaşamını sürdürdüm.
1960’a kadar işçi olarak çalıştım. Parti beni Avrupa’daki göçmen işçileri örgütlemekle görevlendirdi. Önce İsviçre’de, daha sonra Fransa’da İspanya’dan bu ülkelere göçmüş işçiler içinde çalıştım. Kısa sürede partinin Avrupa Komitesi’ne getirildim. Orada Merkez Komitesi ve Polit Büro’yla temas kurma imkânı buldum. Ülke içinde yürütülen faaliyetle yurtdışı faaliyeti arasında iletişim sağladım. İspanya’dan Fransa’ya, Fransa’dan İspanya’ya haber a-kışını vb. işleri koordine ettim.”
Anlatım bu sözlerden sonra, kendisiyle değil partiyle ilgili. Yaşamını işçi sınıfı davası ve partiyle birleştirmiş bir komünist için, “kendisi” bütün parti faaliyetidir. Marco da, partiyi anlatıyor ve kendisinden ancak bu etkinliğin bir parçası olarak söz ediyor.
REVİZYONİZME TAVIR VE İKP/ML’NİN KURULUŞU
İKP/ML, Franko faşizmi koşullarında ve revizyonizmle mücadele sürecinde kuruldu. Ama onun öncelinde, Komünist Enternasyonalin önemli bir seksiyonunu oluşturmuş, yenilgiyle sonuçlanmış da olsa şanlı bir savaşın ateşinde yetişmiş militanlara sahip İspanya Komünist Partisi (PCE-İKP) vardı. Parti, Jose Diaz, Dolores Ibarruri gibi ünlü önderlere sahipti. Bu iki isim, aynı zamanda, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nda da görev almıştı. Böyle bir parti bilinen uluslararası etkenlerin yanında ülke sorunlarına ilişkin hangi politikalarla yozlaştı ve İKP/ML nasıl kuruldu, bunu öğrenmek istiyoruz.
Parti yönetimiyle 58–59 yıllarından itibaren ayrılıklarımız oluşmaya başladı. 1956 yılındaki 6. Kongre’de milliyetçi bir eğilim baş gösterdi. Ulusal uzlaşma politikasını benimsediler. Böylesi bir uzlaşma bizler açısından kabul edilemezdi. Tüm Parti genelinde büyük bir tartışma yaşandı. Çünkü faşizmle uzlaşmanın kabul edilebilir bir yanı yoktu. Partinin, Cezayir bağımsızlık savaşı karşısında aldığı tutum parti yöneticileriyle aramızdaki görüş ayrılıklarını boyutlandırdı, tartışmaları alevlendirdi. İKP, Cezayir halkının verdiği bağımsızlık savaşını desteklemedi. Fransa’da ve İspanya’da yürüttüğüm görev dolayısıyla Cezayirli komünistlerle sürekli ilişki halindeydim. Onların yürüttüğü mücadele karşısında kayıtsız kalamazdım. Onlarla aktif bir işbirliği içerisine girdim. Bu, Merkez Komitesi’nce hiç de hoş karşılanmadı. Bana çok sert bir uyarıda bulundular. Bana “Arapların probleminden sana ne” dediler, ilk defa parti politikalarına uymayı reddederek Cezayirliler için çalışmaya başladım.
Tabii ki SBKP 20. Kongresi’nin sonuçlarının ortaya çıkması ile birlikte ayrışma daha da belirginleşti. Herkesçe bilinen bu sorunun ayrıntılarına girmeyeceğim.
Papa Huan XIII bir doküman yayınlamıştı. Parti yöneticileri, bu belgeyi “olumlu bir belge” olarak değerlendirdiler ve bizden onu dağıtmamızı istediler. Papa, söz konusu belgede “ulusal uzlaşma” çağrısı yapmaktaydı. Partinin o döneme ait yayınlarına bakılırsa bu tutumun açıkça savunulduğu görülecektir. Biz bunu reddettik. Tutumumuzu Lenin’in Devlet ve İhtilal’ine dayandırdık. Şunu görmek gerekir: Partinin ideolojik donanımı, şekillenmesi son derece zayıftı. Kitlesel bir partiydi, son derece özverili militanlara sahipti ama ideolojik yönden neredeyse hiç diyebileceğimiz bir geriliğe sahipti. Şu sonuca vardık: Mücadele süreci içerisinde yoldaşlarımızın ideolojik düzeylerini yükseltmeye özel bir önem vermek, onları ilerletmek gerekiyor.
Merkez Komitesi, içinde bulunduğum ve birlikte hareket ettiğim komiteyi, aramızdaki görüş ayrılıklarını tartışmak üzere toplantıya çağırdı. Biz de Devlet ve İhtilal gibi eserleri okuyarak çalışmaya, toplantıya hazırlanmaya başladık. Toplantıyı Fernando Claudin (Türkçede “Komintern’den Kominform’a” adıyla yayınlanan kitabın yazarı-ÖD) yönetiyordu. O, bu toplantıda bizi destekledi. Parti yönetimiyle onun da çelişkileri vardı ve mevcut yönetimden daha sağcı görüşlere sahipti. Bu yüzden toplantıda bizi destekledi. Bu toplantıda, çelişkilerin çözümü doğrultusunda yeni ve daha geniş katılımlı bir toplantı talep ettik. Polit Büro, bir konferans toplanmasını kabul etti. Onlar, konferansı bizi etkisizleştirmek ve örgütten uzaklaştırmak için kullanmayı planlıyordu.
