Katılımcı iktisat üzerine düşünceler “geleceğe bakmak” sınıf mücadelesinin neresinde yer alacak?

ABD’li bir sosyal bilimci olan Francis Fukuyama, ününü 1989’da en sağcı Amerikan yayınlarından birisinde yayınlanan “Tarihin Sonu mu?” başlıklı makalesiyle duyurdu. Fukuyama’nın adını duymayanlar bile, savunduğu görüşleri bir şekilde işittiler. Onun, bahsedilen sansasyonel makalede ortaya attığı görüşlerinin, kısa sürede “yeni dünya düzeninin” başlıca motiflerinden birisi oluvermesinden kaynaklanıyordu bu. “Yeni dünya düzeni”nin teorisyenlerine göre, 1989’da Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimler zincirleme olarak çökmüş, Ağustos 1991’de gerçekleşen ve başarısızlıkla sonuçlanan darbenin ardından Sovyet rejimi bütünüyle iflas etmişti. Bu, burjuva iktisatçılar, politikacılar, bilim adamları ve tarihçiler tarafından genel kabul gören bir olguydu. Ama bundan çıkarılan sonuçlar, yer yer farklılıklar gösteriyordu. Herkes bir şeylerin sona erdiğini söylüyordu. Kimisine göre sona eren şey, soğuk savaş dönemiydi, bir başkası soğuk savaşla birlikte sosyalizmin de bittiği düşüncesindeydi. Leninizm’in siyasal bir rejim olarak çöktüğünü, ama bunun yerini neyin alacağının tam belli olmadığını ifade edenler de vardı; kapitalizm ve sosyalizmin birbirine yaklaşmasıyla ideolojilerin sonuna gelindiğine inananlar da. Ama Fukuyama, yalnızca soğuk savaşın, ideolojilerin, sosyalizmin, sınıf mücadelelerinin vb. değil; tarihin de bittiğini söylüyordu.

“Tanıklık ettiğimiz şey, sadece Soğuk Savaş’ın bitmesi ya da savaş sonrası tarihin özel bir evresine geçilmesi değil, kelimenin tam anlamıyla tarihin sonudur; yani insanlığın ideolojik evrimin son noktasına ulaşması ve insanın insanı yönetmesinin nihai biçimi olarak Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi. (…) (1)

Fukuyama’nın görüşleri yeterince açık ve iletmek istediği mesajlar oldukça dolaysızdır: Uzun yıllar süren mücadelenin galibi, Amerikan emperyalizmi tarafından yönlendirilen batılı liberal demokrasidir. O artık evrenselleşmiş bir sistemdir ve dışında bir şey tasarlanamaz bile. Umut edilecek, özlenecek, uğruna dövüşülecek bir şey kalmamıştır, ilk ütopyalardan başlayarak bütün yeni dünya tasarımları ve özlemleri artık gereksiz hale gelmiştir. Yeniyle tanımlanabilecek her şey bundan sonra ancak ve ancak galip sistemin içinde tanımlanabilir. Hepsi bu kadar! Uluslararası burjuvazinin, “yeni dünya düzeni”nin temel motiflerinden birisi olarak bu görüşleri seçmesinde şaşılacak hiçbir yan yok.

Francis Fukuyama’nın örneğin Immanuel M. Walterstein’in, örneğin Z’nin, örneğin Adam Przeworski’nin temel görüşleriyle bir biçimde birleşen düşüncelerinin hedefleri de yeterince açıktır. Yalnızca Marksist-Leninist iktisat, felsefe ve politika teorilerine ve devrimci sınıf mücadelesinin bütün birikim ve tecrübesine değil, kapitalist-emperyalist sistemin sonuçlarına yöneltilebilecek en küçük bir itiraza olduğu gibi yaşanılabilecek daha iyi bir dünya özlemine de saldırmaktadır onlar.

Ama burjuvazinin, devrimci proletaryaya yönelik ideolojik saldırılan her zaman bu kadar dolaysız bir biçimde olmuyor. Uygun tarihsel koşullarda, böylesi dolaysız saldırıların yıldızlan olarak parlatılan burjuva teorisyenler, sınıf mücadelesinin yeni bir ivme kazanmaya başladığı ve emperyalist krizin yeni bir aşamaya doğru hızla yol aldığı koşullarda sessizce sönüp gidiyorlar. İşte o zaman ideolojik mücadelenin biçimleri de farklılaşıyor; umut gibi, özlem gibi, alternatif gibi saldın konusu yapılabilen kavramlar ve onların tarih boyunca kazandığı anlamlar, sahip çıkılacak değerler haline dönüşebiliyor. Bu çalışmamızın başlıca konusu olan ve yine iki Amerikalı bilim adamı tarafından hazırlanan Geleceğe Bakmak/21. Yüzyıl İçin Kafalıma Ekonomi (2) başlıklı kitapta savunulan görüşler, ideolojik mücadelenin bu biçiminin zengin ve seçkin örneklerinden birisini oluşturmaktadır.

 

SİSTEME ELEŞTİRİ YÖNELTMENİN İMKÂNLARI

Michael Albert ve Robin Hahnel’in kitaplarının Türkçe ve İngilizce baskılarına yazdıkları önsözlerde kullandıktan ve öne çıkardıkları başlıca kavramlar şunlardır: Demokrasi, adalet, umut, insanlık, dayanışma, özgürlük, eşitlik, bir arada yaşama, katılımcılık, yeni bir dünyaya inanma vb… Bütün bu kavramlar elbette ki karşıtlarıyla birlikte kullanılıyor ve alternatif kavramına bağlanmaya çalışılıyor.

Ne başka ve yeni bir dünyaya duyulan özlem, ne yaşanılan sistemin sonuçlarından duyulan hoşnutsuzluk, ne bu dünyayı değiştirme isteği, ne de bütün bunların alternatif kavramı ekseninde yorumlanması yeni bir şeydir. M. Albert ve R. Hahnel de, kullandıkları kavramların ve onları ele alış tarzlarının yeni olduğunu öne sürmüyorlar zaten. Ama biz, sınıflara bölünmüş toplumlarda ezilmişliğe yönelik her türlü karşı çıkışın bir biçimde bu sistemde olmayan şeyleri düşünmeyi ve bu sistemde olmayan şeylere yönelmeyi de beraberinde getirdiğini biliyoruz. Bu, insanlığın ilk ütopyalarından beri böyledir.

