Kapitalist üretim, proletaryanın tarihsel eylemi ve toplumsal kurtuluş

İnsanlık modern sınıflı topluma bir dizi üretim aşaması ve üretim biçiminden geçerek ulaştı. İlkel, köleci ve feodal üretim tarzları, her biri yüzlerce ve binlerce yıl varlığını sürdürdü. Ancak insanlık, köleliğin en ince yöntemlerle gizlenmiş biçimlerine ve “modern” sömürüye kapitalizmle birlikte tanık oldu. Kapitalist üretimin önceki tüm ekonomik süreçlerden farklı bir ekonomik aşama olması, aynı zamanda, insanın kurtuluşunu gerçekleştirecek toplumsal gücü yaratması nedeniyledir de. Kapitalist üretim biçimi ve kapitalist sistem bunun için, haklı olarak sosyalist teorinin ekonomiye ilişkin başlıca irdeleme konusu oldu. Çünkü insanlık ilk kez, kapitalizmin özel ve tarihi bir ürünü olan proletaryanın eyleminde kurtuluşa yürüme imkânını yakalıyordu ve bu kaçınılamaz, zorunlu bir tarihi uğraktı. Bu bakımdan burada kısaca ve genel olarak üretim faaliyetinin tarihsel anlamına değinip geçiyor ve esas olarak kapitalist üretim sistemi ve bu sistem içinde proletaryanın (ve onun şahsında tüm insanlığın) yabancılaşması-köleliği ve bu kölelik aşamasını nasıl geride bırakacağı üzerinde duruyoruz.

I

a- Genel olarak üretim, üretim-tüketim ilişkileri

Tarih insan eyleminin ürünüdür ve insan tarihinin özü insanın üretim aracıyla kendini var etmesidir. İnsan, insan olarak varlığını ve yaşamını sürdürmek için üretmek zorundadır ve üretim, en basit biçimiyle, bireyin doğaya karşı verdiği mücadele içinde ihtiyaç duyduğu maddeleri elde etme faaliyetidir. Yaşamak, her şeyden önce yemeyi, içmeyi, giyinmeyi, barınmayı gerektirir ve maddi yaşamın üretimi insanın ilk ve dolaysız eylemidir. İnsanlar, doğada hazır bulunanlardan yararlanarak geçim araçlarını ve maddi yaşamlarını kendileri üretir ve yeni araçlar yaparlar. Üretimin ve üretim ilişkilerinin tarih boyunca değişimi, sınıfların yaşayış tarzlarını, mücadelelerini, kendi tarihlerini yapma uğraşlarını etkiler ve insanın tarihsel gelişmesinde belirleyici rol oynar. Zorunlu ihtiyaçların karşılanmasına yetecek bir üretimin sınırlarının, aşılması, başkalarının ürünlerinde “değişim” yoluyla el koyma aşamasına varır. Bu ilişki tarzı ve üretimin daha ileri evreleri içinde kendisi de bir meta olan parayla değişim belirleyici bir olgu haline gelir. Ekonomide yeni bir aşamadır bu. Üretim meta üretimine dönüşür. Meta üretimi ise birçok yeni olgu ve ilişki biçimlerinin doğması demektir.

Engels, Doğanın Diyalektiği’nde şöyle yazar:

“İnsan ile birlikte tarihe gireriz. Hayvanların da bir tarihi, kökenlerinin ve bugünkü durumlarına kadar geçirdikleri evrimin tarihi vardır. Ama bu tarihi onlar yapmazlar ve bu tarihe bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar. Buna karşılık insanlar, dar anlamda hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini, bizzat bilinçle yaparlar, umulmayan etkenlerin, kontrol edilemeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi o ölçüde azalır, tarihi başarı önceden saptanmış amaca o ölçüde tam olarak uygun düşer. Ancak bu ölçüyü, insan tarihine, günümüzün en gelişmiş topluluklarının tarihine uygularsak, burada, hâlâ daha tasarlanmış amaçlarla varılan sonuçlar arasında çok büyük bir oransızlık bulunduğunu, önceden görülmeyen etkilerin üstün çıktığını, denetlenmeyen kuvvetlerin planlı olarak harekete getirilmiş kuvvetlerden daha güçlü olduğunu görürüz…

En gelişmiş sanayi ülkelerinde, doğa kuvvetlerini irademiz altına aldık ve insanların hizmetine verdik; böylece üretimi sınırsız olarak artırdık, öyle ki bir çocuk şimdi, eskiden yüz yetişkinin ürettiğinden fazla üretiyor. Sonuç ne oldu? Daima artan aşırı-çalışma ve yığınların gitgide daha fazla yoksulluğu ile her on yılda bir büyük çöküntü.” (1)

Üretim, tarih içinde bir yere ve bir başlangıca sahiptir. Üretim tarzlarının birbirinden ayrı özelliği, her üretim tarzının belli bir toplum biçimi içinde ve onun aracılığıyla gerçekleşmiş olmasından kaynaklanır. Üretim sürecinin niteliği, üretim araçları ve bu araçlara sahiplik biçimi, ürünlerin “üleşimi” (paylaşım) vb. hangi tür ilişkiler içinde üretim yapıldığını ortaya koyar.

İnsanın ihtiyaç duyduğu ürünleri elde etme faaliyeti olarak üretim yalnızca o an için var olan ihtiyaç maddelerinin üretimiyle sınırlı kalmaz. Aksine üretim ilerlemesi içinde tüketim içgüdüsü yaratarak yeni gereksinmeler doğurur ve bu yeni gereksinmeler ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin kaldıracı olur. “Aynı biçimde tüketim, üretimin amacının belirleyici bir gereksinme biçiminde olmasını sağlayarak üreticinin yeteneğini kışkırtır.”

İnsanın üretim sürecinin ilk döneminde, insan gereksinmelerinin basitliği ve üretim araçlarının gelişmemiş oluşu nedeniyle üretim de basit ve güçsüzdür. Ancak gereksinmelerin artması, insanın, doğayı etkinliği altına alma çabalarını artırır ve üretimin sınırları giderek genişler.

Üretimin tüketimle dolaysız ilişkisine ve ekonomik faaliyet alanında üretimin dolaysız tüketim, tüketimin de dolaysız üretim olmasına karşın bu ikisinin birbirinden ayrı özellikleri bulunur. Ancak onlar birbirine karşılıklı dönüşürler ve birbirlerinin aracıdırlar. Üretim tüketimi ve tüketim de üretimi doğurur, kışkırtır. Doğada kimyasal öge ve tözlerin tüketimiyle canlının ve örneğin bitkinin üretiminde olduğu gibi, tüketim de dolaysız biçimde üretimi doğurmaktadır. (Örneğin insan beslenirken besin maddelerini tüketir, ama bununla kendi vücudunu, ona canlılık katan hücreleri üretir.) Birey ve işçi üretimde bulunarak, üretim aracıyla bir yandan yeteneklerini geliştirirken, diğer yandan güç ve yeteneklerini tüketmektedir. Yeni bir nesnenin üretimi hammadde vb. ile birlikte üretim araçlarının tüketilmesini de gerektirir. Bütün bunlar üretim eyleminin “bütün uğraklarında” aynı zamanda bir tüketim eylemi olduğunu gösterir.

Tüketim, nedeni bulunduğu üretimi devindirici bir rol oynarken, yeni üretim gereksinmesini doğurur; üretimin amacını belirleyerek, üretimde iş gören nesnenin yaratılmasına yol açar; üretimin konularını “henüz öznel olan bir biçimde yaratır” ve gereksinmeyi yeniden üretir. Üretim ve tüketim karşılıklı olarak, biri gerçekleşirken ötekini de yaratmaktadır.

İnsan emek harcamadan hiçbir şey üretemez. Çünkü emek, insanın emek-gücünün, yaratıcı yeteneğinin ifadesidir. Emek, ancak doğa ile birlikte, üretim araç ve gereçleriyle birleşerek kullanım değerlerinin üretilmesini sağlar. Emek, toplumsal emek olduğunda ise, zenginliğin ve kültür zenginliğinin kaynağı haline gelir. Emeğin ve üretimin toplumsallaşması en belirgin ifadesini kapitalizmde bulur.

Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, işçilerin kapitalistlere iktisadi bağımlılığının, bütün biçimleriyle köleliğin ve toplumsal yoksunluğun temel nedenidir.

b-Kapitalist üretim, makinenin etkin kullanımı ve gelişen işbölümü

Gereksinmelerin artması, yeni üretici güçleri kaçınılmaz hale getirirken, bütün toplumsal ilişkilerin değişimini de zorunlu kılar. Köle “özgür işçi”ye yani ücretli köle durumuna dönüşür, toprak sahibi ya sanayi patronu ve kapitalist durumuna ya da iflas ederek işçiye dönüşür. Tüm zenginlik esas olarak artık sanayi zenginlik durumuna dönüşmüştür ve “sanayi eksiksiz emektir”. Gereksinmelerin artması aynı zamanda işbölümünün de gelişmesi demektir. Kapitalist uygarlık yükselmektedir. Kapitalist üretim, artı-değer üretimidir. İster el emeğine dayalı basit üretim aşamasında, isterse makineli sanayi üretiminde amaç, daha geniş pazarlara yayılacak daha fazla üretim yoluyla daha fazla kâr elde etmektir.

Engels, Kapital’de Marx’ın yaptığı tahlillere atıfta bulunarak şunları yazıyor:

“Gelişmenin belli bir aşamasında meta üretimi kapitalist üretime dönüşür ve bu aşamada meta üretimi ve dolaşımına dayanan yasaların, kendine mal etme ya da özel mülkiyet yasalarının, kendi iç ve kaçınılmaz diyalektikleri ile tam karşıtlarına dönüşebilecekleri açıkça görülür. Eşdeğerlerin değişimi, yani bizim yola çıktığımız ilk işlem, şimdi öylesine tersine dönmüştür ki, ortada yalnızca görüntüde bir değişim söz konusudur; sonra bu sermaye, onu üreten tarafından yalnız yenilenmekle kalmaz, aynı zamanda onunla birlikte ek bir fazlanın katılması da zorunludur… Başlangıçta, bize, mülkiyet hakkı, insanın kendi emeğine dayanıyormuş gibi gözükmüştü… Şimdi ise, mülkiyet, kapitalist yönünden, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emek ya da ürüne el koyma hakkı, emekçi yönünden, kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak ortaya çıkıyor. Mülkiyetin emekten ayrılması sanki bunların özdeşliğinden doğan bir yasanın zorunlu sonucu halini alıyor.” (2)

Mülkiyetin insanın “kendi emeğine dayanması” için onun emeğinin ürününe başkalarının değil, kendisinin sahip olması gerekir. Oysa kapitalizm emekçinin kendi ürününe sahip çıkması olanaksızlığıdır. “Eşdeğerlerin değişimi” kapitalist toplumda olanaksızdır. Sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı bu mülkiyet ilişkileri üzerinde şekillenir. Kapitalist özel mülkiyet, mülkiyetin “emeğe dayalı” olmasına değil, emek ürününe karşılıksız olarak el konulmasına dayanır.

Emek gücü faaliyeti gelişme sürecinde sanayiyi, yani kapitalizmi doğurur. İnsan gereksinmelerinin doğal yoldan sağlanmasının zorlaşması, yeni üretici güçlere olan ihtiyacı artırır. Çünkü insanlar kendi üretici güçlerini seçmekte özgür değildirler ve her üretici güç o ana dek olan gelişmelerin ve ilişkilerin devamı ve bir önceki kuşağın ürünü olarak varlığını sürdürür; bir sonraki kuşak tarafından hazır bulunur. Kuşkusuz yeni kuşaklar yalnızca devraldıklarıyla yetinemezler ve yeni üretime “hammadde olarak hizmet eden” bu üretici güçlere yenilerini eklerler ve yeni tür ilişkiler geliştirirler.

“Üretici güçler bundan ötürü pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri var olmazdan önce var olmuş, kendilerinin yaratmadıkları bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle, yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler. (3)

Gelişmenin bu yasası yalnızca üretici güçler ve onların içinde hareket ettiği ilişkiler açısından değil, insanın tüm fiziki ve entelektüel etkinlikleri açısından da benzer bir özellik gösterir.

Uygarlığın başlaması, üretimin, sınıf farklılıkları ve sınıf karşıtlıkları yaratarak ve onlar üzerinde yükselmesi demektir. Uzlaşmaz karşıtlığın, sınıf karşıtlığının olmadığı yerde gelişme olamazdı. Üretici güçlerin bugünkü düzeyine uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları sisteminden ötürü vardıkları ve en sonunda kapitalist sistemde birikmiş emek olan sermayenin canlı emekle çatışması ve onu sömürmesi olgusuyla bu çatışmanın ve gelişmenin devam ettiği bilinmektedir, insanlık bundan sonraki yürüyüşünü işte bu uzlaşmaz çatışma üzerinden sürdürecek ve kapitalizmin asılmasıyla yeni bir sisteme evrilecektir.

Kapitalizm ve sanayi zenginliği, işçilerin yoksunluğu, emeğin emek karşıtı sınıf ve zümrelerin yararına işletilmesi ve emeğin emek ürünlerine yabancı hale gelmesi demektir.

Kapitalist üretimin amacı insanın birey olarak ihtiyacının karşılanması, bir başka deyişle kullanım değerinin yaratılması değil, değişim değerinin yaratılmasıdır. Kapitalizm, toplumsal-insanal ilişkileri “tecimsel ilişkiler durumuna”, toplumsal etkinliği, değişim ve ticari etkinlik durumuna getirmiştir, insan kendini, ürünleriyle ortaya koyar ve emek gücü ve ürünü insan kişiliğinin gerçekleşmesini ifade eder. Emeğin serbest alım-satımı, emeğin “özgürlüğü”nü ifade eder. Bu bakımdan, emek ürününün, bir başkasının baskı altına alınmasının değil, onun insanca yaşamasının, insani zenginliği yaşamasının hizmetinde olmasıdır doğal olan. Emek ürünü, sahibinin, yani onu üretenin elinden çıkıp, ondan ayrıldıktan sonra, artık yalnızca eline geçtiği kişi için bir önem taşır. (Üretimin, üreticinin kişisel gereksinmelerinin karşılanmasını amaçladığı bir üretim sisteminde, aşırı üretim ve ona bağlı sonuçların ortaya çıkması söz konusu değildi.)

Kapitalist, “toplum çıkarı” gözeterek yatırım yapmaz. O en az tehlike ile en çok kâr getiren alana yatırım yapar. Kapitalistlerin çıkarlarıyla, toplumun çıkarları arasında gerçekte bir karşıtlık vardır ve bu karşıtlık tekel durumunda “en yüksek kâr” hedeflenmesi nedeniyle artar.

İşbölümü esas gelişmesine kapitalizmle ulaşır ve sanayi, tarım ve ticaret giderek birbirlerinden ayrılırlar. Kapitalist işbölümü değişim değeri üretilmesiyle ortaya çıkar ve pazarın genişlemesiyle gelişir. İşbölümü, ‘toplumsal zenginlik’ yönünden yararlı bir işlev görürken, bireyin yeteneklerini sınırlar ve onun tek yanlı ve eksik gelişmesine neden olur. Makinenin kullanılmasıyla, işbölümü daha da genişler, insanı giderek daha fazla makinenin bir parçasına dönüştürür ve maddi ve entelektüel üretimin birbirlerinden daha fazla ayrılmasına yol açar. Üretimin gelişmesi ve makineleşme diğer yandan, üretim dallarını birbirlerine bağlar, üretimin toplumsal karakteri giderek güçlenir, kapitalist yalnızca kendinin üretimiyle değil, diğer kapitalistlerin ürünlerinin alınıp-satılması, toprakların kullanımı vb. durumlarla da ilgilenmek zorunda kalır.

Makineler, insan eliyle yapılan işin daha ucuza yapılmasını sağlayarak, emek-gücü değerinin düşmesine yol açtığı gibi, daha az sayıda işçinin üretim süreci içinde tutulması yoluyla işsizliği artırır. Çünkü emeğin nicel varlık tarzı emek-zamanıdır ve niteliği belli olan emekler arasındaki ilişkide birini diğerine göre farklı kılan şey de, o emeğin harcandığı zamanın miktarı, yani süresidir. Makinenin kullanımı geliştikçe, işçi daha küçük bir ücret karşılığı durmadan ve daha fazla üretmeye zorlanır. Sonuç; işçinin kendine ‘yabancılaşması’, kendini kendi ürününde yitirme durumunun yoğunlaşmasıdır. Makinenin ve yeni buluşların uygulanması, işbölümünün daha fazla gelişmesi üzerinde etkili olur ve emek-gücü verimliliğini artırarak daha fazla işçinin üretim dışı bırakılmasına yol açar.