Biz de görüşlerimizi etkin bir şekilde savunmak için hazırlıklara giriştik. Parti içersinde gizli hücreler örgütlemeye başladık ve parti kitlesiyle ortak bir tavır geliştirmeye çalıştık. İki yönlü bir gizlilikle karşı karşıyaydık. Bir yandan Franco rejimine karşı, öte yandan da parti yönetimine karşı gizlilik. Bu olaylar 62 yılında gelişti. İlk Marksist-Leninist hücreler o sıralarda oluşmaya başladı, ideolojik mücadele devam etti.
1963 yılında Konferans yapıldı. Bu konferans için hücreler üzerinden 50’ye yakın delege seçtik. Konferans bizim tarafımızdan değil Polit Büro tarafından organize edilmişti. Fransa’da yapıldı. Konferans yerine, yani CGT Sendikası’nın bir şatosuna geldiğimizde bir tuzakla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Seçtiğimiz 50 delegeye karşılık Carillo’nun 100’e yakın a-tanmış delegesi vardı. Carillo’nun kendisi konferansı yönetti. Diğer bir yönetici Lister’di. O dönem beni silahla tehdit eden de oydu. Küçük bir azınlık olarak kaldık. Kısa da olsa konuşma hakkımızı kullanabildik. Birlikte tavır geliştirdiğimiz bütün yoldaşlar bulundukları alandan ve görevlerinden alındılar. Fakat ilginç bir şekilde beni görevden almadılar. Muhalefet grubunun başını çekmeme rağmen beni niye görevden almadılar ya da uzaklaştırmadılar anlamadım. Belki de başka bir manevra yapmaya çalıştılar.
Ve artık açık olarak Marksist-Leninist gruplaşmalara başladık. İspanya Komünist Örgütü Organizasyonu’nu kurduk. Chispa (Kıvılcım) adında bir gazete çıkardık. Daha sonra ülke içinde başka iki örgüt daha kuruldu. Biri üniversiteli öğrenciler ve aydınlar tarafından, diğeri de bizim gibi işçiler tarafından. Kolombiya’daki ve Latin Amerika’daki yoldaşlar tarafından da bir grup oluşturulmuştu. Hemen birbirimizle ilişkiye geçtik. 1964’te bir birlik konferansı topladık. Sonradan katledilen Gernika isimli Kolombiyalı bir yoldaşın da katılımıyla konferans gerçekleşti. Dört grubu birleştirdik ve ispanya Komünist Partisi/Marksist-Leninist’in kuruluşunu ilan ettik (1964). Fakat bir süre sonra anladık ki, oluşturulan birlik, gerçek anlamda birlik değildi. Gruplar içersinde oportünist unsurlar vardı. Carillo çizgisini destekleyenler vardı. Ve 1964 yılı boyunca içimizdeki oportünistlere karşı şiddetli bir ideolojik mücadele verdik. Aralık 1964’te yaptığımız Merkez Komitesi Plenumu’yla, partiyi oportünistlerden ve diğer zararlı unsurlardan temizledik. O plenum, partinin kuruluş plenumu sayılabilir; her yönüyle ideolojik bir arınma yaşandı. Böylece parti İspanya’nın birçok yerinde kök salmaya başladı. Uluslararası ilişkilere girdi, en başta da Çin ve Arnavutluk’la.
Daha sonra Kolombiyalı yoldaşlara kendi partilerini kurmalarına yardımcı olduk, İtalyanların kuruluş çalışmalarına da katıldık. O dönemde enternasyonal alanda çok aktiftik, Fransa, İtalya ve diğer Latin Amerika ülkelerinde ilişkilerimiz vardı. Ve Avrupa’da, revizyonist yozlaşmadan sonra kurulan ilk ve en güçlü partilerden biriydik. Ama ilk kurulan değildik. Bizden birkaç ay önce Belçika’da kurulan parti bizden daha güçlüydü. Fakat 3–4 yıl içinde yok oldu.”
Raul Marco, uluslararası planda doğan sorunlarını da şöyle anlatıyor:
“Ve ilk politik ayrışmamız Çin’li yoldaşlarla oldu. Yani onlarla bizim ayrışmamız 70’lerde değil 65’te oldu. Onlar İspanya’da, bizim attığımız oportünist bir grubu destekliyorlardı. Bize ulusal burjuvazi çizgisini dayatmak istiyorlardı. Biz onlara şunu söylüyorduk: İspanya’da milli burjuvazi nerde, bize gösterin? Onlarla sürekli içte ve dışarıya yansıyan çelişkilerimiz vardı. Daha sonra da Arnavutluk’la, görüş ayrılıklarını dışarıya yansıtmamak üzere, çelişkilerimiz oldu.
Mehmet Şehu olayını onaylamadık. Bir de Ramiz Alia’nın sağcı bir yaklaşımı vardı. Kendisiyle de tartıştık, hemfikir olmadığımızı söyledik. Gazetede bunu eleştiren bir yazı yayınladık. Sorun Ramiz Alia ve kişiler sorunu değil Arnavutluğun da sorunuydu.”
