“piyasa sosyalizmi” üzerine – 3 Troçkizm ve bürokratizm

1.

Ernest Mandel, Alec Nove ile “piyasa sosyalizmi” üzerine tartıştı. Biri Nove’nin yanıtı üzerine yazılmış iki makalesi, Nail Satlıgan’ın çevirisiyle, Belge Yayınları’ndan çıkan “Piyasa Sosyalizmi Tartışması” adlı derleme kitapta (1. Baskı, Mart 1992) Türkçe’de yayınlandı.

Dizi yazımızın bir bölümü onun bu makalelerini ele almak üzere planlanmıştı. Bu arada Mandel öldü. Planımızı bozmayacağız. Zaten kişisel bir tartışma değildi. Tartışma, yüzyılın başında Lenin’le Troçki arasında başlayıp sonra Stalin’le Troçki arasında süren bir tartışmanın devamıdır. Mandel, Troçki’nin davasının takipçisiydi. Hem Troçki’nin hem de Mandel’in savunucuları çıkacaktır; gerekli görürlerse, yanıtlama olanakları vardır. Nasıl ki, Lenin ve Stalin’in savunucuları varsa ve nasıl ki onlara yönelik suçlamalara yanıt vermeye hazırlarsa…

 

2.

Mandel’in Nove’ye yanıtının temel tezi “tertium datur”dur (Üçüncü alternatif) Planlamaya ilişki olarak, sosyalizmin, Nove’nin iddia ettiği gibi, ya planın yerini piyasaya terk etmesi ve “piyasa sosyalizmine ya da SSCB’de uygulandığı haliyle planlamanın “Stalin tarafından bozulmuş” türüne, “demokratik olmayan” “bürokratik planlama”ya mahkûm olmadığı görüşündedir. “Üçüncü alternatif vardır” der. Bu alternatif, genel olarak, devletin sönmesine ve onun ekonomik temeli olarak sınıfların ortadan kalkmış olmasına, sınıfsız topluma, komünizmin ikinci evresine denk düşen “özgürce birleşmiş üreticiler” kavramıyla tanımlanan ya da komünizmin birinci ve ikinci evrelerinin birbirine karıştırılmakta olduğuna işaret eden bu kavramın kullanılmasıyla iyice muğlâklaştırılan, üstelik kendisi muğlâklığın belirtisi olan “demokratik olarak eklemlenmiş ve merkezileştirilmiş öz yönetim, bağlaşık üreticilerin öz egemenliğine dayanan “demokratik olarak merkezileştirilmiş planlamadır!

Mandel, iki makalesinde de, Marksistlerin üzerinde tam bir fikir birliği halinde oldukları proletarya diktatörlüğü kavramını ağzına almaz, bir kez olsun kullanmaz. O proletarya diktatörlüğü ki, “Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir ancak, (1) diyen Lenin tarafından, kabulü, Marksistliğin temel kıstaslarından sayılmıştır. O proletarya diktatörlüğü ki, Marx’ın bizzat kendisi tarafından öğretisinin temel bir yönü olarak tanımlanmıştır:

“… Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” (2)

Gerçi, akademisyen Mandel, yine, makalelerinde sınıf mücadelesinin ve hatta sınıfların da sözünü etmemektedir. Ne “özgür üreticilerin birliği” sınıfsal bir kavramdır, ne bu birliği sınıf mücadelesinin ürünü olarak ele alır ve koşullarını dolaysızca sınıf mücadelesine bağlar, ne bürokrasi sorununu, kaynağını, ona karşı mücadeleyi, kaynağının kurutulması ve bütünüyle kurutulmasını sınıfların varlığı ve ortadan kaldırılmasının, dolayısıyla sınıf mücadelesinin bir yönü olarak ortaya koyar ve ne de sınıfların ortadan kaldırılmasının zorunlu olarak tek bir sınıfın diktatörlüğünü, proletarya diktatörlüğünü gereksindiği perspektifine sahiptir.

 

3.

Planlamaya ilişkin yaklaşımlarının, sınıf mücadelesi ile olduğu kadar proletarya diktatörlüğü ile bir bağlantısı yoktur ya da Mandel bu bağlantıyı özellikle kurmaz.

Bu bağlantısızlıkta, Nove’nin bolluk toplumu olarak komünizmin ikinci evresini (sınıfsız toplumu) ütopya ilan ederek, ama görünüşte ikinci evrenin olanaksızlığı “eleştirisi”nden hareketle birinci evrede planlamayı geçersiz sayarak bu iki evreyi birbirine karıştırmasının bir rolü olmuştur. Nove, kullanım değeri-değişim değeri sorununu ele alışında olduğu gibi, bu iki evreyi ve ilişkisini muğlâklaştırmaktadır. Bolluk toplumunu ütopya ilan edişi, aslında teoride ilk evreyi piyasalandırmak içindir. O, proletarya diktatörlüğü evresine, bu evrenin toplumsal mülkiyete ve üretimin ve emeğin merkezi planlanmasına dayanmasına saldırmaktadır. İkinci evre üzerine söylediklerinin tek amacı budur.

Mandel, Nove’nin yarattığı bu karmaşayı kabullenir; onun platformunu benimser. Tartışmayı soyuta, ikinci evre üzerine laf kalabalığına o da götürür. Bir Marksist’in yapması gerektiği gibi, gelecek üzerine laf oyunları yerine günü, somutu, hemen öndeki adımı, canlı gerçeği tartışmak ve buradan geleceğe yönelmek, Mandel’in tutumu olmaz. O da, gelecek için kurduğu hayaller içinde, Nove’ye ayak uydurarak, komünizmin ilk evresi için planlamanın zorunluluğunu savunmaktan uzak durur. Sert sınıf mücadelesi koşullarında, proletarya diktatörlüğü altında planlama, “piyasa sosyalizmi” önerisinin yozlaştırıcılığı ve kapitalizmiyle tartışmanın temeli kılınmak gerekirken, gerçekte böyleyken, O, Lenin’in “burjuva ideologlar” ve “bilgiç profesör” üzerine söylediklerini (Bkz. Özgürlük Dünyası s. 79, sf. 45) haklı çıkarmak üzere, “uzak bir gelecek üzerindeki tartışmalar”a dalar. “Piyasa sosyalizmini reddetmektedir, ama “bürokratik diktatörlük” ve “bürokratik planlama”yı da reddetmektedir: “Tertium datur”! Nove ile aynı platformda yer alır, ama “çözümü” farklıdır. Nove’nin “iki alternatifine -“piyasa sosyalizmi veya “bürokrasinin egemenliği”- üçüncüsünü ekler. Alec Nove ile yürüttüğü tartışmaya ilişkin düşüncesi şöyledir:

“Bizim anlaşmazlığımız iki sorun çevresinde dönüyor: Marx’ın kavradığı tarzda (yani, meta üretiminin -piyasa ekonomisi-toplumsal sınıfların ve devletin sönüp gittiği, özgürce birleşmiş üreticilerin yönettiği bir toplum olarak) sosyalizmin, birincisi uygulanabilir; ikincisi arzu edilir (olanaklı en büyük sayıda insanın olanaklı en geniş temelde kurtuluşu ve kendini gerçekleştirmesi açısından zorunlu bir önkoşul) olup olmadığı. Benim yanıtım, iki soruya da kesin bir ‘eve t’tir. Alec Nove’nin yamtıysa, ilk soruya kesin bir ‘hayır’ ikinciye oldukça duraksamalı bir ‘hayır’dır.” (3)

Komünistler ideal peşinde koşmazlar. İşbölümüne kölece bağımlılığın son bulacağı, değerin ve devletin sönümleneceği sınıfsız toplum olan komünizm doğruluğu ya da inandırıcılığı kanıtlanması gereken, arzulanır ya da arzulanmaz, bir adım daha atılarak, uygulamalarının nasıl olup olmayacağına ilişkin bugünden tezler geliştirilecek düşünsel süreçlerin ürünü bir Platon “gölgesi” değildir.

Nove ya da örneğin Sadun Aren veya Devrimci Yolculara göre, sorun, komünizmin “inandırıcılığı” ya da “uygulanabilirliği” ve dolayısıyla arzu edilir olup olmaması olsa da, bizatihi bu ele alış, teoride, yanılsama yaratmaya ve öznel tarih yapımcılığına yöneliktir, aydın hastalığına işaret eder. Pratik anlamı, komünizmi değil, onun ilk evresi olarak sosyalizmi “inandırıcı” ya da “uygulanabilir” bulmama; inançlar ve düşünceler dünyasından gerçekler dünyasına geçildiğinde ise, ya tarihsel nesnelliğin zorunlu kıldığı mülksüzleştirme ve proletarya diktatörlüğü yanlısı olmama (tarihin akışı yönünde davranmaya cesaret etmeme), ya da, Nove’nin pozisyonunda olduğu gibi, eski sosyalist ülkelerde başlamış kapitalist restorasyonun ilerletilmesi yanlısı olmadır.

Bugünün sorunları ve görevleri, tamamen canlı bir gerçek hareket olan komünizmin bugünkü ihtiyaçları ve maddi öncüllerinden hareketle bilimsel olarak çözümlenebilir yakın geleceğe ilişkin perspektifleri yerine, sosyalizm olarak terimlendirdiği komünizmin uygulanabilirliği, inandırıcılığı ve arzulanırlığı, Mandel’in Nove ile tartışmasına giriştiği temel sorunlar olur.

Ama Nove, uzak geleceği değil -öyle görünse de-, “bugünü” tartışmaktadır. Bütün verileri, Sovyetler Birliği ve öteki revizyonist ülkelerden alınmadır. Örneğin bolluk ve bolluk toplumunu ütopya ilan ederek uzak geleceğe ilişkin düşünceler ileri sürse de, geçmişine atıflarla ’80’lerin revizyonist ülkeleri gerçek zemininde tartışmaktadır. Gerçek zeminle ilgili önerisini teoride “derinlemesine” gerekçelendirmek üzere ortaya attığı uzak geleceğe ilişkin düşünceleri ise, maddi öncüllerin tersini göstermekte olduğu genellemelerinin yanlışlığının ötesinde, salt düşünce olarak kalmaktadır. Kapitalist mülkiyet maddesinin olumlanması kaygısının yön verdiği ideolojik tutumların ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Mandel, onunla, verilerinden kaçınılmaz olarak hareket ettiği “bugünkü” (revizyonist ülkeler çöktü ve artık dün oldu) gerçek zemininde değil, yanılsama yaratarak kapitalizmi olumlamaya yöneldiği salt düşünce zemininde,  ideolojik zeminde tartışmaya girişmektedir. “Üçüncü alternatif” sunmaktadır; ama Nove’nin sunduğu tartışma platformunu bile değiştirmeye girişmemektedir.

Nove ile tartışılacak olan bu mudur? Şimdiye kadar “komünizmin üst evresinin gerçekleşeceğini ‘vaat etmek’ hiçbir sosyalistin aklına gelmemiş”ken (Lenin), onun “inandırıcılığı” ve “arzu edilirliği”ni tartışmaya mahal var mıdır? Marksistlerin, “cennet” vaadiyle saflarını genişletmeyi ve inandırmak üzere müminlere bu “cenneti” tanımlamayı, asli sahipleri olan objektif idealistlere (dine, dincilere) bırakarak gerçek bir hareket olan komünizmin gerçek ihtiyaçlarını gündemleştiren tartışma platformlarına sahip olmaktan başka yolları olamaz. Başka bir deyişle, “cennet” üzerine ahkâm kesip, mülksüzleştirmenin proletarya diktatörlüğünün ve nesnel bir kaçınılmazlıkla bu diktatörlük koşullarında emeğin planlı dağılımının zorunlu ve komünizmin gerçek bir hareket kılındığı bugünkü tarihsel durumu, bugünkü komünizmi, onun tamamen güncel ihtiyaçlarını, gerçekleştirici politikalarının yine tamamen güncel görevlerini muğlâklaştırmak, göz ardı etmek, Marksistlerin işi değildir. Marksistler, örneğin planlamayı tartışırken, bugünün dayatılmış sorunu olan “… Bütün yurttaşların tek bir büyük ‘kartel’in, yani tüm devletin emekçi ve görevlileri durumuna dönüşümü”nün (Lenin) yerine uzak geleceğin “özgür üreticilerin birliği”nin ve onun inandırıcılığının tartışılmasını geçiremezler. Mandel, komünizmi gerçek bir hareket olarak değil, uzak geleceğe ait fikirlerine bağlanmış düşüncede bir hareket olarak anlamaktadır. Ama bunların, bugünün kapitalizminin veri ve kategorileriyle uzanılmaya çalışılan “geleceğe ait” fikirler olması kaçınılmazdır. Ya gerçek öncüllerinden geleceğe uzanırsınız, bu durumda komünizmi bugünün gerçek hareketi olarak almanız zorunludur. Ya da bugünün kategorilerini geleceğe taşırsınız; bol bol “üreticilerin birliği” üzerine konuşursunuz, ama zorunlu olarak yine bugünün verileriyle konuşursunuz! Lenin’in dediği gibi, kapitalizmin var ettiği maddi öncüllerden hareketle, sınıflara bölünmeyi ve çalışmanın geçim aracı olmasını gereksizleştirecek yüksek bir emek üretkenliği düzeyi ve ortalama insanın yok olup yerini işbirliği ve dayanışmanın çok yönlü yeni insanına bırakmasıyla, devletin ve genel olarak siyasetin, her türlü siyasal örgütlenmenin söneceği “şeylerin idaresi”ne dayanan bir “üreticiler birliği” olarak “bu evrenin gerçekleşeceğinin önceden sezilmesi” (Marx’ın Alman İdeolojisi’nde ve Kapital’de, Engels’in Anti-Dühring’te ve Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nin belirli bir bölümünde yaptıkları, yalnızca maddi öncüllerinden hareketle bu “önceden sezme”nin örnekleridir.) dışında hiçbir Marksist, bu uzak geleceğin sorunlarının tartışılmasına, “üreticiler birliği” üzerine boş laflara ve onun bugünden kurulmasına (zihinde) ya da kuruluşunun çeşitli yönleriyle belirlenmesine girişmemiştir. Mandel ise, bunu yapmaktadır! Kuşkusuz bugünün verileriyle!

Marx açık konuşmuştur:

“Bizim için komünizm, ne doğruluğu bulunması ve emin olunması gereken bir olgudur ve ne de, gerçeğin kendisini ona uydurması gereken bir ideal. Biz komünizmi şu andaki her şeyi ortadan kaldıran gerçek bir hareket olarak görüyoruz. Bu hareketin koşullan şu anda varolan öncüllerden çıkmaktadır. (4)

 

4.

Mandel’in salt düşünce geliştiriciliğinin, ideologluğunun, gerçekleri ideolojik kaygılarla kurmaya çalışmasının iki örneği üzerinde duralım. Birincisi, onun temel sorunudur. Proletarya diktatörlüğünün sözünü etmemesidir. Ama önce daha bir pratik çarpıcılığa sahip ikincisini görelim.

Nove, piyasa sosyalizmi önerir ve gerçekleri bu önerisine uydurmaya çalışarak yeniden kurmaya girişir. Ama yine de, görmüş geçirmiş bir burjuva olarak, temkinlidir. Macaristan’ı -temkinlilikle, ayağını sürüyerek- bu kurmaca “piyasa sosyalizminin örneği olarak anar:

“Tek ileri gidiş yolunun 1968’de Macaristan’da denenen yol (genel ilkeleriyle elbette, ayrıntılarına dek çakışmak gibi bir zorunluluk yoktur) olduğu belli olsa gerek. Kuşkusuz o denemede de birtakım değişiklikler yapılabilir, yüz yüze gelinen güçlüklerden birtakım dersler çıkarılabilir. Basitçe başka bir yol da yoktur.” (5)

Temkinliliğin de işe yaramadığı, “başka yol yok” denerek ileri sürülen “piyasa sosyalizmi” “alternatifinin örneği Macaristan’ın bugünkü salt kapitalist sistemiyle ortaya çıkmıştır. Kurmaca bir şeydir, gerçekler başka. Ama yine de Nove’nin haklı çıktığı söylenebilir. Teorik gevezelikler bir yana, Nove’nin tüm amacı, bir tür olumlamasına giriştiği piyasa ekonomisinin, kuşkusuz kapitalizmin yeniden kuruluşudur. Gerçekleşen bu olduğuna göre, Nove, haksız çıkmış sayılmaz. Hele bugünkü kapitalist Macaristan’a ilişkin olarak sağlık, eğitim vb. sektörlerinin özelleştirilmesine karşı çıkıyor ve sosyalize kapitalizmi savunmaya devam ediyorsa, bunu bilmiyoruz, tutarlılığını koruyor demektir. Değerini yitiren teori kıvraklıklarının bugün bir anlamı kalmamıştır ve bir yana bırakılabilir denirse…

Ancak Nove’nin önerisinin üzerinde işlevsel olduğu gerçek zemini saptamak tayin edicidir. Bu zemin, eski sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyon sürecidir.

Mandel’in bu aynı zemin üzerinde olup bitenlere ilişkin saptamaları, ideolojik kaygıyla gerçek kurmacacılığının, gerçekleri düşüncesine uydurma çabasının belirgin bir örneğidir ve o. bu alanda, Nove’yi geride bırakır.

 

5.

Nove sosyalizmi suçlar, onun tıkanıklığa yol açtığını, merkezi planlamayla başka türlüsünün de beklenemeyeceğini söyler ama bir itirafta da bulunmaktan kaçınmayacak kadar gerçekçidir. Sonuçlar çıkarmaya yöneldiğinde düştüğü acıklı durum bir yana, verilerin yalnızca kaydını tuttuğu oranda gerçekleri yansıtan Nove, Sovyet ekonomisindeki tıkanmanın ’60’ların sonundan itibaren görülmeye başladığını ortaya koymadan edemez: “… Sovyetlerin sanayi alanındaki ilerlemesi hiç değilse 1960’ların sonuna kadar kesinlikle hızlı oldu. ” (6)) ’60’lar, Sovyetler Birliği tarihinde bir dönüm noktasıdır ve bu kayıt tutuşuyla o, farkında olmadan, bütün teorik açıklamalarını yerle bir eden bir gerçeğe işaret etmiş olur: Tıkanma, sosyalizme ve merkezi planlamaya özgü değildir. ’60’larda ilerleyen kapitalist restorasyon, Sovyet ekonomisinde tıkanmaya götüren maddi temeli sağlamıştır.

“Piyasa sosyalizmi” karşısında “devrimci” eleştiricilik iddiasında olan Mandel’in ideolojik tutumu nedeniyle gerçeklerden kopukluğunun acınası itirafı ise, Nove gerçekçiliğini bile tutturamamasıdır:

“Uluslararası kapitalist ekonominin 1974–1975 iktisadi durgunluğu, SSCB, Çin, ‘halk demokrasileri’, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore ekonomilerinin kapitalist olmayan bir niteliğe sahip olduklarını ileri süren Marksist çözümlemeyi doğruladı. Ayrıca, tüm endüstrileşmiş kapitalist ülkeler iktisadi durgunluğun girdabına sürüklenirken, tek bir bürokratikleşmiş işçi devleti bile mutlak bir üretim düşmesine, kütlesel zorla işten çıkarılma ya da işsizlik durumuna uğramadı. Aksine, bu ülkeler 1974 ve 1975 yıllarında kendi ekonomik büyümelerine, bazen önceki yıllara ait oranları da aşarak devam ettiler.”

Mandel, revizyonist ülkelerin sanayi üretimlerinin büyüme oranlarına ilişkin bir tablo verir ve bürokratik yönetimle ilgili ihtiyat kaydıyla, bu ülkelerin ekonomik sisteminin, merkezi planlamanın vb. üstünlüklerinin övgüsüyle devam eder:

“Bu tabloyu, Tablo 1’le (Başlıca kapitalist ülkelerin sanayi üretimlerinde daralmayı veren tablo.) kıyaslamak, planlı ekonomiye sahip ülkelerin durumuyla, kapitalist ülkelerin durumu arasındaki temel farklılıkları anlamak bakımından yeterlidir. Krizin tüm ülkeleri kapsayan bir dünya krizi olduğunu, ‘devlet kapitalizmi’ ülkelerinin de, özel kapitalizmin geçerli olduğu ülkelerdekiyle aynı anlamda bir krize düştüğünü öne sürmek, ya bariz bir yalandır ya da kasten sözcüklerle oynamaktır. Tarih bir kez daha doğrulamıştır ki, temel üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticarette devlet tekeli üzerinde temellenen bir ekonomi, ekonomik ve politik yönetimde bürokratik tekelciliğin neden olduğu muazzam israf ve dengesizliklere rağmen ve bu ekonominin hâlâ gerçek bir sosyalist ekonomiden uzak olduğu gerçeğine bakılmaksızın, büyük çevrimsel dalgalanmalarla, aşırı üretim krizleriyle ve işsizlikle başa çıkmak bakımından kapitalist bir pazar ekonomisi karşısında niteliksel bakımdan çok üstündür.

“İki ekonomik sistem arasındaki farklılık, 1975’deki yatırımların tamamen ters gelişiminde çok daha çarpıcı biçimde görülebilir.

“…Gerçekte, bürokratikleşmiş işçi devletleri, hâlâ, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasındadırlar. Onları belirleyen, artık, genelleşmiş emtia üretimi değilse de hâlâ kısmi emtia üretimidir. Değer yasasının egemenliği altında olmamalarına rağmen, bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulabilmiş değillerdir…” (7)

Gerçekler bir yanda, salt ideolojik Mandel bir yanda.

Nove ile merkezi planlamaya ilişkin tartışmanın iki temel sorununun, komünizm düşünce ve arzuların bir Zihinsel SeTÜVĞ-niymiş gibi, komünizmin üst evresinin “uygulanabilirliği” ve “arzu edilirliği”, Devrimci Yolcuların sevdikleri deyişle “inandırıcılığı” ve “istenirliği”ne ilişkin olduğunu öne süren Mandel, iş, komünist hareketin gerçeğine geldiğinde, Nove’yi haklı çıkarıcı konumdadır. Onun övdüğü ’74-75’lerdeki “kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticarette devlet tekeli üzerinde temellenen” ekonominin tıkanmaya başladığını söylerken Nove gerçekçi ve haklıdır. Gerçeği, bir gerçek olan tıkanmayı saptayan Nove karşısında yozlaşıp kapitalizmin kategorileri olma yönünde değişen kolektif mülkiyet, merkezi planlama ve dış ticaret tekelini övmek, tam da bu kategorileri ilgilendirmekte olan tıkanma kaynağını Nove’nin bu kez ideolojik bir tutumla suçlamasını haklı çıkarmak demektir. Gerçekten tıkanma kaynağı bu kategorilere ilişkindir. Ama bu kategoriler, ihtiyat kaydıyla, her ne demekse “gerçek sosyalist” bulunmasa bile, en azından sosyalizme yönelik ya da “geçişsel olarak” sosyalist (Mandel revizyonist ülkeleri, “kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında” ülkeler olarak niteliyor.) kategoriler varsayılınca, bu yanılsama, ikincisi yanılsamayı koşullandırıyor. Nove, ellerini serbest hissederek, teorisini, tıkanma kaynağının sosyalizm olduğu yanılsaması üzerine kurmaya girişiyor; “Tıkanmış sosyalizme” kapitalist aşı gerektiği görüşünü geliştiriyor. Kolektif mülkiyetin yanına “tam özerkliğe sahip toplumsallaştırılmış” ya da “özyönetimsel” mülkiyeti, merkezi planlamanın yanma piyasa ekonomisini, ticaret tekelinin yanına rekabet ve kârı katıp tümünü harmanlayarak “piyasa sosyalizmini “savunulabilir” kılmaya yöneliyor.