Sınıflı toplumların, dolayısıyla sınıflar mücadelesinin ortaya çıkmasından bu yana, haksızlığa karşı hak, eşitsizliğe karşı eşitlik, baskıya karşı hürriyet vb. kavramlar ve bütün bu karşıt kavramların içeriklerinin bir araya gelmesiyle zihinlerde oluşan dünya ve toplum biçimi tasarımlarını öne sürüyor insanlık. Bugünden geriye dönülüp bakıldığında, insanlığın bu özlemlerinin (ve bu anlamda olmak üzere ütopyalarının) sadece düşünceler ve hayallerde kalmadığını, tersine, eylemli bir ifadeye de büründüğünü rahatlıkla görebiliriz. Köle isyanlarında, köylü mücadelelerinde ve işçi ayaklanmalarında somut bir görünüm kazanır bu. Şimdiye kadar yaşanan tarih, bunun yüzlerce örneğiyle doludur. Ulaşmak istedikleri şeylere özlem duyanlar, örneğin eşitlikten, örneğin özgürlükten yoksun olanlardı. Kimi zaman hedefsiz, kimi zaman dinsel temalarla, kimi zaman da baskıdan kurtulma perspektifiyle geliştirilen protesto ve eylemlere girişecek olanlar da onlar olacaklardı.

Ama ne olursa olsun, başka türlü bir hayata duyulan özlemlerin ve bunun bir çeşit ifadesi olarak gelişen ütopyaların çıkış noktalarında hemen hemen aynı istekler vardır: Bunlar, başlıca olarak eşitlik ve özgürlüktür. (Burjuvazi de bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığında başlıca bu kavramlarla belirlenen sloganları öne sürmüştü. Daha da ileri giderek bunları evrensel ilke ve değerler olarak sunmaktan da geri durmamıştı. Fakat evrensel ilkelerin gerçek bir savunuculuğunu yapabilmek için evrensel bir sınıf olmak, bunun için de kendi yok oluşunu öngörmek gerekiyordu.) Böyle bir özlemi yaratan maddi temeller ise, içinde bulunulan tarihsel koşullardaki sınıf çelişkileridir. Bir başka ifadeyle sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve baskının bulunduğu her yerde, bütün bunların ortadan kaldırılmasına yönelik talepler, bunların nasıl gerçekleşeceğinin ipuçlarını veren düşünceler ve eylemler daima vardır.

“Yeni dünya düzeni”nin sözcülüğünü yapan başlıca sözde bilim adamları, elverişli koşullarda ne diyorlardı oysa? Özlem duymak, karşı çıkmak yasak! İdeolojiler bitti! Sosyalizm bitti! Sınıf mücadelesi bitti! Bu anlamda tarih de sona erdi! Her şey sistemin içinde çözülecek! Başkası yasak!

Kuşkusuz ki, uluslararası burjuvazi de, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıfın işçi sınıfı ve yine tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci ve en bilimsel dünya görüşünün Marksizm-Leninizm olduğunu biliyordu. Ve her ikisinin de önemli oranda geriye çekildiği, durulduğu ve hırpalandığı dönemde, böylesi yüksek perdeden seslenişlerin imkânı da doğmuştu.

Geleceğe Bakmak’ın İngilizce baskısına yazılan önsöz, hayli sıra dışıdır. Bu önsözün daha ilk paragrafında şöyle yönlendirici bir çağrı vardır: “Okumakta olduğunuz bu önsöz, alternatif arayışların kayda değer bir uğraş olduğuna inanmayanlar için kaleme alınmıştır. Diğer okurlar doğrudan, 37. sayfadan başlayan giriş bölümüne geçebilirler.”

Tarihin sonunun geldiğini söyleyenler, alternatif bir dünya için mücadele etmenin olduğu kadar, alternatif arayışlarının da boş, aptalca, gereksiz, imkânı ve mümkünatı olmayan şeyler olduğunu söylüyorlardı. Albert ve Hahnel ise, bunun (alternatif arayışların) “kayda değer bir uğraş” olduğuna okuyucu ikna ederek başlamak istiyorlar işe. “Kahrolsun alternatif bir dünya düşüncesi ve alternatif arayışları” diyenlerle “yaşasın alternatif arayışları” diyenlerin aynı sınıfın temsilcileri olduklarını göreceğimiz gibi; birinci sloganın yüksek perdeden haykırıldığı dönemin devrimci proletarya hareketinin inişte olduğu ve sosyalizmin itibarının hayli zedelendiği bir ortamda, ikincisinin ise tersi bir dönemin işaretlerinin görülebildiği koşullarda söylendiğini de göreceğiz.

Geleceğe Bakmak yazarları, “alternatif arayışlara ikna önsözü”ne, New School Of Social Research’da saygın bir ekonomi profesörünün, örneğin Francis Fukuyama’yla aynı dönemde söylediği şu sözleri aktararak başlıyorlar: “Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki yarış, resmen başlamasının ü-zerinden henüz yetmiş beş yıl bile geçmeden sona erdi: Kazanan kapitalizm oldu. Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa’da yaşanan çalkantılı değişimler, kapitalizmin insanlığın maddi işlerini Sosyalizmden daha tatmin edici biçimde düzenleyebildiğinin en açık kanıtlarını sunmuştur. ” Özellikle 1989’dan itibaren çok işitilen sözlerdi bunlar. Heilbroner, bu söylediklerinden aynı zamanda şöyle bir sonuca da ulaşıyordu: Özgürlükçü ve eşitlikçi hedefler, güzel de olsa asla hayata geçilemez; kapitalizm ise kusurları olsa da işlemektedir ve kusurlarını giderme imkânlarını taşımaktadır. Öyleyse bütün bu hedefleri bir yana bırakmak ve kapitalizmin kusurlarının giderilmesine omuz vermek insan soyunun önündeki biricik görevdir.

Michael Albert ve Robin Hahnel ise “hayır” diyorlar; ve “hayırlarına şöyle başlıyorlar:

“Chicago”nun kapitalist gettolarından New York’un kapitalist işsizlik kuyruklarına, Los Angeles’in kapitalist ‘acil koğuşları’na ve Houston’un kapitalist pis ara sokaklarına (kapitalist Seattle’dan kapitalist Sarasota’ya kapitalist Dallas’tan kapitalist Detroit’e) kadar her yerde, yalnızca politik ve kültürel açıdan değil, ekonomik açıdan da ‘her şeyin yerle bir olduğu’ gün geçtikçe daha fazla çıplak gözle görülebilmektedir.

