Parti örgütü ve parti çalışmasındaki aşınmanın yenilmesi üzerine

Türkiye’deki politik durumdaki değişiklikler, devrim ve karşı-devrim cepheleri arasındaki çatışmanın kazandığı özellikler ve örgütümüzün acil politik ve örgütsel görevlerinin, Devrimin Sesi’nin bir önceki sayısında, genel özellikleriyle sınırlı da olsa ele alındığı okurun bilgisindedir.

Merkez Organ’ımızın, eldeki sayısının bu yazısının konusunu, içinden geçilen dönemin dayattığı politik ve örgütsel görevlerin gerektirdiği politik ve örgütsel çalışma ve örgütümüzün çalışmasını baltalayan zaaf ve zayıflıkların üstesinden gelmesiyle ilgili sorunlar oluşturmaktadır.

Konu böyle belirlenince, bu yazının, önceki sayıdaki yazıyla ve güncel parti materyalleriyle birlikte ele alınması gereği, ister yönetici, ister üye, isterse sempatizan olsun her okurun, bu yazı ve öteki materyalleri; kendi yaşantısı, çalışması, sorumluluğu ve görevi ile ilgili eleştirel değiştirici sonuçlar çıkarmak üzere irdelemesi zorunluluğu vb. üzerinde fazlaca durmanın bir anlamının bulunmadığı ortadadır.

Hangi kademede bulunursa bulunsun her örgüt yöneticisi, hangi organ ve alanda görevli olursa olsun her örgüt üyesi ve kendine biçtiği görev sınırı nereye kadar giderse gitsin her parti sempatizanı, bu yazı ve öteki materyalleri, genel olarak sonuçlar çıkarmak için değil, kendi devrimci çalışmasını ve partiye ve sınıfa katılma biçimini gözden geçirmek ve pratik özel sorumluluklar çıkarmak amacıyla irdelemek zorundadır. Aksi takdirde, devrimci bir örgüt ve kişi olmanın olanaksız olması; sınıfı ve sosyalizmi savunmanın kötü bir gevezelik olarak kalması kaçınılmazdır.

SERMAYENİN SAFLARIMIZDAKİ YEDEK GÜCÜ: ÖRGÜTÜMÜZ VE ÇALIŞMAMIZDAKİ ZAAF VE ZAYIFLIKLAR

Partimiz, teori, politika ve örgüt sorununda; teoriyi ele alma, geliştirme ve pratik işlev kazandırma; politik mücadelenin dinamikleri ve sorunlarını irdeleme, politik taktik oluşturma, politik planlar yapma ve günlük mücadeleye katılma; örgüt olma, proleter örgütü her yeni dönemde yeniden kurma ve onu, sınıfın gerçek örgütü haline getirecek geçerli araçlarla donatma gibi temel sorunlarda, öteki bütün akım ve örgütlerden ve burjuva oportünist gelenekten kesin olarak ayrılmıştır.

Durum böyle olunca, ileri gitmek isteyen her yoldaşın önüne alması gereken soru şudur: Örgütlerimiz, kadrolarımız ve ileri sempatizan çevrelerimiz, öteki akım ve örgütlerin “çalışması”ndan ve reformist küçük burjuvazinin, proletaryanın ensesinde saltanat yaşadığı son kırk yılın, sosyalizm adına oluşturduğu “sağ” ve “sol” oportünist gelenekten, yaşam ve çalışmalarını ne oranda ayırabilmişlerdir? Kendimize biçtiğimiz rolün, her gün yaptığımız çalışmanın ve ulaşmaya çalıştığımız devrimci tipinin orijinalitesi nedir ve örgütsel ilişkilerimiz ve moral değerlerimiz, öteki örgütlerden hangi özellikleriyle farklılaşmıştır? Örgütümüzün bünyesindeki ve sınıf içinde yaptığı çalışmadaki yabancılaşma ve zayıflığın kendini bu alanlarda dışa vurduğu kesindir.

Örgütteki ve yaptığı çalışmadaki zaaf ve zayıflıklardan, kuşkusuz öncelikle sermaye ve gericilik yararlanmaktadır. Zira işçi ve emekçi hareketi ve devrim cephesi, olanaklarını tam kullanamadığı gibi, sınıfın ve halkın tek umudu partimiz de, anlamsız enerji kaybından ve kazanmakta olduğu güvenilirliğin hırpalanmasından kaçınamamaktadır. İşçi ve emekçi hareketinin, olanaklarını tam kullanamaması; örgütlerimiz ve kadrolarımızın israf olmaları, atıl kalmaları ve enerjik, verimli çalışmaya geçmedeki zorlanmalarının, sermaye ve gericiliğin halk arasındaki bugünkü en önemli dayanağı ve bizzat bizim tarafımızdan sunulmuş bir üstünlüğü olduğu herkesçe görülebilir açıklıkla ortadadır.

Sermaye ve gericiliğin, örgütlerimizin bünyesindeki zayıflık ve kadro ve sempatizanlarımızın yaşam ve çalışmalarındaki zaaflardan yararlanmasının, birbirleriyle iç içe geçmiş bulunan ve biri diğerinin ters yüzü olan iki biçiminden söz etmemiz kuşkusuz yanlış değildir.

a) İşçi ve emekçi hareketinin ve ileri emekçi kitlesinin, gerekli yardımı görmemesi ve esas olarak kendiliğinden bir mücadele hattında ve büyük oranda ilkel bir örgütlenme içinde (hareketin ve uyanan kitlenin ortaya çıkışının ilk biçimiyle kendini tekrar etmesi durumu) kalması; patronların, hükümetin ve sendika bürokrasisinin cepheden saldırıları karşısındaki bu silahsız kalmanın bir sonucu olarak (hareketteki istikrarsızlık, kaçınılabilir yenilgiler, ileri işçi kitlesinin eğitiminin geri ve örgütünün dar kalması) gerçekleşen doğrudan yararlanma.

b) Sınıf dışı ve halka yabancı liberal ve anarşizan “sosyalist” akım ve grupların, açık kitle hareketini düzen sınırlarına çeken ya da terör ve “üst” sınıf yaklaşımıyla provoke eden; uyanan ileri işçi ve emekçiyi, bürokrasiye bağlanmaya zorlayan veya iç içe olduğu kitleden kopararak kendi “işleri”nde tasfiye eden “çalışması”na dayalı “dolaylı” yararlanma.

Sermaye ve gericiliğin ve hükümetin, işçi ve emekçi sınıflar ve açık kitle hareketinin bünyesindeki zaaf ve zayıflıklardan bu biçimler (a- burjuvaca uyuşturma, cepheden saldırıyla ezme; b- “sosyalistçe” aldatma, parçalama ve tasfiye etme) içinde ve bu yollarla yararlandığı; yararlanmanın olanaklarını, objektivitenin kaçınılamaz sınırlamaları dışında, örgütlerimizin çalışmasının zaaflarında bulduğu bir gerçektir. Denilebilir ki; işçi ve emekçi, hareketinin, sermayenin cepheden saldırısı karşısındaki (aldatıcılık ve zorbalık karşısındaki) dayanıksızlığının; ileri işçi ve uyanan gencin, sosyalizmi bulma ve proleter olan ile burjuva ve küçük burjuva olanı ayırt etmedeki zayıflığının nedenleri, örgütlerimiz ve kadrolarımızın kendilerine biçtikleri rolün zaaflarında ve yaptıkları çalışmanın geleneksel sınıf dışı “sosyalist” özelliklerinde yatmaktadır.

Örgütler ve kişiler için, sermaye ve gericiliğe karşı savaştığına içtenlikle inanmak ve hatta içtenlikle ve yiğitlikle savaşmak yetmemektedir. Sınıfın ve halkın nabzını her gün yeniden tutmak; hareketin her günkü ihtiyaçlarını, kendi yaşamsal ihtiyaçları olarak derinden hissetmek; bu ihtiyaçları karşılayan ve mücadele içindeki işçi, emekçi ve gence gerçekten yardım eden çok yönlü, enerjik, verimli ve sebatlı bir çalışma içinde olmak da gerekmektedir. İşçi ve emekçi hareketinin, olanaklarını tam kullanması; cepheden saldırı ve manevralar karşısında mücadele yeteneği kazanması; öte yandan, “sosyalizm” adına bölünüp parçalanmasına izin vermeyecek bir mevziiyi tutması için; örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin yaptığı çalışmanın, işçi ve emekçi karakterinin gelişmesi; proleter unsurun, bu karaktere damgasını basan hâkim unsur düzeyine yükselmesi hayati ve ertelenemez bir zorunluluktur.

İşçi ve emekçi hareketinin ihtiyaçlarını; dolayısıyla örgütlerimizin sorunlarını bu cepheden ele aldığımızda, önümüze çarpıcı bir şekilde gelen sorunun, yukarıdaki soru olduğundan kuşku duyulamaz. Örgütlerimiz, kadrolarımız ve sempatizan çevrelerimizin eylemi ve her gün yaptıkları çalışma, mücadele eden ve örgütlenme eğilimi içine giren işçiye ne kadar yardım etmektedir ve öteki “sosyalist” akımların aldatıcı ve tahrip edici çalışmasından ne oranda ayrılmıştır? İleri işçi ve emekçi ve uyanan gencin, örgütümüz ve kadrolarımızdan öğrendikleri nelerdir ve onların şahsında ve eyleminde tanıdıkları sosyalist çalışma ve devrimci kişilik nasıl bir çalışma ve nasıl bir kişiliktir? Her parti örgütü ve propagandacı ve örgütçüsünün, kendisine bugün sorması gereken sorular bunlardır. Bu kesindir; zira hareketin temel sorununun, ileri işçiler arasında, sosyalizm adına yapılan çalışmada ve bu çalışmanın, sınıfın ihtiyaçları ile ilişkisinde düğümlendiği görülebilir bir gerçektir.

TÜRKİYE’DEKİ “SOSYALİST ÇALIŞMA” GELENEĞİ VE TASFİYECİ ÇÜRÜME

Örgütlerimizin yaptığı çalışmanın, çoğu özelliğinin sınıfa ve sosyalizme yabancı düşmesine yol açan; kadrolarımızın ve taraftar çevrelerinin, görevlerini bilinçli işçi tutumuyla kavramaları ve devrimci girişkenlikle yapmalarını baltalayan zaaf ve zayıflıkların neler oldukları ve nerelerden güç aldıkları, çokça dikkat çekildiği gibi bir sır değildir.

İşçi ve emekçi hareketinin sorunlarını ve örgütümüzün, kadrolarımızın ve çalışmamızın zayıflıklarını gerçekten anlamak için, aşağıdaki tespitleri yapmamız özel bir önem taşımaktadır. Aşağıdaki iki dönem (1), kendilerine özgü özellikleriyle kavranmadan, devrimci ve sosyalist olan bir çalışma tarzı üzerine bir şey anlamak olanaksızdır.

a) 1960’lar ve 12 Eylül 1980 arası sosyalizm dönemi

* Türkiye’de sosyalizmin kitlesel yayılması, 1960’larla 1980 arası yılları kucaklar. Aynı yıllar, reformist ve revizyonist “sosyalizm”e karşı önce pratik, ardından teorik başkaldırı yılları da olmuştur. Bu dönem, değişik sosyalizm akımlarının, kendilerini şekillendirdikleri dönemdir.

* Söz konusu yıllar, işçi hareketinin gelişme ve atılım yılları olmasına karşın, gene de döneme damgasını basan hareket gençliğin, eğitim görmüş kent emekçilerinin ve üretici köylülüğün hareketidir. Sosyalizmin, genç aydın kuşak arasındaki yayılma döneminin, küçük burjuva sınıfların kitle hareketinin gelişme yıllarıyla çakışması, çalışma tarzı ve örgüt olmakla ilgili devrimci ve sosyalist geleneğin (T”K”P etkisiyle birlikte) çarpık oluşmasını koşullandıran olgu olmuştur. (2)

* Hem bu nedenle, hem de işçi hareketini uluslararası ölçekte tahrip eden (revizyonist) üst tabaka reformizminin baskısı nedeniyle; mücadele biçim ve refleksleri, örgütleme alışkanlıkları ve sosyalist ve devrimci militan tipi özellikleri vb. ile birlikte Türkiye’deki sosyalist ve devrimci çalışma geleneği, işçi sının dışındaki sınıfların yaşam ve eyleminden alınan tarzın ve bu sınıflar arasındaki çalışmadan edinilen ruh ve deneyimin ürünü olarak, çarpık ve çelişkili bir biçimde şekillenmiştir.

*Bu gelenek, son on beş yıldan bu yana aşağılanan tomurcuk halindeki devrimci ve halkçı öğelerine karşın (3), proleter sosyalizmine olduğu kadar sınıfa da yabancı özellikler içinde oluşmuştur; bir örgütü sınıfla birleştirme ve ona, örgütlenme çabasındaki işçiye yardım etme yeteneği kazandırma özelliklerinden büyük oranda yoksun bir gelenektir.

b) 12 Eylül 1980 darbesi ve tasfiyeci dönem

Sosyalizmin; daha doğrusu sosyalist çalışma yapma ve örgüt olmakla ilgili geleneğin 1960’lardan 1980’e gelen ve küçük burjuva ve halka yabancı olduğu kadar proleter ve halkçı unsurlar da taşıyan Türkiye’deki oluşumu süreci, bütün dönem boyunca devrimci örgütlerin şahsında, nispeten devrimci bir işlev gören bir süreç olarak şekillenmiştir.

* Ne var ki, 12 Eylül darbesinin toprağında olgunlaşan ve Gorbaçovcu dalgayla birlikte büsbütün çığırından çıkan tasfiyecilik hareketi, sadece sosyalizmin teorisi karşısında değil, aynı zamanda çalışma tarzı, mücadele ve örgüt biçimleri, devrimci moral ve örgütsel değerler ve devrimci militan tipin kişilik özellikleri karşısında da, emekçiye yakın birikimin tasfiyesi üzerinde yükselen bir hareket olarak oluşmuştur.

* Reformist liberal ve terörist “sosyalizm” tasfiyeciliğinin ortak karakteristiği, ilerici ve devrimci örgütlerin yaşamında ve sınıfın ve halkın saflarında az çok birikmiş devrimci, emeğe ve halka yakın bütün birikimi inkar etme; bir yandan, sermayeyle bir arada olma; öte yandan, emeği ve alt sınıfları bir tür dıştalama anlamına gelen halka yabancı “birikimi” kutsama, “sosyalizm” adına büsbütün çürütmede yatmaktadır.

* Tasfiyeci dönem deyim yerindeyse, bir “sosyalizm” piyasası yaratmıştır; teorik ve pratik inkârcılığın, emeğe ve halka inançsızlığa dayalı ikiyüzlü gevezeliğin, devrimci örgüt olma karşısındaki sorumsuzluğun, kişiliksizlikten güç alan bireyciliğin, kolektif ruhtan yoksun rekabetçiliğin ve reklamcı çığırtkanlığın vb. “değer” haline geldiği bir piyasa… Tasfiyeci dalganın ardından, parlamentocusu ve silahlı “mücadeleci”si dahil “sağ” ve “sol” akımlar için, devrimci çalışma ve örgüt artık, kamuoyu “çalışma”sı ve kamuoyu “örgütü”nden başka bir şey değildir. “Devrimci” kişi ise, düzenle bağ içindeki halka yabancı, bürokrat bir salon “sosyalisti” ya da, emekçinin yerine kendini geçiren, sözde halk adına hareket eden ve fakat amaca varmak için halka terör uygulamaktan kaçınmayan sınıf düşüğü “devrimci”nin bozulmuş sorumsuz bir tipidir.

Türkiye’deki “sosyalist” örgütlerin bugünkü rollerini ve yaptıkları “çalışmanın” karakterini anlamak için, bu tespitleri yapmak gerekiyordu. Zira örgütümüzün, kadromuzun ve çevremizin, teorik olarak reddetse bile, pratik çalışmada (duyguların, reflekslerin, ilişkilerin, çalışma ortamının oluşumunda) çoğu yönüyle yaşattığı geleneği tanıması bir zorunluluktur.

Türkiye’deki devrimci örgüt olma ve devrimci çalışma yapmakla ilgili (özünde sosyalizmi anlama ve uygulama biçimi) gelenek, yukarıda vurgulanan iki dönem içinde oluşmuş; bir anlayış, alışkanlık ve yaşam biçimi olarak, gene yukarıda değinilen özellikleriyle şekillenmiştir. Bugün uyanan ve devrime yönelen emekçi ve gencin, ilk anda karşı karşıya geldiği ve kendiliğinden kabullendiği devrimci çalışma yapma, örgüt ilişkisi oluşturma ve devrimci kişilik edinmekle ilgili verili anlayış, vurgulanan süreçte belirginleşmiş; 1980 öncesi ve sonrası olmak üzere iki dönemden geçerek oluşmuş ve gitgide küçük burjuva reformist ve tasfiyeci bir gelenek olarak karakterize olmuş bir anlayıştır.

 

SINIF DIŞI, OPORTÜNİST VE TASFİYECİ “ÇALIŞMA”NIN ÖRGÜTÜMÜZDEKİ ETKİSİNE KARŞI MÜCADELE

Devrimci çalışma ve örgüt olmakla ilgili söz konusu anlayış ve gelenek karşısında partimizin pozisyonu nedir? Bu, açıktır; partimiz bütün tarihi boyunca, “sağ” ve “sol” oportünizme, revizyonizme ve tasfiyeciliğe karşı, teori ve pratikte verilen mücadele içinde kurulmuştur. Ne var ki, 12 Eylül 1980 öncesindeki küçük burjuva kitle hareketinin koşullandırdığı “sosyalist çalışmacın sınıf dışı sekter “birikimi”nden; sonraki dönemdeki tasfiyeci, sınıf karşıtı ve halka yabancı “çalışma”nın “ilke” ve “norm”larının nispi etkisinden, örgütünü; örgütlerinin yaptığı çalışmayı ve kadrolarının şekillenişini korumakta tam bir başarı elde ettiğini ileri sürmek de doğru bir şey olmamaktadır.

Bu konudaki zayıflık kuşkusuz, partinin ideolojik, politik ve örgütsel çizgisi ile, örgütlerin ve kadroların yürüttüğü çalışma arasında, değişik dönemlerde farklı oranlarda etkili olan bir ayrılığın ortaya çıkması; çalışmanın devrimci niteliğinin bozulması, kadroların proleter dönüşümünün baltalanması ve sınıfla birleşme yönündeki gelişmenin kabul edilebilirin ötesinde tahrip olması anlamına da gelmiştir. Buna karşılık, çizgisi ve örgütlerinin çalışmasındaki proleter ve devrimci yön ile partimiz, geride kalmış bütün dönem boyunca; önce, oluşan “sosyalist çalışma” geleneği içindeki devrimci ve halka yakın eğilimi temsil etmiş; ardından, 1950’li yıllarda işçi hareketinden tasfiye edilmiş Bolşevik çalışma geleneğinin Türkiye’deki temellerini atan proleter okulun tek temsilcisi olarak kendini kabul ettirmeyi başaran bir parti de olmuştur.

Marksist Leninist hareketin, Türkiye’de oluşmuş “sosyalist” ve “devrimci” çalışma geleneği karşısındaki pozisyonu böyledir. Durum böyle olduğuna göre; ideolojik ve örgütsel çizgimiz ile örgütlerimiz, kadrolarımız ve örgütlü çevrelerimizin yaptıkları çalışma ve girdikleri ilişkilerin niteliği arasındaki ayrılık ve aykırılıkların nedenlerinin, partimiz açısından aydınlık ve biliniyor olması gerekmez mi? Kuşkusuz, bu nedenler aydınlatılmış ve biliniyor olmalıdır; aydınlatılmıştır ve bilinmektedir de. Partimizin materyallerini izleyen ve saflarımızdaki oportünist eğilime karşı mücadelenin tarihine ve belgelerine bir göz atan her yoldaş, bu gerçeği rahatlıkla görebilir; ayrıca, görmek zorundadır da.

Örgütlerin bünyesindeki zaaflar ve çalışmadaki zayıflıkların nedenleri açıktadır, yukarıda vurgulananlardadır; harekete sınıf dışından katılan unsurların, koptukları sınıflardan edindikleri yaşam tarzı, kavrayış biçimleri ve örgütleme alışkanlıklarını katıldıkları örgütlere taşımaları bir yana (bu doğal ve mücadele etmek koşuluyla kabul edilebilir bir şey); nedenler, 1980 öncesinin alışılmış, geleneksel sınıf dışı dar çalışma kalıplarına kapılmada; 1980 sonrasındaki çözülme, çürüme ve tasfiye hareketinin ifadesi sağ ve sol burjuva “sosyalist” akımın, yığınların eylemi ve örgütlenmesini dışlamış “eylem” biçimleri ve şekillendirdiği umutsuz, bireyci ve sorumsuz “devrimci” tipin “kamuoyu”cu, bir o kadar da reklâmcı yöntemleri ve arabesk ruh hali özelliklerine, kendiliğinden de olsa bir tür boyun eğmede yatmaktadır.

İşçi ve emekçinin uyanışı, örgütlenmesi ve hareketinin yönetimini eline alması değil de; onların, kendilerinin yedeği ve destekçisi olarak kalmasını öngören ve sınıfın sırtındaki iktidarlarını (‘90’da çöken iktidarlar) kaybetmenin verdiği umutsuzluk ve öfkeyle halka büsbütün sırt dönen reformist üst tabaka “sosyalizmi” ve terörist “sosyalizmi” akımlarının uyuşturucu ve tahrip edici çalışmasından ve mücadele ve örgüt biçimlerinden pratik olarak kendini ayırmakta zorlanmak… Bu zorlanmanın; örgütlerimizin bünyesinde, çalışma ve eylemlerinde ve kadrolarımızın yaşamları, ilişkileri ve kişiliklerinin şekillenişinde çelişki ve aşınma yaratması; bu çelişki ve aşınmanın, partimizi olduğu kadar, işçi hareketinin dinamiklerini de baltalaması: Örgütümüzü olduğu gibi; partimizin, sınıfı etkileyen alternatif bir parti olması nedeniyle, sınıf hareketini de kemiren, zayıf düşüren nedenler burada yatmaktadır.

Söz konusu nedenlerden kaynaklanan zaaf ve zayıflıklara geçmeden önce vurgulayalım: Devrim ve sosyalizm iddiasındaki herkesin bilmesi gerekir; her sınıfın kendine ait bir sosyalizmi vardır ve sosyalizm salt bir “bilgi” akımından ibaret değildir. Dolayısıyla da, tıpkı proleter sosyalizminin, öteki sosyalizm akımlarından ayrı olması gibi, işçiler arasındaki çalışma, işçilerin öteki ezilen sınıflar içindeki çalışması ve sınıfın mücadele ve örgüt biçimleri de, öteki sınıfların çalışma, mücadele ve örgüt biçimlerinden ayrılmıştır. Zira toplumsal doğası ve bilincinin karakteri vb. ile işçi sınıfı, öteki bütün sınıflardan farklı bir sınıftır. Bu olgu, sınıfın hareketinin gelişmesine, öteki sınıfların hareketlerinin gelişmesinden farklı, kendine özgü ayrı bir özellik kazandırmasının yanı sıra, sınıfa katılan komünist militanın ve işçi devrimcinin, küçük burjuva devrimcisinden farklı bir kişilik olarak, farklı bir çalışma, örgüt ve ilişki biçimi içinde yetişmesini de açıklar.

Bu özgün durum, yani sınıfın ve hareketinin özgün özelliği anlaşılmadığında; proleter sosyalist akım, genel teori ve pratik politikada ne kadar gelişmiş ve teori ve politikasını sınıf dışı akımlardan ne kadar ayırmış (bu noktada kaldığında olanaksızlığı ayrı bir sorun) olursa olsun, proleter bir karakter kazanması ve ayrı bir okul olması olanaksızdır.

Proleter sosyalist akım ancak, öteki “sosyalist” akımlardan pratik olarak ayrıldığında; ait olduğu sınıf içindeki çalışmanın deneyimi yoluyla, kendi sınıf karakterine uygun düşen, sınıfın ve hareketinin gelişme diyalektiğini ve ruhunu anlayan; onu kavrama, onun tarafından kavranma ve benimsenme yeteneğine sahip bir çalışma tarzı, ilişki biçimi ve mücadele ve örgüt geleneği geliştirdiğinde ayrı bir akım ve okul haline gelebilir. Aksi takdirde, hedef aldığı sınıf karşısında, sınıf dışı akımlarla aynılaşacağı gibi; ayrı proleter bir akım (parti) olmanın önkoşulu olan sosyalist teori ve politikanın kâğıt üzerindeki söz olarak kalması, gitgide aşınması, işlevsizleşmesi de kaçınılmazdır.

Partimiz ve örgütümüzün sorunu tam da burada yatan bir sorundur. Teori ile pratik; söz ile eylem arasındaki ayrılık anlamına gelen bu durum değişmek zorundadır. Zira partimizi kemirmesinin yanı sıra, işçi hareketini ve ileri işçinin bilincini de tahrip e-den zayıflık buradadır. Örgütlerimiz ve kadrolarımız, bilmek zorundadırlar ki; partimiz sadece, partimizin ne olacağı ve nereye gideceğinin değil, aynı zamanda, işçi hareketinin ne olacağı ve nereye gideceğinin sorumluluğunu taşımaktadır. Mevcut durumu kabullenmek demek, partimizi baltalamakla yetinmemek; aynı zamanda, işçi sınıfı ve hareketi karşısında gerici bir pozisyonu ve tasfiyeci bir rol alma ve oynamayı üstlenmek anlamına gelmektedir. Partimizin ve örgütümüzün, bünyesi ve çalışmasında tahribat yaratan zaaf ve zayıflıkları kabullenmeyeceği; çizgisi ve çalışmasındaki devrimci ve proleter yönün sunduğu silahları, geleneksel “çalışma” ve “piyasa” etkisinden gelen zaaf ve zayıflıkları yenmek üzere yetenekle kullanacağı ve hareketin talep ettiği düzeyi bulmakta duraksamayacağı kuşkusuzdur.

Öte yandan, devrimci dinamiklerin partimizdeki varlığı ve proleter dönüşüm sorunu, bugüne özgü ve şimdi gündeme gelen bir sorun değildir. O halde, örgütümüzdeki ve çalışmasındaki dönüşüm, bugüne kadar niçin ileri bir mesafe alamamıştır? Bu sorunun, herkesin kendisine sorması gereken bir soru olduğuna kuşku yoktur. Gerçek şudur ki; örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimiz, hem işçi ve emekçi hareketi karşısındaki sorumluluklarımızın gelenekselin ötesindeki önemini; hem de bizi, partimizin sınıf ve halk hareketi içinde tuttuğu bugünkü mevziiye getiren kazanından kavramada gereğince olgun bir tutum ortaya koymamışlardır. Buna karşın, zaaflara ve gerideki tutum zayıflığına karşın, durumun değişmesi koşul ve imkânlarının bugün yeterince olgun olduğu ise açıktır.

İlki: Partimizdeki devrimci dinamizmin ve proleter gelişmenin ifadesi olan olgular, bugün artık, görmek istemeyenlerin dahi görmek ve kabul etmek zorunda kaldıkları derecede belirginleşmiş; yanı sıra örgütlerimiz ve çevreleri, anlayışları ve ruh hallerinin değişmesi, çalışmanın dönüşümü ve işçiye yakınlaşması zorunluluğunu, öz-deneyimle anlayacakları olgunlaşma sürecini geride bırakmışlardır. Partimiz, pratik çalışması ve eyleminin niteliğinde, kendini ve örgütünü, sıçramanın eşiğine sürükleyen deneyime sahip bir parti haline gelmiş bulunmaktadır.

İkincisi: Devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın kazandığı özellikler ve partimizin işçi ve emekçi hareketi içindeki bugünkü yeri nedeniyle, geleneksel “piyasa çalışmasının beslediği zaaf ve zayıflıkların örgütümüzün faaliyetinde yaşamaya devam etmesinin, telafisi olanaksız örgütsel sorumluluklara yol açacağının herkesçe görülebilecek bir açıklık göstermesi, itici ve harekete geçirici bir dinamik durumundadır. Zira örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimiz, işçi ve emekçi hareketinin, karşı devrim karşısında silahsız, hazırlıksız kalmasının sorumluluğunu kabullenmeyen bir temel üzerinde oluşmuş bir gelenekten gelmektedirler ve hareketin bizden talep ettiği görevleri kavradıklarında (bunun ortamı oluşmuştur), yeni bir hareketlenme ve devrimci bir atılım içine girmelerinin önlenemez bir olgu olacağı açıktır.

 

ÖRGÜTÜN VE ÇALIŞMANIN DÖNÜŞÜMÜ KOŞULU: PARTİ ÇİZGİSİNE ÖRGÜT VE ÇALIŞMADAKİ PROLETER UNSURA YASLANMA

Çözüm nerededir; örgütlerimizin çalınması ve kadro ve çevrelerimizin yaşantı ve eylemindeki dönüşüm nasıl ve hangi yoldan başarılabilir? Bunun bir reçetesinin bulunmadığı; fakat dayanıldığında, partimizde, çalışmanın niteliğinin gelişmesini ve kadroların dönüşümünü önlenemez kılacak dinamiklerin birikmiş olduğundan kuşku duyulamayacağı bilinir.

Sorunların çözümünün, devrimci gelişmenin ve gerçek proleter örgütlere dönüşmenin düğüm noktası şuradadır ki; yerel ve özel örgütlerimiz, örgüt görevlilerimiz ve sempatizan çevrelerimizin, yüksek ve devrimci sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri; bürokratik, geleneksel, eskimiş ve sıradan hale gelmiş bulunan kavrayış, ilişki ve örgüt biçimlerinden; liberal ve terörist “sosyalizm” piyasasının kışkırttığı dejenerasyonun, yığınlara güvensizliğe dayalı ruh durumunun ve sözde örgütleme alışkanlıklarının kişiliklerinde yarattığı tahribattan arınmaları zorunludur. Bu arınmanın yolu, kuşkusuz bilinemez değildir.

a) Partinin teorik, politik ve örgütsel çizgisi, dönemle ilgili taktikleri ve örgütümüzün çalışmasının parti çizgi ve taktiğine ve sınıf hareketinin dinamiklerine yaslanan yönünün biriktirdiği devrimci deneyim: Kadrolarımız ve çevrelerimizin yaşam, çalışma ve eylemlerinin proleter ve devrimci niteliğini pürüzsüzce geliştirmeleri için; dikkatlerini yoğunlaştıracakları, yaşam ve çalışmalarını yenileyecek görevler bulmak üzere irdeleyecek ve yararlanacakları çizgi ve deneyim işte buradadır. Örgütlerimiz, “sosyalizm” piyasasına meyletmekten; çoğu durumda olanın aksine, “piyasa” kavramlarına açık durmaktan kurtulmak zorundadırlar.

b) Geçmişte, küçük burjuva sınıfların hareketinden “öğrenilmiş” dar ve alışılmış kalıplarla; ezberlenmiş ya da kafalarda kurulmuş ve moda “devrimci”yi “tatmin etme”ye dönük formül ve sloganlarla “idare etmek” değil canlı hayatı; olguları, ihtiyaç haline getirdiği mücadele ve örgüt biçimlerini ve bizden talep ettiği görevleri irdelemek… Hayatı ve talep ettiği görevleri, alıştığımız düzene, verili ilişkilere ve edinilmiş alışkanlıklara “uydurmak” değil, tam tersine, aile ve iş düzenini, günlük ilişkileri ve mücadele ve örgütlenme yöntemlerini canlı hayata ve değişen olguların bizden talep ettiği görevlere uydurmak: Örgütlerimiz ve parti adına sorumluluk alan partili partisiz görevliler, bu tutumla hareket etmek ve bilgiyi ve yenilenmeyi canlı hayatın içinde aramak zorundadır.

c) Bir yandan, zihin ve dikkatimizi parti çizgisi ve örgütümüzün çalışmasındaki sınıfa yakın unsur üzerinde yoğunlaştırmak; öte yandan, alışılmışın dışına çıkarak, canlı hayatı irdelemek ve hayatın talep ettiği hat üzerinde sürekli yeniden mevzilenmek; örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin kavrayış ve çalışmasındaki zaaf ve zayıflıkları alt etmek ve proleter dönüşümü başarmak için bu tutumu benimsemek yeterlidir. Ne var ki, hâkim anlayış ve sözcüklere verilen “anlam”, bu tutumu yetersiz, kılmaktadır. Çünkü bu tutum, daha doğrusu bu çizgi, lafız olarak kabul edilmesine karşın, çoğu durumda benimsenen, propaganda edilen fakat organların kendi üstlerine almadıkları sözler olarak kalmaktadır. Tıpkı, günlük harekete uygulanması ve cisimleştirilmesi gereken parti taktiklerinin çoğu yerde propaganda sınırında hapsolup kalması gibi. Sözle eylem arasındaki ayrılık; liberal piyasa “sosyalizmi”nin, saflarımızdaki canlanması olarak dışa vuran kaypak pratik oportünizm. Örgütlerimiz, pratik oportünist görünümleri, çalışmamızı torpilleyen düşman olarak ilan etmek, ezecek olan tutumla da birleşmek zorundadır.

d) Örgütlerimizin ve ister partili isterse partisiz olsun her görevlinin, kendi mevzisinden benimsemesi gereken ve üç noktadan vurgulanmış olan tutum ve çizgi, başlı başına bir amaca dönüşmemelidir. Proleter dönüşüm ve çalışmanın Bolşevikleşmesi için zorunlu olan bu çizgi ve tutum, işçi sınıfı ve halk hareketine katılma ve yolunun açılmasına yardımı başarmanın güvencesi olarak anlam taşımaktadır. Örgütlerimiz ve kadrolarımız, çalışmalarındaki zaaf ve zayıflıkların, günlük mücadeleler içinde üstesinden gelinebileceğini; doğru olanla yanlış, devrimci olanla gerici ve sınıfa yakın olanla yabancı olanın ancak, her günkü mücadelede seçileceğini bilmek; kendilerini, planlarını ve çalışmalarını her günkü olaylar içinde, yorgunluk göstermeden ve kararlılıkla yer alarak sınamak zorundadırlar. Günlük mücadele içinde olmadan, işçiyle istikrarlı ve örgütlü bağ içine girmeden, sınıfın ruhunu anlamak, ihtiyaca cevap veren devrimci bir çalışma yapmak, kendini değiştirmek ve dünyayı değiştirecek bir komünist olarak yenilenmek olanaksızdır.

Örgütümüzün çalışmasındaki zaaf ve zayıflıkların üstesinden gelinmesiyle ilgili olarak burada dört temel sorun ve tutumumuzun dört temel unsuru olarak ortaya konulmuş olan çizgiyi gerçekte tek bir cümle olarak formüle etmek olanaklıdır. Mücadele eden ve örgütlenme çabasında olan işçi, emekçi ve gence yardım etmek: Gerçekte, görev bu olduğu gibi, oportünist zayıflıkların alt edilmesi olanağı da buradadır. Ne var ki gerek geleneksel anlayış ve alışkanlıkların gücü; gerek, piyasadan alınarak yerleştirilmiş yaşam biçiminin geriletici baskısı; gerekse, sınıf dışı “sosyalizm”in pompaladığı reformist çalışma biçimlerinin, kadrolarımız ve çevrelerimizde yarattığı aşınma nedeniyle, en fazla bilinen en basit sorunların, örgütlerimizde özel bir mücadele konusu olacak derecede önem kazanmış bulunduğu bir gerçektir. Bu durum, örgütlerimiz, kadrolarımız ve görevli örgütlü çevrelerimiz için kabul edilemezdir ve partimiz için bir zül’dür. Dolayısıyla da, bu ve benzer türden sorunların artık, özel önem taşıyan sorunlar olmaktan çıkmasının; geldiği bu noktada partimizin, mevcut biçimleriyle bu sorunları geride bırakmasının zorunlu olduğunun herkesçe kesin biçimde anlaşılması gerekmektedir.

Yukarıdaki bölümlerde, örgütlerimizin çalışmasındaki zaaf ve zayıflıklardan, sermaye ve gericiliğin işçi emekçi hareketi karşısındaki yararlanmasının iki biçimi ve iki yolundan söz edilmişti: Geleneksel demagojiler ve cepheden saldırılarla oyalama, ezme ve dağıtma; “sosyalistçe” aldatma, saflarını bölerek güçsüz düşürme ve yenilgiye sürükleme. Buradan, örgütümüze iki yönlü bir görevin çıktığı ortadadır.

a) Hareketteki kendiliğindenliğe, bundan güç alan kapitalist partinin geleneksel fraksiyonuna ve temsilcisi durumundaki gerici sendika akımının etkisine karşı mücadele;

b) tabiatı gereği, uyanan ve sosyalizme eğilim gösteren işçi kitlesi arasında, “sosyalist” bürokrasiye dayanarak örgütlenen ve gerçekte, burjuva kapitalist partinin “sosyalist” biçimdeki fraksiyonundan başka bir şey olmayan burjuva-küçük burjuva “sosyalist” akımın aldatıcı ve tahrip edici etkisine karşı mücadele.

Partimizin ve örgütlerimizin görevi, özünde bunlardan ibarettir. Kuşkusuz, hem genelde partimizin hem de, tek tek her parti örgütü ve her partili kişinin, bu görevi yerine getirirken izleyeceği özel çizgi ve benimseyeceği özel tutum görevin özü ve karakterine uygun düşmek zorundadır. Bu özel çizgi ve tutum, özetlersek, mücadele halinde ve örgütlenme çabasındaki işçilerin, mücadele ve örgütlenmelerini, bağımsız bir partide birleşmeye genişletmeleri ve devrimci bir parti haline gelmelerine yardım etme çizgi ve tutumunda dile gelmektedir. Öte yandan bu alan, geleneksel “sosyalist” çalışmanın ve liberal “sosyalizm” piyasasının, sosyalizm adına teoride ve pratikte baş aşağı çevirdiği her şeyin, yeniden ayakları üzerine oturtulmasının temel alanı durumundadır. Yanı sıra, bu sorun üzerine çizgi ve tutum, üst tabaka “sosyalizmi” ile proleter sosyalizminin, en temel ayrım noktalarından birisini oluşturur. Örgütlerimiz ve kadrolarımızın, bu gerçeği anlamadan ve gereklerini yerine getirmeden, tek bir adım bile ilerleyemeyecekleri görülemez bir şey değildir.

İçeriğini alışılmış olandan ayırarak söylersek, partimizin önderlik ve örgütleme yöntemi ile ilgili bu çizgi ve tutumu, her şeyden önce onun proleter karakterinin ve sınıfa yaslanan genel çizgisinin bir ifadesidir. İşçilerin, kendiliğindenliğin eleştirisinde ve saflarındaki kendiliğindenci ortamda oluşmuş geleneksel bürokrasi ve kapitalist partinin geleneksel fraksiyonun işini bitirmede ilerlemeleri; yollarının bir başka biçimde kesilmesi biçimi olan burjuva ve küçük burjuva “sosyalizmini tanıma, kendilerini ondan ayırt etme ve bölünmeyecek bir pozisyonu tutma yoluna baştan girmeleri; ileri güçlerini koruma ve eğitme güdülerini bilinçle geliştirme ve deneyim ve tecrübe biriktirme yeteneği kazanmaları; girişim ve çalışmalarını, her türden işçi örgütünün ve öteki emekçi örgütlerinin yönetimini bizzat ellerinde topladıkları devrimci bir parti (partimiz) olarak örgütlenme çalışmasına genişletmeleri: Partimizin yakın amacı budur; başka bir yönden ifade edilmiş haliyle görevi buradadır. Ve onu, sınıfı kendi yedeği, aynı zamanda kendine boyun eğmesi gereken bir “yığın” olarak gören sınıf dışı “sosyalist” partilerden ayıran özelliklerinden birinin, ifadesini burada bulduğuna kuşku yoktur.

Partimizin, sınıf dışı “sosyalist” akımlardan, genel çizgisi ve öncelikle söz konusu bu özelliği ile ayrıldığı yadsınamaz bir olgudur. Buna karşılık, örgütlerimizin çalışması ve kadrolarımızın yaşantı ve eyleminde, üst tabaka sosyalizminin geleneksel ve tasfiyeci “önderlik” ve “çalışma” biçiminin etkisinin yaşamakta olduğu da yadsınamazdır. Bu durumun devam etmesi halinde, partimizin gerçek bir işçi partisine dönüşmesi nasıl başarılacaktır? Bu olanaksız olacağı gibi; işçi ve emekçi sınıfın, karşı-devrimin saldırıları karşısında hazırlıksız kalması; ön cephesinin, burjuva ve düzen içi “sosyalist” akımlar tarafından tahrip edilmesi ve sonuçta da kaçınabileceği yenilgilere uğramasının sorumluluğunun partimizin üzerinde kalması kaçınılamaz bir olgudur. Oysa bugüne kadarki mücadelesiyle partimiz ve örgütümüzün, yüz kızartıcı böylesi bir sorumluluğa asla layık olmadığı; bugünkü eski ve yeni kuşak komünist devrimcinin, sınıfı ve halkı alternatifsizliğe ve yenilgilere mahkûm etme hakkının bulunmadığı tartışılamaz bir şeydir.

Başta yönetici organlar ve sorumlu görevliler olmak üzere, örgütlerimiz ve partili partisiz bütün yoldaşlar bileceklerdir ki, en önemli ve en güçlü sıçrama dönemleri, çoğu durumda geri düşüş ve yenilgilere yol açabilecek etkenlerin de en yüksek seviyede oluştuğu dönemlerdir. Tıpkı, devrimin en yakın olduğu dönemlerin, karşı devrim etkenlerinin en fazla birikmiş bulunduğu dönemler olması gibi. Olgunlaşmış olan devrimin gereği yerine getirilemediği takdirde; nasıl ki karşı devrim, devrimi ezme ve üstün gelme olanağını elde ediyorsa; partimizde birikmiş devrimci dinamik ve olanakların gereği yerine getirilemediği takdirde, fırsatların kaçması, olanakların heba olması ve anlamsız bir düşüş yaşanması yakın tehdit olarak kapıda beklemektedir.

İleri işçi ve emekçi kitlesi, bugüne kadarki bütün birikimini, yüzünü de onlara dönerek, partimize ve örgütlerimize sunmuş bulunmaktadır. Partimizin ve örgütümüzün dinamikleri, önündeki olanaklar ve kullandığı kürsüler, hiç kuşku yoktur ki sınıfa ve halka aittir. Bazı çevrelerimizde, “bizim” ve “sahibiz” gibi bir anlayış (bunlar davranış olarak, düşünce olarak açıkta olandan çok yaygın ve köklüdür) halen görülse de, partimiz ve örgütlerimiz dâhil (burada kullandığımız, “bizim” ve “miz”ler ise, sorumluluk ve zaafların bize ait olmasından başka bir anlama gelmemektedir) bütün olanaklar sınıfın hareketinin ürünüdür ve sınıfa aittir.

Partimizin, ülkedeki gelenekleri kökten değiştirecek bir sıçramanın eşiğine geldiği bugünkü durumda, sorunumuzun karakteristiği şu noktadadır: Örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimiz, yıllardan bu yana olduğu gibi; dinamikleri, olanakları ve kürsüleri değerlendirme ve kullanma biçimiyle (çalışma ve eylemiyle), hareketi ileriye götürdüğü oranda da tahrip etmeye (çalışmadaki geleneksel olan yön, adeta olanaklar üzerinde tepinme boyutundadır) devam mı edecekler; yoksa sınıfın ve halkın talep ettiği görevleri sorumlulukla yerine getirecek; bir yandan, sermayenin saldırısı karşısında emeğin güç ve donanım biriktirmesinin; öte yandan, saflarına katılan işçi kuşağının elinde partimizin tam bir işçi partisine dönüşmesinin unsuru mu olacaklardır? İşçi ve emekçi hareketindeki dinamik ve olanaklar, hem de içinde olduğu sorun ve zayıflıklar, örgütlerimizin bünyesi ve çalışmasındaki zaaf ve eksikliklerin hayati önemini, kadrolarımızın ve çevrelerimizin önüne, işte böylesi bir kesinlik ve böylesi bir çarpıcılık içinde koymaktadır.

Bugünkü sorunumuz ve sınıfın bugünkü sorunu böyledir. Olgu ve olayların sorunu böyle koyması, kuşkusuz önce, partimizin sınıf açısından taşıdığı özel öneme dikkat çekmektedir. Öte yandan ise, örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin yaşam, çalışma ve eylemlerindeki, sınıf dışılığa ve geleneksel olana yaslanan zaaf ve zayıflıkların ve üst tabakanın liberal ve bürokratik “sosyalizminden alınmış anlayış, ilişki, mevzilenme ve alışkanlık bozukluklarının sınıfı tahribini ve bu tahribatın tasfiyesinin aciliyetini vurgulamaktadır. Bu dikkat çekiş ve vurgulamanın, partilisi ve partisiziyle bütün parti kitlesinde yaratacağı hareketlenmenin; yaşamını, çalışma ve eylemini parti çizgisi ve sınıfla birleştirmede şevkli, sebatlı ve enerji dolu yeni bir atılım; parti çizgisi ve ileri işçi kitlesiyle daha derinlikli bağlar kurma ve daha enerjik ve verimli çalışma içinde olmayı baltalayan zaaf ve zayıflıklara karşı öfkeli, içtenlikli ve dönüştürücü özeleştiriyle birleşen bir saldırı başlatma anlamına gelen tutkulu bir hareketlenme olması doğaldır.

Herkesçe bilinen bir şeydir: Politik çizgi ve taktik tutum (plan) vb. belirlendiğinde artık, tayin edici olan kadrolardır; onların, bu çizgi ya da planı uygulamada gösterecekleri yetenektir. Örgütümüzün içinde bulunduğu bugünkü koşullarda, söz konusu bu ilke, salt lafız olarak benimsenmiş bir ilke olmaktan çıkarılmak zorundadır. Zira partimizin ideolojik ve örgütsel çizgisi ve politik ve örgütsel planları vardır ve belirlenmiştir. Üstelik bu çizgi ve planlar, olgu ve olaylar tarafından her gün yeniden doğrulanmaktadır ve daha da ötesi örgütümüzde, bu çizgi ve planları onaylamayan tek bir kişi bile bulunmamaktadır. Sorunun, partinin genel çizgi ve taktik planlarıyla, örgütler ve kadroların yaptığı her günkü çalışma arasındaki ayrılıktan doğduğu son derece açıktır.

Yeni ve ihtiyaç olanı öğrenecek ve çizgiye ve sınıfın ruhuna uygun çalışma yapacak kişiler gökten zembille inmeyeceğine ya da kadrolar saksıda yetişmeyeceğine göre, parti çizgisi, taktiği ve hareketin talep ettiği çalışma nasıl ve neye dayanılarak yapılacaktır? Bu açıktır: Parti kadro ve çevrelerinin, verimli ve enerjik bir dönüşümü ve çalışmanın parti çizgisi ve sınıfın karakterine uygun düşen yönünün kazandığı genç ve taze güçlerle, bugünkü kadro ve çevrelerin sistematik takviyesi. Örgütümüzün yaptığı çalışmanın dönüşümü ve çizgimize her yönüyle yaklaştırılması için izleyeceği kadro politikasının bir özelliği budur.

Öte yandan, eski ve yeni kuşak kadroların proleter dönüşümleri; proleter ve devrimci özellikleri ve ona içten bağlı halk adamı nitelikleriyle yenilenmeleri ve yetişmeleri ancak, sınıfı ve ileri işçiyi kucaklama ruh ve yeteneğine sahip gerçek bir çalışma, parti çizgisine uygun düşen, işçilerin yaşam ve deneyiminden öğrenmeyi öngören kapsamlı, enerjik, kesintisiz ve inatçı bir faaliyetle başarılabilir. Bunun, bugüne kadar bulunmuş başka bir yolunun olmadığı örgütler tarihinden bilinmektedir.

Bu nedenledir ki, baştan beri dikkat çektiğimiz gibi, mevcut kadro ve örgütlerimizin, yaşam ve çalışmalarını planlar ve yürütürken izleyecekleri çizgi ve benimseyecekleri tutumu şekillendirmesi zorunlu şu iki şey hayati önemdedir: a) Daha yukarıda dört noktadan ortaya konulmuş olan özel çizgi ve tutumun, lafızda (kâğıt üstünde) benimsenen sözler olarak kalmaktan çıkması, her günkü çalışmaya yön veren ve çalışmada cisimleşen bir çizgi ve tutum olarak gerçekten benimsenmesi; b) bu çizgi ve tutumun, burjuva ve küçük burjuva “sosyalist çalışma” geleneğinden ve piyasa “değerleri”nden pratik çalışmada da kesin ve gerçek bir uzaklaşmayı özel amaç edinen bir refleksle desteklenmesi.

Bunlardan birincisi, örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin, parti anlayış ve çizgisini anlaması, sınıfın ötekilerden ayrı ruhunu hissetmesi ve olguları gerçek içerikleriyle irdeleyebilmesi olanağının genişlemesine temel oluştururken; ikincisi, sınıfa ve halka yakınlaşma, işçi ve emekçilerin güven duymadıkları, denedikleri ve uzaklaştıkları “kadro tipi”nden ayrılmalarında dayanak oluşturmaktadır. İşçi ve emekçilerin, uzun bir süreden bu yana geleneksel ve son yılların “moda”sı olan “çalışma”yı ve “devrimci militan tipi”ni sezgi ve öz-deneyimle denedikleri, tanıdıkları ve halka yabancı bularak reddettikleri açık bir gerçektir.

Kadrolarımız ve çevrelerimiz, öteki “sosyalist kadro” ve çevrelerden, mevzilenmeleri, yaşantıları ve her gün yaptıkları işlerle ayrılmayı, öngörüleri ve duygulanımlarıyla farklı kişilikler olarak şekillenmeyi özel olarak istemeleri ve özel çaba göstermeleriyle de ayrılmalıdırlar. Öncesi bir yana son on yıldır, işçi sınıfı, halk ve ileri emekçi, parlamenter ve maceracı-terörist özellikleriyle geleneksel “önder militan” tipleri, aynı dönemin ortaya çıkardığı “entel” ve “arabesk” kişilikleri, yaptıkları “çalışma” ve “tip” ve “kişilikleriyle denemiş, kendini onlardan ayırma, uzak durma tutumu geliştirmeye önem verme gereği duymuştur. Öyle ki, geleneksel “sol” ve “sosyalist” grup ve kişilerden ayrı bir tutum içinde olmak ve ayrı bir çalışma yaptığını göstermek, işçilerin ilgi odağı ve emekçi mihrakı olmak için yeterli bir özellik anlamı kazanmıştır.

Geleneksel “sosyalist” gruplar ve “yeni dünyacı” akımlar, bu gerçeği 1992–94 arası yıllarda yaşadıkları yeni tecrit, parçalanma ve tasfiye ile görmüşlerdir. Ne var ki, ders çıkarma ve kendilerini halka yaklaştırma yoluna girmek yerine; işçi ve emekçi kitlelerin yerine geçirdikleri “önderlik”lerini, halka karşı özelliklerini daha da ileri götürerek büsbütün çürütmeyi; öte yandan, baştan bu yana karşıt mevzilerde bulundukları partimize karşı yürüttükleri saldırıyı genişletmeyi tercih etmişlerdir. Burjuva ve küçük burjuva “sosyalizmi”, çözümsüzlüğü ve iflasının sorumluluğunu işçi ve emekçinin “anlayışsızlığında görmüş; “çözümü” ve tasfiyeden “kurtulma” yolunu halktan daha da uzaklaşmada bulmuştur. Yedi yıldan bu yana, partimize karşı giderek genişleyen ve karalama kampanyasına dönüşen tasfiyeci saldırı, kaynağını buradan almaktadır.

Bütün bunlardan çıkan şudur: Örgütlerimizin, her günkü çalışma ve eylemlerini sınıfa yaklaştırmak için özel bir mücadele vermeleri ve hareketin ihtiyaçları üzerinden sürekli yeniden şekillendirmeleri zorunludur. Öte yandan, bu mücadele ancak, parti çizgisini ve yukarıdaki dört maddeyle ortaya konulan özel tutumu kılavuz edinen kadro ve sempatizanların bu çizgi ve tutumlarını, geleneksel “devrimci tipi” özelliklerden arınmayı ve gerçek bir halk adamı olarak yenilenmeyi öngören bir özdenetimle her gün yeniden birleştirmeleri sayesinde başarı kazanabilir. Çalışmanın işyeri temelinde istikrar kazanmasında; bir yandan işçinin doğasına ve günlük hareketin ihtiyaçlarına yakınlaşmasında; öte yandan, halk adamı adanmış militanın özelliklerinin örgütümüzde yayılmasında dayanak oluşturacak örneklerin örgütümüzde bulunduğu ise açıktır.

 

UMUTSUZ TASFİYECİ SALDIRI VE TASFİYECİ ETKİNİN ÖRGÜT ÇALIŞMASINDAN TASFİYESİ

Partimizin mücadelesi, ÖDP ve SİP’inden İP’ine, DS ve TKP-ML’sinden MLKP’sine bütün “sol”un, rol ve dinamizmini yadsıyıp uzaklaştığı işçi sınıfı ve halkın uyanışı, örgütlenmesi ve hareketinin yönetimini kendi eline alması mücadelesidir. Oysa işçi sınıfı ve emek dünyasının, kendi geleceğini eline alma yoluna girmesi ve örgütlenme yeteneği kazanması, halkın sermayeye karşı silahlanması olduğu gibi, burjuva ve küçük burjuva “sosyalizminin bugünkü marjinalliğe mahkûm olması da demektir. Dolayısıyla da, tasfiyeci oportünist cephenin saldırganlaşması asla bir rastlantı değildir: örgütümüzü baltalamak için, işçi hareketinin mevzilerine (platformlara vb. saldırı basınlarından bilinmektedir) cepheden saldırabilecek kadar düşmanlaşması, onları “yıkma” gibi karşı devrimci bir girişimi göze alacak kadar pervasızlaşması bir rastlantı değildir.

Partimize yönelik tasfiyeci saldırının, aşağı yukarı bir yıldan bu yana genişlediği, provokatif bir karakter kazandığı bilinmektedir. TDKP’ye düşmanlık, yıkılması ve tasfiyesinden başka bir işleri olmamış olan kimi gruplar, onun “tasfiyesine karşı “mücadele” bayrakları açarlarken; başkaları, “kazığın” tek uçlu mu “çatal” mı olacağı üzerine fetva vermeye soyunmuşlardır. Bunlar, karşıt gibi görünen mevzilerden saldırıya geçerlerken özünde aynı şeyi; işçinin devrimci örgütünün daha doğmadan tasfiyesi üzerinden oluşmuş geleneği savunmayı görev edinmişlerdir. Onları ortaklaştıran özellik kuşkusuz, dışına düştükleri işçi sınıfı ve halktan tamamen uzaklaşmayı göze almalarında; reformist küçük burjuva bir tabakanın, sırt döndüğü işçinin örgütünü genişletmesini baltalama güdüsüyle oluşturduğu tasfiyeci “sosyalizm”in savunusunda dile gelir. Böyle hareket etmeleri ve bu görevi üstlenmeleri doğaldır; bu, izledikleri çizgi ve kendilerine biçtikleri rolün bir gereğidir. Ne var ki partimizin çizgisini ve örgütümüzün halka bağlılık derecesini anlama, onu baltalama yeteneklerinin olmadığı görülmektedir.

Tasfiyecilik, işçilerin birikimini, oluşmuş olan partisini tasfiye etme, onun yerine başka bir şeyi geçirme hareketidir. Türkiye’de sosyalizm adına yetmiş yıl önce oluşmuş ve kendini son otuz yıl içinde “devrimci” biçimlerle olgunlaştırmış, tamamlamış ve gelenekleşmiş olan geleneksel “sosyalist” çalışmanın esası da budur. Tasfiyecilik, kendini farklı görüntüler içinde dışa vuran bir olgudur. İlk biçimleri genellikle, karşı devrimin bastırdığı koşullarda kazanımları inkâr, örgüt çalışmasını dağıtma; açık hareket imkânı doğduğunda eski çalışma ve örgüte saldırıya geçme ve yerine koşullara “uyum” sağlayan bir gazete, dernek çevresi ya da sözde parti geçirme eğilimi biçiminde yaşanıyordu. Son otuz yılda bu biçime, bir yenisi eklendi: Sözde “illegal” örgüt olma adına (gazete, dernek olanaklarından sözde yararlansa da), karşı devrimle cepheden savaşa girmeyi, sınıfın kitlesel politik parti olarak açık politikaya girmesini, işçilerin kendilerini parti olarak örgütlemesini inkar, iktidar olmayı hedefleyen gerçek bir örgüt olmayı yadsıma, sonuç olarak da hiçbir zaman gerçekten var olan bir örgüt haline gelmeme eğilimi.