Yolunu düzleyen Mandel gibileridir. Ama ona haksızlık edilmemeli. Ne de olsa Mandel, örneğin Sovyetler Birliği ekonomisini “gerçek sosyalist” bulmamakta, ihtiyat kaydı koymaktadır. Bütün bir “orta yolcu” güruh aynı suçun ortağı olduğu gibi, Nove türü teorisyenler ve Nove’ninki türünden teorilerin kazandığı bilinç bulandırıcı, yanılsamayı güçlendirici değerin başlıca suçlusu, tüm teorilerini sözü edilen kapitalist kategorileriyle Sovyet ekonomisinin “gerçek” ve hatta “tam sosyalizm” olduğu yanılsaması üzerine kuran modern revizyonistlerdir.

Ama modern revizyonizmin yanı sıra Mandel’in ve genel olarak Troçkistlerin payı da küçümsenmemelidir. “Kapitalist bir pazar ekonomisi karşısında niteliksel bakımdan üstün”lüğü sahip gösterdiği revizyonist ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaki farkı, “iki ekonomik sistem arasındaki farklılık” olarak tanımlayan Mandel’dir. Gerçi, revizyonist ülkeleri, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında göstermekte ve ekonomilerinin “gerçek bir sosyalist ekonomiden uzak” olduğunu belirtmektedir. Ancak, birincisi Mandel’in dilinde sosyalizmin komünizm demek olduğu bilinmektedir; örneğin, “Piyasa Sosyalizmi Tartışması” adlı kitapta yer alan Mandel’in “Sosyalist Planlamanın Savunusu” başlıklı makalesinin komünizme doğru ilerleme üzerinde durulan bir bölüm başlığı “Sosyalizme Doğru”dur. Ve ikincisi revizyonist.ülkelerin sosyalist değil ama “kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasında” ülkeler olduğunu söylerken de kastettiği, komünizmin ikinci (üst) aşamasında değil ama birinci (sosyalist) aşamasında ülkeler olduklarıdır. Kullandığı terimler üzerinde durmayıp maksadına eğilinirse o, bu ülkeleri kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında ülkeler saymaktadır.

Aktarmıştık. Mandel, bu ülkeleri belirleyenin, “genelleşmiş emtia üretimi denilse de, hâlâ kısmi emtia üretimi” olduğunu söylemekte ve eklemektedir: “Değer yasasının egemenliği altında olmamalarına rağmen, bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulabilmiş değillerdir.” Özgürlük Dünyası’nın önceki sayısında yer alan yazımızın ikinci bölümünde tam da bu konu üzerinde durulmuştu. Bu özellikler, gerçekten komünizmin birinci evresinin zorunlu özellikleridir; belirli bir tarihsel dönemi niteler: Kendisine denk düşen siyasal biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğu kapitalizmden komünizme geçiş dönemi. Toplum, değer yasasının tüm etkilerinden kurtulduğu ve her şeyin -defter tutmada yararlanılması “izi” dışında- “ünlü ‘değer’in işe karışması olmaksızın” düzenlenebileceği koşullarda komünist topluma (üst evre) dönüşmüş demektir. Kuşkusuz o zamana dek, yani geçiş döneminde, yani birinci evrede bu yasanın etkilerinden tamamen kurtulunamayacaktır. Bunu, terimler bir yana, Mandel’in kendisi de kabullenir ve “eklemlenmiş özyönetim” sistemi değer yasasını, para ve piyasa ilişkilerini kısmen içinde barındırır: “Ana çerçevesini çizdiğimiz bu sistem, Marx ve Engels’in tasarladığı türden ‘saf’ sosyalizm değildir henüz. Para ve piyasanın hükmettiği bir kesimi hâlâ kapsayacağı için sosyalizme doğru bir geçiş…  olacaktır gene. ” (8) Meta üretimi açısından da (daha çok değişim ve bölüşüm dolayımıyla meta üretimi) aynı şey geçerlidir. Genelleşmiş meta üretimi bulunmayışı, kapitalizmin tasfiye edilmekte olduğu koşullara işaret eder; çünkü genelleşmiş meta üretimi kapitalizmdir. Buysa, toplumun, kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında, yani komünizmin birinci evresinde bulunduğuna tanıklık eder. Ve henüz birinci evrede meta üretimi kısmen varlığını sürdürür. Örneğin işe göre ücret ve tüketim mallarının meta oluşu hâlâ olacaktır.

Üstelik Mandel’in “İkinci Kriz”inin Almanca ilk baskısının yayınlandığı tarih olan 1977’de hâlâ SSCB ve benzeri revizyonist ülkeleri komünizmin ilk evresinde olup ikinci evresine doğru yol almakta olan ülkeler olarak ele aldığı şundan da çok açıktır: O, bu ülkelerin “geçiş aşamasında” oldukları düşüncesini, tek ülkede daha ilerisine gidilemeyeceği ve sosyalizmin tamamlanamayacağı tezine bağlı olarak ve “sosyalist sistemi pekiştirme aşamasında” oldukları tezine karşı ileri sürmektedir. Yok, demektedir, daha ilerisinde değil, ancak, komünizmin ilk aşamasındalar, kapitalizmden komünizme geçiyorlar: “… 1974–1975 genelleşmiş iktisadi durgunluğu, sosyalizmin tek bir ülkede tamamlanabileceğine ve Sovyetler Birliği’nin (ve kapitalist olmayan ekonomilere sahip bazı ülkelerin) hali hazırda ‘sosyalist sistemi pekiştirme’ aşamasında bulunduğuna dair Stalinist tezin hatalı, küçük burjuva ütopyacı niteliğini ortaya koymuştur. Gerçekte, bürokratikleşmiş işçi devletleri, hâlâ, kapitalizmden sosyalizme geçiş aşamasındadırlar.” (9)

Kriz, 1975’de, SSCB gibi revizyonist ülkelerin olumsuzlama olarak daha üst aşamalarında olmadığını göstermiştir, ama olumlama olarak, durgunluğun “girdabına sürüklenmemeleri”, hatta, -kendisinin verdiği rakamlar tersine işaret etse de- ekonomik büyümelerini bazen artarak devam ettirmeleri dolayısıyla kapitalist olmadıklarını ve komünizmin birinci aşamasında olduklarını ortaya koymuştur, Mandel’e göre! Hem de bürokratik tekelciliğin bütün kötülüğüne rağmen!

 

6.

Bir sonuç: Mandel ve Troçkistlerin varlık nedenlerinden biri olan “bürokratik devlet” tezi, dişe dokunur bir tez değildir. Bu “kötülük”ün pençesi altındaki ülkeler, ona rağmen komünizm yolunda ilerlemektedirler. O zaman sorulur: Bu kadar bağırıp çağırma niye?

Yine onca iddialılığa rağmen, Mandel ve Troçkistlerin “kötülük kaynağı”, ekonomide, toplumsal ekonomik ilişkilerde, sermayede değil siyasettedir, siyasetin örgütlenmesindedir. Bu ele alış, anarşistlerin “kötülüğün kaynağı devlettir, sermaye değil” görüşünü anımsatıyor (öyle olduğunu dana açık olarak göreceğiz). Ama onlarda, bu kötülüğe rağmen, ilerlenebiliyor. İkisinden biri: Ya “bürokrasiye ilişkin iddialardan vazgeçmek gerekmektedir ya da onun ekonomik ve toplumsal temelini açıklamak. Troçkist “bürokrasi”nin sınıf temeli yoktur; o düşüncenin, iradenin bürokrasisidir! Yine ikisinden biri: Bu “irade”, ya Troçki’nin salt düşüncesinin ürünüdür, saf iradesidir ya da Stalin’in dev iradesi ne sınıf tanımıştır ne ekonomi! Dünyanın tanıdığı belki en demirden irade olan Stalin’inkinin bile bunu başarması olanaksızdır. Stalin’in iradesi ne kadar küçümsenmez olursa olsun, bu irade, kişisel veya tüm parti ve devlet yönetimini de katalım, -ancak ve ancak- proletaryaya dayanmadan, onun iradesinin yoğunlaşmış hali olmadan, SSCB’nin kapitalizmden sosyalizme geçmekte olması olacak şey değildir. Bu irade, proletaryanın iradesini yansıtmıyorduysa, ya toplumda zaten henüz varlıklarını koruyan kapitalist unsurların önünü açıp onları geliştirerek kendi sosyal temeline oturur ya da devrilirdi! Nitekim, 20. Kongre’den itibaren, bu oturma, kapitalist unsurlarla Kruşçev’in revizyonist iradesinin örtüşmesi yoluna girilmiş, kapitalizme dayanan, ondan güç alan gerçek bürokrasi ortaya çıkmış ve restorasyon yolunda ilerlenmiştir.

İkinci olasılığıysa bir Troçkist çömez de dile getirmektedir: “Bir toplumun, üretenlerin ve tüketenlerin ihtiyaçlarının neler olduğunu eğer bir azınlık, o sözü edilen bilinçli yönetici azınlık saptamaya başlarsa, toplumun ihtiyaçları üzerinde bir diktatörlük kurulmuş olur ki, bu kurulan diktatörlük ilk fırsat ortaya çıktığında yıkılır… ” (10)

Yıkılma o kadar kolay gerçekleşmiyor. “Toplumun ihtiyaçları üzerinde diktatörlük” olan çok sayıda burjuva diktatörlük, oldukça zor şartlardan da geçerek varlıklarını yüz yıllardır koruyabildi. Ama doğrudur, yukarıdan inşa edilen sosyalizmde diktatörlüğü sürdürmek daha zordur. Yine de Kruşçev’le başlayan revizyonist diktatörlüğün yıkılması yıllar almıştır. Peki, “Stalin’in diktatörlüğü”, madem bürokratikti, madem “toplumun ihtiyaçları üzerinde bir diktatörlük’tü, “ilk fırsatta” da değil, o kadar dev fırsatlar çıkmasına rağmen, örneğin Anayurt Savaşı’nın (2. Dünya Savaşı) kan denizi içinde, ülkenin üçte birinden çoğu NAZİ çizmeleri altında çiğnenirken niye yıkılmadı? Neden örneğin Hitler’le işbirliği yapan hemen yalnızca Tatarlar çıktı? Ne Stalin’in diktatörlüğüydü ne de bürokrasi. O nedenle. Başında Stalin’in bulunduğu proletarya diktatörlüğüydü söz konusu olan. Ve Stalin’in iradesi, gücünü, yalnızca proletaryadan da değil, onun tarafından kazanılmış köylülerle sağlanmış kesin bir ittifaktan alıyordu. Bu yüzden yıkılmadı.

 

7.

Ama Mandel iddialıdır: “Bürokratik işçi devleti”! Hem “bürokratik” hem işçi olan bu devlet, komünizm yolunda ilerleyen bir devlettir üstelik! Revizyonizmin sınıf temeline pratikte oturma süreci tamamlanana kadar, ’60’lara kadar devlet işçi devletidir, sistem sosyalizm. Ama Kruşçev’le birlikte bürokratik yozlaşma ve onun temeli olarak kapitalist restorasyon eğilimi başlamıştır. Kruşçev’den önce bürokrasi eğilimi, bürokratik yozlaşma belirtileri yok mudur? Hem Lenin ve hem de Stalin’in ağzından bunun da olduğunu göreceğiz. Ama bürokrasinin egemenliği Kruşçev’le başlar ve ’60’larda sisteme damgasını vurur. Bu tarihten sonra artık devlet bürokratiktir ama işçi devleti değildir. Sistem ise, sosyalist değildir.

Mandel iddialı olmaya devam eder. SSCB’de bürokratik tekelcilik vardır; ama devlet hem işçi devletidir, hem de bürokrasi, ’74-75 krizinin gösterdiği gibi bu ülkelerin kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında olmalarının engeli değildir.

Mandel bir yandan gerçeğe ideolojik kaygılarla yaklaşmaktadır; öte yandan bu kaygıların gözünü karartmasıyla aşırı dar görüşlülükle katılaşıp kalmaktadır.

Mandel, Troçki’den devraldığı bir saplantıyı sürdürmektedir. Proletarya diktatörlüğü altında bürokrasi tehlikesini “saplantı” haline getirmiş olsa, sorun yoktur. Bu, saplantı olmaz, doğru bir tutumdur; çünkü sınıfların ortadan kaldırılmasıyla devlet sönünceye dek bu tehlike devam eder. Oysa Troçki ve Troçkistlerin taktıkları, “işçi devletinde”, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm (ilk evre) koşullarında “bürokrasinin egemenliği”dir. İlk evrenin, “işçi devleti”nin “bürokrasinin egemenliği” ile bağdaşabileceğini düşünüyorlar. Bu takıntı, Nove’nin piyasa ile sosyalizmin bağdaşabileceği takıntısından farksızdır.

Mandel’in övdüğü, merkezi planlama ve dış ticaret tekelini olanaklı kılan kolektif mülkiyet, evet, Marx ve Engels’ten Lenin’e kadar tanımlayıcılarının üzerinde hemfikir oldukları proletarya diktatörlüğünün dayanabileceği ilişki biçimi olarak onun maddi temelini oluşturur. Bu diktatörlük işçilerin yönetimde olduğu işçi karakterli bir diktatörlüktür. Bu anlamda, işçi devleti olarak nitelenebilir. Ancak bu niteleme, örneğin köylülüğü (kuşkusuz yoksul ve kazanılmış küçük köylülüğü) dışlamak anlamına gelmez. Proletarya diktatörlüğü, proletaryanın yönetiminde çoğunluğun diktatörlüğüdür. Ne kolektif mülkiyet ne de onun gereksindiği ve zorunlu kıldığı proletarya diktatörlüğü “bürokrasinin egemenliği” ile bağdaşabilir. Bürokrasinin egemenliği azınlığın egemenliğidir. Ve feodalizmin değilse sermayenin ekonomik egemenliğinin ihtiyaçlarına denk düşebilir ve onun tarafından, yine zorunlulukla üretilir. Yine merkezi planlama ve dış ticaret tekeli ile birlikte kolektif mülkiyet, ancak sermaye egemenliğini yansıtıyorsa, kapitalist karakterde (tekelci devlet kapitalizmi) ise, ancak bu koşulla, “bürokrasinin egemenliği” ile yalnız bağdaşmakla kalmaz, onu gereksinir, zorunlu olarak ona yol açar.

Bu nedenle, hem merkezi planlamayı ve kolektif mülkiyeti övmek ama hem de “bürokrasi egemenliği”nden söz etmek tam bir aymazlıktır.

Bu aymazlığın, bu salt düşünsel süreçler ürünü formülün nedeni apaçıktır: Troçkistlerin asıl saplantısı “bürokrasi” ya da “bürokrasi egemenliği” değil, Stalin’dir. Bir adım daha atılmak gereklidir: Stalin’in başında olduğu proletarya diktatörlüğüdür. Sosyalizmin zaferine (Tek ülkede sosyalizmin ayakta kalması ve inşasının olanaksızlığına ilişkin tez), proletaryaya (Rus proletaryasının bunu gerçekleştirme olanaklarına sahip olmadığına ve geriliğine ilişkin tez) ve köylülüğün devrimci olanaklarına (Kulaklar dışında emekçi köylülüğün kooperatifler aracılığıyla kolektivizm yoluna yönelmelerine olanak tanıyacak devrimci dinamiğe sahip olmadığına ilişkin tez) inançsızlığın tezleriyle parti tarafından, bu tezlerin onları sürüklediği yıkıcılık, uluslararası karşı devrimle el ele Sovyetler Birliği’ne karşı komploculukla karakterize olan karşı devrimci eylemlilik noktasında “işçi devleti” tarafından dışlandıklarında Troçkistler yaygarayı basmışlardır. “Bürokrasi”ye ilişkin feveran, Troçki’nin tek ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceğine ilişkin tezi nedeniyle Bolşevik Parti yönetiminde barınamaz olmasıyla başlamıştır.

Bu nedenle, “bürokrasi” ve “bürokrasi egemenliği” “düşmanlığı”, salt siyaset boyutludur. Bu nedenle, Troçki ve Troçkistlerin “bürokrasisi”nin bir ekonomik ve toplumsal temeli yoktur. Varsa yoksa Stalin! Neden? Çünkü Troçki’yi tasfiye etmiştir! Ama Troçki’yi Stalin tasfiye etmemiştir ki. O, sonradan karşı devrime götüren tezleriyle, daha başlangıçta, kendi kendisini tasfiye etmiştir. Proletaryanın devrim ve sosyalizm coşkusuyla ayakta olduğu ve Bolşevik bir parti tarafından yönetildiği bir ülkede, proletarya ve sosyalizme inançsızlık yaymaya kalkışanın kendi kuyusunu kazmasından doğal ne olabilir?

 

8.

Ama Troçki ve ardından Troçkistler, örneğin Mandel, Stalin’e, partiye ve proleter devlete “bürokrat” suçlamasıyla kara çalmaya giriştiklerinde, salt siyaset boyutunda kalmak ve bürokratik bir düşünsel serüvene atılmak zorunda da kalmışlardır. Başlıca açmazları zaten bu olmuştur.

Nasıl salt düşünce peşine düşmesinler, nasıl salt siyaset boyutunda kalmasınlar ki?

Stalin saplantısının türevi olarak geliştirdikleri “bürokrasi” saplantısına ekonomik ve sınıfsal bir temel gösterebilme şansları olmamıştır. Bürokrasinin temeli olabilecek mülkiyet ilişkileri, kapitalist ilişkiler ve küçük üretim, Stalin ve parti tarafından, dayanılmak bir yana, topyekûn saldırının hedefine konmuştur. Geçen sayımızda gördüğümüz gibi (Bkz. Özgürlük Dünyası, s. 80, sf. 55–56) Troçki ise, kapitalist ilişkiler ve kategorilere saldırılmadığı değil, saldırıda aşırıya gidildiği görüşündedir. Piyasanın uzun süreli ve düzenleyici olarak var olmasından, Sovhozların dağıtılmasından, kolhozların büyük bölümünün dağıtılmasından, kulakların tasfiyesinden vazgeçilmesi ve imtiyazlar siyasetine dönüşten yanadır. Stalin ve parti ise, kapitalist ilişkilerin tasfiyesi ve küçük üretimin örnekleme yolu ve kolhozların gelişmesiyle ortadan kalkışının yolunda ilerlemiştir. Ne olabilirdi, bürokratik eğilimlerin ortaya çıkabilmesinin değil de, “bürokrasi egemenliğinin kaynağı? Böyle bir kaynak gerçekte olmadığı ve tersine ona kaynak olabilecek ilişkiler topa tutulduğu ve giderilmekte olduğu için, bir “kaynak”a bir türlü sahip olamamışlardır. Tezleri, saplantı ürünü salt düşünsel tezler olarak, salt siyaset boyutlu, ama -siyaset gerçeklerden hareket etmedikçe, gerçek siyaset, artık sadece yok edicilikle sınırlanmayıp yapıcı/inşa edici de olan gerçek komünist bir hareketin ihtiyaçlarına karşılık düşecek bir siyaset olanaksız olduğundan- siyasal bakımdan da işe yaramazlığı ve komünizm karşıtlığı tarihsel olarak kanıtlanmış olan hayal ürünü tezler olmaktan öteye gidememiştir.

İşçi mi üretmiştir “bürokrasi egemenliği”ni, sosyalizm mi? Bunu, Troçki bile iddia edememiştir, işçi sınıfı saflarında bürokratik yozlaşmanın, örneğin sendikal bürokrasinin koşulu, burjuvazidir, sınıfın saflarına sızan burjuva etkidir; burjuvazinin işçiler içinde kendine yandaş bir küçük burjuva uşaklar tabakası yaratmasıdır. Bürokrasiyi, kölecilik ve feodalizm bir yana, sermaye ve burjuva egemenliği koşulları üretir, dağınıklığı ve maddi ve kültürel geriliğiyle küçük üretim üretir. Stalin’in başında bulunduğu işçilerin devletinin “bürokratik” varsayılması için, onun, bu ilişkilerin tasfiyesine değil, bizzat bu ilişkilerin varlığına yaslanması zorunluydu. Tarihi gerçekler tersinin kanıtıdır.

 

9.

Öte yandan SSCB’de bürokrasi egemenliğinin bir gerçek haline geldiği koşullar da yaşanmamış değildir. Belirtildiği gibi, Kruşçev ile birlikte bu yola girilmiştir. Bundan böyle, kapitalist unsurlar ve kategorilerin, piyasa ilişkilerinin, değer yasasının sınırlandırılması ve giderek tasfiyesine yönelmenin yerini bu unsur ve kategorilerin önünün açılıp güçlendirilmelerine bıraktığı koşullar…

Mandel’in “İkinci Kriz”inin ilk Almanca baskısının yayımlanma tarihi olan 1977’de artık bu koşullar, görmezden gelinebilir olmaktan çıkmış, SSCB’nin bütün gelişmesine damgasını vuran gerçek olarak belirmiştir. Artık gerçekten bürokrasi ve bürokrasi egemenliğinin ekonomik ve toplumsal koşulları oluşmuştur. Ama bu kez de, Mandel’in bizzat bu koşulları övdüğünü görüyoruz. Bürokrasinin koşulları ve kaynağını öven “bürokrasi düşmanlığı” hilkat garibesini var etme onuru, ideolojik kaygıları ve kurguculuklarıyla yine Troçkistlerin olmuştur.

Bizatihi bürokrasi ve onun kapitalist kaynağı ile gerçek bir alıp veremedikleri yoktur. Ya da “bürokrasi düşmanlıkları”, öncelikli Stalin düşmanlığından kaynaklanmaktadır. Kulağı ve NEP’e çakılıp kalmayı, uzun süreli piyasa belirleyiciliğini savunan ama “Stalinist bürokrasi”yi ölümüne suçlayan Troçki bu yolu ilk açandır; garabetin mucidi odur. Onun “kanını güden” Mandel, aynı izi sürmüştür. Troçki’nin düşünce üretimi döneminin gerçeğiyle Mandel’in üretim yaptığı dönemin gerçeği tamamen değişerek farklılaşmış, gerçek, zıddına dönmüş; ancak Troçki’nin gerçekle bağlantısız “bürokrasisi”, Mandel’in elinde yine gerçekle bağlantısız aynı “bürokrasi” olarak kalmıştır. Mandel, Troçki’nin arayıp da bulamadığı maddi temel yokluğunda yine de “bürokrasi” suçlaması yapmanın alışkanlık haline getirdiği rahatlık, gerçeği çözümleme ve gerçek düşünceler geliştirmede tembellik ve ideolojik varoluş tutumuyla, alışkanlığın yolunda yürümüştür: 1977’de de yine aynı “bürokrasi” ve yine aynı “merkezi planlama”, “dış ticaret tekeli” ve “kolektif mülkiyet”!