“Derinleşen eşitsizlik. Aşırı boyutlara varan evsizlik. Doymak bilmeyen militarizm. Suç işleme eğilimi. Kültürel metalaşma. Ekolojik çözülme. Yabancılaşma. Uyuşturucu müptelalığı. Bunlar; modern kapitalizmin, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şehrinde görülen özellikleridir.”

Kapitalizmin kutsanmasına karşı, kapitalizmin her çıplak gözün görebileceği sonuçlardan yola çıkılarak geliştirilen sözde itirazların çıkış noktası burasıdır Geleceğe Bakmak’ta. Yukarıda, yazarların Türkçe ve İngilizce baskılara yazdıkları önsözlerde kullandıkları kavramları sıralamıştık. Bu kavramların, şu yukarıda aktardığımız pasajlarda yer alan ve emperyalist Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gündelik hayatın bu yalın anlatımında teşhir edilen kapitalizmin sonuçlarından türetildiğine kuşku yoktur.

 

ÜTOPYACILIK VE MARKSİZM

Bu, gerçek ezilenlerin ve onların yanında saf tutan parlak beyinlerin düşünce ve eylemlerinin, hasret ve hayallerinin de kaynağında bulunan şey değil midir? Evet, mitolojiden bilime uzanan uzun tarihsel süreçte, kendisine daima somut toplumsal koşullara özgü bir ifade biçimi bulan ve “olandan daha iyi”sini aramaya yönelen bütün imgelerin, bilinçsiz protestoların, bilinçli eylemlerin temel dayanaklarından birisi, daima yaşanılan kötü sonuçlardır. Ve bütün bu düşünce ve eylemler, yaşanılan bu kötü sonuçların oluştuğu iktisadi ve toplumsal sistemlerin temel özellikleriyle karakterize olmuşlardır.

Ütopya kavramı, ünlü İngiliz yazarı Thomas More’un düşüncelerinden ve temel eserine verdiği (Ütopya) isimden gelmektedir. More, toplumsal yaşamın temel meselesinin bencillik ve bireycilik olduğuna inanıyor ve bu çelişkinin ortadan kaldırılmasının başlıca yolunun ortak mülkiyete geçiş olduğunu düşünüyordu. Onun bu düşüncesinin gerçekleşebileceği yer ise, kafasında kurguladığı Ütopya Adası’ydı. Tommasa Campanella da yine aynı dönemin ideal toplum tasarımcılarından ve ütopyacılarındandı. Dinsel ve yarı dinsel temaları ağırlıklı olarak kullanan Campanella’nın temel ve ülküsel eserine verdiği ismin Güneş Ülkesi olması ise tesadüf sayılamazdı.

18. ve 19. yüzyılda ise artık, sosyalizm gibi, komünizm gibi artık az çok bütünlüklü bir gelecek tasarımına yönelebilen ütopyalar ortaya çıkmıştı. 16. ve 17. yüzyıl ütopyaları felsefi bakımdan idealistti; çünkü hasreti çekilen şeyler bu dünyadan başka yerlerde gerçekleşebilir şeyler olarak tasarlanıyordu; çünkü tasarlanan dünya zihinlerdeki tasarımlardan öteye geçemiyordu ve son olarak (bunların dolaysız bir parçası) özlenilen dünyanın nasıl ve hangi güçlere dayanılarak gerçekleşeceğine dair herhangi bir yönelimi yoktu. Artık kendisini sosyalist yahut komünist olarak tanımlamaya başlayan 18. ve 19. yüzyıl ütopyalarının ise, bunlardan ayrılan kimi temel yönleri yok değildi. Engels, bütün bu ütopyalar hakkında şöyle özlü bir değerlendirme yapıyor:

“Henüz gelişmemiş bir sınıfın bu devrimci başkaldırılarına karşılık olan teorik belirtiler vardı: 16. ve 17. yüzyıllarda ideal toplumsal koşulların ütopik tasarımları; 18. yüzyılda gerçekten komünist teoriler (Morelley ve Mably). Eşitlik istekleri artık politik haklarla yetinmiyordu; bireylerin toplumsal durumunu da kapsamına alıyordu. Ortadan kaldırılması gereken, yalnız sınıf ayrıcalıkları değildi, tersine, sınıf ayrıcalıklarının kendisiydi. Yeni öğretinin ilk biçimi, çileci, yaşamın bütün hazlarını kötüleyen Ispartalılara özgü bir komünizmdi. Ondan sonra üç büyük ütopyacı geldi: Orta sınıf hareketini onunla yan yana ilerleyen proletarya hareketinden hâlâ daha anlamlı bulan Saint-Simon; ve kapitalist üretimin en çok geliştiği ülkede, ve bunun doğurduğu uzlaşmaz karşıtlıkların etkisinde, sınıf ayrılıklarının giderilmesi konusundaki önerilerini sistemli ve Fransız materyalizmiyle doğrudan ilişkili olarak işleyip tüketen Fourier ve Owen.” (3)

Ütopik sosyalist düşünceler, kapitalizmin feodalizme üstün gelen yanlarından başka, onun bütün vahşi yanlarının da görülmeye başlandığı andan itibaren gelişmeye başlamıştı. Fakat yine Engels’in deyimiyle “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılan”mıştı. Marx ve Engels, bu üç ütopik sosyalistin “bütün zamanların en büyük düşünürleri arasında yer aldıklarını” yazmışlardı. Ancak, kendi sosyalizmlerini, onlarınkinden ayırmak üzere bilimsel olarak adlandırmaktan da geri durmadılar. Nasıl ki ütopik sosyalizmin “eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları”nda doğmaları rastlantısal değildiyse; bilimsel sosyalizmin proletarya hareketinin dünyanın belli başlı kapitalist ülkelerinde bir olgunluğa ulaştığı bir dönemde doğuşu ve gelişmesi de rastlantısal değildi. Marx ve Engels kendi sistemlerini geliştirirken hemen hemen bütün ütopyalardaki ortak temaları da devralıyorlardı. Fakat onlar, “an”a değil tarihe vurgu yapıyorlar, bütün insanlığın kurtuluşunun proletaryanın kurtuluşuna bağlı olduğunu söylüyorlardı. Böylece, bilimsel sosyalizmin “özünde eleştirici ve devrimci” bir yöntemin, devrimci bir sınıf eliyle bu dünyanın devrimci bir tarzda değiştirilmesinin temel ilkelerini veriyorlardı.