İSPANYA İÇ SAVAŞI VE SSCB
İspanya, 1936’da General Franco’nun cumhuriyete karşı başlattığı isyanın ardından üç yıllık bir iç savaş yaşadı. Başta işçiler olmak üzere ispanya halkı, Alman ve İtalyan faşistleri tarafından silah ve askerle her bakımdan desteklenen Franco’cu faşist güçlere karşı kahramanca direndi. Buna karşın Batılı “demokratik” ülkeler, “tarafsızlık” adı altında sessiz kaldılar, dolaylı şekilde Franco’yu desteklediler. Bu koşullarda yegâne yardım SSCB’den geldi. Dünyanın değişik ülkelerinden komünistler ve aydınlar cumhuriyetçilerin saflarında faşizme karşı savaştılar. Ancak sosyalizmin politik bakımdan yenilgi aldığı koşullarda dünya çapında köpürtülen karşı devrimci dalga, tarihsel olayların çarpıtılmasını da temel unsurlarından biri haline getirdi. Biz de, Troçkist-burjuva iddiaları hatırlatarak Marco’nun bu konudaki görüşlerini sorduk:
“Bu iddialar yanlış. O döneme ilişkin çok sayıda belge var. Her alanda desteğin güçlü olduğunu gösteren belgeler. Gerekli destek yapılmıştır. Her planda. Silah gönderilmesi, askeri eğitim… kadroların eğitimi
Sovyetlerde yapılıyordu. İspanyol pilotları orada eğitime tabi tutuluyordu, İspanya’ya her cephede yardımcı olan Sovyet uzman subayları vardı. Sadece cephe yardımı değil devletten devlete de yardım vardı. Gemilerle yardım geliyordu, silahtan yiyeceğe kadar. Hatta denizaltı bile vardı. Bu yardım savaş döneminde de farklı biçimde devam etti. Bu konudaki iddialar, yalana dayanan Troçkist karalamalardır. Dokümanları, ayrıntılarıyla ortaya koyup size iletebilirim.”
Yoldaş Marco, dergimiz Özgürlük Dünyası için bu konuda bir yazı kaleme almaya söz veriyor. Bu durumda, konu hakkındaki ayrıntıları yazılacak yazıya bırakıp yeni bir konuya geçiyoruz.
FRANCO FAŞİZMİ ALTINDA İŞÇİ HAREKETİ
1939’da kesin bir şekilde hâkimiyet kuran Franco güçleri, kitleleri azgın bir terör altına aldı. İşçilerin ve emekçilerin sendikal ve siyasal hakları ortadan kaldırıldı, işçiler, işçi ile patronun birlikte içinde yer alacağı, toplu sözleşme hakkı dahi olmayan dikey sendikalara girmeye zorlandı.
Ancak işçiler, dikey sendikalara rağbet etmedi. Faşizmin silahla sağladığı suskunluk, özellikle 2. Savaş’tan sonra delindi, ilk büyük işçi grevi, Basklı gizli sendikaların çağrısıyla gelişti. 1947 yılında gerçekleşen bu genel greve Bask işçilerinin yarıdan fazlası katıldı. Yine Bask’ta 1952 yılında 200 bin işçi genel greve gitti. 1956 yılında tüm kuzey bölgelerini içine alan grev hareketi %27 ücret artışıyla sonuçlandı.
1962’de motor gücünü Asturya madencilerinin oluşturduğu ve 400 bin katılımla gerçekleşen genel grev, önemli kazanımlarla sonuçlandı.
Dikey sendikaları işlevsiz kılmak üzere, işçiler özgün bir sendikal yapıyı da bu eylem sürecinde yarattılar. İşçilerin doğrudan iradesini yansıtan işçi komisyonları, 1963’te merkezi bir yapıya kavuştu. Faşizmin yasallığını aşarak meşruiyetlerini kabul ettiren ve fiili sözleşmeler yapan bu yapılar, diğer emekçi katmanların talepleri için de mücadele ettiler, yığınlardaki karamsarlığın yok olmasında büyük bir rol oynadılar. OSO, işçi komisyonlarına dayanan bir örgüt olarak bu dönemde doğdu.
İşçi hareketiyle yakın ilişki içinde anti-faşist bir hareket de yükselmekteydi. Bu sürece ilişkin olarak Marco şunları anlatıyor:
OSO, bizim tarafımızdan kurulmuştu.
İspanya’da istenen sadece dikey sendikacılık tarzıydı. Olanaklarımız ölçüsünde onun içersinde çalışmaya çalışıyorduk. Fakat mümkün olmuyordu. ’60’lı yıllardaki büyük grevlerden sonra o dönem Komünist Parti’nin teşvikiyle Madrid’de OSO diye bir sendika yaratıldı. Onun içersinde de işçi komisyonları kuruldu. Bu komisyonlar bugün de var. Daha sonra OSO adı terk edildi, işçi komisyonları biçimindeki örgütlenme ülkenin her yerinde yaygınlaştı. Partinin (İKP/ ML) kurulması ile birlikte işçi Komisyonları ikiye bölündü. Bir tarafta reformist, diğer tarafta devrimci bir çizgi biçiminde. Biz devrimci çizgi içersindeydik. Biz o dönem OSO’yu yeniden kurduk ve onu yeniden kurduğumuzda onun içersinde anarşistler de vardı, tüm güçler vardı. Yeni kurulan OSO içerisindeki etkin kadrolar bizim yoldaşlardı. OSO o dönem çok güçlü eylemler yaptı.