Yine “bürokrasi” suçlanıyor. Troçki ile Mandel arasındaki fark ikinciler üzerine tutumda çıkıyor: Troçki, merkezi planlama yerine piyasanın uzun süreli düzenleyiciliğini ve kolektif mülkiyetin kulaklar lehine dağıtılmasını vb. savunurdu; Mandel ise, merkezi planlama ile kolektif mülkiyeti övüp savunuyor. Gerçeğin farklılaşmasından kaynaklanan bu biçimsel farklılık bir yana, ikisinin ortak paydası ya da benlik ve isteklerinin “özü”, gerçek içeriği, her iki halde ve her iki biçim altında da kapitalizmi savunuyor olmalarıdır. Sosyalizmle ilişkisi ve mücadelesi içinde, birincisinin döneminde kapitalizm kulağa ve serbest piyasaya dayanmaktaydı, kapitalizm olarak o savunulabilirdi; ikincisinin zamanındaysa kapitalizm merkezi planlama ve kolektif mülkiyete (tekelci devlet mülkiyeti) dayanmaya evrilmiş tekelci devlet kapitalizmiydi, ondan başkası savunulamazdı. Troçkizmin belirleyici asıl özelliği, sosyalizmle ilişkisi ve mücadelesi içinde kapitalizmin savunulması olmuştur.

Mandel kararlıdır; aynı “bürokrasiyi” suçlayacaktır!

Oysa tarih, kurguculuğu yalanlamaktadır. Gerçekler başkadır. ’60’larla birlikte oluşan gerçek bürokrasiyi, Kruşçev’i, Brejnev’i, Gorbaçov’u, Stalin’le birlikte, aynı “Stalinist bürokrasi” kategorisi olarak düşünme olanağını, bizzat, bürokrat başlarının teorisi ve pratiği yok etmektedir. Stalin’e küfürde emperyalistlerle yarışan Kruşçev ve diğerleri, onun bütün tez ve politikalarını değiştirmiş ve bu değişikliği, 20. Kongre’den başlayarak tarihe kaydettirmişlerdir. Kendileri Stalin’den, tez ve politikalarından küfürle koptuklarını ortaya koyanları, bu gerçeğe rağmen, zorla Stalin’in yanına itelemek, onlara yapılacak “haksızlık”tan başka bir şey olmaz. Aralarındaki fark, proletarya ile burjuvazi arasındaki farktır. Onca gerçeğe karşın, ciddi ciddi kanıtlanmaya çalışılması, ancak Stalin’e saygısızlık olacak bir fark.

Kolektif mülkiyetin savunulmasına ilişkin Troçkist tutum, görüldüğü gibi, Troçki’den Mandel’e değişmiştir. Ama yine de, ’30’ların, ’40’ların kolektivizmiyle, kolektif mülkiyetiyle 1977’ninkinin aynı şey olmadığının belirtilmesi gerekiyordu. Mandel’in “sosyalizm” adına övdüğü şeyin sosyalizmle ilişkisiz olduğunun bilinmesi için. Yine gerçeklerle ilgisiz tezlere sahip olma ve bürokrasi sorununda salt düşünceye özgü, kaynağını olumlama ama sözde bürokrasi karşıtlığı bayrağı sallama tutumunun bilinmesi için. Gorbaçov zamanında artık herkesin görebileceği, bugünden bakıldığında ise hiç kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek haline gelen, birimleri (fabrikalar, işletmeler, dağıtım ve tüketim örgütleri) ve gruplar (kolhoz vb.) arasındaki ilişkiler, Mandel’in sözde eleştirmeye yöneldiği Nove’nin öngördüğü biçimde, rekabet, kâr ve piyasaya dayalı olarak kurulan “piyasa sosyalizmi”nin kolektif mülkiyetine, kapitalist karakterde bir kolektif mülkiyete dönüşen şeyin övülmesine, bir teorisyen olarak, Mandel’den başka, kolaylıkla cesaret edebilenler, ancak modern revizyonistler olmuşlardır. Gerçeği embriyon halinde yakalayıp saptamak ve geleceğe ilişkin yol gösterici genel çıkarsamalarda bulunmak, Marx türü gerçek teorisyenlerin ayırt edici özelliklerindendir. Gerçek, hele 1977’de, gelişmiş haliyle ve bütün çıplaklığıyla görünür olmuşken, üstelik bu gerçeğe dikkat çeken Marksistler varken (devlet kapitalizmi tezi) ve -Mandel’den yaptığımız 7 nolu aktarmada görüldüğü üzere- Marksistlere ve tezlerine karşıt olarak, hâlâ, gerçeği yakalayamamak da değil, ısrarla düşünsel bir başka “gerçek”i, bir düş ürününü, gerçek adına öne sürmek, tez sahibini, yine teorisyen yapar, ama bu kez farklı türden bir teorisyen. Örneğin, Dühring türünden.

 

10.

Peki, 1974–75 krizinin revizyonist ülkeler üzerindeki etkisine ne demeli? Kriz koşullarında bu ülkeler büyümeye devam mı ettiler ve eğer ettilerse, bu, onların “kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında” sosyalist ülkeler olduklarının mı kanıtıdır? Bu konuda Mandel haklı mıdır?

Birincisi, Mandel’in tablolaştırdığı SSCB, D. Almanya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve Yugoslavya’nın sanayi büyümelerine ilişkin 1974 ve 1976 rakamları, sayılan ülkelerin hiçbirinin büyüme oranlarının yükselmediğini ama düştüğünü göstermekte, dolayısıyla Mandel kendi kendisini yalanlamaktadır. Bu rakamla, örneğin, SSCB açısından 8,0’den 4,8’e, Macaristan açısından 8,4’den 5,0’e düşmüştür.

İkincisi, Mandel’in kendisi, bu ülkelerde verilerin düzmeceliği üzerinde durmuştur. (Bkz. Piyasa Sosyalizmi Tartışması sf. 100) Bu verilerin güvenilirliği yoktur; bu tür rakamların yüksek gösterilmesi adetten olmuştur.

Üçüncüsü, bu ülkeler, gerçekleşen kapitalist restorasyona rağmen, hızlı tıkanmaların önünü kesen avantajlardan yararlanmaktaydılar. Sosyalizm döneminden yaratılma güçlü bir sanayi temeli ve potansiyeline sahip oldukları gibi, sosyalizmin itibarını kullanarak emekçileri seferber etme olanaklarının sınırına ’74-’75’de henüz gelmemişlerdi.

Dördüncüsü, tekelci devlet kapitalizmi, diğer kapitalist ülkelere göre, yukarıdan zorlamanın bazı avantajlarına sahiptir. Hitler’in “tereyağı yerine top” siyasetinin krizi erteleyici sonuçları ve özellikle SSCB’nin dev silahlanma harcamalarının bu açıdan rolünü göz ardı etmek olanaksızdır.

Beşincisi, kapitalist krizin, tüm kapitalist ülkelerin ekonomik, toplumsal, siyasal vb. gelişme özgüllüklerinin tümünün birden üzerinden atlayıcı ve zamandaşlaştırıcı olduğunu düşünmek, gelişmiş uluslararasılaşma düzeyine rağmen abestir. Krizin bütün ülkeleri aynı anda ve düzeyde etkilemesi, kapitalist ekonominin işletmeler ve bölgeler açısından olduğu gibi ülkeler açısından da eşitsiz gelişmesi eğilimine terstir. Kimi ülke krizden çok, kimi az, kimi erken, kimi geç etkilenecek, hatta etkilenmemeyi başaranlar bile çıkacaktır. Ve üstelik revizyonist ülkeler, birbirleriyle ilişkileri alanı dışında, sıradan kapitalist ülkelerin sahip olduğu uluslararası ilişkiler düzeyinin yanına bile yaklaşamamışlardır.

Dördüncü ve beşinci faktörler bir arada alındığında, tarihin, bir dizi ülke krizin pençesine düşerken krizi erteleyebilen ülke örnekleriyle dolu olduğu görülecektir. Savaş harcamalarını artırarak ekonomilerini savaş haline göre yeniden örgütleyen Almanya, Japonya ve İtalya gibi ülkeler, devlet tekeline verdikleri ağırlığın da katkısıyla, 1937’de baş gösteren krizden ABD, İngiltere, Fransa gibi etkilenmediler. Çok daha güçlü bir krizin yolunu açmış ama ’37 krizini ertelemeyi başarmışlardı. 1938’de ikinci tür ülkelerin sınai üretim hacimlerinde ciddi düşüşler görülürken, Japonya ve İtalya’da durgunluğa işaret edebilecek küçük düşüşler ve ama savaş ekonomisi yoluna bu ikisinden daha geç giren Almanya’da ise yükseliş yaşanmıştır.

Her şey bir yana, SSCB ekonomisinin tarihte görülmemiş ölçüde savaşa bağlanmasıyla krizlerin ertelenmesinin sonucu sorulmalı Mandel’e. Üstü üstüne yığılan kriz yükleri ve tıkanma; önce, bu yüklerin çoğunlukla yıkıldığı çevre ülkelerin çökmesi ve ardından SSCB’nin çöküşü.

Ve Mandel’in merkezi planlamaya yönelttiği övgülere değinmeye hiç gerek yoktur. Mandel, merkezi plan övgüsünden bürokratik olarak nitelendirdiği merkezi plan yergisine geçmiş ve merkezi ve merkezsizleştirilmiş düzeylerde “demokratik planlama” tezine varmıştır. Artık merkezi planlama düşmanıdır.

Şu ya da bu, Mandel, “merkezi planlamanın üstünlüğü” tezinden vazgeçmiş; merkezi planlama ve piyasa karşısında bir “tertium datur”, “üçüncü alternatif” savunmaya başlamıştır. Aslında, güme giden, ’77’de revizyonist ülkelere ilişkin bütün düşünceleri ve bütün yazdıklarıdır. Troçkistler de, varlık nedenlerini ilgilendiren konularda olsa bile, görüş değiştiriyor.

Değiştirmedikleri görüşleri, tamamen varlık nedenlerinin özüne ilişkindir: Stalin düşmanlığı ve başka bir yerden değil ama buradan kaynaklanan temelsiz bir “bürokrasi düşmanlığı”! Hatta herhangi bir bürokrasiye de değil, iki tür düşmanlıklarını birleştirerek ifade ettikleri “Stalinist bürokrasi”ye düşmandırlar, bu düşmanlığı yüceltirler. Saplantılarıdır. Bu, saplantı halinde bir proletarya diktatörlüğü düşmanlığıdır. Hiçbir burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi akımı ideologunun ne denli üstünü örtmeye çalışsa da gizleyemediği bu özellik, Mandel’in de yön vericisidir.

 

11.

Sadun Aren:

“… Bir grup insan yapacak, onlar yönetecek. Bu sosyalizme aykırıdır. Sosyalizmin, ilk tanımına dönmek lazım. Bu tanıma göre, sosyalizm özgürlük demektir, barış demektir, eşitlik demektir, kimsenin kimseye tahakküm etmemesi demektir.” (11)

Aynı Nove gibi, özgürlük yanlısı. Özgürlük ve eşitlik istiyor, güncel “kirli savaş” nedeniyle yanına bir de barış’ı katıyor ve buna sosyalizm diyor. Yetmiyor; vurgu yapıyor: “Sosyalizm kimsenin kimseye tahakküm etmemesi demektir”.

Yalnız değildir. Kitaplaştırılan aynı panelde konuşan bütün Troçkistler, daha dolambaçlı yoldan ve daha tumturaklı laflarla bu konuda onunla birlik halindedir.

Nail Satlıgan:

“Sadun Aren’e tamamen katılıyorum, sosyalizm demek özgürlük demektir, insanın özgürleşmesi demektir, sınıfların ortadan kalkması demektir. Sınıfsız, sömürüşüz bir toplum demektir. O bakımdan aramızda hiçbir ihtilaf yok.” (12)

Satlıgan’ın sosyalizmi ise, adını açıkça koymak gerekiyor, komünizmdir, ilk değil ikinci evredir. Komünizm, gerçekten bir özgürlük dünyasıdır, insanın kendisinin efendisi olacağı bir dünyadır. Peki, Aren’in istediği “eşitlik”e ne diyecek Satlıgan? Hayır, ona haksızlık edilmemeli, istediği komünizm falan değildir. Aren, 18. yüzyıl aydınlanmasının, Fransız devriminin “eşitlik ve özgürlük” davasını gütmektedir.

Satlıgan’a gelince; açıkça piyasa ilişkilerini ve “piyasa sosyalizmi”ni savunan Aren’e, özgürlükçülüğü dolayısıyla komünistlik yükleme ve ona katılma gafleti bir yana, plan tartışmasında, özgürlük ve komünizm üzerine boş lafa gerek yoktur. Tartışılan gerçek komünist hareketin plan ihtiyacı olmak gerekirken, ayaklar yere basmak zorunludur; yoksa, komünizm (sosyalizm diyor) üzerine gevezelikle inkıtalara oynamak değil. Bu tutum, Aren’in burjuva özgürlükçülüğüne ve eşitlikçiliğine gerçekten katılmaya işaret eder. Kapitalizmden komünizme geçiş aşamasında ya da onun eşiğinde, komünizm ve özgürlükler üzerine boş laf, her türden tahakküm karşıtlığı ve eşitçiliğin tek bir anlamı vardır burjuva özgürlükçülük ve proletarya diktatörlüğü karşıtlığı.

Devam edelim.

Birol Sümer:

“Şimdi öncelikle iktidarı ele geçirmek gerektiği doğru… Bu anlamda politik üst yapıdan bir müdahale gereklidir. Ancak bu sağlandıktan sonra, sosyalizmin önündeki engeller kaldırıldıktan sonra sosyalist ilişkiler gelişecektir… Sosyalist ekonomi özgür emekçilerin üretim birliğinden başka bir şey değildir. Baştan piyasa olmalı, ancak süreç içinde planlama, kolektif üretim denilen şey özgür emekçilerin gönüllü üretim birliklerinden başka bir şey olamaz… Sosyalizm, eşit ve özgür bir toplum özgürlükler kısılarak yaratılamaz.” (13)

Sümer lafı iyi dolandıramıyor, belirgin açıklar veriyor!

O da komünizm yerine sosyalizm terimini kullanıyor. Özgürlük edebiyatını o da yapıyor, eşitlikçi ve özgürlükçü. Devrimi zorunlu görüyor ve bir geçiş (kapitalizmden komünizme) ihtiyacını belli belirsiz öngörüyor. “Başta piyasa olmalı” diyor, “süreç içinde planlama” diyor. Sürecin niteliğinin ayrıntısı ve eleştirisine girmeyeceğiz (piyasa değil, sınırlandırılmış piyasa ya da bir dizi piyasa kategorilerinin olabilirliği ve baştan itibaren planlama gibi), ama burada bir geçiş fikri var. Sorun Mandel’den öğrenilenlerin dümdüz ortaya konmasında çıkıyor: Sosyalist ekonomi eşittir “özgür emekçilerin üretim birliği” ve bu “birlik”in sürece bağlanmaması kavrayışı. Devrim sonrası, devletleştirmeye de itiraz edilerek, öngörülen, şu “birlik”! Bu, belirtilmekle kalınmıyor, vurgulanıyor: “Eşit ve özgür bir toplum özgürlükler kısılarak yaratılamaz”. Bal gibi özgürlüklerin kısılması demek olan, başka türlü anlamsızlaşacak proletarya diktatörlüğü ve onun denk düştüğü toplumsal geçiş, o belirsiz “geçiş” fikriyle çelişmek üzere, inkar edilmiş oluyor. Özgürlükçülük, inkârcılıktır, kapitalizm yolculuğudur.

Bir başka Mandel öğrencisi, Saruhan Oluç’tur:

“… Tartışma aslında sosyalizmin ne olduğu tartışmasıdır. İki yol vardır. Bir tanesi, sosyalizmin bürokratik yöntemlerle bir azınlığın yukarıdan aşağıya oluşturduğu bir plan çerçevesinde kurulan bir düzen olduğunu savunur. Bu yaklaşımın sınıfsız toplumla ya da sosyalizmle bir ilgisi yoktur.

Plan açısından baktığımızda ikinci yol ise doğrudan üreticiler kitlesi tarafından, merkezileşmiş işçi ve emekçi iktidarı aracılığıyla gerçekleştirilen demokratik bir plan mekanizmasıdır ki, bilinçli ve özgür faaliyet zemini üzerinde örgütlenmiş bir özyönetimi öngörür.” (14)

Özgürlük düşkünlüğü, doğrusu Oluç’ta da olağanüstü boyutlardadır. O kadar ki, o, komünizmin alt ve üst evrelerini birbirine karıştırarak lafı dolandırmak ihtiyacı da hissetmez. Acemilik ya da özgüvenden. Dobradır. Planlamayı ve dolayısıyla ekonominin yönetimini ve aslında anlaşıldığı gibi siyasal yönetimi de gerçekleştirecek egemenlik biçimi özyönetimdir. Doğrudan üreticiler kitlesinin yönetimidir. Demokrasi doğrudandır. Faaliyet zemini özgürlüktür. Gerçi, üreticilerin “doğrudan”lığıyla çelişme oluşturmaktadır, ama bu özyönetim “işçi ve emekçi iktidarı” “aracılığıyla” gerçekleşecektir. Onun karıştırıcılığı da burada belirmektedir. Herhangi bir aygıt aracılığıyla yönetim, yöneten-yönetilen ilişkisinin -zıtlık ilişkisi olmaktan kurtulmakla birlikte- henüz yok olmadığını, yönetenle yönetilen arasında bilinçli çabayla, ama yalnızca bilinçli çabayla değil, asıl olarak emek üretkenliğinin yükselmesiyle giderek yok olmaya yüz tutacak farklılıkların bulunduğu anlamına gelir. Buysa, henüz üreticilerin doğrudan ve özgür birliği ya da yönetimine ulaşılamamış olması demektir. Ve zaten buna ulaşıldığında, herhangi tür siyasal aygıta, örneğin bir “işçi ve emekçi iktidarına yer kalmamış olacaktır.

Oluç da, yine birinci ve ikinci evreleri birbirine karıştırmaktadır.

Ve bir de şu aracı kurumu, proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamaya dili varmamaktadır. Özgürlükçülük belası, onu proletaryanın tek başına ve kimseyle paylaşmayacağı iktidarına gönlü razı olmamaya götürmektedir. Proletarya iktidarı, sanki proletaryanın emekçilerle ittifakına dayanmıyormuş gibi, sınıfın tek başına ve kimseyle paylaşmadığı iktidarının özgürlük darlığına delalet edeceği kaygısıyla, özgürlükler adına, iktidar, “halkın iktidarı” olarak genişletilmektedir. Bir yandan özgürlükler, “özgür faaliyet”, diğer yandan “halk iktidarı”! Ve dikkat edilsin, ne denli özyönetim denirse densin devlet var ve komünizmin birinci evresi konuşuluyor. Şu kötü ünlü “özgür halk devleti” noktasına gelmedik mi?!

 

12.

Mandel, çömezlerinden hiç de farklı konuşmaz. Zaman zaman üst evreye ilişkin yaptığı laflamalar da tamamen “bugünü”, ilk evre gerçeğini ilgilendiren bir pratik adamı olan Nove bile, “Bırakın dünyayı, büyük bir ülke ölçeğinde bile ‘birleşmiş üreticilerin kendi kendini yönetmesi’ benim açımdan sadece bir slogandır, pratik bir program değil. ” (15) derken, Mandel “tertium datur” der ve şunları söyler:

“Demek ki -etkinlik, iş birliği ve yenilikle ilgili olarak- güdülenme konusu, sosyalist bir demokrasi için kesinlikle aşılmaz bir sorun değildir. Daha ivedi bir güçlük halk egemenliğinin kendisinin kurumlaştırılmasında yatmaktadır.” (16)

Aktarma, Mandel’in “sosyalist demokrasi” üzerine, yani ilk evre üzerine konuştuğuna işaret içindir. Henüz devlet vardır. Mandel egemenlik ilişkilerini varsaymakta ve bu ilişkinin kurumlaşmasından söz etmektedir. Bir de “halk” sorunu var. Ona değineceğiz.

Devam edelim. Mandel “ivedi güçlük”ü şöyle aşar:

“Alternatif yok mudur? Bu makalenin ana fikri, bir çıkış yolunun, iyi ki, bulunduğu yolundadır – demokratik olarak eklemlenmiş ve merkezileştirilmiş öz yönetim, bağlaşık üreticilerin öz egemenliği. Halk egemenliği, topluluk içindeki genel ve tikel çıkarlar arasında öncel ve eksiksiz bir uyum olduğu varsayımına bağlı değildir.” (17)

Ve ileride ayrıntılarını da göreceğimiz, “alternatifinin temel dayanağını ya da başlıca kaygısını ortaya koyar:

“Bu konu, olanaklı en büyük ekonomik verimlilikle ilgili değil… Olanaklı en geniş insan özgürlüğüyle, yani bireye dıştan dayatılan kısıtlamalardan (ister ekonomik, ister politik, işterse toplumsal-kültürel olsun) kurtuluşla ilgilidir. ” (18)

Böyle olmadığını, konunun, temelde, emeğin verimliliğinin yanı sıra esas olarak emek üretkenliğinin düzeyiyle ilgisinin yadsınmasının insanı hayalciliğe sürükleyeceğini belirtelim. Kısıtlamaların, “dıştan”, iddia edildiği gibi, “birileri” tarafından, “bürokrasi” tarafından dayatılmadığı, tersine emek üretkenliğinin görece düşük düzeyiyle doğrudan ilintili olduğu ve yöneten-yönetilen farklılığının kendisinin, emeğin en verimli kullanımının yanı sıra esas olarak emek üretkenliğinin onu gereksizleştirecek yüksek bir düzeyine ulaşılmasıyla yok olabileceği kolaylıkla anlaşılabilir. İnsan özgürlüğünü kısıtlayan dıştan dayatıcı, emeğin düşük üretkenlik düzeyidir. Onun tarafından koşullandırılan, emeğin örgütlenme düzeyi ve örgütlenme yöntemlerinin göreli geriliğidir, emeğin toplumsallaşması ve toplumsal emeğin dayandığı nesnel işbirliği koşullarının henüz yeterince gelişkin olmayışıdır. Üretkenliğin belirli bir gelişkinlik derecesinde, ancak, belirli gelişkinlikte üretim ilişkileri olanaklıdır -ilişkide karşı etki geçerlidir, ama belirleyici değildir- ve demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi kavramların gerçek içeriği, her koşulda, ilişkilerin bu belirli düzeyince verilir. Nasıl ki, buharlı makine, kapitalizme ve kapitalist demokrasiye işaret ederse. Ve burada yöneten-yönetilen zıtlığı kaçınılmazdır. Nasıl ki, elektrik ve gelişmiş makineli büyük ölçekli sanayi, kapitalizmin sonuna ve sosyalizme, sonuç olarak proleter demokrasisine işaret ederse. Burada bürokrasiye yer yoktur; kökü kazınmıştır, büsbütün kazınması ve yöneten-yönetilen farklılığının tamamen silinmesinin olanakları doğmuştur. Ama yalnızca olanakları. Ve yalnızca doğmuştur. Bu süreçte bu farklılıktan tamamen kurtulmak henüz olanaksızdır. Dikkat edilirse, doğaya egemen olmaktan değil, insanın kendisinin egemeni olmasından söz ediyoruz. Ancak bunlardan biri diğerini öngören birbirine bağlanmış süreçlerdir. Giderek insan kendisinin ve doğanın efendisi olduğunda, özgürleştiğinde ise, bu, yöneten-yönetilen farklılığının da aşılması anlamındadır; ne işçi, ne halk ve ne de başka bir egemenlik türüne, devletin kendisine yer kalmaması anlamındadır. Geri üretkenlik düzeyiyle zorunlu olan işbölümü, sınıflar ve onun toplumsal bir meşruiyet zemini sağladığı -demokrasi, özgürlük vb. sorunları ve tartışmalarıyla- devlet, yeterince yüksek bir üretkenlik düzeyinde, işbölümüne kölece bağımlılık ve sınıfların ortadan katkısıyla birlikte kaçınılmazlıkla sönecektir. İşte o andan itibaren, “Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır; asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.” (19)

Ama daha önce değil! Ve o zamana kadar, giderek azalacak olan yöneten-yönetilen farklılıklarına katlanmak zorunlu olacaktır.

