ÖDP üzerine

SİYASAL BİR EĞİLİM OLARAK “GLOBALİZM”

Bir siyasal partinin eleştirisi, önce programına, sonra da iktidar mücadelesi içindeki pratik tutumuna bakılarak yapılabilir. Program; partinin mücadele edeceği alanı, kendi güçlerinin sınıf bileşimini nasıl tanımladığını, neleri kimlerle yapmak istediğini gösterir. Ülkenin ve dünyanın temel, kalıcı ve güncel sorunlarını hangi dünya görüşüyle yorumladığını, nasıl bir kültürü temsil ettiğini de programdan öğreniriz. Kısaca, program, bir kimlik belgesidir. Bu kimlik, daima, hedefleri ve konumu ile diğer sosyal sınıflardan açıkça ayrılan bir sınıfa aittir. Her siyasal parti, iktidar ekseninde sürüp giden sınıf mücadelesinin bir aracı olma özelliğini de, sınıf kimliğiyle birlikte gösterir. Bir başka deyişle, toplumsal çatışma ortamında, hangi temel sınıfa dayandığı belli olmadan, bu anlamda açık bir kimliğe sahip olmadan, iktidar mücadelesi de verilemez.

Ne var ki, yaklaşık on yıldır, partilerin programlarıyla tanımlanması olanağı önemli ölçüde ortadan kalkmış bulunuyor.

Türkiye’de, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan ülke içi koşullar, dünya çapında, SSCB’nin ve “Sosyalist Blok”un çöküşünden sonra egemen hale gelen ve “Yeni Dünya Düzeni” bağlamında etkinlik kazanan kimi kavramların kolayca yerleşmesine zemin hazırladı. Bunlardan, sınıf mücadelesinin dünya çapındaki tarihi ve pratiği bakımından en önemlisi, “kutupsuzluk” kavramına bağlı olarak biçimlenen ve yalnızca “sol”u değil, burjuva siyasal partileri de etkileyen “globalleşme” kavramı oldu. Globalizmin, siyasal pratikteki sonuçlarından birisi, sözde sınıfsal-ideolojik farklılıkların anlamını kaybettiği, işlevsizleştiği bir dünyada, siyasal programlar arasındaki farklılıkların giderilmeye çalışılması oldu. “Piyasa ekonomisinin” dünyanın temel ve değiştirilemez gerçeği olduğu yolundaki önermeye bağlı olarak, siyasal etkinliğin de, ancak bu sınırlar içinde ve “piyasa ekonomisinin veri olarak kabul edildiği koşullarda geçerli olabileceği anlayışının egemen olması, Türkiye solunun bir kesimine özel bir tarzda yansıdı.

 

12 EYLÜL’ÜN YARATTIĞI SİYASAL ORTAM VE SOL

Özellikle, 12 Eylül rejiminin, 1973–80 arasındaki bütün siyasal ve ekonomik sorunların “partiler arasındaki çekişmelerden” kaynaklandığı yolundaki tezi, burjuva siyasi partiler arasındaki programatik farklılıkların giderilmesini hedefleyen girişimlere yol açtı. Her yeni kurulan siyasi partinin uyması şart olan kurallar, yasayla belirlendi. Bununla da yetinilmedi, genel ekonomik, siyasal ve diplomatik alandaki bütün programlar ve taktikler, “devletin genel çıkarları” kavramı ekseninde yeniden tanımlandı ve adeta her siyasal partiye, hazır programlar sunuldu. Bunun görünürdeki en belirgin ve ilk sonucu, Turgut Özal’ın değişik eğilimleri aynı parti çatısı altında bir menfaat birliği ekseninde birleştirmesi ve sosyal demokrat partilerin kendilerini tanımlamakta esas farklılık unsurları olarak kullana-geldikleri başlıca ilkelerden vazgeçmeleri oldu. “Piyasa ekonomisi” kavramı; devletçilik, halkçılık, sosyal devlet, tekelci sermaye karşısında görece bağımsız bir yol izleme görünüşü gibi ilkeleri ve özellikleri sildi. 12 Eylül rejimi tarafından belirlenen hukuki çerçeve, böylece her burjuva partinin uyacağı sosyo-ekonomik yapının veri alınması hakkındaki temel uzlaşmayla tamamlandı.