ANTİ FAŞİST CEPHE VE FRAP
Partimiz İKP/ML, saflarını oportünistlerden arındırdıktan sonra hızla gelişmeye başladı. Silahlı mücadele de gerekiyordu.
‘64’ten itibaren polis benim hakkımda ölüm kararı çıkartmıştı. Savunma birlikleri gibi gruplar yaratmıştık. Gösterilerde, eylemlerde savunmamızı sağlıyorlardı. Rejim için çok tehlikeli gruplardı. Bu grupları yönetenler hakkında da ölüm kararı çıkartılmıştı. O dönem çok güçlü bir madenci grevi patladı, İspanya’nın birçok yerinde işçi sınıfının güçlü grevleri, eylemleri oldu. ETA’nın doğuşu da aynı döneme rastlar, İspanya’da diğer bütün partiler ETA’yı eleştirdi, ancak biz ETA’ya destek olduk. Silahlı mücadelelerini de destekledik. Doğru olduğunu düşünüyorduk. O dönem silahlı bir yapılanma da oluşturduk. Anti-faşist, anti-emperyalist bir cephe yaratıldı. Anti-Faşist Devrimci Cephe, Sol Sosyalist diye bir grupla ortak kuruldu.
Bu cephe ‘72’de kuruldu. Savunma örgütlerinden farklı olarak silahlı eylemler de yürüttük. ‘71’in sonuna kadar cephe benzeri bir gruplaşma vardı. Sosyalist sol, cumhuriyetçiler, öğrenci hareketi, gizli sendikal örgütlenmeler gibi yapılanmaları bir cephede birleştirdik. Ve onların hepsini birleştiren bu cephe silahlı mücadele yürütüyordu. Silahlı mücadele İspanyol polisine ve orada bulunan Amerikan askerlerine yönelikti. Çok etkili eylemlerdi. Ancak, polis, cephe içine sızma olanağı buldu.
FRAP’ın eylemleri kuşkusuz kitlelerin desteğini alan eylemlerdi. Fakat kitlelerin desteğini alan bu örgütlenmeyi daha da kitleselleştirmede eksik kaldık. 75’te Madrid’de bu cephenin önemli bir grubu polisin eline geçti. Bizim tahminlerimize göre bu darbe bir polis sızması sonucunda yenmişti. Bu gruptan 8 kişi ölüme mahkûm edildi. Bunların sabah 6’da kurşuna dizilmeleri gerekiyordu. Gece beş tanesi affa uğradı. Onlardan bir tanesi grubun şefiydi. Niçin affedildiği bugün de bizim için muamma. Bir gazeteciydi. Daha sonra partiye karşı komplo düzenleyen grubun başını da o çekiyordu. Şimdi düşündüğümüzde, o durum ile bugünkü durum arasında bağ kurduğumuzda, onun daha o günden partiyi ortadan kaldırmaya çalışan bir hain olduğu sanısı güçleniyor.
FRAP’ı (Anti Faşistlerin Devrimci Cephesi) istenir düzeyde gelişkin bir örgüte dönüştüremedik.
FAŞİZMİN GERİLEMESİ VE YIKILIŞI
1975’te Franco’nun ölümünden sonra, tedrici olarak partiler legalleşti, sendikal haklar kazanıldı. Bu süreç nasıl geliş acaba?
O dönemi biz demokratikleşme dönemi olarak değerlendiriyoruz. Yani sosyal demokratlar ve revizyonistler bu dönemi iyi kullandılar. Bir yıl boyunca eski faşistler devlet iktidarında ipleri ellerinde tutmaya devam ettiler. Finans oligarşisinin büyük bir kesimi o dönem Avrupa’daki mevcut yapılanmaya uyum gösterip demokratikleşme adımlarını atmak istiyordu. Bu kesim, Almanlardan büyük destek aldı. Bu geçiş sürecinin barışçıl olmasını istiyorlardı. Çünkü bir halk ayaklanması patlaması ihtimali büyüktü. Sosyal demokratlar ve revizyonistler faşistleri korkutmadan küçük küçük tavizler koparılması ve bu demokratikleşme sürecinin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaptılar. Bunu halk ayaklanmasının önüne geçmek için verilen tavizler ve manevralar olarak ifade edebiliriz.
Alman Sosyal Demokratları Gonzales’in partisinin kurulmasına önayak oldular. Bir Sosyal Demokrat hareket yaratmak için.
Almanlar ve Fransızlar ise kendi revizyonist partileri türünden komünist bir partinin olmasını istiyorlardı.
Peki, şu an İspanya yönetimi nasıl adlandırılabilir?
Eğer İspanya Anayasası’nı okursanız biçimsel bakımdan çok güzel bir anayasa olarak görünür. Fakat İspanya halkının çok bağlı olduğu bir ilke vardır: Cumhuriyet ilkesi. Mesela Portekiz’de, Yunanistan’da olduğu için bir referandum olmadı İspanya’da. Halk, Cumhuriyeti istiyor mu diye bir referanduma gidilmedi. Halk zaten cumhuriyetçiydi. Bu bakımdan anayasayı yaparken halkın bu eğilimini hesaba kattılar. Ama mesela faşizm suçlularının, işkencecilerin yargılanmasını gündeme getirmediler, devletin vurucu güçlerine dokunmadılar. Orduya da dokunamadılar. Anayasa’da, kral yaptıklarından dolayı yargılanamaz gibi hükümler var.