 

13.

Mandel’in söylediğinin tersine, siyasal bir birlik, siyasal bir kurumlaşma olmayan “özgür üreticilerin birliği”, halk egemenliği de içinde olmak üzere her türden egemenliği dıştalar, devletin sönmesine denk düşen ekonomik-idari toplumsal bir birlik türü olabilir.

Ve o zamana kadar, özgürlük söylevleri atmak, özgürlükçülük üzerine kurulu tez ve teorilerle kafayı kuma gömmek, özgürlük dünyasına ulaşmanın engelcisi olmaktan başka hiçbir anlama gelmeyecektir. Şimdiye kadar gelmemiştir.

Sadun Aren’den Mandel’e genel olarak özgürlüğe çağrı çıkaranlar, özgürlük sorununu sınıfların kaldırılışına bağlı olarak ele alan Lenin’in benzer çağrılar karşısındaki sözlerinden habersiz olamazlar;

“Sınıfları ortadan kaldırmak için, tek bir sınıf tarafından uygulanan bir diktatörlük evresi, daha açık bir deyişle ezilen sınıfların, yalnız sömürücüleri devirmeye, direnişlerini amansızca bastırmaya değil, ayrıca burjuva demokratik ideolojiden, genel olarak özgürlük ve eşitlik üzerindeki küçük burjuva lafazanlığından da tamamen vazgeçmeye yetenekli bir diktatörlük evresi zorunludur (gerçekte bu küçük burjuva lafazanlık, Marx’ın çok zaman önce ortaya koyduğu gibi, emtia zilyetlerinin ‘özgürlük ve eşitliği’, kapitalistin ve işçinin ‘özgürlük ve eşitliği’ anlamına gelir).” (20)

Sınıfların ortadan kaldırılması perspektif ediniliyor mu? Kapitalizm buna götürüyor ve buna uygun davranmak gerekir deniyorsa, bunun tek yolu vardır: “Bürokrasi” vb. sorununu öne sürüp, eskiden parlamenter avanaklık ve saf burjuva demokratizmiyle yükseltilen “genel olarak özgürlük” ya da özgürlükçülük bayrağına yeni bir gönder yaratmak değil, tek bir sınıf tarafından uygulanacak bir diktatörlükten yana olmak, böyle bir diktatörlük evresini zorunlu görmek.

Mandel’in, karşısına üçüncü alternatifini koyarak reddettiği iki alternatiften biri, bürokratça bulduğu bu tek sınıf diktatörlüğüdür. Bu nedenle proletarya diktatörlüğünün adını hiç anmadığı gibi, kurumlaşmasını özyönetimde bulan “halk egemenliğini savunur. Diktatörlük sözcüğünden bile iğrenir, nitekim “halk egemenliği” der, ama “diktatörlük”ü Stalin’e, “bürokrasiye gönderir: “Stalinist diktatörlük”, “bürokratik diktatörlük” gibi…

Eşitlik, özgürlük ve demokrasi üzerine genel sözlerle sorunu çözme olanağı yoktur. Küçük burjuva sosyalizmi bu sözcükleri yineleyip durur, sosyalizmi onlarla tanımlayıp burjuva ya da proletarya diktatörlüğü dışında “üçüncü bir alternatif” peşine düşer. Bu “üçüncü alternatif”in, biçim olarak, Kautsky’nin ya da Aren ve Nove’ninki gibi geçmiş (burjuva demokrasisi) üzerinden ya da Mandel ve çömezlerininki gibi uzak gelecek (“özgür üreticilerin birliği” ve devletsizlikten) üzerinden gelen itirazlar olarak farklılaşmasının önemi yoktur. Mandel, sözcüklerle ne denli oynarsa oynasın, sınıfların kaldırılmasına bağlanmayan ilk ikisi ve sınıflarla birlikte gereksizleşecek demokrasi kavramları aracılığıyla aranan çözümler, özünde meta ilişkilerinin türevi, bu ilişkilerin hayat verdiği kavramlara takılıp kalmayı ifade eder. Kimse, “olur mu, biz meta ilişkilerine ve piyasaya karşıyız” demesin. Karşı olan gerçekten karşı olur ve gereğini yapar, kavramlarına takılıp kalmaz. Lenin, “Özgürlük, eşitlik ve demokrasi hakkındaki genel sözler, aslında, meta üretiminin ilişkileri tarafından biçimlenen kavramların gözü kapalı bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Proletarya diktatörlüğünün somut sorunlarını böyle genellemelerle çözümlemeye girişmek, burjuva teorilerini ve ilkelerini bütünüyle kabul etmekle birdir. Proletaryanın bakış açısından, sorun, ancak şu biçimde konabilir: Hangi sınıfın baskısından kurtulmak, hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği, özel mülkiyete dayanan bir demokrasi mi, yoksa özel mülkiyetin kaldırılması için bir savaşıma dayanan bir demokrasi mi? vb. (21) der.

Nasıl bir özgürlük? Devletle birlikte mi, “halk egemenliği” altında mı? Bu durumda insan özgürlüğü, mutlaka nesnel birtakım kısıtlamalara konu olacaktır. Üstelik devletle özgürlük sözcüklerinin her bir araya getirilişi saçmalıktan başka bir şey değildir. Engels’in ünlü sözleri bilinir: “… proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. ” (22)

Proletarya değil halk açısından mı bakılacak, halkın gereksinimlerinden mi hareket edilecek? Ama bu, Marksizm’den kopmak demektir. Halk, özgürlüğünü kimden kazanacak ya da egemenliğini hangi hasımlarını alt etmek için kullanacak? Zaten özgür ise (“özgür üreticilerin birliği”), egemen olmaya ve devlete ne ihtiyacı var? Yok, hâlâ devleti varsa, nasıl özgür oluyor, nasıl bir özgürlük bu? Takıntı, Stalin ve ondan kaynaklanan “bürokrasi” düşmanlığı, saçmalığa götürmüştür.

Mandel, proletaryanın bakış açısıyla ilgili değildir. O, Troçki’nin “Stalin tarafından” kısıtlanmış özgürlüğünün aydınca kinini gütmektedir. Ve kuşkusuz, kendisine, küçük burjuvaya, Sovyet iktidarı altında ayak uyduramayarak pek sıkıntı çekmiş küçük burjuva aydına özgürlük istemektedir.

 

14.

Bu özgürlük “genişliği” uğruna, proletaryayı kolaylıkla “halk” içinde eritmektedir. Henüz bir gelecek öznesi olacak “özgür üretici” içinde eritmektedir. Ama henüz devlet kalkmamıştır ve üretici de özgür değildir. Ve proletarya, ya eritildiği “üretici” kavramı içinde gerçekten özgürdür, ama bunun bir tek anlamı vardır: Proletaryanın üretim araçlarından özgür oluşu ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmaması -bu, devletin burjuva karakterine ve kapitalizm koşullarına denk düşer. Ya da proletarya diktatörlüğü- bu durumda da “üretici” kategorisini unsurlarına ayırmak zorunludur.

Lenin, ekonominin yönetiminin “Rusya üreticiler kongresi”ne ait olmasını savunan “işçi muhalefeti”nin, tezlerini, “üreticilerin birliği”ne atıfla Engels’e dayandırmaya çalışmalarını eleştirirken, “Toplumda sınıflar kalmayınca artık yalnız üretici-çalışanlar olacaktır, işçiler ve köylüler olmayacaktır” dedikten sonra, henüz sınıfların varlığını sürdürdüğünü belirterek şunları söylemişti:

“Marx ve Engels sınıflar arasındaki ayrımı unutanlarla, üreticilerden, halktan, ya da genellikle çalışanlardan söz edenlerle amansızca savaştılar. Birazcık olsun Marx ve Engels’in yapıtlarını bilen biri, onların, her yerde, üreticilerden, halktan, genellikle çalışanlardan söz edenleri alaya aldıklarını unutamayacaktır. Genellikle çalışanlar ya da çalışan insanlar yoktur, ama ya üretim araçlarına sahip, bütün zihniyeti ve alışkanlıkları ile kapitalist olan ve başka türlü de olamayan bir küçük patron vardır, ya da bambaşka bir zihniyetle ücretli işçi, kapitalistlerle uzlaşmaz karşıtlık durumunda, çelişki durumunda ve onlara karşı savaşım durumunda olan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır. ” (23)

Mandel’in “özgür üreticilerinin tümü işçi mi?! Onun “halkı” sadece işçilerden mi oluşuyor?!

“Üretici”, “çalışan” ya da “halk”, sınıflar ortadan kalkıncaya kadar çeşitli unsurlardan oluşacaktır. Başlangıçta, işçilerin yanı sıra küçük üreticiler, küçük patron olacak; SSCB’de olduğu gibi tarımın kolektivizasyonundan sonra da, işbölümüne bağlı olarak sınıf farklılıkları, şehirle kır vb. farklılıkları sürdüğü ölçüde yekpare bir üretici ya da halk kategorisine ulaşılamayacaktır. Örneğin işçiler ve kolhozcu köylülük olacaktır. Üretici kavramı, farkın silinmesiyle, bu da, emek üretkenliğinin yükselişiyle kırla kent arasındaki ayrımın ortadan kalkması (sanayinin yayılması, sanayi-tarım kompleksi vb.) ve köylünün işçi düzeyine yükselmesini olanaklı kılacak emeğin toplumsallaşmasının yüksek bir düzeyiyle, kullanılabilir olacaktır. Henüz farklı toplumsal mülkiyet biçimlerine (devlet ve kolhoz mülkiyeti gibi) yol açan, üretkenliğin görece geriliğine işaret eden emeğin toplumsallaşmasındaki derece farklılıkları giderilemediği koşullarda, sınıf farklılıkları kaçınılmazlıkla varlıklarını korurlar. Ve gerçek özgür üretici hâlâ ulaşılmaz kalır.

Bu farkı hayalen silen özgürlükçü bir Mandel “alternatifi”, salt siyasaldır. Birtakım şatafatlı laflar ve “yüksek teorik açıklamalar” aslında bugünü, -Mandel ve benzeri ideolog ve bilgiç profesörlere, proletarya diktatörlüğü karşıtı küçük burjuva sosyalistlerine bugün tanınan özgürlüğü- kurtarmaya yöneliktir.

Mandel, bunu açıkça söylüyor da. Önce “özgür üreticiyi olanaksızlaştıran farklılık nesnelerinin varlığını öngörüyor:

“Özel ve kooperatif girişimler, küçük çaplı üretimde (tarım, zanaatlar, hizmetler ve benzeri) varlıklarını sürdürecektir. Bireysel girişimcilik yasaklanmayacaktır… gerçek piyasa ilişkileri -yani parayla yürütülen meta mübadelesi- bir yanda özel ve kooperatif kesimler, öbür yanda da bireysel tüketici ya da toplumsallaştırılmamış kesimler arasındaki karşılıklı ilişkilerle sınırlı tutulmalıdır (bunun, insan özgürlüğü üzerinde “dıştan dayatılan bir kısıtlama” olmadığını kim iddia edebilir?- ÖD).” (24)

 

15.

Evet, Mandel’in “özgür üreticisi” de parçalı bir bütündür. Sadece kooperatifçi köylü, zanaatkâr ve benzerlerini değil, düpedüz küçük patronu da içermektedir. Ve bu küçük patronların ve kooperatifçilerin proletarya diktatörlüğü altında ve onun aracılığıyla işçi sınıfı tarafından kazanılıp yönlendirilişi yadsındığında, akla, çoğulcu demokrasiyi davet etmekten başkası gelmez. Öncelikle, “… Bir eşitsiz güç -ister iktisadi eşitsizlik, ister siyasal tekel, ister her ikisinin bir birleşimi olsun-…” (25)  kötülenir ve “gerçek siyasal demokrasinin(agy) varlığı öngörülür. Ardından sıra “çoğulcu demokrasi”ye gelir:

“Fikir ve çıkar çatışmaları kuşkusuz hâlâ çıkacaktır, ama işte bu nedenledir ki sosyalistler çoğulcu bir demokrasiye bağlanmalıdırlar.” (26)

Böyle göğsünü gere gere çoğulcu demokrasinin savunulabilmesi, savunan bir Troçkist de olsa, modern revizyonizmin yarattığı tahribat ortamında burjuva demokratizminin kat ettiği mesafeyi göstermesi bakımından acıklıdır kuşkusuz. Ama siyasette olduğu kadar, ekonomiye müdahalesi (devlet mülkiyeti doğrudan bir tekel olduğu gibi, ticaret üzerinde de devlet tekeli) ve onu yönlendirmesi açısından da tekelci “bir eşitsiz güç”, bir tek sınıf diktatörlüğü olan proletarya diktatörlüğünün yerine, her ne kadar “özgür üreticilerin birliği” ve “halk egemenliği” üzerine söylev çekilse de, sınıfların varlığı koşullarında, gerçekte konacak başka bir şey yoktur. Hayalci siyaset, kaçınılmaz olarak, kendisini dayatan gerçekler üzerinden yapılmak zorundadır. Her yanılsama, zorunlu olarak, kendisini koşullandıran bir gerçeğin ifadesidir. Nasıl ki, Dühring zihinsel olarak yarattığı “sosyalizmi”nde aslında Prusya Almanyası’nı yansıtmışsa, Mandel de, zihinsel üretimi olan “özgür üreticilerin birliği”nde burjuva demokrasisini ifadelendirmiştir.

“Çoğulcu demokrasi”nin, Marksist terminolojide, farklı -ve karşıt- sınıflar arasında uyum adına, kayıkçı dövüşü yapılan parlamentosuyla, onun unsurları partileriyle burjuva demokrasisinden başka bir anlama gelebileceğini herhalde kimse iddia etmeyecektir!

Bu noktada, Lenin’in “proletaryanın bakış açısından” sorunun, “hangi sınıfın baskısından kurtulmak”, “özel mülkiyete dayanan bir demokrasi mi, yoksa özel mülkiyetin kaldırılması için savaşıma dayanan bir demokrasi mi” biçiminde konulabileceğine ilişkin söyledikleri tayin edici olmaktadır. Mandel’de ne proleter bakış açısı ne bu sorulara verilecek yanıt vardır ve ne de o bu sorulan yanıtlanmaya değer bulmaktadır. Ama çoğulcu demokrasinin, egemenlik biçimi olduğu burjuvazinin baskısından kurtulmak ve özel mülkiyete dayanan böyle bir demokrasiyi yıkmak için proletaryayı kendisine karşı mücadeleye iteceği kesindir. Bu demokrasi, proletaryaya ait değildir.

Proleter demokrasisinin çoğulculukla, çoğulcu demokrasiyle ilgisi, ona düşmanlıktır. Bunun anlamı, sadece iktidarı hiç kimseyle paylaşmayan tek parti yönetimi değildir; ama burjuvaziye karşı ve özel mülkiyeti kaldırmak için tek sınıfın diktatörlüğü olmasıdır. Mandel’in “bürokratik diktatörlük” suçlaması ve “bürokrasi”den kaçarken çoğulculuğa savrulmasının nedeni de budur. O tek parti yönetimine ve onun temeli olarak tek sınıf diktatörlüğüne, proletarya diktatörlüğüne karşıdır.

 

16.

Mandel’in, bir çoğulcu demokrasi olan “halk egemenliği”nin kurumlaştırılmasına, egemenliğin biçimine ilişkin “alternatifi”, Sovyetlere karşı, “eklemlenmiş öz-yönetim”dir. Farklı sınıflardan üreticiler, aralarında bir yöneten-yönetilen ilişkisi olmadan, işçi sınıfı diğer sınıf ve tabakaların öncüsü, kazanıcı ve sürükleyicisi olmadan, “özgür faaliyet” zemini üzerinde, yani her sınıf kendi sınıfsal çıkarını savunup, “özyönetim konseyleri” aracılığıyla bu çıkarlarını gerçekleştireceklerdir. Proletarya dışındaki sınıfların, küçük patronun örneğin, sınıfsız toplumla kuşkusuz çelişecek, mülkiyetçi ve edinmeci çıkarlara sahip olduklarından ise, kuşku duyulamaz. Ama hiçbirinin mülk edinme ve sömürme özgürlükleri “dıştan dayatmalarla” kısıtlanamayacaktır. Eklektizme yer yoktur; bu durumda proletaryaya kalan açlık disiplinine boyun eğme -ya da ölümü seçme- özgürlüğünden başkası değildir.

Paris Komünü’nün birikimi üzerinde yükselen ve iki Rus devriminin evrensel bir değer kazandırdığı proleter demokrasisi ya da diktatörlüğü biçimi ise Sovyetlerdir:

“… Sovyetler iktidarı proletarya diktatörlüğünün, kendi öz deneyimleriyle proletaryanın disiplinli ve bilinçli öncüsünü en güvenilir kılavuzları saymasını öğrenen onlarca ve onlarca milyon emekçiyi ve sömürüleni yeni bir demokrasiye, devlet yönetimine özerk olarak katılma durumuna yükselten bu öncü sınıfın diktatörlüğünün örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir.” (27)

Bu pasajda Lenin, Mandel’in bütün görüşlerini çürütmektedir. Peki, Sovyetlerin “özgür üreticilerin birliği” ile ilişkisi nedir? Mandel’in bu “birlik”in gerçekleşme biçimi olarak gördüğü “öz-yönetim” fikrinin tam tersine, Lenin, proletarya diktatörlüğünün biçimi olan Sovyetleri, özgür üreticilerin birliğinin kurulmasının öğrenileceği başlıca zemin olarak tanımlamaktadır:

“Yeni bir toplumsal disiplinin, özgür emekçilerin özgür bir birliğinin kurulmasını öğrenmeye sömürülenler yığını, yalnız kitaplardan değil, ayrıca kendi öz pratik deneyimine de dayanarak, ancak Sovyetler içinde başlayabilir.” (28)

Sovyetler, “bürokrasi” kaygısıyla “alternatif” biçimler aranmasını gereksizleştiren türden örgütlerdir. Sömürülen yığınların iktidara doğrudan katılımlarını olanaklı kılan kitle örgütleridir. Ama “üretici” ya da “halk” genel kategorileri içinde işçi sınıfının eridiği, eritildiği, proletaryanın, kendi devrimine kadar bütün devrimlerde olduğu gibi, halkın genel çıkarları adına burjuvazinin özel çıkarlarının peşine takıldığı, parlamenter türden yabancılaştırıcı örgütlerden değildir. Proleter iktidarın örgütüdür.

 

17.

Bu örgütlenmede, doğuşu ve gelişmesi bakımından sınıflar arasında tam bir eşitlik var sayılamaz, yoktur. Proletarya bir önceliğe ve üstünlüğe sahiptir. Bu üstünlük ve öncelik, istek ya da “bürokratça” arzular sorunu değildir. Tarihsel gelişmenin zorunlu sonucudur. Kapitalizm, kırı ve köylüyü geri, dağınık, örgütsüz ve kültürsüz bırakırken, proletaryayı büyük işletmelerde toplayıp yeni bir dünyanın kurucusu olarak eğitip örgütlemiştir. Emeğin toplumsallaşmasını ilerleterek ona, kolektivizmi, disiplin ve örgütleme yeteneğini aşılayan kapitalizmdir. Kapitalizmin tam ve sonuna kadar düşmanı, sermayenin uzlaşmaz karşıtı ve üretim araçlarından tümüyle kopmuş ve bu nedenle kararlılık, mücadele gücü ve azmiyle doldurulmuş olan proletaryadan başkası değildir. Kapitalizm onu, bu üstünlüklerle donatıp kendisine karşı mücadelenin öncüsü kılarken, kapitalizm koşullarında ve kapitalizme karşı mücadele örgütü olarak doğup iktidar örgütü olarak gelişen Sovyetlerde bu üstünlüklerin, bir dizi önceliğe de yol açarak yansımaması düşünülemez. Önce, bu üstünlük Sovyet iktidarına pratik olarak yansımıştır. “Proletaryanın örgütlenmesi, köylülüğün örgütlenmesinden çok daha hızlı gelişiyordu ve bu durum işçileri devrimin dayanağı durumuna getiriyor, onlara gerçek bir üstünlük sağlıyordu.” (29) Bunların bir kısmı geçici önceliklerse (başlangıçta oy hakkı olarak işçinin köylüye üstünlüğü gibi) ve çok geçmeden giderilmeleri gerekirse, bilinç, disiplin, örgütlülük ve eğitme yeteneği üstünlüğünün, sömürülenlerin diğer sınıf ve tabakalarının, sömürünün ve sınıfların kaldırılması için mücadeleye seferber edilmesi, eğitim ve örgütlenmeleri için kullanılması gerekir. Proletaryaya önderlik, birileri öyle istediği için değil, maddi toplumsal koşulların zorunlu bir sonucu olarak tarihsel olarak yüklenmektedir. Ve örgütleme yeteneği, bilinç ve disiplinin derecesinin, toplumsallaşmanın ilerlemesi ve sosyalist inşa sürecinde, -meta ilişkilerinin sınıf farklılıklarıyla birlikte tamamen giderilmesiyle birlikte yüksek bir emek üretkenliği düzeyinde yok olacak olan- emeğin toplumsallaşması arasındaki derece farklarına bağlı, çeşitli sınıflar açısından farklı kalmaya devam edecek olmasından tek bir sonuç çıkar: İşçi sınıfı öncülüğü gelgeç bir sorun değildir, sınıfların ortadan kaldırılması sürecinin bütününü kapsar. Örneğin tarımın kolektifleştirilmesiyle örgüt, eğitim, bilinç vb. açısından gelişme olanağına kavuşan ve gelişme yoluna giren köylülük bu yönden ilerleyecek, ama onu ilerleten işçi sınıfı, kuşkusuz onu daha da ilerilere doğru yöneltmek üzere ondan daha fazla ilerlemiş olacaktır. Bu nedenle Sovyet iktidarı, işçinin buyruk ve yönetiminin aracıdır. “Kendi işçi iktidarımızı korumak, küçük ve çok küçük köylülüğümüzü onun buyruk ve yönetimi altında tutmak için, en büyük ihtiyatı göstermeliyiz.” (30) diyen Lenin, işçi sınıfının bu önceliği ve onun öncülük olarak gereğinin yerine getirilmesi üzerine de şunları söyler:

“Sovyet devlet örgütlenmesi, sosyalizmden önce gelen kapitalizmin tüm gelişmesiyle emekçi yığınların en yoğun, en birleşik, en bilgili ve en savaşkan bölümü durumuna gelen kentsel sanayi proletaryasına belli bir öncelik kazandırır. Bu önceliğin kesin ve sürekli olarak, kapitalizmin emekçi yığınları rakip gruplar halinde bölmek amacıyla onlar arasında geliştirdiği sıkı sıkıya korporatif ve sıkı sıkıya mesleki çıkarları dengelemek, proleter ve yarı proleter köylülerin en geri ve en dağınık yığınlarını öncü işçilerle daha yakından birleştirmek, onları kulakların ve kırsal burjuvazinin etkisinden kurtarmak ve komünizmin kuruluşu yönünde örgütleyip eğitmek için kullanılması gerekir. (31)

Mandel’e göre, işçi sınıfının öncelik ve öncülüğünün ne önemi ne de gereği vardır: İşçiler diğer sömürülenlerle birlikte “halk” ve “özgür üreticilerin birliği” içinde erimişlerdir; aralarındaki öncülük ilişkisi (ileri ile geri olan, öncü ile “artçı”, yöneten-yönetilen ilişkisi olarak) ise, “özgürlük kısıtlayıcısı” “dıştan dayatmalar” kategorisindendir.