Siyasal partilerin birbirine hemen hemen tamamen benzeyen programları, onların ayrı partiler olarak örgütlenmelerinin gerekçesini de ortadan kaldırıyordu. Böylece, “merkez sağ” ve “merkez sol”da iki büyük parti ve bir de “buçuk” partinin Türkiye siyasal hayatı için ideal kombinezonu temsil edeceği görüşü, rejime hâkim oldu. Bununla birlikte, Türkiye’nin kendisine özgü koşulları gereği, birer çıkar ve rant paylaşım örgütü halini alan siyasal partiler, ayrı örgütler olarak varlıklarını sürdürdüler, bunlara yenilerinin eklenmesi de önlenemedi. Her partinin geleneksel üye bileşeni, çoğu geleneksel ilişkiler içinde ortaya çıkmış mahalli önderlerden, büyük tüccarlardan, taşra avukatlarından, eşraftan, emekli bürokratlardan, küçük çaptaki yerli sanayicilerden, toprak sahipleri ve ağalardan oluşmaktadır. Bunların, şu ya da bu partiye üye olmasını belirleyen şey; ucuz kredi, iş takibi, bölgesel hâkimiyet gibi çıkarların hiyerarşik dağılımının şebekesinde yer alabilme mücadelesi ya da, yerel çelişkiler ve çatışmalardır. Bu “mevki”yi elde etmenin karşılığı ise, doğrudan doğruya politikaya karışmaları çeşitli biçimlerde engellenmiş halk yığınlarını yönlendirmek, şu ya da bu partiye kitlesel halde oy vermelerini sağlamaktır. Herhangi bir partiyi tercihin nedenleri, bu örgütlülük içinde yer alanlar için, siyasal program ya da temel ilkeler olmaktan çok, bu çıkarların gerçekleştirilebilir olmasıdır. Bu yüzden, bir partiden diğerine kolayca geçilir. Aynı aileden kişiler farklı partilere üye olarak, birinin sağlayamadığını diğeri aracılığıyla elde etmek için olanak bulur.

Bu, Türkiye’nin siyasal hayatında öteden beri yaşanan bir tür “globalizm” biçimiydi. Bunun, popülist ve faşist halkçılık, devlet gücünün tartışılmaz üstünlüğünü kabul ettirmek gibi, ideolojik yönleri de vardı ve özellikle tarikat ve mezhep ilişkilerini de kullanan zincirleme bir hegemonya ilişkisi üzerinde yükseliyordu. Fakat 12 Eylül rejimi, bu “geleneksel örgütlenme biçimi”ni daha sağlam temellere bağladı ve partiler arasındaki ayrımların silinerek, Amerikan tipi, birbirinin aynısı az sayıda partiyle yürütülecek bir “demokrasi” için daha kesin kıstaslarla tanımlanmış bir zemin hazırladı. Siyasal partiler arasındaki farklılık, seçim kampanyalarında kullandıkları şarkılara kadar indi. Bu durum, Türkiye’nin siyasi tarihinin temel ilkelerine, “devletin birliği ve önceliği” anlayışıyla süregelen siyaset geleneklerine uygundu ve fazlaca yadırganmadı. ANAP modeli, farklı siyasal ve ideolojik eğilimlere sahip politikacıların, ortak çıkarlar doğru tanımlanabilirse, aynı parti çatısı altında birleşebileceğini gösterdi.

Henüz, dünyada sosyalizm-kapitalizm farklılığının genel bir anlam ifade etmeye devam ettiği koşullarda bunun başarılabilmiş olması, 12 Eylül döneminin en önemli sonuçlarından birisidir. Dünya koşulları, bu deneyin genelleştirilebilir ve sonraki zamanlar için de kullanılabilir olmasını sağladı. Böylece, eski “komünistler”le faşistler, şeriatçılarla Amerikancılar, eski darbecilerle darbelerden eza görmüş “demokratlar”; aynı partide, hatta partinin yönetiminde bir araya geldiler.