Kiliseyle devlet görünüşte ayrı. Ama devlet kiliseye milyonlarca dolar destekte bulunur. İspanya’da bütün özel okullar kilisenin emrindedir ve devlet tarafından sübvanse edilir. Laik eğitim, devlet eğitimi ise sadece yoksullar içindir. Uluslararası kapitalizmin ve özellikle Fransız ve Alman kapitalistlerinin yolunu açtıkları bir manevraydı bu İspanya’daki geçiş süreci. Bugün parlamenter monarşinin olduğu bir burjuva demokrasisi. Burjuva demokrasisinin kapsamı neyi alırsa tabii. Tabii ki devletin terör grupları kurma hakkı var. Siyasi tutuklular işkenceye maruz kalıyorlar, katlediliyorlar. Onları politik tutuklu olarak kabul etmiyor devlet.
İKP/ML’NİN YASALLAŞMASI VE TAKTİKLERİ
Partiniz bu süreci nasıl karşıladı? Partiniz nasıl yasallaştı, FRAP ne oldu?
Franco 1975’te öldü. Franco öldükten sonra silahlı mücadeleyi devam ettirmenin anlamı yoktu. O dönemde silahlı mücadeleyi sürdürmek, demokrasi beklentisine girmiş yığınlar üzerinde yanlış etki yapardı. Yani o dönem silahlı mücadele yürütseydik bir grup silahlı adam olurduk, pek fazla kitle katılımı da olmazdı. FRAP devam edemedi. Gelişen koşullara uygun olarak partiyi legalleştirme düşüncesine varmıştık. Bu durumda FRAP’ı dağıttık. Sadece partiye gelir elde etme ve başka bazı işler için bazı grupları koruduk.
Carillo’nun İKP’si, 1976’da, Franco’nun ölümünden kısa bir süre sonra yasallaştı. 1978’de yasallığımızın tanınması için İçişleri Bakanlığı’na başvuruda bulunduk. Bakanlık, partinin legalleşme başvurusunu reddetti. Bakanlık, partinin tüzel kişiliğini tanımamış olmasına rağmen biz Madrid’in birçok yerinde fiilen bürolarımızı açtık, ispanya çapında binlerce kişiyi harekete geçirdik. Revizyonistler hariç bütün politik güçler, bugünkü sosyalist parti de dahil, bizim tüzel kişilik kazanmamız için deklarasyonlar yayınladılar, desteklediler.
Başvurumuz, iki yıl sonra kabul edildi. Parti, 1980’de tüzel kişilik kazandı.
Bizim yasal statümüzü hükümet reddetti ama sonradan kabul etmek zorunda kaldı. Kitlelerin gücü ile yasal statümüzü kazandık. Parti, kitle içindeki, sendikalar içindeki çalışmasını daha da yaygınlaştırdı. Avrupa’nın ilk önemli partilerinden birisiydi. Parti içerisinde ideolojik tartışmalar devam etti. Mevcut sosyal duruma bağlı olarak faaliyetlerin nasıl organize edileceği üzerine tartışmalar yürütüldü.
Peki bu dönemde nasıl bir sendika politikanız vardı? OSO varlığını korudu mu?
OSO, Franco rejimine karşı cepheye de yardımcı oluyordu. Ondan dolayı da FRAP’ı ortadan kaldırdığımızda OSO adını kullanamazdık. AOA’yı (İşçi Meclisleri Birliği) kurduk. Aslında bur OSO’ydu ama adını değiştirmiştik. Çünkü partiyi de legalleştirmeyi düşünüyorduk, OSO ise FRAP’la bağı olan bir sendikal örgüttü.
İKP/ML’nin oldukça güçlü olduğu bir dönemde 70’li yılların ikinci yarısında AOA kuruldu. AOA, bilebildiğimiz kadarıyla kendi misyonunu muhalefet sendikacılığı olarak ifade ediyordu. Aynı dönemde, kısa bir süre, Türkiye’de de ona benzer bir şekillenme doğdu. AOA’nın kurulması işçi çoğunluğunu diğer sendikaların, gerici sendikacıların yönetimine terk etmek olmuyor muydu?
İşçi Komisyonları oluşumu işçiler tarafından kurulmuştu. Partinin verdiği bir karar değildi. Çünkü diğer dikey sendikacılık i-çersinde çalışmak mümkün değildi. Büyük grevler döneminde kendiliğinden işçiler tarafından kurulan bir yapı. Çok kendiliğinden gelişti ve yaygınlaştı.
Ancak FRAP’ı lağvettiğimiz dönemde sendikaların yeniden oluşturulması noktasında eksikliklerimiz oldu. AOA’yı bir dönem elimizde tutmamıza rağmen işçi komisyonları daha yaygın olduğu için küçük bir grup olarak kalmayı tercih etmedik. O dönem AOA’yı korumakta direnmek bizi işçilerden koparırdı. Küçük bir grup olarak kalırdık. Bir kongrede durum değerlendirildi. O kongrede işçilerin çoğu AOA’yı tasfiye edip işçi komisyonlarına katılınması kararını aldılar. Yoksa sadece partinin desteklediği bir sendika olarak kalırdık.