Makine kullanımı kapitalistlere işgücü ve işgücü maliyetini düşürme olanağı sağlar. Onlar için deneyimli ve yetenekli işçi yerine “dikkatli gözlere ve çevik parmaklara sahip çocuklar”ın çalıştırılması artık daha kolaydır. Meta durumuna gelen işçi, makinenin gelişmesiyle birlikte, üretimi arttığı için daha da ucuzlar, daha fazla ürettiği oranda değeri daha da düşer; pazar dalgalanmalarından etkilenir, çalışacak iş bulduğunda sevinir, oysa çalıştığı oranda kendi kendini yitirmektedir. İşçi, emek-gücü olarak metalaşmıştır ve herhangi diğer bir meta gibi arz-talep ilişkilerinden etkilenir.

Sermaye birikimi ve işbölümü, tek yanlılığı ve işe bağımlılığı geliştirir, işçinin işini ‘tek yanlı’, ‘yalın’ hale, işçiyi makinenin eklentisi haline getirir. İşbölümü üretimin nicelik ve nitelik olarak artışını ve genel toplumsal zenginliğin büyümesini sağlarken, işçinin yoksullaşmasına yol açar. Birikmiş emekten başka bir şey olmayan sermaye birikimi toplum gönencini artırırken, işçi de sermayeye gitgide daha fazla bağımlı hale gelir. Makine, toplumsal işbölümünün büyümesine, insanların daha fazla parçalanmasına, insanlar arasındaki rekabetin daha acımasız hale gelmesine, sermayenin daha fazla ve daha gelişkin makine kullananlar yararına yoğunlaşmasına yol açar. İşçi fizik ve entelektüel bakımdan makine düzeyine düşürülmüş, rekabet ve yoksulluk Sonucu “çok kazanma” isteğiyle daha fazla çalışır duruma getirilmiş ve zamanının hemen tümünü başkasına çalışmakla geçiren bir köle durumuna düşürülmüştür. O, üretimden, işçi olarak, ancak ölmeden yaşamasına yetecek kadar bir pay almaktadır. İşbölümü emeğin üretken gücünü, toplumun zenginliğini artırırken, işçinin daha fazla yoksullaşmasına yol açmaktadır. “Emek sermayelerin birikimine ve böylece toplumun artan gönencine yol açarken, işçiyi kapitaliste gitgide daha bağımlı kılar, kapitalisti büyümüş bir rekabet içine atar ve bir o kadar derin bir durgunluk tarafından izlenen dizginsiz bir aşırı üretim temposuna götürür.” (4)

Makine, manifaktür ve tarımsal sanayileri birbirlerinden ayırdığı gibi, üretimin ve ticaretin uluslararası özellik kazanmasının yolunu da açar. Kapitalist işbölümü ve makine, işlerin birbirlerinden ayrılmasına; işçinin makinenin bir parçası haline gelerek, yeteneklerinin büyük kesiminin sınırlanmasına, mesleklerin farklılaşmasına ve işlerin herkesin yapabileceği basit işlemler düzeyine gelmesine yol açar. İşçiler arası rekabet artar ve işçilerin iç rekabeti kapitalistlerle mücadelelerinde onları zayıf düşürür, kapitalistlerin ellerine önemli bir silah verir. Kapitalistler, işçilerin uzmanlaşmış yeteneklerinin kendilerine pahalıya mal olmasını engellemenin yollarını ararlar. İşçinin gelişmiş yeteneklerine bağlanmanın yüksek maliyeti ve grev ve direnişlerin oluşturduğu tehdide karşı, yeni makineler geliştirerek ve işçileri daha fazla işsizlikle tehdit ederek üstün çıkmaya çalışırlar.

Makineyle birlikte kapitalist üretimin uluslararası alanda büyümesi, ulusal pazar sınırlarının aşılması ve uluslararası pazara dâhil olma, hammaddelerin sınırlar ötesinden taşınması ve işbölümünün uluslararası büyümesi gündeme geldi. Üretimin, işbölümü ve ticaretin uluslararası bir nitelik kazanması, daha fazla gelişmiş ülkelerin ve işkollarının, geri olanlar üzerinde ekonomik hâkimiyetine yol açtı. Dünya pazarı, yeni teknik buluşları elinde bulunduran ve durmadan daha fazla geliştiren ülke ve tekellerin sömürüsüne daha fazla açık hale geldi.

“İki saatte üretilen bir şeyin bir saatte üretilmesine olanak veren her yeni icat”, piyasadaki tüm ürünlerin değerlerini düşürücü bir rol oynar, belli yetenekleri gereksinen el ürünü, makine ürünü karşısında rekabete dayanamaz ve basit üretim iflasa sürüklenir. Rekabet, üreticiyi, iki saatin ürününü bir saatin ürünü kadar ucuza satmaya zorlar. “Rekabet, bir ürünün göreli değerinin onu üretmek için gerekli olan emek-zamanı ile belirlenmesi yasasını harekete geçirir. Pazarlanabilir değerin ölçüsü olma görevini gören emek-zamanı, bu yolla, emeğin sürekli değer kaybı yasası haline gelir. Daha fazlasını da söyleyeceğiz. Değer kaybına uğrayacak olan yalnızca piyasaya sürülen metalar olmayacak, üretim aletleri ve koca fabrikalar da değer kaybına uğrayacaklardır.” (5)

 

II

KAPİTALİST ÜRETİM VE İNSANIN KENDİNE VE BAŞKALARINA YABANCILAŞMASI

Kapitalist üretim tarzında işçinin kendi ürünü ona “yabancılaşmış”, başkalarının (kapitalistler) ellerinde işçiye karşı bir baskı aracına dönüşmüştür. Kapitalizm işçiye, fiziki çalışma dışında bir etkinlik alanı ve zamanı bırakmaz. İşçi, emeğinin başkasına ait (kapitalistin kullanımına verilmiş) olması nedeniyle kendine yabancılaşırken, entelektüel olarak da gelişmenin dışına itilir ve yıkıma uğrar. Kapitalizm insan ilişkilerini şeylerin, nesnelerin ilişkilerine dönüştürerek, insanın her tür ilişkilerinde yabancılaşmaya yol açmış, insan ilişkilerine nesnelerin ilişkileri hâkim hale gelmiş ve işçi kendi emeğinin ürünü karşısında ilgisiz duruma düşürülmüştür. Marx bu durumu şöyle izah eder. “İşçi kendi emek ürünü karşısında yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir… Kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur… İşçi yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse, işçi o kadar nesnesizdir… Ama emeğinin kendi dışında, ondan bağımsız, ona yabancı ve onun karşısında özerk bir erk durumuna gelen bir varlık olarak var olduğu ve nesneye geçindiği yaşamın, hasım ve yabancı bir yaşam olarak ona karşı çıktığı anlamına da gelir.” (6)

İşçinin kendi ürünü karşısındaki ilgisizliği, bu ürünün onun ürünü olmaktan çıkarak, başkasının elinde, onu egemenlik altına almaya yarayan yabancı bir nesne; ancak parayla satın alabileceği bir nesne haline gelmesi nedeniyledir. Kapitalizm, zenginlik üreticisi emeği değerli, ama onun sahibi olan işçiyi ‘hiçbir şey’ haline getirir. Toplumsal ilişkilerin nesneler aracılığıyla sürdürülen ilişkiler haline gelmesi, nesnelerin değişimi üzerine oturan ilişkinin topluma ve insan ilişkilerine hâkim olması anlamını taşır ve bu durumda insan olarak işçi, yalnızca kendine ve ürününe değil ama diğer insanlara da yabancılaşır. Ürünün, üreticisine ilgisiz duruma gelmesi, bütün üreticiler açısından geçerli olduğundan, bütün üreticilerin ve bütün insanların ilişkisi “insanal ilişki” olmaktan çıkarak, toplumsal ilişkilerin köreltilmesine götüren nesneler ilişkisine dönüşür. Kapitalist üretim değişim değeri üretimini esas aldığından, emek bir zenginlik edinme aracına dönüşür ve değişim de “gereksinmelerin” karşılanmasıyla sınırlı olmaktan çıkarak, ürünleri ele geçirme ve onlar üzerinden kazanç sağlama aracı durumuna gelir. “Değişime yönelik üretim” nedeniyle üretim, insanın kişiliğini gerçekleştirme eylemi olmaktan çıkar ve başkalarının ürettiği ürünlere el koyma aracı haline gelir.

Emek ürünlerinin değişim değeri durumuna, meta durumuna; toplumsal ilişkilerin de metalar aracılığıyla ilişkiler durumuna gelmesiyle, insan kendi ürünü olan bir dünyanın egemenliği altına girer. Emeğin ürünü yabancı bir varlık olarak üreticiye karşı bir erk aracı durumuna gelir. İnsan ilişkilerinin nesneler ilişkisine dönüşmesi, insan dünyasının değil, nesneler dünyasının değer kazanması demektir. Meta üretimi ve değişiminin gelişmesiyle, insanlar arası ilişkilerin nesneler arası ilişkiye dönüşmesi ne kadar gelişirse, insanın kendine ve başkasına yabancılaşması da o kadar artmış olur. Yabancılaşma toplumun belli bir gelişmişlik düzeyinde, insan etkinliğinin bir ürünü olarak özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkar, ancak doruğuna kapitalizmle birlikte ulaşır. Çalışma eylemi ve emek-gücü kullanımı başlangıçta yalnızca insanal gereksinmelerin karşılanması ihtiyacından, insanın doğa karşısındaki açmazını aşma gereksinmesinden doğmuşken, değişim için üretim ile birlikte bir kazanç kaynağı haline gelir. Demek ki, insanın yabancılaşması, kökenini emek ürününün değişim nesnesi oluşundan almakta, ona başkası tarafından el konulması sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsan etkinliği özünde ve başlangıçta, kendi köleliğini yaratan yabancılaştırıcı bir etkinlik değilken, toplumsal ilişkilerin belli bir gelişmişlik düzeyinde yabancılaşmayı yaratmaktadır.

Özel mülkiyet hem işçi ve kapitalistin ilişkilerini (çelişkilerini), hem de onların birbirlerine bağımlılığını içerir. Özel mülkiyet “… Bir yandan emek biçimi altında insana ve doğaya yabancı olmuş, yabancılaşmış etkinliğin dışa vurumu, makine durumuna indirgenmiş soyut insan varoluşunun dışa vurumu, onun toplumsal varlık niteliğinin yadsınması olan insanal etkinliğin üretimini, bir yandan da sermaye biçimi altında, içinde nesnenin tüm doğal ve toplumsal belirlenimlerinin yok oldukları insanal etkinlik nesnesinin üretimini içerir. “(Marx)

Emek ürünü nesne içinde somutlaşmıştır ve emeğin “gerçekleşmesi”, işçinin gerçekliğini yitirmesidir. İnsan kişiliğinin belirtisi olan emek, işçi için geçinme aracından başka bir şey değildir. İşçinin işgücünü harcayarak ürettiği ürünlerle ilişkisi, kendi ürünleriyle ilişkisi olmasına karşın, ürüne kapitalist tarafından el konulması, işçinin ürünle ilişkisini izafi bir ilişkiye çevirir ve ürün ile onu yaratan emek işçiye yabancılaşır. Mülk ya da servet sahibinin ürün ile ilişkisi ise, dolaysız bir ilişki olmayıp, emek gücüyle emek nesnesi ilişkisinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Üretim faaliyeti ve onun ürünleri doğrudan doğruya emekle ilişkilidir ve işçinin üretmediği yerde kapitalistin varlığı olanaksızdır.

Emeğin yabancılaşması nedir? “ilkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki emeğinde işçinin kendini olumlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak işçi, ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir ve çalışmada kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil ama sadece çalışma dışındaki gereksinmeleri bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz çalışmadan vebadan kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin (ait) olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde inşan imgeleminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.” (7)

Ama emek ürünü, emek sahibi karşısında yabancı bir erk gücü durumuna gelmişse, bu ancak, ürünün işçi dışında bir insana, yani kapitaliste ait olması, bu duruma gelmesi nedeniyledir. Bunun için işçi, ancak çalışmadığı ve basit yaşamsal etkinlikler olan yeme, içme ve üreme işlevlerini yerine getirdiği zaman kendini özgür hisseder. Çalıştığı zaman ise insan niteliğinin yitirildiğini hisseder. Demek ki kapitalist üretim sisteminde, üretim, insanı ‘alınıp-satılan’ bir meta durumuna getirmiştir, insan yalnızca fizik bakımından değil, entelektüel bakımından da kendi özünden, insanlıktan uzaklaştırılmıştır.

Kapitalist üretim “insanı sadece meta, insanal meta, meta olarak belirlenmiş insan olarak yaratmakla kalmaz, onu bu tanım uyarınca, fizik bakımdan olduğu kadar, entelektüel bakımından da insanlıktan uzaklaştırılmış bir varlık olarak da üretir…” (8)

Kapitalist üretim “değişim değeri” üretimidir

Kapitalist üretim, pazar için üretim, değişim değeri üretimidir. Üretimin temel dürtüsü kârdır. Kâr nesnesi ise işçi ye onun işgücüdür. Kapitalist, meta üretimiyle, daha fazla kâr sağlamak için ilgilidir.

Bir metanın değeri yatırılan malzemelerin -hammadde- makinelerin vb. değeri ile o metanın içerdiği dolaysız emek niceliğine eşittir; ama burada, makinenin metanın değerine kattığı kesim ancak aşınma payı oranında ve hesaplanabilir bir miktardır. Metanın herhangi bir ihtiyacı karşılaması, onu kullanım bakımından bir değere sahip kılar ve ancak tüketim süreci içinde meta olarak gerçekleşir.

Her meta “kullanım değeri” ve “değişim değeri” olarak iki yönüyle görünür. Kullanım değeri, değişim değerinin ortaya çıktığı maddi temeli oluşturur. Kullanım değerlerinin birbirleriyle değişimi bir iktisadi ilişki oluştururken, bu ilişki değişim değeri olarak ortaya çıkar ya da görünür.

Kullanım değerleri doğrudan doğruya geçim araçlarıdırlar. Bir ürün kullanım değeri olarak ancak sahibi tarafından tüketilir ve bu durumda bir değişim değeri teşkil etmeyeceği için de meta olarak işlev görmez; yani pazarda değişime girmez. Kuşkusuz kullanım değerleri olarak geçim araçları toplumsal yaşamın ürünleridirler ve emek harcanması sonucu elde edilmişlerdir. Metanın kullanım değerinde maddileşen ve metayı meta yapan öz, onun üretildiği emek zamanıdır. Bu, metanın değerinin ölçüsüdür aynı zamanda. Aynı emek-zamanını kullanım değeri olarak içeren metalar birbirleriyle eşdeğer metalardır.

Değişim değeri olarak metalar, farklı olmayan eşit emekleri, “yani içinde emekçilerin bireyselliklerinin silindiği emeği” temsil ederler. Herhangi bir ürünün “değişim değeri” doğal olarak o ürünün içerdiği emek zamanına, yani ürünün üretilmesi için gerekli olan zamana eşittir. Bu bakımdan bir işgününün değişim değeri -ki işçi işgücünü diyelim bir günlüğüne satılığa çıkarmıştır ve onun değeri işgününde ürettiği ürün değerine eşittir. Yani ücreti emeğin ürününe eşit olmalıdır. Oysa ilişki tamamen farklıdır. Emeğin değişim değeri emeğin ürününün değişim değerinden daha azdır. Arada kapitalist hesabına çalışılan fazla emek zamanında üretilen artı-ürün kaynaklı değişim değeri farkı bulunmaktadır. Değişim değerini yaratan emek, genel soyut emektir. Her birey, yalnızca kendi ürettiği metayı satabilir, ama yaşamı için gerekli bütün öteki metaları almak zorundadır. Bir metayı üretip satıcı olarak pazar ilişkilerinde yer alması, ancak işgücü kullanımıyla mümkündür. Ancak alıcı durumda insanın ihtiyaçları, toplumsal gelişme düzeyiyle birlikte çeşitlenir, artar ve giderek incelir. Üretilmiş bir meta, onu üretenin kullanımı amacıyla sınırlı bir faaliyetin ürünü değilse, yani sahibi için kullanım değeri değilse, meta değeri taşır, yani pazara girer ve satın alınır. Dolaşıma giren her meta, kendi ilk hareketini meta olarak yerine getirip tamamlar ve dolaşımın devamında devreye giren ikinci meta, para vb. ile dolaşım devam eder. Kişinin emeği, kapitalizmde, bu bakımdan eğer başkası için yararlı emek ise, “gerçek emek” değeri taşır. Marx daha ilk yazılarında bu durumu irdelerken; insanın kendi etkinliğinin, “onun için bir acı kaynağı olduğunu, bu etkinlik ürününün onun için yabancı bir etkinlik durumuna dönüştüğünü, zenginliğinin yoksulluk durumuna geldiğini, onu öteki insanlara bağlayan derin bağların çözüldüklerini, öteki insanlardan ayrılmasının onun varoluşunu belirlediğini, yaşamının, varoluşunun harcanmasından oluştuğunu, varlığının gerçekleşmesinin yaşamının yadsınması olduğunu, üretiminin yok olmasını oluşturduğunu, şeyler üzerinde göstereceği erkliğin, şeylerin onun üzerindeki bir egemenliği durumuna dönüştüğünü ve yarattığı dünyanın efendisi olacak yerde, onun kölesi durumuna dönüştüğünü” belirtiyordu.