Dolayısıyla bütün ütopyaların kaynağında bulunan sefaleti, baskıyı ve eşitsizliği yaşayanların, bir anlamda yine bütün ütopyaların yaratıcılarının, devrimci eylemlerine dayanmak bilimsel sosyalizmin ayırt edici özelliğiydi. Çünkü geliştirilen sosyalizm ve komünizm gibi toplumsal gelecek tasarımları onun gerçekleştiricisi ve yaratıcısı olan maddi güçten, devrimci proletaryadan koptuğu ve uzaklaştığı oranda sözlük anlamıyla ütopyaya (batıllığa) yakınlaşabilirdi ancak.

 

SALDIRILARIN ORTAK NOKTASI: EKİM DEVRİMİNİN YARATTIĞI YENİ DÜNYA

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ayırt edici yanlarının somut bir örneğini ortaya koyma özelliğini taşır. Neydi Ekim Devrimi’nin gösterdiği şey? O, bütün ütopik düşüncelerin ve ezilenlerin bütün özlemlerinin ancak bu dünyada ve ancak devrimci bir sınıf eliyle gerçekleşebilir olduğunu gösterdi ilk önce. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşu ve burada sosyalizmin inşası ile işçi sınıfının kurucu, yaratıcı ve geliştirici özelliklerinin yine somut örneklerini sundu.

1989’larda “yeni dünya düzeni”nin teorisyenlerinin sosyalist kurtuluş umuduna düzenledikleri saldırı, Ekim Proleter Devrimi”ne ve işçi sınıfının sosyalizm pratiğine yönelmekle başlıyordu işe. Bu saldırının bir başka biçiminin temsilcileri olan katılımcı ekonomiciler ise Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği andan itibaren bütün daha sonraki dönem boyunca dünyada, asla, sosyalizm diye bir şeyin olmadığını ve gerçekleşmediğini söylemeyi ilk görevlerinden birisi sayıyorlar.

“Doğu’da çatırdayıp çöken şey, pek çok insanın inandığı gibi, sahiden kapitalizme karşı düşünülebilecek biricik alternatif ise, o zaman farklı bir ekonomik bakış açısı (Çalışmamızın başlıca konusu olan kitabın alt başlığı 21. Yüzyıl İçin Katılımcı Ekonomi’ydi. Bu alt başlığın bilinçli seçimi kitap boyunca geliştirilen düşüncelerin bütününe yansımaktadır. “Farklı bir ekonomik bakış açısı”, “alternatif bir ekonomi” vs. gibi kullanılan kavramlar, yazarların sistem eleştirme ve sistem kurmaya temel yaklaşımlarının anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Yazının ilerleyen bölümlerindeki tartışmalarımızın temel konularından birisi bu olacaktır.) geliştirmeye çalışmak gerçekten boşa kürek sallamak olur. Gelgelelim, çatırdayıp çöken, az sayıda bir eleştirmen topluluğunun 1917’den beri savundukları gibi, kapitalizme karşı çıkarılan tek ama ürkütücü derecede sorunlu bir alternatiften ibaret ise, o zaman daha iyi bir alternatif bulmaya çalışmak anlamlı bir çabadır.” sözlerine doğrudan yansımaktadır bu.

Burada çok zorlanılmadan görülebilecek olan önemli bir şey var: Bilimsel sosyalizm bir yandan, bütün insanlığın kurtulabilmesi için önce bir sınıfın kurtulması gerektiğini öngörüyor; bir yandan da bütün ezilenlerin asırlar boyunca dillendirdikleri ortak özlemlerin bilimsel bir ifadesini sunuyordu. Bu bakımdan Marksizm-

Leninizm, yalnızca “bütün ülkelerin işçileri”nin değil, aynı zamanda “dünyanın bütün halkları”nın da devrimci kalkışmalarının çıkış noktası olabiliyordu. İşte 1989’larla başlayan saldırı dalgasının temel motiflerinin Marksizm-Leninizm’e, sosyalizme, sosyalizmin pratiğine, işçi sınıfının öncü ve yaratıcı rolüne ve bununla birlikte ezilenlerin bütün umutlarına yönelişinin temelinde yatan şey buydu. Ama Geleceğe Bakmak’ın yazarları, Marksizm-Leninizm’i ve sosyalizmi, kopmazcasına bağlı olduğu bütün her şeyden yalıtma yolunu, kendi amaçları bakımından temel öneme sahip bir şey olarak görüyorlar, ve düşünce hasımı olarak seçtikleri Heilbroner’la geliştirmeye devam ettikleri polemikte şöyle diyorlar:

“Heilbroner’ın argümanı şöyledir: Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler kendi ülkelerini ‘sosyalist’ diye adlandırdığına, onları Henry Kissinger, New York Times ve Heilbroner ile hemen hemen bütün Batılı Marksistler, ‘sosyalist’ diye adlandırdığına göre, bu ülkelerdeki ekonomiler sosyalist ilkelerin somut ifadeleri olmalıdır. Dolayısıyla bu ülkelerin yaşadıkları derin krizler sosyalist değerlerin -kapitalist değerlerin biricik alternatifinin- de reddedildiğini gösterir.” (vurgular bizim)

Bu satırlarda altını çizdiğimiz sözcüklerin oldukça bilinçli olarak seçildiğine hiç kuşku yoktur. Albert ve Hahnel’e göre ilk önce Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler, (bu ülke işçileri ve halkları değil liderler) kendi ülkelerini sosyalist olarak adlandırmaktadırlar. Sonra ise, örneğin Heilbroner gibi Batılı “Marksistler”. Ve yine onlara göre, bu ülkeler, sırf bu adamlar öyle adlandırdıkları için sosyalisttirler; oysa böyle bir şey olamaz. Dolayısıyla Heilbroner vb.lerinin sosyalizmi ve alternatif arayışlarını reddedişleri tek kelimeyle anlamsızdır. Sırf birileri bu ülkeleri önce sosyalist ilan edip sonra da onun krizlerinin sonucu yine onlara (sosyalist değerlere) saldırıyorlar diye, sosyalist ilke ve değerlerden ve alternatif arayışlardan vazgeçilemez. “21. yüzyılın alternatifçileri” böyle düşünüyor ve bahsedilen ülkelerin hiçbir zaman sosyalist olmadığına dair inançlarını şu satırlarda açıklıyorlar:

“Bu örneklere ‘sosyalist’ etiketini takmak gerçek durumu yansıtsa yukarıdaki saptama (Heilbroner’ın yukarıda aktardığımız saptaması -bn.) isabetli olurdu; oysa Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler kendi ekonomilerini ‘sosyalist’ diye adlandırdıklarında yalan söylüyorlardı. Henry Kissinger ile New York Times da yalan söylüyordu. Heilbroner gibi batılı Marksistler ise ya aldatılmışlardı, ya aptaldılar ya da onlar da yalan söylüyorlardı. Sosyalist değerler (eğer bu tanımlamayla eşitlikçi ve katılımcı değerleri kastediyorsak) asla bu ülkelerin herhangi birisiyle özdeşleşmemiştir”

Michael Albert ve Robin Hahnel, görünüşte “yeni dünya düzeni”nin temel yaklaşımlarının karşısında durmaktadırlar. Buna karşı duruşlarını, “yeni dünya düzeni” teorisyenlerinin ya da sonuçta onların geliştirdikleri “düzen”e bir şekilde bağlanan kimi sözde Marksistlerin temel yaklaşımına yönelttikleri eleştirilerle izah etme yoluna gitmektedirler. Yukarıda aktarılan pasajda parantez içine alman sözlere dikkat edilsin. Onlar “sosyalist değerler”e yöneltilen eleştiri ve saldırıların, yanlışlığına ve bilim dışılığına vurgu yapıyorlar ve kendilerinin “sosyalist değerler”den anladıklarıyla diğerlerinin anladıklarının birbirinden tamamen farklı şeyler olduklarını belirtmekte oldukça ısrarlı davranıyorlar. Sosyalist değerler, parantez içinde, eşitlikçi ve katılımcı değerler… Yazarların sosyalizm (ya da sosyalist değerler) kavrayışı bu. Bir başka ifadeyle, onlar, sosyalizm denilince, bu kavramlar ekseninde örgütlenmiş ekonomik bir topluluğu anlıyorlar. Ve binleri çıkıp da “bu eksende örgütlenmiş toplumlar ve ülkeler yaşamadılar ve dolayısıyla, böylesi ülküler de yaşayamazlar” dediğinde onlar, “şimdiye kadar bu ilkeler ekseninde örgütlenen hiçbir toplum ya da ülke yoktur ve olmamıştır; öyleyse buna göre örgütlenmiş bir toplum tasarımı neden imkânsız olsun ki” yanıtını veriyorlar.

Geleceğe Bakmakçılar bir başka yerde; bu ilkeler üzerinde örgütlenecek olan kendi sistemlerini “insani değerleri somutlaştıran yeni bir sistem” olarak tanımlıyorlar. Burada kullanılan “insani değerler” kavramının bu kullanım biçimiyle, bütün ezilenlerin ortak değerleri -yazımızın ilk bölümlerinde belirtmeye çalıştığımız gibi- bir bakıma aşağı-yukarı bütün ütopyaların öne sürdüğü değerleri çağrıştırdığını anlamak zor değildir. Gorbaçov’un da belki farklı amaçlarla, ama yine de aynı “temel insani değerler” kavramlarıyla yola çıktığı burada hatırlansın.) Ama bütün bu değerlerin, eylemli bir ifade tarzıyla birleştiği bilimsel sosyalizmden ve işçi sınıfı ve halkların devrimci ve sosyalist pratiklerinden kopartılmaya çalışıldığı da yeterince açıktır.

Bunun temelinde yatan şey, bilimsel sosyalizmin, ortaya çıkışından bu yana anti-emperyalist ve anti-kapitalist bütün işçi ve halk hareketleriyle birleşen ve böylece gerçek bir maddi güç haline gelen tek dünya görüşü olmasıdır. Kapitalizme ve emperyalizme yönelen hiçbir halk ve işçi hareketi, onların yerine sosyalist bir alternatif geçirmeyi amaçlamaktan geri durmadı şimdiye kadar. Bu yüzdendir ki, devrimci proletaryanın dünya görüşünün dışında gelişen, onun dışına düşen ama bir yandan da onu bozmaya, saptırmaya ve sonuçta burjuvazi ve kapitalizme bağlamaya çalışan bütün burjuva eğilim ve düşünceler, kendilerini bir biçimde sosyalist olarak tanımlamak zorunda hissettiler. Görülüyor ki katılımcı iktisatçılar da kendilerini, bir biçimde sosyalist olarak tanımlıyorlar: Ama tarihte sosyalist değerlerin hiçbir zaman ve hiçbir yerde hayata geçmediği savını ileri sürerek. Ama sosyalizmi, katılımcılık ve eşitlik değerlerinin toplamından meydana gelen bir sistem olarak tanımlayarak. Onlar, bu yüzden kendi alternatiflerinin ismini “sosyalizm” olarak değil de katılımcı iktisat olarak adlandırıyorlar. Buradan itibaren, izlenilen yolun, sosyalizme sözde sahip çıkarak ona saldırma olduğunun izleri görülmeye başlamıştır artık.

 

SOSYALİZMİN VE KATILIMCI İKTİSADIN KURUCU ÖĞELERİ

Katılımcı iktisatçıların üzerine çokça konuştukları, Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde, sosyalist ilkelerin yaşayıp yaşamadığını, yaşadıysa hangi aşamaya kadar ve ne gibi biçimler altında yaşadığı tartışmasının yeri burası değil. Biz, Geleceğe Bakmak yazarlarını, sosyalizmin gerçek ilkelerine inanmaya, bunlarla birlikte devrimci proletaryanın devrimci ve sosyalist pratiklerine sahip çıkmaya, Marksizm-Leninizm’e inandırmaya ve ikna olmaya zorlayamayız. Ama onlar, eğer “sosyalist değerler”e sahip çıktıklarını ve insanlığın kurtuluşunun bu ilkeler ekseninde örgütlenmiş bir sistemle mümkün olduğuna inandıklarını söylüyorlarsa, bütün bunlar karşısındaki konumlarını açıkça ortaya koymak zorundadırlar.