Tıpkı, Bolşeviklerden kopan ve tasfiyeciliğe katılan Otzovistler gibi. RSDİP’teki tasfiyecilerle Otzovistlerin aynı kaptan yediği ve aynı tasfiyecilik değirmenine su taşıdığı herkesçe bilinir. Ve Türkiye’deki sağ reformist (ÖDP-İP-SİP vb.) tasfiyecilikle “sol” reformist (DS-TKP/ML-MLKP vb.) tasfiyecilerin, partimize karşı tutum ve saldırılarının RSDİP’te yaşanan tasfiyeci saldırıdan bir farkı yoktur. Aralarında bir noktada bir fark vardır. O da, RSDİP’in sağ ve sol tasfiyecilerinin, bir zamanlar işçi hareketine ve onun partisine katılmalarına karşın; bizdekilerin böyle durumlarının olmaması, küçük burjuvazinin işçilerle ittifakı bozmuş tabakasının reformist fraksiyonları olarak var olmalarıdır. Bu durumda, sağ’daki ve “sol”daki tasfiyeciliğin “çatal kazık”a karşı tutumunun sonuçta birleşmesi kuşkusuz anlaşılır bir şey olmaktadır.

Partimizin bütün örgütleri, kadroları, çevreleri ve devrimci işçiler şunları bileceklerdir:

Burjuva ve küçük burjuva “sosyalizmi”, bugünkü Türkiye’de kendini ancak, sınıf kitlesinin partisizliği ve proleter sosyalist çalışmanın zayıflığının yarattığı boşluklarda var edebilir, yeri ancak o alanda bulabilir. Geleneksel üst tabakacı “sosyalist” akımın ve söz konusu fraksiyonlarının partimizin çizgisine, taktik politikasına, kürsü ve organlarına karşı kampanyalarının nedeni de burada yatmaktadır. Yürütülmekte olan kampanyanın amacının, örgütlerimizin çalışmasındaki geleneksel “sosyalizm”den ve “piyasa” tasfiyeciliği etkisinden kaynaklanan zayıflıklara dayanarak, işçi sınıfının gerçek bir parti oluşturmasını baltalamak ve partimizi kendilerine benzeyen “sol” bir fraksiyon olmaya “zorlamak” için telaşlı bir denemede bulunmaktan başka bir şey değildir.

Bunların tümü de, “tasfiye” bir yana partimizin politikasının, tasfiyeciliğin tasfiyesi politikası olduğunu, bunun koşulunun örgütümüzün son yedi-sekiz yıllık mücadelesi içindeki kazanımı ve hareket içinde tuttuğu yerle genişlemiş bulunduğunu “bilmekte”dirler. Ayrıca, “çatal kazık”ın, çakıldığı yere sökülmezcesine ve gerçekte kan emerek beslenen sermayenin bağrına çakılan bir kazık olduğunu da “anlamakta”dırlar.

Anlamak istemedikleri ise bellidir; partimizin, işçi sınıfı ve hareketini on yıllar boyunca kemirmiş, dinamiklerini tahrip etmiş, gözünü devrime açan genç kişiyi daha baştan iktidarsızlaştırmış oportünist ve tasfiyeci bir geleneği pratik olarak yıktığı; örgütünü karakterize eden özelliğin, dar ve geniş, satıhta yayılan ve derinliklerde köklenen bütün işçi örgütlerinin toplamından oluşan bir örgüt olmasında dile geldiği gerçeğidir. Öte yandan kuşkusuz bir de, partimizde böyle düşünmeyen, buna uygun hareket etmeyen bir kişinin bile bulunmadığı, eğer böyle biri olsaydı örgütümüzde bir gün kalma olanağını bulamayacağı olgusudur. Partimizde durum böyledir; herkesin anlaması gereken şey de buradadır.

Örgütümüzün çalışmasındaki sorunlara, başka bir yönden değinmek üzere yeniden dönelim. Partimizin politikası, sermayeye karşı olduğu gibi, onun halk saflarındaki dışa vurumu oportünizme ve ikiye katlanması olan tasfiyeciliğe karşı mücadele politikasıdır. Onun bugün bulunduğu mevzi açısından; sermayeye ve ona olduğu kadar oportünizme ve tasfiyeciliğe karşı mücadele bakımından da merkezileşen görev baştan bu yana vurgulandığı gibi, yaşam, çalışma ve eylemimizde oportünist ve tasfiyeci etkiden kurtulma görevidir. Çünkü, oportünist ve tasfiyeci saldırı karşısında zayıflatmasının yanı sıra, sermayeye karşı mücadelesinde de partimizi, dolayısıyla işçi sınıfını zayıf düşüren başlıca nedenler, saflarımızdaki ve çalışmamızdaki oportünist etkide yatmaktadır.

Sonuç olarak söylenirse, denilebilir ki, örgütümüzün ve kadrolarımızın yaptığı çalışmanın önündeki tek engel, geleneksel oportünist çalışmadan, yanı sıra “piyasa normları’ndan kendini ve çalışmasını bütün

yönlerden ve bütün özellikleriyle pratik olarak ayıramamış, sınıfın karakterine uygun bir tarzı oluşturamamış, halen devrimi ilerletici olduğu kadar, belki de daha fazla geleneksel oportünist eğilimi, piyasa norm ve ahlakını ve kendi kendinin tahribini üretmiş olmasında yatmaktadır. Sosyalist çalışmanın tecrübesini yeniden edinme ve yenilenmenin temel koşullarından birinin; çalışma ve eylemimizi öteki “sosyalist” grupların çalışma ve eyleminden pratik olarak ayırmayı öngören bir tutumu özel olarak geliştirmek, örgütümüzü ve kendimizi değiştirmekle ilgili özel çizgi ve politikamızın bir unsuru haline getirmek olduğuna kuşku yoktur.

Zira partimize yönelik kara bayraklı kampanyalar, çalışmamızdaki söz konusu zaaf ve zayıflıklardan güç aldıkları gibi; halkı edilgen bir yığın, alınır satılır meta olarak algılayan, kendini halkın üstünde her şeyi tayin eden asıl dinamik sanan ikiyüzlü ve sorumluluk duygusu bozulmuş; bir yandan ahmakça bir parlamentarizme meyleden, öte yandan anarşist dar kafalılığını tabiat haline getiren “militan tipi” özelliklerinin örgütümüzde yaşamasının nedeni de buradadır. Mevcut durum ve çalışmamız değişmek, sınıfa ve halka hızla yakınlaşmak zorundadır; öte yandan bu zorunluluğun ancak, her örgüt ve yoldaşın, dönüşümü, kendi dışında olacak bir şey olarak görmekten uzaklaşması, kendi dönüşümü olduğunu anlaması ve gereğini yapmasıyla yerine getirileceği ise açıktır.

 

ÇALIŞMADAKİ ZAAF VE ÖRGÜTÜN BÜNYESİNDEKİ ZAYIFLIKLARIN BAZI PRATİK BELİRTİLERİ

İleri işçi geri devrimci! Öteki örgütlerin geriliği, ilkelliği ve yıkıcı rolü bir yana bırakıldığında bile; işçi ve emekçi hareketinin kendiliğinden gelişmesiyle bu hareket içinde yapılan devrimci çalışma arasındaki ilişkinin son yedi-sekiz yılını karakterize eden olgu budur.

Bu tespit, kendiliğindenliğin “abartılması” olarak görülmemelidir; çünkü yalın bir şekilde gerçek durumu yansıtmaktadır. Bir yanda, işçi emekçi sınıfların, düzenden görülmedik derecedeki kopuşu, sınıfın ve kent emekçisinin ana kitlesini harekete geçiren ve geniş bir ileri işçi ve emekçi kitlesi çıkaran uzun süreli hareketlenmesi; öte yanda, yapılan devrimci çalışmanın hitap ettiği, açığa çıkardığı, biriktirdiği, eğittiği, örgütlediği ve bugüne getirdiği devrimci işçi kitlesi. Bu ikisi arasında, kabul edilebilirin ötesinde bir oransızlığın bulunduğu son derece açıktır.

Bu oransızlığın nedeni, örgütümüzün maddi gücünün sınırlılığı ve harekete müdahale olanaklarının darlığı vb. değildir. Nedenlerin, baştan bu yana vurguladığımız gibi, örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimizin yürüttüğü çalışmanın tahrip edici özelliklerinde, kapasitenin örgütçü olmayan “piyasa” tavrıyla atıl bırakılmasında ve eldeki kürsü ve olanakların mantıksız bir sorumsuzlukla kullanılmasında yattığı kesindir, işçi sınıfı ve halkın, varlığını ve her şeyini sınıfa ve halka adamış olan örgütümüz tarafından devrim ve sosyalizm “çalışması” adına tahrip edilmesi: Bu bir gerçektir. Örgütümüzün çalışmasındaki sınıf dışı, halka yabancı ve bu nedenle de kesin olarak yıkıcı olan unsurun (yönün), işçi emekçi hareketini olduğu gibi, örgütlerimizin olabilir dönüşmesini, işçilere ve emeğe yakınlaşmasını, orada gelişme ve genişlemesini tahrip ettiği bir olgudur.

Gelinen nokta, yaşanmış bütün kırıp dökmelere karşın yeni bir dönemeçtir; her örgüt ve eski ya da yeni kuşaktan partili partisiz her yoldaş, bugüne kadar genelde uzak durulmuş bir görevle karşı karşıyadır.

Parti çizgisinin, gelişen yığın mücadelesinin ve hareketin şimdi bizden ve özel olarak benden talep ettiği ve gelecekte ihtiyaç haline geleceği için dikkate alınmasını istediği görev nedir; devrimci bir organ ve komünist bir birey olarak, bu görevlerin bulunduğum mevziden yapılabilir ve yapılması zorunlu olanlarından her gün ne kadarını yerine getiriyorum; organ ve kişi olarak beni öteki “sosyalist” gruplardan bugün yaptığım hangi iş, girdiğim hangi ilişki ve örgütlediğim hangi eylem ne kadar ayırdı; kitle hareketine ve ileri işçi ve emekçilere bugünkü yardımım nedir, özel olarak partiye bugünkü katkım ne olmuştur; kaç yeni işçi ve emekçiyle bağ kurdum, kaç yeni grup oluşturdum, parti basını için sorumlu olduğum alandan kaç yeni okur buldum ve çalışmasında hangi yoldaşa ve hangi organa ne kadar destek olabildim; bu sorulara konu olan işler için ne kadar enerji ve emek harcayabilirdim, oysa ben ne kadarını harcayabildim; bu ve benzeri somut sorular üzerine olumlu söyleyeceğim, söyleyebildiğim fazla bir şeyim yoksa o halde ben hangi işlerle uğraşıyorum, neden bir organ durumundayım, üye ya da taraftar olarak parti ve komünizmin adını niçin kullanıyorum, bu kürsüyü hangi hakla işgal ediyorum; ben sermaye düzenine karşı gerçekten mücadele ediyor muyum ve hangi güdüyle, ne kasıtla ve niçin bu partiden yanayım?

Her organın ve hangi alanda görevli olursa olsun her yoldaşın bugün karşı karşıya bulunduğu ilk görev bu vb. soruları önüne almak ve bu temelde vicdani bir değerlendirme ve muhasebeye girişmektir. Yeni bir başlangıç yapmak ve sınıfa gerçekten katılmak isteyen her yoldaş için bu zorunludur. Bugünkü durum, bunu ertelenemez bir göreve dönüştürmüştür.

Böyle bir muhasebe, organlar ve kişilerin, ideallerine ve parçası bulunduğu halka bağlılık derecesinin kendi önlerine gelmesi demek olduğu gibi; hem bu muhasebe, hem de ona temel oluşturacak olan yukarıdaki sorular, örgütün ve çalışmanın dönüşümü ile ilgili özel parti çizgisinin gerçekten öğrenilmesi ve uygulamanın bizzat uygulayıcıların kendileri tarafından denetlenmesinin; daha açığı, organlar ve kişilerin çalışmalarını izleme ve denetlemelerinin anahtarı özelliği taşımaktadır.

Partimiz yolunda yürümeye devam edecektir; bunu hiçbir saldırı önleyemez. Fakat örgütlerimizi ve çevrelerimizi oluşturan bugünkü komünist kuşağın, işçi sınıfının zaaf ve eksikliklerini giderme ve kesin çarpışmalara hazırlanmasına yardım etme çalışmasındaki yeri ne olacaktır? Bu yeri belirleyecek olan, yukarıdaki sorulara pratik çalışmayla verilecek yanıttır ve herkes yeni bir başlangıcı önüne almak zorundadır.

a) Teori ve teorik çalışma

Partimizin, teoriyi ele alma, uygulama ve eylem kılavuzu olarak kullanmakla ilgili tutumu, çabası ve örgütte yerleştirmeye çalıştığı anlayış baştan bu yana bilinmektedir. Öte yandan, teorik sorunları ele alış, gelişeceği alanlara genişletme ve hareketin ihtiyaçlarına bağlamada öteki bütün akım ve gruplardan ayrılmıştır. Partimiz teoriyi ele alışı, pratik harekete bağlaması ve eylem kılavuzu olarak kullanma anlayış ve pratiği ile ötekilerden ayrı, farklı bir okul pozisyonundadır.

Buna ve önümüzde hiçbir akımla karşılaştırılmayacak bir birikim bulunmasına karşın, örgütlerimiz ve kadrolarımız, gerekli teorik çalışmayı yapmakta ve teoriyi bir eylem kılavuzu olarak her günkü çalışma ve eylemlerinde kullanmakta mıdır? Bunun gereğince yapılmadığı; yapılmadığı için de pratik politika ve örgüt sorunlarında, alışılmış “çalışma”ya ve “statüko” anlamı kazanmış bürokratik kalıplara eğilim gösterildiği bilinmektedir. Denilebilir ki, parti çizgisiyle örgütün ve kadroların günlük çalışması arasındaki çelişkinin, kendini dışa vurduğu alanlardan biri, teoriyi kılavuz olarak kullanma alanıdır.

Perspektifsizlik; olguları, olgu ve olaylar arasındaki bağlantıları anlama yerine, hayatı kabaca öğrenilmiş formüllere “uydurma”; hareketin birikmiş kolektif tecrübesini özümseme yerine, kendi kişisel dar “deneyimi” ile yetinme; dikkatini parti çizgisinde yoğunlaştırma yerine, “piyasa”daki genel “bilgi” ve “kavramlara kulak kabartma ve dünyayı değiştirmenin bilgisi üzerinde oluşturulmuş geniş görüşlü, aynı zamanda cesur, sebatlı bir tutumun yerine, dar kafalının ne yaptığını bilmez, küçük çıkarlara boyun eğerek mızmızlanan kararsız ruh hali ve ürkek tutumunu geçirme eğilimi vb; bütün bunlar, çalışmayı kabalaştıran, verimsizleştiren ve enerji israfına yol açan etkenler olarak örgütümüzde vardır; büyük ölçüde teorinin örgütteki önem derecesinden ve ele alınışındaki zaaflardan doğmuşlardır. Bir yandan, parti taktiklerinin, “propaganda”sı yapılmakla yetinilecek sözler olarak görülmesi; öte yandan, harekete katılan işçi ve emekçilerin teorik eğitim ve politik tecrübe olanağından yoksun kalmaları ve özgüvenlerini kaybederek geri çekilme eğilimlerine girmelerinin nedenlerinden biri buradadır.

Örgütlerimiz, kadrolarımız ve çevrelerimiz, oportünizmin ve tasfiyeci (çalışmanın, işçinin çalışmadan tasfiyesine yol açan yönleri) geleneksel etkinin kuşatmasından kurtulmak ve çalışma ve eylemlerini parti çizgisi düzeyine çıkarmak istiyorlarsa, yeni bir başlangıç dediğimiz muhasebenin temeline, teori ve teorik çalışma karşısındaki ilgi zayıflığını ve teorik geriliği koymak, parti teori ve çizgisini, pratik çalışmanın değişimi ve iyileşmesinin olduğu kadar kendi dönüşüm ve yenilenmelerinin yol gösterici kılavuzu haline getirmek zorundadırlar.

b) Emeğin politikacısı ve gerçek bir örgütçü olarak hareket etme

Partinin politik ve örgütsel taktikleri ve güncel çağrılarının, bir yandan gerilik ve deneyimsizlikten ileri gelen darlıklar, öte yandan geleneksel grup “devrimciliği”, “piyasada” genel “kabul” görmüş tasfiyeciliğe, bunun kolaylığından kaynaklanan “çekiciliği”ne kapılmaktan gelen nedenlerle tahrip olduğu bir gerçektir. Yanı sıra, yaratıcı tutum yoksunluğu, küçük çıkar hesapları ve devrimci ruhun aşınması vb. olgulardan kaynaklanan nedenlerle, politika ve çağrılarımızın çoğu durumda ve çoğu yerde, kâğıt üstünde kalan, herkesin birbirine, daha çok da öteki gruplara karşı propaganda ettiği sözler halinde yozlaştırıldığı da bilinmektedir.

Parti çizgisiyle, örgütümüz, kadrolarımız ve çevrelerimizin yaptığı çalışma arasında ayrılığın kendini en açık, en tahrip edici biçimde ortaya koyduğu ve ortadan kaldırılmadığında hiçbir şeyin çözülemeyeceği alan burasıdır. Teorik çalışmanın ilerlemesi ve teorinin gerçekten eylem kılavuzu olarak kullanılması zorunluluğu buradan ileri geldiği gibi, bu alandaki düzeltme ve yenilenmedeki ilk adımın, teorik gelişme ve kavrayışın ayakları üzerine oturtulmasının olanağı da buradadır.

Nasıl ki örgütümüz, burjuva partisi karşısında bağımsız sınıf partisiyse, proleter devrimci de, burjuva politikacısı karşısında emeğin ve halkın politikacısıdır. Örgütümüz gerçek bir politik örgüt, kadro ve görevli çevrelerimiz de herhangi bir devrimci olarak değil, emeğin gerçek politikacısı ve örgütçüsü olarak hareket etmek zorundadır. Bu olmadığında, en ileri “teorik çalışma”nın da, “devrimci iddia”nın da laf olarak kalacağı, beş paralık bir değerinden söz edilemeyeceği açıktır.

Sınıfın politik örgütü ve politikacısı, her renkten burjuva ve küçük burjuva örgüt ve politikacıdan, her şeyden önce ilke ve amaçları, emek karşısındaki içtenliği, sınıf karşısındaki sorumluluğu, sonra da mücadele ve örgüt biçimleri ve çalışma tarzıyla temelden ayrılmış olmasıyla karakterize olur. Bu noktada, örgütteki yeri ne olursa olsun her organ ve kişinin karşısına ilk gelen şeyin, yukarıda alt alta sıralanmış sorular olacağı herhalde anlaşılır bir şey olmaktadır. Herkes bu soruları sormak ve sınıfın ve halkın politikacısı olarak kendini sorgulamak zorundadır.

* Sınıflar ve sınıflarla devlet arasındaki ilişkilerin özellikleri ve gelişme yönünü; sermaye ve gericilik cephesindeki bölünmeleri kışkırtan, işçi ve emekçi kitlelerin yaşamlarını etkileyen, ilgi konularını ve duygularını değiştiren ekonomik, toplumsal ve politik olgu ve olayların bağlantılarını; açık hareketin gelişme seyri, aldığı biçimlerin özellikleri ve hareket içindeki politik akımlar arasındaki güç ilişkilerini vb. faktörleri her yeni durumda yeniden ve yeniden irdeleme…

* Bu olguların şekillendirdiği acil halkanın ülkede ve kentlerdeki, fabrikalarda, emekçi birimleri ve semtlerdeki vb. ani değişiklikler ve özgün sorunlarla bağlantı içindeki güncel özgün biçimlenişini sürekli izleme ve yeniden tespit etme; söz konusu birimdeki kitlenin özel sorunu ve politik tepki derecesinin ortaya çıkardığı ya da eğilim haline getirdiği sloganları, mücadele ve örgüt biçimlerini gözleme ve parti çağrı ve sloganlarının pratik anlam ve üslubunu bu temelde yenileme; bunu yaparken, sloganlarımızın yığınlara mal olmasını, işçi emekçi kitle örgütlerini, an’ın oluşturduğu organizasyonları değerlendirme, çeşitli araçların ve basının etkin kullanımını özel bir görev haline getirme…

* Hareketin nereden ve hangi biçimlere bürünerek ortaya çıktığı ya da çıkmakta olduğunun bilgisine özel önem verme; harekete (içinden ve dışından) bu bilgiyle ve karşı devrimin bastırma ve provokatif saldırı girişimini boşa çıkarmayı da planlayan ve kitlelere mal etme çalışmasıyla birleşen bir tutumla katılma; bu tutumu, mücadeleyi fabrikada, işyerinde ve sokakta örgütleyip yöneten işçi, emekçi ve gencin, örgütleyip yönettiği hareketin deneyimi ve parti eğitimi ile yetişmesi ve örgütlenmesine yardım etme anlayışı ve pratiği ile kaynaştırma; ortaya çıkan mücadelenin deneyim ve tecrübesini, söz konusu kitleye, sınıfa ve halka, daha sonraki mücadelelerin ilk birikimleri olarak mal etmeyi ihmal etmezken, bir yandan parti sloganlarını deneme, öte yandan yığınlardan öğrenme ve kendini dönüştürme olanağını da kullanma…

* İşçi, emekçi ve gençlik kitlelerinin sendikal ya da politik ve an’ın ortaya çıkardığı her türden örgütünün ve parti örgütlerinin, fabrika, işyeri, öğrenim kurumu ve gene birimlere dayanan ve bunlar üzerinde yükselen yerleşim bölgeleri temelinde oluşturulması ve kitle örgütlerinin birimlerde oluşması, kürsülerinin buralarda oluşmuş örgütlere bağımlı hale getirilmesi politikasında ısrar ve kararlılıkla ilerlenilmesi; işyeri esasına göre örgütlenme politikasının bozulmasının, uyanan emekçinin biriminden koparılarak ne idüğü belirsiz “top zıplatma” ve “kişilere ‘iş’ bulma örgütü” olarak damgalanması gereken sözde “komite”ler halinde örgütlenmenin burjuva örgütlenmesine meyletmek ve hareketi ileri düzeyde baltalamak olduğunun derinlemesine anlaşılması.

* Örgüt yöneticiliği anlayışının, kitlelerin dışında ve örgütlerin “üstünde” “çevre yöneticiliği” geleneğinin son zamanlarda artan ve yıkıcı da olan etkisinden arındırılarak, emekçi ve gençlik kitleleri arasında ve belirlenmiş birimlerdeki çalışmanın bütün yönlerinin sorumluluğu temelinde yeniden cisimlendirilmesi; işsiz, sorumsuz, birim görevinden azade şekilsiz taraftar çevrelerine son verecek birim gruplarının ve herkese sorumlu olduğu bir iş temelinde ve belli disipline bağlı örgütlenmenin genişletilerek yenilenmesi; örgüt olmanın en temel ilkesi olan ‘organlar arasındaki karşılıklı hesap alma-verme ve disiplin ilişkisinin, “piyasa” etkisinden arındırılarak yenilenmesi ve devrimcileştirilmesi; yeni işçi, emekçi ve gençlik güçlerinin partinin tarihi birikimi üzerinden eğitim almaları, yeniden şekillenmelerinin hızlanması ve örgütte ilerlemesinin her örgütün temel sorunu ve görevi olarak ertelenemez önem kazanması…

Sınıfın politikacısı ve örgütçüsünün, politik eylemi ve örgütçü çalışmasını yönlendiren, bu eylemi ve çalışmayı her soydan burjuva karakterli eylem ve çalışmadan ayıran anlayış, bakış açısı ve politikanın esas olarak burada vurgulananlardan oluştuğu bilinebilir. Buna karşılık, kitle mücadelesi ve politik-örgütsel çalışmanın öteki yönleri ile ilgili başka şeylerden de söz edilebilir. Ancak, burada sorun bu değildir. Bugünkü sorun, burada maddeler halinde formüle edilmiş anlayış ve politikaların, partimizin belge ve materyallerinde baştan beri işlenmiş anlayış ve politikalar olmalarına karşın, bu sorunları burada yeniden ele almak ve işlemek zorunda kalmamızdır…

Herkesin önüne alması ve üzerinde dikkatle durması gereken sorun bugün budur. Örgütümüzün, kadrolarımızın ve partiden yanayım diyen her yoldaşın, teorik gelişme ve teoriyi kullanma sorununu irdelerken de temele yerleştireceği sorunun, sınıfın devrimci politikacısı ve örgütçüsü olarak hareket edip etmediğimiz sorunu olduğu son derece açıktır.

Zira soruna şöyle bakmak gerektiği bellidir ve bunu hiç kimse görmezden gelemez: İşçi sınıfı ve halk, tarihindeki en geniş çaplı hareketlenme içindeyken ve aynı zamanda en geniş çaplı saldırılarla karşı karşıyayken biz nasıl bir çalışma yapıyoruz ve nelerle uğraşıyoruz; işçi sınıfı ilk kez geniş kitlesiyle bağımsız politik örgüt olmaya yönelirken ve onun bu yönelimi bizlere, kendisine yardım etmekte kullanmak üzere son derece hayati araçlar sunmuşken, örgütümüz, kadrolarımız geniş çevrelerimiz, ona yardım konusunda nasıl bir hareketlenme içindedirler? Bugünün sorunu budur ve gündeme aldığı şey biz kimin politikacısıyız, kimin hangi nitelikteki örgütçüsüyüz sorunundan başka bir şey değildir.

Hangi sloganları atıyoruz, güçlerimizi nerelerde mevzilendiriyoruz, fabrika ve işyerlerinde nasıl çalışıyoruz, sendikalardaki kürsüleri nasıl değerlendiriyoruz ve sunduğu fırsatları nasıl kullanıyoruz, sınıfın ve halkın güçlerini tek bir hedefte toplayacak iskeleyi nasıl örgütlüyoruz ve örgütü hangi temelde, nerelerde ve neye göre nasıl kuruyoruz? Bu sorular, semtlerde yığılmış işsiz gençlikten üniversitelere kadar genişletilerek uzatılabilir. Fakat bunun bir gereğinin bulunmadığı; sorunun, parti çizgisine uygun gerçek bir politik ve örgütsel çalışma içinde olup olmadığımız; sınıfın politikacısı ve örgütçüsü inanç ve yeteneğine sahip bulunup bulunmadığımız sorunu olduğu ortadaki bir gerçektir.

Bütün bu sorulara olumlu tek bir yanıt veremememizin nedeninin, örgütümüzün çalışmasındaki geleneksel “sosyalist” ve güncel tasfiyeci “piyasa” liberalizminin etkisi olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu durumdan kurtulmak ve çalışmamızı ve kendimizi tahribattan kurtarmak ve korumak için ne yapmamız gerekiyor? Bunun yanıtı da önceden verilmiştir: a) Her örgütün, bütün dikkatini parti çizgi ve çağrılarında toplaması ve gözlerini “piyasa”da olana değil, sınıf ve halk arasında olup bitenlere çevirmesi; b) her yoldaşın, ilk örnek olarak önüne, çalışmamızın bizi hareket içindeki bugünkü konuma getiren olumlu yönünü; burada eleştirdiğimiz örgütlerimiz, kadrolarımız ve sempatizanlarımızın şu ya da bu fabrikadaki çalışmasında ve şu ya da bu eylemdeki tutumunda kendini göstermiş olan proleter tarzı, daha da önemlisi işçiler ve sendikacılar arasında geleneği yararak uç veren kişilik özellikleri, ilişki ve örgütleme biçimlerini alması: Çözüm buradadır; düzenin küçük çıkarlarına boyun eğmeyen kimse için bu çözüm zor değildir. Zira partimizin çizgisi ve kolektif tecrübesi, bulunmaz bir destektir.

c) Örgütsel, manevi ve moral değerler

Geleneksel oportünizmin çürümesi ve a-çık tasfiyecilik biçimine dönüşerek bir “piyasa” oluşturmasının örgütlerimiz ve örgütlü örgütsüz çevrelerimiz üzerindeki etki alanlarından biri; hem politik ve örgütsel çalışmadaki zayıflıkların yozlaştırıcı unsur olarak çoğalmasına, hem de teorik çalışmanın ve teorinin eylem kılavuzu olarak kullanılmasının baltalanmasına yol açan etki alanlarından biri de örgütsel, moral ve manevi değerler alanı olmuştur. Bu en belirgin olarak kendisini, devrimci kişilik özelliklerinin ve sorumluluk duygusunun aşınması olarak koymaktadır.

Düşünce birliğinin gerçekleşmesine ve görev alınmasına karşın, yerine getirilip getirilmemesinin çoğu kişi açısından fazlaca önem taşımaması; şurada bu görev yerine getirilirse, hareketin ve partinin kazanmasının söz konusu olduğu durumlarda bile, küçük kişisel çıkarlar karşısında hareketin ve partinin kayıp ve kazancının fazlaca önem taşımaması anlamına gelen davranış biçimlerinin kabul edilebilir görülmesi; yoldaşça paylaşma, dayanışma ve yardımlaşma duygusunun zayıflığı ve rekabet, ezme ve adam harcama gibi olayların oldukça yaygın bir biçimde çevrelerimizde yaşanması; kendi düşüncesine saygı ve sözüne sadakat gibi değerlerin çiğnenmesine şu ya da bu kaygıyla göz yumulması; fedakârlık duygusunun ve harekete ve partiye bütün enerjisi, mali ve öteki sorunlardaki desteği ile katılmada zayıf olan verili durumun kendini neredeyse herkese kabul ettirecek bir boyutta varlığı… Bu ve benzer sorunlarla liste uzatılabilir; fakat herkesi sarsması için sanıyoruz ki bu kadarı yeterlidir. Ve örgütlerimiz ve yönetici organlarımız bu durumu bir hamlede değiştirmeyi önlerine almak zorundadır.

Belirtelim: Her örgüt ve her yoldaş, bu sorunlar üzerine tutumunu gözden geçirmeden; bu türden sorunların, örgütümüzde, çalışmamızda, ilişkilerde ve kişiliklerde yarattığı tahribatın önemini anlamadan ve anlayış ve yaşamından bu tahribatın etkilerini silmeye karar vermeden atacağı ileri bir adımın bulunabileceğini düşünmemelidir. Geleneksel oportünizm ve güncel tasfiyecilikten kendimizi kesin bir biçimde ayırmamızın en temel olanaklarından birisi buradadır. Öte yandan, bu olanağın kullanılabilmesi hiç kuşku yoktur ki, iş yapmak isteyen herkese parti karşısında sorumlu olacağı bir iş verilmesi ve herkesin işine gösterdiği sadakat ve iş disipliniyle değerlendirilmesiyle olanaklıdır. Yönetici organlar, açıktır ki bu anlayış ve tutumla hareket edeceklerdir.

Önümüzdeki dönem, bütün örgütler, kadrolar ve ileri sempatizanlar açısından yeni bir sınav dönemidir. Bu sınav, parti bileşiminin yenilenmesi ve örgütlerimizin daha gelişmiş ve genişlemiş bir örgütsel temel üzerinde ve örgüt çalışması içinde yeniden şekillenmesinin ilk adımıdır. Hareketimizin, bu sınavdan devrimci bir atılımla çıkacağına kuşku yoktur ve bunun ilk belirtisinin acil sorunların sorun olmaktan çıkarılması için yeni bir kampanyanın açılmasında dile geldiği ise açıktır. Örgütlerimiz, vurgulanan çizgi üzerinde ilk adımları attıklarında, proleter örgütler olarak yenilenmeleri ve partimizin atılımı önlenemez bir şeydir. Partimizin, sınıfın gerçek politikacıları ve örgütçüleri topluluğunun, bütün sınıfla bağlantı halindeki partisi haline gelmesi önlenemez bir şeydir.

D. Sesi, Ocak-Şubat 1996

DİPNOTLAR

1- Türkiye’de sosyalist çalışma tarzı, yaşamı ve eylemi ile sosyalist militanın şekillenmesi ile ilgili dönem, kuşkusuz kökleri daha eskilere giden daha uzun bir dönemi kucaklar. Dönemlerin başkaca özellikleri dikkate alındığında ve kapsamlı bir araştırma yapıldığında, dönemler kuşkusuz farklı kıstaslarla ve farklı özellikleriyle de bölünebilirler. O koşullarda, bizim söz konusu ettiğimiz kırk yılı kucaklayan dönemi daha farklı dilimlere ayırmak da olanaklıdır. Biz, bir yandan sosyalizmin kitlesel yayılmasını; öte yandan, reformist uzlaşmaya pratik tavır alarak ortaya çıkmış ve bugüne değişim geçirerek gelmiş ideolojik akımların oluşturdukları geleneği ve 12 Eylül ve Gorbaçovculuğu da yaşayarak vardıkları yeri çıkış noktası aldığımızdan dolayı dönemi iki ayrı dönem olarak ele almak ve sınırlı bir amaçla bakmakla yetindik. Aynı dönem sorun başka bir yönüyle ele alındığında üç ayrı döneme de bölünebilir.

2- Türkiye’deki çalışma tarzı ve militan tipi özellikleri de, söz konusu uluslararası akımların yaratılmış hazır geleneğinden bağımsız değildir. Revizyonist burjuva aristokrasisinin (bu T”K”P etkisi ve eylemiyle yansımıştır), ardından Avrupalı revizyonizme hem tepkili, hem de onunla koşullu ezilen ülkeler (L. Amerika ve Asya küçük burjuvazisi) küçük burjuvazisinin uluslararası üst tabaka geleneği, sosyalizmin Türkiye’deki şekillenişinde arka plan ve ilk örnek olarak önemli bir rol oynamıştır. Bu geleneğin, ülke sınırlarından girmesiyle birlikte ulusal etkenlerin ilk şekillenmesinde rol oynamasını dikkate alarak, uluslararası faktöre sadece işaret ederek geçmeyi yeterli gördük.

3- 1970’ler, Türkiye’de sosyalizm akımlarının farklı özellikleriyle kristalize olma dönemidir. Bu on yılın ortaları bir dönemeç olmuş; mücadele ve örgüt biçimleri anlayışı, çalışma tarzı ve devrimci tipi özellikleri, kristalize olan “sosyalist” akımların anlayış ve pratiğinde halkçı özelliklerini kaybetmeye ve üst tabaka tarz ve tipine doğru olgunlaşırken, bu halkçı özellikleri önce ideolojik eleştiriden, ardından sınıfa ve alt tabaka tarz ve tipine yönelmenin pratiğinin dönüştürücülüğünden geçirmeye ve farklılaşmaya yönelen bir eğilim de şekillenmiştir. Bu akım partimizde temsil edilmiştir. Bu süreç, partimizle öteki akımlar arasındaki mücadelenin bu alana yayıldığı bir süreç de olmuştur. Bu mücadele bugün, sağlı “sol”lu küçük burjuva akım ve üst tabaka okuluyla, proleter sosyalist akımın temsil ettiği proleter akım arasındaki mücadele olarak gitgide şiddetlenmektedir.

 

Nisan-Mayıs 1996

Kapitalist üretim, proletaryanın tarihsel eylemi ve toplumsal kurtuluş

İnsanlık modern sınıflı topluma bir dizi üretim aşaması ve üretim biçiminden geçerek ulaştı. İlkel, köleci ve feodal üretim tarzları, her biri yüzlerce ve binlerce yıl varlığını sürdürdü. Ancak insanlık, köleliğin en ince yöntemlerle gizlenmiş biçimlerine ve “modern” sömürüye kapitalizmle birlikte tanık oldu. Kapitalist üretimin önceki tüm ekonomik süreçlerden farklı bir ekonomik aşama olması, aynı zamanda, insanın kurtuluşunu gerçekleştirecek toplumsal gücü yaratması nedeniyledir de. Kapitalist üretim biçimi ve kapitalist sistem bunun için, haklı olarak sosyalist teorinin ekonomiye ilişkin başlıca irdeleme konusu oldu. Çünkü insanlık ilk kez, kapitalizmin özel ve tarihi bir ürünü olan proletaryanın eyleminde kurtuluşa yürüme imkânını yakalıyordu ve bu kaçınılamaz, zorunlu bir tarihi uğraktı. Bu bakımdan burada kısaca ve genel olarak üretim faaliyetinin tarihsel anlamına değinip geçiyor ve esas olarak kapitalist üretim sistemi ve bu sistem içinde proletaryanın (ve onun şahsında tüm insanlığın) yabancılaşması-köleliği ve bu kölelik aşamasını nasıl geride bırakacağı üzerinde duruyoruz.

I

a- Genel olarak üretim, üretim-tüketim ilişkileri

Tarih insan eyleminin ürünüdür ve insan tarihinin özü insanın üretim aracıyla kendini var etmesidir. İnsan, insan olarak varlığını ve yaşamını sürdürmek için üretmek zorundadır ve üretim, en basit biçimiyle, bireyin doğaya karşı verdiği mücadele içinde ihtiyaç duyduğu maddeleri elde etme faaliyetidir. Yaşamak, her şeyden önce yemeyi, içmeyi, giyinmeyi, barınmayı gerektirir ve maddi yaşamın üretimi insanın ilk ve dolaysız eylemidir. İnsanlar, doğada hazır bulunanlardan yararlanarak geçim araçlarını ve maddi yaşamlarını kendileri üretir ve yeni araçlar yaparlar. Üretimin ve üretim ilişkilerinin tarih boyunca değişimi, sınıfların yaşayış tarzlarını, mücadelelerini, kendi tarihlerini yapma uğraşlarını etkiler ve insanın tarihsel gelişmesinde belirleyici rol oynar. Zorunlu ihtiyaçların karşılanmasına yetecek bir üretimin sınırlarının, aşılması, başkalarının ürünlerinde “değişim” yoluyla el koyma aşamasına varır. Bu ilişki tarzı ve üretimin daha ileri evreleri içinde kendisi de bir meta olan parayla değişim belirleyici bir olgu haline gelir. Ekonomide yeni bir aşamadır bu. Üretim meta üretimine dönüşür. Meta üretimi ise birçok yeni olgu ve ilişki biçimlerinin doğması demektir.

Engels, Doğanın Diyalektiği’nde şöyle yazar:

“İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar ve bu tarihe bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini, bizzat bilinçle yaparlar, umulmayan etkenlerin, kontrol edilemeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalır, tarihi başarı önceden saptanmış amaca o ölçüde tam olarak uygun düşer. Ancak bu ölçüyü, insan tarihine, günümüzün en gelişmiş topluluklarının tarihine uygularsak, burada, hâlâ daha tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasında çok büyük bir oransızlık bulunduğunu, önceden görülmeyen etkilerin üstün çıktığını, denetlenmeyen kuvvetlerin planlı olarak harekete getirilmiş kuvvetlerden daha güçlü olduğunu görürüz…

En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altına aldık ve insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sınırsız olarak artırdık, öyle ki bir çocuk şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. Sonuç ne oldu? Daima artan aşırı-çalışma ve yığınların gitgide daha fazla yoksulluğu ile her on yılda bir büyük çöküntü.” (1)

Üretim, tarih içinde bir yere ve bir başlangıca sahiptir. Üretim tarzlarının birbirinden ayrı özelliği, her üretim tarzının belli bir toplum biçimi içinde ve onun aracılığıyla gerçekleşmiş olmasından kaynaklanır. Üretim sürecinin niteliği, üretim araçları ve bu araçlara sahiplik biçimi, ürünlerin “üleşimi” (paylaşım) vb. hangi tür ilişkiler içinde üretim yapıldığını ortaya koyar.

İnsanın ihtiyaç duyduğu ürünleri elde etme faaliyeti olarak üretim yalnızca o an için var olan ihtiyaç maddelerinin üretimiyle sınırlı kalmaz. Aksine üretim ilerlemesi içinde tüketim içgüdüsü yaratarak yeni gereksinmeler doğurur ve bu yeni gereksinmeler ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin kaldıracı olur. “Aynı biçimde tüketim, üretimin amacının belirleyici bir gereksinme biçiminde olmasını sağlayarak üreticinin yeteneğini kışkırtır.”

İnsanın üretim sürecinin ilk döneminde, insan gereksinmelerinin basitliği ve üretim araçlarının gelişmemiş oluşu nedeniyle üretim de basit ve güçsüzdür. Ancak gereksinmelerin artması, insanın, doğayı etkinliği altına alma çabalarını artırır ve üretimin sınırları giderek genişler.

Üretimin tüketimle dolaysız ilişkisine ve ekonomik faaliyet alanında üretimin dolaysız tüketim, tüketimin de dolaysız üretim olmasına karşın bu ikisinin birbirinden ayrı özellikleri bulunur. Ancak onlar birbirine karşılıklı dönüşürler ve birbirlerinin aracıdırlar. Üretim tüketimi ve tüketim de üretimi doğurur, kışkırtır. Doğada kimyasal öge ve tözlerin tüketimiyle canlının ve örneğin bitkinin üretiminde olduğu gibi, tüketim de dolaysız biçimde üretimi doğurmaktadır. (Örneğin insan beslenirken besin maddelerini tüketir, ama bununla kendi vücudunu, ona canlılık katan hücreleri üretir.) Birey ve işçi üretimde bulunarak, üretim aracıyla bir yandan yeteneklerini geliştirirken, diğer yandan güç ve yeteneklerini tüketmektedir. Yeni bir nesnenin üretimi hammadde vb. ile birlikte üretim araçlarının tüketilmesini de gerektirir. Bütün bunlar üretim eyleminin “bütün uğraklarında” aynı zamanda bir tüketim eylemi olduğunu gösterir.

Tüketim, nedeni bulunduğu üretimi devindirici bir rol oynarken, yeni üretim gereksinmesini doğurur; üretimin amacını belirleyerek, üretimde iş gören nesnenin yaratılmasına yol açar; üretimin konularını “henüz öznel olan bir biçimde yaratır” ve gereksinmeyi yeniden üretir. Üretim ve tüketim karşılıklı olarak, biri gerçekleşirken ötekini de yaratmaktadır.

İnsan emek harcamadan hiçbir şey üretemez. Çünkü emek, insanın emek-gücünün, yaratıcı yeteneğinin ifadesidir. Emek, ancak doğa ile birlikte, üretim araç ve gereçleriyle birleşerek kullanım değerlerinin üretilmesini sağlar. Emek, toplumsal emek olduğunda ise, zenginliğin ve kültür zenginliğinin kaynağı haline gelir. Emeğin ve üretimin toplumsallaşması en belirgin ifadesini kapitalizmde bulur.

Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, işçilerin kapitalistlere iktisadi bağımlılığının, bütün biçimleriyle köleliğin ve toplumsal yoksunluğun temel nedenidir.

b-Kapitalist üretim, makinenin etkin kullanımı ve gelişen işbölümü

Gereksinmelerin artması, yeni üretici güçleri kaçınılmaz hale getirirken, bütün toplumsal ilişkilerin değişimini de zorunlu kılar. Köle “özgür işçi”ye yani ücretli köle durumuna dönüşür, toprak sahibi ya sanayi patronu ve kapitalist durumuna ya da iflas ederek işçiye dönüşür. Tüm zenginlik esas olarak artık sanayi zenginlik durumuna dönüşmüştür ve “sanayi eksiksiz emektir”. Gereksinmelerin artması aynı zamanda işbölümünün de gelişmesi demektir. Kapitalist uygarlık yükselmektedir. Kapitalist üretim, artı-değer üretimidir. İster el emeğine dayalı basit üretim aşamasında, isterse makineli sanayi üretiminde amaç, daha geniş pazarlara yayılacak daha fazla üretim yoluyla daha fazla kâr elde etmektir.

Engels, Kapital’de Marx’ın yaptığı tahlillere atıfta bulunarak şunları yazıyor:

“Gelişmenin belli bir aşamasında meta üretimi kapitalist üretime dönüşür ve bu aşamada meta üretimi ve dolaşımına dayanan yasaların, kendine mal etme ya da özel mülkiyet yasalarının, kendi iç ve kaçınılmaz diyalektikleri ile tam karşıtlarına dönüşebilecekleri açıkça görülür. Eşdeğerlerin değişimi, yani bizim yola çıktığımız ilk işlem, şimdi öylesine tersine dönmüştür ki, ortada yalnızca görüntüde bir değişim söz konusudur; sonra bu sermaye, onu üreten tarafından yalnız yenilenmekle kalmaz, aynı zamanda onunla birlikte ek bir fazlanın katılması da zorunludur… Başlangıçta, bize, mülkiyet hakkı, insanın kendi emeğine dayanıyormuş gibi gözükmüştü… Şimdi ise, mülkiyet, kapitalist yönünden, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emek ya da ürüne el koyma hakkı, emekçi yönünden, kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak ortaya çıkıyor. Mülkiyetin emekten ayrılması sanki bunların özdeşliğinden doğan bir yasanın zorunlu sonucu halini alıyor.” (2)

Mülkiyetin insanın “kendi emeğine dayanması” için onun emeğinin ürününe başkalarının değil, kendisinin sahip olması gerekir. Oysa kapitalizm emekçinin kendi ürününe sahip çıkması olanaksızlığıdır. “Eşdeğerlerin değişimi” kapitalist toplumda olanaksızdır. Sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı bu mülkiyet ilişkileri üzerinde şekillenir. Kapitalist özel mülkiyet, mülkiyetin “emeğe dayalı” olmasına değil, emek ürününe karşılıksız olarak el konulmasına dayanır.

Emek gücü faaliyeti gelişme sürecinde sanayiyi, yani kapitalizmi doğurur. İnsan gereksinmelerinin doğal yoldan sağlanmasının zorlaşması, yeni üretici güçlere olan ihtiyacı artırır. Çünkü insanlar kendi üretici güçlerini seçmekte özgür değildirler ve her üretici güç o ana dek olan gelişmelerin ve ilişkilerin devamı ve bir önceki kuşağın ürünü olarak varlığını sürdürür; bir sonraki kuşak tarafından hazır bulunur. Kuşkusuz yeni kuşaklar yalnızca devraldıklarıyla yetinemezler ve yeni üretime “hammadde olarak hizmet eden” bu üretici güçlere yenilerini eklerler ve yeni tür ilişkiler geliştirirler.

“Üretici güçler bundan ötürü pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri var olmazdan önce var olmuş, kendilerinin yaratmadıkları bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler. (3)

Gelişmenin bu yasası yalnızca üretici güçler ve onların içinde hareket ettiği ilişkiler açısından değil, insanın tüm fiziki ve entelektüel etkinlikleri açısından da benzer bir özellik gösterir.

Uygarlığın başlaması, üretimin, sınıf farklılıkları ve sınıf karşıtlıkları yaratarak ve onlar üzerinde yükselmesi demektir. Uzlaşmaz karşıtlığın, sınıf karşıtlığının olmadığı yerde gelişme olamazdı. Üretici güçlerin bugünkü düzeyine uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları sisteminden ötürü vardıkları ve en sonunda kapitalist sistemde birikmiş emek olan sermayenin canlı emekle çatışması ve onu sömürmesi olgusuyla bu çatışmanın ve gelişmenin devam ettiği bilinmektedir, insanlık bundan sonraki yürüyüşünü işte bu uzlaşmaz çatışma üzerinden sürdürecek ve kapitalizmin asılmasıyla yeni bir sisteme evrilecektir.

Kapitalizm ve sanayi zenginliği, işçilerin yoksunluğu, emeğin emek karşıtı sınıf ve zümrelerin yararına işletilmesi ve emeğin emek ürünlerine yabancı hale gelmesi demektir.

Kapitalist üretimin amacı insanın birey olarak ihtiyacının karşılanması, bir başka deyişle kullanım değerinin yaratılması değil, değişim değerinin yaratılmasıdır. Kapitalizm, toplumsal-insanal ilişkileri “tecimsel ilişkiler durumuna”, toplumsal etkinliği, değişim ve ticari etkinlik durumuna getirmiştir, insan kendini, ürünleriyle ortaya koyar ve emek gücü ve ürünü insan kişiliğinin gerçekleşmesini ifade eder. Emeğin serbest alım-satımı, emeğin “özgürlüğü”nü ifade eder. Bu bakımdan, emek ürününün, bir başkasının baskı altına alınmasının değil, onun insanca yaşamasının, insani zenginliği yaşamasının hizmetinde olmasıdır doğal olan. Emek ürünü, sahibinin, yani onu üretenin elinden çıkıp, ondan ayrıldıktan sonra, artık yalnızca eline geçtiği kişi için bir önem taşır. (Üretimin, üreticinin kişisel gereksinmelerinin karşılanmasını amaçladığı bir üretim sisteminde, aşırı üretim ve ona bağlı sonuçların ortaya çıkması söz konusu değildi.)

Kapitalist, “toplum çıkarı” gözeterek yatırım yapmaz. O en az tehlike ile en çok kâr getiren alana yatırım yapar. Kapitalistlerin çıkarlarıyla, toplumun çıkarları arasında gerçekte bir karşıtlık vardır ve bu karşıtlık tekel durumunda “en yüksek kâr” hedeflenmesi nedeniyle artar.

İşbölümü esas gelişmesine kapitalizmle ulaşır ve sanayi, tarım ve ticaret giderek birbirlerinden ayrılırlar. Kapitalist işbölümü değişim değeri üretilmesiyle ortaya çıkar ve pazarın genişlemesiyle gelişir. İşbölümü, ‘toplumsal zenginlik’ yönünden yararlı bir işlev görürken, bireyin yeteneklerini sınırlar ve onun tek yanlı ve eksik gelişmesine neden olur. Makinenin kullanılmasıyla, işbölümü daha da genişler, insanı giderek daha fazla makinenin bir parçasına dönüştürür ve maddi ve entelektüel üretimin birbirlerinden daha fazla ayrılmasına yol açar. Üretimin gelişmesi ve makineleşme diğer yandan, üretim dallarını birbirlerine bağlar, üretimin toplumsal karakteri giderek güçlenir, kapitalist yalnızca kendinin üretimiyle değil, diğer kapitalistlerin ürünlerinin alınıp-satılması, toprakların kullanımı vb. durumlarla da ilgilenmek zorunda kalır.

Makineler, insan eliyle yapılan işin daha ucuza yapılmasını sağlayarak, emek-gücü değerinin düşmesine yol açtığı gibi, daha az sayıda işçinin üretim süreci içinde tutulması yoluyla işsizliği artırır. Çünkü emeğin nicel varlık tarzı emek-zamanıdır ve niteliği belli olan emekler arasındaki ilişkide birini diğerine göre farklı kılan şey de, o emeğin harcandığı zamanın miktarı, yani süresidir. Makinenin kullanımı geliştikçe, işçi daha küçük bir ücret karşılığı durmadan ve daha fazla üretmeye zorlanır. Sonuç; işçinin kendine ‘yabancılaşması’, kendini kendi ürününde yitirme durumunun yoğunlaşmasıdır. Makinenin ve yeni buluşların uygulanması, işbölümünün daha fazla gelişmesi üzerinde etkili olur ve emek-gücü verimliliğini artırarak daha fazla işçinin üretim dışı bırakılmasına yol açar.

Makine kullanımı kapitalistlere işgücü ve işgücü maliyetini düşürme olanağı sağlar. Onlar için deneyimli ve yetenekli işçi yerine “dikkatli gözlere ve çevik parmaklara sahip çocuklar”ın çalıştırılması artık daha kolaydır. Meta durumuna gelen işçi, makinenin gelişmesiyle birlikte, üretimi arttığı için daha da ucuzlar, daha fazla ürettiği oranda değeri daha da düşer; pazar dalgalanmalarından etkilenir, çalışacak iş bulduğunda sevinir, oysa çalıştığı oranda kendi kendini yitirmektedir. İşçi, emek-gücü olarak metalaşmıştır ve herhangi diğer bir meta gibi arz-talep ilişkilerinden etkilenir.

Sermaye birikimi ve işbölümü, tek yanlılığı ve işe bağımlılığı geliştirir, işçinin işini ‘tek yanlı’, ‘yalın’ hale, işçiyi makinenin eklentisi haline getirir. İşbölümü üretimin nicelik ve nitelik olarak artışını ve genel toplumsal zenginliğin büyümesini sağlarken, işçinin yoksullaşmasına yol açar. Birikmiş emekten başka bir şey olmayan sermaye birikimi toplum gönencini artırırken, işçi de sermayeye gitgide daha fazla bağımlı hale gelir. Makine, toplumsal işbölümünün büyümesine, insanların daha fazla parçalanmasına, insanlar arasındaki rekabetin daha acımasız hale gelmesine, sermayenin daha fazla ve daha gelişkin makine kullananlar yararına yoğunlaşmasına yol açar. İşçi fizik ve entelektüel bakımdan makine düzeyine düşürülmüş, rekabet ve yoksulluk Sonucu “çok kazanma” isteğiyle daha fazla çalışır duruma getirilmiş ve zamanının hemen tümünü başkasına çalışmakla geçiren bir köle durumuna düşürülmüştür. O, üretimden, işçi olarak, ancak ölmeden yaşamasına yetecek kadar bir pay almaktadır. İşbölümü emeğin üretken gücünü, toplumun zenginliğini artırırken, işçinin daha fazla yoksullaşmasına yol açmaktadır. “Emek sermayelerin birikimine ve böylece toplumun artan gönencine yol açarken, işçiyi kapitaliste gitgide daha bağımlı kılar, kapitalisti büyümüş bir rekabet içine atar ve bir o kadar derin bir durgunluk tarafından izlenen dizginsiz bir aşırı üretim temposuna götürür.” (4)

Makine, manifaktür ve tarımsal sanayileri birbirlerinden ayırdığı gibi, üretimin ve ticaretin uluslararası özellik kazanmasının yolunu da açar. Kapitalist işbölümü ve makine, işlerin birbirlerinden ayrılmasına; işçinin makinenin bir parçası haline gelerek, yeteneklerinin büyük kesiminin sınırlanmasına, mesleklerin farklılaşmasına ve işlerin herkesin yapabileceği basit işlemler düzeyine gelmesine yol açar. İşçiler arası rekabet artar ve işçilerin iç rekabeti kapitalistlerle mücadelelerinde onları zayıf düşürür, kapitalistlerin ellerine önemli bir silah verir. Kapitalistler, işçilerin uzmanlaşmış yeteneklerinin kendilerine pahalıya mal olmasını engellemenin yollarını ararlar. İşçinin gelişmiş yeteneklerine bağlanmanın yüksek maliyeti ve grev ve direnişlerin oluşturduğu tehdide karşı, yeni makineler geliştirerek ve işçileri daha fazla işsizlikle tehdit ederek üstün çıkmaya çalışırlar.

Makineyle birlikte kapitalist üretimin uluslararası alanda büyümesi, ulusal pazar sınırlarının aşılması ve uluslararası pazara dâhil olma, hammaddelerin sınırlar ötesinden taşınması ve işbölümünün uluslararası büyümesi gündeme geldi. Üretimin, işbölümü ve ticaretin uluslararası bir nitelik kazanması, daha fazla gelişmiş ülkelerin ve işkollarının, geri olanlar üzerinde ekonomik hâkimiyetine yol açtı. Dünya pazarı, yeni teknik buluşları elinde bulunduran ve durmadan daha fazla geliştiren ülke ve tekellerin sömürüsüne daha fazla açık hale geldi.