Bunun için özel mülkiyeti toplumun “vazgeçilmez temeli” sayan burjuvazi, insanın kendi özüne bu tür yabancılaşmasını, insanın insan olarak varlığının bu yadsınmasını olumlar. Kapitalizm koşullarında insanın devredilemez sandığı her şey değişime girmiş, alınıp-satılır duruma gelmiştir. “Bu, o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama asla değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan -erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb.- kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu çürümüşlüğün genelleştiği, ya da ekonomi-politik diliyle konuşacak olursak, manevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en gerçek değerinden kıymetlendirilmek için pazara getirildiği dönemdir.” (9)

Kapitalizm, her şeyi pazarlanabilir duruma düşürdüğü için ve pazarlanabilir her şey para denen evrensel değer ölçüsüyle fiyat bulduğu için, para sahibi, çirkinliklerini güzellik, cehaletini bilgelik, zalimliğini erdemlilik haline getirebilmekte, parayla bunları satın alabilmektedir.

Kapitalizm insanı hem kendi özüne yabancılaştırmış, hem de bölüp parçalamıştır. İşçinin kendi etkinliğinden ayrılarak yabancılaşması, başka insanlara yabancılaşmasını doğurur; çünkü insanın kendiyle ilişkileri, ancak başka insanlarla ilişkileri aracıyla mümkün olabilmektedir. İnsanı kendi öz varlığı ile uyumsuzluğa iterek onu “insanlığından yoksun” kılan kapitalizm, insanı diğer insanlarla da çatışma içine sürer. Rekabet, işbölümü ve bencillik sonucu, insanlar yalıtık ve birbirlerine karşıt konuma getirilmişlerdir. Kapitalist işbölümü ve buna bağlı olarak rekabet, insanın gerçek etkinliğini bozmuş, insanı sınırlı bir etkinlik alanına kapatmış, makinenin parçası konumuna getirerek, fizik ve entelektüel yeteneklerini sınırlamış ve adeta bir canlı robot durumuna getirmiştir.

Kapitalizm, modern ve en fazla gelişmiş özel mülkiyet sistemidir. Kapitalist üretim kâr için üretimdir

Sanayi gelişme insan köleliğinin daha ileri boyutlar kazanması, ince yöntemlerle yoğunlaşması demektir. Özel mülkiyet sisteminde insan ilişkileri sömürü ilişkileridir. İlişki, karşısındakini ‘özveri’ye zorlamak, yeni bir bağımlılık ilişkisi içine almak ve ondan daha fazla yararlanma yoluyla iktisadi yıkıma sürüklemek üzere şekillenmiştir. Bu ilişki en açık, en dolaysız biçimde kapitalistle işçi arasında görülür. Kapitalistler, işçiye, “olanaklı olan en azı harcayarak, olanaklı olan en çoğu getirecek üretim aleti” gözüyle bakar. Kapitalist işçiye, kendisine ödediği ücret karşılığında işgücünü ve kişiliğini satma dışında bir olanak tanımaz ve “fazla nüfus” durumunda işçiyi ölüm ve açlıkla baş başa bırakmaktan geri durmaz. Kapitalist, eğer işçiden ona ödemiş olduğu ücret karşılığı, harcamalarından (makine ve işçilik gideri) daha fazla bir kazanç sağlamasaydı, işçiyi çalıştırmasına gerek kalmazdı. Çünkü kapitalist üretimin amacı insan gereksinmelerinin karşılanması değil, kârdır. Sermaye ancak ücretli-emek yaratarak çoğalabildiği gibi, kapitalist de, işçiyi çalıştırırken, üretken metanın değeri üzerinden hammaddelere, üretim araçlarına ve emek-gücüne (işçi) ödediği fiyatın üzerinde bir artıyı elde etmeyi hedefler. Kapitalist bakımından işçinin ölmemesi için zorunlu olan miktar onun “asgari tüketimi” için yeterli miktardır ve işçinin sefil durumu ve açlığı onu ilgilendirmez. Bunun için asgari ücret, işçinin ailesiyle birlikte ölmeden yaşamasına ancak yetecek düzeyde, (“en düşük düzey”de) tutulur.

Kapitalist, emeğin (emek-gücü) fiyatını gerekli geçim araçlarına göre belirler; ancak buna, tıpkı bir makinenin yıpranmasında olduğu gibi, işçinin yerine yenilerinin gelmesini sağlamak amacıyla “üreme giderlerini de ekler. İşçinin varlığının, kapitalist açısından, herhangi bir üretim aracından farkı yoktur ve işçiye davranışı da buna uygundur. Buradan çıkan sonuç şudur ki, işçinin var olma ve soyunu sürdürme için ihtiyaç duyduğu geçim araçlarının fiyatı, emek gücünün üretim maliyetini oluşturur ve kapitalist, bunu ‘asgari ücret’ olarak belirlemektedir. Ücretler, asgari’nin üzerinde tespit edilse bile, pratikte fiyat dalgalanmalarından, işçilerin kendi aralarındaki, işçilerle kapitalistler arasındaki ve kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişki-rekabet koşullarından etkilenirler ve asgariye eşitlenmeye zorlanırlar. “Arz edenlerin kendi aralarındaki rekabet ile talep edenlerin kendi aralarındaki rekabet, alıcılarla satıcılar arasındaki savaşımın zorunlu bir parçasını oluşturur ki, pazarlanabilir değer bu savaşımın sonucudur.” (10)

Kapitalist üretim kâr için üretimdir. Kapitalist, yatırdığından daha fazlasını üretmek yoluyla sermayesini artırır; kapitalist üretimde, işgücü kullanımıyla değer ve artı-değer üretimi gerçekleştirilir ve bu sermayenin genişleyen yeniden üretimini ifade eder. Demek ki değerin kaynağı emektir ve onun ölçü birimi zamandır. Ürünlerin değeri, üretilmeleri için gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Fiyat ise yaratılan bu değerin parasal ifadesidir. Emeğin kendisi bir metadır; ama o herhangi bir meta değil, değer yaratan metadır ve satın alınmasının nedeni, potansiyel olarak içerdiği değerlerinden ötürüdür.

Artı-değerin büyüklüğü sermayenin büyüme hızını belirler. “Ve meta ile değişilen canlı emeğin bu artı miktarı, kârın kaynağını oluşturur. Kâr, daha doğrusu artı-değer, maddileşmiş bir emek miktarının, ona eşdeğer olan bir canlı emek miktarıyla değişiminden değil, karşılığında bir eşdeğer ödenmeden yapılan bu değişimde el konulan canlı emek bölümünden, yani bu sahte değişimde sermayenin el koyduğu ödenmemiş emekten çıkar.” (Nüfus Sorunu ve Malthus, sf. 164)

Meta üretiminin temel güdüsü kârdır ve meta üretimi, kâr üretmenin aracıdır. Demek ki metalar (ya da para) canlı emekle değişildiklerinde, her zaman içerdiklerinden daha fazla bir miktarla, daha fazla emek niceliğiyle değişilmiş olurlar, işçi, ücretini oluşturan para için, gerçekte “parada somutlaşmış emekten daha fazlasını” vermektedir. İşçi, paraya, (ücret olarak para) değerinin üzerinde bir fazla ödeme yapmaktadır. Dolayısıyla işçi, alıcı olarak pazardan herhangi bir mal aldığında, doğal olarak eşdeğerinden daha fazla ödeme yapmaktadır. Çünkü o, ücret olarak aldığı parada emeğinin eşdeğerini değil, daha azını almıştır. Böylece metaları kendi değerlerinden satın aldığı zaman bile işçi, onlara değerlerinin üzerinde ödeme yapmaktadır. Demek ki kapitalist, kârı, ürünü değerinin üzerinde bir fiyata sattığı için değil, üretim sürecinde, işçinin ücretiyle ve bu ücret karşılığında ürettiği “artı-ürün” kısmıyla ilişkili olarak, daha ucuza satın aldığı için sağlayabilmektedir. Eğer kâr, kapitalistin metaını maliyetinin üstünde bir değerle satmasından doğsaydı, karşılıklı alış-veriş içindeki kapitalistler, bir yandan sağladıkları kârı, öte yandan kaybetmek zorunda olduklarından, herhangi bir “zenginleşme” olmayacaktı.

Kapitalizm işçiyi en kötü yaşama mahkûm eder. Kapitalizmin gelişmesiyle burjuva ihtiyaçları en incelmiş biçimiyle artar ve karşılanırken, işçinin tüketimi giderek sınırlanır, öyle ki, işçiye en zorunlu gereksinmeler, ışık, temiz hava, güneş vb. bile fazla görülür. Çünkü işçi kapitalist açısından esas olarak üretim sürecinde üretici güç olarak gereklidir. Her ne kadar, işçiler, gereksinmelerini temin etmek için pazarda tüketici olarak alıcı olurlarsa da onların bu tarz yeniden sömürülmeleri, üretim süreci içinde, artı-değer kaynağı olarak sömürül-melerinin yanında hafif kalır.

İşçi bu bakımdan bir sermaye, ya da metadır ve onun değeri de piyasada arz-talep ilişkilerine göre belirlenir. İşçi, ancak, sermaye biçiminde varsa, ‘kendisi için’ var demektir. Kapitalizmde sermayenin varoluşu, işçinin varoluşudur ve ancak bu durumda kendini üretebilir. “Sanayi eksiksiz emektir; tıpkı fabrika rejiminin sanayinin, yani emeğin gelişmiş özü ve sınaî sermayenin de özel mülkiyetin eksiksiz nesnel biçimi olması gibi.” (11)

Kapitalist, işsiz işçiyi önemsemez, onu, işe en düşük ücretle atılmaya hazır bir yedek güç olarak görür ve öyle değerlendirir. Kapitalist için işçi “çalışma süresi boyunca” ve sadece “işçiler soyunun sönmesini engelleyecek biçimde” yaşatması gereken bir canlı metadan başka bir şey değildir. Bu bakımdan kapitalist için ücret, herhangi bir ü-retken aletin bakımı için yapılan harcamayla “aynı şey”dir. Genel kural olarak kapitalist ancak ücreti, işçi ise, sermayenin çıkarlarını, kapitalistin kârını kısarak kazanabilir.

Kapitalizm, değişim aracı olan parayı “gerçek bir tanrı” durumuna getirmiştir. Paradan -metaların değişim aracı olan meta- ayrılan tüm nesneler değerini yitirirler; çünkü simgeledikleri para kadar bir değerleri vardır. Üretimde insan etkinliğinin sonucu olan her şey paraya mal edilmiştir. Bu aracıdan, yani paradan “ayrılmış insan, insan olarak, o zenginleştiği ölçüde yoksullaşır.”

Marx, burjuva iktisatçılarının, işçiye en küçük bir ek gereksinmeyi bile çok gördüklerini vurgulayarak şunları yazar: “1- O, işçinin gereksinmesini fizik yaşamın en zorunlu ve en yoksul sürdürülmesine ve etkinliğini de en soyut mekanik harekete indirger ve sonuç olarak şöyle der; insanın ne başka gereksinmesi, ne başka etkinliği, ne de başka zevki vardır. Çünkü bu yaşamı bile o, insanal yaşam ve varlık diye gösterir; 2- O, olabilecek en yoksul yaşamı (varoluşu) kural olarak ve üstelik evrensel kural olarak hesaplar, insanların büyük yığını bakımından geçerli olduğu için evrensel; işçinin etkinliğini tüm etkinliğinin arı bir soyutlaması durumuna getirdiği gibi, işçiyi de duyu ve gereksinimden yoksun bir varlık durumuna getirir; bunun sonucu işçinin her lüksü ona kınanacak bir şey ve en soyut gereksinmeyi aşan her şey de -edilgin zevk ya da etkinlik belirtisi olarak da olsa- lüks olarak görünür.” (12)

Sermaye, emeği ve onun ürünlerini “yönetme gücüdür.” Çalışma yeteneğinden başka bir şeye sahip olmayan bir sınıfın varlığı sermayenin “zorunlu önkoşuludur.” Sermaye birikmiş emektir ve birikmiş emek olarak var olan sermayenin yeniden üretimle genişlemesini, yani daha büyük sermayeye dönüşmesini sağlayan şey, bu “birikmiş, maddileşmiş emeğin doğrudan canlı emek üzerindeki” egemenliğidir. Kapitalist, ücret karşılığı işçiden, “emeğini, üretken faaliyetini, işçinin tükettiği şeyi karşılamakla kalmayıp, birikmiş emeğe, bu emeğin içerdiğinden daha büyük bir değer katan yaratıcı gücünü alır.” (13)

Kapitalistin tüm gücünün temelinde sahip olduğu sermaye durmaktadır. Onun yönetme erkinin dayanağı emek ürünleri üzerindeki mülkiyetidir. Bu nedenledir ki, kapitalistin emek ürünleri üzerindeki mülkiyetine son verildiğinde, onun yönetme gücü de son bulur.

Sermaye, işgücü ve hammadde satın alımına bir değer sağlamak üzere yatırılan paradır. Bir metaya harcanmış emek büyüklüğü, yani emek-gücü miktarı (ya da bunun harcandığı emek-zamanı büyüklüğü),

-ortalama toplumsal koşullarda ve verimliliğin çeşitli yöntemlerle artırıldığı durumda- ne kadar büyükse, kapitalistin kârı da o kadar yüksek olacaktır. Kapitalizmde işçinin öz etkinliğinin ereği ihtiyaçların karşılanması değil, -bu olanaksızlaşmıştır-, kendi varlığını koruyup- devam ettirme haline gelmiştir ve bu, insani yabancılaşmanın doruğudur. Çünkü emek, sahibinin tasarrufundan çıkmış, bir başkasının malı haline gelmiş ve onun istediği biçimde kullanılmaktadır. Bu tür bir ilişkide, emek gücü kullanımı, insanal bir etkinlik olmaktan çıkarak, kazanç sağlayan ve baskı doğuran bir etkinliğe dönüşür. İşgücünü satsa çıkardığında işçi, gerçekte köleliğine imzasını atmış durumdadır. İşgücünün kullanımı hakkını başkasının (kapitalistin) emrine vermiştir. İşçiyle-kapitalist arasındaki ‘sözleşme’ satın alınan metanın -burada işgücü- nasıl kullanılacağına (belli bir süre için) kapitalist tarafından karar verilmesinin önsel kabulüdür. Emek-gücü tüm diğer metalar gibi bir metadır; ama gene de özgün bir metadır, çünkü o, değer yaratan bir güçtür. Uygun koşullarda kullanıldığında, kendinde mevcut olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağıdır. Daha fazla değer yaratma gücünü işçiye veren şey ise, yeni teknik buluşlarla işçinin işgücü verimliliğinin artırılması ve “gerekli emek zamanı”nın daha fazla azalmasıdır. İşçinin “artı-emek zamanı” ne denli uzarsa -ki makine bunu sağlar-, sömürü ve kapitalist kâr o kadar artar. “Üretimin bugünkü durumunda, insanın emek-gücü bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin mal olduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni teknik buluşla günlük üretiminin günlük maliyetini aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da, işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm iktisadi yapısı budur; bütün değerleri yaratan yalnız bu çalışan sınıftır. Çünkü değer sözü, emek sözünün bir öteki ifadesinden başka bir şey değildir. Ve bugünkü kapitalist toplumumuzda belirli bir metanın içerdiği toplumsal bakımdan gerekli emek miktarını ifade eden bir deyimdir.” (14)

Kapitalizmde işçi ve işgücü (ya da emek gücü) bir meta durumuna gelir ve işçinin sefaleti, onun ürettiğinin tersine bir oranla artmasını sağlamaktadır. Kapitalist üretim biçimi altında işçi gerçekte kendi köleliğini, yitmişliğini ve sefaletini üretmektedir, işçi, zenginlikler yarattığı ölçüde yoksullaşır. Marx, işçinin, üretiminin artması ölçüsünde yoksullaşmasını şöyle ifade ediyor: “Ne kadar çok emtia üretirse, kendisi de o kadar ucuz bir meta durumuna gelir. İnsan dünyası değerden düştüğü ölçüde nesneler dünyası değer kazanır… İşçi kendini emeğinde ne kadar harcar, yarattığı ve karşısında dikilen yabancı dünya ne kadar erkli duruma gelirse, kendisi o kadar yoksullaşır… İşçi kendi yaşamını kendi yarattığı ve bundan böyle bu yarattıklarına ilişkin, bulunan nesneler içinde yitirdiğinden, etkinliği arttığı ölçüde kendi tözünü yitirir. İşçinin kendi yarattığı nesne içindeki bu yabancılaşması kendini iktisadi düzeyde, ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketebilmesi, zenginlik yarattığı ölçüde değerden düşüp alçalması, yarattığı nesne daha iyi bir uygarlık belirtisi taşıdığı ölçüde insanlıktan uzaklaşması, emeğin gücü arttığı ölçüde kendi güçsüzlüğünün büyümesi…” (15)

a-Ücret-kâr ilişkisi

Emek gücünü satma zorunluluğu, onun bir meta durumuna gelmesine yol açmıştır ve metalar ile aynı “varoluş koşullarına bağlıdır. İşgücünün bir meta durumuna gelmesi demek, onun tüm diğer metalar gibi değer yasalarına tabi olması demektir. Emek-gücünün üretim maliyeti, onun fiyatını, yani ücreti oluşturur ve bu “işçiyi işçi olarak muhafaza etmek ve işçiyi işçi durumuna getirmek için gerekli olan giderlerdir.” Ücret, kapitalistin, belirli bir iş zamanı karşılığı, bir işin yapılması karşılığında ödediği paradır ve emeğin doğal fiyatı asgari ücrettir. Asgari ücretin maddi olarak ifade ettiği şey, bir işçinin yaşamı ve soyunu devam ettirmesi için gereksinim duyduğu nesnelerin üretilmesi için gerekli emek-zamanıdır. Çünkü bir metanın değeri, o metanın üretimi için gerekli emek-zamanı ile ölçülür ve ürün ancak, canlı emeğin, yani işçinin emek-gücünün, birikmiş emek tarafından kullanılmasıyla üretilebilir.