Sosyalizm, geleceğin toplumunun sadece nereye bakılarak değil, aynı zamanda pratik, değiştirici bir bütünsel eylemin konusu haline getirilerek nasıl yaratılacağının üzerine konuşur ve buradaki temel öğe emektir. Dolayısıyla, sosyalizmde sadece ekonomi değil, bütün toplumsal ilişki ve örgüt biçimleri de, eğitim ve kültür de, her şey bu kurucu öğeye göre belirlenir. Proletarya devriminin görevi, toplumu, komünizmin bu aşamasında emek ekseninde örgütlemektir. Dolayısıyla, sosyalizmde sadece ekonomi değil, ama aynı zamanda bütün ilişki ve örgüt biçimleri de yeniden kurulur; bir önceki toplumdan devralınan hiçbir hazır biçim yoktur. Çünkü kapitalizm, her şeyiyle sermayenin çıkarlarına göre örgütlenmiş bir toplumsal biçimdir. Marx’ın deyimiyle, komünizmin bu aşamasında, “üretici olarak birey, topluma bir biçimde sunduğu emek miktarını, ondan başka bir biçimde geri alır.” Henüz, toplumun ilişki ve örgüt biçimleri de bu temele dayanmaktadır. Ama sosyalizm, sadece geleceğe bakmanın değil ama geleceğe yürümenin de, kaçınılmaz bir aşamasıdır: Özel mülkiyet sistemine son verilmiş ve emeğe göre örgütlenmiş bir toplum kurulmuştur. Ama buradaki eşitlik, henüz, sosyalizmin “içinden çıkıp geldiği biçimiyle”‘ bir komünizmdir. Burjuvaziye ait olan örgüt ve ilişki biçimleri ortadan kaldırılır: Burjuvazinin şiddet aygıtlarının yerine emekçilerden oluşan silahlı halk milisleri örgütlenir; bürokrasinin yerine, her an görevden alınabilir ve daima denetlenebilir olan temsilciler aracılığıyla uygulanan bir yönetim biçimi geçirilir. Sovyetler, sendikalar vb. örgütler emekçilere yönetimin her biçimine katılma imkanını verir. Toplum, burada, bayraklarının üzerine, “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre”yi yazmanın ilk ve zorunlu koşulunu elde edebilmiştir ancak. Özellikle Stalin dönemi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ihtilalci pratiği, bunun somut tarihsel koşullardaki zengin tecrübe ve birikimini sunmuştur.

M. Albert ve R. Hahnel’in, kendi alternatif arayışları sonucunda ulaştıkları alternatif sistemlerini katılımcı iktisat olarak adlandırdıklarını biliyoruz. Katılımcı iktisadın kurucu öğelerine geçmeden önce, katılımcı iktisatçıların, sosyalizmin temel ilkelerine nasıl yaklaştıklarını görelim.

Yazarların, okuyucuyu kendi düşüncelerine ikna etmekte kullandıkları yöntem, aslında çok bilinen ama oldukça sinsi ve oldukça kurnazca olan bir yöntemdir. Onlar, önce, “alternatif arayışların kayda değer bir uğraş olduğunu kanıtlamak üzere “ünlü bir batılı Marksist”in düşünceleriyle polemik yapmayı tercih etmişlerdi. Bir başka ifadeyle, “sosyalizmin öldüğü ve kapitalizmin kesin bir zafer kazandığı”na dair öne sürülen düşünceleri, ünlü Batılı bir Marksist’i konuşturarak öne sürmüşler, sonra da bunun alternatif arayışlara yönelmenin önünde bir engel olmadığını ifade etmişlerdi. Bu yol üçüncü bir alternatifi öne sürmenin ilk adımıydı. İkinci adım ise “sosyalizm pratiği”nin hiçbir koşulda sosyalist ilkelere dayalı bir pratik olmadığını bu sefer iki Macar yazarı konuşturmaya ve öne sürdükleri savları kanıtlamak üzere konuşturmaya başlayarak atıyorlar. Önce, yazarların kendi tezlerini dinleyelim:

“Kabul etmek gerekir ki Doğu bloğu ülkeleri üretim araçlarında özel mülkiyeti kaldırmış ve dolayısıyla kapitalizmi reddetmişlerdi. Ancak Stalinizmde somutlanan politik zulüm göz önüne getirildiğinde, bu ülkeler kapitalist yönetimi kaldırıp onun yerine bürokratik yönetimi geçirmekten bir adım öteye gidememişlerdi. Yeni yöneticiler, işçilerle tüketicilerin ortaklaşa çabalarını birlikte etkili ve adil biçimde planlamalarını sağlayacak demokratik işleyişleri hayata geçirmek yerine, gerek sıradan işçilerin gerekse tüketicilerin ekonomik kararlara katılmalarını engelleyen bir hiyerarşik planlama yolunu dayatmışlardı. Dolayısıyla bir egemen sınıfı, kapitalistleri kovup (eski patrona yuh!), onun yerine koordinatör diye adlandırdığımız bir başkasını getirmişlerdi (yeni patrona alkış!).”

Yazarlar, bu tezlerinin ardından ve bu tezlerini kanıtlamak üzere şimdi de iki Macar yazarın ağzından konuşmaya başlıyorlar. Bu Macar yazarlar, George Konrad ve Ivan Szelenyi’dir. Onların, bizim yazarlarımız tarafından “güzel ve sağlam bir dokuya sahip” olarak tanımladıkları yapıtlarının adı ise, Entelektüeller Sınıf İktidarı Yolunda’dır. Yukarıda öne sürdükleri tezi kanıtlamak üzere bu kitabı seçişlerini şöyle gerekçelendiriyorlar:

“Bu kitabı iyice okursak, ABD hükümeti, Sovyet hükümeti, New York Times ile çoğu Batılı Marksist’in bir hayli ilerisine geçip Doğu bloğunda işçilerin şu anda ekonomik yaşamlarını kendilerinin yönlendirmediklerini, geçmişte de asla yönlendirmemiş olduklarını anlamamız mümkün olur” (vurgu bizim).