“İki saatte üretilen bir şeyin bir saatte üretilmesine olanak veren her yeni icat”, piyasadaki tüm ürünlerin değerlerini düşürücü bir rol oynar, belli yetenekleri gereksinen el ürünü, makine ürünü karşısında rekabete dayanamaz ve basit üretim iflasa sürüklenir. Rekabet, üreticiyi, iki saatin ürününü bir saatin ürünü kadar ucuza satmaya zorlar. “Rekabet, bir ürünün göreli değerinin onu üretmek için gerekli olan emek-zamanı ile belirlenmesi yasasını harekete geçirir. Pazarlanabilir değerin ölçüsü olma görevini gören emek-zamanı, bu yolla, emeğin sürekli değer kaybı yasası haline gelir. Daha fazlasını da söyleyeceğiz. Değer kaybına uğrayacak olan yalnızca piyasaya sürülen metalar olmayacak, üretim aletleri ve koca fabrikalar da değer kaybına uğrayacaklardır.” (5)

 

II

KAPİTALİST ÜRETİM VE İNSANIN KENDİNE VE BAŞKALARINA YABANCILAŞMASI

Kapitalist üretim tarzında işçinin kendi ürünü ona “yabancılaşmış”, başkalarının (kapitalistler) ellerinde işçiye karşı bir baskı aracına dönüşmüştür. Kapitalizm işçiye, fiziki çalışma dışında bir etkinlik alanı ve zamanı bırakmaz. İşçi, emeğinin başkasına ait (kapitalistin kullanımına verilmiş) olması nedeniyle kendine yabancılaşırken, entelektüel olarak da gelişmenin dışına itilir ve yıkıma uğrar. Kapitalizm insan ilişkilerini şeylerin, nesnelerin ilişkilerine dönüştürerek, insanın her tür ilişkilerinde yabancılaşmaya yol açmış, insan ilişkilerine nesnelerin ilişkileri hâkim hale gelmiş ve işçi kendi emeğinin ürünü karşısında ilgisiz duruma düşürülmüştür. Marx bu durumu şöyle izah eder. “İşçi kendi emek ürünü karşısında yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir… Kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur… İşçi yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse, işçi o kadar nesnesizdir… Ama emeğinin kendi dışında, ondan bağımsız, ona yabancı ve onun karşısında özerk bir erk durumuna gelen bir varlık olarak var olduğu ve nesneye geçindiği yaşamın, hasım ve yabancı bir yaşam olarak ona karşı çıktığı anlamına da gelir.” (6)

İşçinin kendi ürünü karşısındaki ilgisizliği, bu ürünün onun ürünü olmaktan çıkarak, başkasının elinde, onu egemenlik altına almaya yarayan yabancı bir nesne; ancak parayla satın alabileceği bir nesne haline gelmesi nedeniyledir. Kapitalizm, zenginlik üreticisi emeği değerli, ama onun sahibi olan işçiyi ‘hiçbir şey’ haline getirir. Toplumsal ilişkilerin nesneler aracılığıyla sürdürülen ilişkiler haline gelmesi, nesnelerin değişimi üzerine oturan ilişkinin topluma ve insan ilişkilerine hâkim olması anlamını taşır ve bu durumda insan olarak işçi, yalnızca kendine ve ürününe değil ama diğer insanlara da yabancılaşır. Ürünün, üreticisine ilgisiz duruma gelmesi, bütün üreticiler açısından geçerli olduğundan, bütün üreticilerin ve bütün insanların ilişkisi “insanal ilişki” olmaktan çıkarak, toplumsal ilişkilerin köreltilmesine götüren nesneler ilişkisine dönüşür. Kapitalist üretim değişim değeri üretimini esas aldığından, emek bir zenginlik edinme aracına dönüşür ve değişim de “gereksinmelerin” karşılanmasıyla sınırlı olmaktan çıkarak, ürünleri ele geçirme ve onlar üzerinden kazanç sağlama aracı durumuna gelir. “Değişime yönelik üretim” nedeniyle üretim, insanın kişiliğini gerçekleştirme eylemi olmaktan çıkar ve başkalarının ürettiği ürünlere el koyma aracı haline gelir.

Emek ürünlerinin değişim değeri durumuna, meta durumuna; toplumsal ilişkilerin de metalar aracılığıyla ilişkiler durumuna gelmesiyle, insan kendi ürünü olan bir dünyanın egemenliği altına girer. Emeğin ürünü yabancı bir varlık olarak üreticiye karşı bir erk aracı durumuna gelir. İnsan ilişkilerinin nesneler ilişkisine dönüşmesi, insan dünyasının değil, nesneler dünyasının değer kazanması demektir. Meta üretimi ve değişiminin gelişmesiyle, insanlar arası ilişkilerin nesneler arası ilişkiye dönüşmesi ne kadar gelişirse, insanın kendine ve başkasına yabancılaşması da o kadar artmış olur. Yabancılaşma toplumun belli bir gelişmişlik düzeyinde, insan etkinliğinin bir ürünü olarak özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkar, ancak doruğuna kapitalizmle birlikte ulaşır. Çalışma eylemi ve emek-gücü kullanımı başlangıçta yalnızca insanal gereksinmelerin karşılanması ihtiyacından, insanın doğa karşısındaki açmazını aşma gereksinmesinden doğmuşken, değişim için üretim ile birlikte bir kazanç kaynağı haline gelir. Demek ki, insanın yabancılaşması, kökenini emek ürününün değişim nesnesi oluşundan almakta, ona başkası tarafından el konulması sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsan etkinliği özünde ve başlangıçta, kendi köleliğini yaratan yabancılaştırıcı bir etkinlik değilken, toplumsal ilişkilerin belli bir gelişmişlik düzeyinde yabancılaşmayı yaratmaktadır.

Özel mülkiyet hem işçi ve kapitalistin ilişkilerini (çelişkilerini), hem de onların birbirlerine bağımlılığını içerir. Özel mülkiyet “… Bir yandan emek biçimi altında insana ve doğaya yabancı olmuş, yabancılaşmış etkinliğin dışa vurumu, makine durumuna indirgenmiş soyut insan varoluşunun dışa vurumu, onun toplumsal varlık niteliğinin yadsınması olan insanal etkinliğin üretimini, bir yandan da sermaye biçimi altında, içinde nesnenin tüm doğal ve toplumsal belirlenimlerinin yok oldukları insanal etkinlik nesnesinin üretimini içerir. “(Marx)

Emek ürünü nesne içinde somutlaşmıştır ve emeğin “gerçekleşmesi”, işçinin gerçekliğini yitirmesidir. İnsan kişiliğinin belirtisi olan emek, işçi için geçinme aracından başka bir şey değildir. İşçinin işgücünü harcayarak ürettiği ürünlerle ilişkisi, kendi ürünleriyle ilişkisi olmasına karşın, ürüne kapitalist tarafından el konulması, işçinin ürünle ilişkisini izafi bir ilişkiye çevirir ve ürün ile onu yaratan emek işçiye yabancılaşır. Mülk ya da servet sahibinin ürün ile ilişkisi ise, dolaysız bir ilişki olmayıp, emek gücüyle emek nesnesi ilişkisinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Üretim faaliyeti ve onun ürünleri doğrudan doğruya emekle ilişkilidir ve işçinin üretmediği yerde kapitalistin varlığı olanaksızdır.

Emeğin yabancılaşması nedir? “ilkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki emeğinde işçinin kendini olumlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak işçi, ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir ve çalışmada kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil ama sadece çalışma dışındaki gereksinmeleri bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz çalışmadan vebadan kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin (ait) olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde inşan imgeleminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.” (7)

Ama emek ürünü, emek sahibi karşısında yabancı bir erk gücü durumuna gelmişse, bu ancak, ürünün işçi dışında bir insana, yani kapitaliste ait olması, bu duruma gelmesi nedeniyledir. Bunun için işçi, ancak çalışmadığı ve basit yaşamsal etkinlikler olan yeme, içme ve üreme işlevlerini yerine getirdiği zaman kendini özgür hisseder. Çalıştığı zaman ise insan niteliğinin yitirildiğini hisseder. Demek ki kapitalist üretim sisteminde, üretim, insanı ‘alınıp-satılan’ bir meta durumuna getirmiştir, insan yalnızca fizik bakımından değil, entelektüel bakımından da kendi özünden, insanlıktan uzaklaştırılmıştır.

Kapitalist üretim “insanı sadece meta, insanal meta, meta olarak belirlenmiş insan olarak yaratmakla kalmaz, onu bu tanım uyarınca, fizik bakımdan olduğu kadar, entelektüel bakımından da insanlıktan uzaklaştırılmış bir varlık olarak da üretir…” (8)

Kapitalist üretim “değişim değeri” üretimidir

Kapitalist üretim, pazar için üretim, değişim değeri üretimidir. Üretimin temel dürtüsü kârdır. Kâr nesnesi ise işçi ye onun işgücüdür. Kapitalist, meta üretimiyle, daha fazla kâr sağlamak için ilgilidir.

Bir metanın değeri yatırılan malzemelerin -hammadde- makinelerin vb. değeri ile o metanın içerdiği dolaysız emek niceliğine eşittir; ama burada, makinenin metanın değerine kattığı kesim ancak aşınma payı oranında ve hesaplanabilir bir miktardır. Metanın herhangi bir ihtiyacı karşılaması, onu kullanım bakımından bir değere sahip kılar ve ancak tüketim süreci içinde meta olarak gerçekleşir.

Her meta “kullanım değeri” ve “değişim değeri” olarak iki yönüyle görünür. Kullanım değeri, değişim değerinin ortaya çıktığı maddi temeli oluşturur. Kullanım değerlerinin birbirleriyle değişimi bir iktisadi ilişki oluştururken, bu ilişki değişim değeri olarak ortaya çıkar ya da görünür.

Kullanım değerleri doğrudan doğruya geçim araçlarıdırlar. Bir ürün kullanım değeri olarak ancak sahibi tarafından tüketilir ve bu durumda bir değişim değeri teşkil etmeyeceği için de meta olarak işlev görmez; yani pazarda değişime girmez. Kuşkusuz kullanım değerleri olarak geçim araçları toplumsal yaşamın ürünleridirler ve emek harcanması sonucu elde edilmişlerdir. Metanın kullanım değerinde maddileşen ve metayı meta yapan öz, onun üretildiği emek zamanıdır. Bu, metanın değerinin ölçüsüdür aynı zamanda. Aynı emek-zamanını kullanım değeri olarak içeren metalar birbirleriyle eşdeğer metalardır.

Değişim değeri olarak metalar, farklı olmayan eşit emekleri, “yani içinde emekçilerin bireyselliklerinin silindiği emeği” temsil ederler. Herhangi bir ürünün “değişim değeri” doğal olarak o ürünün içerdiği emek zamanına, yani ürünün üretilmesi için gerekli olan zamana eşittir. Bu bakımdan bir işgününün değişim değeri -ki işçi işgücünü diyelim bir günlüğüne satılığa çıkarmıştır ve onun değeri işgününde ürettiği ürün değerine eşittir. Yani ücreti emeğin ürününe eşit olmalıdır. Oysa ilişki tamamen farklıdır. Emeğin değişim değeri emeğin ürününün değişim değerinden daha azdır. Arada kapitalist hesabına çalışılan fazla emek zamanında üretilen artı-ürün kaynaklı değişim değeri farkı bulunmaktadır. Değişim değerini yaratan emek, genel soyut emektir. Her birey, yalnızca kendi ürettiği metayı satabilir, ama yaşamı için gerekli bütün öteki metaları almak zorundadır. Bir metayı üretip satıcı olarak pazar ilişkilerinde yer alması, ancak işgücü kullanımıyla mümkündür. Ancak alıcı durumda insanın ihtiyaçları, toplumsal gelişme düzeyiyle birlikte çeşitlenir, artar ve giderek incelir. Üretilmiş bir meta, onu üretenin kullanımı amacıyla sınırlı bir faaliyetin ürünü değilse, yani sahibi için kullanım değeri değilse, meta değeri taşır, yani pazara girer ve satın alınır. Dolaşıma giren her meta, kendi ilk hareketini meta olarak yerine getirip tamamlar ve dolaşımın devamında devreye giren ikinci meta, para vb. ile dolaşım devam eder. Kişinin emeği, kapitalizmde, bu bakımdan eğer başkası için yararlı emek ise, “gerçek emek” değeri taşır. Marx daha ilk yazılarında bu durumu irdelerken; insanın kendi etkinliğinin, “onun için bir acı kaynağı olduğunu, bu etkinlik ürününün onun için yabancı bir etkinlik durumuna dönüştüğünü, zenginliğinin yoksulluk durumuna geldiğini, onu öteki insanlara bağlayan derin bağların çözüldüklerini, öteki insanlardan ayrılmasının onun varoluşunu belirlediğini, yaşamının, varoluşunun harcanmasından oluştuğunu, varlığının gerçekleşmesinin yaşamının yadsınması olduğunu, üretiminin yok olmasını oluşturduğunu, şeyler üzerinde göstereceği erkliğin, şeylerin onun üzerindeki bir egemenliği durumuna dönüştüğünü ve yarattığı dünyanın efendisi olacak yerde, onun kölesi durumuna dönüştüğünü” belirtiyordu.

Bunun için özel mülkiyeti toplumun “vazgeçilmez temeli” sayan burjuvazi, insanın kendi özüne bu tür yabancılaşmasını, insanın insan olarak varlığının bu yadsınmasını olumlar. Kapitalizm koşullarında insanın devredilemez sandığı her şey değişime girmiş, alınıp-satılır duruma gelmiştir. “Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan -erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb.- kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu çürümüşlüğün genelleştiği, ya da ekonomi-politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en gerçek değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir.” (9)

Kapitalizm, her şeyi pazarlanabilir duruma düşürdüğü için ve pazarlanabilir her şey para denen evrensel değer ölçüsüyle fiyat bulduğu için, para sahibi, çirkinliklerini güzellik, cehaletini bilgelik, zalimliğini erdemlilik haline getirebilmekte, parayla bunları satın alabilmektedir.

Kapitalizm insanı hem kendi özüne yabancılaştırmış, hem de bölüp parçalamıştır. İşçinin kendi etkinliğinden ayrılarak yabancılaşması, başka insanlara yabancılaşmasını doğurur; çünkü insanın kendiyle ilişkileri, ancak başka insanlarla ilişkileri aracıyla mümkün olabilmektedir. İnsanı kendi öz varlığı ile uyumsuzluğa iterek onu “insanlığından yoksun” kılan kapitalizm, insanı diğer insanlarla da çatışma içine sürer. Rekabet, işbölümü ve bencillik sonucu, insanlar yalıtık ve birbirlerine karşıt konuma getirilmişlerdir. Kapitalist işbölümü ve buna bağlı olarak rekabet, insanın gerçek etkinliğini bozmuş, insanı sınırlı bir etkinlik alanına kapatmış, makinenin parçası konumuna getirerek, fizik ve entelektüel yeteneklerini sınırlamış ve adeta bir canlı robot durumuna getirmiştir.

Kapitalizm, modern ve en fazla gelişmiş özel mülkiyet sistemidir. Kapitalist üretim kâr için üretimdir

Sanayi gelişme insan köleliğinin daha ileri boyutlar kazanması, ince yöntemlerle yoğunlaşması demektir. Özel mülkiyet sisteminde insan ilişkileri sömürü ilişkileridir. İlişki, karşısındakini ‘özveri’ye zorlamak, yeni bir bağımlılık ilişkisi içine almak ve ondan daha fazla yararlanma yoluyla iktisadi yıkıma sürüklemek üzere şekillenmiştir. Bu ilişki en açık, en dolaysız biçimde kapitalistle işçi arasında görülür. Kapitalistler, işçiye, “olanaklı olan en azı harcayarak, olanaklı olan en çoğu getirecek üretim aleti” gözüyle bakar. Kapitalist işçiye, kendisine ödediği ücret karşılığında işgücünü ve kişiliğini satma dışında bir olanak tanımaz ve “fazla nüfus” durumunda işçiyi ölüm ve açlıkla baş başa bırakmaktan geri durmaz. Kapitalist, eğer işçiden ona ödemiş olduğu ücret karşılığı, harcamalarından (makine ve işçilik gideri) daha fazla bir kazanç sağlamasaydı, işçiyi çalıştırmasına gerek kalmazdı. Çünkü kapitalist üretimin amacı insan gereksinmelerinin karşılanması değil, kârdır. Sermaye ancak ücretli-emek yaratarak çoğalabildiği gibi, kapitalist de, işçiyi çalıştırırken, üretken metanın değeri üzerinden hammaddelere, üretim araçlarına ve emek-gücüne (işçi) ödediği fiyatın üzerinde bir artıyı elde etmeyi hedefler. Kapitalist bakımından işçinin ölmemesi için zorunlu olan miktar onun “asgari tüketimi” için yeterli miktardır ve işçinin sefil durumu ve açlığı onu ilgilendirmez. Bunun için asgari ücret, işçinin ailesiyle birlikte ölmeden yaşamasına ancak yetecek düzeyde, (“en düşük düzey”de) tutulur.

Kapitalist, emeğin (emek-gücü) fiyatını gerekli geçim araçlarına göre belirler; ancak buna, tıpkı bir makinenin yıpranmasında olduğu gibi, işçinin yerine yenilerinin gelmesini sağlamak amacıyla “üreme giderlerini de ekler. İşçinin varlığının, kapitalist açısından, herhangi bir üretim aracından farkı yoktur ve işçiye davranışı da buna uygundur. Buradan çıkan sonuç şudur ki, işçinin var olma ve soyunu sürdürme için ihtiyaç duyduğu geçim araçlarının fiyatı, emek gücünün üretim maliyetini oluşturur ve kapitalist, bunu ‘asgari ücret’ olarak belirlemektedir. Ücretler, asgari’nin üzerinde tespit edilse bile, pratikte fiyat dalgalanmalarından, işçilerin kendi aralarındaki, işçilerle kapitalistler arasındaki ve kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişki-rekabet koşullarından etkilenirler ve asgariye eşitlenmeye zorlanırlar. “Arz edenlerin kendi aralarındaki rekabet ile talep edenlerin kendi aralarındaki rekabet, alıcılarla satıcılar arasındaki savaşımın zorunlu bir parçasını oluşturur ki, pazarlanabilir değer bu savaşımın sonucudur.” (10)

Kapitalist üretim kâr için üretimdir. Kapitalist, yatırdığından daha fazlasını üretmek yoluyla sermayesini artırır; kapitalist üretimde, işgücü kullanımıyla değer ve artı-değer üretimi gerçekleştirilir ve bu sermayenin genişleyen yeniden üretimini ifade eder. Demek ki değerin kaynağı emektir ve onun ölçü birimi zamandır. Ürünlerin değeri, üretilmeleri için gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Fiyat ise yaratılan bu değerin parasal ifadesidir. Emeğin kendisi bir metadır; ama o herhangi bir meta değil, değer yaratan metadır ve satın alınmasının nedeni, potansiyel olarak içerdiği değerlerinden ötürüdür.

Artı-değerin büyüklüğü sermayenin büyüme hızını belirler. “Ve meta ile değişilen canlı emeğin bu artı miktarı, kârın kaynağını oluşturur. Kâr, daha doğrusu artı-değer, maddileşmiş bir emek miktarının, ona eşdeğer olan bir canlı emek miktarıyla değişiminden değil, karşılığında bir eşdeğer ödenmeden yapılan bu değişimde el konulan canlı emek bölümünden, yani bu sahte değişimde sermayenin el koyduğu ödenmemiş emekten çıkar.” (Nüfus Sorunu ve Malthus, sf. 164)

Meta üretiminin temel güdüsü kârdır ve meta üretimi, kâr üretmenin aracıdır. Demek ki metalar (ya da para) canlı emekle değişildiklerinde, her zaman içerdiklerinden daha fazla bir miktarla, daha fazla emek niceliğiyle değişilmiş olurlar, işçi, ücretini oluşturan para için, gerçekte “parada somutlaşmış emekten daha fazlasını” vermektedir. İşçi, paraya, (ücret olarak para) değerinin üzerinde bir fazla ödeme yapmaktadır. Dolayısıyla işçi, alıcı olarak pazardan herhangi bir mal aldığında, doğal olarak eşdeğerinden daha fazla ödeme yapmaktadır. Çünkü o, ücret olarak aldığı parada emeğinin eşdeğerini değil, daha azını almıştır. Böylece metaları kendi değerlerinden satın aldığı zaman bile işçi, onlara değerlerinin üzerinde ödeme yapmaktadır. Demek ki kapitalist, kârı, ürünü değerinin üzerinde bir fiyata sattığı için değil, üretim sürecinde, işçinin ücretiyle ve bu ücret karşılığında ürettiği “artı-ürün” kısmıyla ilişkili olarak, daha ucuza satın aldığı için sağlayabilmektedir. Eğer kâr, kapitalistin metaını maliyetinin üstünde bir değerle satmasından doğsaydı, karşılıklı alış-veriş içindeki kapitalistler, bir yandan sağladıkları kârı, öte yandan kaybetmek zorunda olduklarından, herhangi bir “zenginleşme” olmayacaktı.

Kapitalizm işçiyi en kötü yaşama mahkûm eder. Kapitalizmin gelişmesiyle burjuva ihtiyaçları en incelmiş biçimiyle artar ve karşılanırken, işçinin tüketimi giderek sınırlanır, öyle ki, işçiye en zorunlu gereksinmeler, ışık, temiz hava, güneş vb. bile fazla görülür. Çünkü işçi kapitalist açısından esas olarak üretim sürecinde üretici güç olarak gereklidir. Her ne kadar, işçiler, gereksinmelerini temin etmek için pazarda tüketici olarak alıcı olurlarsa da onların bu tarz yeniden sömürülmeleri, üretim süreci içinde, artı-değer kaynağı olarak sömürül-melerinin yanında hafif kalır.

İşçi bu bakımdan bir sermaye, ya da metadır ve onun değeri de piyasada arz-talep ilişkilerine göre belirlenir. İşçi, ancak, sermaye biçiminde varsa, ‘kendisi için’ var demektir. Kapitalizmde sermayenin varoluşu, işçinin varoluşudur ve ancak bu durumda kendini üretebilir. “Sanayi eksiksiz emektir; tıpkı fabrika rejiminin sanayinin, yani emeğin gelişmiş özü ve sınaî sermayenin de özel mülkiyetin eksiksiz nesnel biçimi olması gibi.” (11)

Kapitalist, işsiz işçiyi önemsemez, onu, işe en düşük ücretle atılmaya hazır bir yedek güç olarak görür ve öyle değerlendirir. Kapitalist için işçi “çalışma süresi boyunca” ve sadece “işçiler soyunun sönmesini engelleyecek biçimde” yaşatması gereken bir canlı metadan başka bir şey değildir. Bu bakımdan kapitalist için ücret, herhangi bir ü-retken aletin bakımı için yapılan harcamayla “aynı şey”dir. Genel kural olarak kapitalist ancak ücreti, işçi ise, sermayenin çıkarlarını, kapitalistin kârını kısarak kazanabilir.

Kapitalizm, değişim aracı olan parayı “gerçek bir tanrı” durumuna getirmiştir. Paradan -metaların değişim aracı olan meta- ayrılan tüm nesneler değerini yitirirler; çünkü simgeledikleri para kadar bir değerleri vardır. Üretimde insan etkinliğinin sonucu olan her şey paraya mal edilmiştir. Bu aracıdan, yani paradan “ayrılmış insan, insan olarak, o zenginleştiği ölçüde yoksullaşır.”

Marx, burjuva iktisatçılarının, işçiye en küçük bir ek gereksinmeyi bile çok gördüklerini vurgulayarak şunları yazar: “1- O, işçinin gereksinmesini fizik yaşamın en zorunlu ve en yoksul sürdürülmesine ve etkinliğini de en soyut mekanik harekete indirger ve sonuç olarak şöyle der; insanın ne başka gereksinmesi, ne başka etkinliği, ne de başka zevki vardır. Çünkü bu yaşamı bile o, insanal yaşam ve varlık diye gösterir; 2- O, olabilecek en yoksul yaşamı (varoluşu) kural olarak ve üstelik evrensel kural olarak hesaplar, insanların büyük yığını bakımından geçerli olduğu için evrensel; işçinin etkinliğini tüm etkinliğinin arı bir soyutlaması durumuna getirdiği gibi, işçiyi de duyu ve gereksinimden yoksun bir varlık durumuna getirir; bunun sonucu işçinin her lüksü ona kınanacak bir şey ve en soyut gereksinmeyi aşan her şey de -edilgin zevk ya da etkinlik belirtisi olarak da olsa- lüks olarak görünür.” (12)

Sermaye, emeği ve onun ürünlerini “yönetme gücüdür.” Çalışma yeteneğinden başka bir şeye sahip olmayan bir sınıfın varlığı sermayenin “zorunlu önkoşuludur.” Sermaye birikmiş emektir ve birikmiş emek olarak var olan sermayenin yeniden üretimle genişlemesini, yani daha büyük sermayeye dönüşmesini sağlayan şey, bu “birikmiş, maddileşmiş emeğin doğrudan canlı emek üzerindeki” egemenliğidir. Kapitalist, ücret karşılığı işçiden, “emeğini, üretken faaliyetini, işçinin tükettiği şeyi karşılamakla kalmayıp, birikmiş emeğe, bu emeğin içerdiğinden daha büyük bir değer katan yaratıcı gücünü alır.” (13)

Kapitalistin tüm gücünün temelinde sahip olduğu sermaye durmaktadır. Onun yönetme erkinin dayanağı emek ürünleri üzerindeki mülkiyetidir. Bu nedenledir ki, kapitalistin emek ürünleri üzerindeki mülkiyetine son verildiğinde, onun yönetme gücü de son bulur.

Sermaye, işgücü ve hammadde satın alımına bir değer sağlamak üzere yatırılan paradır. Bir metaya harcanmış emek büyüklüğü, yani emek-gücü miktarı (ya da bunun harcandığı emek-zamanı büyüklüğü),

-ortalama toplumsal koşullarda ve verimliliğin çeşitli yöntemlerle artırıldığı durumda- ne kadar büyükse, kapitalistin kârı da o kadar yüksek olacaktır. Kapitalizmde işçinin öz etkinliğinin ereği ihtiyaçların karşılanması değil, -bu olanaksızlaşmıştır-, kendi varlığını koruyup- devam ettirme haline gelmiştir ve bu, insani yabancılaşmanın doruğudur. Çünkü emek, sahibinin tasarrufundan çıkmış, bir başkasının malı haline gelmiş ve onun istediği biçimde kullanılmaktadır. Bu tür bir ilişkide, emek gücü kullanımı, insanal bir etkinlik olmaktan çıkarak, kazanç sağlayan ve baskı doğuran bir etkinliğe dönüşür. İşgücünü satsa çıkardığında işçi, gerçekte köleliğine imzasını atmış durumdadır. İşgücünün kullanımı hakkını başkasının (kapitalistin) emrine vermiştir. İşçiyle-kapitalist arasındaki ‘sözleşme’ satın alınan metanın -burada işgücü- nasıl kullanılacağına (belli bir süre için) kapitalist tarafından karar verilmesinin önsel kabulüdür. Emek-gücü tüm diğer metalar gibi bir metadır; ama gene de özgün bir metadır, çünkü o, değer yaratan bir güçtür. Uygun koşullarda kullanıldığında, kendinde mevcut olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağıdır. Daha fazla değer yaratma gücünü işçiye veren şey ise, yeni teknik buluşlarla işçinin işgücü verimliliğinin artırılması ve “gerekli emek zamanı”nın daha fazla azalmasıdır. İşçinin “artı-emek zamanı” ne denli uzarsa -ki makine bunu sağlar-, sömürü ve kapitalist kâr o kadar artar. “Üretimin bugünkü durumunda, insanın emek-gücü bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin mal olduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni teknik buluşla günlük üretiminin günlük maliyetini aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da, işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm iktisadi yapısı budur; bütün değerleri yaratan yalnız bu çalışan sınıftır. Çünkü değer sözü, emek sözünün bir öteki ifadesinden başka bir şey değildir. Ve bugünkü kapitalist toplumumuzda belirli bir metanın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli emek miktarını ifade eden bir deyimdir.” (14)

Kapitalizmde işçi ve işgücü (ya da emek gücü) bir meta durumuna gelir ve işçinin sefaleti, onun ürettiğinin tersine bir oranla artmasını sağlamaktadır. Kapitalist üretim biçimi altında işçi gerçekte kendi köleliğini, yitmişliğini ve sefaletini üretmektedir, işçi, zenginlikler yarattığı ölçüde yoksullaşır. Marx, işçinin, üretiminin artması ölçüsünde yoksullaşmasını şöyle ifade ediyor: “Ne kadar çok emtia üretirse, kendisi de o kadar ucuz bir meta durumuna gelir. İnsan dünyası değerden düştüğü ölçüde nesneler dünyası değer kazanır… İşçi kendini emeğinde ne kadar harcar, yarattığı ve karşısında dikilen yabancı dünya ne kadar erkli duruma gelirse, kendisi o kadar yoksullaşır… İşçi kendi yaşamını kendi yarattığı ve bundan böyle bu yarattıklarına ilişkin, bulunan nesneler içinde yitirdiğinden, etkinliği arttığı ölçüde kendi tözünü yitirir. İşçinin kendi yarattığı nesne içindeki bu yabancılaşması kendini iktisadi düzeyde, ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketebilmesi, zenginlik yarattığı ölçüde değerden düşüp alçalması, yarattığı nesne daha iyi bir uygarlık belirtisi taşıdığı ölçüde insanlıktan uzaklaşması, emeğin gücü arttığı ölçüde kendi güçsüzlüğünün büyümesi…” (15)

a-Ücret-kâr ilişkisi

Emek gücünü satma zorunluluğu, onun bir meta durumuna gelmesine yol açmıştır ve metalar ile aynı “varoluş koşullarına bağlıdır. İşgücünün bir meta durumuna gelmesi demek, onun tüm diğer metalar gibi değer yasalarına tabi olması demektir. Emek-gücünün üretim maliyeti, onun fiyatını, yani ücreti oluşturur ve bu “işçiyi işçi olarak muhafaza etmek ve işçiyi işçi durumuna getirmek için gerekli olan giderlerdir.” Ücret, kapitalistin, belirli bir iş zamanı karşılığı, bir işin yapılması karşılığında ödediği paradır ve emeğin doğal fiyatı asgari ücrettir. Asgari ücretin maddi olarak ifade ettiği şey, bir işçinin yaşamı ve soyunu devam ettirmesi için gereksinim duyduğu nesnelerin üretilmesi için gerekli emek-zamanıdır. Çünkü bir metanın değeri, o metanın üretimi için gerekli emek-zamanı ile ölçülür ve ürün ancak, canlı emeğin, yani işçinin emek-gücünün, birikmiş emek tarafından kullanılmasıyla üretilebilir.

Kapitalist, emek-gücünün kullanım hakkını belli bir süre için satın almıştır ve emek gücünü tasarruf hakkı ona aittir. İşçi gerçekte, ücret karşılığı, yani gerekli geçim araçlarını sağlamak için ihtiyaç duyduğu parayı edinmek üzere, kapitaliste’, kendi yaşamsal faaliyetini satmıştır ve bunun karşılığında ürettiği değerden küçük bir bölümünü ücret olarak almaktadır. İşçi, emeğinin metaını, yani aldığı ücreti, geçim araçlarıyla değişmeye başladığı zaman, bu araçları elinde tutanlarca bir kez daha sömürülür. Bir metanın değerinin içerdiği toplam emek miktarınca belirlenmesi nedeniyle, o metanın değeri üzerinden satılması durumunda, kapitalist, onda içerilmiş olan emek miktarını; bir kısmının değerini ücret olarak ödemiş, ancak diğer kısmına hiçbir şey ödememiş olarak değerlendirmiş olur. Bu durumda kapitalist, metayı değeri üzerinden sattığında da zorunlu olarak kâr sağlamaktadır. Bunun için kârın kaynağı dolaşım sürecinde değil, ama doğrudan doğruya üretim sürecindedir ve normal ve ortalama kâr, metalar değerlerinin üzerinde bir fiyata satıldıkları için değil, aksine değerlerine satıldıkları için elde edilir.

Burjuva iktisatçıları tarafından ileri sürülen “ücretlerin fiyatları düzenlediği” iddiası bir safsatadır. Bu iddiaya göre kapitalistin kârı, ücretlere eklenen keyfi bir orandan ibarettir ve ekonomi yasalarından çok kapitalistin iradesi ve vicdanı ile ilgilidir. Bu görüş tarzı, gerçekte artı-değer sömürüsünü gizleme amacından doğmuştur. Çünkü kapitalist kâr, doğrudan doğruya üretim sürecinde, işçinin ürettiği değerin bir bölümüne (artı-değer) kapitalist tarafından, karşılığında hiçbir şey ödenmeden el konmasıyla elde edilmektedir. Marx, “artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimlenmiş bulunduğu bölüme kâr adını veriyorum.” diyordu. (16)

Ücretlerdeki artış malların fiyatlarında az ya da çok genel bir artış getirmemektedir. Ücretlerin fiyatları düzenlemesi iddiası aynı zamanda, ücret artışı talebine karşı bir ön tutumu ifade eder. Fiyatların yükselmemesi için, işçilere ücret artışı talebinde bulunmamaları söylenir. Oysa ücretlerin yükselmesi ya da düşmesi, bütünüyle işçi ile kapitalist arasında, işçinin ürettiği değer üzerinde sürdürülen ‘paylaşım kavgası’na bağlıdır. Ücretlerin fiyatlara etkisi ise geçicidir. İşçi, gelirinin genel olarak tümünü geçim araçlarına harcar. Ücretlerde genel bir yükseliş, geçim araçları talebinde yükselişe, bu ise, geçim araçlarının piyasa fiyatlarının yükselmesine yol açar. Ancak bu ilişki kaçınılmaz olarak ücretlerin yeniden düşmesini, “dengelenmesi”ni sağlar ve bu böyle devam eder. Ücretlerin artışı kâr oranlarının düşmesini ifade ettiği için, ücret artışına karşı tüm kapitalistler ortak tavır alırlar. Ücret artışı nedeniyle, “toplam talep artmayacak, bu talebi oluşturan öğeler değişecektir… Böylece toplam talep değişmez kaldığından, metaların piyasa fiyatlarında hiçbir değişiklik meydana gelemeyecektir.” (17)

Ücretlerin düşmesi ya da yükselmesi bir başka şeye; emek-gücü arzı ve talebi arasındaki ilişkiye de bağlıdır. Eğer emek gücü talebi fazla ve işçi sayısı az ise, kapitalistler arası rekabet nedeniyle ücretlerde bir yükselme görülür. Çünkü kapitalistler, işçi bulmak için daha fazla vermek zorunda kalmaktadırlar. Tersi durumda ise, yani işgücü arzı talebi aşıyorsa, ücretler düştüğü gibi, işsizlik artar. Bütünüyle ele alındığında, genel ücret hareketleri, yedek sanayi ordusundaki genişleme ve daralmayla düzenlenir. Ücret hareketleri, işçi nüfusunun genel -mutlak- sayısındaki değişmelerle, işçilerin sayısal çokluğuyla değil, faal ve yedek işçi nüfusundaki oynamalarla, nispi fazla nüfus oranındaki değişmeyle, bazen artan bazen azalan yedek işgücündeki değişmeyle bağlıdırlar. Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama refah dönemlerinde çalışan işçileri baskı altında tutarken, aşırı üretim ve coşkunluk dönemlerinde de çalışanların isteklerini dizginler. “İşte bu nedenle, nispi fazla nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispi fazla nüfus, bu yasanın geçerlilik alanını sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içinde tutar.” (18)

Ücret, fiyat ve kâr ilişkilerinde, diğer önemli bir nokta, kapitalistler arası rekabetin, kârın çeşitli sanayi dalları arasında eşitleyici ve ortalama bir düzeye çekici bir rol oynamasıdır. Ancak rekabet, genel kâr oranını belirleyemez. Kârlardaki ve ücretlerdeki düşme ve yükselmeler, çoğu kez ürünün fiyatını etkilemeksizin, kapitalist ile işçinin, bir günlük ürün üzerindeki ‘pay’larının gösterdiği değişimi ifade ederler. Eğer tüm sanayilerde sabit sermayeye, ya da kullanılan üretim araçlarına oranla aynı sayıda işçi çalıştırılırsa, ücretlerdeki yükselme kârlarda düşmeye yol açabilir; ancak meta fiyatları bundan etkilenmez. Ne var ki her sanayide aynı sayıda işçinin çalıştırılması mümkün olmaz ve bu nedenle büyük sermaye kitlesini ellerinde tuttukları halde az sayıda işçi çalıştıran sanayi dalları mal fiyatlarını düşürerek piyasayla oynayabilirler. Mal fiyatları düşürülmediğinde ise kârlar “olağan kâr oranının” üzerine çıkar. Ücretlerdeki yükselme daha fazla makine kullanan sanayileri daha az etkiler. Ancak kapitalist rekabet kâr oranlarını düzenleyici bir rol oynadığı için ücretlerdeki genel bir artış, fiyatlardaki yükselmeye değil, makine üretimi mal fiyatlarında bir düşmeye bile yol açabilir. İşçi ve kapitalistin ilişkilerinde, karşılıklı olarak birbirlerini “bırakma”, birbirini dışlama vardır. Ancak işçi, yaşamının tek kaynağı olan emek-gücünü satmak ve bu yolla gerekli geçim araçlarını sağlamak için, “kendi varlığını reddetmeksizin”, kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu bireysel kapitaliste değil, kapitalist sınıfın tümüne aittir ve yaşamak için “kendini satmak”, bunun için de “alıcısını bulmak” zorundadır. Kapitalistler ise bu durumdan fazlasıyla yararlanırlar. Çünkü bu durum, işçiler arasında bir rekabetin yaşanmasına yol açar ve işgücü değerinin düşmesini olanaklı kılar.

b- “Fazla nüfus” üzerine burjuva propaganda, üretim-tüketim ilişkisi ve işsizlik

“İşçi için en uygun koşul sermayenin büyümesidir… Sermaye durağan kalacak olursa, sanayi de yalnız durağanlaşmakla kalmaz, ama zayıflar ve bu durumda ilk kurban işçi olacaktır. Gidip kapitalistin önünde duvarın dibine dizilecektir. Ve sermayenin büyümesini sürdürmesi halinde, işçi için en iyisi olduğunu söylediğimiz bu durumda, onun kaderi ne olacaktır? Gene aynı biçimde, gidip duvarın dibine dizilecektir. Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ye daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır. İş bölümünün bir işçiyi, üç işçinin işini yapabilecek duruma getirmesiyle,  bu rekabet daha da şiddetlenir. Aynı sonucu makine çok daha geniş boyutlarda yaratır. Sanayi kapitalistlerini durmadan çoğalan araçlarla çalışmaya zorlayan üretici güçlerdeki büyüme, küçük sanayileri yıkar ve onları proletarya saflarına atar.” (19)

İşçi, işçi olarak kaldıkça sermayenin üretken faaliyetinin devamı bir zorunluluktur. Ağır sömürü koşulları altında çalışma yoluyla yaşamını sürdüren işçinin durumu, sokağa atılmış, açlığa mahkûm işsizden daha iyidir. İşbölümünün gelişmesi ve makinenin kullanımı bir işçinin daha fazla kişinin işini yapmasını sağlayarak “fazla nüfus”u ortaya çıkarmaktadır. Sanayi gelişme bir yandan yeni güçleri proletaryanın saflarına katarken, diğer yandan işsizliğe yol açmaktadır ve bu kapitalizmin önemli bir çelişkisidir.

Kapitalizm koşullarında kalındıkça, işçi için üretici sermayenin gelişmesi, iş bulma ve yaşamını sürdürmesi için bir gelir sağlamasının olanaklarının var olması demektir. Sermayenin -ki üretime yatırılmadıkça genişlemesi mümkün değildir- para sermaye olarak üretimden çekilmesi ve üretim dışı alanlara yoğunlaşması, kapitalizmin çürümesini hızlandırdığı gibi, işçinin iş bulma olanaklarını da sınırlar ve işçi sınıfı arasındaki rekabeti körükler. Rantiyeciliğin dev boyutlar aldığı günümüzde, aynı zamanda işsizliğin ve yoksullaşmanın artması bunun göstergesidir.

Diğer yandan kapitalist üretimde talep bilinmeyen bir özellik taşır. Kapitalizmin uluslararası özelliği, üretimin bilinmeyen bir pazar için üretim özelliğini daha da artırmıştır. Üretken sermaye ne denli artarsa, üretimin tüketimin önüne geçmesi ve gereksinmeleri bilinmeyen bir pazar için üretimin hızla devam etmesi, meta arzının talebi zorlaması da o kadar artar. Bunun sonucu ise kapitalist bunalımların daha fazla sıklıkla ortaya çıkması ve daha da şiddetlenmesidir. Bunalımlar bir yandan yeni kesimlerin iflasına yol açarak onları proletaryanın saflarına iterken, diğer yandan kapitalistlerin birbirleriyle çatışmasını işçiler yararına keskinleştirir. Ama üretken sermayenin bu artışı ve giderek bunalımlara yol açacak bir düzeyde aşırı üretime yol açması aynı zamanda işçiler arasındaki rekabetin artmasını da birlikte getirir.

Rekabet, meta üretiminin değer yasasını da harekete getirir ve hangi ürünlerin daha fazla ve hangilerinin daha az üretilmesi gerektiği konusunda yaklaşık bir düşüncenin oluşmasına yol açar. Üreticilerin, toplumun hangi metalara ve ne oranda ihtiyaç duyduğunu görmelerini sağlayan şey, ürünlerin değerlerinin altında ya da üstünde bir fiyatla satılmasıdır.

Burjuvazi “fazla nüfus”u ve nüfus üzerinde kontrolü, “geçim araçlarının yetersizliği”yle gerekçelendirmeye çalışır. Oysa gerçek durum farklıdır. Eğer kapitalist üretim, bir azınlık yararına kâr için üretim değil de, yığınların ihtiyaçlarının karşılanması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yapılan bir üretim olsaydı, üretim ve tüketim arasında herhangi bir çelişki, bunalımlar ve ‘fazla nüfus’ sorunu olmazdı. Emekçilerin alım gücünün sınırlılığı, dolayısıyla da yoksulluk kapitalist üretimin kaçınılmaz ürünüdür. Bu sınırlılığın aşılması, işgücünün karşılığının ödenmesini, yani artı-emek sömürüsünün kaldırılmasını gerektirir. Ama o zaman da kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.

Kapitalizmin bunalımında yetersiz tüketimin etkisinin olduğu kuşkusuzdur, ancak bunalımın esas nedeni ve bu yetersiz tüketimi de temelleyen şey, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Açlığın nedeni dünya nüfusunun “hesapsız artışı” ve buna karşın “yiyecek maddelerinin sınırlılığı” değildir. Burjuvazi ve modern Malthusçuluk, kalabalık nüfuslu ülkeleri “felaket merkezleri” olarak tanıtmaktadır. Bu teori “nüfus kontrolü zorunluluğu” iddialarını fazla nüfusun savaşlarla “dengelenmesi” gerektiği sonucuna vardırmaktadır. Oysa olgular kapitalist bunalımın nedeninin değişim ya da tüketim alanında değil, ama üretim alanında olduğunu göstermektedir. Üretimin arz-talep ve tüketim ilişkisi içinde gelişimi zorunlu olarak öyle bir aşamaya erişir ki, üretici güçler belirli bir fazlalık göstermeye başlar, büyük emekçi yığınlarının geçimini sağlama olanağı kalmaz ve “insanlar tam bolluk içinde açlıktan ölürler”.

Sorun, bolluk içinde yokluktan kaynaklanmaktadır. Temel neden üretimin sınırlılığı, ya da geçim araçlarının yetmemesi değil, bu araçların toplumun azınlık bir kesimi tarafından mülk edinilmiş olmasıdır.

Kapitalizmde, işçilerin bir bölümü, emek verimliliğinin çeşitli yöntemlerle artırılmasıyla daha fazla çalıştırılırken, diğer bölümü açlığın kollarına itilmektedir. Bugün dünyanın birçok bölgesinde toprakların önemli bir bölümü tarım dışı tutulmakta, bilim ancak tekelci kapitalistlerin çıkarlarıyla uyumlu olduğu denli doğayla mücadeleye uygulanmakta, zenginlik ile yoksulluk (buna gerekçe edinilen ‘fazla nüfus’) çelişkisinin üstü örtülmektedir. “Fazla”yı oluşturanlar, kuşku yok yoksullar, işçi ve emekçilerdir. Onlara hemen her gün “daha az üremeleri” söylenmektedir. Eğer kapitalistler, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanarak ürünlere el koymasalardı, eğer toprak ağaları ya da kapitalist çiftlik sahipleri toprakları, geniş emekçi köylü nüfus aleyhine mülk edinmemiş olsalardı, geçim sıkıntısı, işsiz kitle, ya da “fazla nüfus” olmazdı.

Kapitalist üretim sisteminde her işçi gerçekte kendi gereksinmesinden fazlasını üretmekte ve bu fazlaya kapitalistler tarafından el konulmaktadır. O halde işçinin gereksinmelerini “karşılayamaması” diye bir şeyin olmaması gerekir. Ne ki olgu bunun tersidir. Üreten tüketememektedir. Bir üretim fazlası vardır. Burjuvazi, “marketlerin dolu” ve “istenen her şeyin var olduğu”yla övünür. Bu bir “gerçeğin” itirafı olabilir ama toplumun, bolluk içinde açlığa mahkûm edildiği gerçeğini değiştiremez.

Kapitalizm yalnızca insanın yaşam gereksinmelerini değil, dolaysız biçimde insanın kendisini de metalaştırırken, insanın kendini insan olarak üreme yoluyla sürdürmesini de rekabete, özel mülkiyetin vahşi yasalarına bağlamaktadır. Milyonlarca insanın doğrudan savaşlar aracıyla kırılması bir yana; “fazla nüfusu eritme” amaçlı uygulamalarla da cinayetler sürdürülmektedir. (Evsizler, bodrumlarda, mahzenlerde yaşayanlar, sokak çocuklar vb.nin durumu. –Örneğin dünyada 800 ile 1200 milyon insan yoksulluk sınırında yaşamakta ve ‘kara kıta’da toplu ölümler meydana gelmekte iken, askeri harcamalara milyarlarca dolar harcanabilmektedir.-)

Yaşama hakkının tehdit altına alındığı ilk yer dolaysız özel mülkiyet koşullarıdır. Yoksulluk ve zenginliği değiştirilemez “alın yazısı” olarak gösteren kapitalistler, yoksulluğun oluşturduğu potansiyel tehlikenin bilincinde olarak, yoksulluğu “fazla üreyen” yoksulların suçu saymaktadırlar.

Engels’in dediği gibi, kapitalistler, işçilere ve (yoksullara) “size var olma hakkı tanıyoruz, ama yalnızca bütün öteki ‘fazlalık’ haline gelmek isteyenlere ‘dehşet verici bir uyarı’ olmanız için” demektedirler.

Kapitalizmde işçi, belirli bir kişinin kölesi değil, tüm mülk sahibi sınıfın kulesidir, kendi kendini -işgücü olarak- satmaya zorlanır. Bir yandan günde, gücünün daha üstünde çalışırken, diğer yandan diğer işçilerin yapacağını da yaparak, ona karşı rekabete sokulur ve onu gereksiz hale getirir. Kapitalist gelişme süreci ilerledikçe ve sermaye daha az sayıda kapitalistin elinde toplandıkça, işçi bulma sıkıntısı sona erer ve işçi sayısındaki artış, işçiler arası rekabete yol açar. Bu durum ücretlerin düşmesi ve kapitalist köleliğin pekişmesini sağlar. Rekabet, işçinin emek-gücü değerinin düşmesine yol açar, daha ucuza ve fakat daha fazla enerjiyle çalışmasını olanaklı hale getirir ve tüm diğer metalar gibi, bir meta olan canlı emeğin fiyatının düşmesine sebep olur. İşçi, herhangi diğer bir meta gibi satılır, değeri işgücü pazarı uyarınca yükselir, ya da düşer. İşçi arzı yükseldiğinde, sokağa atılan “fazlalık” haline gelir.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında makinenin daha geniş ve etkili kullanımı, istihdam edilen işçi sayısını azaltmakta, fazla nüfus yaratmaktadır. Ne ki bu “fazla” doğrudan kapitalist üretimin ürünüdür ve ancak istihdam araçları bakımından geçerlidir. Kapitalizmde “aç karınların sayısı” üretimin sınırlarını belirlemez, aksine, metaları satın alabilecek tüketicinin kesesinin durumu, üretiminin sınırları hakkında bir fikir verir. “Parasız karınlar, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.” (20)

“Ama aslında” diyor Marx, Kapital’de, “bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir işçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir. ” “Fazla işçi nüfusu, birikimin, ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda da değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (21)

Kapitalizm; durgunluk, gelişme, ortalama canlılık dönemleri vb. biçimlerde birbirlerini izleyen bir yol üzerinde varlığını sürdürürken, yedek sanayi ordusunun ortaya çıkmasına, bunun az ya da çok emilmesine ve tekrar ortaya çıkmasına yol açar. Kapitalizm işçileri de rekabete sürükler ve işçiler arasındaki rekabet, bunalım dönenlerinde daha da büyür. Büyük sanayinin işçileri fabrika ve kentlerde biriktirmesiyle birlikte rekabet kızışır. İşbölümünün gelişmesi, bir işçinin birkaç işçinin yerini alması, makine kullanımıyla daha az işçiyle, daha fazla sayıdaki işçinin ürettiği kadar üretmesini sağlar. Kapitalizm, “fazla üretim anları için” işsizlerden kurulu bir yedek sanayi ordusuna sürekli ihtiyaç duyar ve bu orduyu yedekte tutar. Burjuvazi, işgücünü mümkün olduğunca ucuza sağlamaya çalışır (artı-değer, ödenmemiş emekten başka bir şey değildir), ve yedek ordunun fazlalığı, yani işgücü arzının fazlalığı bunu olanaklı kılar.

Sermaye bir yandan emek gücü talebini artırırken, diğer yandan işçileri üretim dışına iterek, işçi arzını artırmakta ve bu yoldan işsizlerin yarattığı baskıyı kullanarak, çalışanların daha fazla emek-gücü harcamalarını sağlamaktadır.

Diğer yandan sermaye-emek ilişkilerinde genç işçi tercih ‘nesnesi’dir. İşsizler kenarda beklerken, kapitalistler yaşlı işçileri kapı dışarı ederek, sosyal haklardan bir miktar kurtulma olanağını yakalar ve daha ucuz yoldan işgücü ihtiyacını karşılar.

Toplumsal emeğin üretkenliğindeki ilerleme, üretim araçlarının insan gücü üzerindeki etkisini artırdığı gibi, onların daha az sayıda insanla kullanımını da olanaklı kılmaktadır. Emek üretkenliğinin yüksekliği, daha az işçinin çalışması da demektir; işsizliğin artması ve bununla bağlı olarak “istihdam edilme”, iş bulma talebinin artması demektir. Kapitalizmde emeğin üretkenliği ne kadar yüksekse, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar artar ve “varoluş koşulları”, yani sermayenin genişlemesini sağlamak üzere kendi tükenişi, işgücünü satma olanakları o denli düzensiz ve güvenilmez bir hal alır. Sermaye, birikim düzeyine uygun bir sefalet birikimi yaratır. Bir yanda sermaye birikimi, diğer yanda sermaye birikimini, öyleyse sefaletin birikimini sağlamak üzere işgücünü harcayan işçinin tarafında ise, “yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, akli yozlaşmanın birikimi” aynı anda olur. Üretici sermayenin gelişmesi, işbölümünün, herkesin her iş dalında çalışmasını sağlayacak tarzda “basitleşmesi” işçiler arasındaki rekabeti artırır. Kapitalist üretim sisteminde, ucuz işgücüne olan talep süreklidir ve burjuvazi rahatça ‘at oynatmak’ için yedek işgücüne her zaman ihtiyaç duyar.

c- Kapitalist rekabet ve Kapitalist bunalımın kaçınılmazlığı

Kâr için ve değişim değeri üretimi olan kapitalist üretimin bir özelliği de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasıyla birlikte, artan aşırı üretim sonucu bunalıma sürüklenmesinin kaçınılmaz olmasıdır. Kapitalizmde metaların bolluğu ve yoksulluk bir arada; yan yana durur.

Kapitalist üretimin bilinmeyen bir pazar için üretim özelliği taşıması ve üretimin bolluğuyla tüketim sınırlılığı -emekçiler satın alamaz duruma düşürülmüşlerdir- arasındaki çelişki bunalımın başlıca nedenidir. Bu durum bir yandan kapitalistler arası pazar kavgalarını körüklerken, diğer yandan geniş proleter kitleleri anti-kapitalist mücadeleye sürükler.

‘Aşırı üretim bunalımı’ sonucu kapitalistler ve ‘küçük iş sahipleri’ arasında iflaslar daha yoğun görülür. İktisadi yıkıma uğrayanların bir bölümü proletaryanın saflarına katılır. Ama bu gibi durumlarda, fatura esas olarak işçi sınıfına ve emekçilere kesilir; işten atmalar yoğunluk kazanır, fiyatlar artar vb. Zanaatçının sanayici tarafından ezilmesi ve ortadan kaldırılmasında olduğu gibi; küçük toprak sahibi de, makine ve tarım işçisi kullanan, çiftlik kiracısı çalıştıran büyük toprak sahibi tarafından yıkıma uğratılır ve topraklar büyüklerin ellerinde toplanırken, küçükler iflasa sürüklenir. Başlangıçta feodal toprağın bölünmesi gibi görünen gelişme, ardından tersine döner ve toprak tekelinin oluşmasına yönelir. Bunalım kapitalist rekabeti daha da acımasız kılar. Kapitalistler, küçük toprak sahiplerinin bir kısım toprağını ele geçirerek, hammadde temin imkânlarını genişlettikleri gibi, iflasa sürüklenen nüfus nedeniyle ucuz işgücü bulma olanaklarını da artırırlar. Küçük mülk sahibinin (küçük toprak sahibi ve küçük kapitalist) iflasa sürüklenerek proletaryanın saflarına itilmesi sınıf savaşının, kapitalistler aleyhine keskinleşmesini sağlayan bir etkendir aynı zamanda.

Kapitalistler arası rekabet ve sermayenin giderek daha az sayıda elde toplanması tekel fiyatlarının dayatılmasını olanaklı kılar, tekel kârının ‘azami kâr’ olarak gerçekleşmesini sağlar ve ücretlerin düşürülmesine yol açar.

‘Rekabet’ ve ‘tekel’ kavramları hem bir çelişkiyi, hem de bir bağdaşmayı ifade ederler. Rekabet ve tekel birbirlerine karşıt yönlerine karşın, birlikte var olurlar. Rekabet tekeli yaratır ve tersine tekel rekabeti keskinleştirir. Sermaye birikiminin daha az sayıda tekelin elinde merkezileşmesi, küçük kapitalistlerin iflasına yol açar. Küçük kapitalist, ya elindeki sermayeyi yiyerek ya da rekabette tüketerek ‘kapitalist olmaktan çıkma’ tehlikesiyle birlikte yaşar. Tekelci kapitalizm koşullarında rekabet daha acımasızdır. Makinenin ve teknik buluşların tekeller yararına üretimde daha ağırlıkla kullanımı, küçüklerin iflasını hızlandırıcı bir etkendir de. Piyasa, tekellerin kontrolü altındadır. Büyük kapitalistler, büyük miktarda hammaddeyi daha ucuza kapatma ve işledikten sonra daha ucuza satma olanağına sahiptirler. Ayrıca devlet kredileri ve fonlar, büyük kapitalistler tarafından düşük faizle tekellerin ve büyük kapitalistlerin hizmetine verilir, bu kredi ve fonlar yüksek faizli kağıtların alımında kullanılarak, büyük rant gelirlerinin elde edilmesi sağlanır.

Üretici güçlerin büyümesi ve dünya pazarının oluşması rekabetin ve ona bağlı olarak bunalımların şiddetlenmesine götürür.