Kapitalist, emek-gücünün kullanım hakkını belli bir süre için satın almıştır ve emek gücünü tasarruf hakkı ona aittir. İşçi gerçekte, ücret karşılığı, yani gerekli geçim araçlarını sağlamak için ihtiyaç duyduğu parayı edinmek üzere, kapitaliste’, kendi yaşamsal faaliyetini satmıştır ve bunun karşılığında ürettiği değerden küçük bir bölümünü ücret olarak almaktadır. İşçi, emeğinin metaını, yani aldığı ücreti, geçim araçlarıyla değişmeye başladığı zaman, bu araçları elinde tutanlarca bir kez daha sömürülür. Bir metanın değerinin içerdiği toplam emek miktarınca belirlenmesi nedeniyle, o metanın değeri üzerinden satılması durumunda, kapitalist, onda içerilmiş olan emek miktarını; bir kısmının değerini ücret olarak ödemiş, ancak diğer kısmına hiçbir şey ödememiş olarak değerlendirmiş olur. Bu durumda kapitalist, metayı değeri üzerinden sattığında da zorunlu olarak kâr sağlamaktadır. Bunun için kârın kaynağı dolaşım sürecinde değil, ama doğrudan doğruya üretim sürecindedir ve normal ve ortalama kâr, metalar değerlerinin üzerinde bir fiyata satıldıkları için değil, aksine değerlerine satıldıkları için elde edilir.

Burjuva iktisatçıları tarafından ileri sürülen “ücretlerin fiyatları düzenlediği” iddiası bir safsatadır. Bu iddiaya göre kapitalistin kârı, ücretlere eklenen keyfi bir orandan ibarettir ve ekonomi yasalarından çok kapitalistin iradesi ve vicdanı ile ilgilidir. Bu görüş tarzı, gerçekte artı-değer sömürüsünü gizleme amacından doğmuştur. Çünkü kapitalist kâr, doğrudan doğruya üretim sürecinde, işçinin ürettiği değerin bir bölümüne (artı-değer) kapitalist tarafından, karşılığında hiçbir şey ödenmeden el konmasıyla elde edilmektedir. Marx, “artı-değere, yani metaların toplam değerlerinin içinde artı-emeğin, yani işçinin ödenmemiş emeğinin cisimlenmiş bulunduğu bölüme kâr adını veriyorum.” diyordu. (16)

Ücretlerdeki artış malların fiyatlarında az ya da çok genel bir artış getirmemektedir. Ücretlerin fiyatları düzenlemesi iddiası aynı zamanda, ücret artışı talebine karşı bir ön tutumu ifade eder. Fiyatların yükselmemesi için, işçilere ücret artışı talebinde bulunmamaları söylenir. Oysa ücretlerin yükselmesi ya da düşmesi, bütünüyle işçi ile kapitalist arasında, işçinin ürettiği değer üzerinde sürdürülen ‘paylaşım kavgası’na bağlıdır. Ücretlerin fiyatlara etkisi ise geçicidir. İşçi, gelirinin genel olarak tümünü geçim araçlarına harcar. Ücretlerde genel bir yükseliş, geçim araçları talebinde yükselişe, bu ise, geçim araçlarının piyasa fiyatlarının yükselmesine yol açar. Ancak bu ilişki kaçınılmaz olarak ücretlerin yeniden düşmesini, “dengelenmesi”ni sağlar ve bu böyle devam eder. Ücretlerin artışı kâr oranlarının düşmesini ifade ettiği için, ücret artışına karşı tüm kapitalistler ortak tavır alırlar. Ücret artışı nedeniyle, “toplam talep artmayacak, bu talebi oluşturan öğeler değişecektir… Böylece toplam talep değişmez kaldığından, metaların piyasa fiyatlarında hiçbir değişiklik meydana gelemeyecektir.” (17)

Ücretlerin düşmesi ya da yükselmesi bir başka şeye; emek-gücü arzı ve talebi arasındaki ilişkiye de bağlıdır. Eğer emek gücü talebi fazla ve işçi sayısı az ise, kapitalistler arası rekabet nedeniyle ücretlerde bir yükselme görülür. Çünkü kapitalistler, işçi bulmak için daha fazla vermek zorunda kalmaktadırlar. Tersi durumda ise, yani işgücü arzı talebi aşıyorsa, ücretler düştüğü gibi, işsizlik artar. Bütünüyle ele alındığında, genel ücret hareketleri, yedek sanayi ordusundaki genişleme ve daralmayla düzenlenir. Ücret hareketleri, işçi nüfusunun genel -mutlak- sayısındaki değişmelerle, işçilerin sayısal çokluğuyla değil, faal ve yedek işçi nüfusundaki oynamalarla, nispi fazla nüfus oranındaki değişmeyle, bazen artan bazen azalan yedek işgücündeki değişmeyle bağlıdırlar. Yedek sanayi ordusu, duraklama ve ortalama refah dönemlerinde çalışan işçileri baskı altında tutarken, aşırı üretim ve coşkunluk dönemlerinde de çalışanların isteklerini dizginler. “İşte bu nedenle, nispi fazla nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispi fazla nüfus, bu yasanın geçerlilik alanını sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içinde tutar.” (18)

Ücret, fiyat ve kâr ilişkilerinde, diğer önemli bir nokta, kapitalistler arası rekabetin, kârın çeşitli sanayi dalları arasında eşitleyici ve ortalama bir düzeye çekici bir rol oynamasıdır. Ancak rekabet, genel kâr oranını belirleyemez. Kârlardaki ve ücretlerdeki düşme ve yükselmeler, çoğu kez ürünün fiyatını etkilemeksizin, kapitalist ile işçinin, bir günlük ürün üzerindeki ‘pay’larının gösterdiği değişimi ifade ederler. Eğer tüm sanayilerde sabit sermayeye, ya da kullanılan üretim araçlarına oranla aynı sayıda işçi çalıştırılırsa, ücretlerdeki yükselme kârlarda düşmeye yol açabilir; ancak meta fiyatları bundan etkilenmez. Ne var ki her sanayide aynı sayıda işçinin çalıştırılması mümkün olmaz ve bu nedenle büyük sermaye kitlesini ellerinde tuttukları halde az sayıda işçi çalıştıran sanayi dalları mal fiyatlarını düşürerek piyasayla oynayabilirler. Mal fiyatları düşürülmediğinde ise kârlar “olağan kâr oranının” üzerine çıkar. Ücretlerdeki yükselme daha fazla makine kullanan sanayileri daha az etkiler. Ancak kapitalist rekabet kâr oranlarını düzenleyici bir rol oynadığı için ücretlerdeki genel bir artış, fiyatlardaki yükselmeye değil, makine üretimi mal fiyatlarında bir düşmeye bile yol açabilir. İşçi ve kapitalistin ilişkilerinde, karşılıklı olarak birbirlerini “bırakma”, birbirini dışlama vardır. Ancak işçi, yaşamının tek kaynağı olan emek-gücünü satmak ve bu yolla gerekli geçim araçlarını sağlamak için, “kendi varlığını reddetmeksizin”, kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu bireysel kapitaliste değil, kapitalist sınıfın tümüne aittir ve yaşamak için “kendini satmak”, bunun için de “alıcısını bulmak” zorundadır. Kapitalistler ise bu durumdan fazlasıyla yararlanırlar. Çünkü bu durum, işçiler arasında bir rekabetin yaşanmasına yol açar ve işgücü değerinin düşmesini olanaklı kılar.

b- “Fazla nüfus” üzerine burjuva propaganda, üretim-tüketim ilişkisi ve işsizlik

“İşçi için en uygun koşul sermayenin büyümesidir… Sermaye durağan kalacak olursa, sanayi de yalnız durağanlaşmakla kalmaz, ama zayıflar ve bu durumda ilk kurban işçi olacaktır. Gidip kapitalistin önünde duvarın dibine dizilecektir. Ve sermayenin büyümesini sürdürmesi halinde, işçi için en iyisi olduğunu söylediğimiz bu durumda, onun kaderi ne olacaktır? Gene aynı biçimde, gidip duvarın dibine dizilecektir. Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ye daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır. İş bölümünün bir işçiyi, üç işçinin işini yapabilecek duruma getirmesiyle,  bu rekabet daha da şiddetlenir. Aynı sonucu makine çok daha geniş boyutlarda yaratır. Sanayi kapitalistlerini durmadan çoğalan araçlarla çalışmaya zorlayan üretici güçlerdeki büyüme, küçük sanayileri yıkar ve onları proletarya saflarına atar.” (19)

İşçi, işçi olarak kaldıkça sermayenin üretken faaliyetinin devamı bir zorunluluktur. Ağır sömürü koşulları altında çalışma yoluyla yaşamını sürdüren işçinin durumu, sokağa atılmış, açlığa mahkûm işsizden daha iyidir. İşbölümünün gelişmesi ve makinenin kullanımı bir işçinin daha fazla kişinin işini yapmasını sağlayarak “fazla nüfus”u ortaya çıkarmaktadır. Sanayi gelişme bir yandan yeni güçleri proletaryanın saflarına katarken, diğer yandan işsizliğe yol açmaktadır ve bu kapitalizmin önemli bir çelişkisidir.

Kapitalizm koşullarında kalındıkça, işçi için üretici sermayenin gelişmesi, iş bulma ve yaşamını sürdürmesi için bir gelir sağlamasının olanaklarının var olması demektir. Sermayenin -ki üretime yatırılmadıkça genişlemesi mümkün değildir- para sermaye olarak üretimden çekilmesi ve üretim dışı alanlara yoğunlaşması, kapitalizmin çürümesini hızlandırdığı gibi, işçinin iş bulma olanaklarını da sınırlar ve işçi sınıfı arasındaki rekabeti körükler. Rantiyeciliğin dev boyutlar aldığı günümüzde, aynı zamanda işsizliğin ve yoksullaşmanın artması bunun göstergesidir.

Diğer yandan kapitalist üretimde talep bilinmeyen bir özellik taşır. Kapitalizmin uluslararası özelliği, üretimin bilinmeyen bir pazar için üretim özelliğini daha da artırmıştır. Üretken sermaye ne denli artarsa, üretimin tüketimin önüne geçmesi ve gereksinmeleri bilinmeyen bir pazar için üretimin hızla devam etmesi, meta arzının talebi zorlaması da o kadar artar. Bunun sonucu ise kapitalist bunalımların daha fazla sıklıkla ortaya çıkması ve daha da şiddetlenmesidir. Bunalımlar bir yandan yeni kesimlerin iflasına yol açarak onları proletaryanın saflarına iterken, diğer yandan kapitalistlerin birbirleriyle çatışmasını işçiler yararına keskinleştirir. Ama üretken sermayenin bu artışı ve giderek bunalımlara yol açacak bir düzeyde aşırı üretime yol açması aynı zamanda işçiler arasındaki rekabetin artmasını da birlikte getirir.

Rekabet, meta üretiminin değer yasasını da harekete getirir ve hangi ürünlerin daha fazla ve hangilerinin daha az üretilmesi gerektiği konusunda yaklaşık bir düşüncenin oluşmasına yol açar. Üreticilerin, toplumun hangi metalara ve ne oranda ihtiyaç duyduğunu görmelerini sağlayan şey, ürünlerin değerlerinin altında ya da üstünde bir fiyatla satılmasıdır.

Burjuvazi “fazla nüfus”u ve nüfus üzerinde kontrolü, “geçim araçlarının yetersizliği”yle gerekçelendirmeye çalışır. Oysa gerçek durum farklıdır. Eğer kapitalist üretim, bir azınlık yararına kâr için üretim değil de, yığınların ihtiyaçlarının karşılanması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yapılan bir üretim olsaydı, üretim ve tüketim arasında herhangi bir çelişki, bunalımlar ve ‘fazla nüfus’ sorunu olmazdı. Emekçilerin alım gücünün sınırlılığı, dolayısıyla da yoksulluk kapitalist üretimin kaçınılmaz ürünüdür. Bu sınırlılığın aşılması, işgücünün karşılığının ödenmesini, yani artı-emek sömürüsünün kaldırılmasını gerektirir. Ama o zaman da kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.

Kapitalizmin bunalımında yetersiz tüketimin etkisinin olduğu kuşkusuzdur, ancak bunalımın esas nedeni ve bu yetersiz tüketimi de temelleyen şey, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Açlığın nedeni dünya nüfusunun “hesapsız artışı” ve buna karşın “yiyecek maddelerinin sınırlılığı” değildir. Burjuvazi ve modern Malthusçuluk, kalabalık nüfuslu ülkeleri “felaket merkezleri” olarak tanıtmaktadır. Bu teori “nüfus kontrolü zorunluluğu” iddialarını fazla nüfusun savaşlarla “dengelenmesi” gerektiği sonucuna vardırmaktadır. Oysa olgular kapitalist bunalımın nedeninin değişim ya da tüketim alanında değil, ama üretim alanında olduğunu göstermektedir. Üretimin arz-talep ve tüketim ilişkisi içinde gelişimi zorunlu olarak öyle bir aşamaya erişir ki, üretici güçler belirli bir fazlalık göstermeye başlar, büyük emekçi yığınlarının geçimini sağlama olanağı kalmaz ve “insanlar tam bolluk içinde açlıktan ölürler”.

Sorun, bolluk içinde yokluktan kaynaklanmaktadır. Temel neden üretimin sınırlılığı, ya da geçim araçlarının yetmemesi değil, bu araçların toplumun azınlık bir kesimi tarafından mülk edinilmiş olmasıdır.

Kapitalizmde, işçilerin bir bölümü, emek verimliliğinin çeşitli yöntemlerle artırılmasıyla daha fazla çalıştırılırken, diğer bölümü açlığın kollarına itilmektedir. Bugün dünyanın birçok bölgesinde toprakların önemli bir bölümü tarım dışı tutulmakta, bilim ancak tekelci kapitalistlerin çıkarlarıyla uyumlu olduğu denli doğayla mücadeleye uygulanmakta, zenginlik ile yoksulluk (buna gerekçe edinilen ‘fazla nüfus’) çelişkisinin üstü örtülmektedir. “Fazla”yı oluşturanlar, kuşku yok yoksullar, işçi ve emekçilerdir. Onlara hemen her gün “daha az üremeleri” söylenmektedir. Eğer kapitalistler, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanarak ürünlere el koymasalardı, eğer toprak ağaları ya da kapitalist çiftlik sahipleri toprakları, geniş emekçi köylü nüfus aleyhine mülk edinmemiş olsalardı, geçim sıkıntısı, işsiz kitle, ya da “fazla nüfus” olmazdı.

Kapitalist üretim sisteminde her işçi gerçekte kendi gereksinmesinden fazlasını üretmekte ve bu fazlaya kapitalistler tarafından el konulmaktadır. O halde işçinin gereksinmelerini “karşılayamaması” diye bir şeyin olmaması gerekir. Ne ki olgu bunun tersidir. Üreten tüketememektedir. Bir üretim fazlası vardır. Burjuvazi, “marketlerin dolu” ve “istenen her şeyin var olduğu”yla övünür. Bu bir “gerçeğin” itirafı olabilir ama toplumun, bolluk içinde açlığa mahkûm edildiği gerçeğini değiştiremez.

Kapitalizm yalnızca insanın yaşam gereksinmelerini değil, dolaysız biçimde insanın kendisini de metalaştırırken, insanın kendini insan olarak üreme yoluyla sürdürmesini de rekabete, özel mülkiyetin vahşi yasalarına bağlamaktadır. Milyonlarca insanın doğrudan savaşlar aracıyla kırılması bir yana; “fazla nüfusu eritme” amaçlı uygulamalarla da cinayetler sürdürülmektedir. (Evsizler, bodrumlarda, mahzenlerde yaşayanlar, sokak çocuklar vb.nin durumu. –Örneğin dünyada 800 ile 1200 milyon insan yoksulluk sınırında yaşamakta ve ‘kara kıta’da toplu ölümler meydana gelmekte iken, askeri harcamalara milyarlarca dolar harcanabilmektedir.-)

Yaşama hakkının tehdit altına alındığı ilk yer dolaysız özel mülkiyet koşullarıdır. Yoksulluk ve zenginliği değiştirilemez “alın yazısı” olarak gösteren kapitalistler, yoksulluğun oluşturduğu potansiyel tehlikenin bilincinde olarak, yoksulluğu “fazla üreyen” yoksulların suçu saymaktadırlar.