AOA daha sonra işçi komisyonlarına katıldı. Biz de şimdi işçi komisyonları içinde çalışıyoruz.
Bugün İspanya’da başlıca iki işçi sendikası var. Biri İşçi Komisyonları, UGT; sosyal demokrat bir çizgide. CNT ise İspanya Savaşı döneminde kurulan anarşist bir sendika ve güçlü bir sendika. Ancak birkaç yıl önce ikiye bölündüler ve güçlerini kaybettiler. Bir CNT ve bir SJT var. Bunların bir gücü var fakat işçi komisyonlarına kıyasla daha küçükler.
Ayrıca Bask bölgesinde iki sendikal oluşum var. Bask bölgesinde, işçi komisyonları kadar güçlüler.
Basklı burjuva ulusalcılar tarafından yönlendirilen diğer bir sendika de ELA-STV, Sol eğilimli bir sendika.
“BÜYÜK KOMPLO”
Tekrar parti içi sorunlara dönersek; partinin tasfiyesiyle sonuçlanan komplo nasıl gelişti?
Parti içinde ideolojik tartışmalar sürdü. Çin sorunu önceden hallettiğimiz bir sorundu. Özellikle Arnavut yoldaşlarla ve ilişkide olduğumuz kardeş partilerle görüş alış verişinde bulunuyor, görüşlerimizi iletiyorduk. Arnavutluk’taki değişiklikler, Doğu Bloğu’nun çöküşü parti içindeki ideolojik tartışmaları farklı bir noktaya getirdi. Fakat ideolojik görüş ayrılıkları açık olarak parti içersinde dile getirilmiyordu. Ben kendim de dile getirilmemiş fikirleri ve bazı huzursuzlukları hissediyordum. Dile getirmeleri için de ısrar ediyordum.
Bir plenum çağrısı yaptım ve bu plenumda da var olduğunu hissettiğim görüş ayrılıklarını tartışmaya açmalarını istedim. 1989 Haziranı’nda gerçekleşen bu toplantıda ortaya koyduğumuz bir metni bütün parti örgütlerinde tartışmaya açtık.
Görüş ayrılıklarının açık olarak dile getirilmesini istedik. İkinci Plenum Kasım ’90’da oldu. İlk plenumda önümüze bir yıllık bir süreç koyduk. Bu süreç içersinde tartışılacak, bir yıl sonra yapılacak toplantıyla platform netliğe kavuşturulacaktı. Daha sonra içler acısı bir durum gündeme geldi. Çünkü daha önce hissettiğim o görüş ayrılıklarının partide tartışılmasını ve belli temsilcilerin bir araya gelişiyle noktalanmasını beklerken, tam bir tasfiye yaşandı. Sadece Merkez Komitesi’nden birkaç yoldaşla tartışma yapabildim, diğerleriyle hiçbir şey yapamadım.
Bunun köklü nedenleri yok muydu? Beklenmedik bir tehlike olmadığı ifadenizden anlaşılıyor. Bu durumu engelleme imkânı yok muydu?
Komplonun başını çekenler benim en yakın yoldaşlarımdı. Bana verilen bilgiler hep yanlış bilgilerdi. Ben Madrid Örgütü’nün basındaydım. Orada bir partide olması gereken iç tartışmalar yapılıyordu, görüş alışverişleri oluyordu, parti iç hayatı olduğu gibi işliyordu. Barselona ve diğer bazı bölgelerden gelen bilgiler tamamen yanlıştı. Orada aynı zamanda parti kadrolarının atıldığını, cezalandırıldığını, susturulduğunu öğrendim daha sonradan. Karşı karşıya bulunduğumuz, çok uzun zaman önce hazırlanmış gerçek bir komploydu. 1975’te ölüme mahkûm edildiği halde affedilen kişi konusundaki kuşkularım bugün kesin bir kanaate dönüşmüştür. Başını onun çektiği komplo, revizyonistlerle birlikte hazırlanmış bir iç komploydu. Bunu revizyonistlerin kendileri de kabul ettiler. Elbette, sorun sadece bununla açıklanamaz, başka şeyler de vardır mutlaka. Onların amacı partinin yolunu değiştirmek değil, tamamen tahrip etmek, yok etmekti. Birkaç yıl içersinde doğru bir pozisyon alan bütün yoldaşlar partiden atıldılar. Komplo olayı Mart 91’de gündeme geldi. 91 ilkbaharında parti tamamen tasfiye edilmişti. Kendimizin de çok büyük hataları oldu. Yeterince devrimci uyanıklık gösteremedik.
Buradan ne gibi sonuçlar çıkarttınız?
“Merkez Komitesi düzeyinde benimle birlikte hareket eden ve diğer illerden de parti kadrolarıyla yaptığımız değerlendirmede şu sonuca vardık: Birincisi, gerçekten bürokratik bir aygıt vardı; Polit Büro’dan ta alt kademelere kadar. İkincisi, ideolojik eğitime, bilinçlendirme faaliyetine önem verilmiyordu, ideolojik eğitim çok eksikti. “Çok iş var” gerekçesi altında farkında olmadan parti içersinde ideolojik eğitimi bir kenara atmıştık.
Parti içi iletişim nasıldı, alt organlardan düzenli bir rapor akışı var mıydı?