Mandel “bürokrasi düşmanı” özgürlükçü kaygılarıyla yalnızca yönetici öncü parti fikrinin ölesiye düşmanı olmakla kalmaz, parti öncülüğünün dayanağı olarak, aslında reddettiği sınıf öncülüğüdür, proletaryanın öncü rolüdür.

Proletarya diktatörlüğünün Sovyet biçimi altında örgütlenişi ile proletaryanın öncü rolü arasında ve “bağlaşık özgür üreticilerin” ya da “halk egemenliği”nin biçimi olan “eklemlenmiş özyönetimi” ile proletaryanın öncü rolünün inkarı arasında aynı derecede kopmaz bağlar bulunur.

 

18.

Küçük patronlar olan köylülüğün, köyün proleter ve yarı proleter katmanları ve kentin sömürülen emekçi yığınlarıyla birlikte işçi sınıfı tarafından kazanılmaya, eğitilip örgütlenmeye, yönlendirilip yönetilmeye ihtiyacı var mıdır yok mudur? Mandel’e göre yoktur.

Mandel, sınıfların kalkışını, sınıf mücadelesine bağlı olmayan kendiliğinden bir süreç olarak kavrar. Makalelerinde bir-iki yerde kullandığı “işçi” sözcüğü dışında, “alternatifi”nde ne sınıflara ne sınıf öncülüğüne ne de sınıf mücadelesine (ve onun kaçınılmaz kıldığı -zor ve örgütlendirme aracı- diktatörlüğe) yer vardır. “Öz-yönetimi”, hiçbir örgütlendirme çabası ve yönlendirmeyi içermez, hiçbir baskı ve zora dayanmaz, tersine “dıştan dayatılmış özgürlük kısıtlamaları” bütünüyle reddedilir. Bu, “bürokrasi düşmanlığı”nın gereğidir!

“Özyönetim”, “özgür üreticiler”in kendi kararlarını kendilerinin alması demektir; kararların ne yönlendirilmesi (örneğin yüksek emek normlarının teşviki, köylülüğün kooperatifler içinde örgütlenmeye teşvik edilmesi ve örgütlendirilmesi gibi) ve ne de zorlanması (örneğin piyasa ilişkilerinin korunması ve geliştirilmesi yönündeki kararların önünün alınması, küçük burjuva anarşizmi ve dağınıklık teşvikçiliğinin zorla dağıtılması gibi) caizdir. Çünkü bu diktatörlüktür! Diktatörlük olduğundan kuşku yoktur ve bu diktatörlük zorunludur. Mandel’e göre ise, “bürokratik”Iikle eşitlenen diktatörlük hiç olmayacaktır:

“… İş yükü (emek normları- ÖD) ile ilgili kararlar bilinçli ve demokratik bir biçimde üreticilerin kendileri tarafından alınmazsa bu kararlar, onlara -ister Stalin’in insanlık dışı çalışma mevzuatınca, ister günümüzdeki milyonlarca işsiziyle, emek piyasasının acımasız yasalarınca- diktatörce dayatılır.” (32)

Üreticilerin tamamen kendilerinin almaları gereken kararlara karışıldığı ölçüde, bu kararlar yönlendirildiği, örneğin küçük köylüye çıkarının şurada değil de burada olduğu gösterildiği ölçüde, Mandel’in inkâr edilmesini öngördüğü diktatörlük tutumuna düşülecektir. Ama bu diktatörlük, tek sınıf diktatörlüğü zorunludur.

Mandel “üreticilerin birliği” içinde ve “özyönetim” koşullarında “özel girişimci vb.nin bulunacağını, bulunduğunu itiraf eder. Ortam, sınıflar ve sınıf farklılıkları ortamı olacaktır. Önce sömürücü sınıflar (kulak vb. türünden) bile olacak, onların tasfiyesiyle kapitalizmin kalıntıları ilk evre boyunca varlıklarını sürdürecekler ve bu da sınıf farklılıklarını (işçi, kooperatifçi köylülük vb.) koşullandıracaktır. Ama diktatörlüğe şiddetle karşı çıkılacaktır! Peki, işçi sınıfı, kapitalist sınıf, unsur ve kategoriler üzerinde baskı ve (tasfiyeyi içeren) sınırlandırma ve emekçi sınıflara yönelik örgütlendirici rolünü diktatörlüğü aracılığıyla gerçekleştirmeden, sınıfsız topluma öyle tümüyle barışçıl ve kendiliğinden nasıl varılacaktır?

Lenin, “Sınıfların ortadan kaldırılması (eski sosyalizm ve sosyal demokrasi içindeki sersemlerin sandığı gibi) sermayenin iktidarının devrilmesinden, burjuva devletin yıkılmasından, proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra yok olmayan, bilakis sadece biçimleri değişen ve birçok açıdan daha da acımasızlaşan uzun süreli, zorlu, inatçı bir sınıf mücadelesinin eseri olacaktır” (33) der. “Özgür üreticilerin birliği”, ne hemen mümkündür ne de inatçı bir sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olmadan. “Özyönetimci” al gülüm-ver gülüm tutumuyla, sınıf mücadelesinin konusu olmayan öyle “özgür kararlar”la sınıfsız toplum olanaksızdır.

Mandel’e göre öyle değildir. Ama o zaman, varılacak yer, hareket edilen noktadır: Üretim anarşisi ve kölesi olunan, aydınlara bahşedilmiş “özgürlüğü” ile burjuva demokrasi ve kapitalist toplum. O, sevimli çoğulculuk!

Ve yine sınıf mücadelesi. Ama Mandel’e de karşı. Onun bir parçası olduğu çoğulcu demokrasiye karşı.

Bürokrasiden kör nefretin savurduğu yer burasıdır.

 

19.

Bürokrasi sorunu ve ona bağlı olarak diğer sorunlar nasıl ele alınmalıdır?

Her proleter devrimin temel sorununun, burjuva devlet aygıtını kırıp parçalamak olduğu biliniyor.

Bu, diğer nedenlerinin yanında, bu aygıtın bürokratik ve militarist niteliği dolayısıyladır.

Genel olarak devlet, sınıf karşıtlıklarının bir ürünüdür ve sınıfların ortadan kaldırılmasıyla birlikte sönecektir. Bilince (siyaset, örgüt vb.) ilişkin toplumsal sürecin örgütlenmesi olarak bir üstyapı kurumu olan devlet, insanlar arasındaki işbölümüne dayalı sosyal ilişkinin zorunlu sonucudur. Sosyal faaliyetin bizzat kendisine ilişkin olan işbölümü ile bu faaliyetin ürününe ilişkin olan özel mülkiyet, birbirine kopmaz bir bağla bağlıdır ve aslında özdeş ifadelerdir. Önce emek üretkenliğinin en geri düzeyinde henüz insanların “keşfetmediği”, ama onun belirli bir düzeyinde zorunlu ve sonra yüksek bir düzeyinde gereksizleşen özdeş kategoriler olarak. Özel mülkiyet, üretici emeğin kendi ürünü karşısında yabancılaşmasını temsil eder. İşbölümüne dayalı sosyal faaliyetin zorunlu sonucu emeğin yabancılaşmasıdır. Emeğin yabancılaşması süreci, aynı zamanda üretenlerin (kol emeği) yönetenlerle (kafa emeği) ayrışması süreci olarak da gelişir. Ve özel mülkiyet koşullan emeği yönetim işinden tümüyle koparır. Kafa emeği, yalnızca yönetmeye özgü bir tür olarak kol emeğinin karşısına çıkar. İşbölümünün bu türü, üretici emekle özel mülk sahipleri arasındaki işbölümünün bir ifadesinden başka bir şey olmaz.

Özel mülkiyet, bireyler ve onların oluşturdukları toplumun ortak çıkarları karşısında, özel çıkarlar olarak, korunmak ihtiyacı gösterir. Kendi çıkarlarının (üretici bireylerin ortak çıkarlarının), kendi ürünlerine el konarak, hiçe sayıldığını sezme eğilimine girebilecek emekçilerin isyanını önlemek (sınıf çıkarlarını “dengelemek” ve sınıf çatışmasını topluma zarar vermeyecek bir boyutta tutarak yatıştırmak) ve yatıştırılamaz olduğunda bastırmak üzere bir aygıt (devlet), bu çıkar parçalanmasının zorunlu sonucu bir toplumsal ürün olarak doğar. Ama daha doğarken, topluma yabancı bir ürün olarak. Özel mülk sahiplerinin, egemen toplumsal sınıfın özel çıkarlarının üreticilerin ve toplumun genel çıkarları olduğu iddiasının örgütlenmesi olarak devlet, bu yanılsamaya hayat vermenin aygıtı olur. Egemen sınıfın özel çıkarları, tek tek özel mülk sahipleri tarafından örgütsüzce değil ama tümünün çıkarlarını onların adına savunacak özel mülkiyetin savunma görevlileri tarafından örgütlü olarak gerçekleştirilir. İdeologları, özel silahlı adamları, adalet dağıtan ve hapishane nezaretçileri olarak vb. görevlileri, kol emeği ile kafa emeğinin birbirinden ayrılmasına denk düşen görevlerini yapacak bir aygıt içinde birleşmişlerdir. Yönetenlerle yöneticiler birbirlerinden kesin olarak koparlar. Entelektüel tekel artık, kol emeğinden tamamen kopmuş haliyle yönetme tekelinin temel bir yönü halindedir. Toplum, egemen sınıfın, düşüncesi, örgüt tarzları, hukuku vb.nin bir bütün olarak egemen olduğu bir yöneten-yönetilen ayrımına mahkûm olur.

Bu, yönetim işlerini egemen sınıf adına yürüten savunma görevlileri yığını, sadece sömürü biçimlerinin değişmesine yol açan her yeni toplumsal ilerleme ve yeni egemen sınıf tarafından yetkinleştirilen bir bürokratik aygıt, bir memurlar ordusu demektir.

İşbölümüne ve özel mülkiyete özgü bu aygıt kırılıp parçalanmadan, özel işbölümü ve özel mülkiyetin yok edilmesi yönünde bir sosyal eylem, komünizm doğrultusunda bir ilerleme olanaksızdır. Komünist eylem, sınıfların ortadan kaldırılması, bürokrasiye dayanamaz. Bu nedenle, bürokratik aygıtın berhava edilmesi ve bürokrasinin tasfiyesi, her sosyal devrimin olmazsa olmaz koşuludur.

 

20.

Öte yandan, bürokrasinin, işbölümü ve özel mülkiyetin zorunlu bir sonucu ve bütün bunların da nedeni olarak emek üretkenliğinin görece geri düzeyinin kaçınılmaz ürünü olduğunun bilgisi, ütopyacılığa düşmekten kaçınmak üzere, anarşizan küçük burjuva özgürlükçülerinin, örneğin Mandel’in sabırsızlığına karşın, bürokrasi eğilimi ve tehlikesine yol açmak üzere, yöneten-yönetilen çelişmesinin bir çırpıda ve son köklerine kadar giderilemeyeceği, dolayısıyla bürokrasinin “büsbütün tasfiyesinin bir tarihsel döneme yayılacağı (birinci evre) Marksist yaklaşımına kaynaklık eder.

Anarşistlerle Marksistleri ayıran, yalnızca, sosyal devrimle birlikte hemen devletin “kaldırılması” ile proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu ve devletin sönmeye terk edilmesi değildir. Proletarya diktatörlüğünün sönme sürecinde bir devlet olması, bürokratik yozluklar olanağı ve tehlikesiyle birlikte bürokrasinin bütün köklerinin ve yöneten-yönetilen çelişmesinin bütünüyle giderilmesinin, devletin sönmesine ve dolayısıyla sınıfların kaldırılmasına bağlanmasının kabulü ya da yadsınması da anarşizan küçük burjuva özgürlükçülerle Marksistleri birbirlerinden ayırır.

Burjuva devletin yıkılmasıyla birlikte, bürokrasi ve köklerine en temel darbe vurulmuş ve yöneten-yönetilen zıtlığı (uzlaşmaz karşıtlık) giderilmiş olur. Ama hâlâ bir çelişme kalır. Yöneten-yönetilen farklılığı, isteğe bağlı olarak hemen kaldırılamaz. Ancak ezilen ve sömürülen yığınların devlet yönetimine aktif olarak katılmasının olanaklı hale gelmesi ve pratik teşvikiyle, bu çelişme, tedricen giderilebilecek, uzlaşmaz karşıtlık biçiminden kurtulmuş farklılıkların hareketine yön verir hale gelir.

Bir şey kesindir: Proletarya diktatörlüğü altında, bir dizi somut belirtisiyle birlikte bürokrasi olanağı ve tehlikesi, yöneten-yönetilen çelişmesinin bütünüyle çözümü ve devletin sönmesine kadar var olmaya devam eder. Devlet aygıtı var oldukça ve proletarya bu aygıtı kullanıp ondan yararlandıkça, bürokrasi olanağı ve tehlikesi var olmaya devam edecek, hâlâ şu ya da bu ölçüde yöneten-yönetilen farklılığı varlığını koruyacaktır. Burada önemli olan, bürokrasi ve bürokrasi tehlikesine karşı savaşı durmaksızın sürdürmektir. Bu sorunu kesin olarak çözecek olan ise, emek üretkenliğinin yükselmesine bağlı olarak işbölümünün ve dolayısıyla, yöneten-yönetilen farklılığı da içinde olmak üzere, bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır.

 

21.

Proletarya diktatörlüğü, en başta, bürokratik aygıtın parçalanmasıyla, bürokrasinin dipten doruğa yıkılması demektir. Ve diktatörlüğün Sovyet biçimi, ezilen ve sömürülen yığınlara devlet yönetimine katılmanın en geniş olanaklarıyla birlikte bürokrasiye karşı savaşma olanakları sunar.

Sovyet iktidarı, eskinin ezilen yığınlarının, özel mülkiyet koşullarında olanaksız her türlü örgütlenmesini kolaylaştırmakla kalmaz; ayrıca bu örgütlenmeleri, yerel düzeyde olduğu kadar merkezi düzeyde de devlet aygıtının sürekli temeli haline getirir. Bu, geniş yığınların devlet yönetimine gerçek katılımını sağlamanın tek yoludur.

Artık -yürütmenin bürokrasiye bırakıldığı- özgürlük ve demokrasi iddiasının sözde genel oya dayalı yanılsama aracı parlamentonun “halk adına” kararlarından, yığınların örgütlerinin (Sovyetler) yalnızca karar alma (yasama) değil, aynı zamanda uygulamasına (yürütme) geçilmiştir. Emekçilerin oyları, artık gerçek oylardır. Seçimler basitleştirilmiş, yeterince sıklaştırılmış ve seçilenler, seçenlerin iradesini yansıtmadığında geri alınabilir kılınmıştır. Seçim bölgeleri, örgütlü katılım ve denetlemeyi mümkün kılmak üzere, mülki birimler olmaktan iktisadi birimlere (fabrika vb.) değişmiştir. Son olarak, seçilenler ya da genel olarak görevliler, artık sıradan bir işçinin ücreti kadar ücret alır ve toplumsal konumlarının maddi çıkar sağlayıcı olmasının önü kesilmiştir. Sovyet iktidarı, komünizme geçişin, bürokrasiye dayanmayan gerçek biçimidir.

Lenin, bu bakımdan Sovyetlerin önemine dikkat çekerek, “Proletarya devrimi eski burjuva devlet aygıtını ancak Sovyet devlet örgütlenmesi yardımıyla bir vuruşta yıkabildi ve dipten doruğa ortadan kaldırabildi; yoksa sosyalizmin kuruluşuna girişilemezdi. Şu anda Rusya’da, devlet aygıtını monarşide olduğu kadar burjuva cumhuriyette de toprak sahipleri ve kapitalistlerin çıkarlarına bağımlı duruma getiren bürokrasi kaleleri tamamen yıkıldı.” (34) der; ama hemen ekler: “Bununla birlikte, bürokrasiye karşı savaşımımız henüz bitmiş olmaktan uzaktır.”

 

22.

Aslında bürokrasiye karşı savaş, bürokratik burjuva devlet aygıtının yıkılmasıyla, “bitmiş olmaktan uzak” bile değildi, işin henüz daha “başlangıcında” bulunuluyordu.

Kimisi Lenin’in bürokrasi sorununun “vahameti”ni sonradan pratik olarak gördüğünü ve yaşamının sonunda bürokrasi tehlikesine dikkat çektiğini söyler. Troçkistlerin iddiası budur. Onlar, burjuvaların, Marx’a, hiç de istemediği halde yarattığı “canavarın karşısında hayıflanmayı atfetmeleri gibi, Lenin’in -tezleri ve pratik yönlendirmesiyle kuşkusuz bütün başarısı en başta kendisine ait olan- Sovyet Devrimi’nin merkeziyetçiliği, proletarya diktatörlüğünün ve parti yönetiminin güçlendirilmesi vb. gibi yönleriyle gelişmesinden hayal kırıklığına uğradığı, girilen yolun yanlışlığını sonradan görerek, sonradan bürokrasiye karşı savaş açtığı iddiasındadırlar. Bunu açıkça söylemeseler de ima ederler. Oysa Lenin’in devrim öncesi kaleme aldığı “Devlet ve İhtilal”in bütünü bunu yalanlar. Mart 1918’de hazırladığı “program tasarısı müsveddesi”nde de Lenin, tez olarak şunu yazmıştır:

“(8) (Tamamen değilse de kısmen bir öncekine dâhil) bürokrasiyi ortadan kaldırmak ve ondan vazgeçme olanağı; bu olanağın gerçekleşme başlangıcı.” (35)

Bir yıl sonra ise, örneğin Sovyet iktidarının bürokrasinin tasfiyesi bakımından sağladığı olanaklara ilişkin düşünce ve eylemini hiçbir şekilde değiştirmemesine karşın şunu da söylemiştir:

“Sovyet iktidarının örgütlenmesinde, henüz birçok kusur olduğunu çok iyi biliyoruz. Sovyetler iktidarı bir sihirli değnek değildir.

Geçmişin okumaz-yazmazlık, kültürsüzlük, barbar bir savaşın mirası, soyguncu bir kapitalizmin mirası gibi kusurlarını bir dokunuşta düzeltemez. Ama buna karşılık sosyalizme geçişe yol açar. Esilen insanların ayağa kalkmasına ve tüm devlet yönetimini yavaş yavaş kendi ellerine almasına yol açar. ” (36)

Ve Mayıs 1921’de ise, zorlu 3,5 yılın deneylerinden süzüleni özetler:

“Bürokrasi sorununu alın ve bu sorunu iktisadi bakımdan inceleyin. 5 Mayıs 1918’de bürokrasi, belirgin değildi. Ekim Devrimi’nden altı ay sonra, eski bürokratik aygıtı dipten doruğa yıktıktan sonra, artık bu kötülüğün etkisini duymuyorduk.

“Bir başka yıl geçti. 18–23 Mart 1919 arasında toplanan RKP 8. Kongresi’nde yeni parti programı kabul edildi. Bu kongrede biz, kötülüğü kabul etmekten çekinmeksizin, onu ortaya koymak, el âleme karşı rezil etmek, bu kötülüğe karşı savaşmak amacıyla düşünce ve istek yaratmak, güç ve etkinlikleri harekete getirmek isteğiyle tam bir içtenlikle konuştuk. Bu kongrede biz, Sovyet yönetimi içinde bürokrasinin kısmi bir yeniden doğuşundan söz ettik.

“İki başka yıl geçti. 1921 ilkbaharında, bürokrasi üzerinde tartışan Sovyetler 8. Kongresi’nden (Aralık 1920) sonra, bürokrasinin incelenmesine sıkı sıkıya bağlı tartışmaların bir bilânçosunu çıkaran RKP 10. Kongresi’nden (Mart 1921) sonra, bu kötülüğün karşımızda daha da açık, daha da tehlikeli bir biçimde dikildiğini görüyoruz. Nedir iktisadi kaynakları bu kötülüğün? … Küçük üreticilerin insanlardan uzaklığı, dağınıklığı, yoksulluk ve kültürsüzlüğü yolların eksikliği, okumaz-yazmazlık, tarım ve sanayi arasındaki mübadelelerin eksikliği, aralarındaki bağ ve etkileşimin yokluğu… Yığınların olağanüstü kahramanlığı sayesinde üç yıl dayanabildik. Bu üç yıldan sonra, küçük üretimin yıkımı daha da vahimleşti, büyük sanayinin kalkınması daha da ertelenip geciktirildi. ‘Sıkıyönetim’in mirası ve küçük üreticinin dağınıklık ve göz yılgınlığına dayanan üstyapı olarak bürokrasi, kendisini bütünüyle gösterdi.

“Kötülüğe karşı daha büyük bir sarsılmazlıkla savaşmak, yeniden ve tekrar tekrar başlangıçtan başlayabilmek için, kötülüğü hiç korkmadan kabul etmesini bilmek gerekir. Kuruluşun bütün alanlarında, iyi yapılmayan şeyleri düzelterek, görevi çeşitli yollardan ele almaya çalışarak, daha birçok kez yeniden başlangıçtan başlamak zorundayız.” (37)

Yeniden ve tekrar tekrar baştan başlamak bürokrasinin giderilmesi ve bürokrasi tehlikesine karşı savaş ancak böyle konabilir. Bir çırpıda bürokrasiyi yok etme hayalciliğine zerrece kapılmadan, bürokrasiye karşı amansız savaşı sürekli kılmak.