Engels’in dediği gibi, kapitalistler, işçilere ve (yoksullara) “size var olma hakkı tanıyoruz, ama yalnızca bütün öteki ‘fazlalık’ haline gelmek isteyenlere ‘dehşet verici bir uyarı’ olmanız için” demektedirler.

Kapitalizmde işçi, belirli bir kişinin kölesi değil, tüm mülk sahibi sınıfın kulesidir, kendi kendini -işgücü olarak- satmaya zorlanır. Bir yandan günde, gücünün daha üstünde çalışırken, diğer yandan diğer işçilerin yapacağını da yaparak, ona karşı rekabete sokulur ve onu gereksiz hale getirir. Kapitalist gelişme süreci ilerledikçe ve sermaye daha az sayıda kapitalistin elinde toplandıkça, işçi bulma sıkıntısı sona erer ve işçi sayısındaki artış, işçiler arası rekabete yol açar. Bu durum ücretlerin düşmesi ve kapitalist köleliğin pekişmesini sağlar. Rekabet, işçinin emek-gücü değerinin düşmesine yol açar, daha ucuza ve fakat daha fazla enerjiyle çalışmasını olanaklı hale getirir ve tüm diğer metalar gibi, bir meta olan canlı emeğin fiyatının düşmesine sebep olur. İşçi, herhangi diğer bir meta gibi satılır, değeri işgücü pazarı uyarınca yükselir, ya da düşer. İşçi arzı yükseldiğinde, sokağa atılan “fazlalık” haline gelir.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında makinenin daha geniş ve etkili kullanımı, istihdam edilen işçi sayısını azaltmakta, fazla nüfus yaratmaktadır. Ne ki bu “fazla” doğrudan kapitalist üretimin ürünüdür ve ancak istihdam araçları bakımından geçerlidir. Kapitalizmde “aç karınların sayısı” üretimin sınırlarını belirlemez, aksine, metaları satın alabilecek tüketicinin kesesinin durumu, üretiminin sınırları hakkında bir fikir verir. “Parasız karınlar, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.” (20)

“Ama aslında” diyor Marx, Kapital’de, “bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir işçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir. ” “Fazla işçi nüfusu, birikimin, ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda da değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (21)

Kapitalizm; durgunluk, gelişme, ortalama canlılık dönemleri vb. biçimlerde birbirlerini izleyen bir yol üzerinde varlığını sürdürürken, yedek sanayi ordusunun ortaya çıkmasına, bunun az ya da çok emilmesine ve tekrar ortaya çıkmasına yol açar. Kapitalizm işçileri de rekabete sürükler ve işçiler arasındaki rekabet, bunalım dönenlerinde daha da büyür. Büyük sanayinin işçileri fabrika ve kentlerde biriktirmesiyle birlikte rekabet kızışır. İşbölümünün gelişmesi, bir işçinin birkaç işçinin yerini alması, makine kullanımıyla daha az işçiyle, daha fazla sayıdaki işçinin ürettiği kadar üretmesini sağlar. Kapitalizm, “fazla üretim anları için” işsizlerden kurulu bir yedek sanayi ordusuna sürekli ihtiyaç duyar ve bu orduyu yedekte tutar. Burjuvazi, işgücünü mümkün olduğunca ucuza sağlamaya çalışır (artı-değer, ödenmemiş emekten başka bir şey değildir), ve yedek ordunun fazlalığı, yani işgücü arzının fazlalığı bunu olanaklı kılar.

Sermaye bir yandan emek gücü talebini artırırken, diğer yandan işçileri üretim dışına iterek, işçi arzını artırmakta ve bu yoldan işsizlerin yarattığı baskıyı kullanarak, çalışanların daha fazla emek-gücü harcamalarını sağlamaktadır.

Diğer yandan sermaye-emek ilişkilerinde genç işçi tercih ‘nesnesi’dir. İşsizler kenarda beklerken, kapitalistler yaşlı işçileri kapı dışarı ederek, sosyal haklardan bir miktar kurtulma olanağını yakalar ve daha ucuz yoldan işgücü ihtiyacını karşılar.

Toplumsal emeğin üretkenliğindeki ilerleme, üretim araçlarının insan gücü üzerindeki etkisini artırdığı gibi, onların daha az sayıda insanla kullanımını da olanaklı kılmaktadır. Emek üretkenliğinin yüksekliği, daha az işçinin çalışması da demektir; işsizliğin artması ve bununla bağlı olarak “istihdam edilme”, iş bulma talebinin artması demektir. Kapitalizmde emeğin üretkenliği ne kadar yüksekse, işçinin istihdam araçları üzerindeki baskısı o kadar artar ve “varoluş koşulları”, yani sermayenin genişlemesini sağlamak üzere kendi tükenişi, işgücünü satma olanakları o denli düzensiz ve güvenilmez bir hal alır. Sermaye, birikim düzeyine uygun bir sefalet birikimi yaratır. Bir yanda sermaye birikimi, diğer yanda sermaye birikimini, öyleyse sefaletin birikimini sağlamak üzere işgücünü harcayan işçinin tarafında ise, “yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, akli yozlaşmanın birikimi” aynı anda olur. Üretici sermayenin gelişmesi, işbölümünün, herkesin her iş dalında çalışmasını sağlayacak tarzda “basitleşmesi” işçiler arasındaki rekabeti artırır. Kapitalist üretim sisteminde, ucuz işgücüne olan talep süreklidir ve burjuvazi rahatça ‘at oynatmak’ için yedek işgücüne her zaman ihtiyaç duyar.

c- Kapitalist rekabet ve Kapitalist bunalımın kaçınılmazlığı

Kâr için ve değişim değeri üretimi olan kapitalist üretimin bir özelliği de sermaye ve üretimin uluslararasılaşmasıyla birlikte, artan aşırı üretim sonucu bunalıma sürüklenmesinin kaçınılmaz olmasıdır. Kapitalizmde metaların bolluğu ve yoksulluk bir arada; yan yana durur.

Kapitalist üretimin bilinmeyen bir pazar için üretim özelliği taşıması ve üretimin bolluğuyla tüketim sınırlılığı -emekçiler satın alamaz duruma düşürülmüşlerdir- arasındaki çelişki bunalımın başlıca nedenidir. Bu durum bir yandan kapitalistler arası pazar kavgalarını körüklerken, diğer yandan geniş proleter kitleleri anti-kapitalist mücadeleye sürükler.

‘Aşırı üretim bunalımı’ sonucu kapitalistler ve ‘küçük iş sahipleri’ arasında iflaslar daha yoğun görülür. İktisadi yıkıma uğrayanların bir bölümü proletaryanın saflarına katılır. Ama bu gibi durumlarda, fatura esas olarak işçi sınıfına ve emekçilere kesilir; işten atmalar yoğunluk kazanır, fiyatlar artar vb. Zanaatçının sanayici tarafından ezilmesi ve ortadan kaldırılmasında olduğu gibi; küçük toprak sahibi de, makine ve tarım işçisi kullanan, çiftlik kiracısı çalıştıran büyük toprak sahibi tarafından yıkıma uğratılır ve topraklar büyüklerin ellerinde toplanırken, küçükler iflasa sürüklenir. Başlangıçta feodal toprağın bölünmesi gibi görünen gelişme, ardından tersine döner ve toprak tekelinin oluşmasına yönelir. Bunalım kapitalist rekabeti daha da acımasız kılar. Kapitalistler, küçük toprak sahiplerinin bir kısım toprağını ele geçirerek, hammadde temin imkânlarını genişlettikleri gibi, iflasa sürüklenen nüfus nedeniyle ucuz işgücü bulma olanaklarını da artırırlar. Küçük mülk sahibinin (küçük toprak sahibi ve küçük kapitalist) iflasa sürüklenerek proletaryanın saflarına itilmesi sınıf savaşının, kapitalistler aleyhine keskinleşmesini sağlayan bir etkendir aynı zamanda.

Kapitalistler arası rekabet ve sermayenin giderek daha az sayıda elde toplanması tekel fiyatlarının dayatılmasını olanaklı kılar, tekel kârının ‘azami kâr’ olarak gerçekleşmesini sağlar ve ücretlerin düşürülmesine yol açar.

‘Rekabet’ ve ‘tekel’ kavramları hem bir çelişkiyi, hem de bir bağdaşmayı ifade ederler. Rekabet ve tekel birbirlerine karşıt yönlerine karşın, birlikte var olurlar. Rekabet tekeli yaratır ve tersine tekel rekabeti keskinleştirir. Sermaye birikiminin daha az sayıda tekelin elinde merkezileşmesi, küçük kapitalistlerin iflasına yol açar. Küçük kapitalist, ya elindeki sermayeyi yiyerek ya da rekabette tüketerek ‘kapitalist olmaktan çıkma’ tehlikesiyle birlikte yaşar. Tekelci kapitalizm koşullarında rekabet daha acımasızdır. Makinenin ve teknik buluşların tekeller yararına üretimde daha ağırlıkla kullanımı, küçüklerin iflasını hızlandırıcı bir etkendir de. Piyasa, tekellerin kontrolü altındadır. Büyük kapitalistler, büyük miktarda hammaddeyi daha ucuza kapatma ve işledikten sonra daha ucuza satma olanağına sahiptirler. Ayrıca devlet kredileri ve fonlar, büyük kapitalistler tarafından düşük faizle tekellerin ve büyük kapitalistlerin hizmetine verilir, bu kredi ve fonlar yüksek faizli kağıtların alımında kullanılarak, büyük rant gelirlerinin elde edilmesi sağlanır.

Üretici güçlerin büyümesi ve dünya pazarının oluşması rekabetin ve ona bağlı olarak bunalımların şiddetlenmesine götürür.

Kapitalist, üretici emeğin ürün değerinin artması için, işçinin üretici yeteneğini çeşitli yollarla -örneğin süre uzatımı, teknik buluşların uygulanması yoluyla çalışma zamanının daha verimli kılınması gibi- artırmaya çalışır. Çünkü daha fazla sömürüyü gerçekleştirmek, aynı zamanda kapitalist pazarda rakipleri geride bırakmayı da gerektirir. “Batmadan daha ucuza satabilmek için, daha ucuza üretmek, yani emeğin üretken gücünü mümkün olduğu kadar artırmak gerekir. Ama emeğin üretken gücü, özellikle daha büyük bir işbölümü ile makinelerin daha genel bir biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar. İşin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne denli büyük olursa, makineleşmenin alanı ne denli genişlerse, üretim maliyeti o ölçüde buna orantılı olarak düşer, emek o oranda verimli olur. Bu yüzden kapitalistler arasında, işbölümü ve makineleri artırmak ve her ikisinden de en büyük ölçüde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar.” (22)

Üretim araçları büyüklük ve etki güçleri bakımından artarlarken, daha az işçi çalıştırma araçları haline de gelirler. Emeğin üretkenliğindeki artış sermayenin iş arzının, işçi talebinden daha büyük bir hızla yükselmesine neden olur. “Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı-çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmasıyla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkûm etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda da, yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır.” (23)

 

III

YABANCILAŞMAYA DEVRİMLE SON VERME VE TOPLUMSAL KURTULUŞ

Yabancılaşma doğrudan doğruya insan etkinliğiyle ilişkilidir, zaman içinde bir başlangıcı, öyleyse bir de sonu vardır. Kapitalist ekonomi, özel mülkiyet sisteminin en gelişmiş biçimlere yükseldiği, çelişkilerin çözümlerini dayatacak en sert biçimlerde patlak verdiği bir ekonomi aşamasıdır. Kapitalizm, “tarihsel evrimin bir uğrağı” olmasına karşın, burjuvazi, onu, “başı-sonu olmayan bir gerçeklik” diye yutturmaya çalışır ve tarihin inkârına koyulur. Oysa bütün toplumsal kategoriler, insanın üretici etkinliğinin ürünü olarak ortaya çıkarlar ve geçicidirler. Kapitalizm de kendi aşılma koşullarını kendisi yaratır, insan etkinliğinin ürünü olarak ortaya çıkan özel mülkiyetin, tarih akışı içinde, insan etkinliğinin ayak-bağına dönüşmesi, zorunlu yadsınmasını, yani ortadan kaldırılışını da birlikte getirir.

Toplumların dönüşümü ve tarihsel gelişme üzerinde üretimin gelişmesinin düzeyi belirleyici rol oynar. İşbölümü ve makineyle birlikte üretici güçler büyük bir gelişme gösterir. Bu gelişme, üretim ilişkileriyle çatışmayı kaçınılmaz kılar ve yeni bir devrim kapıya dayanır. Açıktır ki, kapitalist ve işçi, karşılıklı olarak, “ancak birbirlerinin çıkarlarını sınırlayarak” kazanabilirler. O halde işçi sınıfı, kapitalistlerden dilenerek değil, kendi gücünü dayatarak ancak ekonomik ve politik taleplerini elde edebilir. Kapitalizmde işçi ne denli ‘özgür’ üretirse üretsin, gerçekte kendi köleliğini, ürünü karşısındaki zayıflığını, onun erkliğine boyun eğmişliğini, kendine, doğaya ve diğer insanlara yabancılaşmayı üretmektedir ve bu durum üstelik onun köleliğinin “özgürlük” görüntüsüne bürünmesine yol açmaktadır. Öyleyse bu “özgürlük” görüntüsü tüm sahteliğinden kurtarılmalı, köleliğe son verilmelidir. İnsanın, kendini insan olarak olumlaması için, “bilinçli, özgür ve evrensel bir etkinlikte” bulunması, yani yaratıcı güçlerini “kendi emek ürünleri içinde yitirmemesi” gerekir. Bu ise ancak, ürünün onu esir alan bir nesne durumundan çıkarak, onun hizmetine girmesini sağlayan bir ilişki içinde üretilmesiyle mümkündür. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu ise ancak sınıfların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun içindir ki Marksizm sınıf mücadelesini proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesiyle sınırlamayarak, diyalektik gerekirliliğe uygun biçimde sınıfların ortadan kaldırılmasına genişleyen bir içerikte ele alır. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ve onunla birlikte toplumsal kurtuluş ancak işçi sınıfını sınıf olarak üreten koşulların ortadan kalkmasıyla mümkündür. Proletarya kurtuluşunu, ancak kendini proletarya olarak ortadan kaldırarak, yani ücretli köle olarak kendini var eden ve sürdüren koşulları tasfiye ederek sağlayabilir. Proletarya burjuvaziyi, özel mülkiyet sistemini kaldırarak, kendi var oluş nedenlerini ortadan kaldırır ve insanal kurtuluşu gerçekleştirir. “… proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını uygular; tıpkı ücretli emeğin başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya utkuyu kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlu yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz; çünkü o bu utkuyu ancak hem kendi kendini, hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse onu içeren karşıtı özel mülkiyet kadar proletarya da ortadan kalkacaktır.” (24)

Ekonomik yabancılaşma ortadan kaldırıldığında, insanın özgür gelişiminin yolu da açılmış olur. Çünkü bu, zihinsel-kültürel gelişmenin önündeki engelleri de ortadan kaldıracak, insanın kendini çok yönlü geliştirmesinin yolunu açacaktır. Toplumun üretici güçlerinin devsel gelişmesi ve herkesin ihtiyaçlarının karşılanması, bolluğun yaygınlaşması ve zorunlu ihtiyaçların üretimi için gerekli sürenin kısalmasıyla, insani gelişme olanakları da genişleyecektir. İnsanın, gerçek kişiliğiyle, sınırlanmaksızın serpilip-gelişeceği koşulları ancak, özel mülkiyetin olmadığı, insanal kendine yabancılaşmanın maddi temelinin tasfiye edildiği komünizm sağlayabilir. Komünizm, kapitalizmin çelişkileri tarafından zorunlu kılınmasına karşın, kendiliğinden ve otomatikman gerçekleşmez. Aksine, proletaryanın devrimci eylemini gereksinir. “Özel mülkiyet kavramını düşünce aracıyla kaldırmak için, komünizm kavramı yeter; buna karşılık, özel mülkiyetin edimsel kaldırılışı gerçek bir komünist eylem gerektirir. Bu eylem tarihin yapıtı olacaktır. ” (Marx)

Kapitalizm sanayide ve doğa bilimlerinde gelişme sağlarken, insanın kökleştirilmesi yoluyla insanlığın kurtuluşunu da kaçınılmaz hale getirir. Gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bulgu ve buluşların kullanılmasıyla, insan emeğinin üretkenliği artar ve en sonu, kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak çelişki giderek keskinleşir. Bir yanda alıcıların alamayacağı bir ürün fazlalığı ve kapitalist zenginlik, öte yanda ise, bu fazla ürünü kendilerine mal edemez duruma sokulmuş geniş yığınlar durur. Bu çelişki kapitalizmi yok oluşa götürür.