Vardı ama gerçeği yansıtmıyorlardı. Günlerce düşündüğümüz şeylerdi bunlar. Çocukça kandırıldık. Bugün bunları söylemek çok kolay; o gün, devrimci uyanıklığı elde tutmamak, ideolojik eğitimi süreklileştirmemek gibi bir zaafın sonuçlarını kestirememiştik. Partinin politik, sendikal çalışmaları yani günlük faaliyeti konusunda bir sorun yoktu. Fakat partinin, kadroların ideolojik eğitimi bir tarafa atılmıştı. Benimle alt kadrolar arasında bir baraj, bürokratik bir aygıt oluşturulmuştu, ilişki adeta kopmuştu. Benim konumum şöyleydi. Polit Büro’dan ve MK’dan birkaç yoldaş biliyordu benim yaşadığım yeri. Daha sonra insanlar gelip bana ulaştılar; ama o dönemde bana ulaşamıyorlardı. Bu işin (komplonun) farkına varan MK’dan yoldaşlar ve alt kademede yoldaşlar benimle ilişkiye geçtiler; ama o zaman da her şey için çok geç kalmıştık. Belki yüzlerce yoldaşı kaybettik. Uluslararası gelişmelere bağlı olarak da büyük bir karamsarlık çöktü parti kitlemizin üzerine. Büyük bir kısmını elimizde tutmaya çalışmamıza rağmen partimizin dostları, sempatizanları olarak kalmak isteyen birçok insan vardı; aktif parti mücadelesine katılmakta epey zorlanıyorlar, kötümserlik duygularını hâlâ taşıyorlar. Bugün parti kadrolarımızın çoğunluğunu gençler, yeni kazanılmış kadrolar oluşturuyor. İspanya halkı ve proletaryasının eski öncü partisi yok artık. Yoldaşları yanıltmak istemiyorum, bugün küçük bir grubuz. Genişleme ve her tarafta kök salma mücadelesini sürdürüyoruz. Ancak partinin eski konumuna gelmekten hayli uzağız.
Raul Marco ve İspanyol komünistleri yaralarını kitlelerle kaynaşma süreci içinde sarmaya çalışıyorlar. Komplo’dan sonra “Octubre” (Ekim) adlı bir dergi çıkartmaya başladılar. Raul Marco bu sürece ilişkin olarak da şunları anlatıyor:
Octubre dergisini Mart ’91’den beri çıkartıyoruz. MK’dan kalan yoldaşlarla birlikte çıkartmaya karar verdik. Sendika yönetiminden yoldaşlar var yayın grubunun içersinde. Daha önceleri partinin gençlik faaliyetinde yer alan yoldaşlar var. İlk hedefimiz bir yayın organı etrafında kadroları toparlamak, yeni bir örgüt inşasına girişmek. Barselona ve Valensiya’da, Bask bölgesinde kalan yoldaşları bu dergi vasıtasıyla yeniden toparlamaya çalıştık. Küçük bir zincir. Bir kez daha söylüyorum: birçok yerde küçük küçük ilişkilerimiz olmasına rağmen eski yapıyla karşılaştırdığımızda bir grubuz yalnızca. Bugün ulaşmayı hedeflediğimiz kesimlerden birisi gençlik. Bir de işçi çalışması ve sendikal faaliyet, iki cephede çalışmalarımız iyi gidiyor, her şeye karşın gelişmeler memnunluk verici. Geçmişten çıkarttığımız derslerden birisi de ideolojik eğitimi gevşetmemek, bunu yaygınlaştırmak. Bunu gerçekleştiriyoruz. Örgütlenmek bir işe yaramıyor, ideolojik eğitimi sağlamlaştırmadıktan sonra. Eskisi gibi değil tabii, ama yine de bunu yapmak gerekiyor.
Octubre, hem ideolojik-teorik mücadele, hem ajitasyon görevini bir arada yapmaya çalışıyor. Yani olanaklarımız yok: bir yanda günlük teşhir ve ajitasyon gazetesi, bir yanda ideolojik-teorik bir organ çıkarma olanağımız yok. Gençliğe seslenen bir yayın organımız var.
Bugün İspanya proletaryasının yakın görevleri nelerdir, önünüze nasıl bir asgari program koyuyorsunuz? Bu konuda nasıl bir taktik planınız var?
Şu anda somut asgari bir program saptamanın mevcut durumumuzda fazla bir anlamı yok. Ama genel olarak şunlar söylenebilir: Ülkede monarşinin yıkılması, daha önce de talebimiz olan Federal bir Halk Cumhuriyeti, bugün de güncelliğini koruyor. Diğer ulusların haklarının tanınması önemli bir talep. Basklılar, Katalanlar ve Galiçyalıların kendi kaderini tayin haklarını savunuyoruz. Bizim önerimiz üç ulusun ortak bir federasyon çatısı altında yaşaması. İspanya devleti, bir tek halka dayanan bir devlet olarak 500 yıldan beri diğer halklara baskı uygulamış. Baskıcı ordunun lağvedilmesi. Sanayinin ulusallaştırılması gibi…
İspanya’nın Avrupa Birliği’ne girişi, halk tarafından nasıl karşılandı? AB’ye dâhil olmanın getirdiği sonuçlar nelerdir?