Konu ile ilgilenen okuyucu, Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi adlı kitapta derlenen Lenin’in yazılarını (özellikle kitabın 102. sayfasından itibaren) büyük bir dikkatle incelemelidir.

Görülecektir ki, Sovyet iktidarını kurmakla iş bitmiyor, ama yeni başlıyor. Önce parçalanan devlet aygıtının görevlilerine, başlıca -emek üretkenliğinin görece geriliği koşullarında kaçınılmaz olan- düşük kültür düzeyi nedeniyle, gerek duyuyor. Eski bürokratlar hemen “adam” olmuyorlar kuşkusuz, alışkanlıklarını yitirmiyorlar. Üstelik devlet yönetimine katılan yeni güçler, ezilenlerin saflarından yeni gelenler, yığınların katılımı, sorunu hemen çözmüyor. Ön yargı ve alışkanlıkların gücü kolay yıkılmıyor, göreceğiz. Yılların burjuva yönetim alışkanlığının mirası, düşük kültür düzeyiyle birleştiğinde “atadan görme” yöntemler, yeni insanlar tarafından kullanılıyor, Sovyet organları içinde yeni bürokrasi eğilimi kaçınılmazlıkla doğuyor. Kültürel geriliği de gidermek üzere, emek üretkenliğinin ciddi bir yüksekliğine ulaşılmadan, bu soruna kesin ve nihai bir çözüm bulunması ütopyadır. Tek çözüm, Leninist çözümdür: Tekrar tekrar başlangıçtan başlayan sürekli savaş.

 

23.

Bürokrasi olanağı ve tehlikesine karşı amansız bir savaşı sürekli kılmanın yerine, demokrasi, eşitlik ve özgürlük üzerine genel söylevleri geçirmek ve proletarya diktatörlüğü (ya da herhangi tür egemenlik) koşullarında yöneten-yönetilen çelişmesi ve bürokrasi tehlikesinin olmayabileceğine, yığının (üreticinin, “özgür üreticinin) örgütlenmesine vurgu yapan -ve sanki Sovyetler ve Sovyet iktidarı, yığınların örgütlenmesini kendi sürekli temeli kılan ilk ve tek egemenlik biçimi değilmiş gibi- “öz-yönetim” türünden egemenlik biçimleri planlarını geçirmek, sadece hayalleri projelendirmek demektir. Mandel’in yaptığı budur.

“Halk egemenliğinin “öz-yönetim” biçimi türünden “anti-bürokratik” hilelerle işçi ve emekçilerin zamanını boşa harcatıp aklını çelmeye çalışmanın, yığınların devlet yönetimine katılımı ve giderek devlet iktidarının yok olmasına hiçbir olumlu katkısı yoktur. Tersine, yığınların yönetime katılması ve devletin sönümlenmeye gidişini, uğruna görevler yüklenilmesi ve savaşılması gereken amaçlar değil, olmuş bitmiş ya da “olması gereken” (kuşkusuz, kendiliğinden) olgular olarak kavrayan Troçkizm, bu gelişmenin engelidir.

Lenin açık konuşmuştur:

“Devlet iktidarının ortadan kaldırılması, Marx başta olmak üzere tüm sosyalistlerin yöneldiği bir amaçtır. Bu amaca erişilmediği sürece gerçek demokrasinin, yani özgürlük ve eşitliğin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Oysa uygulamada bu amaca, yalnız Sovyet ya da proleter demokrasisi götürebilir. Çünkü emekçi yığınların örgütlerinin devlet yönetimine sürekli ve zorunlu bir biçimde katılmasını sağlayarak, her türlü devletin tamamen ortadan kaldırılmasını hazırlamaya, vakit geçirmeden ancak Sovyet ya da proleter demokrasisi başlayabilir.” (38)

Devletin sönmesi, özgürlük vb. sabırsız özgürlükçülüğün işi değildir. Hayal kurma, yüksekten konuşma ve atıp tutma işi hiç değildir. Yavaş, sabırlı ve örgütlü, bürokrasi tehlikesine karşı sürekli savaşı içeren bir hazırlık işidir. Bu hazırlık, ancak proletarya diktatörlüğü koşullarında ve Sovyet biçimi altında gerçekleştirilebilir.

Önemli olan, hedef ve perspektif kaybetmeden ve henüz bürokratik kötülüğün kaynağının uzun süre -giderek azalmak üzere, bütün bir ilk evre boyunca- var olacağını kabul ederek mücadeleyi sürekli kılmaktır. Kabul edilmediğinde, “olmamalı” dendiğinde ya da bürokrasinin belirtisine bile rastlanmayacak saf egemenlik projeleri tasarlandığında, ona karşı mücadele de olanaksızlaşır.

 

24.

Yığınların devlet yönetimini ellerine almaları ya da aynı anlama gelmek üzere devletin gereksizleşmesi (kelimenin gerçek anlamıyla bu ele alış gerçekleştiğinde, artık yöneten ve yönetilen kalmadığında, devlete gerek kalmaz) veya bu sürecin herhangi bir anını ifade etmek üzere yığınların devlet yönetimine katılmaları, kendisine Marksist’im diyen herkesin amacı olmak zorundadır. Üstelik kendiliğinden katılmalarını beklemek değil, yığınları bilinçli ve eylemli bir şekilde devlet yönetime katmayı amaçlamayan, Marksist olamaz.

Lenin, bu sorunda da açık konuşmuştur: “Ereğimiz, istisnasız bütün yoksulları ülke yönetimine katmaktır ve bu yönde alınan bütün önlemler -bu önlemler ne kadar çeşitli olursa, o denli iyi olacaktır- özene bezene yazılmalı, irdelenmeli, sistemleştirilmeli, daha geniş bir deneyim sınamasından geçirilmeli ve yasa gücü kazanmalıdır. Ereğimiz devlet görevlerinin, bir kez üretimdeki sekiz saatlik işlerini bitirdikten sonra, bütün emekçiler tarafından parasız olarak yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu ereğe ulaşmak son derece güçtür, ama sosyalizmin kesin sağlamlaşmasının güvencesi de yalnızca buradadır.” (39)

Amaç, bütün yoksulları ülke yönetimine katmaktır. Bu olmadan, olmaz. Çünkü komünizm bundan başka bir şey değildir ve bunu amaç edinmemek, komünizmi amaçlamamak demektir. Ancak, bu amaca ulaşmak da, güçtür ve bu günden yarına gerçekleşecek türden bir iş değildir. Amaçlanmalı ve gereği yapılmalıdır. Gereği, durmak bilmez örgütleme görevidir, göreceğiz.

Ama kesinlikle, bu amacın gerçekleşeceği uzak geleceği bugünden gerçekleşmiş saymamaktır. Lenin, bir cümle sonra, Mandel gibilerini hesaba katan bir uzak görüşlülükle değil kuşkusuz, ama kendi döneminde de benzerleri ortaya çıkmazlık etmediği için, onların görüşlerinden hareketle, tam da Mandel için söylenmiş gibi duran şu sözleri söylüyor:

“Sosyalist geçinmek isteyen birçok kimse bakımından güncel durumun özgünlüğü, bunların kapitalizmle sosyalizmi soyut planda karşı karşıya getirme alışkanlığını kazanarak, birinci ve ikinci arasına ciddi bir havayla ‘sıçrama’ sözcüğünü yerleştirmeleridir. (Engels’in yapıtlarında okudukları metin kırıntılarını anımsayan bazıları, daha ciddi bir havayla, ‘Zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrama’ diye ekliyorlar.)” (Agy)

Mandel’in “özyönetim” projesi de bu “sıçrama” ya da sıçranmışlık üzerine kurulu değil midir? Mandel, “Öz Yönetimin Üstünlüğü” başlığı altında, şu “devlet görevleri” ile katılımcıların sekiz saatlik “işi” arasında Lenin’in kurduğu ilişkiyi kurar. Ama “sıçratarak” ve tam tersi bir ilişki olarak:

“Böyle bir sistem, devletin körelmesi Marksist anlayışına somut bir içerik kazandırır. Çağdaş bakanlıklarının en az yarısının yerini bir çırpıda öz yönetim kurullarının almasına olanak verir. Planlama alanı dâhil, görevli sayısında köklü bir azalmayı gerçekleştirir. Aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla milyonlarca insanın -sırt kendilerine ‘danışılmayıp’- kararların alınmasına, ekonomi ve toplumun yönetimine fiilen katılmaları anlamına gelir. Yönetilenler ile yönetenler arasındaki -sözü geçenler ile söz geçirilenler arasındaki- toplumsal işbölümü silinmeye başlar… Bu karar alma sürecini üstlenen büyük yurttaş kitleleri, bu faaliyeti bütün zamanlarını toplantılarda ya da toplantılar arası yolculuklarda geçirecekleri tam günlük bir meslek biçiminde yürümeyeceklerdir. (40)

Mandel, pek uzak bir gelecekle ilgileniyor. Bunu, egemenlik biçimi olduğunu söylediği “öz-yönetim” koşullarında yapıyor. “Sönüş”lere “kazandırılan içerikler”, “silinmeler” ve terslik: “Görevli sayısında azalma”larla, Mandel, “egemenlik sistemi”nde komünizme atlar! Kautsky ile tersten aynı şeyi savunur. O, bakanlıkların ortadan kaldırılamayacağını söylerken, Mandel kaldırır, ama görevlerini “öz-yönetim kurulları”na vererek. Sorunun özü görevleri kaldırmak ve görevler eğer henüz kaldırılamıyorsa, bunları giderek herkesin katılımıyla yapılabilecek görevler haline getirmekken, Mandel, görevli sayısının azaltılması gibi bir ilginçlik savunur. Lenin görevleri herkese yaymak, herkesi görevli haline getirmek gereğini savunur, özel görevlilerin ve yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinin yolunun bu olduğu düşüncesindedir, Mandel aksi düşüncede.

“Karar alma sürecini üstlenen büyük, yurttaş kitleleri” sadece karar alacak, uygulamayı (yürütmeyi) ise giderek azalan görevliler yapacak olmalıdır! “Çoğulcu demokrasi”ye uygun düşen de budur!

 

25.

Bir de, “İşçi sınıfının… özgürleşmesini yalnız işçilerin kendileri gerçekleştirebilirler. Hem de oldukları gibi: Başka bir dünyadan gelen insanlar değil, hepimiz gibi zaafları olan insanlar olarak.” (41) demektedir.

Mandel Marx’tan her okuduğunu bir yerlere sıkıştırmaya yöneldiğinde, tezini güçlendirmiş olmuyor, sadece çelişkiye düşüyor.

“Zaafları olan insanlarla” kurtuluşu gerçekleştirmek fikri, doğru bir fikirdir, ama Mandel’in bütün bir teziyle çatışma halindedir. Bu fikir, “yepyeni” bir toplum tasarlamamak, tersine yeniye, kapitalizm içinden çıkıp gelen insan malzemesi ve gereçlerle yönelmek ve komünizmi, -öyle yöneten-yönetilen çelişmesinin çözümlendiği ya da diyelim, hemen hemen çözümlendiği, herkesin özgür olduğu ve aslında olabildiği vb. yönleriyle olgunlaşmış haliyle değil- kapitalizmin içinden doğup geldiği haliyle, onun sakatlık ve bozukluklarından henüz kurtulamamış bir toplum olarak ele almak anlamındadır. Mandel, gördüğümüz gibi, hiç de böyle bir kavrayışa sahip değildir. Ama ölesiye “bürokrasi düşmanı”dır. Böyle bir toplumda da yöneten olmasın ve herkes, zaafları olan insanlar olarak ve bu zaaflarıyla ancak sahip olabilecekleri türden de olsa, özgürce davransın isteğindedir. Ama insanların sahip oldukları zaaflara kendiliğinden denk düşen özgürlük de, zaaflı bir özgürlük olabilmektedir. Çoğulcu demokrasinin burjuva özgürlükleri gibi…

 

26.

Önce, bu “zaaflı” durumun (kapitalizmin), henüz sahip olunan geri ve gelişmemiş koşulların, proletarya diktatörlüğüne yol açarak zorunlu kıldıklarını, memurlar azalacak mı yoksa herkes mi memurlaşacak ve aynı anlama gelmek üzere memurluk kalkacak mı onu görelim:

“Marx’ın, Komün için olduğu gibi, proletarya demokrasisi için de gerekli olan bu idari personelin görevlerinden söz ederken, karşılaştırma terimi olarak ‘herhangi bir işverenin’ personeli terimini kullanması, yani ‘işçileri, gözetimcileri ve muhasebecileri’ ile olağan kapitalist işletmeyi alması, son derece anlamlıdır.

“Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; o tepeden tırnağa ‘yeni’ bir toplum türetmez. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler…

“Memurculuğu birdenbire, her yerde ve büsbütün ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeden kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen parçalamak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilemez, ivedi görevinin ta kendisidir.

“Kapitalizm yönetsel ‘devlet’ görevlerini basitleştirir. Bu da ‘tepeden buyurma yöntemleri’nin yadsınmasını ve her şeyin toplumun tümü adına, ‘işçilere, gözetimcilere, muhasebecilere’ işveren bir proleterler (egemen sınıf) örgütüne bağlanmasını sağlar.

“Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi ‘hayal’ etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşamamasına dayanan bu anarşistçe düşler, Marksizm’e adamakıllı yabancıdır; ve gerçekte, sosyalizmi insanların değişecekleri güne dek ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, ‘gözetimci ve muhasebecilerden’ vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz.

“Ama buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır.

Devlet memurlarına özgü ‘tepeden buyurma yöntemleri’ni, daha bugünden kentli halkın çoğunun yetkinlikle yapabileceği, dolayısıyla ‘işçi ücretleri’ karşılığı pekala yapılabilecek olan çok basit işlerle, basit bir ‘gözetim ve muhasebe’ uygulamasıyla değiştirmeye, daha şimdiden, bugünden yarına, başlanabilir ve başlanmalıdır da.

“Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış olan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını (elbette her tür ve her düzeydeki uzmanları yerinde tutarak), yönergelerimizin basit uygulayıcıları rolüne, sorumlu, geri alınması olanaklı ve mütevazı bir para alan ‘gözetimciler ve muhasebeciler’ durumuna indirgeyeceğiz: İşte bizim proleterce görevimiz budur; işte proleter devrimi yaparken, kendisinden başlanması olanaklı ve kendisinden başlanması gereken şey budur. Büyük üretim temeline dayanan bu ilk önlemler, kendiliğinden, tüm memurculuğun kerte kerte ‘sönme’sine; gitgide basitleşen gözetim ve muhasebe görevlerinin, zamanla bir alışkanlık durumuna gelmek ve en sonu özel bir kategorideki bireylerin özel görevleri olarak ortadan kalkmak üzere, bunların sırayla herkes tarafından yapılacağı bir düzenin -tırnak içinde olmayan ve ücretli köleliğe hiç benzemeyen bir düzenin- kerte kerte kurulmasına götürecektir. ” (42)

Lenin’in, neredeyse, bu yazı boyunca Mandel karşısında savunulan bütün fikirleri bir arada ve bağıntıları içinde ortaya koyduğu bu pasajını uzunluğuna karşın aktarmaktan kaçınamadık.

Elbette, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacak. Bu kadar da değil; işçiler, kendileriyle birlikte bütün emekçileri, insanlığı kurtarmadan, kendilerini de kurtaramayacaklar. İşçinin kurtuluşu, insanın yabancılaşmasının son bulması sorunudur.

Önemli olan, bunun kendiliğinden bir süreç olarak mı yoksa doğrudan bir sınıf mücadelesi, örgütlü bir sınıf mücadelesi olarak mı gelişeceğidir.

Mandel’de bu soruna değinilmez bile. Kendiliğindenlik koşulları anlatılır. Ve sanki Kaf Dağı’nın ardındaki bir ülke anlatılır. Ütopya. Bürokrasinin eğilim olarak bile görülmediği, ancak böyle bir ülke olabilir.

Buraya nasıl, hangi aşamalardan, hangi sınıf mücadelesi koşullarında gidilir, böyle mi başka türlü mü, bilgi verilmez. Örneğin NEP gibi bir dönemde yönetilen olmaz mı ya da tarımın kolektifleştirilmesinde “üreticilerin özgür faaliyet zemini” ne olabilir, burada yöneten-yönetilen çelişmesinin durumu ne olabilir, sonra gelişme nasıl olacak-bunlar yoktur. Mandel, evrim teorisini bu soruna uygulamaz. Onda evrim yoktur. Katı, donmuş, bir yerden gelip bir yere gitmeyen (kapitalizmden komünizme) bir “anti-bürokratik” toplum tasavvuru vardır yalnızca. Örneğin böyle bir toplum, şimdiye kadar hiç olmamıştır. Kapitalizmden, tasavvur edilen bu topluma zıplayarak gidilecek olsa gerektir. Ne anlama geldiği düşünülmeden, bir de, bu toplumun, “zaaflı insanlar olarak”, yani bugünkü insanlarla kurulacağı söylenir. Öyleyse evrim. Hani nerede o zaman? Nasıl bir evrim?

 

27.

Evet, komünizm, kapitalizmden geldiği şekliyle kurulmaya başlanacaktır. Kusurlarıyla ve zaaflı insanlarla. Bu ne demektir?

Birincisi, kırla kent arasındaki farklılık, kırın kente göre geriliği. Ve kır kenti izler. Bu, büyük makineli üretimle küçük üretim arasındaki farklılıktır. Kapitalizmde zıtlık halindedir. Sosyalizm bu zıtlığı kaldırır, ancak farklılığın ve kırın geriliğinin, Sovyet iktidarı gibi bir “sihirli değneğin dokunuşu ile”, hemen kalkabileceği düşüncesi, ütopiktir. Kapitalizmden gelindiği haliyle yürünmeye başlanacaktır. Engin bir küçük üreticiler denizi içinde yüzülmeye başlanacaktır. Ama ne küçük üretime hemen son verilmesi, ne de küçük üreticilerin hemen ortadan kaldırılması olanaklıdır.

Ve gerinin ileriyi, köyün kenti izlemesi, proletarya diktatörlüğü koşullarında da, maddi toplumsal üretim sürecinin zorunlu kıldığı nesnel bir gelişme yoludur. Kentin kendisini köye göre yeniden düzenlemesi ya da “ortalama” bir yeni düzenleme türünün “keşfedilmesi” ya da kendiliğinden doğması olanağı -örneğin Proudhon’a rağmen- yoktur, köy kente göre, küçük üretim büyük makineli üretime göre yeniden düzenlenecektir. Ve nesnel geriliğin öznel geriliği, maddenin bilinci koşullandırması doğaldır. Köyün, köylülüğün küçük üretimden ve özel mülkiyetten kaynaklanan düşünceler, düşünme alışkanlıkları ve önyargılarla, küçük üretimin dağınıklığı ve birimlerinin birbirinden kopukluğundan gelen bireycilik, anarşizan ruh hali, zorluklar karşısında yılgınlık da içinde olmak üzere dalgalanmalara neden olan bir düşünsel gerilik, kültür düzeyi düşüklüğü ve örgütsüzlükle karakterize olması tamamen doğaldır. Köy, ileriye doğru gelişmesi sürecinde, bu yönüyle de kente göre yeniden düzenlenecektir. Geri (köy), nesnel ve öznel süreçler bakımından ileriye (kente) tabi olacak, onu izleyecektir. Bu nedenle, ne “özgür üretici” ne de “özgür üreticilerin birliği” ve “özyönetimi”, hemen olacak şeylerden değildir.

Lenin, örneğin, komünizme doğru, kapitalizm koşullarında doğmuş bir kapitalist aygıt olan kooperatifleri kullanarak ve kaçınılmaz olarak “zaaflı insanlara” dayanarak yürümenin zorunluluğu üzerinde dururken Mandel’e karşı konuşur gibidir:

“Biz, komünizmi, kapitalizm tarafından ortaya konan gereçlerden başka gereçlerle, burjuva bir çevrede gelişen ve bundan dolayı, -insan gerecinden de bu kültürlü aygıtın bir parçası olarak söz edilebildiğine göre-, burjuva anlayıştan zorunlu olarak etkilenen bu kültürlü aygıttan başka bir şeyle kuramayız. Komünist toplumun kurulması bakımından bir güçlük oluşturmakla birlikte, kurulmasının olanaklı olmasını ve başarı kazanabilmesini de güvence altına alır bu durum. Marksizm’i eski ütopyacı sosyalizmden ayıran şey, ütopyacı sosyalizmin yeni toplumu merkantil, soyguncu, iğrenç kapitalizmin doğurduğu insan gereciyle değil de camlı tavan altında ya da özel seralarda yetiştirilen son derece erdemli insanlarla kurmak istemesiydi. Bu gülünç düşünce, bugün herkesin gözünde gülünç bir düşünce durumuna geldi, ancak herkes bu düşünceye karşı çıkan Marksist öğreti üzerinde düşünmek istemiyor ya da düşünmesini bilmiyor, yani komünizmin yüzlerce ve binlerce kölelik, serdik, kapitalizm ve bölünmüş işletme yılıyla, piyasada güzel bir yercik kapmak, ürünlerine ya da emeğine en yüksek fiyatları koparmak için herkesin herkesle savaşıyla bozulmuş bu insan gereciyle nasıl kurulabileceğini (ve nasıl kurulmasını gerektiğini) düşünmek istemiyor ya da düşünmesini bilmiyor.” (43)

Lenin, somut olarak kooperatifçiliği önerir. Ama o, sorunu, bütünüyle, sınıfların ortadan kaldırılması perspektifiyle ele almaktadır. Süreci ekonomik ve siyasal vb. yönleriyle birlikte dikkate alır. Yalnızca nesnel süreçlerin değerlendirilmesi ve sorunun kendiliğindenliğe bırakılması yanlısı hiçbir zaman olmamıştır. Mandel’in hiç ilgilenmediği bu yönle ilgili düşüncesini hemen ekler:

“Kooperatifler gerçi burjuva bir aygıttır. Ama bundan siyasal güvene layık olmadıkları sonucu çıkarsa da, yönetme ve kurma ereğiyle kooperatiflerden yararlanmaktan vazgeçmek gerektiği sonucu kesinlikle çıkmaz. Siyasal güvensizliğin sonucu, siyasal bakımdan sorumlu görevleri Sovyetlerin düşmanlarına verme olanaksızlığıdır.” (Agy)

Kır kenti, köylü işçiyi izleyecektir. Bu izlemenin aygıtları, önce kooperatiftir, geriliğin boyutları onun türlerini de sıraya sokabilir. Önce tüketim ve dağıtım ve sonra üretim kooperatiflerinin olanaklı olabilmesi gibi. Sonra kolhoz (üretim araçları da devlet mülkiyeti) ve daha sonra özel mülkiyetin tamamen son bulduğu ve köylünün toplumsal çiftlikte işçi olduğu sovhoz gelir. Proletarya diktatörlüğünün kurulduğu ülke, örneğin İngiltere gibi, küçük üretimin ve köylülüğün kapitalizm koşullarında hemen hemen giderildiği bir ülke ise, bu aşamalardan bir kısmının üzerinden atlanacak ve genel olarak kırın kente göre yeniden düzenlenmesi süreci kısalacaktır. Ülke ne denli geriyse, süreç, o denli uzun ve zorludur.