Katılımcı iktisatçılar, önce, Konrad ve Szelenyi’nin bugüne ilişkin anlatımlarını aktarıyorlar; sonra da, buradan yola çıkarak geçmiş, bugün ve gelecek üzerine saptamalar yapıp düşünceler öne sürüyorlar: “Koordinatörizm üretim sorumluluklarını öyle bir şekilde paylaştırır ki, bazı insanlar (koordinatörler) esas olarak zihinsel, idari ve yaratıcı görevleri üstlenirken, diğerleri (işçiler) esas olarak başkalarının belirlediği rutin işleri yaparlar; demek ki ilk grup sonrakini yönetir.” Onların dilinde sosyalizm, koordinatörizm; ona bağlı olarak kullanılan diğer kavramlar ise bunlardan türetilmiş benzer kavramlar olarak kullanılmaktadır. Ve yine onlar, “koordinasyona dayalı ekonomi” olarak tanımladıkları sosyalizmin, uygulandığı bütün ülkelerde ve bütün zamanlarda ne gibi bir pratik işlerlik kazandığını Macar yazarlarla birlikte şöyle açıklamaktadırlar:

“Batıda olduğu gibi Doğu bloğunda da entelektüellerin kazançları, işçilerin kazançlarından çok daha yüksektir. Beyaz yakalı zihin işçileri daha iyi semtlerde, daha konforlu dairelerde otururlar. Şehirlere yerleşmeleri ve bütün hizmetlerin sağlandığı konutlarda devlet yardımıyla yaşama izni almaları daha kolay olur. Beyaz yakalılar çalıştıkları işyerlerine görece yakın semtlerde yaşarlarken, işçi sınıfının büyük bir kesimi, her gün, kamu hizmetlerinin yetersiz olduğu köylerden ya da banliyö gettolarından işe gidip gelmek zorunda kalmaktadır. Aydın kesiminin çocukları daha iyi okullara gider ve üniversiteye devam etme oranları daha fazladır. Devlet ve parti yetkililerine titiz bir bakım olanağı sağlayan özel hastanelere yalnızca entelektüeller ile onların bakmakla yükümlü oldukları kişiler başvurabilirler. Dahası, çoklukla entelektüellerin çalıştığı kurumların kafeteryalarında fabrika kantinlerinden daha kaliteli yemek çıkarılır.”

Burada, yazarların izlediği yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken iki temel nokta vardır. Bunlardan birincisi, katılımcı iktisatçıların, Macar yazarlardan aktardıkları sözler, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin son dönemlerine ilişkin yapılan gözlemlerdir, ikincisi ise, Albert ve Hahnel’in bundan çıkardıkları sonuçların 1917’den başlayarak yaşanan bütün devrimci ve sosyalist pratiklere ilişkin olmasıdır. Artık iyice bayatlamış olan bu kaba ve burjuvaziye has yöntemden yukarda anlatılan sonuçların nedenleri olmak üzere ulaşılan sonuçlar ise şunlar olmaktadır:

“Komünist partiler, iktidara geldikten sonra, işçi konseyleri, fabrika komiteleri ve sendikalardan tutun işçi topluluklarına, tiyatro gruplarına ve spor kulüplerine kadar yalnız işçilerin katıldığı bütün örgütleri çabucak dağıtmışlar ya da niteliğini değiştirmişlerdir…

“Bolşevizm, entelektüellere, iktidar ele geçirilince kendilerini özgül çıkarları temsil etme görevinden kurtaran bir program sunmuş ve özgül çıkarlardan basitçe bir güç kazanma aracı olarak yararlanmıştı… Mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesiyle ve ücretlerin doğrudan yönetim ve denetleme organlarının ortadan kaldırılmasıyla, Bolşevikler yeni bir rasyonel bölüşüm sisteminin (yani, koordinatörizmin) ana hatlarını belirlemişlerdir.”

Onların dilinde proletarya diktatörlüğü bir avuç komünistin ve entelektüellerin, işçiler üzerinde kurdukları egemenlik biçimidir. Şu ya da bu ülkede, bu biçimde olmasının hiçbir önemi yoktur bunun. Ama yazıktır ki, Albert ve Hahnel’in başlıca saldırı konusu yaptıkları koordinasyona dayalı olarak örgütlenmiş ekonomik topluluk ve ülkelerin hepsi; örneğin Heilbroner’in, örneğin Fukuyama’nın saldırı konusu yaptıkları “topluluk” ve ülkelerle aynıdır. Kuşkusuz ki “yeni dünya düzeni” teorisyenleri, sosyalizme saldırırken işçi sınıfının devrimci diktatörlükleriyle ve onun özgül bir biçimi olarak örgütlenmiş olan halk demokrasileriyle, daha sonra revizyonist diktatörlüklere dönüşen ülkeler arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Katılımcı iktisatçılar da böyle bir ayrım yapmıyorlar: Onlar, doğu bloğunun çeşitli revizyonist diktatörlüklerindeki gündelik yaşamdan seçtikleri örnekleri soyut, kuru ve kaba bir biçimde, bütün olarak sosyalizme mal ediyorlar. (Yazarların kapitalizmi eleştirirken de, diyelim ki Amerikan hayatının gündelik görünüm biçimlerinden yola çıkmaları ve eleştirilerini bu sonuçlara yöneltmeleri rastlantısal bir şey değildir.) İçini boşaltarak ve gerçek içeriğinden kopararak sözde sahip çıktıkları “sosyalist değerler”i (yani eşitlikçilik ve katılımcılık’ı) alternatiflerinin başlıca kurucu öğeleri olarak açıklıyorlar. Yer yer, Marx’ın daha çok komünist toplumun üst evresi üzerine yaptığı tanımlamaları kullanmayı ve ona öykünerek konuşmayı ise işlerine geldiği gibi, işlerinin konusu yapıyorlar.

Onların tasarladıkları sistem her şeyden önce katılımcı ve eşitlikçidir. Ve katılımcılık ve eşitlikçilik ile belirlenen katılımcı ekonomi, şu an dünyada insanlığın önünde bulunan üç ana seçenekten birisini oluşturmaktadır. Yazarlar, bu seçeneklerin, kapitalizm, koordinatörizm ve katılımcı ekonomi olduğunu ve koordinatörizmin başarısızlığının, geriye kalan tek seçeneğin kapitalizm olduğunu göstermediğini öne sürüyorlar.