 

“SOL”DA SİYASET VE BİRLEŞME TUTKUSU: GLOBALİZMİN SOLDAKİ BİÇİMİ

Bu yeni gelişme, yalnızca burjuva siyasette değil, en genel çizgileriyle muhalefet olarak tanımlanabilecek diğer siyasal kesimlerde de etkili bir yankı buldu. Özellikle, geçmişte kendisini Marksist olarak tanımlamış kimi devrimci gruplar içinde; 12 Eylül’ün, solun hataları yüzünden başarılı olduğuna inanan ve hatalar üzerine tartışmaya başlayan kesimlerde, burjuvazinin kendi siyasal bunalımı için yaptığı çözümlemeye benzer bir sonuca ulaşıldı: Birlik sağlanamamıştı ve yenilginin nedeni buydu! Geçmişte kesin ayrılıkların nedeni olan, örgütsel köken farklılıkları, ilkeler ve programlar, sloganlar ve simgeler, mücadele biçimleri, bu bağlamda, “geçmişin yanlışları” arasında değerlendirilerek bir yana itildi ve bunların yerine, yeni hiçbir şey konulmadı. Özellikle Dev-Yol çevresindeki tartışmaların gelip dayandığı teorik bunalımın ve kuşkular ortamının nitelikleri, “merkezi plan düşüncesinin piyasa ekonomisi karşısında geçersiz kalıp kalmadığı”, “komünizmin gerçekleşemez bir ütopya olduğunun kanıtlanıp kanıtlanmadığı”, “kapitalizmin haklı olup olmadığı” gibi soruların, devrimciler arasında tartışmaya açılabilmesinde kendisini gösteriyordu.

Bitmez tükenmez “tartışma süreçleri”, “tartışma sürecinin sorunları üzerine tartışma”larla genişletilerek sürerken, örgütsüzlük ve ilkesizlik de bu kuşkulu sorulara bağlı olarak teorize edildi. Kapitalist ve emperyalist propagandanın ana temaları olagelmiş bu tür soruların, “sosyalizm içi sorunlar” olarak ortaya konulmasının, yalnızca “dünya sorunları” üzerine bir tartışma olarak kalması mümkün değildi, ister istemez, örgütlenme, devrim, teori, vb. konular da, “tartışmalı sorunlar” listesine katıldı.

Tartışmanın niteliği, tartışmaya katılanların kapsamını da genişletiyor, temel sorunlarda kuşkulu ya da başlangıçtan beri olumsuz anlamda net bir tavrı olan herkes, kendisine söz düşecek bir platform bulmuş oluyordu. Buna, “birlik arayışı” adı verildi. Birleşmenin anlamının, tıpkı burjuva Özal modelinde olduğu gibi, bütün tarafları “geçmişin reddi temelinde” toplamak halini aldığı bu süreçte, “globalizm” bir iç çizgi olarak, eğilimleri belirlemeye başladı.

Globalizm, genel anlamıyla, karşıtlıkların ortadan kalkması ve belirsizliklerin kuralları belirlediği bir zeminde, farklı özelliklerin etkisizleştirilmesi ve birlik görünüşünün sağlanmasıdır. Böylece, globalizm kavramıyla, açık uçlu ve karşıt yönlerde hareket ve değişme olanağına sahip, iç dinamizme sahip yapılar yerine; başladığı yere dönen, çelişmeleri ve çatışmaları uzlaştırılmış kapalı bir yapı önerilmektedir. “Küreselleşme”, tamamlanmış, bitmiş olmayı dile getirir. Antik felsefeden bu yana, etik ve estetik de dâhil olmak üzere, küre, nihai biçimlerin simgesi olarak kullanılmıştı. Günümüzdeki anlamı da, bu eski kullanılış biçiminden esinlenmiştir ve küreselleşmenin geleneksel olarak taşıdığı anlam; siyasal, ekonomik ve kültürel süreçlerin tümünü kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Her alanda, kendi içinde hareketsiz, değişime kapalı, çatışmasız, tamamlanmış, bitmiş olmak, günümüzde, kapitalizmin tam ve karşıtsız egemenliğini, kapitalizmin insanlığın erişebileceği son tarihsel aşama olarak kabul etmek anlamına gelmektedir.