Ama bu “izleme” süreci, politikasızlaştırılmış bir süreç olamayacağı gibi, politik bir sürece kaynaklık da etmek üzere, başlangıçta sınıf zıtlıkları, sonra sınıf farklılıklarıyla sınıf mücadelesi süreci de olmazlık edemez.

Sınıflar ortadan kaldırılıncaya kadar sınıflar ve sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin politik bir karakter kazanması kaçınılmazdır.

 

28.

Bu nedenle, insanın kurtuluşunun “zaaflı insanlar tarafından gerçekleştirilebileceği” doğru tezinin, kırla kent farklılığı ve kırın kenti izlemesi süreci yönünden, iki zorunlu sonucu olabilir. Birinci sonucu, işçi sınıfı öncülüğünün zorunluluğudur. Köylü işçiyi izleyecek; işçi köylüyü, sınıfların kaldırılmasına doğru peşinden sürükleyecektir. Ve ikincisi, bu birincisini tamamlar, işçi sınıfı öncülüğünün somut şekillenişini ifade eder: Bu, örgütlü bilinçli işçiden başka bir şey olmayan, bilinçli azınlığın, sınıfın öncü müfrezesinin, komünist partinin yönetici rolüne ilişkindir.

Önceki bölümlerde işçi sınıfı öncülüğü sorunu üzerinde durulmuştu. Partinin yönetici rolü ise, doğrudan buradan kaynaklanır.

Bu ikisi birden, sadece “küçük patronan ve ona can veren küçük üretimin varlığı nedeniyle değil ama onun olduğu yerde kaçınılmaz olarak var olmaya devam eden -sınırlandırılmış haliyle de olsa- meta değişiminin, piyasa ilişkilerinin, değer yasasının varlığı ve etkileri, ve sınırlandırılmalım sürdürülmemesi, önlerinin açılması ve proletarya diktatörlüğü ile toplumsal mülkiyetin sıkıca savunulmasından taviz verilmesi durumunda, bu unsurların her gün, her saat kendiliğinden doğuracağı kapitalizmin restorasyonunun önünün alınması bakımından da zorunludur. Başlangıçta, henüz tümüyle tasfiye edilemeyen kapitalizm ve sömürücü sınıf olarak burjuvazinin (özel bir tip olan NEPMAN’lar ve kulaklar örneği) varlığının tümüyle giderilmesi ve yeniden dirilmelerinin (restorasyon) engellenmesi de, bütün emekçilerin partinin yönetimindeki proletaryanın öncülüğünü gerekli kılar.

 

29.

Ancak sanayi proletaryasının sınıfsal öncülüğü ve onun öncü müfrezesinin yönetici rolünü, yalnızca kır ile kent arasındaki farklılık koşullandırmaz. Kır ve kent küçük üretiminin, piyasa ilişkileri vb.nin kapitalizmi yeniden ve yeniden doğurma yönündeki kaçınılmaz eğilimi, temel bir tehdit kaynağıdır. Sömürücü sınıflar, sınıf olarak tasfiye edildikten sonra da, küçük üretim, piyasa ilişkileri vb. var olmaya devam ettiği sürece, bu tehdit devam eder. Küçük üretime karşı, onu, piyasa ilişkileri ve değer yasasıyla birlikte ortadan kaldırmak için mücadele, ikinci evreye ulaşılıncaya kadar zorunludur. Bu mücadele, bütün bir kapitalizmden komünizme geçiş dönemine yayılır. Bu, kapitalizmin kalıntılarına, unsur ve kategorilerine karşı mücadele de olarak, bu döneme damgasını vurur. Sınıf mücadelesidir, politikasızlaştırılmış bir alanda yürütülmesi olanaksız olduğu gibi, ekonomiden kültüre bütün alanları kapsar.

“Zaaflı insanlar”ın zaaflarının kaynağı, başka herhangi bir şey değildir. Zaaflar, kaynaksız da değildir. Hayali değil, gerçek zaaflardır. Kaynak, küçük üretimdir, piyasa ilişkileridir vb. Ve proletarya diktatörlüğünün başlıca işlevi, bu kaynağın giderilmesine yönelik bir kolektivizmin örgütlen-diricisi olarak belirir. Sınıf mücadelesi sürmektedir, sınıflar bütünüyle ortadan kaldırılıncaya kadar sürecektir. Sömürücü sınıfların sınıf olarak tasfiyesinden sonra, onların kalıntılarına karşı hâlâ şiddeti ve baskıyı içeren bir savaş tümüyle gereksizleşmemekle birlikte, artık daha çok örnek göstermekten hareket eden, iknaya dayalı, iktisadi, eğitici, idari vb. bir örgütlendirme mücadelesi olarak gelişecektir. Ama savaş savaştır; sınıf mücadelesi, bütün alanları kapsayan ama başlıca politik bir mücadele olarak, burjuvaziden tümüyle kopmuş ve kendisini kolektivist kılan mevzilerde konumlanmış proletaryanın öncülüğünü ve bu öncülüğün somut biçimlenişine denk düşen onun en bilinçli ve örgütlü parçasını oluşturan partisinin yöneticiliğini zorunlu olarak gereksinir.

 

30.

Neden proletaryanın en bilinçli ve örgütlü kesimi ayırt edici bir role sahiptir?

İşçi sınıfı, kapitalizmin bir ürünü ve onun içinden geldiği haliyle yekpare bir bütün oluşturmaz. Burjuvazi, onu özel olarak bölüp parçalamaya yönelik tutumlar içinde olmuştur, sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi gibi küçük burjuva işçi tabakaları yaratılıp beslenmesi, bunun örnekleridir. Bunlar da bir kez ortaya çıktıktan sonra nesnel olgular olarak rollerini oynasalar da, bunun ötesinde, işçi sınıfı gelişmesi sürecinde, bir dizi farklılaşmalar içinde olmuştur. Önce loncacı ayrımlar ortaya çıkmış; kapitalizmin gelişmesi, lonca ayrımlarını ortadan kaldırıcı rol oynasa da, geri kapitalizm koşullarında (Rusya ya da bugünkü Türkiye gibi) bu ayrımlar, en azından hâlâ belirli geleneklere yön verme durumunda olabilmektedir. Uygun koşullar bulduğunda ve hele kışkırtıldığında bu geleneklerin depreşmesinden doğalı yoktur. Bu ve benzeri işçi sınıfı içi farklılıklar, başlıca proleterleşme sürecinin görece geriliğine denk düşer.

Zonguldak ya da başka yerlerde kolaylıkla görülebileceği gibi, işçilerin henüz köylülükten tümüyle kopmamış oluşları, bu sürecin henüz tamamlanmamış olduğunun işaretidir. Sanayi ve maden işçilerinin bile bir kesimi köylülükle bağlara sahipken, sömürülen yığınların önemli bir bölümü yarı proleter niteliktedir.

Üstelik, yerel ve bölgesel özellikler, işçi sınıfını etkilenemezlik etmez.

Bir adım daha atıldığında, işçi sınıfı çeşitli alanlarda konumlanmıştır, siyasal, sendikal, kültürel vb. mücadeleler içindedir veya örgütsüz ya da her alanda ayrı ayrı örgütlüdür.

İşçi sınıfının kendisini çevreleyen sınıflardan etkilenmezlik edemeyeceği ortadadır. Örgütlü olması durumunda bile burjuva ve özellikle küçük burjuva etkiye kapılarını tümüyle kapatması olanaksız olan (bu etki, örgütüne de sızıp örgüt için mücadelelere kaynaklık eder) proletarya, kendi içindeki farklılıklarla, hele örgütsüz de olduğunda bu iğdiş edici etkiye tümüyle açık olacaktır. Küçük burjuvazi dağınıklık, duraksamalar, kararsızlık, ani ileri atılmalar vb. gibi yozluklarını proletaryaya aşılamaktan bir an geri durmaz.

Nesnel ve öznel farklılıklarıyla proleter yığınları ve mücadelesini toplayıp birleştirebilecek, burjuva ve küçük burjuva etkinin üstesinden gelebilecek onun en ileri kesiminin örgütü, bürokratik olur mu olmaz mı tartışmasına neden olabilecek isteğe bağlı bir örgütlenme olarak değil, komünizme doğru ilerleyişin zorunlu ihtiyacı bir yönetici merkez olarak, dayatılır. Başka türlü ne proletarya diktatörlüğü olanaklıdır ne de kapitalizmden komünizme geçilebilir. Bu geçişi, proletaryanın öncülüğü olmaksızın kendi başına, kendi nesnel durumu (özel mülk sahibi oluşu) ve öznelliğiyle (örneğin iç-tepileriyle, örneğin özel mülkiyetçi özlem ve önyargılarıyla) köylülük, “küçük patron” başaramayacağı gibi, geri ve gelişmemiş sınıfsal nitelikleri, burjuva ve küçük burjuva etkilenmelere açıklığı, örgütsüzlüğü, kendiliğindenliği, birleşik hale gelmemiş eylemi ile proleter yığınlar da başaramaz. Lenin, ” … İşçi sınıfının siyasal partisi, yani komünist parti, proletaryanın ve bütün emekçi kitlelerin öncüsünü toparlayıp birleştirebilecek, eğitebilecek ve örgütleyebilecek tek partidir, bu kitlelerin kaçınılmaz küçük burjuva yalpalamalarına ve proletarya içindeki kaçınılmaz dar loncacı geleneklere ve depreşmelere ya da loncacı önyargılara karşı çıkabilecek ve tümüyle proletaryanın bütün birleşik eylemlerini yönetebilecek ve onun aracılığıyla bütün emekçi kitlelere kılavuzluk edebilecek tek partidir. Başka türlü proletarya diktatörlüğü olanaksızdır.” (44) derken başka bir şeyi anlatmıyor.

 

31.

Peki, “zaaflarıyla insanlar”, proletarya diktatörlüğü değil “çoğulcu demokrasi” koşullarında, proletarya öncülüğü ve komünist partinin yönetici rolüne gerek olmaksızın, “özyönetim”lerini, kendi kendilerinin yönetimlerini nasıl gerçekleştirecek?

Troçkist çömez Saruhan Oluç, tam bir sınıf mücadelesi inkârcısı uzlaşmacıdır:

“Esas olarak aşağıdan yukarıya seçilecek delegeler ya da temsilciler aracılığıyla belirlenecek bir mekanizmadır bu ve seçimler sırasında çeşitli partilerin, grupların, örgütlenmelerin ekonomiye ilişkin önerileri, paketleri tartışılır ve bir ölçüde seçilir. İşte bu süreçte ortaya bir uzlaşma paketi çıkar ve plan bu çerçevede oluşturulur… Öyle bilinçli bir azınlık örgütünün ya da partisinin bu işi becerebileceğini düşünmüyorum.” (45)

Mandel’in görüşü de kesindir: O ne üretim ve ne de tüketime ilişkin tercihlerin yönlendirilmesi, dolayısıyla toplumun komünizme doğru yöneltilmesine karşıdır. Bunu “dikte” etmeye karşıtlık olarak formüle etmekte ve hem sınıf öncülüğünü hem de partinin yönlendiriciliğini yadsımaktadır:

“Bu tercihleri kimsenin (ne piyasalar ve uzmanlar, ne bilimciler/filozoflar, ne karizmatik liderler, ne partiler) onlara dikte etmemesi gerekir. Onlar her şeyi bilen insanlar değildir; tarih bunu kanıtlamıştır. Üretici/tüketiciler, kararlarını, kendi bilinçli ve duyarlılıkları ışığında, özgürce verme hakkına sahip olmalıdırlar.” (46)

“Dikte etme” sorununu ele alacağız; bu sorun, dolaysızca, öncülüğün küçük burjuva dıştan ve seçkinci proleter niteliği arasındaki farka ilişkindir. Ancak kesinlikle öncülük fonksiyonunun gereksizliği, bürokratik bir kategori olduğu ve yadsınması anlamına gelmez.

Sorunun temelini, örgütlü, disiplinli birleşik ve örgütlendirin bir mücadele ve bunun aygıtı komünist parti olmaksızın “üreticiler”in komünizm yolunda ilerleyip ilerleyemeyecekleri tartışması oluşturur. Lenin, bölümün başından beri söylenenleri yığınlarla liderleri ve bilinçli azınlığı birbirine karıştıran ve Mandel gibi yığın (“üretici”) övgüsü yapan “sol” komünistlerle tartışmasında özetlemektedir:

“Partinin gereğini ve disiplinin gereğini yadsımak, muhalefetin vardığı nokta işte budur. Ama bu, proletaryayı burjuvazinin yararına olarak silahsızlandırmaya eşittir. Bu küçük burjuvazinin, dağınıklık gibi, kararsızlık gibi, direnme gücü eksikliği gibi, birlik olmada, ortak çabada yeteneksizlik gibi yanlışlarını benimsemekten başka bir şey değildir; o yanlışlar ki, azıcık kışkırtılırsa, proletaryanın her türlü devrimci hareketini mahva götürür. Komünist partisinin gereğini yadsımak, (Almanya’da) kapitalizmin iflasının arifesinde sosyalizmin aşağı ya da orta aşamasına değil, en üst aşamasına atlamak demektir… Sınıfları ortadan kaldırmak, sadece büyük toprak sahipleri ve kapitalistleri kovmak değildir -bizde bu, nispeten kolay oldu-, sınıfları ortadan kaldırmak demek, küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmaktır; oysa bunları kovamayız, bunları ezemeyiz, bunlarla iyi geçinmek zorundayız. Bunları değiştirebiliriz, yeniden eğitebiliriz (ve öyle yapmalıyız da). Ama çok uzun, çok yavaş ve çok özenli bir örgütlendirme çalışmasıyla bu yolda başarı sağlayabiliriz. Bu küçük üreticiler, proletaryayı her yandan bir küçük burjuva havası içine hapsederler, proletaryayı etkilerler, onun bilinçlenmesine engel olurlar; bunlar, proletaryanın saflarında durmadan, karakter yoksunluğu gibi, dağınıklık gibi, bireycilik gibi, büyük heyecandan umutsuzluğa geçiş gibi küçük burjuvaziye özgü niteliklerin yer edinmesini sağlarlar. Buna karşı direnebilmek için, proletaryanın örgütlendirici rolünü (ki bu, onun başlıca rolüdür) başarıyla ve zafere kadar yerine getirmesini gerektiği gibi sağlayabilmek için, proletaryanın siyasal partisi, kendi saflarında sert bir merkezi yönetim ve disiplin hüküm sürdürmelidir. Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddete başvuran, barışçı, askeri, iktisadi, eğitici ve idari inatçı bir savaştır. Milyonlarca ve on milyonlarca insandaki alışkanlık gücü, en korkunç güçtür. Savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, yığının ruh haletini izlemesini bilen ve bunu etkileyebilen bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezileşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve milyonlarca küçük patronu ‘yenmekten’ bin kez daha kolaydır; oysa bunlar her günkü alışılagelen, gözle görülmeyen, elle tutulmayan eritici eylemleriyle burjuvazi için gerekli aynı sonuçları, burjuvaziyi yeniden iktidara getirecek olan sonuçları gerçekleştirmektedirler. Proletaryanın partisinin demir disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı, burjuvaziye yardım etmektedir.” (47)

Sınıf mücadelesi, proletarya iktidarını kurunca bitmez; daha da şiddetlenerek devam eder. Sınıflar ortadan kaldırılıncaya kadar politik mücadele sürecektir. İktisadi, politik, kültürel vb. farklılıklar, özel mülkiyetten gelen alışkanlıklar, önyargılar vb. azalarak da olsa var olmaya devam edecektir. Ve proletaryanın partisi, yalnızca burjuvaziyi devirmek ve mülksüzleştirme mücadelesine öncülük açısından değil, bütün bu mücadeleyi de yönetip yönlendirecek proletaryanın en üst örgütü olarak, sınıf farklılıkları sürdükçe ve bu farklılıkları giderme mücadelesini örgütlendirmek üzere gereklidir. Parti de, aynı proletarya diktatörlüğü gibi, ikinci evrede gereksizleşecektir. O zamana kadar onu yadsımak, zaferden vazgeçmekle birdir.

Ne partisizliğin “bürokrasi düşmanlığı” adına yüceltilmesi ne de birden fazla partinin kayıkçı dövüşü (politik çoğulculuk) içinde yönetici rolü giderilmiş proletaryanın birçok partisinden biri olarak bir parti, Leninizm adına savunulabilir değildir. Leninizm, bu alanda, yönetici tek parti fikriyle özdeşleşmiştir.

 

32.

Peki, yönetici tek parti, bürokratik bir aygıt mı demektir? Bürokrasinin geliştirilmesi anlamına mı gelir? Dikte edicilik midir? Tepeden inmeci buyurgan yöntemlerle mi özdeştir. Mandel ve Troçkistlerin iddiası budur. Onlar bu nedenle, bilinçli azınlığın rolünü sıfıra indirir, bürokrasiden kaçmak için partiden vazgeçerler (ya da partiyi, birçok partiden biri olarak yönetici rolünden soyundurarak örneğin sendikalardan farksız bir işleve sınırlandırır ve yine ondan vazgeçerler).

Öncelikle yöneten-yönetilen çelişmesinin isteğe bağlı olarak ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı bilinmelidir. Söylendiği gibi, bürokrasi, proletarya iktidarı ile birlikte temelinden darbelenir, ama bir çırpıda herkesin yönetim işlevini yüklenmesini beklemek hayalciliktir. Bürokrasi tehlike teşkil etmeye devam edecektir. Sınıfsız topluma kadar. Ancak bu, proletaryayı yöneticisiz bırakmak ve bu şekilde burjuvaziye yardım etmek zorunda bırakmaz. Bürokrasi tehlikesi var gerekçesiyle, partiden vazgeçilemez ve diğer şeylerin yanında bir de bu nedenle, bürokrasiye karşı mücadelenin örgütlendirilip yönetilmesi bakımından partiye ihtiyaç vardır.

Üzerinde durulan sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesi ortamında, proletarya dört bir yandan bin bir düşman unsurla (küçük burjuva dağınıklık ve çürüme havası, alışkanlık ve önyargıların etki gücü vb.) kuşatılmışken, bürokrasi düşmanlığı adına yönetici partiden vazgeçilemez.

 

33.

Yöneten-yönetilen çelişmesini gidermek istemek, bunu amaçlamak başkadır, giderilmiş gibi davranmak ve “bürokrasi karşıtlığı” iddiasıyla, “üreticilerin özyönetimi” kendiliğindenciliğini, koşulları oluşmadan herkesin yönetici olmasını savunmak başka.

Yönetilen-yöneten çelişmesinin giderilmesi, küçük üretim, piyasa ilişkileri vb. gibi maddi temelleriyle birlikte bütün bir alışkanlıklar, önyargılar vb. toplamından oluşan kültürel geriliğin giderilmesi sorunudur.

Lenin sorar: “Her işçi, devleti yönetebilir mi?” Ve yanıtlar:

“Pratik adamlar bilir ki, bu bir masaldır, sendikalarda örgütlenmiş milyonlarca işçimiz sözünü ettiğimiz sendikaların komünizmin ve yönetmenin okulu olduğunu bitme döneminden geçmektedirler, işçiler, yıllar boyu sendikalara gidip geldikleri zaman öğrenmiş olacaklar, ama ilerleme yavaştır. Biz daha alfabesizliği bile gidermiş değiliz. Köylülüğe bağlı işçilerin proleterce olmayan sloganlara nasıl kapıldıklarını biliyoruz. Kaç işçi katıldı yönetim işine? Bütün Rusya’da birkaç bin. Hepsi o kadar.” (48)

Amaç ve amaca yürümenin pratiği arasındaki fark budur. Lenin’in başında olduğu Rus devrimci pratiği, yöneten-yönetilen çelişmesinin giderilmesinin öyle pek kolay olmadığının kanıtıdır. Bu doğal ki, Troçkistlerin de suçlamaya cesaret edemedikleri Lenin’in “bürokratlığı” nedeniyle değil, nesnel koşullar ve onun dolaysız sonuçları nedeniyledir.

Demek ki, sınıfsız topluma kadar, aradaki fark azalmak ve süreç herkesin yönetici olması (bu, yöneticiliğin gereksizleşmesinden başka anlama gelmez) yönünde gelişmek üzere hâlâ yönetici ve yönetilen olacaktır. Kapitalizmde gerçekleşenden farkı, herkesin yönetime katılma gerçek olanağının doğmuş olması, Sovyetlerin doğrudan yığınlara ve örgütlerine dayanması ve yönetime katılma yönünde sürekli bir örgütlendirme çabasının bizzat parti ve devlet aracılığıyla yürütülmesidir. Zıtlık ortadan kaldırılmıştır, yönetimin yaygınlaştırılması temel bir amaçtır ve bu koşullarda, bu sınırlanmışlığıyla, hâlâ yönetici de vardır yönetilen de.

Yönetici bir bilinçli azınlık. Bu, zorunludur.

 

34.

Peki, sorun, yalnızca bilinç ve bilinçlilik sorunu, Mandel’in tarih tersini gösterdi dediği “karizmatik liderler ve parti”nin her şeyi bilip bilememesi sorunu mudur?

Kuşkusuz bilinçli azınlık, yalnızca bilinçlilik farkı (ileri bilinç) ile karakterize olmaz ya da ileri bilinç kendi ileri maddesinden koparılarak ele alınamaz. Tersi, “bilinçli azınlık”ın aydınlara, küçük burjuva seçkincilere denk düşmesi demektir. Bilinçli azınlık ve onun yöneticiliği fikri, “her şeyi bilen” tanrı ve onun “var ediciliği” fikriyle çatışma halindedir ve bu haliyle küçük burjuva öncülük anlayışı olarak belirir. Sınıftan ve mücadelesinden kopuk, onun dışından onun adına “çok bilenlerin” öncülüğü- bu, proleter öncülük fikriyle ilişkisizdir ve doğrudan, burjuva tepeden ve buyurmaya dayalı yönetim alışkanlığıyla bir burjuva önyargının içselleştirilmesidir.

Proleter öncülük ve yöneticilik fikri, sıradan işçi ve emekçinin yöneticiliğini, bu tür bir yönetimin örgütlendirilmesini dıştalamaz, tersine tam da onun üzerine kuruludur.

Yönetmek, yalnızca, bilgi sahiplerine, aydınlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir ve yönetimin “üst tabakadan” bilgi sahiplerinin işi olması, kapitalizme özgüdür.

Bilinçlilik durumu, bilginin gücü kuşkusuz küçümsenemez ve işçi için vazgeçilmezdir, ama kendi varoluş koşullarını değiştirmeye yönelik, kendisine ve mücadelesine dayalı, ondan kopmayan bilgi ve güç olarak. İşçi ve emekçinin devlet yönetiminin örgütçüleri olarak seferber edilmesine, son derece pratik yönetim işlerinin sıradan emekçiler tarafından yerine getirilmesine bağlanmış bilinç ve bilginin gücü- işte bu, proletaryanın partisinde somutlanır. Bu, onun bürokratik bir aygıt olmayışının da işaretidir.