İnsanlar ilk başlarda AB’ye girişi onaylıyorlardı. Bir sürü vaatlerde bulunulmuştu. Ancak zamanla bu sürecin onlara yüklediği faturayı gördükçe karşı çıkıyorlar. Mesela zeytinyağı İspanya’nın en önemli gelir kaynağı ve zeytinyağı üretiminde dünyada ilk sıradaydı. AB, belki de binlerce hektarlık zeytin alanlarını ortadan kaldırdı. Şimdi İspanya halkı kendi ülkesinde istediği kalitede zeytinyağı alamıyor, çok pahalı. Şarapçılık da aynı yıkım sürecinden kurtulamadı. Fransa ve İtalya’nın dayatmasıyla binlerce hektarlık bağ yok edildi. Balıkçılık da öyle… İspanya balıkçılık alanında bölgenin en ileri ülkelerindendir. Japonya’dan sonra ikinci sırada sayabiliriz. Geçen yıldan beri balıkçılıkta % 30 oranda düşüş kaydedildi. Gelecek iki yıl içinde tamamen yok olacak. Balık İspanya’da etten daha pahalı hale geldi. Süt mesela. Uzatılabilir… Sanayi sektörü birçok bölgede yıkımın eşiğine geldi. Demir sanayi, Alman demir sanayisinin baskısı altında dayanamayarak çöktü. Birkaç yıl öncesine kadar turistler için cennet olarak görülen ispanya Avrupa’nın en pahalı ülkelerinden biri haline geldi. Bugün nüfusun % 24’ü işsiz. Avrupa’da işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri şu an. Yunanistan ve Portekiz’den daha yüksek bir işsizlik oranına sahip, insanlar bugün bir kez daha, “evet” demelerinin cezasını çekiyorlar.
Bugün halkın çoğunluğu AB’ye karşı. Bir referandumdan “hayır” çıkacağı kesin.
Referandum yönünde bir ajitasyonunuz var mı?
Biz referandum istiyoruz. Bizim dışımızda referandum isteyen diğer bir güç ise revizyonist parti. Bunu, mücadele için bir araç olarak görüyoruz. Gösterilerde biz Cumhuriyet bayrağı taşıyoruz. Başta 100 kişiyle yürürken, bir anda binlerce kişi geliyor arkamızdan. 1 Mayıs’larda görkemli gösteriler oluyor. İnsanlar alkışlıyor, bizimle birlikte geliyor. Revizyonistler ve sosyal demokratlar, cumhuriyet bayrağı dahi açmıyorlar. Kendi tabanları da cumhuriyetçi olmasına rağmen.
Mevcut uluslararası ilişkiler durumunda, burjuvazinin kapsamlı ideolojik bombardımanına karşı teorik mücadeleyi nasıl bir perspektifle yürütmek gerek? Teorik mücadelenin öncelikli halkaları nelerdir sizce?
İlk önce neoliberalizme karşı güçlü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Neoliberalizm politikası niye bu kadar gündemde ve sonuçları nelerdir? Bunun ideoloji temeli nedir? Bu soruların kapsamlı olarak cevaplanması gerek. Özellikle gelecek partiler konferansında bunun araştırılmasını önereceğiz. Bu konuda perspektif eksikliği var. Bu boşluğun doldurulması lazım. Birlik ve Mücadele dergisinin 2. sayısında Tunuslu yoldaşların bu konuda bir yazısı var. Fukuyama’nın tezlerine cevap niteliğinde. Ama oradaki eksiklik, neoliberalizm sorununu gündeme almamış olması. İspanya’da bizim partimizin başına gelenlerden sonra ideolojik mücadelenin yükseltilmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyorum. Marksist klasikleri yüzeysel okuma hastalığından kurtulmak gerek. Sadece okuyoruz onları, derinleştirme yöntemini kullamıyoruz. Bazı konuları tabu olarak görüyoruz. Eserleri diyalektik yöntemin ışığında irdelemeliyiz.
Söyleşinin sonunda, Yoldaş Marco’ya, verdiği yazı sözünden hareketle şunları söylüyoruz:
Dergimizin bir yazarı olarak (artık yazarımızsınız), okuyucularımıza son olarak neler söylemek istersiniz?
Marco, verdiği söze uygun olarak yazıyı yazacağını ancak kendisine biraz zaman vrilmesini istiyor ve okuyuculara son olarak şöyle sesleniyor:
“Okuyuculara Özgürlük Dünyası’nı çok dikkatle okumalarını söyleyeceğim. Çünkü son derece önemli bir görevi yerine getiriyor ve başarıyla yapıyor bunu. Teori, şu an kimi arkadaşlara gerekli görünmeyebilir, teorinin onlara kazandırdıklarını hemen hissetmeyebilirler. Bu bakımdan da belki de teoriyi akademik sorunlara boğulmak olarak görüp, “ne gereği var?” diyebilirler. Ancak teorinin mücadelemiz açısından hayati bir önem taşıdığını unutmamalıyız. İkinci olarak da şunu söylemek istiyorum: Klasikleri kolay yoldan, yüzeysel bir tarzda okumaktan kaçınalım.”
Raul Marco … Faşist gericilik altında bir yeraltı militanı olarak savaştı. Revizyonizme cesaretle baş kaldırdı. En yakın yoldaşları olarak bildiği hainlerin partiyi tasfiye girişimine tavizsizce karşı koydu. Şimdi 60 yıllık genç yüreğiyle komünizm idealleri için savaşmaya devam ediyor.
Nisan-Mayıs 1996