Kapitalist, üretici emeğin ürün değerinin artması için, işçinin üretici yeteneğini çeşitli yollarla -örneğin süre uzatımı, teknik buluşların uygulanması yoluyla çalışma zamanının daha verimli kılınması gibi- artırmaya çalışır. Çünkü daha fazla sömürüyü gerçekleştirmek, aynı zamanda kapitalist pazarda rakipleri geride bırakmayı da gerektirir. “Batmadan daha ucuza satabilmek için, daha ucuza üretmek, yani emeğin üretken gücünü mümkün olduğu kadar artırmak gerekir. Ama emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir işbölümü ile makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o oranda verimli olur. Bu yüzden kapitalistler arasında, işbölümü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçüde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar.” (22)

Üretim araçları büyüklük ve etki güçleri bakımından artarlarken, daha az işçi çalıştırma araçları haline de gelirler. Emeğin üretkenliğindeki artış sermayenin iş arzının, işçi talebinden daha büyük bir hızla yükselmesine neden olur. “Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmasıyla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkûm etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır.” (23)

 

III

YABANCILAŞMAYA DEVRİMLE SON VERME VE TOPLUMSAL KURTULUŞ

Yabancılaşma doğrudan doğruya insan etkinliğiyle ilişkilidir, zaman içinde bir başlangıcı, öyleyse bir de sonu vardır. Kapitalist ekonomi, özel mülkiyet sisteminin en gelişmiş biçimlere yükseldiği, çelişkilerin çözümlerini dayatacak en sert biçimlerde patlak verdiği bir ekonomi aşamasıdır. Kapitalizm, “tarihsel evrimin bir uğrağı” olmasına karşın, burjuvazi, onu, “başı-sonu olmayan bir gerçeklik” diye yutturmaya çalışır ve tarihin inkârına koyulur. Oysa bütün toplumsal kategoriler, insanın üretici etkinliğinin ürünü olarak ortaya çıkarlar ve geçicidirler. Kapitalizm de kendi aşılma koşullarını kendisi yaratır, insan etkinliğinin ürünü olarak ortaya çıkan özel mülkiyetin, tarih akışı içinde, insan etkinliğinin ayak-bağına dönüşmesi, zorunlu yadsınmasını, yani ortadan kaldırılışını da birlikte getirir.

Toplumların dönüşümü ve tarihsel gelişme üzerinde üretimin gelişmesinin düzeyi belirleyici rol oynar. İşbölümü ve makineyle birlikte üretici güçler büyük bir gelişme gösterir. Bu gelişme, üretim ilişkileriyle çatışmayı kaçınılmaz kılar ve yeni bir devrim kapıya dayanır. Açıktır ki, kapitalist ve işçi, karşılıklı olarak, “ancak birbirlerinin çıkarlarını sınırlayarak” kazanabilirler. O halde işçi sınıfı, kapitalistlerden dilenerek değil, kendi gücünü dayatarak ancak ekonomik ve politik taleplerini elde edebilir. Kapitalizmde işçi ne denli ‘özgür’ üretirse üretsin, gerçekte kendi köleliğini, ürünü karşısındaki zayıflığını, onun erkliğine boyun eğmişliğini, kendine, doğaya ve diğer insanlara yabancılaşmayı üretmektedir ve bu durum üstelik onun köleliğinin “özgürlük” görüntüsüne bürünmesine yol açmaktadır. Öyleyse bu “özgürlük” görüntüsü tüm sahteliğinden kurtarılmalı, köleliğe son verilmelidir. İnsanın, kendini insan olarak olumlaması için, “bilinçli, özgür ve evrensel bir etkinlikte” bulunması, yani yaratıcı güçlerini “kendi emek ürünleri içinde yitirmemesi” gerekir. Bu ise ancak, ürünün onu esir alan bir nesne durumundan çıkarak, onun hizmetine girmesini sağlayan bir ilişki içinde üretilmesiyle mümkündür. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu ise ancak sınıfların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun içindir ki Marksizm sınıf mücadelesini proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle sınırlamayarak, diyalektik gerekirliliğe uygun biçimde sınıfların ortadan kaldırılmasına genişleyen bir içerikte ele alır. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ve onunla birlikte toplumsal kurtuluş ancak işçi sınıfını sınıf olarak üreten koşulların ortadan kalkmasıyla mümkündür. Proletarya kurtuluşunu, ancak kendini proletarya olarak ortadan kaldırarak, yani ücretli köle olarak kendini var eden ve sürdüren koşulları tasfiye ederek sağlayabilir. Proletarya burjuvaziyi, özel mülkiyet sistemini kaldırarak, kendi var oluş nedenlerini ortadan kaldırır ve insanal kurtuluşu gerçekleştirir. “… proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını uygular; tıpkı ücretli emeğin başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya utkuyu kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlu yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz; çünkü o bu utkuyu ancak hem kendi kendini, hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse onu içeren karşıtı özel mülkiyet kadar proletarya da ortadan kalkacaktır.” (24)

Ekonomik yabancılaşma ortadan kaldırıldığında, insanın özgür gelişiminin yolu da açılmış olur. Çünkü bu, zihinsel-kültürel gelişmenin önündeki engelleri de ortadan kaldıracak, insanın kendini çok yönlü geliştirmesinin yolunu açacaktır. Toplumun üretici güçlerinin devsel gelişmesi ve herkesin ihtiyaçlarının karşılanması, bolluğun yaygınlaşması ve zorunlu ihtiyaçların üretimi için gerekli sürenin kısalmasıyla, insani gelişme olanakları da genişleyecektir. İnsanın, gerçek kişiliğiyle, sınırlanmaksızın serpilip-gelişeceği koşulları ancak, özel mülkiyetin olmadığı, insanal kendine yabancılaşmanın maddi temelinin tasfiye edildiği komünizm sağlayabilir. Komünizm, kapitalizmin çelişkileri tarafından zorunlu kılınmasına karşın, kendiliğinden ve otomatikman gerçekleşmez. Aksine, proletaryanın devrimci eylemini gereksinir. “Özel mülkiyet kavramını düşünce aracıyla kaldırmak için, komünizm kavramı yeter; buna karşılık, özel mülkiyetin edimsel kaldırılışı gerçek bir komünist eylem gerektirir. Bu eylem tarihin yapıtı olacaktır. ” (Marx)

Kapitalizm sanayide ve doğa bilimlerinde gelişme sağlarken, insanın kökleştirilmesi yoluyla insanlığın kurtuluşunu da kaçınılmaz hale getirir. Gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bulgu ve buluşların kullanılmasıyla, insan emeğinin üretkenliği artar ve en sonu, kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak çelişki giderek keskinleşir. Bir yanda alıcıların alamayacağı bir ürün fazlalığı ve kapitalist zenginlik, öte yanda ise, bu fazla ürünü kendilerine mal edemez duruma sokulmuş geniş yığınlar durur. Bu çelişki kapitalizmi yok oluşa götürür.

Proletarya yabancılaşmaya son vermek, kendini ve kendisiyle birlikte toplumu kurtarmak için özel mülkiyet rejimine son vermelidir. Özel mülkiyet hangi biçim altında olursa olsun korunduğu zaman, emek-gücü ürününün insan üzerinde bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasını engellemek mümkün değildir. Özel mülkiyette “eşitlik” gibi safsataların ekonomi-politikte yeri yoktur. Bu bakımdan, bir küçük burjuva ütopyası olan kaba komünizmin “eşitleyici” anlayışı insanlığı ilkel ve çileci bir yaşama geri döndürmeden başka bir anlam taşımaz ve insanın yetenek ve kültür kazanımının sınırlanması ve öldürülmesinden başka bir şeye yaramaz.

Komünizm, yabancılaşmanın son bulmasını sağlar ve insanın evrensel doğasının gelişmesini onun üretiminin, yani insanal etkinliğinin esas amacı haline getirir. Tarih boyunca kazanılmış maddi ve kültürel birikimi insanın hizmetine verir. Üretimin bu yeni tür örgütlenmesi, yani özel mülkiyetin kaldırılarak kolektif toplumsal mülkiyet sisteminin kurulması aşırı üretime, rekabete, işgücü pazarı ve bütün bunların yarattığı yabancılaşmaya son verir. Üretimin insanın insanal yaşamının hizmetine verildiği bu sistemde, insan kişiliğinin özgürce serpilip-gelişmesinin alanı açılacak, insanın doğayla, kendi kendisi ve diğer insanlarla uyumlu yaşamı olanak bulacaktır. Kişisel mülkiyet isteği ve bireyler arasındaki rekabet ve zıtlık yok olacak, birey ile toplum arasında birlik kurulacak ve bunun sonucu sınıflar biçimindeki bölünme durumu ve onun kaçınılmaz kıldığı devlet örgütlenmesi ortadan kalkacaktır. “İnsan tarafından kendi varlığının, kendi yaşamının sahiplenilmesi sonucu özel mülkiyetin olumlu kaldırılması, böylece tüm yabancılaşmaların gerçek kaldırılmasını ve bu yoldan insanın insanal, yani toplumsal bir varoluşa erişmesi aracıyla dinden, burjuva aileden ve devletten kurtuluşunu içerir… ” (Marx) (Auguste Cornu, Marx’ın daha sonra, “yabancılaşma” kavramının yetersizliğini görerek, üretimin iktisadi, toplumsal gelişmenin belirleyici öğesi olduğunu anlatmak üzere pratik etkinliği, ‘praksis’ kavramını tercih ettiğini, buradan değer ve artı-değer formülasyonuyla kapitalizmin çözümlemesine girişerek, komünizmin zorunluluğunu ortaya koyduğunu yazar. Marx, yabancılaşma kavramıyla anlattığı -felsefi terminoloji ağırlıklı olarak- özel mülkiyet rejiminde işçinin durumunu daha sonra daha gelişmiş biçimiyle ekonomi-politik dilinde değer ve artı-değer olgusunu ve işbölümünü irdeleyerek, aynı anlama gelen kavramlarla zenginleştirdi. Yabancılaşma kavramıyla anlatılmak istenen düşünce, özü itibariyle sonraki tüm teorik eserinde yer almaya devam etti.)

İşçinin emek ürününe yabancılaşması, emek gücünün işçinin öz etkinliği olmaktan çıkıp, kapitalistin istediği gibi kullandığı bir meta haline gelmesi, emeğin yabancılaşmasına son verilmeden işçinin kendi öz etkinliğine ve etkinliğinin ürününe sahip çıkmasının olanaksızlaşması demektir. Köleliğin modern tarzda devamıdır bu. Buradan şu çıkar ki, insanın tüm köleliği işçinin kapitalist üretim biçimindeki eylemi tarafından ve bu ilişki içinde içerilmiştir. Toplumun özel mülkiyetten (ve kölelikten) kurtuluşu, sadece işçilerin kurtuluşu söz konusu olduğu için değil, ama bu kurtuluş insanın evrensel kurtuluşunu içerdiği için, “kendini işçilerin kurtuluşu siyasal biçimi altında” dile getirir. Bütün kölelik ilişkileri bu ilişkinin çeşit ve sonuçlarından başka bir şey değildir. Bunun için, insanlığın evrensel kurtuluşu, işçilerin kurtuluşuna bağlıdır, işçinin köleliğine son verilmeden insanın evrensel kurtuluşunun sağlanması olanaksızdır.

a – Toplumsal bir zorunluluk olarak proletarya devrimi

Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir ve o yalnızca yığınların çıkarları uğruna mücadeleleriyle ilerler. Toplumsal hareket, kaçınılmaz biçimde emeğin sömürüsünün ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratır. Tarihin ilerlemesi, tarihi akış, ideologların istemlerinin değil, üretimin gelişmesinin ürünüdür. Çünkü bütün bireylerin maddi ve manevi yaşam tarzı üretim tarafından, üretimin biçimi, düzeyi tarafından koşullanır. İnsanların içinde üretim, tüketim ve değişim yaptıkları ekonomik biçimlerin, tarih denen süreç içinde geçici bir özellik taşımaları, yeni üretici yeteneklerin kazanılması ve yeni üretim araçları, kaçınılmaz biçimde üretim ilişkilerinin değişimini de gündeme getirirler. Üretici güçler ile üretim ilişkileri çelişkisi toplumsal değişimi zorunlu kılan tarihsel hareketi ve sınıf savaşımlarını ortaya çıkarır. Üretici güçlerin içinde geliştiği ilişkilerin, kalıcı ve ölümsüz olmayıp, üretici güçlerdeki değişiklik tarafından değişime zorlanan ilişkiler ve burjuvazinin içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin de basit, tekdüze değil, ikili bir niteliğe sahip ilişkiler olması değişimi zorunlu kılar.

Kapitalizmi yok olmaya mahkûm kılan onun iç çelişkileridir. Kapitalist üretim, gelişmesi içinde, zorunlu olarak sosyalizmin öğelerini (işçi sınıfı ve toplumsal üretim) doğurur ve sosyalizme geçiş, kapitalist çelişkiler sonucu kaçınılmaz olur. Kapitalizm, bir yanda zenginliği, diğer yanda yoksulluğu üretir; bir yanda üretici güçlerin gelişimini sağlarken, diğer yanda bu güçlerin gelişimini engelleyen ilişkiler doğurur; burjuva sınıfın zenginliğini, “bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliklerini sürekli yok ederek ve durmadan büyüyen bir proletarya yaratarak” sağlar ve kendi sonunu getirecek maddi koşulları olgunlaştırır.

Kapitalist gelişme, işbölümü ve sınıf mücadelesi, ekonomik devrimin nesnel koşullarını oluşturur. Kapitalizm, makineye dayalı büyük ölçekli üretim yoluyla üretimi sosyalizm için olgunlaştım ve onun maddi temellerini hazırlar. Toplumsallaşan üretim, mülkiyetin özel kapitalist biçimiyle çatışma içindedir ve bu çatışmanın sonucunda toplumsal devrim kaçınılmazdır. Demek ki sosyalizm tarihin, toplumsal hareketin tarihsel ilerleyişinin zorunlu ve kaçınılmaz bir evresidir. Sosyalist toplumsal devrim üretici güçlerin (ve toplumun) gelişme düzeyiyle bağlıdır, çünkü her gerçek devrim, ancak mevcut üretim ilişkilerinin üretici güçlerle uzlaşmaz karşıtlık içine girip, onların gelişimine barikat oluşturduğu yerde patlak verir.

Kapitalizmde yabancılaşmış emek nedeniyle yabancılaşmış insanın durumu, ancak özel mülkiyetin kaldırılmasıyla ve yabancılaşmanın son bulmasıyla değiştirilebilinir. (Yabancılaşma dar kapsamlı bir olgu değil, aksine insanın tüm etkinlikleri üzerinde rol oynayan bir ilişkiler bütünüdür. İnsanal etkinlik, insanın maddi yaşamı olduğu gibi, düşüncelerini de belirler. İnsan, ancak kendi öz etkinliği yoluyla kendinin bilincine ulaşır. Yabancılaşma, geçici bir dönemi kapsamaktadır ve proletaryanın tarihsel eylemiyle özel mülkiyetin kaldırılması sonucu ortadan kaldırılacaktır, kuşkusuz insan tarihi komünizmle sona ermeyecek ama dönüşmüş, gerçek insanal yaşam, gerçek zenginlik içinde, her yönlü serpilip gelişmeyle birlikte devam edecektir.)

Kapitalizm, tekelci sermaye egemenliğiyle birlikte, toplumsal gelişmenin dinamiklerini esas olarak tahrip eden bir özellik kazanmıştır. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelen tekelci egemenlik toplumsal çürümenin nedeni haline gelmiştir ve o artık bir devrimle aşılmalıdır ki, insanlık ileriye doğru yürüyüşünü sürdürebilsin. Şimdi artık burjuvazi gereksiz hale gelmiştir; çünkü o, emeğin ürünlerine el koyma dışında bir role ve işleve sahip değildir. Ve proleter devrimi, burjuvazinin isteğine karşın, karşı-konulmaz bir güçle ve adeta ‘doğal biçimde’ gelip dayanmıştır.

Kapitalizmin özel ürünü olan proletarya öyle bir sınıftır ki, onun yaşamında insan kendini yitirmiş, yaşam koşulları en insan-dışı yanlarıyla ve yoğunlaşmış biçimde onun yaşamına girmiştir. Burjuva toplum proletaryayı, kendi kölelik koşullarını, yani kendini proletarya olarak var eden koşulları ortadan kaldırmaya yöneltmekte, ona zorlamaktadır. Proletarya günden güne bu ereğini gerçekleştirmeye, kendi eylemiyle yabancılaşmaya; kendi emeğinin ürününden ayrı tutulma durumuna son vermeye yaklaşmaktadır. Çünkü “iktisadi hareketi içinde özel mülkiyet, kendi öz yok oluşuna doğru yol alır; ama o bu işi sadece ve sadece kendi istencine karşı gerçekleşen ve işlerin doğasının koşullandırdığı kendinden bağımsız bilinçsiz bir evrim aracıyla yapar; sadece ve sadece proletaryayı proletarya olarak yaratarak, bu sağtörel ve fizik sefaleti bilinçli sefaletine, bu insan-dışılığın bilincinde olan ve bu bilinç sonucu bu insan-dışılığı aşarak kaldıran insanlığa yol açarak yapar.” (25)

Proletarya olmaksızın sermayenin varlığından söz edilemez. Ama proletarya, kendi kendinin ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratmadan, sermayenin tarihten silinmesini ve kendisini ücretli köle durumuna getiren koşulların son bulmasını sağlayamaz. “Varlıklı sınıf ile proleter sınıfı aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, kendinin bu yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan-dışı bir varoluş gerçekliğini görür.” (26)

Devrim egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu gibi burjuvaziyi deviren proletaryanın, eski sistemin tüm gerici izlerini silmesi ve yeni komünist temeller üzerinde yükselen bir toplumu kurmak için de gereklidir.

Komünist devrim sınıf egemenliğini sınıflarla birlikte ortadan kaldırır. Çünkü bu devrim, toplum içinde, toplumun bütün sınıflarının “yok oluşu”yla oluşan ve safları genişleyen ve bu bakımdan bütün milliyet ve sınıfların tarihsel yok oluşunu temsil eden bir sınıf tarafından, kendini sınıf olarak var eden koşulların ortadan kaldırılışıyla insanlığın kurtuluşunu hazırlayan ve sağlayan bir sınıf eliyle gerçekleştirilmektedir.

Proleter devrim, burjuva özel mülkiyet düzeninin yerine yeni tipte başka bir özel mülkiyet düzenini değil, bütün üreticilerin özgürce örgütlendirilmiş ortaklığına dayanan kolektif üretimi ve mülkiyet sistemini getirerek, sınıf egemenliğini tüm koşullarıyla birlikte ortadan kaldırır. Çünkü komünizm, kapitalizmin zorunlu hale getirdiği bir toplumsal aşama ve onun yadsınmasıdır. Üretim ve tüketimin insanal, kolektif örgütlenmesiyle komünizm, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürettiği tüm iktisadi, toplumsal ve ideolojik yabancılaşmaya son verir, insanın evrensel doğasının serpilip gelişmesini olanaklı kılar.

b – Proletaryanın tarihsel eyleminde bilinç etkeninin yeri

Ekonomik temeldeki çelişki ancak sınıf savaşımı yoluyla ve pratik eylemle çözülebilir. Toplumsal kurtuluş proletaryanın siyasal eyleminin ürünü olacaktır. Materyalizm, fikirlerin oluşumunu, bu arada komünizm bilincinin yerleşmesini, pratiğe, üretime bağlar. Ortam ve koşulların insanlar üzerindeki ‘yaratıcı’ etkisini olduğu gibi, insanların da ortam ve koşullar üzerindeki etkisini de gözetir. Kapitalizm, kapitalizm olarak varlığını ancak proletaryayı sömürülen bir sınıf olarak yaşatmakla sürdürebilir.

İnsan toplumsal bir varlıktır. “İnsan özü” denen şey, tek tek bireylerin doğasındaki ‘öz’ olarak sınırlanamaz. Bu öz “toplumsal ilişkiler bütünüdür.” Toplumsal yaşam düşünsel değil pratik, soyut değil somuttur. Toplumsal yaşamın özünde pratik olması, (pratik ilişkiler bütünü olarak toplumsal yaşam) varlık-düşünce ilişkisinin, düşünce ve varlığın eylemi ilişkisinin doğru kurulmasını zorunlu kılar. Üretim ilişkileri ve insanın içinde hareket ettiği toplumsal ilişkiler bilincini etkiler ve gene insanın üretici özelliği, bu özelliğin hayvanlardaki gibi “içgüdüsel”, zorunlu bir uyumla edinilmiş alışkanlığın ürünü değil, ama bilinçli etkinliği sonucu kazanılmış ve değişebilir bir özellik olması; koşulların insanın kendisi tarafından değiştirilmesiyle ilişki içinde koşulların esiri değil, ama onları ve onlar aracıyla kendilerini değiştirebilir olması, düşüncelerin de değişmesini olanaklı kılmaktadır. (İnsanın sınırlılıklarını, kendine kurduğu barikatları, doğrudan doğruya ve yalnızca bilince bağlamak, idealizme saplanmaktır. İnsan bilincini, üretim faaliyeti ve toplumsal gelişme düzeyinden soyutlamak olanaksızdır, ilkel kabilesel yaşam ilişkileri içinde şekillenen “bilinç” ile 20. yüzyıl insanının bilinci kıyaslanamaz bile. Çünkü bilinç dolaysız biçimde maddi toplumsal temele, üretim ilişkilerinin düzeyine bağlıdır ve onların etkisinde şekillenir. Bu bakımdan egemen sınıfın fikirlerinin “egemen fikirler” olması, bu fikirlerin dolaysız biçimde “belirleyici” olduğu anlamına gelmez. Egemen fikirlerin “belirleyiciliği” üzerinde propaganda, insanın pratik ilişkiler hakkında yanılsama içine girmesini, pratik ilişkilerin belirleyici, değiştirici ve değişebilir özelliklerinin görülmesini engeller, “pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma tamamıyla skolastik bir sorundur.)

İnsanlar “koşulların ve eğitimin ürünüdürler. Buradan değişik insanların “başka koşulların ve farklı eğitimin ürünü oldukları” sonucu çıkar. Ancak koşullar ‘hazır olsa’ bile, insanların onlar üzerindeki değiştirici pratikleriyle başkalaşabilir, değişebilirler.

Bilince ilişkin gerçek şudur: “Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar.” (27)

Bilinç ancak varlığa ilişkin olarak bir anlam kazanır. Bilinç, bilinçli varlıktan başka bir şey değildir. Maddi üretimlerini ve ilişkilerini geliştiren insanlar, düşüncelerini de değiştirir, geliştirirler. “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır.” Ve gerçek yaşam kurgular üzerinde değil, insan ilişkileri ve insanın doğayla ilişkileri üzerine kuruludur. İnsan doğayla ilişkilerinde önce, karşısında güçsüz kaldığı “mutlak güçlü” bir doğa bilincine sahip olur. Zamanla doğaya karşı mücadele içinde ilerleyen insanın bilinci de kaçınılmaz biçimde olgunlaşır ve gelişir.

“Bilinç demek ki, daha baştan toplumsal bir üründür ve insanlar mevcut oldukları sürece böyle kalır. Elbette ki, bilinç, her şeyden önce, yalnızca en yakın duyumsal çevrenin bilincidir ve bilinçlenmekte olan bireyin, kendisi dışında yer alan öteki şeyler ve öteki kişiler ile olan sınırlı bağlantısının bilincidir; bilinç aynı zamanda, insanların karşısına önceleri baştan aşağı yabancı, mutlak güçlü ve karşı çıkılamaz bir güç olarak dikilen, insanların kendisine karşı düpedüz hayvanca bir davranış içinde bulundukları ve insanları da hayvanları ürküttüğü kadar ürküten bir doğa bilincidir; o halde salt hayvansal bir doğa bilinci ve öte yandan, çevresindeki bireylerle ilişki kurmak zorunluluğunun bilinci, toplum halinde yaşamakta olduğu bilincinin başlangıcıdır.” (28)

İnsanın kurtuluş düşüncesi ancak maddi ilişkiler içinde oluşur. Kurtuluşu “zihinsel kurtuluş”ta aramak, ilişkiyi tersten kurmaktır. İnsan gereksinmelerindeki değişiklik, toplumsal düzenin değişimini ve bunun beyinde düşünce olarak oluşumunu zorunlu hale getirir.

Her kuşak önceki kuşakların miras olarak bıraktıkları üzerinden, onların gereksiz hale gelenlerini atıp, gerekli olanlarıyla birlikte yenilerini geliştirerek, toplumsal değişim için çaba gösterir. Bunun içindir ki “Kurtuluş zihinsel değil, tarihsel bir iştir.” Tek başına, soyut zihinsel kurtuluş mümkün değildir. İnsanlar önce üretim sürecindeki yerlerini görür ve bununla birlikte sömüren-sömürülen ilişkilerini yargılamaya başlar. Proletarya, kapitalist üretim ilişkileri içinde, bu toplumun, öteden beri değil, ama tarihsel bir uğrak olarak var olduğunu, çelişkileriyle birlikte yeni gelişmeleri kaçınılamaz kıldığını, eski toplum kuşaklarının biriktirdiği üretici güçleri ve üretim düzeyini aşarak geliştirdiğini, gereksinmelerindeki değişikliğe bağlı olarak yeni ilişkiler ve yeni araçlar geliştirdiğini görecektir. Proletaryanın değiştirici-dönüştürücü eylemi bu kavrayışa bağlı olarak gelişecektir.

Biliyoruz ki bireyler ve kuşaklar, her defasında üretici güçlerin belli bir gelişmişlik düzeyini hazır olarak bulurlar, onların içinde hareket eder ve onları etkilerler. İnsanların ‘kendilerine yabancı’ düşüncelerin etkisinden kurtulması ancak, koşulların, maddi süreçlerin ve toplumsal ilişki biçimlerinin değişmesiyle olanaklıdır. Burjuvazi, toplumu ve emekçiler kitlesini, maddi ilişkilerinden koparılmış sansasyonel ideolojik biçimlerle koşullandırır, kendi durumu üzerine düşünmekten uzaklaştırır.

Proletaryanın saflarında komünist fikirlerin yayılması, kaçınılmaz olarak, proletarya-burjuvazi çelişkisini şiddetlendirir, işçilerin mücadele kararlılığını artırır.

Proletarya toplumsal kurtuluş bilincine ulaşmadıkça, bunun sonucu olarak politik bir parti biçiminde örgütlenmedikçe, kendiliğinden ve ekonomik hareketin sonucu olarak kurtulması mümkün değildir. Çünkü ekonomik hareket kaçınılamaz biçimde sınıf savaşımını ve bunun araçlarını ortaya çıkarmıştır ve bunlar arasında kıyasıya bir mücadele sürmektedir. İnsanın tüm eylemi zorunlu olarak, eylemin bilincini de gereksinir. Bilinç ise başka bir yerde değil, sınıf mücadelesinin pratiği içinde, eylemin deneyimi üzerinden edinilir. Sosyalist siyasal bilincin edinilmesi için ise; proletarya siyasal bir parti olarak örgütlenmeli, sınıf kitlesinin sosyalizmle birleştirilmesi için dolaysız sınıf eylemi içinde eğitim ve aydınlatma çalışması yürütmeli, varlık ile düşünce, madde ile bilinç birliğini sağlamalıdır. Toplumsal bir varlık olarak insanın “kendi kendini yaratması” ortaklaşa bir emeğin ürünüdür ve toplumsal bir nitelik taşır. İnsan etkinliğinin toplumsal niteliği, yalnızca onun etkinlik araçlarının toplumsal özelliği nedeniyle değil, ama aynı zamanda diğer insanların eyleminin konusu olması nedeniyledir de. İnsanın toplumsal gelişimi aracıyla insan duyularının, fizik ve entelektüel yeteneklerinin gelişimi sınırlandığı için, insan (yani işçi), bu yönden de kaba gereksinmelere mahkûm edilmiştir.

Oysa hayvandan farklı olarak insan sadece doğal bir varlık değil, bilinçli ve özgür bir etkinlik aracıyla ereklerini gerçekleştirmek üzere yeteneklerini kullanma becerisine sahip doğal bir varlıktır. Hayvan, onu çevresinden ayıran şeyin ve doğada yaptığı değişikliğin farkında değilken, doğayı değiştirme ereği taşımaz ve hareketi içgüdüsel iken, kendi türünün yaşamı için ihtiyaç duyduğu nesneleri “üretmek” için tekdüze bir hareketle çalışır ve “zorunluluğun egemenliği altında” iken; insan, etkinliğini istek ve bilinçle ayarlar, kendi yaşamını sürdürmek için gereksinim duyduğu ürünleri doğayı dönüştürerek, doğa üzerinde dönüştürücü eylemi aracıyla üretir. İnsan, kendi varlığını bilinçli eylemiyle üreten tek canlıdır. Onun içindir ki, insan varlığını bilinçli eylemiyle üreten tek canlıdır. Onun içindir ki, insan varlığının kendi emek ürünü içinde somutlanması, sadece entelektüel bakımdan değil, bilinçte değil, ama pratik olarak, ürettiği nesneler içinde de, yaratıcı gücünün bilincine ererek ürettiği dünya içinde de “kendinin tam bilincine varma” anlamına gelir.

Sömürülen sınıfın kendi konumunu, üretim içindeki yeri ve üretim araçları karşısındaki durumunu, gücünü, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeden, kendini sömüren sınıfla pratik ilişkilerinin öğretmenliğinde durumunu değiştirme ihtiyacını duymadan ve örgütlü mücadeleye atılma zorunluluğunu kavramadan durumunu değiştiremez, kurtulamaz. Hiçbir toplumsal hareket, bilinçli bir maksat bulunmadan, hedeflenen ve istenen bir amaç olmadan gerçekleşmez. Her şey maddi hayatın üretim tarzına bağlı olarak, “maddi dürtülerden” ve bilinçli bir maksada bağlanarak olmaktadır.

Kuşku yok, yabancılaşma özel mülkiyete bağlıydı ve özel mülkiyetin kaldırılması pratik bir eylemi, proletaryanın devrimci etkinliğini gerektirir. Sorun yalnızca bilincin dönüşmesi değil -ki o ancak sosyal ve siyasal pratik içinde dönüşür- toplumun maddi dönüşümüdür.

Proletarya sosyalist bir parti olarak örgütlenerek, sınıf savaşımı yoluyla burjuva devlet egemenliğine son verir ve önceki döneme göre daha da keskinleşen burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadeleyi kesintisiz sürdürerek komünizmi inşa eder.

“Özel mülkiyetin (insanal kendinin yabancılaşmasının ta kendisi) olumlu kaldırılışı ve bunun sonucu insanal özün insan tarafından ve insan için gerçek sahiplenilmesi; öyleyse kendi için insanın toplumsal, yani insanal insan olarak bütünsel dönüşü, bilinçli ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan dönüş olarak komünizm.” (29)

Özel mülkiyetin bu kaldırılışı ile insan ile insan arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. İnsanın iktisadi faaliyet içinde ve onun aracıyla kendi kendine yabancılaştırılmasının, onun gerçek yaşamının tüm alanlarını doğrudan etkilediği düşünüldüğünde, insanın insan olarak gerçek yaşamı özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır denilebilir. Komünizm, iktisadi temel üzerinde, üretimin ve mülkiyetin toplumsal- kolektif özelliğine bağlanan bir toplumsal bilincin ve entelektüel gelişmenin olanaklarını da hazırlayıp genişletir, entelektüel birikim ve toplumsal bilinci herkes için bilinç ve etkinlik durumuna getirir. Kapitalizmde ilişki tam tersinedir; kapitalizm hem herhangi bir nesneyi, ancak birey ona sahipse, onun kılmakta, hem de tüm fizik ve entelektüel duyuları köreltip, onların yerine yalnızca ‘sahip olma’ duyusunu, bencillik ve rekabeti geçirmiştir. Onun için, özel mülkiyetin kaldırılması bütün insanal duyuların ve insanal niteliklerin özgürleşmesi, bunların nesnel bir temele bağlı olarak gerçekleşmesini sağlar. Komünizmle bireyler, yöresel ve ulusal sınır ve sınırlılıklarından kurtulacak, kendilerine set çeken, gelişmelerini engelleyen ve onları tek yanlılığa, yetenek körelmesine vb. mahkûm eden tüm bağlarından kurtularak, insanların ürettiği tüm dünya üretiminden -ve zihinsel üretim- yararlanma olanağı bulacak ve tüm alanlarda yetenek zenginliğine ulaşma imkânlarını yakalayacaktır. Komünizm, kapitalist sömürü sisteminin reddi yoluyla insanın kurtuluşunun sağlanacağı zorunlu bir tarihsel uğraktır.

c – Uluslararası bir devrim olarak proleter devrim

İşbölümünün gelişmesi ve üretim ile ticaretin ayrılması, bir tacirler sınıfının ortaya çıkması, değişim ilişkileriyle ticari ilişkilerin kentler ve ülkelerarası alana yayılması, sınıfları uluslararası sınıflar haline getirdi. Tarihin ilk dönemlerinde her şeyi her yerde yeniden ve ayrı ayrı üretme zorunluyken, ticari ilişkilerin ve kapitalizmin gelişmesi bu zorunluluğu ortadan kaldırdı. İcat edilmiş teknikler belli kapitalist şirketlerin (ve sonraları tekellerin) ellerinde diğerlerine karşı rekabet unsuru olarak kullanılsalar da, artık her şeyi yeniden ve ayrı ayrı icat etme zorunluluğu ortadan kalktı. Ulaşım ve iletişim teknolojisi, yeni ve önceki icatların uluslararası alana yayılmasını, ya da etkilerini hissettirmesini olanaklı kıldı. Kapitalizmin gelişmesi, himayeci engellere karşın rekabeti kızıştırır, dünya pazarının oluşmasında yeni bir sıçramaya yol açar. Ticari sermayenin sınaî sermayenin emrine girmesiyle, mali sermayenin dünya egemenliği sistemi oluştu. Artık her ulusun burjuvazisinin, “özel çıkarları”nı savunma tutumunun yanında, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıfın (burjuvazi) oluşmasıyla bu sınıfın çıkarlarının “ulusal çıkarlar” olarak ilan edilmesi esas olgu haline geldi.

Kapitalizm ulusal sınırların asılmasıyla uluslararası bir toplumsal sistem oluşturdu. Önceleri meta dolaşımı ve ticaretin, sonraları sermaye dolaşımının başa geçmesi yoluyla üretimin, ticaretin ve sermayenin uluslararası bir özellik kazanması, üretimin toplumsallaşması olgusunu uluslararası bir boyuta kavuşturdu. Kapitalizmin emperyalist aşaması, bu gelişmenin had safhada gerçekleşmesi demekti. Artık yeryüzünün hiçbir bölgesi sermaye ihraç alanları dışında sayılamazdı. Tekel, sanayinin çeşitli kollarının yanı sıra; banka ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle mali sermayenin doğmasına ve bunun sonucunda dünya pazarlarının, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının mali yönden güçlü devletlerin ve çokuluslu tekellerin kontrolüne geçmesine yol açtı. Bir emperyalist ekonomi zinciri oluştu. Tek tek ülkelerin ekonomisi, bu genel ekonomik zincire bağlı, onun bir parçası haline geldi. Mali, ekonomik sömürge ağı dünyayı boydan boya sardı. Kapitalizmin ürünü olarak proletarya ve burjuvazi, çıkarları dünyanın her yanında aynı olmak üzere, uzlaşmaz karşıtlık içindeki iki ana modern sınıf olarak şekillendiler. Dünyanın herhangi bir ülkesindeki bir toplumsal devrim -ki bu, günümüzde ancak proletarya tarafından gerçekleştirilebilmektedir- bu evrensel ilişki kapsamında uluslararası bir özellik taşımaktadır. Herhangi bir ülkede gerçekleşen bir devrim, zorunlu olarak emperyalist ekonomi zincirinin yarılmasına yol açacak; sermaye dünyasına vurulmuş bir darbe özelliği taşıyacaktır.

Proleter devrimin uluslararası niteliği, bu devrimin bir “dünya devrimi” olarak ve bir hamlede gerçekleşeceği anlamı taşımaz. Devrim, kapitalist gelişmenin dengesizliği olgusuyla bağlı olduğu gibi, emperyalist zincirin en zayıf halkasında, karşı devrimin en zayıf, devrimin en güçlü ve örgütlü olduğu yer ve ülkede, ya da ülkelerde gerçekleşecek ve bir süreç içinde diğer ülkeleri kapsayarak ilerleyecektir. Proleter devrimin uluslararası niteliği esas olarak sermaye ve emeğin evrensel özellikleri ve proletaryanın uluslararası nitelikli bir sınıf olmasından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir ülkedeki devrim zorunlu olarak biçimde ulusal, ama içerikte, yani kapsamı ve nitelikleri açısından evrensel (uluslararası) özelliktedir. Proleter devrimin uluslararası bir karakter taşıması diğer yandan; devrimin bir süreç olarak ve çeşitli ülkeleri kapsayarak gelişmesi nedeniyledir. Emperyalist kapitalizmin yeryüzünden silinmesi bir tek hamlede gerçekleşemeyeceği için de, bir dizi aşamadan geçerek ve çeşitli biçimler alarak bir süreç ve sürece yayılan bir devrim olarak gerçekleşir. İşçi sınıfının mücadelesi, (öncelikle kendi ülkesinde devrim yapmakla görevli olduğundan) içerik olarak değil ama biçim yönünden “ulusal” bir özellik taşır.

d -“Geçiş dönemi”nin devleti olarak proletarya diktatörlüğü

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (30)

Kapitalizmden komünizme, bir “geçiş dönemi” aracıyla varılması, bu dönemin devletinin de bir “geçiş devleti” olmasını gerektirir. Devlet bir siyasal geçiş devletidir. Lenin bunu “besbelli ki bu dönemin devleti de devlet ile devletsizlik arasında bir geçiştir; yani sözcüğün öz anlamıyla bir devlet değildir.” biçiminde tanımlıyordu.

Komünist toplumda devlet bu “geçiş dönemi”nin gelişmelerine dolaysız bağı içinde ve çeşitli ara biçimleri kapsayarak yavaş yavaş söner. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın devletidir. Proletaryanın siyasal egemenliği olmaksızın, yani onun hiç kimseyle paylaşmadığı sınıf diktatörlüğü ve onun aracı proletarya devleti olmaksızın ne burjuvazinin eskiyi geri getirme çabaları boşa çıkarılıp ezilebilir, ne de emekçi yığınların sosyalist ekonominin inşasına ve yeni toplumun örgütlendirilmesine eksiksiz katılımı ve sosyalist eğitimi gerçekleştirilebilir. Proletarya, burjuva egemenliğine son verdikten sonra, yani egemen sınıf olarak örgütlendikten sonra da daha uzun bir süre ‘devlet’e ihtiyaç duyar. Çünkü sınıfları ortadan kaldırmak yalnızca kapitalistleri ve çiftlik beylerini alaşağı etmek ve etkisizleştirmek değildir. Sorunun esas önemli yanı küçük meta üretiminin, burjuvaziyi “her saat yeniden” doğuran bu temelin ortadan kaldırılması yoluyla tüm sınıf varlığı ve farklılıklarını ortadan kaldırmaktır. Bu ise hem ülke, ya da ülkelerde özenli bir kazanma ve yeniden biçimlendirme çalışmasını, hem de dış baskı ve sabotajlara karşı etkili bir savaşı gerektirir ki, bu savaş, örgütlü proletaryanın devleti olmaksızın yürütülemez. Proletarya devleti sosyalizm kurulur kurulmaz değil, komünizmin alt ve orta aşamalarında değil, ancak daha yüksek bir aşamasında ve gereksizleşerek yok olabilir. Devlet, iktidarın alınmasının hemen ardından değil, sınıf düşmanının saldırılarını ve eskiyi geri getirme çabalarını bertaraf eden bir rolün eksiksiz yerine getirilmesi ve üretimin, “herkesin ihtiyacına” ilkesine uygun düzenlenebileceği bir ilerlemesine bağlı olarak süreç içinde kendiliğinden söner. Çünkü tam demokrasi ancak komünizmde söz konusudur. ‘Herkesten yeteneğine göre; herkese ihtiyacına göre’ ilkesini uygulayan, alışkanlık ve yaşam tarzı haline gelen demokrasi; ‘toplumsal kendini yönetme’ ancak komünizmin ileri aşamasında gerçekleşebilir. Çünkü siyasal zor, ekonomik çıkarın aracından başka bir şey değildir; ekonomi ile politika arasındaki ilişkide, ilişkinin ekonomik yanı temel bir özelliğe sahiptir; siyasal güç eninde-sonunda her zaman iktisadi toplumsal güçler dengesindeki değişikliklere kendini uydurmaya ve geçici süreler bir yana, iktisadi-tarihsel gelişmeye göre hareket ederek, kendini ekonomiye uyarlamaya zorunludur. Devletin ekonomik temelini göz ardı edenler, devletin ‘yok edilmesi’yle tüm sorunların biteceğini kurgularlar. Oysa ancak özel mülkiyet sistemine son verilir ve sermaye ortadan kaldırılırsa devletin yıkılması sorunu çözümlenir. Aksi ilişkinin tersten kurulmasıdır. Bu ise, sosyalizmin ‘modern temelinin yerine’ adalet, kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi “modern mitolojik” kavramların yerleştirilmesi demektir.

“Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinvesen) gibi Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (31)

Proletarya komünizmi, bir hamlede ve hemen kuramaz. İşçi sınıfının siyasal hareketinin amacı siyasal iktidarın alınmasıdır ve iktidar mücadelesinde proletarya, ekonomik mücadele içinde kurulmuş sendikal örgütler dâhil, politik mücadelede kurulmuş sınıf örgütlerine ihtiyaç duyar. Devletin olduğu yerde genel olarak özgürlükten bahsedilemez. Özgürlük, devletin varlığıyla -ki o ne denli demokratik olursa olsun, kendilerine karşı baskı uygulanmasını zorunlu kılan güçlerin ve buradan kaynaklı çelişkilerin varlığını gerektirir- bağdaşmaz. Demokrasinin olduğu yerde özgürlükten söz edilemez. Demokrasi bir yönetim biçimi olup, yöneten-yönetilen ilişkisini ve şu ya da bu kesim üzerinde baskı kurulmasını varsayar. Özgürlüğün gerçekleştiği yerde, demokrasi gereksizleşmiştir. İnsanal kurtuluşun yolunu açan bir siyasal devrim olmaksızın gerçek özgürlüğün hayat bulması olanaksızdır.

Proletarya diktatörlüğü devleti, “sözcüğün tam anlamıyla devlet olmayan” bir devlettir. Neden “sözcüğün tam anlamıyla devlet olmayan” devlettir proletarya diktatörlüğü? Çünkü proletarya bütün milliyet ve sınıfların yok oluşunu ve bununla bağlı olarak sınıf diktatörlüğünün ve baskının yok oluşunu temsil etmektedir. Çünkü burjuvazi, devlete, toplum karşısında bir nevi tanrısal rol yüklemiştir; onu yüceltir ve dokunulmaz ilan eder, burjuva anlamda siyasal özgürlük, ‘özel mülkiyeti varsayan özgürlüktür ve özgürlüklerden yoksunluğu kaçınılmaz kılar; oysa proletarya diktatörlüğü devletin yok oluş sürecinin başlamasıdır. Proletarya, kendini sınıf olarak yaratan koşullarla birlikte devletin de yok olmasının savaşımını vermektedir ve proleter devlet yalnızca bunun bir aracıdır. Çünkü klasik devlet bürokratik-militer yapısıyla toplumun üstünde yer alarak milyonları baskı altına alma işlevini görür; ama proletarya diktatörlüğü, yönetimi işçi sınıfı yığınlarına yayarak, milyonlarca emekçinin yönetim ve denetimine dayanır ve doğrudan temsili gerçekleştirir.

Proletarya devleti, bu devletin bütün dünyada kurulmasından sonra da daha bir süre varlığını sürdürecektir. Devletin gereksizleşip, bir süreç içinde sönmesinin, yok olmasının zamanı yöneticilerin kararıyla değil, toplumsal gelişmenin devleti artık gereksiz bir yük haline getirip, atılmasını zorunlu kılmasıyla tespit olunacaktır; bu komünizmin dünya çapında kurulup gelişmesine dolaysız olarak bağlı bir gelişme olacaktır. Buradan şu çıkar ki, proletarya diktatörlüğü üzerine burjuva Kautskist, reformcu dönek teoriler sosyalizme ve proletaryanın insanlık davasına ihanet teorileridir. (Proletarya diktatörlüğüne karşı, ama sözde demokrasi, ya da “işçi inisiyatifi” adına burjuva “eşitlik”ten yana olanlar -ki bunların fikir babası kötü ünlü Kautsky’dir- Marx’ın bu düşüncesine olduğu kadar, onun Sovyetler Birliği’ndeki uygulaması olan Sovyet iktidarına da karşı çıktılar ve devlet sorununu çarpıtarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir sosyal-reform derekesine indirgediler.)

Tarihsel hareket ve toplumsal ilerleme komünizmle devam eder

Tarihsel akış, sosyalist siyasal-ekonomik devrimle yeni bir sürece girer. Sömürülenler yenilgiye uğratılmış, iktidar alınmıştır. Yeni toplumun maddi-toplumsal temelinin “kendine özgü” biçimde kurulması bir süreci gereksinir. Çelişkiler farklılaşmış olmakla birlikte kafa ve kol emeği, kır-şehir ve genel olarak ‘üleşim’e bağlı eşitsizlikler bir süre daha devam edecektir. İşlevi ve hedefleri farklılaşmakla birlikte meta üretimi devam etmektedir. O halde öncelikle komünizmin tüm yeryüzünde egemen bir üretim biçimi ve toplumsal sistem haline gelmesi gerekmektedir ve böylesi bir gelişme önceden kestirilemez bir süreci kapsayacaktır. Toplumsal ilerlemenin bu süreç bakımından söz konusu edilmesi ne kadar doğal olacaksa; komünizmin “kendine özgü” biçimiyle, yani artık “herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olacağı ileri aşaması içinde söz konusu edilmesi o kadar doğaldır. Tarihsel hareket sona ermeyeceğine göre, insanlık bütün yönlerden gelişmenin olanaklarını yakalamış olarak, özgür yaşamını daha iyi sürdürme yolunda çaba göstermeye devam edecek, başlıca doğa koşullarıyla mücadele içinde ilerlemesini sürdürecektir. Sınıf farklarının ortadan kaldırılmadığı koşullarda, bizzat bu farkların yarattığı toplumsal-siyasal eşitsizlikler, burjuva hak eşitliği anlamındaki eşitsizlik devam edecektir. Sınıf farkları ve onların üzerinde şekillendiği ekonomik-toplumsal ilişkiler ancak, proletaryanın devrimci devletinin yönetimi altında, özel mülkiyetten kaynaklanan bütün ilişkilerin tasfiyesiyle mümkün hale gelir.

Komünist toplumun ilk evresinde henüz ne işbölümü bütünüyle sona erebilir, ne de meta üretimi tümüyle son bulur. Bölüşümün temel ilkesi ’emeğine göre’dir. Toplum işlerini yürütmekle görevli bir kolektif görevliler ve kurumlar varlığını sürdürmektedir. Değişim, sömürü ilişkileri tasfiye edilerek ve sınırlanarak da olsa devam etmektedir. Bu koşullarda henüz, toplum işleri görevlilerinin, bakıma muhtaç olanların giderleri ve altyapı harcamaları üretilen ve biriktirilen fondan karşılanmak zorundadır. Bu ise, bir “artı”nın, tüm toplumun hizmetinde kullanılmak üzere yaratılması demektir.  Üretimin giderek arttığı ve çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkarak bir yaşam zevki haline geldiği bolluk koşullarında ise herkes ihtiyaçlarına göre tüketecek ve diğer tüm birikimler toplumun genel hizmetlerine harcanacaktır. Komünizmde “herkese ihtiyacına” ilkesinin geçerli olmasından hareketle, bir tembeller ordusunun ortaya çıkabileceği, ya da üretilenin tümünün bireyler tarafından olduğu gibi tüketilebileceği biçiminde sonuçlar çıkaranlar olmuşsa da bu ciddi bir yanılgıyı ifade etmektedir. Komünizmde çalışma yaşamın severek, zevk duyarak yapılan bir aracı haline geleceği gibi, yaratılan tüm değerlerin bireyler tarafından eksiksiz tüketimi değil, ama ihtiyaçların üzerinde üretim toplumun genel hizmetlerine harcanacak fonları oluşturmakta ve bu fonlar insanın tüm yönlerden gelişimi için harcanmaktadır.

“… Akla gelebilecek hiçbir toplum düzeninde işçi, ürününün tüm değerini tüketmek üzere almaz. Ekonomik olarak üretken olmayan, ama gerekli bir dizi işlerin karşılanması ve bundan ötürü bu işlere bağlı olan ilişkilerin bakımı, üretilmiş fondan karşılanmak zorundadır. Bu, bugünkü işbölümü var olduğu sürece geçerlidir. Genel üretken emeğin zorunlu olduğu bir toplumda ise -ki bu da ‘akla gelebilecek’ bir şeydir- bu geçerliliğini yitirir. Ama bir toplumsal yedek ve birikim zorunluluğu, gene de kalacak ve bunun sonucu olarak, bu durumda bile, işçiler bir bütün olarak hem de hepsi, toplum ürünlerinin sahipliğini ve kullanımını kendi ellerinde tutsalar bile, tek tek her işçi gene de ’emeğin tüm ürününden’ yararlanmayacaktır.” (32)

Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu yeni toplumsal düzende, üreticiler, ürünlerini eski kapitalist tarzda değişmezler. Ancak henüz komünizmin alt aşamasında komünizmin “kendine özgü” yasaları geçerli değildir. Üreticiler arasında ürünlerin paylaşılmasında etken olan egemen ilke, “eşdeğer metaların değişimi”ne hükmeden ilkeden farksızdır; eşdeğer miktarda emek içeren metalar birbirleriyle değiştirilirler. Bu koşullarda henüz “eşit hak” ilkesi uygulanmaktadır ki, bu ilke, “burjuva hukukundan başka bir şey değildir.” Bireyin emeği dolaylı yoldan değil, ama doğrudan topluluğun emeğinin bir parçası haline gelmiş ve ürünlerin toplumsal-kolektif mülkiyeti ve ortaklaşa üretim, ihtiyaçların doğrudan karşılanmasını olanaklı hale getirmiştir. Herkesin “emeğine göre” toplumsal üretim stokundan pay alması (ortak yaşamın gerekli tüm fonları için yapılan kesintiler dışında kalan kısımdan), “meta değişimine hükmeden ilke”nin henüz yürürlükte kaldığı anlamına gelir. Çünkü söz konusu olan henüz bir geçiş sürecidir ve komünizm henüz “kendine özgü biçimiyle” gelip yerleşmiş olmaktan uzaktır. “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (33)

Ne ki, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun birinci aşamasında varlığını sürdüren eksiklik, ya da kusurlar tercih edilen, korunan değil, ama kaçınılamaz olan eksikliklerdir ve doğrudan doğruya gelişmenin ve ilişkilerin düzeyi tarafından şekillendirilmektedirler. Proletaryanın hedefi komünizmi gerçekleştirmektir ve bu her şeyden önce, üretimin, her türden sınıf ayrıcalığını ve sınıfların varlığını “olanaksız kılacak bir yeniden düzenlenmesinin süreç içinde her türden burjuva değer yasasının ve hukuksal ve siyasal ilişkilerin tasfiyesiyle bütünlenecek tarzda, zenginliğin gürül gürül aktığı ve toplumsal çalışmanın yaşamsal gereksinim özelliği kazandığı bir evreyi gerektirmektedir. Komünizm herkesin ihtiyacına göre tüketmesini olanaklı kılan bir bolluk üretimini kolektif tarzda örgütlendirilmiş üretimin hedefi olarak saptar. Ancak komünist toplum, kapitalizmin çıkıp geldiği biçimiyle ilk aşamasında bunu gerçekleştiremez. ‘Daha yüksek bir aşaması’nda ancak bu ilke hayat bulur. Birinci, ya da ‘alt aşama’da bölüşüm henüz burjuva hukuku çerçevesinde, ‘herkesin topluma sunduğu emek’ miktarıyla orantılı olarak yapılır. ‘Herkese ihtiyaçlarına göre’ ilkesi ise, ancak “çalışma yaşamsal birincil gereksinim haline geldiği zaman”, çalışma herhangi bir zorlamayı gerektirmeyecek ölçüde alışkanlık halini aldığı zaman, kafa ve kol emeği arasındaki fark yok olduğu zaman uygulanabilir hale gelir. Kent ile kır, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkın -ki bu fark işbölümü ve özel mülkiyetin ürünüdür- ortadan kaldırılması yalnızca iradi olarak gerçekleşmez; bunun yok olması için gerekli olan temel şey, maddi koşulların olgunlaşmasıdır. Kapitalist işbölümü, herkesin kendisine dayatılan, onun dışına çıkamadığı bir işe bağımlı hale gelmesine ve bu nedenle bireyin gelişmesinin sınırlanmasına yol açar. Kişi avcı, balıkçı, ya da çobandır; yetenekler körelmiş, tek yanlılık gelişmiştir. Bu durum bir hamlede ve siyasal devrimle hemen ortadan kaldırılamaz. Sosyalist kolektif mülkiyet tek yanlılığın ortadan kaldırılmasının maddi temelini hazırlayarak, kişinin çok-yanlı gelişmesini olanaklı kılar.

Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, işbölümünün ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkinin sona erdiği zaman; emek yalnızca bir geçim aracı değil, ama birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çok yanlı gelişmeleriyle birlikte üretici güçlerde de büyük bir gelişme gerçekleştiği zaman “ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir; ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!” (34)

Komünist toplumda bireyler yeteneklerini her doğrultuda geliştirme imkânı bulurlar. Bir işe bağımlı olma zorunluluğu son bulur, herkesin, hoşuna giden bir faaliyet dalında kendini geliştirme olanağı yaratıldığı gibi, diğer faaliyet dallarında çalışmasının koşulları da oluşur. Bir gün bir işin, diğer gün bir diğer işin, ya da günün belli sürelerinde değişik işlerin yapılması olanaklı hale gelir. Bir tek işe bağlı kalmadan, avcı, balıkçı, ya da çeşitli konularda düşünce belirtmek vb. mümkündür.

Komünizm insanlık tarihinin kaçınılmaz zorunlu bir uğrağıdır. Oraya varılacak ve insanlık bolluk içinde, bütün yönlerden kendini geliştirme olanağı bulduğu ‘altın çağı’ yakalayacaktır.

Burjuvazi, maddi temelleri bilim ve teknolojideki gelişmelerle daha da güçlenmiş olan proleter devrimini engelleme düşü görebilir; ama bu düşü gerçeğe dönüştürme gücünü tarih ve toplumsal hareket onun elinden çekip almaktadır.

Zafer eninde-sonunda proletarya ve halkların olacaktır.

 

DİPNOTLAR

1) Doğanın Diyalektiği, s. 230–231

2) Kapital, s. 27–28

3) Felsefenin Sefaleti, s. 165

4) K. Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, Kasım 1993, Çev: Kenan Somer, s. 94

5) Felsefenin Sefaleti, s. 59

6) 1844 Elyazmaları, s. 141

7) 1844 Elyazmaları, s. 143–144

8) 1844 Elyazmaları, s. 156

9) Felsefenin Sefaleti, s. 32

10) Felsefenin Sefaleti, s. 39

11) 1844 Elyazmaları, s. 167

12) 1844 Elyazmaları, s. 188

13) K. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yayınları, Mayıs 1992, Çev: Sevim Belli, s. 37

14) Ücretli Emek ve Sermaye, s. 22

15) 1844 Elyazmaları, s. 145

16) 1844 Elyazmaları, s. 110

17) 1844 Elyazmaları, s. 81

18) K. Marx – F. Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yayınları, Haziran 1976, Çev: Oya Yaylalı, s. 110

19) Felsefenin Sefaleti, s. 197

20) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 94

21) Kapital’den aktaran Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 100–102

22) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 45

23) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 107

24) K. Marx – F. Engels, Kutsal Aile, Sol Yayınları, Ekim 1976, Çev: Kenan Somer, s. 360

25) Kutsal Aile, s. 58

26) Kutsal Aile, s. 58

27) K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Temmuz 1992, Çev: Sevim Belli, s. 4142

28) Alman İdeolojisi, s. 52

29) 1844 Elyazmaları, s. 172

30) K. Marx – F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay. Mayıs 1976, Çev: M. Kabagil, s. 41

31) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 57

32) Felsefenin Sefaleti, s. 20

33) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 29

34) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 31

 

Nisan-Mayıs 1996

“piyasa sosyalizmi” üzerine – 3 Troçkizm ve bürokratizm

1.

Ernest Mandel, Alec Nove ile “piyasa sosyalizmi” üzerine tartıştı. Biri Nove’nin yanıtı üzerine yazılmış iki makalesi, Nail Satlıgan’ın çevirisiyle, Belge Yayınları’ndan çıkan “Piyasa Sosyalizmi Tartışması” adlı derleme kitapta (1. Baskı, Mart 1992) Türkçe’de yayınlandı.