Proletarya yabancılaşmaya son vermek, kendini ve kendisiyle birlikte toplumu kurtarmak için özel mülkiyet rejimine son vermelidir. Özel mülkiyet hangi biçim altında olursa olsun korunduğu zaman, emek-gücü ürününün insan üzerinde bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanılmasını engellemek mümkün değildir. Özel mülkiyette “eşitlik” gibi safsataların ekonomi-politikte yeri yoktur. Bu bakımdan, bir küçük burjuva ütopyası olan kaba komünizmin “eşitleyici” anlayışı insanlığı ilkel ve çileci bir yaşama geri döndürmeden başka bir anlam taşımaz ve insanın yetenek ve kültür kazanımının sınırlanması ve öldürülmesinden başka bir şeye yaramaz.

Komünizm, yabancılaşmanın son bulmasını sağlar ve insanın evrensel doğasının gelişmesini onun üretiminin, yani insanal etkinliğinin esas amacı haline getirir. Tarih boyunca kazanılmış maddi ve kültürel birikimi insanın hizmetine verir. Üretimin bu yeni tür örgütlenmesi, yani özel mülkiyetin kaldırılarak kolektif toplumsal mülkiyet sisteminin kurulması aşırı üretime, rekabete, işgücü pazarı ve bütün bunların yarattığı yabancılaşmaya son verir. Üretimin insanın insanal yaşamının hizmetine verildiği bu sistemde, insan kişiliğinin özgürce serpilip-gelişmesinin alanı açılacak, insanın doğayla, kendi kendisi ve diğer insanlarla uyumlu yaşamı olanak bulacaktır. Kişisel mülkiyet isteği ve bireyler arasındaki rekabet ve zıtlık yok olacak, birey ile toplum arasında birlik kurulacak ve bunun sonucu sınıflar biçimindeki bölünme durumu ve onun kaçınılmaz kıldığı devlet örgütlenmesi ortadan kalkacaktır. “İnsan tarafından kendi varlığının, kendi yaşamının sahiplenilmesi sonucu özel mülkiyetin olumlu kaldırılması, böylece tüm yabancılaşmaların gerçek kaldırılmasını ve bu yoldan insanın insanal, yani toplumsal bir varoluşa erişmesi aracıyla dinden, burjuva aileden ve devletten kurtuluşunu içerir… ” (Marx) (Auguste Cornu, Marx’ın daha sonra, “yabancılaşma” kavramının yetersizliğini görerek, üretimin iktisadi, toplumsal gelişmenin belirleyici öğesi olduğunu anlatmak üzere pratik etkinliği, ‘praksis’ kavramını tercih ettiğini, buradan değer ve artı-değer formülasyonuyla kapitalizmin çözümlemesine girişerek, komünizmin zorunluluğunu ortaya koyduğunu yazar. Marx, yabancılaşma kavramıyla anlattığı -felsefi terminoloji ağırlıklı olarak- özel mülkiyet rejiminde işçinin durumunu daha sonra daha gelişmiş biçimiyle ekonomi-politik dilinde değer ve artı-değer olgusunu ve işbölümünü irdeleyerek, aynı anlama gelen kavramlarla zenginleştirdi. Yabancılaşma kavramıyla anlatılmak istenen düşünce, özü itibariyle sonraki tüm teorik eserinde yer almaya devam etti.)

İşçinin emek ürününe yabancılaşması, emek gücünün işçinin öz etkinliği olmaktan çıkıp, kapitalistin istediği gibi kullandığı bir meta haline gelmesi, emeğin yabancılaşmasına son verilmeden işçinin kendi öz etkinliğine ve etkinliğinin ürününe sahip çıkmasının olanaksızlaşması demektir. Köleliğin modern tarzda devamıdır bu. Buradan şu çıkar ki, insanın tüm köleliği işçinin kapitalist üretim biçimindeki eylemi tarafından ve bu ilişki içinde içerilmiştir. Toplumun özel mülkiyetten (ve kölelikten) kurtuluşu, sadece işçilerin kurtuluşu söz konusu olduğu için değil, ama bu kurtuluş insanın evrensel kurtuluşunu içerdiği için, “kendini işçilerin kurtuluşu siyasal biçimi altında” dile getirir. Bütün kölelik ilişkileri bu ilişkinin çeşit ve sonuçlarından başka bir şey değildir. Bunun için, insanlığın evrensel kurtuluşu, işçilerin kurtuluşuna bağlıdır, işçinin köleliğine son verilmeden insanın evrensel kurtuluşunun sağlanması olanaksızdır.

a – Toplumsal bir zorunluluk olarak proletarya devrimi

Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir ve o yalnızca yığınların çıkarları uğruna mücadeleleriyle ilerler. Toplumsal hareket, kaçınılmaz biçimde emeğin sömürüsünün ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratır. Tarihin ilerlemesi, tarihi akış, ideologların istemlerinin değil, üretimin gelişmesinin ürünüdür. Çünkü bütün bireylerin maddi ve manevi yaşam tarzı üretim tarafından, üretimin biçimi, düzeyi tarafından koşullanır. İnsanların içinde üretim, tüketim ve değişim yaptıkları ekonomik biçimlerin, tarih denen süreç içinde geçici bir özellik taşımaları, yeni üretici yeteneklerin kazanılması ve yeni üretim araçları, kaçınılmaz biçimde üretim ilişkilerinin değişimini de gündeme getirirler. Üretici güçler ile üretim ilişkileri çelişkisi toplumsal değişimi zorunlu kılan tarihsel hareketi ve sınıf savaşımlarını ortaya çıkarır. Üretici güçlerin içinde geliştiği ilişkilerin, kalıcı ve ölümsüz olmayıp, üretici güçlerdeki değişiklik tarafından değişime zorlanan ilişkiler ve burjuvazinin içinde hareket ettiği üretim ilişkilerinin de basit, tekdüze değil, ikili bir niteliğe sahip ilişkiler olması değişimi zorunlu kılar.

Kapitalizmi yok olmaya mahkûm kılan onun iç çelişkileridir. Kapitalist üretim, gelişmesi içinde, zorunlu olarak sosyalizmin öğelerini (işçi sınıfı ve toplumsal üretim) doğurur ve sosyalizme geçiş, kapitalist çelişkiler sonucu kaçınılmaz olur. Kapitalizm, bir yanda zenginliği, diğer yanda yoksulluğu üretir; bir yanda üretici güçlerin gelişimini sağlarken, diğer yanda bu güçlerin gelişimini engelleyen ilişkiler doğurur; burjuva sınıfın zenginliğini, “bu sınıfın tek tek üyelerinin zenginliklerini sürekli yok ederek ve durmadan büyüyen bir proletarya yaratarak” sağlar ve kendi sonunu getirecek maddi koşulları olgunlaştırır.

Kapitalist gelişme, işbölümü ve sınıf mücadelesi, ekonomik devrimin nesnel koşullarını oluşturur. Kapitalizm, makineye dayalı büyük ölçekli üretim yoluyla üretimi sosyalizm için olgunlaştım ve onun maddi temellerini hazırlar. Toplumsallaşan üretim, mülkiyetin özel kapitalist biçimiyle çatışma içindedir ve bu çatışmanın sonucunda toplumsal devrim kaçınılmazdır. Demek ki sosyalizm tarihin, toplumsal hareketin tarihsel ilerleyişinin zorunlu ve kaçınılmaz bir evresidir. Sosyalist toplumsal devrim üretici güçlerin (ve toplumun) gelişme düzeyiyle bağlıdır, çünkü her gerçek devrim, ancak mevcut üretim ilişkilerinin üretici güçlerle uzlaşmaz karşıtlık içine girip, onların gelişimine barikat oluşturduğu yerde patlak verir.

Kapitalizmde yabancılaşmış emek nedeniyle yabancılaşmış insanın durumu, ancak özel mülkiyetin kaldırılmasıyla ve yabancılaşmanın son bulmasıyla değiştirilebilinir. (Yabancılaşma dar kapsamlı bir olgu değil, aksine insanın tüm etkinlikleri üzerinde rol oynayan bir ilişkiler bütünüdür. İnsanal etkinlik, insanın maddi yaşamı olduğu gibi, düşüncelerini de belirler. İnsan, ancak kendi öz etkinliği yoluyla kendinin bilincine ulaşır. Yabancılaşma, geçici bir dönemi kapsamaktadır ve proletaryanın tarihsel eylemiyle özel mülkiyetin kaldırılması sonucu ortadan kaldırılacaktır, kuşkusuz insan tarihi komünizmle sona ermeyecek ama dönüşmüş, gerçek insanal yaşam, gerçek zenginlik içinde, her yönlü serpilip gelişmeyle birlikte devam edecektir.)

Kapitalizm, tekelci sermaye egemenliğiyle birlikte, toplumsal gelişmenin dinamiklerini esas olarak tahrip eden bir özellik kazanmıştır. Üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline gelen tekelci egemenlik toplumsal çürümenin nedeni haline gelmiştir ve o artık bir devrimle aşılmalıdır ki, insanlık ileriye doğru yürüyüşünü sürdürebilsin. Şimdi artık burjuvazi gereksiz hale gelmiştir; çünkü o, emeğin ürünlerine el koyma dışında bir role ve işleve sahip değildir. Ve proleter devrimi, burjuvazinin isteğine karşın, karşı-konulmaz bir güçle ve adeta ‘doğal biçimde’ gelip dayanmıştır.

Kapitalizmin özel ürünü olan proletarya öyle bir sınıftır ki, onun yaşamında insan kendini yitirmiş, yaşam koşulları en insan-dışı yanlarıyla ve yoğunlaşmış biçimde onun yaşamına girmiştir. Burjuva toplum proletaryayı, kendi kölelik koşullarını, yani kendini proletarya olarak var eden koşulları ortadan kaldırmaya yöneltmekte, ona zorlamaktadır. Proletarya günden güne bu ereğini gerçekleştirmeye, kendi eylemiyle yabancılaşmaya; kendi emeğinin ürününden ayrı tutulma durumuna son vermeye yaklaşmaktadır. Çünkü “iktisadi hareketi içinde özel mülkiyet, kendi öz yok oluşuna doğru yol alır; ama o bu işi sadece ve sadece kendi istencine karşı gerçekleşen ve işlerin doğasının koşullandırdığı kendinden bağımsız bilinçsiz bir evrim aracıyla yapar; sadece ve sadece proletaryayı proletarya olarak yaratarak, bu sağtörel ve fizik sefaleti bilinçli sefaletine, bu insan-dışılığın bilincinde olan ve bu bilinç sonucu bu insan-dışılığı aşarak kaldıran insanlığa yol açarak yapar.” (25)

Proletarya olmaksızın sermayenin varlığından söz edilemez. Ama proletarya, kendi kendinin ortadan kaldırılmasının koşullarını yaratmadan, sermayenin tarihten silinmesini ve kendisini ücretli köle durumuna getiren koşulların son bulmasını sağlayamaz. “Varlıklı sınıf ile proleter sınıfı aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi kendini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, kendinin bu yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan-dışı bir varoluş gerçekliğini görür.” (26)

Devrim egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu gibi burjuvaziyi deviren proletaryanın, eski sistemin tüm gerici izlerini silmesi ve yeni komünist temeller üzerinde yükselen bir toplumu kurmak için de gereklidir.

Komünist devrim sınıf egemenliğini sınıflarla birlikte ortadan kaldırır. Çünkü bu devrim, toplum içinde, toplumun bütün sınıflarının “yok oluşu”yla oluşan ve safları genişleyen ve bu bakımdan bütün milliyet ve sınıfların tarihsel yok oluşunu temsil eden bir sınıf tarafından, kendini sınıf olarak var eden koşulların ortadan kaldırılışıyla insanlığın kurtuluşunu hazırlayan ve sağlayan bir sınıf eliyle gerçekleştirilmektedir.

Proleter devrim, burjuva özel mülkiyet düzeninin yerine yeni tipte başka bir özel mülkiyet düzenini değil, bütün üreticilerin özgürce örgütlendirilmiş ortaklığına dayanan kolektif üretimi ve mülkiyet sistemini getirerek, sınıf egemenliğini tüm koşullarıyla birlikte ortadan kaldırır. Çünkü komünizm, kapitalizmin zorunlu hale getirdiği bir toplumsal aşama ve onun yadsınmasıdır. Üretim ve tüketimin insanal, kolektif örgütlenmesiyle komünizm, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürettiği tüm iktisadi, toplumsal ve ideolojik yabancılaşmaya son verir, insanın evrensel doğasının serpilip gelişmesini olanaklı kılar.

b – Proletaryanın tarihsel eyleminde bilinç etkeninin yeri

Ekonomik temeldeki çelişki ancak sınıf savaşımı yoluyla ve pratik eylemle çözülebilir. Toplumsal kurtuluş proletaryanın siyasal eyleminin ürünü olacaktır. Materyalizm, fikirlerin oluşumunu, bu arada komünizm bilincinin yerleşmesini, pratiğe, üretime bağlar. Ortam ve koşulların insanlar üzerindeki ‘yaratıcı’ etkisini olduğu gibi, insanların da ortam ve koşullar üzerindeki etkisini de gözetir. Kapitalizm, kapitalizm olarak varlığını ancak proletaryayı sömürülen bir sınıf olarak yaşatmakla sürdürebilir.

İnsan toplumsal bir varlıktır. “İnsan özü” denen şey, tek tek bireylerin doğasındaki ‘öz’ olarak sınırlanamaz. Bu öz “toplumsal ilişkiler bütünüdür.” Toplumsal yaşam düşünsel değil pratik, soyut değil somuttur. Toplumsal yaşamın özünde pratik olması, (pratik ilişkiler bütünü olarak toplumsal yaşam) varlık-düşünce ilişkisinin, düşünce ve varlığın eylemi ilişkisinin doğru kurulmasını zorunlu kılar. Üretim ilişkileri ve insanın içinde hareket ettiği toplumsal ilişkiler bilincini etkiler ve gene insanın üretici özelliği, bu özelliğin hayvanlardaki gibi “içgüdüsel”, zorunlu bir uyumla edinilmiş alışkanlığın ürünü değil, ama bilinçli etkinliği sonucu kazanılmış ve değişebilir bir özellik olması; koşulların insanın kendisi tarafından değiştirilmesiyle ilişki içinde koşulların esiri değil, ama onları ve onlar aracıyla kendilerini değiştirebilir olması, düşüncelerin de değişmesini olanaklı kılmaktadır. (İnsanın sınırlılıklarını, kendine kurduğu barikatları, doğrudan doğruya ve yalnızca bilince bağlamak, idealizme saplanmaktır. İnsan bilincini, üretim faaliyeti ve toplumsal gelişme düzeyinden soyutlamak olanaksızdır, ilkel kabilesel yaşam ilişkileri içinde şekillenen “bilinç” ile 20. yüzyıl insanının bilinci kıyaslanamaz bile. Çünkü bilinç dolaysız biçimde maddi toplumsal temele, üretim ilişkilerinin düzeyine bağlıdır ve onların etkisinde şekillenir. Bu bakımdan egemen sınıfın fikirlerinin “egemen fikirler” olması, bu fikirlerin dolaysız biçimde “belirleyici” olduğu anlamına gelmez. Egemen fikirlerin “belirleyiciliği” üzerinde propaganda, insanın pratik ilişkiler hakkında yanılsama içine girmesini, pratik ilişkilerin belirleyici, değiştirici ve değişebilir özelliklerinin görülmesini engeller, “pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma tamamıyla skolastik bir sorundur.)

İnsanlar “koşulların ve eğitimin ürünüdürler. Buradan değişik insanların “başka koşulların ve farklı eğitimin ürünü oldukları” sonucu çıkar. Ancak koşullar ‘hazır olsa’ bile, insanların onlar üzerindeki değiştirici pratikleriyle başkalaşabilir, değişebilirler.

Bilince ilişkin gerçek şudur: “Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar.” (27)

Bilinç ancak varlığa ilişkin olarak bir anlam kazanır. Bilinç, bilinçli varlıktan başka bir şey değildir. Maddi üretimlerini ve ilişkilerini geliştiren insanlar, düşüncelerini de değiştirir, geliştirirler. “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır.” Ve gerçek yaşam kurgular üzerinde değil, insan ilişkileri ve insanın doğayla ilişkileri üzerine kuruludur. İnsan doğayla ilişkilerinde önce, karşısında güçsüz kaldığı “mutlak güçlü” bir doğa bilincine sahip olur. Zamanla doğaya karşı mücadele içinde ilerleyen insanın bilinci de kaçınılmaz biçimde olgunlaşır ve gelişir.