“Devleti yalnızca sözüm ona ‘yüksek sınıflar’ın, yalnızca zenginlerin ya da zengin sınıflar okulundan geçmiş olan kişilerin yönetebilecekleri, sosyalist toplumun kuruluşunu yalnızca onların örgütleyebilecekleri yolundaki o eski saçma, barbar, utanç verici, tiksinç önyargıyı ne pahasına olursa olsun yıkmak gerekir.” diyen Lenin devam ediyor: “Bu bir önyargıdır. Kokuşmuş bir görenek, kafaların örümcekleşmesi, köle alışkanlığı ve daha da çok soyarak yönetmek ve yöneterek soymakta çıkarları olan kapitalistlerin iğrenç açgözlülükleri beslemiştir bu önyargıyı. Hayır, işçiler bilgi gücüne gereksinimleri olduğunu bir an bile unutmayacaklardır. Özellikle bugün öğrenmekte gösterdikleri olağanüstü çaba, bu bakımdan proletarya içinde yanlışlık olmadığını, olamayacağını gösteriyor. Ama örgütlenme çalışmasına gelince, bu çalışma işçi ve köylülerden çoğunun yapabileceği bir iştir, yeter ki okuyup yazmayı bilsinler, insanları tanısınlar ve pratik bir deneyimle donatılsınlar. Burjuva aydınların, kendini beğenmişlik ve küçümsemeyle söz ettikleri ‘halk tabakası’ arasında, bu insanlar tümenledir.” (49)

Elinde bilgi tekeli bir yönetim ya da bu tekele sahip oldukları iddiasında olanların yöneticiliği değildir, bilinçli azınlığın yönetimi. Sıradan işçi ve emekçilerin yöneticiliğini, pratik örgütçülüğünü içerir. Ama “her işçinin devleti yönetebilmesi masaldır” diyen de Lenin’in kendisidir. Çelişme yok mu? Hayır, hiçbir çelişme yoktur. Sorun, Lenin’in “yeter ki, okuyup yazmayı bilsinler, insanları tanısınlar ve pratik bir deneyimle donatılsınlar” koşulunda düğümlenmektedir. Ve Sovyet iktidarının var ettiği sıradan işçi ve emekçinin yönetme olanağının hayata geçirilmesine ilişkindir.

Lenin’in üzerinde durduğu, planlamayı da olanaklı kılacak, sayım ve denetimin örgütlenmesidir. Bu, yığınların katılımı sağlanmadan başarılamaz. Ve kesindir ki, bir bütün olarak devlet yönetimi, yalnızca “çok bilenler”e, aydınlara bırakılamaz. Gereklidirler, ama yeterli değillerdir. Yine Lenin şöyle demektedir:

“Okumuş insanların, aydınların, uzmanların öğütlerinden vazgeçilemez. Az buçuk sağduyu sahibi her işçi, her köylü bunu çok iyi anlar ve aydınlarımız, işçi ve köylülerin içten bir ilgi ve saygı eksikliğinden yakınamazlar. Ama öğütler ve yönergeler bir şeydir, sayım ve denetimin pratik örgütlenmesi bir başka şey. Aydınlar, hayran olunacak bir yığın öğüt ve yönerge verirlerse de, bu öğüt ve yönergeleri uygulamakta, sözlerin eylem durumuna dönüşümünü pratik olarak denetlemekte gülünç bir biçimde, saçma bir biçimde, utanç verici bir biçimde ‘beceriksiz’ ve yeteneksiz oldukları görülür.” (50)

 

35.

“Basit bir işçi” yönetebilir. Ancak Öncelikle, yönetim işlerini üst tabakanın işi olarak görme önyargısından kurtulması/ kurtarılması gereklidir; yoksa yönetmeye daha baştan el atmayacaktır. Burada partide somutlanan bilincin önemi ve eğitimin gereği ortaya çıkar. Ve sözü edilen önyargı, kuşku yok ki, tek önyargı değildir. Alışkanlıklarla birlikte bunlar sayısızdır ve giderilmeleri için bilinçli bir faaliyet gerekir. Ama gereken, sadece bilinçli bir faaliyet de değildir. Çünkü öğrenim, işçi ve emekçilerin eğitimi, ne sadece kitaplardan okuyup öğrenmekle ve ne de doğru fikirlerin sadece kendilerine aktarılmasıyla başarılabilir, Leninizm’in temel bir tezi, kendi öz-deneyimiyle eğitim ve öğrenimdir. Kitleler, öz-deneyleri olmaksızın, kendilerine iletilen fikirlerin doğruluğunu sınavdan geçirmeksizin, seferber edilemezler.

Üstelik kendi öz güçlerine henüz yeterince güven duymayan, yüzyıllardan beri sürüp gelen geleneğin kendilerini yukarıdan buyruk beklemeye alıştırdığı, henüz insanları yeterince tanıyamayan, içe kapanık, lonca geleneklerinin etkisi altındaki ve üretim ve dağıtımı özel bir iş olarak gören (Bkz. Age. Sf. 158) işçi ve emekçi kitlelerinin bu pratik eğitiminin de, -her işçinin, hemen yönetici olmaya hazırlanabileceği gibi bir sonuca yol açacak- bir çırpıda başarılabilecek bir iş olmadığı kesindir. Hele yeni bir çalışma disiplininin yerleştirilmesinin tarihsel bir dönemi kucakladığını -bunu görmüştük- düşünecek olursak, her işçinin yönetime katılmasının hiç de kolay olmadığı ortaya çıkar. Ama amaç budur. Ve bunun de tek yolu, kitlelerin kendi öz-deneyimleri temelinde eğitilmesidir. Bu, partinin temel bir fonksiyonudur. Ama kolaylıkla anlaşılacağı gibi, tamamen yöneten-yönetilen çelişmesinin varlığına ve onun giderilmesi çabasına işaret eden ve bilinçli azınlığın, partinin yönetici rolünün zorunlu bir ihtiyaç olarak belirmesine yol açan bir sorunun dile getirilişidir bu. Kendi deneyleriyle eğitim, iki unsuru gereksinir: Parti ve emekçi kitleler. Yönetici güç ve yönetici olmaya hazırlanan, hazır olduğu ölçüde yöneten, ama hâlâ yönetilen kitleler. Ve bu durumun giderilmesi kuşkusuz zaman alacaktır. Yönetenle yönetilenin gelecekte ortadan kalkacak olması adına bugünden farkının gözden uzak tutulmasına dayanan “özyönetimci” hayaller, kitlelerin devlet yönetimine katılmak üzere öz-deneyimleriyle eğitimini baltalamaktan ve onları köle olarak kalmaya mahkûm etmekten başka bir anlama gelmez. Lenin’in öz deney temelinde eğitim sorununa verdiği önem bilinir:

“Sendikalar, … daha büyük ve daha önemli bir görevin önümüze çıktığını bilmelidirler: kitlelere yönetmeyi öğretmek, ama kitaplardan, konferanslarla ya da seminerlerle değil, tam tersine kendi deneyimlerine dayanarak öğretmek görevi. Proletaryanın kendi içinden kumanda etme ve örgütleme için çıkardığı o ileri kesim yerine, bu yerlere gittikçe artan bir biçimde sürekli yeni yeni işçi kesimlerinin akın etmesini sağlamamız gerekiyor ki, bu yeni kesimin yerini yeniden böyle on yeni kesim alsın. Bu görev, çetin ve zor olacak gibi gözüküyor.” (51)

Bu, kuşkusuz sendikaların değil, onların da yardım edeceği tek merkezi yönetici gücün, partinin görevidir.

 

36.

Burada, bilinçli azınlığın küçük burjuva, örneğin Blankist kavranışıyla proleter kavranışı arasındaki fark, net olarak görülür olur.

Asıl olan, sınıf öncülüğüdür. Ve ikinci olarak, müttefiklerini de peşinden sürükleyen işçi sınıfının, yığınların eylemi tayin edicidir. Ondan kopuk, kendinden menkul öncülük iddiaları proletaryaya özgü olmadığı gibi, öncülüğü ya da partinin yönetici rolünü karakterize eden, kendi eylemi içinde öz-deneyimiyle öğrenmekten başka yolu olmayan emekçi yığınlara, bu öğrenimlerini gerçekleştirmek ve yönelecekleri hedefi doğru tutturmalarında yalnızca yardım etmektir. Bu yardım dışında, öncülüğe biçilen bütün roller aldatıcı, kendisini sınıfın ve eyleminin yerine koyucu ve tartıştığımız sorun açısından ise bürokratik niteliklidir, başlıca küçük burjuva devrimciliğine özgüdür.

Öncülüğün ve partinin yönetici rolünün Sadun Aren’in atfettiği “ceberrutluk”la ilişkisiz biricik Leninist içeriği, kendi deneyleriyle öğrenecek kitlelere eylemleri içinde yardım etmektir. Nisan günlerinde “bütün iktidar Sovyetlere” şiarını formüle eden Lenin, sorunu böyle ele almaktadır:

“Yalancı-Marksizm’in, Bay Plehanov, Bay Kautsky ve benzerleri tarafından bozulan Marksizm’in eski önyargılarından ne kadar erken kurtulursak, halkın, hemen bugünden ve her yanda işçi ve köylü vekilleri Sovyetleri kurmasına ve bütün hayatı eline almasına yardım etmekte o kadar çok çaba göstereceğiz.” (52)

Kuşkusuz dil sürçmesi değildir. Lenin’in eserinde, öncülüğü, eyleminde kitlelere yardım etme olarak tanımlayan yüzlerce pasaj bulunur. Örnek olsun ve Mandel’in bir başka itirazına ışık tutsun diye, birisi de şudur: “Şimdi öyle bir dönüm noktasına geldik ki, yığınları toplumun bütün işlerinin siyasal ve iktisadi yönetimine katılmaya hazırlama çabalarımıza en küçük bir ara vermeksizin, yeni görevleri konusunda ayrıntılı bir biçimde tartışmalarına en küçük bir engel çıkarmaksızın (ve tersine, doğru çözümlere kendi başlarına varabilmeleri için bu tartışmaları sürdürmelerine bütün olanaklarımızla yardımcı olarak), bir yandan tartışmalar ve mitingler, öte yandan uygulama görevlerine ve iktisadi mekanizmayı bir saat dakikliğiyle işletebilmek için gerekli buyruk ve yönergelerin disiplinli ve gönüllü bir biçimde uygulanmasına yönelik en sıkı sorumluluğun gösterilmesi gibi iki demokratik işlev kategorisi arasında kesin bir ayrım yapmaya başlamamız gerekiyor.” (53)

 

37.

Lenin’in aralarında ayrım yapılması gerektiğini söylediği iki kategori, işçi ve emekçilerin yönetime katılması ile “bireysel diktatörlük” eleştirileri karşısında evet bireysel diktatörlük dediği, kişisel sorumluluk ve yönetim kategorileridir. “Özgür üreticiler”in “öz-yönetimi”nde bu ayrımın izine bile rastlama olanağı yoktur. Mandel’de sadece yönetime katılma, o da değil, henüz yönetilme durumunda olanın yönetmesi, yığın yönetimi anlayışıyla yığının önünde diz çökme vardır. Yoksa “bürokratik yönetim” olacaktır. O, demokrasiyi, bilinçli azınlığın yadsınması olarak anlar. Yığının ve “öz-yönetimi”nin dışında karar vericilik varsa, orada artık “bürokratizm” vardır diye düşünür. Lenin ise şöyle sürdürür:

“Demokratik örgütlenme ilkesi, yığınların yalnızca genel kuralların, kararların ve yasaların tartışılmasına, yalnızca bunların uygulanmasının denetimine değil, ayrıca bu uygulamaya da doğrudan doğruya etkin katılımına ilişkin telkin ve isteklerin Sovyetler tarafından uygulanmasıyla büründüğü üstün biçimiyle, her yığın temsilcisinin, her yurttaşın, devlet yasalarının tartışılmasına, kendi temsilcilerinin seçilmesine ve devlet yasalarının uygulanmasına katılabileceği koşullara kavuşturulması gerektiği anlamına gelir. Ancak bundan hiçbir zaman, belirli yürütme görevlerinin yerine getirilmesi, kararların uygulanması, belli bir zaman süresi içindeki ortak çalışmanın filanca belirli sürecinin yönetimi bakımından, her tikel durumda, kişisel sorumluluklar bakımından en küçük bir anarşi ve düzensizlik belirtisinin kabul edilebileceği sonucu da çıkmaz. Yığının, kendi sorumlu yöneticilerini seçmek hakkı olmalıdır. Yığının, sorumlu yöneticilerini değiştirmek, onların etkinliğinin en önemsiz öğelerini bilmek ve denetlemek hakkı olmalıdır. Yığının, kendi içinden seçtiği herhangi bir işçiyi yönetim görevleriyle yetkilendirmek hakkı olmalıdır. Ancak bu hiçbir zaman, ortak çalışmanın yöneticisiz, belirli bir sorumluluk taşıyan bir önderden yoksun, yöneticinin kendi tek iradesiyle ortaya konan sıkı bir düzen olmaksızın yürütülebileceği anlamına gelmez. Tüm emekçileri birleştirerek, bir saat düzgünlüğüyle işleyen tek bir iktisadi mekanizma oluşturan tek bir irade olmaksızın ne demiryolları, ne taşımacılık, ne büyük makineler, ne de genel olarak işletmeler iyi çalışabilir.” (54)

Lenin’in, Engels’in anarşist anti-otoriterlik üzerine kaleme aldığı “Otorite Üzerine” başlıklı makalesinde (Bkz. Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, 2. Cilt, sf. 448) işlediği aynı fikir üzerinde durduğu kolaylıkla anlaşılır. Evet, yığının devlet yaşamına bütünüyle katılması ve bunun için uğraş vermek- bundan kaçınan Marksist değildir. Ama aynı şekilde, yığın ya da “üreticiler” ve onların “öz-yönetimi” lafları ardına gizlenerek, sınıfların ortadan kaldırılmasına kadar kaçınılmaz olan yöneticiliği, bürokrasi ve bürokratizme eşitleyenin de Marksizm’le uzaktan da olsa bir ilgisi yoktur. Yukarıdaki Lenin pasajı, Mandel için ne denli ürkütücüdür. Tam bürokratizm!

 

38.

Mandel’in aslında bütün eleştirisi, yazımız boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, -bu nedenle Stalin’den hiç aktarma yapmadık, isteyip cesaret eden olursa, Stalin’in uygulamalarını tartışmaya hazırız-, Stalin’in sözünü ederek, Lenin’e yöneliktir. Bütün “bürokrasi”nin kaynağı, ona göre de Lenin’dir, ama cesaret edip onun adını ağzına alamamaktadır. Öfkesini, Troçki’nin “tasfiye edicisi” Stalin’den almaktadır. Stalin’in yaptığı tek şey ise, geliştirerek Lenin’in teori ve pratiğinin yolundan yürümektir.

 

39.

Bürokrasi tehlikesi ise, bütün bir proletarya diktatörlüğü döneminde gerçek bir tehlike olarak kalmaktadır. Peki, bu tehlikeye karşı güvence nerededir? Yığınlarda mı, sınıfta mı, Sovyetlerde mi yoksa partide mi?

Mandel “yığınlarda” olduğunu, “üreticiler” terminolojisini kullanarak, açıkça savunmaktadır. Değildir. Yığınların parçalı bir bütün oluşturması, geri yığınların bir dizi özlem, önyargı, alışkanlık ile donanmış bir geçmişe sahip olmaları, düşük kültür düzeyleri ve bunun maddi temeli olarak küçük üretim vb. yığınların güvence olmasının engelidir. Ama tek başına güvence değildir. İşçi sınıfı da, yığınlarının geriliği düşünüldüğünde, bu güvenceyi sağlamaz. Ama tek başına sağlamaz, örgütsüz, disiplinsiz, bilinçsiz haliyle sağlamaz. Sovyet de öyle. Partiye gelince, yalnızca öncü yetersizdir; öncü sınıfının ve emekçi kitlelerin başında anlamlanır. Güvence, yığın, işçi sınıfı, Sovyet, geri kalan yığın örgütleri (sendikalar vb.) ve parti arasında kurulmuş doğru ilişkidedir.

Mandel’in sahte bürokratizm düşmanlığını yere çalan, “yukarıdan” bakıldığında, pratik uygulanması bakımından proleter devlet iktidarının genel mekanizmasına ilişkin Lenin’in ünlü pasajıyla bitirelim:

“Liderler, parti, sınıf, yığınlar arasındaki ilişkiler ve öte yandan proletarya diktatörlüğünün ve onun partisinin sendikalara karşı tutumu, bugün bizde somut olarak şöyledir: Diktatörlük, Sovyetler içinde örgütlenmiş ve son kongresinde bildirildiğine göre (Nisan 1920), 611.000 üyesi bulunan Komünist (Bolşevik) Partisinin yönettiği proletarya tarafından gerçekleştirilmiştir… Her yıl kongresini toplayan partiyi, kongrenin seçtiği 19 üyeden kurulu bir Merkez Komitesi yönetir… Günlük çalışmalar Moskova’da “Örgbüro” ve “Politbüro” diye adlandırılan, Merkez Komitesi tarafından seçilen ve her biri beş üyeden kurulu bulunan daha da sınırlı komiteler tarafından yürütülür. Bundan ‘oligarşi’nin en resmisi olduğu sonucu çıkar. Ve bizim cumhuriyetimizde, Partinin Merkez Komitesinin direktifleri alınmadan, hiçbir siyasal sorun ya da örgütleme sorunu, bir devlet kurumu tarafından çözüme bağlanmaz.

“Çalışmalarında parti, son kongre verilerine göre (Nisan 1920) bugün 4 milyondan çok üyesi olan ve resmen partisiz bulunan sendikalara, doğrudan dayanır. Gerçekte sendikaları büyük çoğunluğunun yönetici kurumlarının tümü ve başta Rusya Sendikalar Merkezi ya da bürosu (Rusya Sendikaları Merkez Şurası) komünistlerden kuruludur ve partinin bütün direktiflerini uygular. Böylelikle elde edilmiş olan, resmen komünist olmayan daha esnek ve daha geniş olan çok güçlü bir proleter aygıtıdır, partiyi sınıfa ve yığınlara sıkı sıkıya bağlayan ve partinin yönetimi altında sınıf diktatörlüğünü gerçekleştiren bir aygıt…

“‘Yığınlar’ ile bağlantı kurmanın sendikalar aracılığıyla yeterli olmadığını kabul ediyoruz. Pratik, bizde, devrim sırasında, bütün olanaklarımızla korumaya, geliştirmeye ve genişletmeye çalıştığımız bir kurumu yaratmıştı: Bu, bize, yığınların ruh haletini gözleme, yığınlara yaklaşma, onların gereksinmelerini karşılama, içlerindeki en iyi unsurları devlet görevlerine çağırma vb. olanağını sağlayan partisiz işçi ve köylü konferanslarıdır…

“Bundan başka, bilindiği gibi, bütün parti çalışması, meslek ayrımı yapmaksızın, emekçi yığınları bağrında toplayan Sovyetler aracılığıyla yapılmaktadır. Bölge Sovyet kongreleri, burjuva dünyasının en iyi demokratik cumhuriyetlerinde bile şimdiye kadar görülmemiş olan ölçüde demokratik bir kurumdur; (partinin çalışmalarını büyük ve sürekli bir dikkatle izlemeye çalıştığı) bu kongreler aracılığıyladır ki ve aynı zamanda köylere, orada çeşitli görevleri doldurmak için bilinçli işçileri durmadan yollamak suretiyledir ki, proletarya, köylülüğe karşı yönetici rolünü yerine getirmektedir; kent proletaryasının diktatörlüğü gerçekleşmekte, zengin köylülere, burjuvalara, sömürücülere, spekülatörlere vb. karşı sistemli bir savaş yürütülmektedir.” (55)

Varsın Troçkizm “bürokrasi” mavalı okumaya devam etsin, bütün ülkelerin bilinçli proleterleri Lenin ve Stalin’in izinden yürüyeceklerdir.

Mandel’in ortaya koyduğu “özgür üreticilerin birliği”, “özyönetim” vb. türden henüz koşulları oluşmamış erken örgüt önerilerinin, bir kez uygulanmaya girişildiğinde, kesinlikle ve kaçınılmaz olarak bürokrasiye yol açacaklarını bilerek, bilinçli proleterlerin yürüyeceği tek yol budur.

 

DİPNOTLAR

(1) Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay. 8. Baskı, Mart 1994, s. 42

(2) Weydemeyer’e Mektup, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, 1. Cilt, Sol Yay. 1. Baskı, Aralık 1976, s. 637

(3) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 120

(4) K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Melsa Yay., 1. Baskı, Mayıs 1990, s. 42-43

(5) Uygulanabilir Bir Sosyalizmin İktisadı, s. 362 (6)Agy, s. 214

(6) Age. S214

(7) E. Mandel, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, Koral Yay. s. 159–161

(8) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 102 (9)… İkinci Kriz, s. 161

(9) … İkinci Kriz, s. 161

(10) Saruhan Oluç, Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 21–22

(11) Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 15 (12) Agy, s. 16

(12) Agy, s. 16

(13) Agy, sf 27,28

(14) Agy, s. 22

(15) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 119

(16) Agy, s. 96

(17) Agy, s. 109

(18) Agy, s. 136

(19) Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay. 10. Baskı, Kasım 1992, s. 179

(20) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, Ekim Yay. 1. Baskı, Şubat 1990, s. 233

(21) İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol. Yay. 2. Baskı, Ocak 1990, s. 268

(22) Bebel’e Mektup, Gotha… s. 55

(23) Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm derlemesi içinde, Sol Yay., 1. Baskı, Mart 1979, s. 409

(24) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 103–104

(25) Agy, s. 102

(26) Agy, sf. 135

(27) Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 357

(28) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 250

(29) Age, s. 226

(30) Age, s. 299

(31) Age, s. 217–218

(32) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 88

(33) Leninizm 4. Defter, İnter Yay., 1. Baskı, Haziran 1992, s. 76

(34) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 220

(35) Age, s. 146

(36) Age. s. 228

(37) Age, s. 267–269

(38) Age, s. 215

(39) Age, s. 162

(40) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 99

(41) Agy, s. 101

(42) Devlet ve İhtilal, s. 56–58

(43) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 209–210

(44) Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 402

(45) Plan, Piyasa ve Sosyalizm, s. 22

(46) Piyasa Sosyalizmi Tartışması, s. 137

(47) “Sol” Komünizm, Sol Yay. 3. Baskı, Şubat 1975, s. 37-39

(48) Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, s. 396

(49) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 122

(50) Age, s. 126

(51) Leninizm Nedir? 1. Defter, s.lll

(52) Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yay. 1. Baskı, Kasım 1969, s. 50

(53) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, s. 151–152

(54) Age, s. 152–153

(55) “Sol” Komünizm, s. 4244

 

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