Dizi yazımızın bir bölümü onun bu makalelerini ele almak üzere planlanmıştı. Bu arada Mandel öldü. Planımızı bozmayacağız. Zaten kişisel bir tartışma değildi. Tartışma, yüzyılın başında Lenin’le Troçki arasında başlayıp sonra Stalin’le Troçki arasında süren bir tartışmanın devamıdır. Mandel, Troçki’nin davasının takipçisiydi. Hem Troçki’nin hem de Mandel’in savunucuları çıkacaktır; gerekli görürlerse, yanıtlama olanakları vardır. Nasıl ki, Lenin ve Stalin’in savunucuları varsa ve nasıl ki onlara yönelik suçlamalara yanıt vermeye hazırlarsa…

 

2.

Mandel’in Nove’ye yanıtının temel tezi “tertium datur”dur (Üçüncü alternatif) Planlamaya ilişki olarak, sosyalizmin, Nove’nin iddia ettiği gibi, ya planın yerini piyasaya terk etmesi ve “piyasa sosyalizmine ya da SSCB’de uygulandığı haliyle planlamanın “Stalin tarafından bozulmuş” türüne, “demokratik olmayan” “bürokratik planlama”ya mahkûm olmadığı görüşündedir. “Üçüncü alternatif vardır” der. Bu alternatif, genel olarak, devletin sönmesine ve onun ekonomik temeli olarak sınıfların ortadan kalkmış olmasına, sınıfsız topluma, komünizmin ikinci evresine denk düşen “özgürce birleşmiş üreticiler” kavramıyla tanımlanan ya da komünizmin birinci ve ikinci evrelerinin birbirine karıştırılmakta olduğuna işaret eden bu kavramın kullanılmasıyla iyice muğlâklaştırılan, üstelik kendisi muğlâklığın belirtisi olan “demokratik olarak eklemlenmiş ve merkezileştirilmiş öz yönetim, bağlaşık üreticilerin öz egemenliğine dayanan “demokratik olarak merkezileştirilmiş planlamadır!

Mandel, iki makalesinde de, Marksistlerin üzerinde tam bir fikir birliği halinde oldukları proletarya diktatörlüğü kavramını ağzına almaz, bir kez olsun kullanmaz. O proletarya diktatörlüğü ki, “Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir ancak, (1) diyen Lenin tarafından, kabulü, Marksistliğin temel kıstaslarından sayılmıştır. O proletarya diktatörlüğü ki, Marx’ın bizzat kendisi tarafından öğretisinin temel bir yönü olarak tanımlanmıştır:

“… Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” (2)

Gerçi, akademisyen Mandel, yine, makalelerinde sınıf mücadelesinin ve hatta sınıfların da sözünü etmemektedir. Ne “özgür üreticilerin birliği” sınıfsal bir kavramdır, ne bu birliği sınıf mücadelesinin ürünü olarak ele alır ve koşullarını dolaysızca sınıf mücadelesine bağlar, ne bürokrasi sorununu, kaynağını, ona karşı mücadeleyi, kaynağının kurutulması ve bütünüyle kurutulmasını sınıfların varlığı ve ortadan kaldırılmasının, dolayısıyla sınıf mücadelesinin bir yönü olarak ortaya koyar ve ne de sınıfların ortadan kaldırılmasının zorunlu olarak tek bir sınıfın diktatörlüğünü, proletarya diktatörlüğünü gereksindiği perspektifine sahiptir.

 

3.

Planlamaya ilişkin yaklaşımlarının, sınıf mücadelesi ile olduğu kadar proletarya diktatörlüğü ile bir bağlantısı yoktur ya da Mandel bu bağlantıyı özellikle kurmaz.

Bu bağlantısızlıkta, Nove’nin bolluk toplumu olarak komünizmin ikinci evresini (sınıfsız toplumu) ütopya ilan ederek, ama görünüşte ikinci evrenin olanaksızlığı “eleştirisi”nden hareketle birinci evrede planlamayı geçersiz sayarak bu iki evreyi birbirine karıştırmasının bir rolü olmuştur. Nove, kullanım değeri-değişim değeri sorununu ele alışında olduğu gibi, bu iki evreyi ve ilişkisini muğlâklaştırmaktadır. Bolluk toplumunu ütopya ilan edişi, aslında teoride ilk evreyi piyasalandırmak içindir. O, proletarya diktatörlüğü evresine, bu evrenin toplumsal mülkiyete ve üretimin ve emeğin merkezi planlanmasına dayanmasına saldırmaktadır. İkinci evre üzerine söylediklerinin tek amacı budur.

Mandel, Nove’nin yarattığı bu karmaşayı kabullenir; onun platformunu benimser. Tartışmayı soyuta, ikinci evre üzerine laf kalabalığına o da götürür. Bir Marksist’in yapması gerektiği gibi, gelecek üzerine laf oyunları yerine günü, somutu, hemen öndeki adımı, canlı gerçeği tartışmak ve buradan geleceğe yönelmek, Mandel’in tutumu olmaz. O da, gelecek için kurduğu hayaller içinde, Nove’ye ayak uydurarak, komünizmin ilk evresi için planlamanın zorunluluğunu savunmaktan uzak durur. Sert sınıf mücadelesi koşullarında, proletarya diktatörlüğü altında planlama, “piyasa sosyalizmi” önerisinin yozlaştırıcılığı ve kapitalizmiyle tartışmanın temeli kılınmak gerekirken, gerçekte böyleyken, O, Lenin’in “burjuva ideologlar” ve “bilgiç profesör” üzerine söylediklerini (Bkz. Özgürlük Dünyası s. 79, sf. 45) haklı çıkarmak üzere, “uzak bir gelecek üzerindeki tartışmalar”a dalar. “Piyasa sosyalizmini reddetmektedir, ama “bürokratik diktatörlük” ve “bürokratik planlama”yı da reddetmektedir: “Tertium datur”! Nove ile aynı platformda yer alır, ama “çözümü” farklıdır. Nove’nin “iki alternatifine -“piyasa sosyalizmi veya “bürokrasinin egemenliği”- üçüncüsünü ekler. Alec Nove ile yürüttüğü tartışmaya ilişkin düşüncesi şöyledir:

“Bizim anlaşmazlığımız iki sorun çevresinde dönüyor: Marx’ın kavradığı tarzda (yani, meta üretiminin -piyasa ekonomisi-toplumsal sınıfların ve devletin sönüp gittiği, özgürce birleşmiş üreticilerin yönettiği bir toplum olarak) sosyalizmin, birincisi uygulanabilir; ikincisi arzu edilir (olanaklı en büyük sayıda insanın olanaklı en geniş temelde kurtuluşu ve kendini gerçekleştirmesi açısından zorunlu bir önkoşul) olup olmadığı. Benim yanıtım, iki soruya da kesin bir ‘eve t’tir. Alec Nove’nin yamtıysa, ilk soruya kesin bir ‘hayır’ ikinciye oldukça duraksamalı bir ‘hayır’dır.” (3)

Komünistler ideal peşinde koşmazlar. İşbölümüne kölece bağımlılığın son bulacağı, değerin ve devletin sönümleneceği sınıfsız toplum olan komünizm doğruluğu ya da inandırıcılığı kanıtlanması gereken, arzulanır ya da arzulanmaz, bir adım daha atılarak, uygulamalarının nasıl olup olmayacağına ilişkin bugünden tezler geliştirilecek düşünsel süreçlerin ürünü bir Platon “gölgesi” değildir.

Nove ya da örneğin Sadun Aren veya Devrimci Yolculara göre, sorun, komünizmin “inandırıcılığı” ya da “uygulanabilirliği” ve dolayısıyla arzu edilir olup olmaması olsa da, bizatihi bu ele alış, teoride, yanılsama yaratmaya ve öznel tarih yapımcılığına yöneliktir, aydın hastalığına işaret eder. Pratik anlamı, komünizmi değil, onun ilk evresi olarak sosyalizmi “inandırıcı” ya da “uygulanabilir” bulmama; inançlar ve düşünceler dünyasından gerçekler dünyasına geçildiğinde ise, ya tarihsel nesnelliğin zorunlu kıldığı mülksüzleştirme ve proletarya diktatörlüğü yanlısı olmama (tarihin akışı yönünde davranmaya cesaret etmeme), ya da, Nove’nin pozisyonunda olduğu gibi, eski sosyalist ülkelerde başlamış kapitalist restorasyonun ilerletilmesi yanlısı olmadır.

Bugünün sorunları ve görevleri, tamamen canlı bir gerçek hareket olan komünizmin bugünkü ihtiyaçları ve maddi öncüllerinden hareketle bilimsel olarak çözümlenebilir yakın geleceğe ilişkin perspektifleri yerine, sosyalizm olarak terimlendirdiği komünizmin uygulanabilirliği, inandırıcılığı ve arzulanırlığı, Mandel’in Nove ile tartışmasına giriştiği temel sorunlar olur.

Ama Nove, uzak geleceği değil -öyle görünse de-, “bugünü” tartışmaktadır. Bütün verileri, Sovyetler Birliği ve öteki revizyonist ülkelerden alınmadır. Örneğin bolluk ve bolluk toplumunu ütopya ilan ederek uzak geleceğe ilişkin düşünceler ileri sürse de, geçmişine atıflarla ’80’lerin revizyonist ülkeleri gerçek zemininde tartışmaktadır. Gerçek zeminle ilgili önerisini teoride “derinlemesine” gerekçelendirmek üzere ortaya attığı uzak geleceğe ilişkin düşünceleri ise, maddi öncüllerin tersini göstermekte olduğu genellemelerinin yanlışlığının ötesinde, salt düşünce olarak kalmaktadır. Kapitalist mülkiyet maddesinin olumlanması kaygısının yön verdiği ideolojik tutumların ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Mandel, onunla, verilerinden kaçınılmaz olarak hareket ettiği “bugünkü” (revizyonist ülkeler çöktü ve artık dün oldu) gerçek zemininde değil, yanılsama yaratarak kapitalizmi olumlamaya yöneldiği salt düşünce zemininde,  ideolojik zeminde tartışmaya girişmektedir. “Üçüncü alternatif” sunmaktadır; ama Nove’nin sunduğu tartışma platformunu bile değiştirmeye girişmemektedir.

Nove ile tartışılacak olan bu mudur? Şimdiye kadar “komünizmin üst evresinin gerçekleşeceğini ‘vaat etmek’ hiçbir sosyalistin aklına gelmemiş”ken (Lenin), onun “inandırıcılığı” ve “arzu edilirliği”ni tartışmaya mahal var mıdır? Marksistlerin, “cennet” vaadiyle saflarını genişletmeyi ve inandırmak üzere müminlere bu “cenneti” tanımlamayı, asli sahipleri olan objektif idealistlere (dine, dincilere) bırakarak gerçek bir hareket olan komünizmin gerçek ihtiyaçlarını gündemleştiren tartışma platformlarına sahip olmaktan başka yolları olamaz. Başka bir deyişle, “cennet” üzerine ahkâm kesip, mülksüzleştirmenin proletarya diktatörlüğünün ve nesnel bir kaçınılmazlıkla bu diktatörlük koşullarında emeğin planlı dağılımının zorunlu ve komünizmin gerçek bir hareket kılındığı bugünkü tarihsel durumu, bugünkü komünizmi, onun tamamen güncel ihtiyaçlarını, gerçekleştirici politikalarının yine tamamen güncel görevlerini muğlâklaştırmak, göz ardı etmek, Marksistlerin işi değildir. Marksistler, örneğin planlamayı tartışırken, bugünün dayatılmış sorunu olan “… Bütün yurttaşların tek bir büyük ‘kartel’in, yani tüm devletin emekçi ve görevlileri durumuna dönüşümü”nün (Lenin) yerine uzak geleceğin “özgür üreticilerin birliği”nin ve onun inandırıcılığının tartışılmasını geçiremezler. Mandel, komünizmi gerçek bir hareket olarak değil, uzak geleceğe ait fikirlerine bağlanmış düşüncede bir hareket olarak anlamaktadır. Ama bunların, bugünün kapitalizminin veri ve kategorileriyle uzanılmaya çalışılan “geleceğe ait” fikirler olması kaçınılmazdır. Ya gerçek öncüllerinden geleceğe uzanırsınız, bu durumda komünizmi bugünün gerçek hareketi olarak almanız zorunludur. Ya da bugünün kategorilerini geleceğe taşırsınız; bol bol “üreticilerin birliği” üzerine konuşursunuz, ama zorunlu olarak yine bugünün verileriyle konuşursunuz! Lenin’in dediği gibi, kapitalizmin var ettiği maddi öncüllerden hareketle, sınıflara bölünmeyi ve çalışmanın geçim aracı olmasını gereksizleştirecek yüksek bir emek üretkenliği düzeyi ve ortalama insanın yok olup yerini işbirliği ve dayanışmanın çok yönlü yeni insanına bırakmasıyla, devletin ve genel olarak siyasetin, her türlü siyasal örgütlenmenin söneceği “şeylerin idaresi”ne dayanan bir “üreticiler birliği” olarak “bu evrenin gerçekleşeceğinin önceden sezilmesi” (Marx’ın Alman İdeolojisi’nde ve Kapital’de, Engels’in Anti-Dühring’te ve Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nin belirli bir bölümünde yaptıkları, yalnızca maddi öncüllerinden hareketle bu “önceden sezme”nin örnekleridir.) dışında hiçbir Marksist, bu uzak geleceğin sorunlarının tartışılmasına, “üreticiler birliği” üzerine boş laflara ve onun bugünden kurulmasına (zihinde) ya da kuruluşunun çeşitli yönleriyle belirlenmesine girişmemiştir. Mandel ise, bunu yapmaktadır! Kuşkusuz bugünün verileriyle!

Marx açık konuşmuştur:

“Bizim için komünizm, ne doğruluğu bulunması ve emin olunması gereken bir olgudur ve ne de, gerçeğin kendisini ona uydurması gereken bir ideal. Biz komünizmi şu andaki her şeyi ortadan kaldıran gerçek bir hareket olarak görüyoruz. Bu hareketin koşullan şu anda varolan öncüllerden çıkmaktadır. (4)

 

4.

Mandel’in salt düşünce geliştiriciliğinin, ideologluğunun, gerçekleri ideolojik kaygılarla kurmaya çalışmasının iki örneği üzerinde duralım. Birincisi, onun temel sorunudur. Proletarya diktatörlüğünün sözünü etmemesidir. Ama önce daha bir pratik çarpıcılığa sahip ikincisini görelim.

Nove, piyasa sosyalizmi önerir ve gerçekleri bu önerisine uydurmaya çalışarak yeniden kurmaya girişir. Ama yine de, görmüş geçirmiş bir burjuva olarak, temkinlidir. Macaristan’ı -temkinlilikle, ayağını sürüyerek- bu kurmaca “piyasa sosyalizminin örneği olarak anar:

“Tek ileri gidiş yolunun 1968’de Macaristan’da denenen yol (genel ilkeleriyle elbette, ayrıntılarına dek çakışmak gibi bir zorunluluk yoktur) olduğu belli olsa gerek. Kuşkusuz o denemede de birtakım değişiklikler yapılabilir, yüz yüze gelinen güçlüklerden birtakım dersler çıkarılabilir. Basitçe başka bir yol da yoktur.” (5)

Temkinliliğin de işe yaramadığı, “başka yol yok” denerek ileri sürülen “piyasa sosyalizmi” “alternatifinin örneği Macaristan’ın bugünkü salt kapitalist sistemiyle ortaya çıkmıştır. Kurmaca bir şeydir, gerçekler başka. Ama yine de Nove’nin haklı çıktığı söylenebilir. Teorik gevezelikler bir yana, Nove’nin tüm amacı, bir tür olumlamasına giriştiği piyasa ekonomisinin, kuşkusuz kapitalizmin yeniden kuruluşudur. Gerçekleşen bu olduğuna göre, Nove, haksız çıkmış sayılmaz. Hele bugünkü kapitalist Macaristan’a ilişkin olarak sağlık, eğitim vb. sektörlerinin özelleştirilmesine karşı çıkıyor ve sosyalize kapitalizmi savunmaya devam ediyorsa, bunu bilmiyoruz, tutarlılığını koruyor demektir. Değerini yitiren teori kıvraklıklarının bugün bir anlamı kalmamıştır ve bir yana bırakılabilir denirse…

Ancak Nove’nin önerisinin üzerinde işlevsel olduğu gerçek zemini saptamak tayin edicidir. Bu zemin, eski sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyon sürecidir.

Mandel’in bu aynı zemin üzerinde olup bitenlere ilişkin saptamaları, ideolojik kaygıyla gerçek kurmacacılığının, gerçekleri düşüncesine uydurma çabasının belirgin bir örneğidir ve o. bu alanda, Nove’yi geride bırakır.

 

5.

Nove sosyalizmi suçlar, onun tıkanıklığa yol açtığını, merkezi planlamayla başka türlüsünün de beklenemeyeceğini söyler ama bir itirafta da bulunmaktan kaçınmayacak kadar gerçekçidir. Sonuçlar çıkarmaya yöneldiğinde düştüğü acıklı durum bir yana, verilerin yalnızca kaydını tuttuğu oranda gerçekleri yansıtan Nove, Sovyet ekonomisindeki tıkanmanın ’60’ların sonundan itibaren görülmeye başladığını ortaya koymadan edemez: “… Sovyetlerin sanayi alanındaki ilerlemesi hiç değilse 1960’ların sonuna kadar kesinlikle hızlı oldu. ” (6)) ’60’lar, Sovyetler Birliği tarihinde bir dönüm noktasıdır ve bu kayıt tutuşuyla o, farkında olmadan, bütün teorik açıklamalarını yerle bir eden bir gerçeğe işaret etmiş olur: Tıkanma, sosyalizme ve merkezi planlamaya özgü değildir. ’60’larda ilerleyen kapitalist restorasyon, Sovyet ekonomisinde tıkanmaya götüren maddi temeli sağlamıştır.

“Piyasa sosyalizmi” karşısında “devrimci” eleştiricilik iddiasında olan Mandel’in ideolojik tutumu nedeniyle gerçeklerden kopukluğunun acınası itirafı ise, Nove gerçekçiliğini bile tutturamamasıdır:

“Uluslararası kapitalist ekonominin 1974–1975 iktisadi durgunluğu, SSCB, Çin, ‘halk demokrasileri’, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore ekonomilerinin kapitalist olmayan bir niteliğe sahip olduklarını ileri süren Marksist çözümlemeyi doğruladı. Ayrıca, tüm endüstrileşmiş kapitalist ülkeler iktisadi durgunluğun girdabına sürüklenirken, tek bir bürokratikleşmiş işçi devleti bile mutlak bir üretim düşmesine, kütlesel zorla işten çıkarılma ya da işsizlik durumuna uğramadı. Aksine, bu ülkeler 1974 ve 1975 yıllarında kendi ekonomik büyümelerine, bazen önceki yıllara ait oranları da aşarak devam ettiler.”

Mandel, revizyonist ülkelerin sanayi üretimlerinin büyüme oranlarına ilişkin bir tablo verir ve bürokratik yönetimle ilgili ihtiyat kaydıyla, bu ülkelerin ekonomik sisteminin, merkezi planlamanın vb. üstünlüklerinin övgüsüyle devam eder:

“Bu tabloyu, Tablo 1’le (Başlıca kapitalist ülkelerin sanayi üretimlerinde daralmayı veren tablo.) kıyaslamak, planlı ekonomiye sahip ülkelerin durumuyla, kapitalist ülkelerin durumu arasındaki temel farklılıkları anlamak bakımından yeterlidir. Krizin tüm ülkeleri kapsayan bir dünya krizi olduğunu, ‘devlet kapitalizmi’ ülkelerinin de, özel kapitalizmin geçerli olduğu ülkelerdekiyle aynı anlamda bir krize düştüğünü öne sürmek, ya bariz bir yalandır ya da kasten sözcüklerle oynamaktır. Tarih bir kez daha doğrulamıştır ki, temel üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticarette devlet tekeli üzerinde temellenen bir ekonomi, ekonomik ve politik yönetimde bürokratik tekelciliğin neden olduğu muazzam israf ve dengesizliklere rağmen ve bu ekonominin hâlâ gerçek bir sosyalist ekonomiden uzak olduğu gerçeğine bakılmaksızın, büyük çevrimsel dalgalanmalarla, aşırı üretim krizleriyle ve işsizlikle başa çıkmak bakımından kapitalist bir pazar ekonomisi karşısında niteliksel bakımdan çok üstündür.

“İki ekonomik sistem arasındaki farklılık, 1975’deki yatırımların tamamen ters gelişiminde çok daha çarpıcı biçimde görülebilir.

“…Gerçekte, bürokratikleşmiş işçi devletleri, hâlâ, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasındadırlar. Onları belirleyen, artık, genelleşmiş emtia üretimi değilse de hâlâ kısmi emtia üretimidir. Değer yasasının egemenliği altında olmamalarına rağmen, bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulabilmiş değillerdir…” (7)

Gerçekler bir yanda, salt ideolojik Mandel bir yanda.

Nove ile merkezi planlamaya ilişkin tartışmanın iki temel sorununun, komünizm düşünce ve arzuların bir Zihinsel SeTÜVĞ-niymiş gibi, komünizmin üst evresinin “uygulanabilirliği” ve “arzu edilirliği”, Devrimci Yolcuların sevdikleri deyişle “inandırıcılığı” ve “istenirliği”ne ilişkin olduğunu öne süren Mandel, iş, komünist hareketin gerçeğine geldiğinde, Nove’yi haklı çıkarıcı konumdadır. Onun övdüğü ’74-75’lerdeki “kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticarette devlet tekeli üzerinde temellenen” ekonominin tıkanmaya başladığını söylerken Nove gerçekçi ve haklıdır. Gerçeği, bir gerçek olan tıkanmayı saptayan Nove karşısında yozlaşıp kapitalizmin kategorileri olma yönünde değişen kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticaret tekelini övmek, tam da bu kategorileri ilgilendirmekte olan tıkanma kaynağını Nove’nin bu kez ideolojik bir tutumla suçlamasını haklı çıkarmak demektir. Gerçekten tıkanma kaynağı bu kategorilere ilişkindir. Ama bu kategoriler, ihtiyat kaydıyla, her ne demekse “gerçek sosyalist” bulunmasa bile, en azından sosyalizme yönelik ya da “geçişsel olarak” sosyalist (Mandel revizyonist ülkeleri, “kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında” ülkeler olarak niteliyor.) kategoriler varsayılınca, bu yanılsama, ikincisi yanılsamayı koşullandırıyor. Nove, ellerini serbest hissederek, teorisini, tıkanma kaynağının sosyalizm olduğu yanılsaması üzerine kurmaya girişiyor; “Tıkanmış sosyalizme” kapitalist aşı gerektiği görüşünü geliştiriyor. Kolektif mülkiyetin yanına “tam özerkliğe sahip toplumsallaştırılmış” ya da “özyönetimsel” mülkiyeti, merkezi planlamanın yanma piyasa ekonomisini, ticaret tekelinin yanına rekabet ve kârı katıp tümünü harmanlayarak “piyasa sosyalizmini “savunulabilir” kılmaya yöneliyor.

Yolunu düzleyen Mandel gibileridir. Ama ona haksızlık edilmemeli. Ne de olsa Mandel, örneğin Sovyetler Birliği ekonomisini “gerçek sosyalist” bulmamakta, ihtiyat kaydı koymaktadır. Bütün bir “orta yolcu” güruh aynı suçun ortağı olduğu gibi, Nove türü teorisyenler ve Nove’ninki türünden teorilerin kazandığı bilinç bulandırıcı, yanılsamayı güçlendirici değerin başlıca suçlusu, tüm teorilerini sözü edilen kapitalist kategorileriyle Sovyet ekonomisinin “gerçek” ve hatta “tam sosyalizm” olduğu yanılsaması üzerine kuran modern revizyonistlerdir.

Ama modern revizyonizmin yanı sıra Mandel’in ve genel olarak Troçkistlerin payı da küçümsenmemelidir. “Kapitalist bir pazar ekonomisi karşısında niteliksel bakımdan üstün”lüğü sahip gösterdiği revizyonist ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaki farkı, “iki ekonomik sistem arasındaki farklılık” olarak tanımlayan Mandel’dir. Gerçi, revizyonist ülkeleri, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında göstermekte ve ekonomilerinin “gerçek bir sosyalist ekonomiden uzak” olduğunu belirtmektedir. Ancak, birincisi Mandel’in dilinde sosyalizmin komünizm demek olduğu bilinmektedir; örneğin, “Piyasa Sosyalizmi Tartışması” adlı kitapta yer alan Mandel’in “Sosyalist Planlamanın Savunusu” başlıklı makalesinin komünizme doğru ilerleme üzerinde durulan bir bölüm başlığı “Sosyalizme Doğru”dur. Ve ikincisi revizyonist.ülkelerin sosyalist değil ama “kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında” ülkeler olduğunu söylerken de kastettiği, komünizmin ikinci (üst) aşamasında değil ama birinci (sosyalist) aşamasında ülkeler olduklarıdır. Kullandığı terimler üzerinde durmayıp maksadına eğilinirse o, bu ülkeleri kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında ülkeler saymaktadır.

Aktarmıştık. Mandel, bu ülkeleri belirleyenin, “genelleşmiş emtia üretimi denilse de, hâlâ kısmi emtia üretimi” olduğunu söylemekte ve eklemektedir: “Değer yasasının egemenliği altında olmamalarına rağmen, bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulabilmiş değillerdir.” Özgürlük Dünyası’nın önceki sayısında yer alan yazımızın ikinci bölümünde tam da bu konu üzerinde durulmuştu. Bu özellikler, gerçekten komünizmin birinci evresinin zorunlu özellikleridir; belirli bir tarihsel dönemi niteler: Kendisine denk düşen siyasal biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğu kapitalizmden komünizme geçiş dönemi. Toplum, değer yasasının tüm etkilerinden kurtulduğu ve her şeyin -defter tutmada yararlanılması “izi” dışında- “ünlü ‘değer’in işe karışması olmaksızın” düzenlenebileceği koşullarda komünist topluma (üst evre) dönüşmüş demektir. Kuşkusuz o zamana dek, yani geçiş döneminde, yani birinci evrede bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulunamayacaktır. Bunu, terimler bir yana, Mandel’in kendisi de kabullenir ve “eklemlenmiş özyönetim” sistemi değer yasasını, para ve piyasa ilişkilerini kısmen içinde barındırır: “Ana çerçevesini çizdiğimiz bu sistem, Marx ve Engels’in tasarladığı türden ‘saf’ sosyalizm değildir henüz. Para ve piyasanın hükmettiği bir kesimi hâlâ kapsayacağı için sosyalizme doğru bir geçiş…  olacaktır gene. ” (8) Meta üretimi açısından da (daha çok değişim ve bölüşüm dolayımıyla meta üretimi) aynı şey geçerlidir. Genelleşmiş meta üretimi bulunmayışı, kapitalizmin tasfiye edilmekte olduğu koşullara işaret eder; çünkü genelleşmiş meta üretimi kapitalizmdir. Buysa, toplumun, kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında, yani komünizmin birinci evresinde bulunduğuna tanıklık eder. Ve henüz birinci evrede meta üretimi kısmen varlığını sürdürür. Örneğin işe göre ücret ve tüketim mallarının meta oluşu hâlâ olacaktır.

Üstelik Mandel’in “İkinci Kriz”inin Almanca ilk baskısının yayınlandığı tarih olan 1977’de hâlâ SSCB ve benzeri revizyonist ülkeleri komünizmin ilk evresinde olup ikinci evresine doğru yol almakta olan ülkeler olarak ele aldığı şundan da çok açıktır: O, bu ülkelerin “geçiş aşamasında” oldukları düşüncesini, tek ülkede daha ilerisine gidilemeyeceği ve sosyalizmin tamamlanamayacağı tezine bağlı olarak ve “sosyalist sistemi pekiştirme aşamasında” oldukları tezine karşı ileri sürmektedir. Yok, demektedir, daha ilerisinde değil, ancak, komünizmin ilk aşamasındalar, kapitalizmden komünizme geçiyorlar: “… 1974–1975 genelleşmiş iktisadi durgunluğu, sosyalizmin tek bir ülkede tamamlanabileceğine ve Sovyetler Birliği’nin (ve kapitalist olmayan ekonomilere sahip bazı ülkelerin) hali hazırda ‘sosyalist sistemi pekiştirme’ aşamasında bulunduğuna dair Stalinist tezin hatalı, küçük burjuva ütopyacı niteliğini ortaya koymuştur. Gerçekte, bürokratikleşmiş işçi devletleri, hâlâ, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasındadırlar.” (9)

Kriz, 1975’de, SSCB gibi revizyonist ülkelerin olumsuzlama olarak daha üst aşamalarında olmadığını göstermiştir, ama olumlama olarak, durgunluğun “girdabına sürüklenmemeleri”, hatta, -kendisinin verdiği rakamlar tersine işaret etse de- ekonomik büyümelerini bazen artarak devam ettirmeleri dolayısıyla kapitalist olmadıklarını ve komünizmin birinci aşamasında olduklarını ortaya koymuştur, Mandel’e göre! Hem de bürokratik tekelciliğin bütün kötülüğüne rağmen!

 

6.

Bir sonuç: Mandel ve Troçkistlerin varlık nedenlerinden biri olan “bürokratik devlet” tezi, dişe dokunur bir tez değildir. Bu “kötülük”ün pençesi altındaki ülkeler, ona rağmen komünizm yolunda ilerlemektedirler. O zaman sorulur: Bu kadar bağırıp çağırma niye?

Yine onca iddialılığa rağmen, Mandel ve Troçkistlerin “kötülük kaynağı”, ekonomide, toplumsal ekonomik ilişkilerde, sermayede değil siyasettedir, siyasetin örgütlenmesindedir. Bu ele alış, anarşistlerin “kötülüğün kaynağı devlettir, sermaye değil” görüşünü anımsatıyor (öyle olduğunu dana açık olarak göreceğiz). Ama onlarda, bu kötülüğe rağmen, ilerlenebiliyor. İkisinden biri: Ya “bürokrasiye ilişkin iddialardan vazgeçmek gerekmektedir ya da onun ekonomik ve toplumsal temelini açıklamak. Troçkist “bürokrasi”nin sınıf temeli yoktur; o düşüncenin, iradenin bürokrasisidir! Yine ikisinden biri: Bu “irade”, ya Troçki’nin salt düşüncesinin ürünüdür, saf iradesidir ya da Stalin’in dev iradesi ne sınıf tanımıştır ne ekonomi! Dünyanın tanıdığı belki en demirden irade olan Stalin’inkinin bile bunu başarması olanaksızdır. Stalin’in iradesi ne kadar küçümsenmez olursa olsun, bu irade, kişisel veya tüm parti ve devlet yönetimini de katalım, -ancak ve ancak- proletaryaya dayanmadan, onun iradesinin yoğunlaşmış hali olmadan, SSCB’nin kapitalizmden sosyalizme geçmekte olması olacak şey değildir. Bu irade, proletaryanın iradesini yansıtmıyorduysa, ya toplumda zaten henüz varlıklarını koruyan kapitalist unsurların önünü açıp onları geliştirerek kendi sosyal temeline oturur ya da devrilirdi! Nitekim, 20. Kongre’den itibaren, bu oturma, kapitalist unsurlarla Kruşçev’in revizyonist iradesinin örtüşmesi yoluna girilmiş, kapitalizme dayanan, ondan güç alan gerçek bürokrasi ortaya çıkmış ve restorasyon yolunda ilerlenmiştir.

İkinci olasılığıysa bir Troçkist çömez de dile getirmektedir: “Bir toplumun, üretenlerin ve tüketenlerin ihtiyaçlarının neler olduğunu eğer bir azınlık, o sözü edilen bilinçli yönetici azınlık saptamaya başlarsa, toplumun ihtiyaçları üzerinde bir diktatörlük kurulmuş olur ki, bu kurulan diktatörlük ilk fırsat ortaya çıktığında yıkılır… ” (10)

Yıkılma o kadar kolay gerçekleşmiyor. “Toplumun ihtiyaçları üzerinde diktatörlük” olan çok sayıda burjuva diktatörlük, oldukça zor şartlardan da geçerek varlıklarını yüz yıllardır koruyabildi. Ama doğrudur, yukarıdan inşa edilen sosyalizmde diktatörlüğü sürdürmek daha zordur. Yine de Kruşçev’le başlayan revizyonist diktatörlüğün yıkılması yıllar almıştır. Peki, “Stalin’in diktatörlüğü”, madem bürokratikti, madem “toplumun ihtiyaçları üzerinde bir diktatörlük’tü, “ilk fırsatta” da değil, o kadar dev fırsatlar çıkmasına rağmen, örneğin Anayurt Savaşı’nın (2. Dünya Savaşı) kan denizi içinde, ülkenin üçte birinden çoğu NAZİ çizmeleri altında çiğnenirken niye yıkılmadı? Neden örneğin Hitler’le işbirliği yapan hemen yalnızca Tatarlar çıktı? Ne Stalin’in diktatörlüğüydü ne de bürokrasi. O nedenle. Başında Stalin’in bulunduğu proletarya diktatörlüğüydü söz konusu olan. Ve Stalin’in iradesi, gücünü, yalnızca proletaryadan da değil, onun tarafından kazanılmış köylülerle sağlanmış kesin bir ittifaktan alıyordu. Bu yüzden yıkılmadı.

 

7.

Ama Mandel iddialıdır: “Bürokratik işçi devleti”! Hem “bürokratik” hem işçi olan bu devlet, komünizm yolunda ilerleyen bir devlettir üstelik! Revizyonizmin sınıf temeline pratikte oturma süreci tamamlanana kadar, ’60’lara kadar devlet işçi devletidir, sistem sosyalizm. Ama Kruşçev’le birlikte bürokratik yozlaşma ve onun temeli olarak kapitalist restorasyon eğilimi başlamıştır. Kruşçev’den önce bürokrasi eğilimi, bürokratik yozlaşma belirtileri yok mudur? Hem Lenin ve hem de Stalin’in ağzından bunun da olduğunu göreceğiz. Ama bürokrasinin egemenliği Kruşçev’le başlar ve ’60’larda sisteme damgasını vurur. Bu tarihten sonra artık devlet bürokratiktir ama işçi devleti değildir. Sistem ise, sosyalist değildir.

Mandel iddialı olmaya devam eder. SSCB’de bürokratik tekelcilik vardır; ama devlet hem işçi devletidir, hem de bürokrasi, ’74-75 krizinin gösterdiği gibi bu ülkelerin kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında olmalarının engeli değildir.

Mandel bir yandan gerçeğe ideolojik kaygılarla yaklaşmaktadır; öte yandan bu kaygıların gözünü karartmasıyla aşırı dar görüşlülükle katılaşıp kalmaktadır.

Mandel, Troçki’den devraldığı bir saplantıyı sürdürmektedir. Proletarya diktatörlüğü altında bürokrasi tehlikesini “saplantı” haline getirmiş olsa, sorun yoktur. Bu, saplantı olmaz, doğru bir tutumdur; çünkü sınıfların ortadan kaldırılmasıyla devlet sönünceye dek bu tehlike devam eder. Oysa Troçki ve Troçkistlerin taktıkları, “işçi devletinde”, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm (ilk evre) koşullarında “bürokrasinin egemenliği”dir. İlk evrenin, “işçi devleti”nin “bürokrasinin egemenliği” ile bağdaşabileceğini düşünüyorlar. Bu takıntı, Nove’nin piyasa ile sosyalizmin bağdaşabileceği takıntısından farksızdır.

Mandel’in övdüğü, merkezi planlama ve dış ticaret tekelini olanaklı kılan kolektif mülkiyet, evet, Marx ve Engels’ten Lenin’e kadar tanımlayıcılarının üzerinde hemfikir oldukları proletarya diktatörlüğünün dayanabileceği ilişki biçimi olarak onun maddi temelini oluşturur. Bu diktatörlük işçilerin yönetimde olduğu işçi karakterli bir diktatörlüktür. Bu anlamda, işçi devleti olarak nitelenebilir. Ancak bu niteleme, örneğin köylülüğü (kuşkusuz yoksul ve kazanılmış küçük köylülüğü) dışlamak anlamına gelmez. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın yönetiminde çoğunluğun diktatörlüğüdür. Ne kolektif mülkiyet ne de onun gereksindiği ve zorunlu kıldığı proletarya diktatörlüğü “bürokrasinin egemenliği” ile bağdaşabilir. Bürokrasinin egemenliği azınlığın egemenliğidir. Ve feodalizmin değilse sermayenin ekonomik egemenliğinin ihtiyaçlarına denk düşebilir ve onun tarafından, yine zorunlulukla üretilir. Yine merkezi planlama ve dış ticaret tekeli ile birlikte kolektif mülkiyet, ancak sermaye egemenliğini yansıtıyorsa, kapitalist karakterde (tekelci devlet kapitalizmi) ise, ancak bu koşulla, “bürokrasinin egemenliği” ile yalnız bağdaşmakla kalmaz, onu gereksinir, zorunlu olarak ona yol açar.

Bu nedenle, hem merkezi planlamayı ve kolektif mülkiyeti övmek ama hem de “bürokrasi egemenliği”nden söz etmek tam bir aymazlıktır.

Bu aymazlığın, bu salt düşünsel süreçler ürünü formülün nedeni apaçıktır: Troçkistlerin asıl saplantısı “bürokrasi” ya da “bürokrasi egemenliği” değil, Stalin’dir. Bir adım daha atılmak gereklidir: Stalin’in başında olduğu proletarya diktatörlüğüdür. Sosyalizmin zaferine (Tek ülkede sosyalizmin ayakta kalması ve inşasının olanaksızlığına ilişkin tez), proletaryaya (Rus proletaryasının bunu gerçekleştirme olanaklarına sahip olmadığına ve geriliğine ilişkin tez) ve köylülüğün devrimci olanaklarına (Kulaklar dışında emekçi köylülüğün kooperatifler aracılığıyla kolektivizm yoluna yönelmelerine olanak tanıyacak devrimci dinamiğe sahip olmadığına ilişkin tez) inançsızlığın tezleriyle parti tarafından, bu tezlerin onları sürüklediği yıkıcılık, uluslararası karşı devrimle el ele Sovyetler Birliği’ne karşı komploculukla karakterize olan karşı devrimci eylemlilik noktasında “işçi devleti” tarafından dışlandıklarında Troçkistler yaygarayı basmışlardır. “Bürokrasi”ye ilişkin feveran, Troçki’nin tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceğine ilişkin tezi nedeniyle Bolşevik Parti yönetiminde barınamaz olmasıyla başlamıştır.

Bu nedenle, “bürokrasi” ve “bürokrasi egemenliği” “düşmanlığı”, salt siyaset boyutludur. Bu nedenle, Troçki ve Troçkistlerin “bürokrasisi”nin bir ekonomik ve toplumsal temeli yoktur. Varsa yoksa Stalin! Neden? Çünkü Troçki’yi tasfiye etmiştir! Ama Troçki’yi Stalin tasfiye etmemiştir ki. O, sonradan karşı devrime götüren tezleriyle, daha başlangıçta, kendi kendisini tasfiye etmiştir. Proletaryanın devrim ve sosyalizm coşkusuyla ayakta olduğu ve Bolşevik bir parti tarafından yönetildiği bir ülkede, proletarya ve sosyalizme inançsızlık yaymaya kalkışanın kendi kuyusunu kazmasından doğal ne olabilir?

 

8.

Ama Troçki ve ardından Troçkistler, örneğin Mandel, Stalin’e, partiye ve proleter devlete “bürokrat” suçlamasıyla kara çalmaya giriştiklerinde, salt siyaset boyutunda kalmak ve bürokratik bir düşünsel serüvene atılmak zorunda da kalmışlardır. Başlıca açmazları zaten bu olmuştur.

Nasıl salt düşünce peşine düşmesinler, nasıl salt siyaset boyutunda kalmasınlar ki?

Stalin saplantısının türevi olarak geliştirdikleri “bürokrasi” saplantısına ekonomik ve sınıfsal bir temel gösterebilme şansları olmamıştır. Bürokrasinin temeli olabilecek mülkiyet ilişkileri, kapitalist ilişkiler ve küçük üretim, Stalin ve parti tarafından, dayanılmak bir yana, topyekûn saldırının hedefine konmuştur. Geçen sayımızda gördüğümüz gibi (Bkz. Özgürlük Dünyası, s. 80, sf. 55–56) Troçki ise, kapitalist ilişkiler ve kategorilere saldırılmadığı değil, saldırıda aşırıya gidildiği görüşündedir. Piyasanın uzun süreli ve düzenleyici olarak var olmasından, Sovhozların dağıtılmasından, kolhozların büyük bölümünün dağıtılmasından, kulakların tasfiyesinden vazgeçilmesi ve imtiyazlar siyasetine dönüşten yanadır. Stalin ve parti ise, kapitalist ilişkilerin tasfiyesi ve küçük üretimin örnekleme yolu ve kolhozların gelişmesiyle ortadan kalkışının yolunda ilerlemiştir. Ne olabilirdi, bürokratik eğilimlerin ortaya çıkabilmesinin değil de, “bürokrasi egemenliğinin kaynağı? Böyle bir kaynak gerçekte olmadığı ve tersine ona kaynak olabilecek ilişkiler topa tutulduğu ve giderilmekte olduğu için, bir “kaynak”a bir türlü sahip olamamışlardır. Tezleri, saplantı ürünü salt düşünsel tezler olarak, salt siyaset boyutlu, ama -siyaset gerçeklerden hareket etmedikçe, gerçek siyaset, artık sadece yok edicilikle sınırlanmayıp yapıcı/inşa edici de olan gerçek komünist bir hareketin ihtiyaçlarına karşılık düşecek bir siyaset olanaksız olduğundan- siyasal bakımdan da işe yaramazlığı ve komünizm karşıtlığı tarihsel olarak kanıtlanmış olan hayal ürünü tezler olmaktan öteye gidememiştir.

İşçi mi üretmiştir “bürokrasi egemenliği”ni, sosyalizm mi? Bunu, Troçki bile iddia edememiştir, işçi sınıfı saflarında bürokratik yozlaşmanın, örneğin sendikal bürokrasinin koşulu, burjuvazidir, sınıfın saflarına sızan burjuva etkidir; burjuvazinin işçiler içinde kendine yandaş bir küçük burjuva uşaklar tabakası yaratmasıdır. Bürokrasiyi, kölecilik ve feodalizm bir yana, sermaye ve burjuva egemenliği koşulları üretir, dağınıklığı ve maddi ve kültürel geriliğiyle küçük üretim üretir. Stalin’in başında bulunduğu işçilerin devletinin “bürokratik” varsayılması için, onun, bu ilişkilerin tasfiyesine değil, bizzat bu ilişkilerin varlığına yaslanması zorunluydu. Tarihi gerçekler tersinin kanıtıdır.

 

9.

Öte yandan SSCB’de bürokrasi egemenliğinin bir gerçek haline geldiği koşullar da yaşanmamış değildir. Belirtildiği gibi, Kruşçev ile birlikte bu yola girilmiştir. Bundan böyle, kapitalist unsurlar ve kategorilerin, piyasa ilişkilerinin, değer yasasının sınırlandırılması ve giderek tasfiyesine yönelmenin yerini bu unsur ve kategorilerin önünün açılıp güçlendirilmelerine bıraktığı koşullar…

Mandel’in “İkinci Kriz”inin ilk Almanca baskısının yayımlanma tarihi olan 1977’de artık bu koşullar, görmezden gelinebilir olmaktan çıkmış, SSCB’nin bütün gelişmesine damgasını vuran gerçek olarak belirmiştir. Artık gerçekten bürokrasi ve bürokrasi egemenliğinin ekonomik ve toplumsal koşulları oluşmuştur. Ama bu kez de, Mandel’in bizzat bu koşulları övdüğünü görüyoruz. Bürokrasinin koşulları ve kaynağını öven “bürokrasi düşmanlığı” hilkat garibesini var etme onuru, ideolojik kaygıları ve kurguculuklarıyla yine Troçkistlerin olmuştur.

Bizatihi bürokrasi ve onun kapitalist kaynağı ile gerçek bir alıp veremedikleri yoktur. Ya da “bürokrasi düşmanlıkları”, öncelikli Stalin düşmanlığından kaynaklanmaktadır. Kulağı ve NEP’e çakılıp kalmayı, uzun süreli piyasa belirleyiciliğini savunan ama “Stalinist bürokrasi”yi ölümüne suçlayan Troçki bu yolu ilk açandır; garabetin mucidi odur. Onun “kanını güden” Mandel, aynı izi sürmüştür. Troçki’nin düşünce üretimi döneminin gerçeğiyle Mandel’in üretim yaptığı dönemin gerçeği tamamen değişerek farklılaşmış, gerçek, zıddına dönmüş; ancak Troçki’nin gerçekle bağlantısız “bürokrasisi”, Mandel’in elinde yine gerçekle bağlantısız aynı “bürokrasi” olarak kalmıştır. Mandel, Troçki’nin arayıp da bulamadığı maddi temel yokluğunda yine de “bürokrasi” suçlaması yapmanın alışkanlık haline getirdiği rahatlık, gerçeği çözümleme ve gerçek düşünceler geliştirmede tembellik ve ideolojik varoluş tutumuyla, alışkanlığın yolunda yürümüştür: 1977’de de yine aynı “bürokrasi” ve yine aynı “merkezi planlama”, “dış ticaret tekeli” ve “kolektif mülkiyet”!

Yine “bürokrasi” suçlanıyor. Troçki ile Mandel arasındaki fark ikinciler üzerine tutumda çıkıyor: Troçki, merkezi planlama yerine piyasanın uzun süreli düzenleyiciliğini ve kolektif mülkiyetin kulaklar lehine dağıtılmasını vb. savunurdu; Mandel ise, merkezi planlama ile kolektif mülkiyeti övüp savunuyor. Gerçeğin farklılaşmasından kaynaklanan bu biçimsel farklılık bir yana, ikisinin ortak paydası ya da benlik ve isteklerinin “özü”, gerçek içeriği, her iki halde ve her iki biçim altında da kapitalizmi savunuyor olmalarıdır. Sosyalizmle ilişkisi ve mücadelesi içinde, birincisinin döneminde kapitalizm kulağa ve serbest piyasaya dayanmaktaydı, kapitalizm olarak o savunulabilirdi; ikincisinin zamanındaysa kapitalizm merkezi planlama ve kolektif mülkiyete (tekelci devlet mülkiyeti) dayanmaya evrilmiş tekelci devlet kapitalizmiydi, ondan başkası savunulamazdı. Troçkizmin belirleyici asıl özelliği, sosyalizmle ilişkisi ve mücadelesi içinde kapitalizmin savunulması olmuştur.

Mandel kararlıdır; aynı “bürokrasiyi” suçlayacaktır!

Oysa tarih, kurguculuğu yalanlamaktadır. Gerçekler başkadır. ’60’larla birlikte oluşan gerçek bürokrasiyi, Kruşçev’i, Brejnev’i, Gorbaçov’u, Stalin’le birlikte, aynı “Stalinist bürokrasi” kategorisi olarak düşünme olanağını, bizzat, bürokrat başlarının teorisi ve pratiği yok etmektedir. Stalin’e küfürde emperyalistlerle yarışan Kruşçev ve diğerleri, onun bütün tez ve politikalarını değiştirmiş ve bu değişikliği, 20. Kongre’den başlayarak tarihe kaydettirmişlerdir. Kendileri Stalin’den, tez ve politikalarından küfürle koptuklarını ortaya koyanları, bu gerçeğe rağmen, zorla Stalin’in yanına itelemek, onlara yapılacak “haksızlık”tan başka bir şey olmaz. Aralarındaki fark, proletarya ile burjuvazi arasındaki farktır. Onca gerçeğe karşın, ciddi ciddi kanıtlanmaya çalışılması, ancak Stalin’e saygısızlık olacak bir fark.

Kolektif mülkiyetin savunulmasına ilişkin Troçkist tutum, görüldüğü gibi, Troçki’den Mandel’e değişmiştir. Ama yine de, ’30’ların, ’40’ların kolektivizmiyle, kolektif mülkiyetiyle 1977’ninkinin aynı şey olmadığının belirtilmesi gerekiyordu. Mandel’in “sosyalizm” adına övdüğü şeyin sosyalizmle ilişkisiz olduğunun bilinmesi için. Yine gerçeklerle ilgisiz tezlere sahip olma ve bürokrasi sorununda salt düşünceye özgü, kaynağını olumlama ama sözde bürokrasi karşıtlığı bayrağı sallama tutumunun bilinmesi için. Gorbaçov zamanında artık herkesin görebileceği, bugünden bakıldığında ise hiç kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek haline gelen, birimleri (fabrikalar, işletmeler, dağıtım ve tüketim örgütleri) ve gruplar (kolhoz vb.) arasındaki ilişkiler, Mandel’in sözde eleştirmeye yöneldiği Nove’nin öngördüğü biçimde, rekabet, kâr ve piyasaya dayalı olarak kurulan “piyasa sosyalizmi”nin kolektif mülkiyetine, kapitalist karakterde bir kolektif mülkiyete dönüşen şeyin övülmesine, bir teorisyen olarak, Mandel’den başka, kolaylıkla cesaret edebilenler, ancak modern revizyonistler olmuşlardır. Gerçeği embriyon halinde yakalayıp saptamak ve geleceğe ilişkin yol gösterici genel çıkarsamalarda bulunmak, Marx türü gerçek teorisyenlerin ayırt edici özelliklerindendir. Gerçek, hele 1977’de, gelişmiş haliyle ve bütün çıplaklığıyla görünür olmuşken, üstelik bu gerçeğe dikkat çeken Marksistler varken (devlet kapitalizmi tezi) ve -Mandel’den yaptığımız 7 nolu aktarmada görüldüğü üzere- Marksistlere ve tezlerine karşıt olarak, hâlâ, gerçeği yakalayamamak da değil, ısrarla düşünsel bir başka “gerçek”i, bir düş ürününü, gerçek adına öne sürmek, tez sahibini, yine teorisyen yapar, ama bu kez farklı türden bir teorisyen. Örneğin, Dühring türünden.

 

10.

Peki, 1974–75 krizinin revizyonist ülkeler üzerindeki etkisine ne demeli? Kriz koşullarında bu ülkeler büyümeye devam mı ettiler ve eğer ettilerse, bu, onların “kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında” sosyalist ülkeler olduklarının mı kanıtıdır? Bu konuda Mandel haklı mıdır?

Birincisi, Mandel’in tablolaştırdığı SSCB, D. Almanya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve Yugoslavya’nın sanayi büyümelerine ilişkin 1974 ve 1976 rakamları, sayılan ülkelerin hiçbirinin büyüme oranlarının yükselmediğini ama düştüğünü göstermekte, dolayısıyla Mandel kendi kendisini yalanlamaktadır. Bu rakamla, örneğin, SSCB açısından 8,0’den 4,8’e, Macaristan açısından 8,4’den 5,0’e düşmüştür.

İkincisi, Mandel’in kendisi, bu ülkelerde verilerin düzmeceliği üzerinde durmuştur. (Bkz. Piyasa Sosyalizmi Tartışması sf. 100) Bu verilerin güvenilirliği yoktur; bu tür rakamların yüksek gösterilmesi adetten olmuştur.

Üçüncüsü, bu ülkeler, gerçekleşen kapitalist restorasyona rağmen, hızlı tıkanmaların önünü kesen avantajlardan yararlanmaktaydılar. Sosyalizm döneminden yaratılma güçlü bir sanayi temeli ve potansiyeline sahip oldukları gibi, sosyalizmin itibarını kullanarak emekçileri seferber etme olanaklarının sınırına ’74-’75’de henüz gelmemişlerdi.

Dördüncüsü, tekelci devlet kapitalizmi, diğer kapitalist ülkelere göre, yukarıdan zorlamanın bazı avantajlarına sahiptir. Hitler’in “tereyağı yerine top” siyasetinin krizi erteleyici sonuçları ve özellikle SSCB’nin dev silahlanma harcamalarının bu açıdan rolünü göz ardı etmek olanaksızdır.

Beşincisi, kapitalist krizin, tüm kapitalist ülkelerin ekonomik, toplumsal, siyasal vb. gelişme özgüllüklerinin tümünün birden üzerinden atlayıcı ve zamandaşlaştırıcı olduğunu düşünmek, gelişmiş uluslararasılaşma düzeyine rağmen abestir. Krizin bütün ülkeleri aynı anda ve düzeyde etkilemesi, kapitalist ekonominin işletmeler ve bölgeler açısından olduğu gibi ülkeler açısından da eşitsiz gelişmesi eğilimine terstir. Kimi ülke krizden çok, kimi az, kimi erken, kimi geç etkilenecek, hatta etkilenmemeyi başaranlar bile çıkacaktır. Ve üstelik revizyonist ülkeler, birbirleriyle ilişkileri alanı dışında, sıradan kapitalist ülkelerin sahip olduğu uluslararası ilişkiler düzeyinin yanına bile yaklaşamamışlardır.

Dördüncü ve beşinci faktörler bir arada alındığında, tarihin, bir dizi ülke krizin pençesine düşerken krizi erteleyebilen ülke örnekleriyle dolu olduğu görülecektir. Savaş harcamalarını artırarak ekonomilerini savaş haline göre yeniden örgütleyen Almanya, Japonya ve İtalya gibi ülkeler, devlet tekeline verdikleri ağırlığın da katkısıyla, 1937’de baş gösteren krizden ABD, İngiltere, Fransa gibi etkilenmediler. Çok daha güçlü bir krizin yolunu açmış ama ’37 krizini ertelemeyi başarmışlardı. 1938’de ikinci tür ülkelerin sınai üretim hacimlerinde ciddi düşüşler görülürken, Japonya ve İtalya’da durgunluğa işaret edebilecek küçük düşüşler ve ama savaş ekonomisi yoluna bu ikisinden daha geç giren Almanya’da ise yükseliş yaşanmıştır.

Her şey bir yana, SSCB ekonomisinin tarihte görülmemiş ölçüde savaşa bağlanmasıyla krizlerin ertelenmesinin sonucu sorulmalı Mandel’e. Üstü üstüne yığılan kriz yükleri ve tıkanma; önce, bu yüklerin çoğunlukla yıkıldığı çevre ülkelerin çökmesi ve ardından SSCB’nin çöküşü.

Ve Mandel’in merkezi planlamaya yönelttiği övgülere değinmeye hiç gerek yoktur. Mandel, merkezi plan övgüsünden bürokratik olarak nitelendirdiği merkezi plan yergisine geçmiş ve merkezi ve merkezsizleştirilmiş düzeylerde “demokratik planlama” tezine varmıştır. Artık merkezi planlama düşmanıdır.

Şu ya da bu, Mandel, “merkezi planlamanın üstünlüğü” tezinden vazgeçmiş; merkezi planlama ve piyasa karşısında bir “tertium datur”, “üçüncü alternatif” savunmaya başlamıştır. Aslında, güme giden, ’77’de revizyonist ülkelere ilişkin bütün düşünceleri ve bütün yazdıklarıdır. Troçkistler de, varlık nedenlerini ilgilendiren konularda olsa bile, görüş değiştiriyor.

Değiştirmedikleri görüşleri, tamamen varlık nedenlerinin özüne ilişkindir: Stalin düşmanlığı ve başka bir yerden değil ama buradan kaynaklanan temelsiz bir “bürokrasi düşmanlığı”! Hatta herhangi bir bürokrasiye de değil, iki tür düşmanlıklarını birleştirerek ifade ettikleri “Stalinist bürokrasi”ye düşmandırlar, bu düşmanlığı yüceltirler. Saplantılarıdır. Bu, saplantı halinde bir proletarya diktatörlüğü düşmanlığıdır. Hiçbir burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi akımı ideologunun ne denli üstünü örtmeye çalışsa da gizleyemediği bu özellik, Mandel’in de yön vericisidir.

 

11.

Sadun Aren:

“… Bir grup insan yapacak, onlar yönetecek. Bu sosyalizme aykırıdır. Sosyalizmin, ilk tanımına dönmek lazım. Bu tanıma göre, sosyalizm özgürlük demektir, barış demektir, eşitlik demektir, kimsenin kimseye tahakküm etmemesi demektir.” (11)

Aynı Nove gibi, özgürlük yanlısı. Özgürlük ve eşitlik istiyor, güncel “kirli savaş” nedeniyle yanına bir de barış’ı katıyor ve buna sosyalizm diyor. Yetmiyor; vurgu yapıyor: “Sosyalizm kimsenin kimseye tahakküm etmemesi demektir”.