 

“SİSTEM KARŞITI” DÜŞÜNCELERİN SINIFLAR MÜCADELESİ AÇISINDAN TAŞIDIĞI ANLAM

Marksizm, başta devrimci proletarya olmak üzere, bütün ezilenlere kurtuluşun gerçek yolunu gösterirken neleri ortaya koymuştu? Marksizm, her şeyden önce, işçi sınıfının bu dünyayı devrimci bir tarzda değiştirebileceğinin bilimsel ilkelerini açıkladı (diyalektik materyalizm). Tarihsel materyalizm, şu temel soruların bilimsel yanıtlarının açıklanmasından oluşuyordu: “Halk kendi tarihini yapar, ama halkın, halk yığınlarının güdülerini belirleyen, yani çatışan fikir ve uğraşların çarpışmasına yol açan nedir? İnsan toplumunun yığınları içindeki bu çarpışmaların vardığı sonuç nedir? İnsanın bütün tarihsel faaliyetinin temelini oluşturan maddi yaşamın üretiminin nesnel koşulları nelerdir? Bu koşulların gelişme yasası nedir?” Şimdiye kadarki bütün sınıflara bölünmüş toplumların tarihinin, sınıf savaşımları tarihi olduğunu ortaya koyan Marksizm, aynı zamanda tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu da ortaya koydu. Marx’ın ve Marksizm’in başyapıtı olma özelliğini hâlâ taşımaya devam eden Kapital’in alt başlığı, “kapitalist üretimin eleştirel bir tahlili”ydi. Ve sosyalizme gidişte işçi sınıfının öncü rolünün, bizzat kapitalist üretim koşullarında, emek ve sermaye arasındaki temel çelişmede yattığı bütün ayrıntılarıyla burada açıklanıyordu. Bütün insanlığın kurtuluşu için önce işçi sınıfının kurtuluşunun tarihsel bir zorunluluk ve böylece işçi sınıfının evrensel bir sınıf olduğu gerçeğinin açığa çıkarılması, sosyalizmin dayanacağı maddi gücün ne olduğunu gösteriyordu.

Dolayısıyla bilimsel sosyalizm, şimdiye kadar kapitalizme karşı geliştirilen bütün eleştirilerden, düşüncelerden ve alternatiflerden bütün bu temel özellikleriyle ayrılıyordu. Sosyalizm ve komünizm, ilk kez Marx ve Engels tarafından dile getirilen kavramlar değildi. Ama Marx ve Engels, komünizmi, “güzel bir gelecek hakkında gerçekleşemez bir rüya olarak değil, devrimci araçlarla gerçekleştirilebilir objektif bir zorunluluk, tarihten gelen bir amaç” olarak kavramışlardı. Dolayısıyla bütünlüklü bir teori olarak Marksizm-Leninizm, bütünlüklü bir toplumsal sistem olarak sosyalizme gidişte devrimci proletaryanın yegane eylem kılavuzu olabildi. Bir kez daha yineliyoruz: Ekim Proleter Devrimi ve SSCB’de Stalin döneminin ihtilalci pratiği, böylesi bütünlüklü bir toplumsal sistemin bu dünyada gerçekleşebileceğini ve gerçekleşebildiğini gösteren, sosyalist bir program ve pratik bir örnektir. Ama Marksizm-Leninizm, “tarih boyunca hiçbir toplumsal sistemin, yenilgiler, geriye çekilişler ve geriye dönüşler olmaksızın, tarihsel olarak ömrünü doldurmuş bulunan- ve çürüyen toplumsal sistemin yerini almadığını” da göstermiştir.

Kapitalizme karşı yöneltilen eleştirilerin, onun kötü sonuçlarına karşı duyulan hoşnutsuzluğun, ona karşı geliştirilen alternatif düşünce ve alternatif sistemlerin, ne gibi bir anlam ve ne gibi bir önem taşıdığının tek bir temel ölçütü vardır: Bu, yapılan eleştirinin, geliştirilen karşı düşüncenin ve alternatifin, hangi sınıfın yanında ve nasıl bir yer tuttuğudur. Çünkü her düşünce sistemi ve her alternatif, iki sınıftan birisinin kendi mücadelesinin konusu ve aracı olabilir. Bu bakımdan bizim açımızdan önemli olan, katılımcı iktisadın ve katılımcı iktisatçıların, sınıf mücadelesinde hangi sınıfın yanında saf tuttukları ve hangi sınıfın sözcüleri olduklarıdır. Yoksa kapitalizmin çıplak gözle bile görülebilir olan sonuçlarına bir biçimde eleştiri yöneltmek marifet olmadığı gibi, örneğin sırf değişiklik olsun diye sözde yeni alternatifler türetmeye kalkışmak da sürüp giden sınıf mücadelesi açısından hiçbir değer taşımayacaktır. Tarihe, bir bakıma da yakın tarihe baktığımızda, burjuvazinin güncel çıkarlarına cevap versin diye ortaya sürülen düşüncelerin hiçbirinin artık hatırlanmadığını, çabucak unutulup gittiğini görmek hiç de zor değildir.

Albert ve Hahnel, bu yapıtlarının yarattığı yankılar hakkında şunları söylüyorlar: “Bu kitabın yayınlanışından beri… insanların kapitalizmden daha iyi bir yaşamı hak etmediklerine ve bunu sağlamaktan aciz olduklarına kendilerini bir türlü inandıramayan bir avuç insan arasında, istenilir bir ekonomi konusunda kışkırtıcı bir tartışma canlanmıştır. Science and Society ve The Review of Radical Political Economics gibi bilimsel dergiler bu tartışmaya ayrılmış özel sayılar çıkarmışlardır. Z. Magazine bir sempozyuma yer vermiştir. Peacenet, internet ve zbbs gibi bilgisayarlarla haberleşme şebekelerinde katılanların birbirlerinin argümanlarına hararetle karşı çıktıkları bir dizi forum yapılmıştır. “

Bu iki ABD’li bilim adamı ve geliştirdikleri alternatif sistem, şimdiye kadar elde ettikleri ve şu yukarıda aktarılan tartışma ortamlarının dışına çıkabilecekler midir? Bu durumda sınıf mücadelesinin canlı pratiği içinde nasıl bir yer tutacak ve kime/neye hizmet edecektir? Bu sorulara verilecek yanıtlar, onların sistemlerini tartışma konusu yapacağımız yazımızın ikinci bölümünün konusu olacak.

 

DİPNOTLAR

(1) Eski Dünya’dan Yeni Dünyaya adlı derleme içinde, s. 194, Hil Yayınları, Eylül 1993, İstanbul

(2) Geleceğe Bakmak/21. Yüzyıl İçin Katılımcı Ekonomi, Michael Albert-Robin Hahnel. İngilizceden çeviren: Osman Akınhay. Ayrıntı Yayınları, Haziran 1994, İstanbul.

(3) Ütopik ve Sosyalizm, Friedrich Engels, s.58. Çeviren: Öner Ünalan, 7. Baskı, Sol Yayınları. Eylül 1993, Ankara.

 

Haziran-Temmuz 1995

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