“Bilinç demek ki, daha baştan toplumsal bir üründür ve insanlar mevcut oldukları sürece böyle kalır. Elbette ki, bilinç, her şeyden önce, yalnızca en yakın duyumsal çevrenin bilincidir ve bilinçlenmekte olan bireyin, kendisi dışında yer alan öteki şeyler ve öteki kişiler ile olan sınırlı bağlantısının bilincidir; bilinç aynı zamanda, insanların karşısına önceleri baştan aşağı yabancı, mutlak güçlü ve karşı çıkılamaz bir güç olarak dikilen, insanların kendisine karşı düpedüz hayvanca bir davranış içinde bulundukları ve insanları da hayvanları ürküttüğü kadar ürküten bir doğa bilincidir; o halde salt hayvansal bir doğa bilinci ve öte yandan, çevresindeki bireylerle ilişki kurmak zorunluluğunun bilinci, toplum halinde yaşamakta olduğu bilincinin başlangıcıdır.” (28)

İnsanın kurtuluş düşüncesi ancak maddi ilişkiler içinde oluşur. Kurtuluşu “zihinsel kurtuluş”ta aramak, ilişkiyi tersten kurmaktır. İnsan gereksinmelerindeki değişiklik, toplumsal düzenin değişimini ve bunun beyinde düşünce olarak oluşumunu zorunlu hale getirir.

Her kuşak önceki kuşakların miras olarak bıraktıkları üzerinden, onların gereksiz hale gelenlerini atıp, gerekli olanlarıyla birlikte yenilerini geliştirerek, toplumsal değişim için çaba gösterir. Bunun içindir ki “Kurtuluş zihinsel değil, tarihsel bir iştir.” Tek başına, soyut zihinsel kurtuluş mümkün değildir. İnsanlar önce üretim sürecindeki yerlerini görür ve bununla birlikte sömüren-sömürülen ilişkilerini yargılamaya başlar. Proletarya, kapitalist üretim ilişkileri içinde, bu toplumun, öteden beri değil, ama tarihsel bir uğrak olarak var olduğunu, çelişkileriyle birlikte yeni gelişmeleri kaçınılamaz kıldığını, eski toplum kuşaklarının biriktirdiği üretici güçleri ve üretim düzeyini aşarak geliştirdiğini, gereksinmelerindeki değişikliğe bağlı olarak yeni ilişkiler ve yeni araçlar geliştirdiğini görecektir. Proletaryanın değiştirici-dönüştürücü eylemi bu kavrayışa bağlı olarak gelişecektir.

Biliyoruz ki bireyler ve kuşaklar, her defasında üretici güçlerin belli bir gelişmişlik düzeyini hazır olarak bulurlar, onların içinde hareket eder ve onları etkilerler. İnsanların ‘kendilerine yabancı’ düşüncelerin etkisinden kurtulması ancak, koşulların, maddi süreçlerin ve toplumsal ilişki biçimlerinin değişmesiyle olanaklıdır. Burjuvazi, toplumu ve emekçiler kitlesini, maddi ilişkilerinden koparılmış sansasyonel ideolojik biçimlerle koşullandırır, kendi durumu üzerine düşünmekten uzaklaştırır.

Proletaryanın saflarında komünist fikirlerin yayılması, kaçınılmaz olarak, proletarya-burjuvazi çelişkisini şiddetlendirir, işçilerin mücadele kararlılığını artırır.

Proletarya toplumsal kurtuluş bilincine ulaşmadıkça, bunun sonucu olarak politik bir parti biçiminde örgütlenmedikçe, kendiliğinden ve ekonomik hareketin sonucu olarak kurtulması mümkün değildir. Çünkü ekonomik hareket kaçınılamaz biçimde sınıf savaşımını ve bunun araçlarını ortaya çıkarmıştır ve bunlar arasında kıyasıya bir mücadele sürmektedir. İnsanın tüm eylemi zorunlu olarak, eylemin bilincini de gereksinir. Bilinç ise başka bir yerde değil, sınıf mücadelesinin pratiği içinde, eylemin deneyimi üzerinden edinilir. Sosyalist siyasal bilincin edinilmesi için ise; proletarya siyasal bir parti olarak örgütlenmeli, sınıf kitlesinin sosyalizmle birleştirilmesi için dolaysız sınıf eylemi içinde eğitim ve aydınlatma çalışması yürütmeli, varlık ile düşünce, madde ile bilinç birliğini sağlamalıdır. Toplumsal bir varlık olarak insanın “kendi kendini yaratması” ortaklaşa bir emeğin ürünüdür ve toplumsal bir nitelik taşır. İnsan etkinliğinin toplumsal niteliği, yalnızca onun etkinlik araçlarının toplumsal özelliği nedeniyle değil, ama aynı zamanda diğer insanların eyleminin konusu olması nedeniyledir de. İnsanın toplumsal gelişimi aracıyla insan duyularının, fizik ve entelektüel yeteneklerinin gelişimi sınırlandığı için, insan (yani işçi), bu yönden de kaba gereksinmelere mahkûm edilmiştir.

Oysa hayvandan farklı olarak insan sadece doğal bir varlık değil, bilinçli ve özgür bir etkinlik aracıyla ereklerini gerçekleştirmek üzere yeteneklerini kullanma becerisine sahip doğal bir varlıktır. Hayvan, onu çevresinden ayıran şeyin ve doğada yaptığı değişikliğin farkında değilken, doğayı değiştirme ereği taşımaz ve hareketi içgüdüsel iken, kendi türünün yaşamı için ihtiyaç duyduğu nesneleri “üretmek” için tekdüze bir hareketle çalışır ve “zorunluluğun egemenliği altında” iken; insan, etkinliğini istek ve bilinçle ayarlar, kendi yaşamını sürdürmek için gereksinim duyduğu ürünleri doğayı dönüştürerek, doğa üzerinde dönüştürücü eylemi aracıyla üretir. İnsan, kendi varlığını bilinçli eylemiyle üreten tek canlıdır. Onun içindir ki, insan varlığını bilinçli eylemiyle üreten tek canlıdır. Onun içindir ki, insan varlığının kendi emek ürünü içinde somutlanması, sadece entelektüel bakımdan değil, bilinçte değil, ama pratik olarak, ürettiği nesneler içinde de, yaratıcı gücünün bilincine ererek ürettiği dünya içinde de “kendinin tam bilincine varma” anlamına gelir.

Sömürülen sınıfın kendi konumunu, üretim içindeki yeri ve üretim araçları karşısındaki durumunu, gücünü, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeden, kendini sömüren sınıfla pratik ilişkilerinin öğretmenliğinde durumunu değiştirme ihtiyacını duymadan ve örgütlü mücadeleye atılma zorunluluğunu kavramadan durumunu değiştiremez, kurtulamaz. Hiçbir toplumsal hareket, bilinçli bir maksat bulunmadan, hedeflenen ve istenen bir amaç olmadan gerçekleşmez. Her şey maddi hayatın üretim tarzına bağlı olarak, “maddi dürtülerden” ve bilinçli bir maksada bağlanarak olmaktadır.

Kuşku yok, yabancılaşma özel mülkiyete bağlıydı ve özel mülkiyetin kaldırılması pratik bir eylemi, proletaryanın devrimci etkinliğini gerektirir. Sorun yalnızca bilincin dönüşmesi değil -ki o ancak sosyal ve siyasal pratik içinde dönüşür- toplumun maddi dönüşümüdür.

Proletarya sosyalist bir parti olarak örgütlenerek, sınıf savaşımı yoluyla burjuva devlet egemenliğine son verir ve önceki döneme göre daha da keskinleşen burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadeleyi kesintisiz sürdürerek komünizmi inşa eder.

“Özel mülkiyetin (insanal kendinin yabancılaşmasının ta kendisi) olumlu kaldırılışı ve bunun sonucu insanal özün insan tarafından ve insan için gerçek sahiplenilmesi; öyleyse kendi için insanın toplumsal, yani insanal insan olarak bütünsel dönüşü, bilinçli ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan dönüş olarak komünizm.” (29)

Özel mülkiyetin bu kaldırılışı ile insan ile insan arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. İnsanın iktisadi faaliyet içinde ve onun aracıyla kendi kendine yabancılaştırılmasının, onun gerçek yaşamının tüm alanlarını doğrudan etkilediği düşünüldüğünde, insanın insan olarak gerçek yaşamı özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır denilebilir. Komünizm, iktisadi temel üzerinde, üretimin ve mülkiyetin toplumsal- kolektif özelliğine bağlanan bir toplumsal bilincin ve entelektüel gelişmenin olanaklarını da hazırlayıp genişletir, entelektüel birikim ve toplumsal bilinci herkes için bilinç ve etkinlik durumuna getirir. Kapitalizmde ilişki tam tersinedir; kapitalizm hem herhangi bir nesneyi, ancak birey ona sahipse, onun kılmakta, hem de tüm fizik ve entelektüel duyuları köreltip, onların yerine yalnızca ‘sahip olma’ duyusunu, bencillik ve rekabeti geçirmiştir. Onun için, özel mülkiyetin kaldırılması bütün insanal duyuların ve insanal niteliklerin özgürleşmesi, bunların nesnel bir temele bağlı olarak gerçekleşmesini sağlar. Komünizmle bireyler, yöresel ve ulusal sınır ve sınırlılıklarından kurtulacak, kendilerine set çeken, gelişmelerini engelleyen ve onları tek yanlılığa, yetenek körelmesine vb. mahkûm eden tüm bağlarından kurtularak, insanların ürettiği tüm dünya üretiminden -ve zihinsel üretim- yararlanma olanağı bulacak ve tüm alanlarda yetenek zenginliğine ulaşma imkânlarını yakalayacaktır. Komünizm, kapitalist sömürü sisteminin reddi yoluyla insanın kurtuluşunun sağlanacağı zorunlu bir tarihsel uğraktır.

c – Uluslararası bir devrim olarak proleter devrim

İşbölümünün gelişmesi ve üretim ile ticaretin ayrılması, bir tacirler sınıfının ortaya çıkması, değişim ilişkileriyle ticari ilişkilerin kentler ve ülkelerarası alana yayılması, sınıfları uluslararası sınıflar haline getirdi. Tarihin ilk dönemlerinde her şeyi her yerde yeniden ve ayrı ayrı üretme zorunluyken, ticari ilişkilerin ve kapitalizmin gelişmesi bu zorunluluğu ortadan kaldırdı. İcat edilmiş teknikler belli kapitalist şirketlerin (ve sonraları tekellerin) ellerinde diğerlerine karşı rekabet unsuru olarak kullanılsalar da, artık her şeyi yeniden ve ayrı ayrı icat etme zorunluluğu ortadan kalktı. Ulaşım ve iletişim teknolojisi, yeni ve önceki icatların uluslararası alana yayılmasını, ya da etkilerini hissettirmesini olanaklı kıldı. Kapitalizmin gelişmesi, himayeci engellere karşın rekabeti kızıştırır, dünya pazarının oluşmasında yeni bir sıçramaya yol açar. Ticari sermayenin sınaî sermayenin emrine girmesiyle, mali sermayenin dünya egemenliği sistemi oluştu. Artık her ulusun burjuvazisinin, “özel çıkarları”nı savunma tutumunun yanında, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıfın (burjuvazi) oluşmasıyla bu sınıfın çıkarlarının “ulusal çıkarlar” olarak ilan edilmesi esas olgu haline geldi.

Kapitalizm ulusal sınırların asılmasıyla uluslararası bir toplumsal sistem oluşturdu. Önceleri meta dolaşımı ve ticaretin, sonraları sermaye dolaşımının başa geçmesi yoluyla üretimin, ticaretin ve sermayenin uluslararası bir özellik kazanması, üretimin toplumsallaşması olgusunu uluslararası bir boyuta kavuşturdu. Kapitalizmin emperyalist aşaması, bu gelişmenin had safhada gerçekleşmesi demekti. Artık yeryüzünün hiçbir bölgesi sermaye ihraç alanları dışında sayılamazdı. Tekel, sanayinin çeşitli kollarının yanı sıra; banka ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle mali sermayenin doğmasına ve bunun sonucunda dünya pazarlarının, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının mali yönden güçlü devletlerin ve çokuluslu tekellerin kontrolüne geçmesine yol açtı. Bir emperyalist ekonomi zinciri oluştu. Tek tek ülkelerin ekonomisi, bu genel ekonomik zincire bağlı, onun bir parçası haline geldi. Mali, ekonomik sömürge ağı dünyayı boydan boya sardı. Kapitalizmin ürünü olarak proletarya ve burjuvazi, çıkarları dünyanın her yanında aynı olmak üzere, uzlaşmaz karşıtlık içindeki iki ana modern sınıf olarak şekillendiler. Dünyanın herhangi bir ülkesindeki bir toplumsal devrim -ki bu, günümüzde ancak proletarya tarafından gerçekleştirilebilmektedir- bu evrensel ilişki kapsamında uluslararası bir özellik taşımaktadır. Herhangi bir ülkede gerçekleşen bir devrim, zorunlu olarak emperyalist ekonomi zincirinin yarılmasına yol açacak; sermaye dünyasına vurulmuş bir darbe özelliği taşıyacaktır.

Proleter devrimin uluslararası niteliği, bu devrimin bir “dünya devrimi” olarak ve bir hamlede gerçekleşeceği anlamı taşımaz. Devrim, kapitalist gelişmenin dengesizliği olgusuyla bağlı olduğu gibi, emperyalist zincirin en zayıf halkasında, karşı devrimin en zayıf, devrimin en güçlü ve örgütlü olduğu yer ve ülkede, ya da ülkelerde gerçekleşecek ve bir süreç içinde diğer ülkeleri kapsayarak ilerleyecektir. Proleter devrimin uluslararası niteliği esas olarak sermaye ve emeğin evrensel özellikleri ve proletaryanın uluslararası nitelikli bir sınıf olmasından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir ülkedeki devrim zorunlu olarak biçimde ulusal, ama içerikte, yani kapsamı ve nitelikleri açısından evrensel (uluslararası) özelliktedir. Proleter devrimin uluslararası bir karakter taşıması diğer yandan; devrimin bir süreç olarak ve çeşitli ülkeleri kapsayarak gelişmesi nedeniyledir. Emperyalist kapitalizmin yeryüzünden silinmesi bir tek hamlede gerçekleşemeyeceği için de, bir dizi aşamadan geçerek ve çeşitli biçimler alarak bir süreç ve sürece yayılan bir devrim olarak gerçekleşir. İşçi sınıfının mücadelesi, (öncelikle kendi ülkesinde devrim yapmakla görevli olduğundan) içerik olarak değil ama biçim yönünden “ulusal” bir özellik taşır.

d -“Geçiş dönemi”nin devleti olarak proletarya diktatörlüğü

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (30)

Kapitalizmden komünizme, bir “geçiş dönemi” aracıyla varılması, bu dönemin devletinin de bir “geçiş devleti” olmasını gerektirir. Devlet bir siyasal geçiş devletidir. Lenin bunu “besbelli ki bu dönemin devleti de devlet ile devletsizlik arasında bir geçiştir; yani sözcüğün öz anlamıyla bir devlet değildir.” biçiminde tanımlıyordu.

Komünist toplumda devlet bu “geçiş dönemi”nin gelişmelerine dolaysız bağı içinde ve çeşitli ara biçimleri kapsayarak yavaş yavaş söner. Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın devletidir. Proletaryanın siyasal egemenliği olmaksızın, yani onun hiç kimseyle paylaşmadığı sınıf diktatörlüğü ve onun aracı proletarya devleti olmaksızın ne burjuvazinin eskiyi geri getirme çabaları boşa çıkarılıp ezilebilir, ne de emekçi yığınların sosyalist ekonominin inşasına ve yeni toplumun örgütlendirilmesine eksiksiz katılımı ve sosyalist eğitimi gerçekleştirilebilir. Proletarya, burjuva egemenliğine son verdikten sonra, yani egemen sınıf olarak örgütlendikten sonra da daha uzun bir süre ‘devlet’e ihtiyaç duyar. Çünkü sınıfları ortadan kaldırmak yalnızca kapitalistleri ve çiftlik beylerini alaşağı etmek ve etkisizleştirmek değildir. Sorunun esas önemli yanı küçük meta üretiminin, burjuvaziyi “her saat yeniden” doğuran bu temelin ortadan kaldırılması yoluyla tüm sınıf varlığı ve farklılıklarını ortadan kaldırmaktır. Bu ise hem ülke, ya da ülkelerde özenli bir kazanma ve yeniden biçimlendirme çalışmasını, hem de dış baskı ve sabotajlara karşı etkili bir savaşı gerektirir ki, bu savaş, örgütlü proletaryanın devleti olmaksızın yürütülemez. Proletarya devleti sosyalizm kurulur kurulmaz değil, komünizmin alt ve orta aşamalarında değil, ancak daha yüksek bir aşamasında ve gereksizleşerek yok olabilir. Devlet, iktidarın alınmasının hemen ardından değil, sınıf düşmanının saldırılarını ve eskiyi geri getirme çabalarını bertaraf eden bir rolün eksiksiz yerine getirilmesi ve üretimin, “herkesin ihtiyacına” ilkesine uygun düzenlenebileceği bir ilerlemesine bağlı olarak süreç içinde kendiliğinden söner. Çünkü tam demokrasi ancak komünizmde söz konusudur. ‘Herkesten yeteneğine göre; herkese ihtiyacına göre’ ilkesini uygulayan, alışkanlık ve yaşam tarzı haline gelen demokrasi; ‘toplumsal kendini yönetme’ ancak komünizmin ileri aşamasında gerçekleşebilir. Çünkü siyasal zor, ekonomik çıkarın aracından başka bir şey değildir; ekonomi ile politika arasındaki ilişkide, ilişkinin ekonomik yanı temel bir özelliğe sahiptir; siyasal güç eninde-sonunda her zaman iktisadi toplumsal güçler dengesindeki değişikliklere kendini uydurmaya ve geçici süreler bir yana, iktisadi-tarihsel gelişmeye göre hareket ederek, kendini ekonomiye uyarlamaya zorunludur. Devletin ekonomik temelini göz ardı edenler, devletin ‘yok edilmesi’yle tüm sorunların biteceğini kurgularlar. Oysa ancak özel mülkiyet sistemine son verilir ve sermaye ortadan kaldırılırsa devletin yıkılması sorunu çözümlenir. Aksi ilişkinin tersten kurulmasıdır. Bu ise, sosyalizmin ‘modern temelinin yerine’ adalet, kardeşlik, eşitlik, özgürlük gibi “modern mitolojik” kavramların yerleştirilmesi demektir.

“Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinvesen) gibi Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (31)

Proletarya komünizmi, bir hamlede ve hemen kuramaz. İşçi sınıfının siyasal hareketinin amacı siyasal iktidarın alınmasıdır ve iktidar mücadelesinde proletarya, ekonomik mücadele içinde kurulmuş sendikal örgütler dâhil, politik mücadelede kurulmuş sınıf örgütlerine ihtiyaç duyar. Devletin olduğu yerde genel olarak özgürlükten bahsedilemez. Özgürlük, devletin varlığıyla -ki o ne denli demokratik olursa olsun, kendilerine karşı baskı uygulanmasını zorunlu kılan güçlerin ve buradan kaynaklı çelişkilerin varlığını gerektirir- bağdaşmaz. Demokrasinin olduğu yerde özgürlükten söz edilemez. Demokrasi bir yönetim biçimi olup, yöneten-yönetilen ilişkisini ve şu ya da bu kesim üzerinde baskı kurulmasını varsayar. Özgürlüğün gerçekleştiği yerde, demokrasi gereksizleşmiştir. İnsanal kurtuluşun yolunu açan bir siyasal devrim olmaksızın gerçek özgürlüğün hayat bulması olanaksızdır.

Proletarya diktatörlüğü devleti, “sözcüğün tam anlamıyla devlet olmayan” bir devlettir. Neden “sözcüğün tam anlamıyla devlet olmayan” devlettir proletarya diktatörlüğü? Çünkü proletarya bütün milliyet ve sınıfların yok oluşunu ve bununla bağlı olarak sınıf diktatörlüğünün ve baskının yok oluşunu temsil etmektedir. Çünkü burjuvazi, devlete, toplum karşısında bir nevi tanrısal rol yüklemiştir; onu yüceltir ve dokunulmaz ilan eder, burjuva anlamda siyasal özgürlük, ‘özel mülkiyeti varsayan özgürlüktür ve özgürlüklerden yoksunluğu kaçınılmaz kılar; oysa proletarya diktatörlüğü devletin yok oluş sürecinin başlamasıdır. Proletarya, kendini sınıf olarak yaratan koşullarla birlikte devletin de yok olmasının savaşımını vermektedir ve proleter devlet yalnızca bunun bir aracıdır. Çünkü klasik devlet bürokratik-militer yapısıyla toplumun üstünde yer alarak milyonları baskı altına alma işlevini görür; ama proletarya diktatörlüğü, yönetimi işçi sınıfı yığınlarına yayarak, milyonlarca emekçinin yönetim ve denetimine dayanır ve doğrudan temsili gerçekleştirir.

Proletarya devleti, bu devletin bütün dünyada kurulmasından sonra da daha bir süre varlığını sürdürecektir. Devletin gereksizleşip, bir süreç içinde sönmesinin, yok olmasının zamanı yöneticilerin kararıyla değil, toplumsal gelişmenin devleti artık gereksiz bir yük haline getirip, atılmasını zorunlu kılmasıyla tespit olunacaktır; bu komünizmin dünya çapında kurulup gelişmesine dolaysız olarak bağlı bir gelişme olacaktır. Buradan şu çıkar ki, proletarya diktatörlüğü üzerine burjuva Kautskist, reformcu dönek teoriler sosyalizme ve proletaryanın insanlık davasına ihanet teorileridir. (Proletarya diktatörlüğüne karşı, ama sözde demokrasi, ya da “işçi inisiyatifi” adına burjuva “eşitlik”ten yana olanlar -ki bunların fikir babası kötü ünlü Kautsky’dir- Marx’ın bu düşüncesine olduğu kadar, onun Sovyetler Birliği’ndeki uygulaması olan Sovyet iktidarına da karşı çıktılar ve devlet sorununu çarpıtarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir sosyal-reform derekesine indirgediler.)

Tarihsel hareket ve toplumsal ilerleme komünizmle devam eder

Tarihsel akış, sosyalist siyasal-ekonomik devrimle yeni bir sürece girer. Sömürülenler yenilgiye uğratılmış, iktidar alınmıştır. Yeni toplumun maddi-toplumsal temelinin “kendine özgü” biçimde kurulması bir süreci gereksinir. Çelişkiler farklılaşmış olmakla birlikte kafa ve kol emeği, kır-şehir ve genel olarak ‘üleşim’e bağlı eşitsizlikler bir süre daha devam edecektir. İşlevi ve hedefleri farklılaşmakla birlikte meta üretimi devam etmektedir. O halde öncelikle komünizmin tüm yeryüzünde egemen bir üretim biçimi ve toplumsal sistem haline gelmesi gerekmektedir ve böylesi bir gelişme önceden kestirilemez bir süreci kapsayacaktır. Toplumsal ilerlemenin bu süreç bakımından söz konusu edilmesi ne kadar doğal olacaksa; komünizmin “kendine özgü” biçimiyle, yani artık “herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olacağı ileri aşaması içinde söz konusu edilmesi o kadar doğaldır. Tarihsel hareket sona ermeyeceğine göre, insanlık bütün yönlerden gelişmenin olanaklarını yakalamış olarak, özgür yaşamını daha iyi sürdürme yolunda çaba göstermeye devam edecek, başlıca doğa koşullarıyla mücadele içinde ilerlemesini sürdürecektir. Sınıf farklarının ortadan kaldırılmadığı koşullarda, bizzat bu farkların yarattığı toplumsal-siyasal eşitsizlikler, burjuva hak eşitliği anlamındaki eşitsizlik devam edecektir. Sınıf farkları ve onların üzerinde şekillendiği ekonomik-toplumsal ilişkiler ancak, proletaryanın devrimci devletinin yönetimi altında, özel mülkiyetten kaynaklanan bütün ilişkilerin tasfiyesiyle mümkün hale gelir.

Komünist toplumun ilk evresinde henüz ne işbölümü bütünüyle sona erebilir, ne de meta üretimi tümüyle son bulur. Bölüşümün temel ilkesi ’emeğine göre’dir. Toplum işlerini yürütmekle görevli bir kolektif görevliler ve kurumlar varlığını sürdürmektedir. Değişim, sömürü ilişkileri tasfiye edilerek ve sınırlanarak da olsa devam etmektedir. Bu koşullarda henüz, toplum işleri görevlilerinin, bakıma muhtaç olanların giderleri ve altyapı harcamaları üretilen ve biriktirilen fondan karşılanmak zorundadır. Bu ise, bir “artı”nın, tüm toplumun hizmetinde kullanılmak üzere yaratılması demektir.  Üretimin giderek arttığı ve çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkarak bir yaşam zevki haline geldiği bolluk koşullarında ise herkes ihtiyaçlarına göre tüketecek ve diğer tüm birikimler toplumun genel hizmetlerine harcanacaktır. Komünizmde “herkese ihtiyacına” ilkesinin geçerli olmasından hareketle, bir tembeller ordusunun ortaya çıkabileceği, ya da üretilenin tümünün bireyler tarafından olduğu gibi tüketilebileceği biçiminde sonuçlar çıkaranlar olmuşsa da bu ciddi bir yanılgıyı ifade etmektedir. Komünizmde çalışma yaşamın severek, zevk duyarak yapılan bir aracı haline geleceği gibi, yaratılan tüm değerlerin bireyler tarafından eksiksiz tüketimi değil, ama ihtiyaçların üzerinde üretim toplumun genel hizmetlerine harcanacak fonları oluşturmakta ve bu fonlar insanın tüm yönlerden gelişimi için harcanmaktadır.

“… Akla gelebilecek hiçbir toplum düzeninde işçi, ürününün tüm değerini tüketmek üzere almaz. Ekonomik olarak üretken olmayan, ama gerekli bir dizi işlerin karşılanması ve bundan ötürü bu işlere bağlı olan ilişkilerin bakımı, üretilmiş fondan karşılanmak zorundadır. Bu, bugünkü işbölümü var olduğu sürece geçerlidir. Genel üretken emeğin zorunlu olduğu bir toplumda ise -ki bu da ‘akla gelebilecek’ bir şeydir- bu geçerliliğini yitirir. Ama bir toplumsal yedek ve birikim zorunluluğu, gene de kalacak ve bunun sonucu olarak, bu durumda bile, işçiler bir bütün olarak hem de hepsi, toplum ürünlerinin sahipliğini ve kullanımını kendi ellerinde tutsalar bile, tek tek her işçi gene de ’emeğin tüm ürününden’ yararlanmayacaktır.” (32)

Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu yeni toplumsal düzende, üreticiler, ürünlerini eski kapitalist tarzda değişmezler. Ancak henüz komünizmin alt aşamasında komünizmin “kendine özgü” yasaları geçerli değildir. Üreticiler arasında ürünlerin paylaşılmasında etken olan egemen ilke, “eşdeğer metaların değişimi”ne hükmeden ilkeden farksızdır; eşdeğer miktarda emek içeren metalar birbirleriyle değiştirilirler. Bu koşullarda henüz “eşit hak” ilkesi uygulanmaktadır ki, bu ilke, “burjuva hukukundan başka bir şey değildir.” Bireyin emeği dolaylı yoldan değil, ama doğrudan topluluğun emeğinin bir parçası haline gelmiş ve ürünlerin toplumsal-kolektif mülkiyeti ve ortaklaşa üretim, ihtiyaçların doğrudan karşılanmasını olanaklı hale getirmiştir. Herkesin “emeğine göre” toplumsal üretim stokundan pay alması (ortak yaşamın gerekli tüm fonları için yapılan kesintiler dışında kalan kısımdan), “meta değişimine hükmeden ilke”nin henüz yürürlükte kaldığı anlamına gelir. Çünkü söz konusu olan henüz bir geçiş sürecidir ve komünizm henüz “kendine özgü biçimiyle” gelip yerleşmiş olmaktan uzaktır. “Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (33)

Ne ki, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle komünist toplumun birinci aşamasında varlığını sürdüren eksiklik, ya da kusurlar tercih edilen, korunan değil, ama kaçınılamaz olan eksikliklerdir ve doğrudan doğruya gelişmenin ve ilişkilerin düzeyi tarafından şekillendirilmektedirler. Proletaryanın hedefi komünizmi gerçekleştirmektir ve bu her şeyden önce, üretimin, her türden sınıf ayrıcalığını ve sınıfların varlığını “olanaksız kılacak bir yeniden düzenlenmesinin süreç içinde her türden burjuva değer yasasının ve hukuksal ve siyasal ilişkilerin tasfiyesiyle bütünlenecek tarzda, zenginliğin gürül gürül aktığı ve toplumsal çalışmanın yaşamsal gereksinim özelliği kazandığı bir evreyi gerektirmektedir. Komünizm herkesin ihtiyacına göre tüketmesini olanaklı kılan bir bolluk üretimini kolektif tarzda örgütlendirilmiş üretimin hedefi olarak saptar. Ancak komünist toplum, kapitalizmin çıkıp geldiği biçimiyle ilk aşamasında bunu gerçekleştiremez. ‘Daha yüksek bir aşaması’nda ancak bu ilke hayat bulur. Birinci, ya da ‘alt aşama’da bölüşüm henüz burjuva hukuku çerçevesinde, ‘herkesin topluma sunduğu emek’ miktarıyla orantılı olarak yapılır. ‘Herkese ihtiyaçlarına göre’ ilkesi ise, ancak “çalışma yaşamsal birincil gereksinim haline geldiği zaman”, çalışma herhangi bir zorlamayı gerektirmeyecek ölçüde alışkanlık halini aldığı zaman, kafa ve kol emeği arasındaki fark yok olduğu zaman uygulanabilir hale gelir. Kent ile kır, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki farkın -ki bu fark işbölümü ve özel mülkiyetin ürünüdür- ortadan kaldırılması yalnızca iradi olarak gerçekleşmez; bunun yok olması için gerekli olan temel şey, maddi koşulların olgunlaşmasıdır. Kapitalist işbölümü, herkesin kendisine dayatılan, onun dışına çıkamadığı bir işe bağımlı hale gelmesine ve bu nedenle bireyin gelişmesinin sınırlanmasına yol açar. Kişi avcı, balıkçı, ya da çobandır; yetenekler körelmiş, tek yanlılık gelişmiştir. Bu durum bir hamlede ve siyasal devrimle hemen ortadan kaldırılamaz. Sosyalist kolektif mülkiyet tek yanlılığın ortadan kaldırılmasının maddi temelini hazırlayarak, kişinin çok-yanlı gelişmesini olanaklı kılar.

Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, işbölümünün ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkinin sona erdiği zaman; emek yalnızca bir geçim aracı değil, ama birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çok yanlı gelişmeleriyle birlikte üretici güçlerde de büyük bir gelişme gerçekleştiği zaman “ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir; ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!” (34)

Komünist toplumda bireyler yeteneklerini her doğrultuda geliştirme imkânı bulurlar. Bir işe bağımlı olma zorunluluğu son bulur, herkesin, hoşuna giden bir faaliyet dalında kendini geliştirme olanağı yaratıldığı gibi, diğer faaliyet dallarında çalışmasının koşulları da oluşur. Bir gün bir işin, diğer gün bir diğer işin, ya da günün belli sürelerinde değişik işlerin yapılması olanaklı hale gelir. Bir tek işe bağlı kalmadan, avcı, balıkçı, ya da çeşitli konularda düşünce belirtmek vb. mümkündür.

Komünizm insanlık tarihinin kaçınılmaz zorunlu bir uğrağıdır. Oraya varılacak ve insanlık bolluk içinde, bütün yönlerden kendini geliştirme olanağı bulduğu ‘altın çağı’ yakalayacaktır.

Burjuvazi, maddi temelleri bilim ve teknolojideki gelişmelerle daha da güçlenmiş olan proleter devrimini engelleme düşü görebilir; ama bu düşü gerçeğe dönüştürme gücünü tarih ve toplumsal hareket onun elinden çekip almaktadır.

Zafer eninde-sonunda proletarya ve halkların olacaktır.

 

DİPNOTLAR

1) Doğanın Diyalektiği, s. 230–231

2) Kapital, s. 27–28

3) Felsefenin Sefaleti, s. 165

4) K. Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, Kasım 1993, Çev: Kenan Somer, s. 94

5) Felsefenin Sefaleti, s. 59

6) 1844 Elyazmaları, s. 141

7) 1844 Elyazmaları, s. 143–144

8) 1844 Elyazmaları, s. 156

9) Felsefenin Sefaleti, s. 32

10) Felsefenin Sefaleti, s. 39

11) 1844 Elyazmaları, s. 167

12) 1844 Elyazmaları, s. 188

13) K. Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yayınları, Mayıs 1992, Çev: Sevim Belli, s. 37

14) Ücretli Emek ve Sermaye, s. 22

15) 1844 Elyazmaları, s. 145

16) 1844 Elyazmaları, s. 110

17) 1844 Elyazmaları, s. 81

18) K. Marx – F. Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yayınları, Haziran 1976, Çev: Oya Yaylalı, s. 110

19) Felsefenin Sefaleti, s. 197

20) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 94

21) Kapital’den aktaran Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 100–102

22) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 45

23) Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 107

24) K. Marx – F. Engels, Kutsal Aile, Sol Yayınları, Ekim 1976, Çev: Kenan Somer, s. 360

25) Kutsal Aile, s. 58

26) Kutsal Aile, s. 58

27) K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Temmuz 1992, Çev: Sevim Belli, s. 4142

28) Alman İdeolojisi, s. 52

29) 1844 Elyazmaları, s. 172

30) K. Marx – F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay. Mayıs 1976, Çev: M. Kabagil, s. 41

31) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 57

32) Felsefenin Sefaleti, s. 20

33) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 29

34) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 31

 

Nisan-Mayıs 1996

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