Yalnız değildir. Kitaplaştırılan aynı panelde konuşan bütün Troçkistler, daha dolambaçlı yoldan ve daha tumturaklı laflarla bu konuda onunla birlik halindedir.

Nail Satlıgan:

“Sadun Aren’e tamamen katılıyorum, sosyalizm demek özgürlük demektir, insanın özgürleşmesi demektir, sınıfların ortadan kalkması demektir. Sınıfsız, sömürüşüz bir toplum demektir. O bakımdan aramızda hiçbir ihtilaf yok.” (12)

Satlıgan’ın sosyalizmi ise, adını açıkça koymak gerekiyor, komünizmdir, ilk değil ikinci evredir. Komünizm, gerçekten bir özgürlük dünyasıdır, insanın kendisinin efendisi olacağı bir dünyadır. Peki, Aren’in istediği “eşitlik”e ne diyecek Satlıgan? Hayır, ona haksızlık edilmemeli, istediği komünizm falan değildir. Aren, 18. yüzyıl aydınlanmasının, Fransız devriminin “eşitlik ve özgürlük” davasını gütmektedir.

Satlıgan’a gelince; açıkça piyasa ilişkilerini ve “piyasa sosyalizmi”ni savunan Aren’e, özgürlükçülüğü dolayısıyla komünistlik yükleme ve ona katılma gafleti bir yana, plan tartışmasında, özgürlük ve komünizm üzerine boş lafa gerek yoktur. Tartışılan gerçek komünist hareketin plan ihtiyacı olmak gerekirken, ayaklar yere basmak zorunludur; yoksa, komünizm (sosyalizm diyor) üzerine gevezelikle inkıtalara oynamak değil. Bu tutum, Aren’in burjuva özgürlükçülüğüne ve eşitlikçiliğine gerçekten katılmaya işaret eder. Kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında ya da onun eşiğinde, komünizm ve özgürlükler üzerine boş laf, her türden tahakküm karşıtlığı ve eşitçiliğin tek bir anlamı vardır burjuva özgürlükçülük ve proletarya diktatörlüğü karşıtlığı.

Devam edelim.

Birol Sümer:

“Şimdi öncelikle iktidarı ele geçirmek gerektiği doğru… Bu anlamda politik üst yapıdan bir müdahale gereklidir. Ancak bu sağlandıktan sonra, sosyalizmin önündeki engeller kaldırıldıktan sonra sosyalist ilişkiler gelişecektir… Sosyalist ekonomi özgür emekçilerin üretim birliğinden başka bir şey değildir. Baştan piyasa olmalı, ancak süreç içinde planlama, kolektif üretim denilen şey özgür emekçilerin gönüllü üretim birliklerinden başka bir şey olamaz… Sosyalizm, eşit ve özgür bir toplum özgürlükler kısılarak yaratılamaz.” (13)

Sümer lafı iyi dolandıramıyor, belirgin açıklar veriyor!

O da komünizm yerine sosyalizm terimini kullanıyor. Özgürlük edebiyatını o da yapıyor, eşitlikçi ve özgürlükçü. Devrimi zorunlu görüyor ve bir geçiş (kapitalizmden komünizme) ihtiyacını belli belirsiz öngörüyor. “Başta piyasa olmalı” diyor, “süreç içinde planlama” diyor. Sürecin niteliğinin ayrıntısı ve eleştirisine girmeyeceğiz (piyasa değil, sınırlandırılmış piyasa ya da bir dizi piyasa kategorilerinin olabilirliği ve baştan itibaren planlama gibi), ama burada bir geçiş fikri var. Sorun Mandel’den öğrenilenlerin dümdüz ortaya konmasında çıkıyor: Sosyalist ekonomi eşittir “özgür emekçilerin üretim birliği” ve bu “birlik”in sürece bağlanmaması kavrayışı. Devrim sonrası, devletleştirmeye de itiraz edilerek, öngörülen, şu “birlik”! Bu, belirtilmekle kalınmıyor, vurgulanıyor: “Eşit ve özgür bir toplum özgürlükler kısılarak yaratılamaz”. Bal gibi özgürlüklerin kısılması demek olan, başka türlü anlamsızlaşacak proletarya diktatörlüğü ve onun denk düştüğü toplumsal geçiş, o belirsiz “geçiş” fikriyle çelişmek üzere, inkar edilmiş oluyor. Özgürlükçülük, inkârcılıktır, kapitalizm yolculuğudur.

Bir başka Mandel öğrencisi, Saruhan Oluç’tur:

“… Tartışma aslında sosyalizmin ne olduğu tartışmasıdır. İki yol vardır. Bir tanesi, sosyalizmin bürokratik yöntemlerle bir azınlığın yukarıdan aşağıya oluşturduğu bir plan çerçevesinde kurulan bir düzen olduğunu savunur. Bu yaklaşımın sınıfsız toplumla ya da sosyalizmle bir ilgisi yoktur.

Plan açısından baktığımızda ikinci yol ise doğrudan üreticiler kitlesi tarafından, merkezileşmiş işçi ve emekçi iktidarı aracılığıyla gerçekleştirilen demokratik bir plan mekanizmasıdır ki, bilinçli ve özgür faaliyet zemini üzerinde örgütlenmiş bir özyönetimi öngörür.” (14)

Özgürlük düşkünlüğü, doğrusu Oluç’ta da olağanüstü boyutlardadır. O kadar ki, o, komünizmin alt ve üst evrelerini birbirine karıştırarak lafı dolandırmak ihtiyacı da hissetmez. Acemilik ya da özgüvenden. Dobradır. Planlamayı ve dolayısıyla ekonominin yönetimini ve aslında anlaşıldığı gibi siyasal yönetimi de gerçekleştirecek egemenlik biçimi özyönetimdir. Doğrudan üreticiler kitlesinin yönetimidir. Demokrasi doğrudandır. Faaliyet zemini özgürlüktür. Gerçi, üreticilerin “doğrudan”lığıyla çelişme oluşturmaktadır, ama bu özyönetim “işçi ve emekçi iktidarı” “aracılığıyla” gerçekleşecektir. Onun karıştırıcılığı da burada belirmektedir. Herhangi bir aygıt aracılığıyla yönetim, yöneten-yönetilen ilişkisinin -zıtlık ilişkisi olmaktan kurtulmakla birlikte- henüz yok olmadığını, yönetenle yönetilen arasında bilinçli çabayla, ama yalnızca bilinçli çabayla değil, asıl olarak emek üretkenliğinin yükselmesiyle giderek yok olmaya yüz tutacak farklılıkların bulunduğu anlamına gelir. Buysa, henüz üreticilerin doğrudan ve özgür birliği ya da yönetimine ulaşılamamış olması demektir. Ve zaten buna ulaşıldığında, herhangi tür siyasal aygıta, örneğin bir “işçi ve emekçi iktidarına yer kalmamış olacaktır.

Oluç da, yine birinci ve ikinci evreleri birbirine karıştırmaktadır.

Ve bir de şu aracı kurumu, proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamaya dili varmamaktadır. Özgürlükçülük belası, onu proletaryanın tek başına ve kimseyle paylaşmayacağı iktidarına gönlü razı olmamaya götürmektedir. Proletarya iktidarı, sanki proletaryanın emekçilerle ittifakına dayanmıyormuş gibi, sınıfın tek başına ve kimseyle paylaşmadığı iktidarının özgürlük darlığına delalet edeceği kaygısıyla, özgürlükler adına, iktidar, “halkın iktidarı” olarak genişletilmektedir. Bir yandan özgürlükler, “özgür faaliyet”, diğer yandan “halk iktidarı”! Ve dikkat edilsin, ne denli özyönetim denirse densin devlet var ve komünizmin birinci evresi konuşuluyor. Şu kötü ünlü “özgür halk devleti” noktasına gelmedik mi?!

 

12.

Mandel, çömezlerinden hiç de farklı konuşmaz. Zaman zaman üst evreye ilişkin yaptığı laflamalar da tamamen “bugünü”, ilk evre gerçeğini ilgilendiren bir pratik adamı olan Nove bile, “Bırakın dünyayı, büyük bir ülke ölçeğinde bile ‘birleşmiş üreticilerin kendi kendini yönetmesi’ benim açımdan sadece bir slogandır, pratik bir program değil. ” (15) derken, Mandel “tertium datur” der ve şunları söyler:

“Demek ki -etkinlik, iş birliği ve yenilikle ilgili olarak- güdülenme konusu, sosyalist bir demokrasi için kesinlikle aşılmaz bir sorun değildir. Daha ivedi bir güçlük halk egemenliğinin kendisinin kurumlaştırılmasında yatmaktadır.” (16)

Aktarma, Mandel’in “sosyalist demokrasi” üzerine, yani ilk evre üzerine konuştuğuna işaret içindir. Henüz devlet vardır. Mandel egemenlik ilişkilerini varsaymakta ve bu ilişkinin kurumlaşmasından söz etmektedir. Bir de “halk” sorunu var. Ona değineceğiz.

Devam edelim. Mandel “ivedi güçlük”ü şöyle aşar:

“Alternatif yok mudur? Bu makalenin ana fikri, bir çıkış yolunun, iyi ki, bulunduğu yolundadır – demokratik olarak eklemlenmiş ve merkezileştirilmiş öz yönetim, bağlaşık üreticilerin öz egemenliği. Halk egemenliği, topluluk içindeki genel ve tikel çıkarlar arasında öncel ve eksiksiz bir uyum olduğu varsayımına bağlı değildir.” (17)

Ve ileride ayrıntılarını da göreceğimiz, “alternatifinin temel dayanağını ya da başlıca kaygısını ortaya koyar:

“Bu konu, olanaklı en büyük ekonomik verimlilikle ilgili değil… Olanaklı en geniş insan özgürlüğüyle, yani bireye dıştan dayatılan kısıtlamalardan (ister ekonomik, ister politik, işterse toplumsal-kültürel olsun) kurtuluşla ilgilidir. ” (18)

Böyle olmadığını, konunun, temelde, emeğin verimliliğinin yanı sıra esas olarak emek üretkenliğinin düzeyiyle ilgisinin yadsınmasının insanı hayalciliğe sürükleyeceğini belirtelim. Kısıtlamaların, “dıştan”, iddia edildiği gibi, “birileri” tarafından, “bürokrasi” tarafından dayatılmadığı, tersine emek üretkenliğinin görece düşük düzeyiyle doğrudan ilintili olduğu ve yöneten-yönetilen farklılığının kendisinin, emeğin en verimli kullanımının yanı sıra esas olarak emek üretkenliğinin onu gereksizleştirecek yüksek bir düzeyine ulaşılmasıyla yok olabileceği kolaylıkla anlaşılabilir. İnsan özgürlüğünü kısıtlayan dıştan dayatıcı, emeğin düşük üretkenlik düzeyidir. Onun tarafından koşullandırılan, emeğin örgütlenme düzeyi ve örgütlenme yöntemlerinin göreli geriliğidir, emeğin toplumsallaşması ve toplumsal emeğin dayandığı nesnel işbirliği koşullarının henüz yeterince gelişkin olmayışıdır. Üretkenliğin belirli bir gelişkinlik derecesinde, ancak, belirli gelişkinlikte üretim ilişkileri olanaklıdır -ilişkide karşı etki geçerlidir, ama belirleyici değildir- ve demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi kavramların gerçek içeriği, her koşulda, ilişkilerin bu belirli düzeyince verilir. Nasıl ki, buharlı makine, kapitalizme ve kapitalist demokrasiye işaret ederse. Ve burada yöneten-yönetilen zıtlığı kaçınılmazdır. Nasıl ki, elektrik ve gelişmiş makineli büyük ölçekli sanayi, kapitalizmin sonuna ve sosyalizme, sonuç olarak proleter demokrasisine işaret ederse. Burada bürokrasiye yer yoktur; kökü kazınmıştır, büsbütün kazınması ve yöneten-yönetilen farklılığının tamamen silinmesinin olanakları doğmuştur. Ama yalnızca olanakları. Ve yalnızca doğmuştur. Bu süreçte bu farklılıktan tamamen kurtulmak henüz olanaksızdır. Dikkat edilirse, doğaya egemen olmaktan değil, insanın kendisinin egemeni olmasından söz ediyoruz. Ancak bunlardan biri diğerini öngören birbirine bağlanmış süreçlerdir. Giderek insan kendisinin ve doğanın efendisi olduğunda, özgürleştiğinde ise, bu, yöneten-yönetilen farklılığının da aşılması anlamındadır; ne işçi, ne halk ve ne de başka bir egemenlik türüne, devletin kendisine yer kalmaması anlamındadır. Geri üretkenlik düzeyiyle zorunlu olan işbölümü, sınıflar ve onun toplumsal bir meşruiyet zemini sağladığı -demokrasi, özgürlük vb. sorunları ve tartışmalarıyla- devlet, yeterince yüksek bir üretkenlik düzeyinde, işbölümüne kölece bağımlılık ve sınıfların ortadan katkısıyla birlikte kaçınılmazlıkla sönecektir. İşte o andan itibaren, “Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır; asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.” (19)

Ama daha önce değil! Ve o zamana kadar, giderek azalacak olan yöneten-yönetilen farklılıklarına katlanmak zorunlu olacaktır.

 

13.

Mandel’in söylediğinin tersine, siyasal bir birlik, siyasal bir kurumlaşma olmayan “özgür üreticilerin birliği”, halk egemenliği de içinde olmak üzere her türden egemenliği dıştalar, devletin sönmesine denk düşen ekonomik-idari toplumsal bir birlik türü olabilir.

Ve o zamana kadar, özgürlük söylevleri atmak, özgürlükçülük üzerine kurulu tez ve teorilerle kafayı kuma gömmek, özgürlük dünyasına ulaşmanın engelcisi olmaktan başka hiçbir anlama gelmeyecektir. Şimdiye kadar gelmemiştir.

Sadun Aren’den Mandel’e genel olarak özgürlüğe çağrı çıkaranlar, özgürlük sorununu sınıfların kaldırılışına bağlı olarak ele alan Lenin’in benzer çağrılar karşısındaki sözlerinden habersiz olamazlar;

“Sınıfları ortadan kaldırmak için, tek bir sınıf tarafından uygulanan bir diktatörlük evresi, daha açık bir deyişle ezilen sınıfların, yalnız sömürücüleri devirmeye, direnişlerini amansızca bastırmaya değil, ayrıca burjuva demokratik ideolojiden, genel olarak özgürlük ve eşitlik üzerindeki küçük burjuva lafazanlığından da tamamen vazgeçmeye yetenekli bir diktatörlük evresi zorunludur (gerçekte bu küçük burjuva lafazanlık, Marx’ın çok zaman önce ortaya koyduğu gibi, emtia zilyetlerinin ‘özgürlük ve eşitliği’, kapitalistin ve işçinin ‘özgürlük ve eşitliği’ anlamına gelir).” (20)

Sınıfların ortadan kaldırılması perspektif ediniliyor mu? Kapitalizm buna götürüyor ve buna uygun davranmak gerekir deniyorsa, bunun tek yolu vardır: “Bürokrasi” vb. sorununu öne sürüp, eskiden parlamenter avanaklık ve saf burjuva demokratizmiyle yükseltilen “genel olarak özgürlük” ya da özgürlükçülük bayrağına yeni bir gönder yaratmak değil, tek bir sınıf tarafından uygulanacak bir diktatörlükten yana olmak, böyle bir diktatörlük evresini zorunlu görmek.

Mandel’in, karşısına üçüncü alternatifini koyarak reddettiği iki alternatiften biri, bürokratça bulduğu bu tek sınıf diktatörlüğüdür. Bu nedenle proletarya diktatörlüğünün adını hiç anmadığı gibi, kurumlaşmasını özyönetimde bulan “halk egemenliğini savunur. Diktatörlük sözcüğünden bile iğrenir, nitekim “halk egemenliği” der, ama “diktatörlük”ü Stalin’e, “bürokrasiye gönderir: “Stalinist diktatörlük”, “bürokratik diktatörlük” gibi…

Eşitlik, özgürlük ve demokrasi üzerine genel sözlerle sorunu çözme olanağı yoktur. Küçük burjuva sosyalizmi bu sözcükleri yineleyip durur, sosyalizmi onlarla tanımlayıp burjuva ya da proletarya diktatörlüğü dışında “üçüncü bir alternatif” peşine düşer. Bu “üçüncü alternatif”in, biçim olarak, Kautsky’nin ya da Aren ve Nove’ninki gibi geçmiş (burjuva demokrasisi) üzerinden ya da Mandel ve çömezlerininki gibi uzak gelecek (“özgür üreticilerin birliği” ve devletsizlikten) üzerinden gelen itirazlar olarak farklılaşmasının önemi yoktur. Mandel, sözcüklerle ne denli oynarsa oynasın, sınıfların kaldırılmasına bağlanmayan ilk ikisi ve sınıflarla birlikte gereksizleşecek demokrasi kavramları aracılığıyla aranan çözümler, özünde meta ilişkilerinin türevi, bu ilişkilerin hayat verdiği kavramlara takılıp kalmayı ifade eder. Kimse, “olur mu, biz meta ilişkilerine ve piyasaya karşıyız” demesin. Karşı olan gerçekten karşı olur ve gereğini yapar, kavramlarına takılıp kalmaz. Lenin, “Özgürlük, eşitlik ve demokrasi hakkındaki genel sözler, aslında, meta üretiminin ilişkileri tarafından biçimlenen kavramların gözü kapalı bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Proletarya diktatörlüğünün somut sorunlarını böyle genellemelerle çözümlemeye girişmek, burjuva teorilerini ve ilkelerini bütünüyle kabul etmekle birdir. Proletaryanın bakış açısından, sorun, ancak şu biçimde konabilir: Hangi sınıfın baskısından kurtulmak, hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği, özel mülkiyete dayanan bir demokrasi mi, yoksa özel mülkiyetin kaldırılması için bir savaşıma dayanan bir demokrasi mi? vb. (21) der.

Nasıl bir özgürlük? Devletle birlikte mi, “halk egemenliği” altında mı? Bu durumda insan özgürlüğü, mutlaka nesnel birtakım kısıtlamalara konu olacaktır. Üstelik devletle özgürlük sözcüklerinin her bir araya getirilişi saçmalıktan başka bir şey değildir. Engels’in ünlü sözleri bilinir: “… proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. ” (22)

Proletarya değil halk açısından mı bakılacak, halkın gereksinimlerinden mi hareket edilecek? Ama bu, Marksizm’den kopmak demektir. Halk, özgürlüğünü kimden kazanacak ya da egemenliğini hangi hasımlarını alt etmek için kullanacak? Zaten özgür ise (“özgür üreticilerin birliği”), egemen olmaya ve devlete ne ihtiyacı var? Yok, hâlâ devleti varsa, nasıl özgür oluyor, nasıl bir özgürlük bu? Takıntı, Stalin ve ondan kaynaklanan “bürokrasi” düşmanlığı, saçmalığa götürmüştür.

Mandel, proletaryanın bakış açısıyla ilgili değildir. O, Troçki’nin “Stalin tarafından” kısıtlanmış özgürlüğünün aydınca kinini gütmektedir. Ve kuşkusuz, kendisine, küçük burjuvaya, Sovyet iktidarı altında ayak uyduramayarak pek sıkıntı çekmiş küçük burjuva aydına özgürlük istemektedir.

 

14.

Bu özgürlük “genişliği” uğruna, proletaryayı kolaylıkla “halk” içinde eritmektedir. Henüz bir gelecek öznesi olacak “özgür üretici” içinde eritmektedir. Ama henüz devlet kalkmamıştır ve üretici de özgür değildir. Ve proletarya, ya eritildiği “üretici” kavramı içinde gerçekten özgürdür, ama bunun bir tek anlamı vardır: Proletaryanın üretim araçlarından özgür oluşu ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmaması -bu, devletin burjuva karakterine ve kapitalizm koşullarına denk düşer. Ya da proletarya diktatörlüğü- bu durumda da “üretici” kategorisini unsurlarına ayırmak zorunludur.

Lenin, ekonominin yönetiminin “Rusya üreticiler kongresi”ne ait olmasını savunan “işçi muhalefeti”nin, tezlerini, “üreticilerin birliği”ne atıfla Engels’e dayandırmaya çalışmalarını eleştirirken, “Toplumda sınıflar kalmayınca artık yalnız üretici-çalışanlar olacaktır, işçiler ve köylüler olmayacaktır” dedikten sonra, henüz sınıfların varlığını sürdürdüğünü belirterek şunları söylemişti:

“Marx ve Engels sınıflar arasındaki ayrımı unutanlarla, üreticilerden, halktan, ya da genellikle çalışanlardan söz edenlerle amansızca savaştılar. Birazcık olsun Marx ve Engels’in yapıtlarını bilen biri, onların, her yerde, üreticilerden, halktan, genellikle çalışanlardan söz edenleri alaya aldıklarını unutamayacaktır. Genellikle çalışanlar ya da çalışan insanlar yoktur, ama ya üretim araçlarına sahip, bütün zihniyeti ve alışkanlıkları ile kapitalist olan ve başka türlü de olamayan bir küçük patron vardır, ya da bambaşka bir zihniyetle ücretli işçi, kapitalistlerle uzlaşmaz karşıtlık durumunda, çelişki durumunda ve onlara karşı savaşım durumunda olan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır. ” (23)

Mandel’in “özgür üreticilerinin tümü işçi mi?! Onun “halkı” sadece işçilerden mi oluşuyor?!

“Üretici”, “çalışan” ya da “halk”, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar çeşitli unsurlardan oluşacaktır. Başlangıçta, işçilerin yanı sıra küçük üreticiler, küçük patron olacak; SSCB’de olduğu gibi tarımın kolektivizasyonundan sonra da, işbölümüne bağlı olarak sınıf farklılıkları, şehirle kır vb. farklılıkları sürdüğü ölçüde yekpare bir üretici ya da halk kategorisine ulaşılamayacaktır. Örneğin işçiler ve kolhozcu köylülük olacaktır. Üretici kavramı, farkın silinmesiyle, bu da, emek üretkenliğinin yükselişiyle kırla kent arasındaki ayrımın ortadan kalkması (sanayinin yayılması, sanayi-tarım kompleksi vb.) ve köylünün işçi düzeyine yükselmesini olanaklı kılacak emeğin toplumsallaşmasının yüksek bir düzeyiyle, kullanılabilir olacaktır. Henüz farklı toplumsal mülkiyet biçimlerine (devlet ve kolhoz mülkiyeti gibi) yol açan, üretkenliğin görece geriliğine işaret eden emeğin toplumsallaşmasındaki derece farklılıkları giderilemediği koşullarda, sınıf farklılıkları kaçınılmazlıkla varlıklarını korurlar. Ve gerçek özgür üretici hâlâ ulaşılmaz kalır.

Bu farkı hayalen silen özgürlükçü bir Mandel “alternatifi”, salt siyasaldır. Birtakım şatafatlı laflar ve “yüksek teorik açıklamalar” aslında bugünü, -Mandel ve benzeri ideolog ve bilgiç profesörlere, proletarya diktatörlüğü karşıtı küçük burjuva sosyalistlerine bugün tanınan özgürlüğü- kurtarmaya yöneliktir.

Mandel, bunu açıkça söylüyor da. Önce “özgür üreticiyi olanaksızlaştıran farklılık nesnelerinin varlığını öngörüyor:

“Özel ve kooperatif girişimler, küçük çaplı üretimde (tarım, zanaatlar, hizmetler ve benzeri) varlıklarını sürdürecektir. Bireysel girişimcilik yasaklanmayacaktır… gerçek piyasa ilişkileri -yani parayla yürütülen meta mübadelesi- bir yanda özel ve kooperatif kesimler, öbür yanda da bireysel tüketici ya da toplumsallaştırılmamış kesimler arasındaki karşılıklı ilişkilerle sınırlı tutulmalıdır (bunun, insan özgürlüğü üzerinde “dıştan dayatılan bir kısıtlama” olmadığını kim iddia edebilir?- ÖD).” (24)

 

15.

Evet, Mandel’in “özgür üreticisi” de parçalı bir bütündür. Sadece kooperatifçi köylü, zanaatkâr ve benzerlerini değil, düpedüz küçük patronu da içermektedir. Ve bu küçük patronların ve kooperatifçilerin proletarya diktatörlüğü altında ve onun aracılığıyla işçi sınıfı tarafından kazanılıp yönlendirilişi yadsındığında, akla, çoğulcu demokrasiyi davet etmekten başkası gelmez. Öncelikle, “… Bir eşitsiz güç -ister iktisadi eşitsizlik, ister siyasal tekel, ister her ikisinin bir birleşimi olsun-…” (25)  kötülenir ve “gerçek siyasal demokrasinin(agy) varlığı öngörülür. Ardından sıra “çoğulcu demokrasi”ye gelir:

“Fikir ve çıkar çatışmaları kuşkusuz hâlâ çıkacaktır, ama işte bu nedenledir ki sosyalistler çoğulcu bir demokrasiye bağlanmalıdırlar.” (26)

Böyle göğsünü gere gere çoğulcu demokrasinin savunulabilmesi, savunan bir Troçkist de olsa, modern revizyonizmin yarattığı tahribat ortamında burjuva demokratizminin kat ettiği mesafeyi göstermesi bakımından acıklıdır kuşkusuz. Ama siyasette olduğu kadar, ekonomiye müdahalesi (devlet mülkiyeti doğrudan bir tekel olduğu gibi, ticaret üzerinde de devlet tekeli) ve onu yönlendirmesi açısından da tekelci “bir eşitsiz güç”, bir tek sınıf diktatörlüğü olan proletarya diktatörlüğünün yerine, her ne kadar “özgür üreticilerin birliği” ve “halk egemenliği” üzerine söylev çekilse de, sınıfların varlığı koşullarında, gerçekte konacak başka bir şey yoktur. Hayalci siyaset, kaçınılmaz olarak, kendisini dayatan gerçekler üzerinden yapılmak zorundadır. Her yanılsama, zorunlu olarak, kendisini koşullandıran bir gerçeğin ifadesidir. Nasıl ki, Dühring zihinsel olarak yarattığı “sosyalizmi”nde aslında Prusya Almanyası’nı yansıtmışsa, Mandel de, zihinsel üretimi olan “özgür üreticilerin birliği”nde burjuva demokrasisini ifadelendirmiştir.

“Çoğulcu demokrasi”nin, Marksist terminolojide, farklı -ve karşıt- sınıflar arasında uyum adına, kayıkçı dövüşü yapılan parlamentosuyla, onun unsurları partileriyle burjuva demokrasisinden başka bir anlama gelebileceğini herhalde kimse iddia etmeyecektir!

Bu noktada, Lenin’in “proletaryanın bakış açısından” sorunun, “hangi sınıfın baskısından kurtulmak”, “özel mülkiyete dayanan bir demokrasi mi, yoksa özel mülkiyetin kaldırılması için savaşıma dayanan bir demokrasi mi” biçiminde konulabileceğine ilişkin söyledikleri tayin edici olmaktadır. Mandel’de ne proleter bakış açısı ne bu sorulara verilecek yanıt vardır ve ne de o bu sorulan yanıtlanmaya değer bulmaktadır. Ama çoğulcu demokrasinin, egemenlik biçimi olduğu burjuvazinin baskısından kurtulmak ve özel mülkiyete dayanan böyle bir demokrasiyi yıkmak için proletaryayı kendisine karşı mücadeleye iteceği kesindir. Bu demokrasi, proletaryaya ait değildir.

Proleter demokrasisinin çoğulculukla, çoğulcu demokrasiyle ilgisi, ona düşmanlıktır. Bunun anlamı, sadece iktidarı hiç kimseyle paylaşmayan tek parti yönetimi değildir; ama burjuvaziye karşı ve özel mülkiyeti kaldırmak için tek sınıfın diktatörlüğü olmasıdır. Mandel’in “bürokratik diktatörlük” suçlaması ve “bürokrasi”den kaçarken çoğulculuğa savrulmasının nedeni de budur. O tek parti yönetimine ve onun temeli olarak tek sınıf diktatörlüğüne, proletarya diktatörlüğüne karşıdır.

 

16.

Mandel’in, bir çoğulcu demokrasi olan “halk egemenliği”nin kurumlaştırılmasına, egemenliğin biçimine ilişkin “alternatifi”, Sovyetlere karşı, “eklemlenmiş öz-yönetim”dir. Farklı sınıflardan üreticiler, aralarında bir yöneten-yönetilen ilişkisi olmadan, işçi sınıfı diğer sınıf ve tabakaların öncüsü, kazanıcı ve sürükleyicisi olmadan, “özgür faaliyet” zemini üzerinde, yani her sınıf kendi sınıfsal çıkarını savunup, “özyönetim konseyleri” aracılığıyla bu çıkarlarını gerçekleştireceklerdir. Proletarya dışındaki sınıfların, küçük patronun örneğin, sınıfsız toplumla kuşkusuz çelişecek, mülkiyetçi ve edinmeci çıkarlara sahip olduklarından ise, kuşku duyulamaz. Ama hiçbirinin mülk edinme ve sömürme özgürlükleri “dıştan dayatmalarla” kısıtlanamayacaktır. Eklektizme yer yoktur; bu durumda proletaryaya kalan açlık disiplinine boyun eğme -ya da ölümü seçme- özgürlüğünden başkası değildir.

Paris Komünü’nün birikimi üzerinde yükselen ve iki Rus devriminin evrensel bir değer kazandırdığı proleter demokrasisi ya da diktatörlüğü biçimi ise Sovyetlerdir:

“… Sovyetler iktidarı proletarya diktatörlüğünün, kendi öz deneyimleriyle proletaryanın disiplinli ve bilinçli öncüsünü en güvenilir kılavuzları saymasını öğrenen onlarca ve onlarca milyon emekçiyi ve sömürüleni yeni bir demokrasiye, devlet yönetimine özerk olarak katılma durumuna yükselten bu öncü sınıfın diktatörlüğünün örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir.” (27)

Bu pasajda Lenin, Mandel’in bütün görüşlerini çürütmektedir. Peki, Sovyetlerin “özgür üreticilerin birliği” ile ilişkisi nedir? Mandel’in bu “birlik”in gerçekleşme biçimi olarak gördüğü “öz-yönetim” fikrinin tam tersine, Lenin, proletarya diktatörlüğünün biçimi olan Sovyetleri, özgür üreticilerin birliğinin kurulmasının öğrenileceği başlıca zemin olarak tanımlamaktadır:

“Yeni bir toplumsal disiplinin, özgür emekçilerin özgür bir birliğinin kurulmasını öğrenmeye sömürülenler yığını, yalnız kitaplardan değil, ayrıca kendi öz pratik deneyimine de dayanarak, ancak Sovyetler içinde başlayabilir.” (28)

Sovyetler, “bürokrasi” kaygısıyla “alternatif” biçimler aranmasını gereksizleştiren türden örgütlerdir. Sömürülen yığınların iktidara doğrudan katılımlarını olanaklı kılan kitle örgütleridir. Ama “üretici” ya da “halk” genel kategorileri içinde işçi sınıfının eridiği, eritildiği, proletaryanın, kendi devrimine kadar bütün devrimlerde olduğu gibi, halkın genel çıkarları adına burjuvazinin özel çıkarlarının peşine takıldığı, parlamenter türden yabancılaştırıcı örgütlerden değildir. Proleter iktidarın örgütüdür.

 

17.

Bu örgütlenmede, doğuşu ve gelişmesi bakımından sınıflar arasında tam bir eşitlik var sayılamaz, yoktur. Proletarya bir önceliğe ve üstünlüğe sahiptir. Bu üstünlük ve öncelik, istek ya da “bürokratça” arzular sorunu değildir. Tarihsel gelişmenin zorunlu sonucudur. Kapitalizm, kırı ve köylüyü geri, dağınık, örgütsüz ve kültürsüz bırakırken, proletaryayı büyük işletmelerde toplayıp yeni bir dünyanın kurucusu olarak eğitip örgütlemiştir. Emeğin toplumsallaşmasını ilerleterek ona, kolektivizmi, disiplin ve örgütleme yeteneğini aşılayan kapitalizmdir. Kapitalizmin tam ve sonuna kadar düşmanı, sermayenin uzlaşmaz karşıtı ve üretim araçlarından tümüyle kopmuş ve bu nedenle kararlılık, mücadele gücü ve azmiyle doldurulmuş olan proletaryadan başkası değildir. Kapitalizm onu, bu üstünlüklerle donatıp kendisine karşı mücadelenin öncüsü kılarken, kapitalizm koşullarında ve kapitalizme karşı mücadele örgütü olarak doğup iktidar örgütü olarak gelişen Sovyetlerde bu üstünlüklerin, bir dizi önceliğe de yol açarak yansımaması düşünülemez. Önce, bu üstünlük Sovyet iktidarına pratik olarak yansımıştır. “Proletaryanın örgütlenmesi, köylülüğün örgütlenmesinden çok daha hızlı gelişiyordu ve bu durum işçileri devrimin dayanağı durumuna getiriyor, onlara gerçek bir üstünlük sağlıyordu.” (29) Bunların bir kısmı geçici önceliklerse (başlangıçta oy hakkı olarak işçinin köylüye üstünlüğü gibi) ve çok geçmeden giderilmeleri gerekirse, bilinç, disiplin, örgütlülük ve eğitme yeteneği üstünlüğünün, sömürülenlerin diğer sınıf ve tabakalarının, sömürünün ve sınıfların kaldırılması için mücadeleye seferber edilmesi, eğitim ve örgütlenmeleri için kullanılması gerekir. Proletaryaya önderlik, birileri öyle istediği için değil, maddi toplumsal koşulların zorunlu bir sonucu olarak tarihsel olarak yüklenmektedir. Ve örgütleme yeteneği, bilinç ve disiplinin derecesinin, toplumsallaşmanın ilerlemesi ve sosyalist inşa sürecinde, -meta ilişkilerinin sınıf farklılıklarıyla birlikte tamamen giderilmesiyle birlikte yüksek bir emek üretkenliği düzeyinde yok olacak olan- emeğin toplumsallaşması arasındaki derece farklarına bağlı, çeşitli sınıflar açısından farklı kalmaya devam edecek olmasından tek bir sonuç çıkar: İşçi sınıfı öncülüğü gelgeç bir sorun değildir, sınıfların ortadan kaldırılması sürecinin bütününü kapsar. Örneğin tarımın kolektifleştirilmesiyle örgüt, eğitim, bilinç vb. açısından gelişme olanağına kavuşan ve gelişme yoluna giren köylülük bu yönden ilerleyecek, ama onu ilerleten işçi sınıfı, kuşkusuz onu daha da ilerilere doğru yöneltmek üzere ondan daha fazla ilerlemiş olacaktır. Bu nedenle Sovyet iktidarı, işçinin buyruk ve yönetiminin aracıdır. “Kendi işçi iktidarımızı korumak, küçük ve çok küçük köylülüğümüzü onun buyruk ve yönetimi altında tutmak için, en büyük ihtiyatı göstermeliyiz.” (30) diyen Lenin, işçi sınıfının bu önceliği ve onun öncülük olarak gereğinin yerine getirilmesi üzerine de şunları söyler:

“Sovyet devlet örgütlenmesi, sosyalizmden önce gelen kapitalizmin tüm gelişmesiyle emekçi yığınların en yoğun, en birleşik, en bilgili ve en savaşkan bölümü durumuna gelen kentsel sanayi proletaryasına belli bir öncelik kazandırır. Bu önceliğin kesin ve sürekli olarak, kapitalizmin emekçi yığınları rakip gruplar halinde bölmek amacıyla onlar arasında geliştirdiği sıkı sıkıya korporatif ve sıkı sıkıya mesleki çıkarları dengelemek, proleter ve yarı proleter köylülerin en geri ve en dağınık yığınlarını öncü işçilerle daha yakından birleştirmek, onları kulakların ve kırsal burjuvazinin etkisinden kurtarmak ve komünizmin kuruluşu yönünde örgütleyip eğitmek için kullanılması gerekir. (31)

Mandel’e göre, işçi sınıfının öncelik ve öncülüğünün ne önemi ne de gereği vardır: İşçiler diğer sömürülenlerle birlikte “halk” ve “özgür üreticilerin birliği” içinde erimişlerdir; aralarındaki öncülük ilişkisi (ileri ile geri olan, öncü ile “artçı”, yöneten-yönetilen ilişkisi olarak) ise, “özgürlük kısıtlayıcısı” “dıştan dayatmalar” kategorisindendir.

Mandel “bürokrasi düşmanı” özgürlükçü kaygılarıyla yalnızca yönetici öncü parti fikrinin ölesiye düşmanı olmakla kalmaz, parti öncülüğünün dayanağı olarak, aslında reddettiği sınıf öncülüğüdür, proletaryanın öncü rolüdür.

Proletarya diktatörlüğünün Sovyet biçimi altında örgütlenişi ile proletaryanın öncü rolü arasında ve “bağlaşık özgür üreticilerin” ya da “halk egemenliği”nin biçimi olan “eklemlenmiş özyönetimi” ile proletaryanın öncü rolünün inkarı arasında aynı derecede kopmaz bağlar bulunur.

 

18.

Küçük patronlar olan köylülüğün, köyün proleter ve yarı proleter katmanları ve kentin sömürülen emekçi yığınlarıyla birlikte işçi sınıfı tarafından kazanılmaya, eğitilip örgütlenmeye, yönlendirilip yönetilmeye ihtiyacı var mıdır yok mudur? Mandel’e göre yoktur.

Mandel, sınıfların kalkışını, sınıf mücadelesine bağlı olmayan kendiliğinden bir süreç olarak kavrar. Makalelerinde bir-iki yerde kullandığı “işçi” sözcüğü dışında, “alternatifi”nde ne sınıflara ne sınıf öncülüğüne ne de sınıf mücadelesine (ve onun kaçınılmaz kıldığı -zor ve örgütlendirme aracı- diktatörlüğe) yer vardır. “Öz-yönetimi”, hiçbir örgütlendirme çabası ve yönlendirmeyi içermez, hiçbir baskı ve zora dayanmaz, tersine “dıştan dayatılmış özgürlük kısıtlamaları” bütünüyle reddedilir. Bu, “bürokrasi düşmanlığı”nın gereğidir!

“Özyönetim”, “özgür üreticiler”in kendi kararlarını kendilerinin alması demektir; kararların ne yönlendirilmesi (örneğin yüksek emek normlarının teşviki, köylülüğün kooperatifler içinde örgütlenmeye teşvik edilmesi ve örgütlendirilmesi gibi) ve ne de zorlanması (örneğin piyasa ilişkilerinin korunması ve geliştirilmesi yönündeki kararların önünün alınması, küçük burjuva anarşizmi ve dağınıklık teşvikçiliğinin zorla dağıtılması gibi) caizdir. Çünkü bu diktatörlüktür! Diktatörlük olduğundan kuşku yoktur ve bu diktatörlük zorunludur. Mandel’e göre ise, “bürokratik”Iikle eşitlenen diktatörlük hiç olmayacaktır:

“… İş yükü (emek normları- ÖD) ile ilgili kararlar bilinçli ve demokratik bir biçimde üreticilerin kendileri tarafından alınmazsa bu kararlar, onlara -ister Stalin’in insanlık dışı çalışma mevzuatınca, ister günümüzdeki milyonlarca işsiziyle, emek piyasasının acımasız yasalarınca- diktatörce dayatılır.” (32)

Üreticilerin tamamen kendilerinin almaları gereken kararlara karışıldığı ölçüde, bu kararlar yönlendirildiği, örneğin küçük köylüye çıkarının şurada değil de burada olduğu gösterildiği ölçüde, Mandel’in inkâr edilmesini öngördüğü diktatörlük tutumuna düşülecektir. Ama bu diktatörlük, tek sınıf diktatörlüğü zorunludur.

Mandel “üreticilerin birliği” içinde ve “özyönetim” koşullarında “özel girişimci vb.nin bulunacağını, bulunduğunu itiraf eder. Ortam, sınıflar ve sınıf farklılıkları ortamı olacaktır. Önce sömürücü sınıflar (kulak vb. türünden) bile olacak, onların tasfiyesiyle kapitalizmin kalıntıları ilk evre boyunca varlıklarını sürdürecekler ve bu da sınıf farklılıklarını (işçi, kooperatifçi köylülük vb.) koşullandıracaktır. Ama diktatörlüğe şiddetle karşı çıkılacaktır! Peki, işçi sınıfı, kapitalist sınıf, unsur ve kategoriler üzerinde baskı ve (tasfiyeyi içeren) sınırlandırma ve emekçi sınıflara yönelik örgütlendirici rolünü diktatörlüğü aracılığıyla gerçekleştirmeden, sınıfsız topluma öyle tümüyle barışçıl ve kendiliğinden nasıl varılacaktır?

Lenin, “Sınıfların ortadan kaldırılması (eski sosyalizm ve sosyal demokrasi içindeki sersemlerin sandığı gibi) sermayenin iktidarının devrilmesinden, burjuva devletin yıkılmasından, proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra yok olmayan, bilakis sadece biçimleri değişen ve birçok açıdan daha da acımasızlaşan uzun süreli, zorlu, inatçı bir sınıf mücadelesinin eseri olacaktır” (33) der. “Özgür üreticilerin birliği”, ne hemen mümkündür ne de inatçı bir sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olmadan. “Özyönetimci” al gülüm-ver gülüm tutumuyla, sınıf mücadelesinin konusu olmayan öyle “özgür kararlar”la sınıfsız toplum olanaksızdır.

Mandel’e göre öyle değildir. Ama o zaman, varılacak yer, hareket edilen noktadır: Üretim anarşisi ve kölesi olunan, aydınlara bahşedilmiş “özgürlüğü” ile burjuva demokrasi ve kapitalist toplum. O, sevimli çoğulculuk!

Ve yine sınıf mücadelesi. Ama Mandel’e de karşı. Onun bir parçası olduğu çoğulcu demokrasiye karşı.

Bürokrasiden kör nefretin savurduğu yer burasıdır.

 

19.

Bürokrasi sorunu ve ona bağlı olarak diğer sorunlar nasıl ele alınmalıdır?

Her proleter devrimin temel sorununun, burjuva devlet aygıtını kırıp parçalamak olduğu biliniyor.

Bu, diğer nedenlerinin yanında, bu aygıtın bürokratik ve militarist niteliği dolayısıyladır.

Genel olarak devlet, sınıf karşıtlıklarının bir ürünüdür ve sınıfların ortadan kaldırılmasıyla birlikte sönecektir. Bilince (siyaset, örgüt vb.) ilişkin toplumsal sürecin örgütlenmesi olarak bir üstyapı kurumu olan devlet, insanlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal ilişkinin zorunlu sonucudur. Sosyal faaliyetin bizzat kendisine ilişkin olan işbölümü ile bu faaliyetin ürününe ilişkin olan özel mülkiyet, birbirine kopmaz bir bağla bağlıdır ve aslında özdeş ifadelerdir. Önce emek üretkenliğinin en geri düzeyinde henüz insanların “keşfetmediği”, ama onun belirli bir düzeyinde zorunlu ve sonra yüksek bir düzeyinde gereksizleşen özdeş kategoriler olarak. Özel mülkiyet, üretici emeğin kendi ürünü karşısında yabancılaşmasını temsil eder. İşbölümüne dayalı sosyal faaliyetin zorunlu sonucu emeğin yabancılaşmasıdır. Emeğin yabancılaşması süreci, aynı zamanda üretenlerin (kol emeği) yönetenlerle (kafa emeği) ayrışması süreci olarak da gelişir. Ve özel mülkiyet koşullan emeği yönetim işinden tümüyle koparır. Kafa emeği, yalnızca yönetmeye özgü bir tür olarak kol emeğinin karşısına çıkar. İşbölümünün bu türü, üretici emekle özel mülk sahipleri arasındaki işbölümünün bir ifadesinden başka bir şey olmaz.

Özel mülkiyet, bireyler ve onların oluşturdukları toplumun ortak çıkarları karşısında, özel çıkarlar olarak, korunmak ihtiyacı gösterir. Kendi çıkarlarının (üretici bireylerin ortak çıkarlarının), kendi ürünlerine el konarak, hiçe sayıldığını sezme eğilimine girebilecek emekçilerin isyanını önlemek (sınıf çıkarlarını “dengelemek” ve sınıf çatışmasını topluma zarar vermeyecek bir boyutta tutarak yatıştırmak) ve yatıştırılamaz olduğunda bastırmak üzere bir aygıt (devlet), bu çıkar parçalanmasının zorunlu sonucu bir toplumsal ürün olarak doğar. Ama daha doğarken, topluma yabancı bir ürün olarak. Özel mülk sahiplerinin, egemen toplumsal sınıfın özel çıkarlarının üreticilerin ve toplumun genel çıkarları olduğu iddiasının örgütlenmesi olarak devlet, bu yanılsamaya hayat vermenin aygıtı olur. Egemen sınıfın özel çıkarları, tek tek özel mülk sahipleri tarafından örgütsüzce değil ama tümünün çıkarlarını onların adına savunacak özel mülkiyetin savunma görevlileri tarafından örgütlü olarak gerçekleştirilir. İdeologları, özel silahlı adamları, adalet dağıtan ve hapishane nezaretçileri olarak vb. görevlileri, kol emeği ile kafa emeğinin birbirinden ayrılmasına denk düşen görevlerini yapacak bir aygıt içinde birleşmişlerdir. Yönetenlerle yöneticiler birbirlerinden kesin olarak koparlar. Entelektüel tekel artık, kol emeğinden tamamen kopmuş haliyle yönetme tekelinin temel bir yönü halindedir. Toplum, egemen sınıfın, düşüncesi, örgüt tarzları, hukuku vb.nin bir bütün olarak egemen olduğu bir yöneten-yönetilen ayrımına mahkûm olur.

Bu, yönetim işlerini egemen sınıf adına yürüten savunma görevlileri yığını, sadece sömürü biçimlerinin değişmesine yol açan her yeni toplumsal ilerleme ve yeni egemen sınıf tarafından yetkinleştirilen bir bürokratik aygıt, bir memurlar ordusu demektir.

İşbölümüne ve özel mülkiyete özgü bu aygıt kırılıp parçalanmadan, özel işbölümü ve özel mülkiyetin yok edilmesi yönünde bir sosyal eylem, komünizm doğrultusunda bir ilerleme olanaksızdır. Komünist eylem, sınıfların ortadan kaldırılması, bürokrasiye dayanamaz. Bu nedenle, bürokratik aygıtın berhava edilmesi ve bürokrasinin tasfiyesi, her sosyal devrimin olmazsa olmaz koşuludur.

 

20.

Öte yandan, bürokrasinin, işbölümü ve özel mülkiyetin zorunlu bir sonucu ve bütün bunların da nedeni olarak emek üretkenliğinin görece geri düzeyinin kaçınılmaz ürünü olduğunun bilgisi, ütopyacılığa düşmekten kaçınmak üzere, anarşizan küçük burjuva özgürlükçülerinin, örneğin Mandel’in sabırsızlığına karşın, bürokrasi eğilimi ve tehlikesine yol açmak üzere, yöneten-yönetilen çelişmesinin bir çırpıda ve son köklerine kadar giderilemeyeceği, dolayısıyla bürokrasinin “büsbütün tasfiyesinin bir tarihsel döneme yayılacağı (birinci evre) Marksist yaklaşımına kaynaklık eder.

Anarşistlerle Marksistleri ayıran, yalnızca, sosyal devrimle birlikte hemen devletin “kaldırılması” ile proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu ve devletin sönmeye terk edilmesi değildir. Proletarya diktatörlüğünün sönme sürecinde bir devlet olması, bürokratik yozluklar olanağı ve tehlikesiyle birlikte bürokrasinin bütün köklerinin ve yöneten-yönetilen çelişmesinin bütünüyle giderilmesinin, devletin sönmesine ve dolayısıyla sınıfların kaldırılmasına bağlanmasının kabulü ya da yadsınması da anarşizan küçük burjuva özgürlükçülerle Marksistleri birbirlerinden ayırır.

Burjuva devletin yıkılmasıyla birlikte, bürokrasi ve köklerine en temel darbe vurulmuş ve yöneten-yönetilen zıtlığı (uzlaşmaz karşıtlık) giderilmiş olur. Ama hâlâ bir çelişme kalır. Yöneten-yönetilen farklılığı, isteğe bağlı olarak hemen kaldırılamaz. Ancak ezilen ve sömürülen yığınların devlet yönetimine aktif olarak katılmasının olanaklı hale gelmesi ve pratik teşvikiyle, bu çelişme, tedricen giderilebilecek, uzlaşmaz karşıtlık biçiminden kurtulmuş farklılıkların hareketine yön verir hale gelir.

Bir şey kesindir: Proletarya diktatörlüğü altında, bir dizi somut belirtisiyle birlikte bürokrasi olanağı ve tehlikesi, yöneten-yönetilen çelişmesinin bütünüyle çözümü ve devletin sönmesine kadar var olmaya devam eder. Devlet aygıtı var oldukça ve proletarya bu aygıtı kullanıp ondan yararlandıkça, bürokrasi olanağı ve tehlikesi var olmaya devam edecek, hâlâ şu ya da bu ölçüde yöneten-yönetilen farklılığı varlığını koruyacaktır. Burada önemli olan, bürokrasi ve bürokrasi tehlikesine karşı savaşı durmaksızın sürdürmektir. Bu sorunu kesin olarak çözecek olan ise, emek üretkenliğinin yükselmesine bağlı olarak işbölümünün ve dolayısıyla, yöneten-yönetilen farklılığı da içinde olmak üzere, bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır.

 

21.

Proletarya diktatörlüğü, en başta, bürokratik aygıtın parçalanmasıyla, bürokrasinin dipten doruğa yıkılması demektir. Ve diktatörlüğün Sovyet biçimi, ezilen ve sömürülen yığınlara devlet yönetimine katılmanın en geniş olanaklarıyla birlikte bürokrasiye karşı savaşma olanakları sunar.

Sovyet iktidarı, eskinin ezilen yığınlarının, özel mülkiyet koşullarında olanaksız her türlü örgütlenmesini kolaylaştırmakla kalmaz; ayrıca bu örgütlenmeleri, yerel düzeyde olduğu kadar merkezi düzeyde de devlet aygıtının sürekli temeli haline getirir. Bu, geniş yığınların devlet yönetimine gerçek katılımını sağlamanın tek yoludur.

Artık -yürütmenin bürokrasiye bırakıldığı- özgürlük ve demokrasi iddiasının sözde genel oya dayalı yanılsama aracı parlamentonun “halk adına” kararlarından, yığınların örgütlerinin (Sovyetler) yalnızca karar alma (yasama) değil, aynı zamanda uygulamasına (yürütme) geçilmiştir. Emekçilerin oyları, artık gerçek oylardır. Seçimler basitleştirilmiş, yeterince sıklaştırılmış ve seçilenler, seçenlerin iradesini yansıtmadığında geri alınabilir kılınmıştır. Seçim bölgeleri, örgütlü katılım ve denetlemeyi mümkün kılmak üzere, mülki birimler olmaktan iktisadi birimlere (fabrika vb.) değişmiştir. Son olarak, seçilenler ya da genel olarak görevliler, artık sıradan bir işçinin ücreti kadar ücret alır ve toplumsal konumlarının maddi çıkar sağlayıcı olmasının önü kesilmiştir. Sovyet iktidarı, komünizme geçişin, bürokrasiye dayanmayan gerçek biçimidir.

Lenin, bu bakımdan Sovyetlerin önemine dikkat çekerek, “Proletarya devrimi eski burjuva devlet aygıtını ancak Sovyet devlet örgütlenmesi yardımıyla bir vuruşta yıkabildi ve dipten doruğa ortadan kaldırabildi; yoksa sosyalizmin kuruluşuna girişilemezdi. Şu anda Rusya’da, devlet aygıtını monarşide olduğu kadar burjuva cumhuriyette de toprak sahipleri ve kapitalistlerin çıkarlarına bağımlı duruma getiren bürokrasi kaleleri tamamen yıkıldı.” (34) der; ama hemen ekler: “Bununla birlikte, bürokrasiye karşı savaşımımız henüz bitmiş olmaktan uzaktır.”

 

22.

Aslında bürokrasiye karşı savaş, bürokratik burjuva devlet aygıtının yıkılmasıyla, “bitmiş olmaktan uzak” bile değildi, işin henüz daha “başlangıcında” bulunuluyordu.

Kimisi Lenin’in bürokrasi sorununun “vahameti”ni sonradan pratik olarak gördüğünü ve yaşamının sonunda bürokrasi tehlikesine dikkat çektiğini söyler. Troçkistlerin iddiası budur. Onlar, burjuvaların, Marx’a, hiç de istemediği halde yarattığı “canavarın karşısında hayıflanmayı atfetmeleri gibi, Lenin’in -tezleri ve pratik yönlendirmesiyle kuşkusuz bütün başarısı en başta kendisine ait olan- Sovyet Devrimi’nin merkeziyetçiliği, proletarya diktatörlüğünün ve parti yönetiminin güçlendirilmesi vb. gibi yönleriyle gelişmesinden hayal kırıklığına uğradığı, girilen yolun yanlışlığını sonradan görerek, sonradan bürokrasiye karşı savaş açtığı iddiasındadırlar. Bunu açıkça söylemeseler de ima ederler. Oysa Lenin’in devrim öncesi kaleme aldığı “Devlet ve İhtilal”in bütünü bunu yalanlar. Mart 1918’de hazırladığı “program tasarısı müsveddesi”nde de Lenin, tez olarak şunu yazmıştır:

“(8) (Tamamen değilse de kısmen bir öncekine dâhil) bürokrasiyi ortadan kaldırmak ve ondan vazgeçme olanağı; bu olanağın gerçekleşme başlangıcı.” (35)

Bir yıl sonra ise, örneğin Sovyet iktidarının bürokrasinin tasfiyesi bakımından sağladığı olanaklara ilişkin düşünce ve eylemini hiçbir şekilde değiştirmemesine karşın şunu da söylemiştir:

“Sovyet iktidarının örgütlenmesinde, henüz birçok kusur olduğunu çok iyi biliyoruz. Sovyetler iktidarı bir sihirli değnek değildir.

Geçmişin okumaz-yazmazlık, kültürsüzlük, barbar bir savaşın mirası, soyguncu bir kapitalizmin mirası gibi kusurlarını bir dokunuşta düzeltemez. Ama buna karşılık sosyalizme geçişe yol açar. Esilen insanların ayağa kalkmasına ve tüm devlet yönetimini yavaş yavaş kendi ellerine almasına yol açar. ” (36)

Ve Mayıs 1921’de ise, zorlu 3,5 yılın deneylerinden süzüleni özetler:

“Bürokrasi sorununu alın ve bu sorunu iktisadi bakımdan inceleyin. 5 Mayıs 1918’de bürokrasi, belirgin değildi. Ekim Devrimi’nden altı ay sonra, eski bürokratik aygıtı dipten doruğa yıktıktan sonra, artık bu kötülüğün etkisini duymuyorduk.

“Bir başka yıl geçti. 18–23 Mart 1919 arasında toplanan RKP 8. Kongresi’nde yeni parti programı kabul edildi. Bu kongrede biz, kötülüğü kabul etmekten çekinmeksizin, onu ortaya koymak, el âleme karşı rezil etmek, bu kötülüğe karşı savaşmak amacıyla düşünce ve istek yaratmak, güç ve etkinlikleri harekete getirmek isteğiyle tam bir içtenlikle konuştuk. Bu kongrede biz, Sovyet yönetimi içinde bürokrasinin kısmi bir yeniden doğuşundan söz ettik.

“İki başka yıl geçti. 1921 ilkbaharında, bürokrasi üzerinde tartışan Sovyetler 8. Kongresi’nden (Aralık 1920) sonra, bürokrasinin incelenmesine sıkı sıkıya bağlı tartışmaların bir bilânçosunu çıkaran RKP 10. Kongresi’nden (Mart 1921) sonra, bu kötülüğün karşımızda daha da açık, daha da tehlikeli bir biçimde dikildiğini görüyoruz. Nedir iktisadi kaynakları bu kötülüğün? … Küçük üreticilerin insanlardan uzaklığı, dağınıklığı, yoksulluk ve kültürsüzlüğü yolların eksikliği, okumaz-yazmazlık, tarım ve sanayi arasındaki mübadelelerin eksikliği, aralarındaki bağ ve etkileşimin yokluğu… Yığınların olağanüstü kahramanlığı sayesinde üç yıl dayanabildik. Bu üç yıldan sonra, küçük üretimin yıkımı daha da vahimleşti, büyük sanayinin kalkınması daha da ertelenip geciktirildi. ‘Sıkıyönetim’in mirası ve küçük üreticinin dağınıklık ve göz yılgınlığına dayanan üstyapı olarak bürokrasi, kendisini bütünüyle gösterdi.

“Kötülüğe karşı daha büyük bir sarsılmazlıkla savaşmak, yeniden ve tekrar tekrar başlangıçtan başlayabilmek için, kötülüğü hiç korkmadan kabul etmesini bilmek gerekir. Kuruluşun bütün alanlarında, iyi yapılmayan şeyleri düzelterek, görevi çeşitli yollardan ele almaya çalışarak, daha birçok kez yeniden başlangıçtan başlamak zorundayız.” (37)

Yeniden ve tekrar tekrar baştan başlamak bürokrasinin giderilmesi ve bürokrasi tehlikesine karşı savaş ancak böyle konabilir. Bir çırpıda bürokrasiyi yok etme hayalciliğine zerrece kapılmadan, bürokrasiye karşı amansız savaşı sürekli kılmak.

Konu ile ilgilenen okuyucu, Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi adlı kitapta derlenen Lenin’in yazılarını (özellikle kitabın 102. sayfasından itibaren) büyük bir dikkatle incelemelidir.

Görülecektir ki, Sovyet iktidarını kurmakla iş bitmiyor, ama yeni başlıyor. Önce parçalanan devlet aygıtının görevlilerine, başlıca -emek üretkenliğinin görece geriliği koşullarında kaçınılmaz olan- düşük kültür düzeyi nedeniyle, gerek duyuyor. Eski bürokratlar hemen “adam” olmuyorlar kuşkusuz, alışkanlıklarını yitirmiyorlar. Üstelik devlet yönetimine katılan yeni güçler, ezilenlerin saflarından yeni gelenler, yığınların katılımı, sorunu hemen çözmüyor. Ön yargı ve alışkanlıkların gücü kolay yıkılmıyor, göreceğiz. Yılların burjuva yönetim alışkanlığının mirası, düşük kültür düzeyiyle birleştiğinde “atadan görme” yöntemler, yeni insanlar tarafından kullanılıyor, Sovyet organları içinde yeni bürokrasi eğilimi kaçınılmazlıkla doğuyor. Kültürel geriliği de gidermek üzere, emek üretkenliğinin ciddi bir yüksekliğine ulaşılmadan, bu soruna kesin ve nihai bir çözüm bulunması ütopyadır. Tek çözüm, Leninist çözümdür: Tekrar tekrar başlangıçtan başlayan sürekli savaş.

 

23.

Bürokrasi olanağı ve tehlikesine karşı amansız bir savaşı sürekli kılmanın yerine, demokrasi, eşitlik ve özgürlük üzerine genel söylevleri geçirmek ve proletarya diktatörlüğü (ya da herhangi tür egemenlik) koşullarında yöneten-yönetilen çelişmesi ve bürokrasi tehlikesinin olmayabileceğine, yığının (üreticinin, “özgür üreticinin) örgütlenmesine vurgu yapan -ve sanki Sovyetler ve Sovyet iktidarı, yığınların örgütlenmesini kendi sürekli temeli kılan ilk ve tek egemenlik biçimi değilmiş gibi- “öz-yönetim” türünden egemenlik biçimleri planlarını geçirmek, sadece hayalleri projelendirmek demektir. Mandel’in yaptığı budur.

“Halk egemenliğinin “öz-yönetim” biçimi türünden “anti-bürokratik” hilelerle işçi ve emekçilerin zamanını boşa harcatıp aklını çelmeye çalışmanın, yığınların devlet yönetimine katılımı ve giderek devlet iktidarının yok olmasına hiçbir olumlu katkısı yoktur. Tersine, yığınların yönetime katılması ve devletin sönümlenmeye gidişini, uğruna görevler yüklenilmesi ve savaşılması gereken amaçlar değil, olmuş bitmiş ya da “olması gereken” (kuşkusuz, kendiliğinden) olgular olarak kavrayan Troçkizm, bu gelişmenin engelidir.

Lenin açık konuşmuştur:

“Devlet iktidarının ortadan kaldırılması, Marx başta olmak üzere tüm sosyalistlerin yöneldiği bir amaçtır. Bu amaca erişilmediği sürece gerçek demokrasinin, yani özgürlük ve eşitliğin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Oysa uygulamada bu amaca, yalnız Sovyet ya da proleter demokrasisi götürebilir. Çünkü emekçi yığınların örgütlerinin devlet yönetimine sürekli ve zorunlu bir biçimde katılmasını sağlayarak, her türlü devletin tamamen ortadan kaldırılmasını hazırlamaya, vakit geçirmeden ancak Sovyet ya da proleter demokrasisi başlayabilir.” (38)

Devletin sönmesi, özgürlük vb. sabırsız özgürlükçülüğün işi değildir. Hayal kurma, yüksekten konuşma ve atıp tutma işi hiç değildir. Yavaş, sabırlı ve örgütlü, bürokrasi tehlikesine karşı sürekli savaşı içeren bir hazırlık işidir. Bu hazırlık, ancak proletarya diktatörlüğü koşullarında ve Sovyet biçimi altında gerçekleştirilebilir.

Önemli olan, hedef ve perspektif kaybetmeden ve henüz bürokratik kötülüğün kaynağının uzun süre -giderek azalmak üzere, bütün bir ilk evre boyunca- var olacağını kabul ederek mücadeleyi sürekli kılmaktır. Kabul edilmediğinde, “olmamalı” dendiğinde ya da bürokrasinin belirtisine bile rastlanmayacak saf egemenlik projeleri tasarlandığında, ona karşı mücadele de olanaksızlaşır.

 

24.

Yığınların devlet yönetimini ellerine almaları ya da aynı anlama gelmek üzere devletin gereksizleşmesi (kelimenin gerçek anlamıyla bu ele alış gerçekleştiğinde, artık yöneten ve yönetilen kalmadığında, devlete gerek kalmaz) veya bu sürecin herhangi bir anını ifade etmek üzere yığınların devlet yönetimine katılmaları, kendisine Marksist’im diyen herkesin amacı olmak zorundadır. Üstelik kendiliğinden katılmalarını beklemek değil, yığınları bilinçli ve eylemli bir şekilde devlet yönetime katmayı amaçlamayan, Marksist olamaz.

Lenin, bu sorunda da açık konuşmuştur: “Ereğimiz, istisnasız bütün yoksulları ülke yönetimine katmaktır ve bu yönde alınan bütün önlemler -bu önlemler ne kadar çeşitli olursa, o denli iyi olacaktır- özene bezene yazılmalı, irdelenmeli, sistemleştirilmeli, daha geniş bir deneyim sınamasından geçirilmeli ve yasa gücü kazanmalıdır. Ereğimiz devlet görevlerinin, bir kez üretimdeki sekiz saatlik işlerini bitirdikten sonra, bütün emekçiler tarafından parasız olarak yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu ereğe ulaşmak son derece güçtür, ama sosyalizmin kesin sağlamlaşmasının güvencesi de yalnızca buradadır.” (39)

Amaç, bütün yoksulları ülke yönetimine katmaktır. Bu olmadan, olmaz. Çünkü komünizm bundan başka bir şey değildir ve bunu amaç edinmemek, komünizmi amaçlamamak demektir. Ancak, bu amaca ulaşmak da, güçtür ve bu günden yarına gerçekleşecek türden bir iş değildir. Amaçlanmalı ve gereği yapılmalıdır. Gereği, durmak bilmez örgütleme görevidir, göreceğiz.

Ama kesinlikle, bu amacın gerçekleşeceği uzak geleceği bugünden gerçekleşmiş saymamaktır. Lenin, bir cümle sonra, Mandel gibilerini hesaba katan bir uzak görüşlülükle değil kuşkusuz, ama kendi döneminde de benzerleri ortaya çıkmazlık etmediği için, onların görüşlerinden hareketle, tam da Mandel için söylenmiş gibi duran şu sözleri söylüyor:

“Sosyalist geçinmek isteyen birçok kimse bakımından güncel durumun özgünlüğü, bunların kapitalizmle sosyalizmi soyut planda karşı karşıya getirme alışkanlığını kazanarak, birinci ve ikinci arasına ciddi bir havayla ‘sıçrama’ sözcüğünü yerleştirmeleridir. (Engels’in yapıtlarında okudukları metin kırıntılarını anımsayan bazıları, daha ciddi bir havayla, ‘Zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrama’ diye ekliyorlar.)” (Agy)

Mandel’in “özyönetim” projesi de bu “sıçrama” ya da sıçranmışlık üzerine kurulu değil midir? Mandel, “Öz Yönetimin Üstünlüğü” başlığı altında, şu “devlet görevleri” ile katılımcıların sekiz saatlik “işi” arasında Lenin’in kurduğu ilişkiyi kurar. Ama “sıçratarak” ve tam tersi bir ilişki olarak:

“Böyle bir sistem, devletin körelmesi Marksist anlayışına somut bir içerik kazandırır. Çağdaş bakanlıklarının en az yarısının yerini bir çırpıda öz yönetim kurullarının almasına olanak verir. Planlama alanı dâhil, görevli sayısında köklü bir azalmayı gerçekleştirir. Aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla milyonlarca insanın -sırt kendilerine ‘danışılmayıp’- kararların alınmasına, ekonomi ve toplumun yönetimine fiilen katılmaları anlamına gelir. Yönetilenler ile yönetenler arasındaki -sözü geçenler ile söz geçirilenler arasındaki- toplumsal işbölümü silinmeye başlar… Bu karar alma sürecini üstlenen büyük yurttaş kitleleri, bu faaliyeti bütün zamanlarını toplantılarda ya da toplantılar arası yolculuklarda geçirecekleri tam günlük bir meslek biçiminde yürümeyeceklerdir. (40)

Mandel, pek uzak bir gelecekle ilgileniyor. Bunu, egemenlik biçimi olduğunu söylediği “öz-yönetim” koşullarında yapıyor. “Sönüş”lere “kazandırılan içerikler”, “silinmeler” ve terslik: “Görevli sayısında azalma”larla, Mandel, “egemenlik sistemi”nde komünizme atlar! Kautsky ile tersten aynı şeyi savunur. O, bakanlıkların ortadan kaldırılamayacağını söylerken, Mandel kaldırır, ama görevlerini “öz-yönetim kurulları”na vererek. Sorunun özü görevleri kaldırmak ve görevler eğer henüz kaldırılamıyorsa, bunları giderek herkesin katılımıyla yapılabilecek görevler haline getirmekken, Mandel, görevli sayısının azaltılması gibi bir ilginçlik savunur. Lenin görevleri herkese yaymak, herkesi görevli haline getirmek gereğini savunur, özel görevlilerin ve yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinin yolunun bu olduğu düşüncesindedir, Mandel aksi düşüncede.

“Karar alma sürecini üstlenen büyük, yurttaş kitleleri” sadece karar alacak, uygulamayı (yürütmeyi) ise giderek azalan görevliler yapacak olmalıdır! “Çoğulcu demokrasi”ye uygun düşen de budur!

 

25.

Bir de, “İşçi sınıfının… özgürleşmesini yalnız işçilerin kendileri gerçekleştirebilirler. Hem de oldukları gibi: Başka bir dünyadan gelen insanlar değil, hepimiz gibi zaafları olan insanlar olarak.” (41) demektedir.

Mandel Marx’tan her okuduğunu bir yerlere sıkıştırmaya yöneldiğinde, tezini güçlendirmiş olmuyor, sadece çelişkiye düşüyor.

“Zaafları olan insanlarla” kurtuluşu gerçekleştirmek fikri, doğru bir fikirdir, ama Mandel’in bütün bir teziyle çatışma halindedir. Bu fikir, “yepyeni” bir toplum tasarlamamak, tersine yeniye, kapitalizm içinden çıkıp gelen insan malzemesi ve gereçlerle yönelmek ve komünizmi, -öyle yöneten-yönetilen çelişmesinin çözümlendiği ya da diyelim, hemen hemen çözümlendiği, herkesin özgür olduğu ve aslında olabildiği vb. yönleriyle olgunlaşmış haliyle değil- kapitalizmin içinden doğup geldiği haliyle, onun sakatlık ve bozukluklarından henüz kurtulamamış bir toplum olarak ele almak anlamındadır. Mandel, gördüğümüz gibi, hiç de böyle bir kavrayışa sahip değildir. Ama ölesiye “bürokrasi düşmanı”dır. Böyle bir toplumda da yöneten olmasın ve herkes, zaafları olan insanlar olarak ve bu zaaflarıyla ancak sahip olabilecekleri türden de olsa, özgürce davransın isteğindedir. Ama insanların sahip oldukları zaaflara kendiliğinden denk düşen özgürlük de, zaaflı bir özgürlük olabilmektedir. Çoğulcu demokrasinin burjuva özgürlükleri gibi…

 

26.

Önce, bu “zaaflı” durumun (kapitalizmin), henüz sahip olunan geri ve gelişmemiş koşulların, proletarya diktatörlüğüne yol açarak zorunlu kıldıklarını, memurlar azalacak mı yoksa herkes mi memurlaşacak ve aynı anlama gelmek üzere memurluk kalkacak mı onu görelim:

“Marx’ın, Komün için olduğu gibi, proletarya demokrasisi için de gerekli olan bu idari personelin görevlerinden söz ederken, karşılaştırma terimi olarak ‘herhangi bir işverenin’ personeli terimini kullanması, yani ‘işçileri, gözetimcileri ve muhasebecileri’ ile olağan kapitalist işletmeyi alması, son derece anlamlıdır.

“Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; o tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum türetmez. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler…

“Memurculuğu birdenbire, her yerde ve büsbütün ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeden kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen parçalamak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilemez, ivedi görevinin ta kendisidir.

“Kapitalizm yönetsel ‘devlet’ görevlerini basitleştirir. Bu da ‘tepeden buyurma yöntemleri’nin yadsınmasını ve her şeyin toplumun tümü adına, ‘işçilere, gözetimcilere, muhasebecilere’ işveren bir proleterler (egemen sınıf) örgütüne bağlanmasını sağlar.

“Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi ‘hayal’ etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşamamasına dayanan bu anarşistçe düşler, Marksizm’e adamakıllı yabancıdır; ve gerçekte, sosyalizmi insanların değişecekleri güne dek ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, ‘gözetimci ve muhasebecilerden’ vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz.

“Ama buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır.

Devlet memurlarına özgü ‘tepeden buyurma yöntemleri’ni, daha bugünden kentli halkın çoğunun yetkinlikle yapabileceği, dolayısıyla ‘işçi ücretleri’ karşılığı pekala yapılabilecek olan çok basit işlerle, basit bir ‘gözetim ve muhasebe’ uygulamasıyla değiştirmeye, daha şimdiden, bugünden yarına, başlanabilir ve başlanmalıdır da.

“Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış olan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını (elbette her tür ve her düzeydeki uzmanları yerinde tutarak), yönergelerimizin basit uygulayıcıları rolüne, sorumlu, geri alınması olanaklı ve mütevazı bir para alan ‘gözetimciler ve muhasebeciler’ durumuna indirgeyeceğiz: İşte bizim proleterce görevimiz budur; işte proleter devrimi yaparken, kendisinden başlanması olanaklı ve kendisinden başlanması gereken şey budur. Büyük üretim temeline dayanan bu ilk önlemler, kendiliğinden, tüm memurculuğun kerte kerte ‘sönme’sine; gitgide basitleşen gözetim ve muhasebe görevlerinin, zamanla bir alışkanlık durumuna gelmek ve en sonu özel bir kategorideki bireylerin özel görevleri olarak ortadan kalkmak üzere, bunların sırayla herkes tarafından yapılacağı bir düzenin -tırnak içinde olmayan ve ücretli köleliğe hiç benzemeyen bir düzenin- kerte kerte kurulmasına götürecektir. ” (42)

Lenin’in, neredeyse, bu yazı boyunca Mandel karşısında savunulan bütün fikirleri bir arada ve bağıntıları içinde ortaya koyduğu bu pasajını uzunluğuna karşın aktarmaktan kaçınamadık.

Elbette, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak. Bu kadar da değil; işçiler, kendileriyle birlikte bütün emekçileri, insanlığı kurtarmadan, kendilerini de kurtaramayacaklar. İşçinin kurtuluşu, insanın yabancılaşmasının son bulması sorunudur.

Önemli olan, bunun kendiliğinden bir süreç olarak mı yoksa doğrudan bir sınıf mücadelesi, örgütlü bir sınıf mücadelesi olarak mı gelişeceğidir.

Mandel’de bu soruna değinilmez bile. Kendiliğindenlik koşulları anlatılır. Ve sanki Kaf Dağı’nın ardındaki bir ülke anlatılır. Ütopya. Bürokrasinin eğilim olarak bile görülmediği, ancak böyle bir ülke olabilir.

Buraya nasıl, hangi aşamalardan, hangi sınıf mücadelesi koşullarında gidilir, böyle mi başka türlü mü, bilgi verilmez. Örneğin NEP gibi bir dönemde yönetilen olmaz mı ya da tarımın kolektifleştirilmesinde “üreticilerin özgür faaliyet zemini” ne olabilir, burada yöneten-yönetilen çelişmesinin durumu ne olabilir, sonra gelişme nasıl olacak-bunlar yoktur. Mandel, evrim teorisini bu soruna uygulamaz. Onda evrim yoktur. Katı, donmuş, bir yerden gelip bir yere gitmeyen (kapitalizmden komünizme) bir “anti-bürokratik” toplum tasavvuru vardır yalnızca. Örneğin böyle bir toplum, şimdiye kadar hiç olmamıştır. Kapitalizmden, tasavvur edilen bu topluma zıplayarak gidilecek olsa gerektir. Ne anlama geldiği düşünülmeden, bir de, bu toplumun, “zaaflı insanlar olarak”, yani bugünkü insanlarla kurulacağı söylenir. Öyleyse evrim. Hani nerede o zaman? Nasıl bir evrim?

 

27.

Evet, komünizm, kapitalizmden geldiği şekliyle kurulmaya başlanacaktır. Kusurlarıyla ve zaaflı insanlarla. Bu ne demektir?

Birincisi, kırla kent arasındaki farklılık, kırın kente göre geriliği. Ve kır kenti izler. Bu, büyük makineli üretimle küçük üretim arasındaki farklılıktır. Kapitalizmde zıtlık halindedir. Sosyalizm bu zıtlığı kaldırır, ancak farklılığın ve kırın geriliğinin, Sovyet iktidarı gibi bir “sihirli değneğin dokunuşu ile”, hemen kalkabileceği düşüncesi, ütopiktir. Kapitalizmden gelindiği haliyle yürünmeye başlanacaktır. Engin bir küçük üreticiler denizi içinde yüzülmeye başlanacaktır. Ama ne küçük üretime hemen son verilmesi, ne de küçük üreticilerin hemen ortadan kaldırılması olanaklıdır.

Ve gerinin ileriyi, köyün kenti izlemesi, proletarya diktatörlüğü koşullarında da, maddi toplumsal üretim sürecinin zorunlu kıldığı nesnel bir gelişme yoludur. Kentin kendisini köye göre yeniden düzenlemesi ya da “ortalama” bir yeni düzenleme türünün “keşfedilmesi” ya da kendiliğinden doğması olanağı -örneğin Proudhon’a rağmen- yoktur, köy kente göre, küçük üretim büyük makineli üretime göre yeniden düzenlenecektir. Ve nesnel geriliğin öznel geriliği, maddenin bilinci koşullandırması doğaldır. Köyün, köylülüğün küçük üretimden ve özel mülkiyetten kaynaklanan düşünceler, düşünme alışkanlıkları ve önyargılarla, küçük üretimin dağınıklığı ve birimlerinin birbirinden kopukluğundan gelen bireycilik, anarşizan ruh hali, zorluklar karşısında yılgınlık da içinde olmak üzere dalgalanmalara neden olan bir düşünsel gerilik, kültür düzeyi düşüklüğü ve örgütsüzlükle karakterize olması tamamen doğaldır. Köy, ileriye doğru gelişmesi sürecinde, bu yönüyle de kente göre yeniden düzenlenecektir. Geri (köy), nesnel ve öznel süreçler bakımından ileriye (kente) tabi olacak, onu izleyecektir. Bu nedenle, ne “özgür üretici” ne de “özgür üreticilerin birliği” ve “özyönetimi”, hemen olacak şeylerden değildir.

Lenin, örneğin, komünizme doğru, kapitalizm koşullarında doğmuş bir kapitalist aygıt olan kooperatifleri kullanarak ve kaçınılmaz olarak “zaaflı insanlara” dayanarak yürümenin zorunluluğu üzerinde dururken Mandel’e karşı konuşur gibidir:

“Biz, komünizmi, kapitalizm tarafından ortaya konan gereçlerden başka gereçlerle, burjuva bir çevrede gelişen ve bundan dolayı, -insan gerecinden de bu kültürlü aygıtın bir parçası olarak söz edilebildiğine göre-, burjuva anlayıştan zorunlu olarak etkilenen bu kültürlü aygıttan başka bir şeyle kuramayız. Komünist toplumun kurulması bakımından bir güçlük oluşturmakla birlikte, kurulmasının olanaklı olmasını ve başarı kazanabilmesini de güvence altına alır bu durum. Marksizm’i eski ütopyacı sosyalizmden ayıran şey, ütopyacı sosyalizmin yeni toplumu merkantil, soyguncu, iğrenç kapitalizmin doğurduğu insan gereciyle değil de camlı tavan altında ya da özel seralarda yetiştirilen son derece erdemli insanlarla kurmak istemesiydi. Bu gülünç düşünce, bugün herkesin gözünde gülünç bir düşünce durumuna geldi, ancak herkes bu düşünceye karşı çıkan Marksist öğreti üzerinde düşünmek istemiyor ya da düşünmesini bilmiyor, yani komünizmin yüzlerce ve binlerce kölelik, serdik, kapitalizm ve bölünmüş işletme yılıyla, piyasada güzel bir yercik kapmak, ürünlerine ya da emeğine en yüksek fiyatları koparmak için herkesin herkesle savaşıyla bozulmuş bu insan gereciyle nasıl kurulabileceğini (ve nasıl kurulmasını gerektiğini) düşünmek istemiyor ya da düşünmesini bilmiyor.” (43)

Lenin, somut olarak kooperatifçiliği önerir. Ama o, sorunu, bütünüyle, sınıfların ortadan kaldırılması perspektifiyle ele almaktadır. Süreci ekonomik ve siyasal vb. yönleriyle birlikte dikkate alır. Yalnızca nesnel süreçlerin değerlendirilmesi ve sorunun kendiliğindenliğe bırakılması yanlısı hiçbir zaman olmamıştır. Mandel’in hiç ilgilenmediği bu yönle ilgili düşüncesini hemen ekler:

“Kooperatifler gerçi burjuva bir aygıttır. Ama bundan siyasal güvene layık olmadıkları sonucu çıkarsa da, yönetme ve kurma ereğiyle kooperatiflerden yararlanmaktan vazgeçmek gerektiği sonucu kesinlikle çıkmaz. Siyasal güvensizliğin sonucu, siyasal bakımdan sorumlu görevleri Sovyetlerin düşmanlarına verme olanaksızlığıdır.” (Agy)

Kır kenti, köylü işçiyi izleyecektir. Bu izlemenin aygıtları, önce kooperatiftir, geriliğin boyutları onun türlerini de sıraya sokabilir. Önce tüketim ve dağıtım ve sonra üretim kooperatiflerinin olanaklı olabilmesi gibi. Sonra kolhoz (üretim araçları da devlet mülkiyeti) ve daha sonra özel mülkiyetin tamamen son bulduğu ve köylünün toplumsal çiftlikte işçi olduğu sovhoz gelir. Proletarya diktatörlüğünün kurulduğu ülke, örneğin İngiltere gibi, küçük üretimin ve köylülüğün kapitalizm koşullarında hemen hemen giderildiği bir ülke ise, bu aşamalardan bir kısmının üzerinden atlanacak ve genel olarak kırın kente göre yeniden düzenlenmesi süreci kısalacaktır. Ülke ne denli geriyse, süreç, o denli uzun ve zorludur.

Ama bu “izleme” süreci, politikasızlaştırılmış bir süreç olamayacağı gibi, politik bir sürece kaynaklık da etmek üzere, başlangıçta sınıf zıtlıkları, sonra sınıf farklılıklarıyla sınıf mücadelesi süreci de olmazlık edemez.

Sınıflar ortadan kaldırılıncaya kadar sınıflar ve sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin politik bir karakter kazanması kaçınılmazdır.

 

28.

Bu nedenle, insanın kurtuluşunun “zaaflı insanlar tarafından gerçekleştirilebileceği” doğru tezinin, kırla kent farklılığı ve kırın kenti izlemesi süreci yönünden, iki zorunlu sonucu olabilir. Birinci sonucu, işçi sınıfı öncülüğünün zorunluluğudur. Köylü işçiyi izleyecek; işçi köylüyü, sınıfların kaldırılmasına doğru peşinden sürükleyecektir. Ve ikincisi, bu birincisini tamamlar, işçi sınıfı öncülüğünün somut şekillenişini ifade eder: Bu, örgütlü bilinçli işçiden başka bir şey olmayan, bilinçli azınlığın, sınıfın öncü müfrezesinin, komünist partinin yönetici rolüne ilişkindir.

Önceki bölümlerde işçi sınıfı öncülüğü sorunu üzerinde durulmuştu. Partinin yönetici rolü ise, doğrudan buradan kaynaklanır.

Bu ikisi birden, sadece “küçük patronan ve ona can veren küçük üretimin varlığı nedeniyle değil ama onun olduğu yerde kaçınılmaz olarak var olmaya devam eden -sınırlandırılmış haliyle de olsa- meta değişiminin, piyasa ilişkilerinin, değer yasasının varlığı ve etkileri, ve sınırlandırılmalım sürdürülmemesi, önlerinin açılması ve proletarya diktatörlüğü ile toplumsal mülkiyetin sıkıca savunulmasından taviz verilmesi durumunda, bu unsurların her gün, her saat kendiliğinden doğuracağı kapitalizmin restorasyonunun önünün alınması bakımından da zorunludur. Başlangıçta, henüz tümüyle tasfiye edilemeyen kapitalizm ve sömürücü sınıf olarak burjuvazinin (özel bir tip olan NEPMAN’lar ve kulaklar örneği) varlığının tümüyle giderilmesi ve yeniden dirilmelerinin (restorasyon) engellenmesi de, bütün emekçilerin partinin yönetimindeki proletaryanın öncülüğünü gerekli kılar.

 

29.

Ancak sanayi proletaryasının sınıfsal öncülüğü ve onun öncü müfrezesinin yönetici rolünü, yalnızca kır ile kent arasındaki farklılık koşullandırmaz. Kır ve kent küçük üretiminin, piyasa ilişkileri vb.nin kapitalizmi yeniden ve yeniden doğurma yönündeki kaçınılmaz eğilimi, temel bir tehdit kaynağıdır. Sömürücü sınıflar, sınıf olarak tasfiye edildikten sonra da, küçük üretim, piyasa ilişkileri vb. var olmaya devam ettiği sürece, bu tehdit devam eder. Küçük üretime karşı, onu, piyasa ilişkileri ve değer yasasıyla birlikte ortadan kaldırmak için mücadele, ikinci evreye ulaşılıncaya kadar zorunludur. Bu mücadele, bütün bir kapitalizmden komünizme geçiş dönemine yayılır. Bu, kapitalizmin kalıntılarına, unsur ve kategorilerine karşı mücadele de olarak, bu döneme damgasını vurur. Sınıf mücadelesidir, politikasızlaştırılmış bir alanda yürütülmesi olanaksız olduğu gibi, ekonomiden kültüre bütün alanları kapsar.

“Zaaflı insanlar”ın zaaflarının kaynağı, başka herhangi bir şey değildir. Zaaflar, kaynaksız da değildir. Hayali değil, gerçek zaaflardır. Kaynak, küçük üretimdir, piyasa ilişkileridir vb. Ve proletarya diktatörlüğünün başlıca işlevi, bu kaynağın giderilmesine yönelik bir kolektivizmin örgütlen-diricisi olarak belirir. Sınıf mücadelesi sürmektedir, sınıflar bütünüyle ortadan kaldırılıncaya kadar sürecektir. Sömürücü sınıfların sınıf olarak tasfiyesinden sonra, onların kalıntılarına karşı hâlâ şiddeti ve baskıyı içeren bir savaş tümüyle gereksizleşmemekle birlikte, artık daha çok örnek göstermekten hareket eden, iknaya dayalı, iktisadi, eğitici, idari vb. bir örgütlendirme mücadelesi olarak gelişecektir. Ama savaş savaştır; sınıf mücadelesi, bütün alanları kapsayan ama başlıca politik bir mücadele olarak, burjuvaziden tümüyle kopmuş ve kendisini kolektivist kılan mevzilerde konumlanmış proletaryanın öncülüğünü ve bu öncülüğün somut biçimlenişine denk düşen onun en bilinçli ve örgütlü parçasını oluşturan partisinin yöneticiliğini zorunlu olarak gereksinir.

 

30.

Neden proletaryanın en bilinçli ve örgütlü kesimi ayırt edici bir role sahiptir?

İşçi sınıfı, kapitalizmin bir ürünü ve onun içinden geldiği haliyle yekpare bir bütün oluşturmaz. Burjuvazi, onu özel olarak bölüp parçalamaya yönelik tutumlar içinde olmuştur, sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi gibi küçük burjuva işçi tabakaları yaratılıp beslenmesi, bunun örnekleridir. Bunlar da bir kez ortaya çıktıktan sonra nesnel olgular olarak rollerini oynasalar da, bunun ötesinde, işçi sınıfı gelişmesi sürecinde, bir dizi farklılaşmalar içinde olmuştur. Önce loncacı ayrımlar ortaya çıkmış; kapitalizmin gelişmesi, lonca ayrımlarını ortadan kaldırıcı rol oynasa da, geri kapitalizm koşullarında (Rusya ya da bugünkü Türkiye gibi) bu ayrımlar, en azından hâlâ belirli geleneklere yön verme durumunda olabilmektedir. Uygun koşullar bulduğunda ve hele kışkırtıldığında bu geleneklerin depreşmesinden doğalı yoktur. Bu ve benzeri işçi sınıfı içi farklılıklar, başlıca proleterleşme sürecinin görece geriliğine denk düşer.

Zonguldak ya da başka yerlerde kolaylıkla görülebileceği gibi, işçilerin henüz köylülükten tümüyle kopmamış oluşları, bu sürecin henüz tamamlanmamış olduğunun işaretidir. Sanayi ve maden işçilerinin bile bir kesimi köylülükle bağlara sahipken, sömürülen yığınların önemli bir bölümü yarı proleter niteliktedir.

Üstelik, yerel ve bölgesel özellikler, işçi sınıfını etkilenemezlik etmez.

Bir adım daha atıldığında, işçi sınıfı çeşitli alanlarda konumlanmıştır, siyasal, sendikal, kültürel vb. mücadeleler içindedir veya örgütsüz ya da her alanda ayrı ayrı örgütlüdür.

İşçi sınıfının kendisini çevreleyen sınıflardan etkilenmezlik edemeyeceği ortadadır. Örgütlü olması durumunda bile burjuva ve özellikle küçük burjuva etkiye kapılarını tümüyle kapatması olanaksız olan (bu etki, örgütüne de sızıp örgüt için mücadelelere kaynaklık eder) proletarya, kendi içindeki farklılıklarla, hele örgütsüz de olduğunda bu iğdiş edici etkiye tümüyle açık olacaktır. Küçük burjuvazi dağınıklık, duraksamalar, kararsızlık, ani ileri atılmalar vb. gibi yozluklarını proletaryaya aşılamaktan bir an geri durmaz.

Nesnel ve öznel farklılıklarıyla proleter yığınları ve mücadelesini toplayıp birleştirebilecek, burjuva ve küçük burjuva etkinin üstesinden gelebilecek onun en ileri kesiminin örgütü, bürokratik olur mu olmaz mı tartışmasına neden olabilecek isteğe bağlı bir örgütlenme olarak değil, komünizme doğru ilerleyişin zorunlu ihtiyacı bir yönetici merkez olarak, dayatılır. Başka türlü ne proletarya diktatörlüğü olanaklıdır ne de kapitalizmden komünizme geçilebilir. Bu geçişi, proletaryanın öncülüğü olmaksızın kendi başına, kendi nesnel durumu (özel mülk sahibi oluşu) ve öznelliğiyle (örneğin iç-tepileriyle, örneğin özel mülkiyetçi özlem ve önyargılarıyla) köylülük, “küçük patron” başaramayacağı gibi, geri ve gelişmemiş sınıfsal nitelikleri, burjuva ve küçük burjuva etkilenmelere açıklığı, örgütsüzlüğü, kendiliğindenliği, birleşik hale gelmemiş eylemi ile proleter yığınlar da başaramaz. Lenin, ” … İşçi sınıfının siyasal partisi, yani komünist parti, proletaryanın ve bütün emekçi kitlelerin öncüsünü toparlayıp birleştirebilecek, eğitebilecek ve örgütleyebilecek tek partidir, bu kitlelerin kaçınılmaz küçük burjuva yalpalamalarına ve proletarya içindeki kaçınılmaz dar loncacı geleneklere ve depreşmelere ya da loncacı önyargılara karşı çıkabilecek ve tümüyle proletaryanın bütün birleşik eylemlerini yönetebilecek ve onun aracılığıyla bütün emekçi kitlelere kılavuzluk edebilecek tek partidir. Başka türlü proletarya diktatörlüğü olanaksızdır.” (44) derken başka bir şeyi anlatmıyor.

 

31.

Peki, “zaaflarıyla insanlar”, proletarya diktatörlüğü değil “çoğulcu demokrasi” koşullarında, proletarya öncülüğü ve komünist partinin yönetici rolüne gerek olmaksızın, “özyönetim”lerini, kendi kendilerinin yönetimlerini nasıl gerçekleştirecek?

Troçkist çömez Saruhan Oluç, tam bir sınıf mücadelesi inkârcısı uzlaşmacıdır:

“Esas olarak aşağıdan yukarıya seçilecek delegeler ya da temsilciler aracılığıyla belirlenecek bir mekanizmadır bu ve seçimler sırasında çeşitli partilerin, grupların, örgütlenmelerin ekonomiye ilişkin önerileri, paketleri tartışılır ve bir ölçüde seçilir. İşte bu süreçte ortaya bir uzlaşma paketi çıkar ve plan bu çerçevede oluşturulur… Öyle bilinçli bir azınlık örgütünün ya da partisinin bu işi becerebileceğini düşünmüyorum.” (45)

Mandel’in görüşü de kesindir: O ne üretim ve ne de tüketime ilişkin tercihlerin yönlendirilmesi, dolayısıyla toplumun komünizme doğru yöneltilmesine karşıdır. Bunu “dikte” etmeye karşıtlık olarak formüle etmekte ve hem sınıf öncülüğünü hem de partinin yönlendiriciliğini yadsımaktadır:

“Bu tercihleri kimsenin (ne piyasalar ve uzmanlar, ne bilimciler/filozoflar, ne karizmatik liderler, ne partiler) onlara dikte etmemesi gerekir. Onlar her şeyi bilen insanlar değildir; tarih bunu kanıtlamıştır. Üretici/tüketiciler, kararlarını, kendi bilinçli ve duyarlılıkları ışığında, özgürce verme hakkına sahip olmalıdırlar.” (46)

“Dikte etme” sorununu ele alacağız; bu sorun, dolaysızca, öncülüğün küçük burjuva dıştan ve seçkinci proleter niteliği arasındaki farka ilişkindir. Ancak kesinlikle öncülük fonksiyonunun gereksizliği, bürokratik bir kategori olduğu ve yadsınması anlamına gelmez.

Sorunun temelini, örgütlü, disiplinli birleşik ve örgütlendirin bir mücadele ve bunun aygıtı komünist parti olmaksızın “üreticiler”in komünizm yolunda ilerleyip ilerleyemeyecekleri tartışması oluşturur. Lenin, bölümün başından beri söylenenleri yığınlarla liderleri ve bilinçli azınlığı birbirine karıştıran ve Mandel gibi yığın (“üretici”) övgüsü yapan “sol” komünistlerle tartışmasında özetlemektedir:

“Partinin gereğini ve disiplinin gereğini yadsımak, muhalefetin vardığı nokta işte budur. Ama bu, proletaryayı burjuvazinin yararına olarak silahsızlandırmaya eşittir. Bu küçük burjuvazinin, dağınıklık gibi, kararsızlık gibi, direnme gücü eksikliği gibi, birlik olmada, ortak çabada yeteneksizlik gibi yanlışlarını benimsemekten başka bir şey değildir; o yanlışlar ki, azıcık kışkırtılırsa, proletaryanın her türlü devrimci hareketini mahva götürür. Komünist partisinin gereğini yadsımak, (Almanya’da) kapitalizmin iflasının arifesinde sosyalizmin aşağı ya da orta aşamasına değil, en üst aşamasına atlamak demektir… Sınıfları ortadan kaldırmak, sadece büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri kovmak değildir -bizde bu, nispeten kolay oldu-, sınıfları ortadan kaldırmak demek, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır; oysa bunları kovamayız, bunları ezemeyiz, bunlarla iyi geçinmek zorundayız. Bunları değiştirebiliriz, yeniden eğitebiliriz (ve öyle yapmalıyız da). Ama çok uzun, çok yavaş ve çok özenli bir örgütlendirme çalışmasıyla bu yolda başarı sağlayabiliriz. Bu küçük üreticiler, proletaryayı her yandan bir küçük burjuva havası içine hapsederler, proletaryayı etkilerler, onun bilinçlenmesine engel olurlar; bunlar, proletaryanın saflarında durmadan, karakter yoksunluğu gibi, dağınıklık gibi, bireycilik gibi, büyük heyecandan umutsuzluğa geçiş gibi küçük burjuvaziye özgü niteliklerin yer edinmesini sağlarlar. Buna karşı direnebilmek için, proletaryanın örgütlendirici rolünü (ki bu, onun başlıca rolüdür) başarıyla ve zafere kadar yerine getirmesini gerektiği gibi sağlayabilmek için, proletaryanın siyasal partisi, kendi saflarında sert bir merkezi yönetim ve disiplin hüküm sürdürmelidir. Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. Savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, yığının ruh haletini izlemesini bilen ve bunu etkileyebilen bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezileşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve milyonlarca küçük patronu ‘yenmekten’ bin kez daha kolaydır; oysa bunlar her günkü alışılagelen, gözle görülmeyen, elle tutulmayan eritici eylemleriyle burjuvazi için gerekli aynı sonuçları, burjuvaziyi yeniden iktidara getirecek olan sonuçları gerçekleştirmektedirler. Proletaryanın partisinin demir disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı, burjuvaziye yardım etmektedir.” (47)

Sınıf mücadelesi, proletarya iktidarını kurunca bitmez; daha da şiddetlenerek devam eder. Sınıflar ortadan kaldırılıncaya kadar politik mücadele sürecektir. İktisadi, politik, kültürel vb. farklılıklar, özel mülkiyetten gelen alışkanlıklar, önyargılar vb. azalarak da olsa var olmaya devam edecektir. Ve proletaryanın partisi, yalnızca burjuvaziyi devirmek ve mülksüzleştirme mücadelesine öncülük açısından değil, bütün bu mücadeleyi de yönetip yönlendirecek proletaryanın en üst örgütü olarak, sınıf farklılıkları sürdükçe ve bu farklılıkları giderme mücadelesini örgütlendirmek üzere gereklidir. Parti de, aynı proletarya diktatörlüğü gibi, ikinci evrede gereksizleşecektir. O zamana kadar onu yadsımak, zaferden vazgeçmekle birdir.

Ne partisizliğin “bürokrasi düşmanlığı” adına yüceltilmesi ne de birden fazla partinin kayıkçı dövüşü (politik çoğulculuk) içinde yönetici rolü giderilmiş proletaryanın birçok partisinden biri olarak bir parti, Leninizm adına savunulabilir değildir. Leninizm, bu alanda, yönetici tek parti fikriyle özdeşleşmiştir.

 

32.

Peki, yönetici tek parti, bürokratik bir aygıt mı demektir? Bürokrasinin geliştirilmesi anlamına mı gelir? Dikte edicilik midir? Tepeden inmeci buyurgan yöntemlerle mi özdeştir. Mandel ve Troçkistlerin iddiası budur. Onlar bu nedenle, bilinçli azınlığın rolünü sıfıra indirir, bürokrasiden kaçmak için partiden vazgeçerler (ya da partiyi, birçok partiden biri olarak yönetici rolünden soyundurarak örneğin sendikalardan farksız bir işleve sınırlandırır ve yine ondan vazgeçerler).

Öncelikle yöneten-yönetilen çelişmesinin isteğe bağlı olarak ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı bilinmelidir. Söylendiği gibi, bürokrasi, proletarya iktidarı ile birlikte temelinden darbelenir, ama bir çırpıda herkesin yönetim işlevini yüklenmesini beklemek hayalciliktir. Bürokrasi tehlike teşkil etmeye devam edecektir. Sınıfsız topluma kadar. Ancak bu, proletaryayı yöneticisiz bırakmak ve bu şekilde burjuvaziye yardım etmek zorunda bırakmaz. Bürokrasi tehlikesi var gerekçesiyle, partiden vazgeçilemez ve diğer şeylerin yanında bir de bu nedenle, bürokrasiye karşı mücadelenin örgütlendirilip yönetilmesi bakımından partiye ihtiyaç vardır.

Üzerinde durulan sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesi ortamında, proletarya dört bir yandan bin bir düşman unsurla (küçük burjuva dağınıklık ve çürüme havası, alışkanlık ve önyargıların etki gücü vb.) kuşatılmışken, bürokrasi düşmanlığı adına yönetici partiden vazgeçilemez.

 

33.

Yöneten-yönetilen çelişmesini gidermek istemek, bunu amaçlamak başkadır, giderilmiş gibi davranmak ve “bürokrasi karşıtlığı” iddiasıyla, “üreticilerin özyönetimi” kendiliğindenciliğini, koşulları oluşmadan herkesin yönetici olmasını savunmak başka.

Yönetilen-yöneten çelişmesinin giderilmesi, küçük üretim, piyasa ilişkileri vb. gibi maddi temelleriyle birlikte bütün bir alışkanlıklar, önyargılar vb. toplamından oluşan kültürel geriliğin giderilmesi sorunudur.

Lenin sorar: “Her işçi, devleti yönetebilir mi?” Ve yanıtlar:

“Pratik adamlar bilir ki, bu bir masaldır, sendikalarda örgütlenmiş milyonlarca işçimiz sözünü ettiğimiz sendikaların komünizmin ve yönetmenin okulu olduğunu bitme döneminden geçmektedirler, işçiler, yıllar boyu sendikalara gidip geldikleri zaman öğrenmiş olacaklar, ama ilerleme yavaştır. Biz daha alfabesizliği bile gidermiş değiliz. Köylülüğe bağlı işçilerin proleterce olmayan sloganlara nasıl kapıldıklarını biliyoruz. Kaç işçi katıldı yönetim işine? Bütün Rusya’da birkaç bin. Hepsi o kadar.” (48)

Amaç ve amaca yürümenin pratiği arasındaki fark budur. Lenin’in başında olduğu Rus devrimci pratiği, yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinin öyle pek kolay olmadığının kanıtıdır. Bu doğal ki, Troçkistlerin de suçlamaya cesaret edemedikleri Lenin’in “bürokratlığı” nedeniyle değil, nesnel koşullar ve onun dolaysız sonuçları nedeniyledir.

Demek ki, sınıfsız topluma kadar, aradaki fark azalmak ve süreç herkesin yönetici olması (bu, yöneticiliğin gereksizleşmesinden başka anlama gelmez) yönünde gelişmek üzere hâlâ yönetici ve yönetilen olacaktır. Kapitalizmde gerçekleşenden farkı, herkesin yönetime katılma gerçek olanağının doğmuş olması, Sovyetlerin doğrudan yığınlara ve örgütlerine dayanması ve yönetime katılma yönünde sürekli bir örgütlendirme çabasının bizzat parti ve devlet aracılığıyla yürütülmesidir. Zıtlık ortadan kaldırılmıştır, yönetimin yaygınlaştırılması temel bir amaçtır ve bu koşullarda, bu sınırlanmışlığıyla, hâlâ yönetici de vardır yönetilen de.

Yönetici bir bilinçli azınlık. Bu, zorunludur.

 

34.

Peki, sorun, yalnızca bilinç ve bilinçlilik sorunu, Mandel’in tarih tersini gösterdi dediği “karizmatik liderler ve parti”nin her şeyi bilip bilememesi sorunu mudur?

Kuşkusuz bilinçli azınlık, yalnızca bilinçlilik farkı (ileri bilinç) ile karakterize olmaz ya da ileri bilinç kendi ileri maddesinden koparılarak ele alınamaz. Tersi, “bilinçli azınlık”ın aydınlara, küçük burjuva seçkincilere denk düşmesi demektir. Bilinçli azınlık ve onun yöneticiliği fikri, “her şeyi bilen” tanrı ve onun “var ediciliği” fikriyle çatışma halindedir ve bu haliyle küçük burjuva öncülük anlayışı olarak belirir. Sınıftan ve mücadelesinden kopuk, onun dışından onun adına “çok bilenlerin” öncülüğü- bu, proleter öncülük fikriyle ilişkisizdir ve doğrudan, burjuva tepeden ve buyurmaya dayalı yönetim alışkanlığıyla bir burjuva önyargının içselleştirilmesidir.

Proleter öncülük ve yöneticilik fikri, sıradan işçi ve emekçinin yöneticiliğini, bu tür bir yönetimin örgütlendirilmesini dıştalamaz, tersine tam da onun üzerine kuruludur.

Yönetmek, yalnızca, bilgi sahiplerine, aydınlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir ve yönetimin “üst tabakadan” bilgi sahiplerinin işi olması, kapitalizme özgüdür.

Bilinçlilik durumu, bilginin gücü kuşkusuz küçümsenemez ve işçi için vazgeçilmezdir, ama kendi varoluş koşullarını değiştirmeye yönelik, kendisine ve mücadelesine dayalı, ondan kopmayan bilgi ve güç olarak. İşçi ve emekçinin devlet yönetiminin örgütçüleri olarak seferber edilmesine, son derece pratik yönetim işlerinin sıradan emekçiler tarafından yerine getirilmesine bağlanmış bilinç ve bilginin gücü- işte bu, proletaryanın partisinde somutlanır. Bu, onun bürokratik bir aygıt olmayışının da işaretidir.

“Devleti yalnızca sözüm ona ‘yüksek sınıflar’ın, yalnızca zenginlerin ya da zengin sınıflar okulundan geçmiş olan kişilerin yönetebilecekleri, sosyalist toplumun kuruluşunu yalnızca onların örgütleyebilecekleri yolundaki o eski saçma, barbar, utanç verici, tiksinç önyargıyı ne pahasına olursa olsun yıkmak gerekir.” diyen Lenin devam ediyor: “Bu bir önyargıdır. Kokuşmuş bir görenek, kafaların örümcekleşmesi, köle alışkanlığı ve daha da çok soyarak yönetmek ve yöneterek soymakta çıkarları olan kapitalistlerin iğrenç açgözlülükleri beslemiştir bu önyargıyı. Hayır, işçiler bilgi gücüne gereksinimleri olduğunu bir an bile unutmayacaklardır. Özellikle bugün öğrenmekte gösterdikleri olağanüstü çaba, bu bakımdan proletarya içinde yanlışlık olmadığını, olamayacağını gösteriyor. Ama örgütlenme çalışmasına gelince, bu çalışma işçi ve köylülerden çoğunun yapabileceği bir iştir, yeter ki okuyup yazmayı bilsinler, insanları tanısınlar ve pratik bir deneyimle donatılsınlar. Burjuva aydınların, kendini beğenmişlik ve küçümsemeyle söz ettikleri ‘halk tabakası’ arasında, bu insanlar tümenledir.” (49)

Elinde bilgi tekeli bir yönetim ya da bu tekele sahip oldukları iddiasında olanların yöneticiliği değildir, bilinçli azınlığın yönetimi. Sıradan işçi ve emekçilerin yöneticiliğini, pratik örgütçülüğünü içerir. Ama “her işçinin devleti yönetebilmesi masaldır” diyen de Lenin’in kendisidir. Çelişme yok mu? Hayır, hiçbir çelişme yoktur. Sorun, Lenin’in “yeter ki, okuyup yazmayı bilsinler, insanları tanısınlar ve pratik bir deneyimle donatılsınlar” koşulunda düğümlenmektedir. Ve Sovyet iktidarının var ettiği sıradan işçi ve emekçinin yönetme olanağının hayata geçirilmesine ilişkindir.

Lenin’in üzerinde durduğu, planlamayı da olanaklı kılacak, sayım ve denetimin örgütlenmesidir. Bu, yığınların katılımı sağlanmadan başarılamaz. Ve kesindir ki, bir bütün olarak devlet yönetimi, yalnızca “çok bilenler”e, aydınlara bırakılamaz. Gereklidirler, ama yeterli değillerdir. Yine Lenin şöyle demektedir:

“Okumuş insanların, aydınların, uzmanların öğütlerinden vazgeçilemez. Az buçuk sağduyu sahibi her işçi, her köylü bunu çok iyi anlar ve aydınlarımız, işçi ve köylülerin içten bir ilgi ve saygı eksikliğinden yakınamazlar. Ama öğütler ve yönergeler bir şeydir, sayım ve denetimin pratik örgütlenmesi bir başka şey. Aydınlar, hayran olunacak bir yığın öğüt ve yönerge verirlerse de, bu öğüt ve yönergeleri uygulamakta, sözlerin eylem durumuna dönüşümünü pratik olarak denetlemekte gülünç bir biçimde, saçma bir biçimde, utanç verici bir biçimde ‘beceriksiz’ ve yeteneksiz oldukları görülür.” (50)

 

35.

“Basit bir işçi” yönetebilir. Ancak Öncelikle, yönetim işlerini üst tabakanın işi olarak görme önyargısından kurtulması/ kurtarılması gereklidir; yoksa yönetmeye daha baştan el atmayacaktır. Burada partide somutlanan bilincin önemi ve eğitimin gereği ortaya çıkar. Ve sözü edilen önyargı, kuşku yok ki, tek önyargı değildir. Alışkanlıklarla birlikte bunlar sayısızdır ve giderilmeleri için bilinçli bir faaliyet gerekir. Ama gereken, sadece bilinçli bir faaliyet de değildir. Çünkü öğrenim, işçi ve emekçilerin eğitimi, ne sadece kitaplardan okuyup öğrenmekle ve ne de doğru fikirlerin sadece kendilerine aktarılmasıyla başarılabilir, Leninizm’in temel bir tezi, kendi öz-deneyimiyle eğitim ve öğrenimdir. Kitleler, öz-deneyleri olmaksızın, kendilerine iletilen fikirlerin doğruluğunu sınavdan geçirmeksizin, seferber edilemezler.

Üstelik kendi öz güçlerine henüz yeterince güven duymayan, yüzyıllardan beri sürüp gelen geleneğin kendilerini yukarıdan buyruk beklemeye alıştırdığı, henüz insanları yeterince tanıyamayan, içe kapanık, lonca geleneklerinin etkisi altındaki ve üretim ve dağıtımı özel bir iş olarak gören (Bkz. Age. Sf. 158) işçi ve emekçi kitlelerinin bu pratik eğitiminin de, -her işçinin, hemen yönetici olmaya hazırlanabileceği gibi bir sonuca yol açacak- bir çırpıda başarılabilecek bir iş olmadığı kesindir. Hele yeni bir çalışma disiplininin yerleştirilmesinin tarihsel bir dönemi kucakladığını -bunu görmüştük- düşünecek olursak, her işçinin yönetime katılmasının hiç de kolay olmadığı ortaya çıkar. Ama amaç budur. Ve bunun de tek yolu, kitlelerin kendi öz-deneyimleri temelinde eğitilmesidir. Bu, partinin temel bir fonksiyonudur. Ama kolaylıkla anlaşılacağı gibi, tamamen yöneten-yönetilen çelişmesinin varlığına ve onun giderilmesi çabasına işaret eden ve bilinçli azınlığın, partinin yönetici rolünün zorunlu bir ihtiyaç olarak belirmesine yol açan bir sorunun dile getirilişidir bu. Kendi deneyleriyle eğitim, iki unsuru gereksinir: Parti ve emekçi kitleler. Yönetici güç ve yönetici olmaya hazırlanan, hazır olduğu ölçüde yöneten, ama hâlâ yönetilen kitleler. Ve bu durumun giderilmesi kuşkusuz zaman alacaktır. Yönetenle yönetilenin gelecekte ortadan kalkacak olması adına bugünden farkının gözden uzak tutulmasına dayanan “özyönetimci” hayaller, kitlelerin devlet yönetimine katılmak üzere öz-deneyimleriyle eğitimini baltalamaktan ve onları köle olarak kalmaya mahkûm etmekten başka bir anlama gelmez. Lenin’in öz deney temelinde eğitim sorununa verdiği önem bilinir:

“Sendikalar, … daha büyük ve daha önemli bir görevin önümüze çıktığını bilmelidirler: kitlelere yönetmeyi öğretmek, ama kitaplardan, konferanslarla ya da seminerlerle değil, tam tersine kendi deneyimlerine dayanarak öğretmek görevi. Proletaryanın kendi içinden kumanda etme ve örgütleme için çıkardığı o ileri kesim yerine, bu yerlere gittikçe artan bir biçimde sürekli yeni yeni işçi kesimlerinin akın etmesini sağlamamız gerekiyor ki, bu yeni kesimin yerini yeniden böyle on yeni kesim alsın. Bu görev, çetin ve zor olacak gibi gözüküyor.” (51)

Bu, kuşkusuz sendikaların değil, onların da yardım edeceği tek merkezi yönetici gücün, partinin görevidir.

 

36.

Burada, bilinçli azınlığın küçük burjuva, örneğin Blankist kavranışıyla proleter kavranışı arasındaki fark, net olarak görülür olur.

Asıl olan, sınıf öncülüğüdür. Ve ikinci olarak, müttefiklerini de peşinden sürükleyen işçi sınıfının, yığınların eylemi tayin edicidir. Ondan kopuk, kendinden menkul öncülük iddiaları proletaryaya özgü olmadığı gibi, öncülüğü ya da partinin yönetici rolünü karakterize eden, kendi eylemi içinde öz-deneyimiyle öğrenmekten başka yolu olmayan emekçi yığınlara, bu öğrenimlerini gerçekleştirmek ve yönelecekleri hedefi doğru tutturmalarında yalnızca yardım etmektir. Bu yardım dışında, öncülüğe biçilen bütün roller aldatıcı, kendisini sınıfın ve eyleminin yerine koyucu ve tartıştığımız sorun açısından ise bürokratik niteliklidir, başlıca küçük burjuva devrimciliğine özgüdür.

Öncülüğün ve partinin yönetici rolünün Sadun Aren’in atfettiği “ceberrutluk”la ilişkisiz biricik Leninist içeriği, kendi deneyleriyle öğrenecek kitlelere eylemleri içinde yardım etmektir. Nisan günlerinde “bütün iktidar Sovyetlere” şiarını formüle eden Lenin, sorunu böyle ele almaktadır:

“Yalancı-Marksizm’in, Bay Plehanov, Bay Kautsky ve benzerleri tarafından bozulan Marksizm’in eski önyargılarından ne kadar erken kurtulursak, halkın, hemen bugünden ve her yanda işçi ve köylü vekilleri Sovyetleri kurmasına ve bütün hayatı eline almasına yardım etmekte o kadar çok çaba göstereceğiz.” (52)

Kuşkusuz dil sürçmesi değildir. Lenin’in eserinde, öncülüğü, eyleminde kitlelere yardım etme olarak tanımlayan yüzlerce pasaj bulunur. Örnek olsun ve Mandel’in bir başka itirazına ışık tutsun diye, birisi de şudur: “Şimdi öyle bir dönüm noktasına geldik ki, yığınları toplumun bütün işlerinin siyasal ve iktisadi yönetimine katılmaya hazırlama çabalarımıza en küçük bir ara vermeksizin, yeni görevleri konusunda ayrıntılı bir biçimde tartışmalarına en küçük bir engel çıkarmaksızın (ve tersine, doğru çözümlere kendi başlarına varabilmeleri için bu tartışmaları sürdürmelerine bütün olanaklarımızla yardımcı olarak), bir yandan tartışmalar ve mitingler, öte yandan uygulama görevlerine ve iktisadi mekanizmayı bir saat dakikliğiyle işletebilmek için gerekli buyruk ve yönergelerin disiplinli ve gönüllü bir biçimde uygulanmasına yönelik en sıkı sorumluluğun gösterilmesi gibi iki demokratik işlev kategorisi arasında kesin bir ayrım yapmaya başlamamız gerekiyor.” (53)

 

37.

Lenin’in aralarında ayrım yapılması gerektiğini söylediği iki kategori, işçi ve emekçilerin yönetime katılması ile “bireysel diktatörlük” eleştirileri karşısında evet bireysel diktatörlük dediği, kişisel sorumluluk ve yönetim kategorileridir. “Özgür üreticiler”in “öz-yönetimi”nde bu ayrımın izine bile rastlama olanağı yoktur. Mandel’de sadece yönetime katılma, o da değil, henüz yönetilme durumunda olanın yönetmesi, yığın yönetimi anlayışıyla yığının önünde diz çökme vardır. Yoksa “bürokratik yönetim” olacaktır. O, demokrasiyi, bilinçli azınlığın yadsınması olarak anlar. Yığının ve “öz-yönetimi”nin dışında karar vericilik varsa, orada artık “bürokratizm” vardır diye düşünür. Lenin ise şöyle sürdürür:

“Demokratik örgütlenme ilkesi, yığınların yalnızca genel kuralların, kararların ve yasaların tartışılmasına, yalnızca bunların uygulanmasının denetimine değil, ayrıca bu uygulamaya da doğrudan doğruya etkin katılımına ilişkin telkin ve isteklerin Sovyetler tarafından uygulanmasıyla büründüğü üstün biçimiyle, her yığın temsilcisinin, her yurttaşın, devlet yasalarının tartışılmasına, kendi temsilcilerinin seçilmesine ve devlet yasalarının uygulanmasına katılabileceği koşullara kavuşturulması gerektiği anlamına gelir. Ancak bundan hiçbir zaman, belirli yürütme görevlerinin yerine getirilmesi, kararların uygulanması, belli bir zaman süresi içindeki ortak çalışmanın filanca belirli sürecinin yönetimi bakımından, her tikel durumda, kişisel sorumluluklar bakımından en küçük bir anarşi ve düzensizlik belirtisinin kabul edilebileceği sonucu da çıkmaz. Yığının, kendi sorumlu yöneticilerini seçmek hakkı olmalıdır. Yığının, sorumlu yöneticilerini değiştirmek, onların etkinliğinin en önemsiz öğelerini bilmek ve denetlemek hakkı olmalıdır. Yığının, kendi içinden seçtiği herhangi bir işçiyi yönetim görevleriyle yetkilendirmek hakkı olmalıdır. Ancak bu hiçbir zaman, ortak çalışmanın yöneticisiz, belirli bir sorumluluk taşıyan bir önderden yoksun, yöneticinin kendi tek iradesiyle ortaya konan sıkı bir düzen olmaksızın yürütülebileceği anlamına gelmez. Tüm emekçileri birleştirerek, bir saat düzgünlüğüyle işleyen tek bir iktisadi mekanizma oluşturan tek bir irade olmaksızın ne demiryolları, ne taşımacılık, ne büyük makineler, ne de genel olarak işletmeler iyi çalışabilir.” (54)

Lenin’in, Engels’in anarşist anti-otoriterlik üzerine kaleme aldığı “Otorite Üzerine” başlıklı makalesinde (Bkz. Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, 2. Cilt, sf. 448) işlediği aynı fikir üzerinde durduğu kolaylıkla anlaşılır. Evet, yığının devlet yaşamına bütünüyle katılması ve bunun için uğraş vermek- bundan kaçınan Marksist değildir. Ama aynı şekilde, yığın ya da “üreticiler” ve onların “öz-yönetimi” lafları ardına gizlenerek, sınıfların ortadan kaldırılmasına kadar kaçınılmaz olan yöneticiliği, bürokrasi ve bürokratizme eşitleyenin de Marksizm’le uzaktan da olsa bir ilgisi yoktur. Yukarıdaki Lenin pasajı, Mandel için ne denli ürkütücüdür. Tam bürokratizm!

 

38.

Mandel’in aslında bütün eleştirisi, yazımız boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, -bu nedenle Stalin’den hiç aktarma yapmadık, isteyip cesaret eden olursa, Stalin’in uygulamalarını tartışmaya hazırız-, Stalin’in sözünü ederek, Lenin’e yöneliktir. Bütün “bürokrasi”nin kaynağı, ona göre de Lenin’dir, ama cesaret edip onun adını ağzına alamamaktadır. Öfkesini, Troçki’nin “tasfiye edicisi” Stalin’den almaktadır. Stalin’in yaptığı tek şey ise, geliştirerek Lenin’in teori ve pratiğinin yolundan yürümektir.

 

39.

Bürokrasi tehlikesi ise, bütün bir proletarya diktatörlüğü döneminde gerçek bir tehlike olarak kalmaktadır. Peki, bu tehlikeye karşı güvence nerededir? Yığınlarda mı, sınıfta mı, Sovyetlerde mi yoksa partide mi?

Mandel “yığınlarda” olduğunu, “üreticiler” terminolojisini kullanarak, açıkça savunmaktadır. Değildir. Yığınların parçalı bir bütün oluşturması, geri yığınların bir dizi özlem, önyargı, alışkanlık ile donanmış bir geçmişe sahip olmaları, düşük kültür düzeyleri ve bunun maddi temeli olarak küçük üretim vb. yığınların güvence olmasının engelidir. Ama tek başına güvence değildir. İşçi sınıfı da, yığınlarının geriliği düşünüldüğünde, bu güvenceyi sağlamaz. Ama tek başına sağlamaz, örgütsüz, disiplinsiz, bilinçsiz haliyle sağlamaz. Sovyet de öyle. Partiye gelince, yalnızca öncü yetersizdir; öncü sınıfının ve emekçi kitlelerin başında anlamlanır. Güvence, yığın, işçi sınıfı, Sovyet, geri kalan yığın örgütleri (sendikalar vb.) ve parti arasında kurulmuş doğru ilişkidedir.

Mandel’in sahte bürokratizm düşmanlığını yere çalan, “yukarıdan” bakıldığında, pratik uygulanması bakımından proleter devlet iktidarının genel mekanizmasına ilişkin Lenin’in ünlü pasajıyla bitirelim:

“Liderler, parti, sınıf, yığınlar arasındaki ilişkiler ve öte yandan proletarya diktatörlüğünün ve onun partisinin sendikalara karşı tutumu, bugün bizde somut olarak şöyledir: Diktatörlük, Sovyetler içinde örgütlenmiş ve son kongresinde bildirildiğine göre (Nisan 1920), 611.000 üyesi bulunan Komünist (Bolşevik) Partisinin yönettiği proletarya tarafından gerçekleştirilmiştir… Her yıl kongresini toplayan partiyi, kongrenin seçtiği 19 üyeden kurulu bir Merkez Komitesi yönetir… Günlük çalışmalar Moskova’da “Örgbüro” ve “Politbüro” diye adlandırılan, Merkez Komitesi tarafından seçilen ve her biri beş üyeden kurulu bulunan daha da sınırlı komiteler tarafından yürütülür. Bundan ‘oligarşi’nin en resmisi olduğu sonucu çıkar. Ve bizim cumhuriyetimizde, Partinin Merkez Komitesinin direktifleri alınmadan, hiçbir siyasal sorun ya da örgütleme sorunu, bir devlet kurumu tarafından çözüme bağlanmaz.

“Çalışmalarında parti, son kongre verilerine göre (Nisan 1920) bugün 4 milyondan çok üyesi olan ve resmen partisiz bulunan sendikalara, doğrudan dayanır. Gerçekte sendikaları büyük çoğunluğunun yönetici kurumlarının tümü ve başta Rusya Sendikalar Merkezi ya da bürosu (Rusya Sendikaları Merkez Şurası) komünistlerden kuruludur ve partinin bütün direktiflerini uygular. Böylelikle elde edilmiş olan, resmen komünist olmayan daha esnek ve daha geniş olan çok güçlü bir proleter aygıtıdır, partiyi sınıfa ve yığınlara sıkı sıkıya bağlayan ve partinin yönetimi altında sınıf diktatörlüğünü gerçekleştiren bir aygıt…

“‘Yığınlar’ ile bağlantı kurmanın sendikalar aracılığıyla yeterli olmadığını kabul ediyoruz. Pratik, bizde, devrim sırasında, bütün olanaklarımızla korumaya, geliştirmeye ve genişletmeye çalıştığımız bir kurumu yaratmıştı: Bu, bize, yığınların ruh haletini gözleme, yığınlara yaklaşma, onların gereksinmelerini karşılama, içlerindeki en iyi unsurları devlet görevlerine çağırma vb. olanağını sağlayan partisiz işçi ve köylü konferanslarıdır…

“Bundan başka, bilindiği gibi, bütün parti çalışması, meslek ayrımı yapmaksızın, emekçi yığınları bağrında toplayan Sovyetler aracılığıyla yapılmaktadır. Bölge Sovyet kongreleri, burjuva dünyasının en iyi demokratik cumhuriyetlerinde bile şimdiye kadar görülmemiş olan ölçüde demokratik bir kurumdur; (partinin çalışmalarını büyük ve sürekli bir dikkatle izlemeye çalıştığı) bu kongreler aracılığıyladır ki ve aynı zamanda köylere, orada çeşitli görevleri doldurmak için bilinçli işçileri durmadan yollamak suretiyledir ki, proletarya, köylülüğe karşı yönetici rolünü yerine getirmektedir; kent proletaryasının diktatörlüğü gerçekleşmekte, zengin köylülere, burjuvalara, sömürücülere, spekülatörlere vb. karşı sistemli bir savaş yürütülmektedir.” (55)

Varsın Troçkizm “bürokrasi” mavalı okumaya devam etsin, bütün ülkelerin bilinçli proleterleri Lenin ve Stalin’in izinden yürüyeceklerdir.

Mandel’in ortaya koyduğu “özgür üreticilerin birliği”, “özyönetim” vb. türden henüz koşulları oluşmamış erken örgüt önerilerinin, bir kez uygulanmaya girişildiğinde, kesinlikle ve kaçınılmaz olarak bürokrasiye yol açacaklarını bilerek, bilinçli proleterlerin yürüyeceği tek yol budur.

 

DİPNOTLAR

(1) Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay. 8. Baskı, Mart 1994, s. 42

(2) Weydemeyer’e Mektup, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, 1. Cilt, Sol Yay. 1. Baskı, Aralık 1976, s. 637

(3) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 120

(4) K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Melsa Yay., 1. Baskı, Mayıs 1990, s. 42-43

(5) Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı, s. 362 (6)Agy, s. 214

(6) Age. S214

(7) E. Mandel, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, Koral Yay. s. 159–161

(8) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 102 (9)… İkinci Kriz, s. 161

(9) … İkinci Kriz, s. 161

(10) Saruhan Oluç, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 21–22

(11) Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 15 (12) Agy, s. 16

(12) Agy, s. 16

(13) Agy, sf 27,28

(14) Agy, s. 22

(15) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 119

(16) Agy, s. 96

(17) Agy, s. 109

(18) Agy, s. 136

(19) Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay. 10. Baskı, Kasım 1992, s. 179

(20) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, Ekim Yay. 1. Baskı, Şubat 1990, s. 233

(21) İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol. Yay. 2. Baskı, Ocak 1990, s. 268

(22) Bebel’e Mektup, Gotha… s. 55

(23) Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm derlemesi içinde, Sol Yay., 1. Baskı, Mart 1979, s. 409

(24) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 103–104

(25) Agy, s. 102

(26) Agy, sf. 135

(27) Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 357

(28) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 250

(29) Age, s. 226

(30) Age, s. 299

(31) Age, s. 217–218

(32) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 88

(33) Leninizm 4. Defter, İnter Yay., 1. Baskı, Haziran 1992, s. 76

(34) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 220

(35) Age, s. 146

(36) Age. s. 228

(37) Age, s. 267–269

(38) Age, s. 215

(39) Age, s. 162

(40) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 99

(41) Agy, s. 101

(42) Devlet ve İhtilal, s. 56–58

(43) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 209–210

(44) Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 402

(45) Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 22

(46) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 137

(47) “Sol” Komünizm, Sol Yay. 3. Baskı, Şubat 1975, s. 37-39

(48) Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 396

(49) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 122

(50) Age, s. 126

(51) Leninizm Nedir? 1. Defter, s.lll

(52) Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay. 1. Baskı, Kasım 1969, s. 50

(53) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 151–152

(54) Age, s. 152–153

(55) “Sol” Komünizm, s. 4244

 

 

İhanetin söndüremediği ateş

İspanya Komünist Ekim Örgütü yöneticisi Raul Marco’yla röportaj

31 Mart’ta dört büyük ilde gerçekleştirilen Emek Partisi kuruluş şenliklerinde çok sayıda sendikacı konuk ve kardeş parti temsilcisi de vardı. Bu konuklardan İspanya Komünist Ekim Örgütü yöneticisi Raul Marco ve Benin Komünist Partisi temsilcisi Philippe Noudjenoume ile söyleşme olanağı bulduk. Aşağıda, R. Marco ile gerçekleştirilen röportajı sunuyoruz. Türkiyeli okuyucunun, söylenenleri anlamasını kolaylaştırır düşüncesiyle Marco’nun düşüncelerini aktarırken, anlatılan döneme ilişkin kısa notlar düştük.

Benin Komünist Partisi temsilcisiyle yapılan röportajı önümüzdeki sayıda yayınlayacağız.

“Yoldaşlarımı yanıltmak istemem” diye özellikle vurguluyor Raul Marco: “biz küçük bir grubuz.” Söyleşinin akışı içinde yine tekrarlıyor: “İspanya’nın güçlü öncü partisi yok artık.” Bu sözlerde, tasfiyeci komplo ve ihanete duyulan öfke var. Ama aynı zamanda tüm ihanet ve tasfiyeye karşın komünizm ideallerinin, şanlı bir geçmişe sahip İspanya işçi sınıfı içinde kitlesel bir güç olması için ortaya konan kararlılık var.

 

FABRİKA İŞÇİSİ BİR KOMÜNİST

Raul Marco, İspanya Komünist Partisi/ Marksist-Leninist’in (İKP/ML) kurucularından. Ve 1991’de yaşanan tasfiyeye kadar Partinin genel sekreteri. Kendisi hakkında bilgi vermesini istiyoruz. Oldukça mütevazı ifadelerle anlatıyor:

“1936’da doğdum. Küçük burjuva bir aileden geliyorum. Babam cumhuriyetçiydi ama komünist değildi. Çok erken yaşta faşizme karşı mücadele saflarına katıldım. 14–16 yaşlarında gizli-yeraltı mücadelesine başladım. Okumayı bıraktım ve bir fabrikada çalışmaya başladım. Partiyle burada tanıştım. 1960’a kadar diğer bütün militanlar gibi yeraltı yaşamını sürdürdüm.

1960’a kadar işçi olarak çalıştım. Parti beni Avrupa’daki göçmen işçileri örgütlemekle görevlendirdi. Önce İsviçre’de, daha sonra Fransa’da İspanya’dan bu ülkelere göçmüş işçiler içinde çalıştım. Kısa sürede partinin Avrupa Komitesi’ne getirildim. Orada Merkez Komitesi ve Polit Büro’yla temas kurma imkânı buldum. Ülke içinde yürütülen faaliyetle yurtdışı faaliyeti arasında iletişim sağladım. İspanya’dan Fransa’ya, Fransa’dan İspanya’ya haber a-kışını vb. işleri koordine ettim.”

Anlatım bu sözlerden sonra, kendisiyle değil partiyle ilgili. Yaşamını işçi sınıfı davası ve partiyle birleştirmiş bir komünist için, “kendisi” bütün parti faaliyetidir. Marco da, partiyi anlatıyor ve kendisinden ancak bu etkinliğin bir parçası olarak söz ediyor.

 

REVİZYONİZME TAVIR VE İKP/ML’NİN KURULUŞU

İKP/ML, Franko faşizmi koşullarında ve revizyonizmle mücadele sürecinde kuruldu. Ama onun öncelinde, Komünist Enternasyonalin önemli bir seksiyonunu oluşturmuş, yenilgiyle sonuçlanmış da olsa şanlı bir savaşın ateşinde yetişmiş militanlara sahip İspanya Komünist Partisi (PCE-İKP) vardı. Parti, Jose Diaz, Dolores Ibarruri gibi ünlü önderlere sahipti. Bu iki isim, aynı zamanda, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nda da görev almıştı. Böyle bir parti bilinen uluslararası etkenlerin yanında ülke sorunlarına ilişkin hangi politikalarla yozlaştı ve İKP/ML nasıl kuruldu, bunu öğrenmek istiyoruz.

Parti yönetimiyle 58–59 yıllarından itibaren ayrılıklarımız oluşmaya başladı. 1956 yılındaki 6. Kongre’de milliyetçi bir eğilim baş gösterdi. Ulusal uzlaşma politikasını benimsediler. Böylesi bir uzlaşma bizler açısından kabul edilemezdi. Tüm Parti genelinde büyük bir tartışma yaşandı. Çünkü faşizmle uzlaşmanın kabul edilebilir bir yanı yoktu. Partinin, Cezayir bağımsızlık savaşı karşısında aldığı tutum parti yöneticileriyle aramızdaki görüş ayrılıklarını boyutlandırdı, tartışmaları alevlendirdi. İKP, Cezayir halkının verdiği bağımsızlık savaşını desteklemedi. Fransa’da ve İspanya’da yürüttüğüm görev dolayısıyla Cezayirli komünistlerle sürekli ilişki halindeydim. Onların yürüttüğü mücadele karşısında kayıtsız kalamazdım. Onlarla aktif bir işbirliği içerisine girdim. Bu, Merkez Komitesi’nce hiç de hoş karşılanmadı. Bana çok sert bir uyarıda bulundular. Bana “Arapların probleminden sana ne” dediler, ilk defa parti politikalarına uymayı reddederek Cezayirliler için çalışmaya başladım.

Tabii ki SBKP 20. Kongresi’nin sonuçlarının ortaya çıkması ile birlikte ayrışma daha da belirginleşti. Herkesçe bilinen bu sorunun ayrıntılarına girmeyeceğim.

Papa Huan XIII bir doküman yayınlamıştı. Parti yöneticileri, bu belgeyi “olumlu bir belge” olarak değerlendirdiler ve bizden onu dağıtmamızı istediler. Papa, söz konusu belgede “ulusal uzlaşma” çağrısı yapmaktaydı. Partinin o döneme ait yayınlarına bakılırsa bu tutumun açıkça savunulduğu görülecektir. Biz bunu reddettik. Tutumumuzu Lenin’in Devlet ve İhtilal’ine dayandırdık. Şunu görmek gerekir: Partinin ideolojik donanımı, şekillenmesi son derece zayıftı. Kitlesel bir partiydi, son derece özverili militanlara sahipti ama ideolojik yönden neredeyse hiç diyebileceğimiz bir geriliğe sahipti. Şu sonuca vardık: Mücadele süreci içerisinde yoldaşlarımızın ideolojik düzeylerini yükseltmeye özel bir önem vermek, onları ilerletmek gerekiyor.

Merkez Komitesi, içinde bulunduğum ve birlikte hareket ettiğim komiteyi, aramızdaki görüş ayrılıklarını tartışmak üzere toplantıya çağırdı. Biz de Devlet ve İhtilal gibi eserleri okuyarak çalışmaya, toplantıya hazırlanmaya başladık. Toplantıyı Fernando Claudin (Türkçede “Komintern’den Kominform’a” adıyla yayınlanan kitabın yazarı-ÖD) yönetiyordu. O, bu toplantıda bizi destekledi. Parti yönetimiyle onun da çelişkileri vardı ve mevcut yönetimden daha sağcı görüşlere sahipti. Bu yüzden toplantıda bizi destekledi. Bu toplantıda, çelişkilerin çözümü doğrultusunda yeni ve daha geniş katılımlı bir toplantı talep ettik. Polit Büro, bir konferans toplanmasını kabul etti. Onlar, konferansı bizi etkisizleştirmek ve örgütten uzaklaştırmak için kullanmayı planlıyordu.

Biz de görüşlerimizi etkin bir şekilde savunmak için hazırlıklara giriştik. Parti içersinde gizli hücreler örgütlemeye başladık ve parti kitlesiyle ortak bir tavır geliştirmeye çalıştık. İki yönlü bir gizlilikle karşı karşıyaydık. Bir yandan Franco rejimine karşı, öte yandan da parti yönetimine karşı gizlilik. Bu olaylar 62 yılında gelişti. İlk Marksist-Leninist hücreler o sıralarda oluşmaya başladı, ideolojik mücadele devam etti.

1963 yılında Konferans yapıldı. Bu konferans için hücreler üzerinden 50’ye yakın delege seçtik. Konferans bizim tarafımızdan değil Polit Büro tarafından organize edilmişti. Fransa’da yapıldı. Konferans yerine, yani CGT Sendikası’nın bir şatosuna geldiğimizde bir tuzakla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Seçtiğimiz 50 delegeye karşılık Carillo’nun 100’e yakın a-tanmış delegesi vardı. Carillo’nun kendisi konferansı yönetti. Diğer bir yönetici Lister’di. O dönem beni silahla tehdit eden de oydu. Küçük bir azınlık olarak kaldık. Kısa da olsa konuşma hakkımızı kullanabildik. Birlikte tavır geliştirdiğimiz bütün yoldaşlar bulundukları alandan ve görevlerinden alındılar. Fakat ilginç bir şekilde beni görevden almadılar. Muhalefet grubunun başını çekmeme rağmen beni niye görevden almadılar ya da uzaklaştırmadılar anlamadım. Belki de başka bir manevra yapmaya çalıştılar.

Ve artık açık olarak Marksist-Leninist gruplaşmalara başladık. İspanya Komünist Örgütü Organizasyonu’nu kurduk. Chispa (Kıvılcım) adında bir gazete çıkardık. Daha sonra ülke içinde başka iki örgüt daha kuruldu. Biri üniversiteli öğrenciler ve aydınlar tarafından, diğeri de bizim gibi işçiler tarafından. Kolombiya’daki ve Latin Amerika’daki yoldaşlar tarafından da bir grup oluşturulmuştu. Hemen birbirimizle ilişkiye geçtik. 1964’te bir birlik konferansı topladık. Sonradan katledilen Gernika isimli Kolombiyalı bir yoldaşın da katılımıyla konferans gerçekleşti. Dört grubu birleştirdik ve ispanya Komünist Partisi/Marksist-Leninist’in kuruluşunu ilan ettik (1964). Fakat bir süre sonra anladık ki, oluşturulan birlik, gerçek anlamda birlik değildi. Gruplar içersinde oportünist unsurlar vardı. Carillo çizgisini destekleyenler vardı. Ve 1964 yılı boyunca içimizdeki oportünistlere karşı şiddetli bir ideolojik mücadele verdik. Aralık 1964’te yaptığımız Merkez Komitesi Plenumu’yla, partiyi oportünistlerden ve diğer zararlı unsurlardan temizledik. O plenum, partinin kuruluş plenumu sayılabilir; her yönüyle ideolojik bir arınma yaşandı. Böylece parti İspanya’nın birçok yerinde kök salmaya başladı. Uluslararası ilişkilere girdi, en başta da Çin ve Arnavutluk’la.

Daha sonra Kolombiyalı yoldaşlara kendi partilerini kurmalarına yardımcı olduk, İtalyanların kuruluş çalışmalarına da katıldık. O dönemde enternasyonal alanda çok aktiftik, Fransa, İtalya ve diğer Latin Amerika ülkelerinde ilişkilerimiz vardı. Ve Avrupa’da, revizyonist yozlaşmadan sonra kurulan ilk ve en güçlü partilerden biriydik. Ama ilk kurulan değildik. Bizden birkaç ay önce Belçika’da kurulan parti bizden daha güçlüydü. Fakat 3–4 yıl içinde yok oldu.”

Raul Marco, uluslararası planda doğan sorunlarını da şöyle anlatıyor:

“Ve ilk politik ayrışmamız Çin’li yoldaşlarla oldu. Yani onlarla bizim ayrışmamız 70’lerde değil 65’te oldu. Onlar İspanya’da, bizim attığımız oportünist bir grubu destekliyorlardı. Bize ulusal burjuvazi çizgisini dayatmak istiyorlardı. Biz onlara şunu söylüyorduk: İspanya’da milli burjuvazi nerde, bize gösterin? Onlarla sürekli içte ve dışarıya yansıyan çelişkilerimiz vardı. Daha sonra da Arnavutluk’la, görüş ayrılıklarını dışarıya yansıtmamak üzere, çelişkilerimiz oldu.

Mehmet Şehu olayını onaylamadık. Bir de Ramiz Alia’nın sağcı bir yaklaşımı vardı. Kendisiyle de tartıştık, hemfikir olmadığımızı söyledik. Gazetede bunu eleştiren bir yazı yayınladık. Sorun Ramiz Alia ve kişiler sorunu değil Arnavutluğun da sorunuydu.”

 

İSPANYA İÇ SAVAŞI VE SSCB

İspanya, 1936’da General Franco’nun cumhuriyete karşı başlattığı isyanın ardından üç yıllık bir iç savaş yaşadı. Başta işçiler olmak üzere ispanya halkı, Alman ve İtalyan faşistleri tarafından silah ve askerle her bakımdan desteklenen Franco’cu faşist güçlere karşı kahramanca direndi. Buna karşın Batılı “demokratik” ülkeler, “tarafsızlık” adı altında sessiz kaldılar, dolaylı şekilde Franco’yu desteklediler. Bu koşullarda yegâne yardım SSCB’den geldi. Dünyanın değişik ülkelerinden komünistler ve aydınlar cumhuriyetçilerin saflarında faşizme karşı savaştılar. Ancak sosyalizmin politik bakımdan yenilgi aldığı koşullarda dünya çapında köpürtülen karşı devrimci dalga, tarihsel olayların çarpıtılmasını da temel unsurlarından biri haline getirdi. Biz de, Troçkist-burjuva iddiaları hatırlatarak Marco’nun bu konudaki görüşlerini sorduk:

“Bu iddialar yanlış. O döneme ilişkin çok sayıda belge var. Her alanda desteğin güçlü olduğunu gösteren belgeler. Gerekli destek yapılmıştır. Her planda. Silah gönderilmesi, askeri eğitim… kadroların eğitimi

Sovyetlerde yapılıyordu. İspanyol pilotları orada eğitime tabi tutuluyordu, İspanya’ya her cephede yardımcı olan Sovyet uzman subayları vardı. Sadece cephe yardımı değil devletten devlete de yardım vardı. Gemilerle yardım geliyordu, silahtan yiyeceğe kadar. Hatta denizaltı bile vardı. Bu yardım savaş döneminde de farklı biçimde devam etti. Bu konudaki iddialar, yalana dayanan Troçkist karalamalardır. Dokümanları, ayrıntılarıyla ortaya koyup size iletebilirim.”

Yoldaş Marco, dergimiz Özgürlük Dünyası için bu konuda bir yazı kaleme almaya söz veriyor. Bu durumda, konu hakkındaki ayrıntıları yazılacak yazıya bırakıp yeni bir konuya geçiyoruz.

 

FRANCO FAŞİZMİ ALTINDA İŞÇİ HAREKETİ

1939’da kesin bir şekilde hâkimiyet kuran Franco güçleri, kitleleri azgın bir terör altına aldı. İşçilerin ve emekçilerin sendikal ve siyasal hakları ortadan kaldırıldı, işçiler, işçi ile patronun birlikte içinde yer alacağı, toplu sözleşme hakkı dahi olmayan dikey sendikalara girmeye zorlandı.

Ancak işçiler, dikey sendikalara rağbet etmedi. Faşizmin silahla sağladığı suskunluk, özellikle 2. Savaş’tan sonra delindi, ilk büyük işçi grevi, Basklı gizli sendikaların çağrısıyla gelişti. 1947 yılında gerçekleşen bu genel greve Bask işçilerinin yarıdan fazlası katıldı. Yine Bask’ta 1952 yılında 200 bin işçi genel greve gitti. 1956 yılında tüm kuzey bölgelerini içine alan grev hareketi %27 ücret artışıyla sonuçlandı.

1962’de motor gücünü Asturya madencilerinin oluşturduğu ve 400 bin katılımla gerçekleşen genel grev, önemli kazanımlarla sonuçlandı.

Dikey sendikaları işlevsiz kılmak üzere, işçiler özgün bir sendikal yapıyı da bu eylem sürecinde yarattılar. İşçilerin doğrudan iradesini yansıtan işçi komisyonları, 1963’te merkezi bir yapıya kavuştu. Faşizmin yasallığını aşarak meşruiyetlerini kabul ettiren ve fiili sözleşmeler yapan bu yapılar, diğer emekçi katmanların talepleri için de mücadele ettiler, yığınlardaki karamsarlığın yok olmasında büyük bir rol oynadılar. OSO, işçi komisyonlarına dayanan bir örgüt olarak bu dönemde doğdu.

İşçi hareketiyle yakın ilişki içinde anti-faşist bir hareket de yükselmekteydi. Bu sürece ilişkin olarak Marco şunları anlatıyor:

OSO, bizim tarafımızdan kurulmuştu.

İspanya’da istenen sadece dikey sendikacılık tarzıydı. Olanaklarımız ölçüsünde onun içersinde çalışmaya çalışıyorduk. Fakat mümkün olmuyordu. ’60’lı yıllardaki büyük grevlerden sonra o dönem Komünist Parti’nin teşvikiyle Madrid’de OSO diye bir sendika yaratıldı. Onun içersinde de işçi komisyonları kuruldu. Bu komisyonlar bugün de var. Daha sonra OSO adı terk edildi, işçi komisyonları biçimindeki örgütlenme ülkenin her yerinde yaygınlaştı. Partinin (İKP/ ML) kurulması ile birlikte işçi Komisyonları ikiye bölündü. Bir tarafta reformist, diğer tarafta devrimci bir çizgi biçiminde. Biz devrimci çizgi içersindeydik. Biz o dönem OSO’yu yeniden kurduk ve onu yeniden kurduğumuzda onun içersinde anarşistler de vardı, tüm güçler vardı. Yeni kurulan OSO içerisindeki etkin kadrolar bizim yoldaşlardı. OSO o dönem çok güçlü eylemler yaptı.

 

ANTİ FAŞİST CEPHE VE FRAP

Partimiz İKP/ML, saflarını oportünistlerden arındırdıktan sonra hızla gelişmeye başladı. Silahlı mücadele de gerekiyordu.

‘64’ten itibaren polis benim hakkımda ölüm kararı çıkartmıştı. Savunma birlikleri gibi gruplar yaratmıştık. Gösterilerde, eylemlerde savunmamızı sağlıyorlardı. Rejim için çok tehlikeli gruplardı. Bu grupları yönetenler hakkında da ölüm kararı çıkartılmıştı. O dönem çok güçlü bir madenci grevi patladı, İspanya’nın birçok yerinde işçi sınıfının güçlü grevleri, eylemleri oldu. ETA’nın doğuşu da aynı döneme rastlar, İspanya’da diğer bütün partiler ETA’yı eleştirdi, ancak biz ETA’ya destek olduk. Silahlı mücadelelerini de destekledik. Doğru olduğunu düşünüyorduk. O dönem silahlı bir yapılanma da oluşturduk. Anti-faşist, anti-emperyalist bir cephe yaratıldı. Anti-Faşist Devrimci Cephe, Sol Sosyalist diye bir grupla ortak kuruldu.

Bu cephe ‘72’de kuruldu. Savunma örgütlerinden farklı olarak silahlı eylemler de yürüttük. ‘71’in sonuna kadar cephe benzeri bir gruplaşma vardı. Sosyalist sol, cumhuriyetçiler, öğrenci hareketi, gizli sendikal örgütlenmeler gibi yapılanmaları bir cephede birleştirdik. Ve onların hepsini birleştiren bu cephe silahlı mücadele yürütüyordu. Silahlı mücadele İspanyol polisine ve orada bulunan Amerikan askerlerine yönelikti. Çok etkili eylemlerdi. Ancak, polis, cephe içine sızma olanağı buldu.

FRAP’ın eylemleri kuşkusuz kitlelerin desteğini alan eylemlerdi. Fakat kitlelerin desteğini alan bu örgütlenmeyi daha da kitleselleştirmede eksik kaldık. 75’te Madrid’de bu cephenin önemli bir grubu polisin eline geçti. Bizim tahminlerimize göre bu darbe bir polis sızması sonucunda yenmişti. Bu gruptan 8 kişi ölüme mahkûm edildi. Bunların sabah 6’da kurşuna dizilmeleri gerekiyordu. Gece beş tanesi affa uğradı. Onlardan bir tanesi grubun şefiydi. Niçin affedildiği bugün de bizim için muamma. Bir gazeteciydi. Daha sonra partiye karşı komplo düzenleyen grubun başını da o çekiyordu. Şimdi düşündüğümüzde, o durum ile bugünkü durum arasında bağ kurduğumuzda, onun daha o günden partiyi ortadan kaldırmaya çalışan bir hain olduğu sanısı güçleniyor.

FRAP’ı (Anti Faşistlerin Devrimci Cephesi) istenir düzeyde gelişkin bir örgüte dönüştüremedik.

 

FAŞİZMİN GERİLEMESİ VE YIKILIŞI

1975’te Franco’nun ölümünden sonra, tedrici olarak partiler legalleşti, sendikal haklar kazanıldı. Bu süreç nasıl geliş acaba?

O dönemi biz demokratikleşme dönemi olarak değerlendiriyoruz. Yani sosyal demokratlar ve revizyonistler bu dönemi iyi kullandılar. Bir yıl boyunca eski faşistler devlet iktidarında ipleri ellerinde tutmaya devam ettiler. Finans oligarşisinin büyük bir kesimi o dönem Avrupa’daki mevcut yapılanmaya uyum gösterip demokratikleşme adımlarını atmak istiyordu. Bu kesim, Almanlardan büyük destek aldı. Bu geçiş sürecinin barışçıl olmasını istiyorlardı. Çünkü bir halk ayaklanması patlaması ihtimali büyüktü. Sosyal demokratlar ve revizyonistler faşistleri korkutmadan küçük küçük tavizler koparılması ve bu demokratikleşme sürecinin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaptılar. Bunu halk ayaklanmasının önüne geçmek için verilen tavizler ve manevralar olarak ifade edebiliriz.

Alman Sosyal Demokratları Gonzales’in partisinin kurulmasına önayak oldular. Bir Sosyal Demokrat hareket yaratmak için.

Almanlar ve Fransızlar ise kendi revizyonist partileri türünden komünist bir partinin olmasını istiyorlardı.

Peki, şu an İspanya yönetimi nasıl adlandırılabilir?

Eğer İspanya Anayasası’nı okursanız biçimsel bakımdan çok güzel bir anayasa olarak görünür. Fakat İspanya halkının çok bağlı olduğu bir ilke vardır: Cumhuriyet ilkesi. Mesela Portekiz’de, Yunanistan’da olduğu için bir referandum olmadı İspanya’da. Halk, Cumhuriyeti istiyor mu diye bir referanduma gidilmedi. Halk zaten cumhuriyetçiydi. Bu bakımdan anayasayı yaparken halkın bu eğilimini hesaba kattılar. Ama mesela faşizm suçlularının, işkencecilerin yargılanmasını gündeme getirmediler, devletin vurucu güçlerine dokunmadılar. Orduya da dokunamadılar. Anayasa’da, kral yaptıklarından dolayı yargılanamaz gibi hükümler var.

Kiliseyle devlet görünüşte ayrı. Ama devlet kiliseye milyonlarca dolar destekte bulunur. İspanya’da bütün özel okullar kilisenin emrindedir ve devlet tarafından sübvanse edilir. Laik eğitim, devlet eğitimi ise sadece yoksullar içindir. Uluslararası kapitalizmin ve özellikle Fransız ve Alman kapitalistlerinin yolunu açtıkları bir manevraydı bu İspanya’daki geçiş süreci. Bugün parlamenter monarşinin olduğu bir burjuva demokrasisi. Burjuva demokrasisinin kapsamı neyi alırsa tabii. Tabii ki devletin terör grupları kurma hakkı var. Siyasi tutuklular işkenceye maruz kalıyorlar, katlediliyorlar. Onları politik tutuklu olarak kabul etmiyor devlet.

 

İKP/ML’NİN YASALLAŞMASI VE TAKTİKLERİ

Partiniz bu süreci nasıl karşıladı? Partiniz nasıl yasallaştı, FRAP ne oldu?

Franco 1975’te öldü. Franco öldükten sonra silahlı mücadeleyi devam ettirmenin anlamı yoktu. O dönemde silahlı mücadeleyi sürdürmek, demokrasi beklentisine girmiş yığınlar üzerinde yanlış etki yapardı. Yani o dönem silahlı mücadele yürütseydik bir grup silahlı adam olurduk, pek fazla kitle katılımı da olmazdı. FRAP devam edemedi. Gelişen koşullara uygun olarak partiyi legalleştirme düşüncesine varmıştık. Bu durumda FRAP’ı dağıttık. Sadece partiye gelir elde etme ve başka bazı işler için bazı grupları koruduk.

Carillo’nun İKP’si, 1976’da, Franco’nun ölümünden kısa bir süre sonra yasallaştı. 1978’de yasallığımızın tanınması için İçişleri Bakanlığı’na başvuruda bulunduk. Bakanlık, partinin legalleşme başvurusunu reddetti. Bakanlık, partinin tüzel kişiliğini tanımamış olmasına rağmen biz Madrid’in birçok yerinde fiilen bürolarımızı açtık, ispanya çapında binlerce kişiyi harekete geçirdik. Revizyonistler hariç bütün politik güçler, bugünkü sosyalist parti de dahil, bizim tüzel kişilik kazanmamız için deklarasyonlar yayınladılar, desteklediler.

Başvurumuz, iki yıl sonra kabul edildi. Parti, 1980’de tüzel kişilik kazandı.

Bizim yasal statümüzü hükümet reddetti ama sonradan kabul etmek zorunda kaldı. Kitlelerin gücü ile yasal statümüzü kazandık. Parti, kitle içindeki, sendikalar içindeki çalışmasını daha da yaygınlaştırdı. Avrupa’nın ilk önemli partilerinden birisiydi. Parti içerisinde ideolojik tartışmalar devam etti. Mevcut sosyal duruma bağlı olarak faaliyetlerin nasıl organize edileceği üzerine tartışmalar yürütüldü.

Peki bu dönemde nasıl bir sendika politikanız vardı? OSO varlığını korudu mu?

OSO, Franco rejimine karşı cepheye de yardımcı oluyordu. Ondan dolayı da FRAP’ı ortadan kaldırdığımızda OSO adını kullanamazdık. AOA’yı (İşçi Meclisleri Birliği) kurduk. Aslında bur OSO’ydu ama adını değiştirmiştik. Çünkü partiyi de legalleştirmeyi düşünüyorduk, OSO ise FRAP’la bağı olan bir sendikal örgüttü.

İKP/ML’nin oldukça güçlü olduğu bir dönemde 70’li yılların ikinci yarısında AOA kuruldu. AOA, bilebildiğimiz kadarıyla kendi misyonunu muhalefet sendikacılığı olarak ifade ediyordu. Aynı dönemde, kısa bir süre, Türkiye’de de ona benzer bir şekillenme doğdu. AOA’nın kurulması işçi çoğunluğunu diğer sendikaların, gerici sendikacıların yönetimine terk etmek olmuyor muydu?

İşçi Komisyonları oluşumu işçiler tarafından kurulmuştu. Partinin verdiği bir karar değildi. Çünkü diğer dikey sendikacılık i-çersinde çalışmak mümkün değildi. Büyük grevler döneminde kendiliğinden işçiler tarafından kurulan bir yapı. Çok kendiliğinden gelişti ve yaygınlaştı.

Ancak FRAP’ı lağvettiğimiz dönemde sendikaların yeniden oluşturulması noktasında eksikliklerimiz oldu. AOA’yı bir dönem elimizde tutmamıza rağmen işçi komisyonları daha yaygın olduğu için küçük bir grup olarak kalmayı tercih etmedik. O dönem AOA’yı korumakta direnmek bizi işçilerden koparırdı. Küçük bir grup olarak kalırdık. Bir kongrede durum değerlendirildi. O kongrede işçilerin çoğu AOA’yı tasfiye edip işçi komisyonlarına katılınması kararını aldılar. Yoksa sadece partinin desteklediği bir sendika olarak kalırdık.

AOA daha sonra işçi komisyonlarına katıldı. Biz de şimdi işçi komisyonları içinde çalışıyoruz.

Bugün İspanya’da başlıca iki işçi sendikası var. Biri İşçi Komisyonları, UGT; sosyal demokrat bir çizgide. CNT ise İspanya Savaşı döneminde kurulan anarşist bir sendika ve güçlü bir sendika. Ancak birkaç yıl önce ikiye bölündüler ve güçlerini kaybettiler. Bir CNT ve bir SJT var. Bunların bir gücü var fakat işçi komisyonlarına kıyasla daha küçükler.

Ayrıca Bask bölgesinde iki sendikal oluşum var. Bask bölgesinde, işçi komisyonları kadar güçlüler.

Basklı burjuva ulusalcılar tarafından yönlendirilen diğer bir sendika de ELA-STV, Sol eğilimli bir sendika.

 

“BÜYÜK KOMPLO”

Tekrar parti içi sorunlara dönersek; partinin tasfiyesiyle sonuçlanan komplo nasıl gelişti?

Parti içinde ideolojik tartışmalar sürdü. Çin sorunu önceden hallettiğimiz bir sorundu. Özellikle Arnavut yoldaşlarla ve ilişkide olduğumuz kardeş partilerle görüş alış verişinde bulunuyor, görüşlerimizi iletiyorduk. Arnavutluk’taki değişiklikler, Doğu Bloğu’nun çöküşü parti içindeki ideolojik tartışmaları farklı bir noktaya getirdi. Fakat ideolojik görüş ayrılıkları açık olarak parti içersinde dile getirilmiyordu. Ben kendim de dile getirilmemiş fikirleri ve bazı huzursuzlukları hissediyordum. Dile getirmeleri için de ısrar ediyordum.

Bir plenum çağrısı yaptım ve bu plenumda da var olduğunu hissettiğim görüş ayrılıklarını tartışmaya açmalarını istedim. 1989 Haziranı’nda gerçekleşen bu toplantıda ortaya koyduğumuz bir metni bütün parti örgütlerinde tartışmaya açtık.

Görüş ayrılıklarının açık olarak dile getirilmesini istedik. İkinci Plenum Kasım ’90’da oldu. İlk plenumda önümüze bir yıllık bir süreç koyduk. Bu süreç içersinde tartışılacak, bir yıl sonra yapılacak toplantıyla platform netliğe kavuşturulacaktı. Daha sonra içler acısı bir durum gündeme geldi. Çünkü daha önce hissettiğim o görüş ayrılıklarının partide tartışılmasını ve belli temsilcilerin bir araya gelişiyle noktalanmasını beklerken, tam bir tasfiye yaşandı. Sadece Merkez Komitesi’nden birkaç yoldaşla tartışma yapabildim, diğerleriyle hiçbir şey yapamadım.

Bunun köklü nedenleri yok muydu? Beklenmedik bir tehlike olmadığı ifadenizden anlaşılıyor. Bu durumu engelleme imkânı yok muydu?

Komplonun başını çekenler benim en yakın yoldaşlarımdı. Bana verilen bilgiler hep yanlış bilgilerdi. Ben Madrid Örgütü’nün basındaydım. Orada bir partide olması gereken iç tartışmalar yapılıyordu, görüş alışverişleri oluyordu, parti iç hayatı olduğu gibi işliyordu. Barselona ve diğer bazı bölgelerden gelen bilgiler tamamen yanlıştı. Orada aynı zamanda parti kadrolarının atıldığını, cezalandırıldığını, susturulduğunu öğrendim daha sonradan. Karşı karşıya bulunduğumuz, çok uzun zaman önce hazırlanmış gerçek bir komploydu. 1975’te ölüme mahkûm edildiği halde affedilen kişi konusundaki kuşkularım bugün kesin bir kanaate dönüşmüştür. Başını onun çektiği komplo, revizyonistlerle birlikte hazırlanmış bir iç komploydu. Bunu revizyonistlerin kendileri de kabul ettiler. Elbette, sorun sadece bununla açıklanamaz, başka şeyler de vardır mutlaka. Onların amacı partinin yolunu değiştirmek değil, tamamen tahrip etmek, yok etmekti. Birkaç yıl içersinde doğru bir pozisyon alan bütün yoldaşlar partiden atıldılar. Komplo olayı Mart 91’de gündeme geldi. 91 ilkbaharında parti tamamen tasfiye edilmişti. Kendimizin de çok büyük hataları oldu. Yeterince devrimci uyanıklık gösteremedik.

Buradan ne gibi sonuçlar çıkarttınız?

“Merkez Komitesi düzeyinde benimle birlikte hareket eden ve diğer illerden de parti kadrolarıyla yaptığımız değerlendirmede şu sonuca vardık: Birincisi, gerçekten bürokratik bir aygıt vardı; Polit Büro’dan ta alt kademelere kadar. İkincisi, ideolojik eğitime, bilinçlendirme faaliyetine önem verilmiyordu, ideolojik eğitim çok eksikti. “Çok iş var” gerekçesi altında farkında olmadan parti içersinde ideolojik eğitimi bir kenara atmıştık.

Parti içi iletişim nasıldı, alt organlardan düzenli bir rapor akışı var mıydı?

Vardı ama gerçeği yansıtmıyorlardı. Günlerce düşündüğümüz şeylerdi bunlar. Çocukça kandırıldık. Bugün bunları söylemek çok kolay; o gün, devrimci uyanıklığı elde tutmamak, ideolojik eğitimi süreklileştirmemek gibi bir zaafın sonuçlarını kestirememiştik. Partinin politik, sendikal çalışmaları yani günlük faaliyeti konusunda bir sorun yoktu. Fakat partinin, kadroların ideolojik eğitimi bir tarafa atılmıştı. Benimle alt kadrolar arasında bir baraj, bürokratik bir aygıt oluşturulmuştu, ilişki adeta kopmuştu. Benim konumum şöyleydi. Polit Büro’dan ve MK’dan birkaç yoldaş biliyordu benim yaşadığım yeri. Daha sonra insanlar gelip bana ulaştılar; ama o dönemde bana ulaşamıyorlardı. Bu işin (komplonun) farkına varan MK’dan yoldaşlar ve alt kademede yoldaşlar benimle ilişkiye geçtiler; ama o zaman da her şey için çok geç kalmıştık. Belki yüzlerce yoldaşı kaybettik. Uluslararası gelişmelere bağlı olarak da büyük bir karamsarlık çöktü parti kitlemizin üzerine. Büyük bir kısmını elimizde tutmaya çalışmamıza rağmen partimizin dostları, sempatizanları olarak kalmak isteyen birçok insan vardı; aktif parti mücadelesine katılmakta epey zorlanıyorlar, kötümserlik duygularını hâlâ taşıyorlar. Bugün parti kadrolarımızın çoğunluğunu gençler, yeni kazanılmış kadrolar oluşturuyor. İspanya halkı ve proletaryasının eski öncü partisi yok artık. Yoldaşları yanıltmak istemiyorum, bugün küçük bir grubuz. Genişleme ve her tarafta kök salma mücadelesini sürdürüyoruz. Ancak partinin eski konumuna gelmekten hayli uzağız.

Raul Marco ve İspanyol komünistleri yaralarını kitlelerle kaynaşma süreci içinde sarmaya çalışıyorlar. Komplo’dan sonra “Octubre” (Ekim) adlı bir dergi çıkartmaya başladılar. Raul Marco bu sürece ilişkin olarak da şunları anlatıyor:

Octubre dergisini Mart ’91’den beri çıkartıyoruz. MK’dan kalan yoldaşlarla birlikte çıkartmaya karar verdik. Sendika yönetiminden yoldaşlar var yayın grubunun içersinde. Daha önceleri partinin gençlik faaliyetinde yer alan yoldaşlar var. İlk hedefimiz bir yayın organı etrafında kadroları toparlamak, yeni bir örgüt inşasına girişmek. Barselona ve Valensiya’da, Bask bölgesinde kalan yoldaşları bu dergi vasıtasıyla yeniden toparlamaya çalıştık. Küçük bir zincir. Bir kez daha söylüyorum: birçok yerde küçük küçük ilişkilerimiz olmasına rağmen eski yapıyla karşılaştırdığımızda bir grubuz yalnızca. Bugün ulaşmayı hedeflediğimiz kesimlerden birisi gençlik. Bir de işçi çalışması ve sendikal faaliyet, iki cephede çalışmalarımız iyi gidiyor, her şeye karşın gelişmeler memnunluk verici. Geçmişten çıkarttığımız derslerden birisi de ideolojik eğitimi gevşetmemek, bunu yaygınlaştırmak. Bunu gerçekleştiriyoruz. Örgütlenmek bir işe yaramıyor, ideolojik eğitimi sağlamlaştırmadıktan sonra. Eskisi gibi değil tabii, ama yine de bunu yapmak gerekiyor.

Octubre, hem ideolojik-teorik mücadele, hem ajitasyon görevini bir arada yapmaya çalışıyor. Yani olanaklarımız yok: bir yanda günlük teşhir ve ajitasyon gazetesi, bir yanda ideolojik-teorik bir organ çıkarma olanağımız yok. Gençliğe seslenen bir yayın organımız var.

Bugün İspanya proletaryasının yakın görevleri nelerdir, önünüze nasıl bir asgari program koyuyorsunuz? Bu konuda nasıl bir taktik planınız var?

Şu anda somut asgari bir program saptamanın mevcut durumumuzda fazla bir anlamı yok. Ama genel olarak şunlar söylenebilir: Ülkede monarşinin yıkılması, daha önce de talebimiz olan Federal bir Halk Cumhuriyeti, bugün de güncelliğini koruyor. Diğer ulusların haklarının tanınması önemli bir talep. Basklılar, Katalanlar ve Galiçyalıların kendi kaderini tayin haklarını savunuyoruz. Bizim önerimiz üç ulusun ortak bir federasyon çatısı altında yaşaması. İspanya devleti, bir tek halka dayanan bir devlet olarak 500 yıldan beri diğer halklara baskı uygulamış. Baskıcı ordunun lağvedilmesi. Sanayinin ulusallaştırılması gibi…

İspanya’nın Avrupa Birliği’ne girişi, halk tarafından nasıl karşılandı? AB’ye dâhil olmanın getirdiği sonuçlar nelerdir?

İnsanlar ilk başlarda AB’ye girişi onaylıyorlardı. Bir sürü vaatlerde bulunulmuştu. Ancak zamanla bu sürecin onlara yüklediği faturayı gördükçe karşı çıkıyorlar. Mesela zeytinyağı İspanya’nın en önemli gelir kaynağı ve zeytinyağı üretiminde dünyada ilk sıradaydı. AB, belki de binlerce hektarlık zeytin alanlarını ortadan kaldırdı. Şimdi İspanya halkı kendi ülkesinde istediği kalitede zeytinyağı alamıyor, çok pahalı. Şarapçılık da aynı yıkım sürecinden kurtulamadı. Fransa ve İtalya’nın dayatmasıyla binlerce hektarlık bağ yok edildi. Balıkçılık da öyle… İspanya balıkçılık alanında bölgenin en ileri ülkelerindendir. Japonya’dan sonra ikinci sırada sayabiliriz. Geçen yıldan beri balıkçılıkta % 30 oranda düşüş kaydedildi. Gelecek iki yıl içinde tamamen yok olacak. Balık İspanya’da etten daha pahalı hale geldi. Süt mesela. Uzatılabilir… Sanayi sektörü birçok bölgede yıkımın eşiğine geldi. Demir sanayi, Alman demir sanayisinin baskısı altında dayanamayarak çöktü. Birkaç yıl öncesine kadar turistler için cennet olarak görülen ispanya Avrupa’nın en pahalı ülkelerinden biri haline geldi. Bugün nüfusun % 24’ü işsiz. Avrupa’da işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri şu an. Yunanistan ve Portekiz’den daha yüksek bir işsizlik oranına sahip, insanlar bugün bir kez daha, “evet” demelerinin cezasını çekiyorlar.

Bugün halkın çoğunluğu AB’ye karşı. Bir referandumdan “hayır” çıkacağı kesin.

Referandum yönünde bir ajitasyonunuz var mı?

Biz referandum istiyoruz. Bizim dışımızda referandum isteyen diğer bir güç ise revizyonist parti. Bunu, mücadele için bir araç olarak görüyoruz. Gösterilerde biz Cumhuriyet bayrağı taşıyoruz. Başta 100 kişiyle yürürken, bir anda binlerce kişi geliyor arkamızdan. 1 Mayıs’larda görkemli gösteriler oluyor. İnsanlar alkışlıyor, bizimle birlikte geliyor. Revizyonistler ve sosyal demokratlar, cumhuriyet bayrağı dahi açmıyorlar. Kendi tabanları da cumhuriyetçi olmasına rağmen.

Mevcut uluslararası ilişkiler durumunda, burjuvazinin kapsamlı ideolojik bombardımanına karşı teorik mücadeleyi nasıl bir perspektifle yürütmek gerek? Teorik mücadelenin öncelikli halkaları nelerdir sizce?

İlk önce neoliberalizme karşı güçlü bir mücadele yürütmek gerekiyor. Neoliberalizm politikası niye bu kadar gündemde ve sonuçları nelerdir? Bunun ideoloji temeli nedir? Bu soruların kapsamlı olarak cevaplanması gerek. Özellikle gelecek partiler konferansında bunun araştırılmasını önereceğiz. Bu konuda perspektif eksikliği var. Bu boşluğun doldurulması lazım. Birlik ve Mücadele dergisinin 2. sayısında Tunuslu yoldaşların bu konuda bir yazısı var. Fukuyama’nın tezlerine cevap niteliğinde. Ama oradaki eksiklik, neoliberalizm sorununu gündeme almamış olması. İspanya’da bizim partimizin başına gelenlerden sonra ideolojik mücadelenin yükseltilmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyorum. Marksist klasikleri yüzeysel okuma hastalığından kurtulmak gerek. Sadece okuyoruz onları, derinleştirme yöntemini kullamıyoruz. Bazı konuları tabu olarak görüyoruz. Eserleri diyalektik yöntemin ışığında irdelemeliyiz.

 

Söyleşinin sonunda, Yoldaş Marco’ya, verdiği yazı sözünden hareketle şunları söylüyoruz:

Dergimizin bir yazarı olarak (artık yazarımızsınız), okuyucularımıza son olarak neler söylemek istersiniz?

Marco, verdiği söze uygun olarak yazıyı yazacağını ancak kendisine biraz zaman vrilmesini istiyor ve okuyuculara son olarak şöyle sesleniyor:

“Okuyuculara Özgürlük Dünyası’nı çok dikkatle okumalarını söyleyeceğim. Çünkü son derece önemli bir görevi yerine getiriyor ve başarıyla yapıyor bunu. Teori, şu an kimi arkadaşlara gerekli görünmeyebilir, teorinin onlara kazandırdıklarını hemen hissetmeyebilirler. Bu bakımdan da belki de teoriyi akademik sorunlara boğulmak olarak görüp, “ne gereği var?” diyebilirler. Ancak teorinin mücadelemiz açısından hayati bir önem taşıdığını unutmamalıyız. İkinci olarak da şunu söylemek istiyorum: Klasikleri kolay yoldan, yüzeysel bir tarzda okumaktan kaçınalım.”

Raul Marco … Faşist gericilik altında bir yeraltı militanı olarak savaştı. Revizyonizme cesaretle baş kaldırdı. En yakın yoldaşları olarak bildiği hainlerin partiyi tasfiye girişimine tavizsizce karşı koydu. Şimdi 60 yıllık genç yüreğiyle komünizm idealleri için savaşmaya devam ediyor.

 

Nisan-Mayıs 1996

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