ÖDP, kendisine yöneltilen her eleştirinin ilk aklına gelen “globalizm” kavramıyla, “Yeni Dünya Düzeni”nden yana olduğu için değil (çünkü bütün yazılı belgelerinde “Yeni Dünya Düzeni”ni eleştiriyor ve karşı duruyorlar), içerdiği değişik akım ve eğilimlerin bulunmasını bir erdem düzeyine yükseltmiş olmasından dolayı ilgilidir. Birikim dergisi, bu içeriği şöyle özetliyor: “ÖDP, hayli geniş bir sosyalist grup, çevre ve ‘bağımsız’ ile kendilerini solda, ama asıl olarak cinsel kimlik ve çevre hareketlerinde tanımlayanların epeyce bir kesimini bir araya getirerek kuruldu.” (“ÖDP, Umut, Kaygı ve İmkân”, Birikim, 83, Mart 1996)

Kuşkusuz, ÖDP’nin üyelerinin çoğunluğu, “cinsel tercihleriyle” öne çıkanlar, çevreciler, feministler vs. değildir. Birikim, ÖDP’nin medyada pazarlanırken kullanılan sloganların işaret ettiğini, ÖDP’nin asıl kimliği olarak ileri sürmekle, bir bakıma kendi temennisini de dile getirmektedir. Fakat ÖDP içinde, bütün karışıklığa, belirsizliğe karşın, hâlâ Marksizm’e, işçi hareketine, sosyalizme bağlı pek çok devrimci vardır ve ÖDP’nin, üstü şimdilik örtülmüş bulunan çelişmeleri, bu gücü açığa çıkaracaktır. Bunu görmemek ve ÖDP’yi bitmiş bir süreç olarak değerlendirmek, üstelik Türkiye’nin bu koşullarında onun bir “aşk partisi” olarak kalmaya devam edebileceğini düşünmek yanlıştır ve bunun ötesinde bir olanağın bulunmadığını ileri sürenler, ÖDP’nin bu halini “mümkün olanın en iyisi” olarak reklâm edenlerdir. “Yeni Dünya Düzeni”nin globalizmi, nasıl emperyalizmin çelişkilerini, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı ortadan kaldıramamış, ideolojileri öldürememişse; ÖDP de, kendi içinde, farklılıkların doğuracağı mücadeleyi ortadan kaldıramayacaktır. ÖDP’nin “çok renkliliği”, aslında bir kimlik arayışından başka bir şey değildir ve parti içindeki her grup, her birey bunu bilmekte ve kendi yönelimlerinin, partinin niteliği haline gelmesi için mücadele etmektedir.

ÖDP, bugünkü haliyle, geçici bir uzlaşma partisi görünümündedir. Bu, uzlaşmaların toplumsal çaptaki değişmelere bağlı olarak alacağı içeriğe göre değişecek olan bir durumdur.

 

“YENİ BİR SOSYALİZM” ARAYIŞI

Birikim çevresi, ÖDP içindeki taraflardan biridir ve partinin teorik perspektiflerinin belirlenmesinde etkili olmak bakımından birçok olanağa sahiptir. “Umut, Kaygı ve İmkân” başlıklı yazıda, bilimsel sosyalizmin temel tezlerinin ve kavramlarının gözden geçirilmesini ve teorisi ve pratiği ile yeni bir sosyalizm yaratılmasını, partinin de buna göre kimliğini belirlemesini önerirken şunlar söyleniyor:

“Kastettiğimiz şey, sosyalizm anlayışının emek/işçi-sermaye çelişkisi esası üzerine kurulu içeriğini koruyup, ona örneğin feminizmin, çevre hareketinin özgün talep ve çözümlemelerini eklemleyerek, ‘eskiden olduğu gibi’ tüm düzene muhalif akımların sözcüsü ve potası olma özelliğini yeniden kazandırmak değil. Böyle yapılarak, ’emek sermaye çelişkisinin’ her şeyi esasında açıkladığı inanç ve iddiasından alınan güçle meşrulaştırılmış totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz yapılar oluşturmak gibi karşıtlarının en fazla eleştirdiği, en fazla prestij kaybına neden olan ‘günahlarından arınabilme’ zemini kurulabileceği görüşü bizce yetersizdir”

Sözün özü: Geleneksel sosyalizmin emek sermaye çelişkisi üzerine kurulu içeriği korunarak, bunu feminist ve çevreci kimi talep ve çözümlemelerle süsleyerek, karşıtlarının en fazla eleştirdiği günahlardan kurtulunamaz.

Bu cümlenin asıl anlamını, sonundan başlayarak bulabiliriz, “sosyalizm karşıtlarının en fazla eleştirdiği günahlar” Birikim dergisinin de başlıca kaygısını oluşturmaktadır. Bunlar, başta emek sermaye çelişkisine dayalı içerik ve bunun belirlediği, “Totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz” yapılardır. Çıkış noktası, “karşıtlarının eleştirisi” olan bir anlayışın ulaşabileceği sonuç, karşıtlarının eleştirmediği bir yeni sosyalizm olabilir. Bu aynı zamanda, karşıtlarını eleştirmeyen bir sosyalizm olmalıdır. Bir başka deyişle, karşıtı bakımından bir anlam taşımayan, öyleyse, karşıtı olmayan, bir sosyalizm! Global bir yapı! Bu, ÖDP’ye egemen kılınmak istenen bütün “geleneksel” karşıtlarının ihtiyacıdır. Soğuk Savaş sloganları karşısında yılmış, Troçki’nin intikamını almaya ant içmiş, Hitler ve Stalin arasında bir fark olmadığına inanmış herkese ilaç gibi gelecek bir öneridir bu.

Temel içeriğini emek sermaye çelişkisinin oluşturduğu bir sosyalizm yerine ise, “yaratıcılık” kavramına dayanan bir sosyalizm öneriliyor. Bu, kapitalizmin, eleştirilmesi gereken temel özelliğinin, “yaratıcılıkla, yaratıcılığın engellenmesi” arasındaki çelişmede bulunduğu görüşüne dayanıyor. Birikim’in inancına göre, artık

“sosyalizm, kategorik olarak emeği savunan bir yaklaşım yerine, yaratıcılığı en özlü insani değer olarak kavrayan bir hipotezden yola çıkmalıdır. “

Bilimsel sosyalizmin, sınıf mücadelesi ve devrim teorileri, sosyalizmi tarihsel bir zorunluluk olarak tanımlamaktan yola çıkan ve “proletarya diktatörlüğü” kavramına ulaşan siyaset anlayışı, bütün dayanaklarını, emek ve sermaye arasındaki çelişmede bulur. Kapitalizmi yıkıma götürecek temel çelişme, yine bu çelişmenin bir biçimidir. Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişmenin, mülkiyetin de toplumsallaştırılması sonucunda çözüleceği ve sosyalizmin bu temel üzerinde gerçekleşeceği önermesi de buraya bağlıdır. Dolayısıyla, emek sermaye çelişmesi, sınıflar arasındaki çelişmeyi kategorize etmekle kalmaz, aynı zamanda, toplumsal değişimin olmazsa olmaz bir dinamiğine de işaret eder. Kapitalist toplumun temel çelişmesinin nasıl tanımlandığı, kapitalizmden sonra nasıl bir topluma geçilmek istendiğini de belirleyen bir öneme sahiptir. Marx öncesinde de, kapitalizmin yerine bir başka toplumsal ilişkiler sistemi kurulmasını öneren birçok düşünür çıkmıştı. Ama hiçbiri, işçi sınıfını, emek ve sermaye çelişmesini, devrimci bir unsur olarak saptamayı başaramamış ve dolayısıyla kapitalizmin yerine neyin konulacağını da tanımlayamamıştı.

Şimdi, Birikim dergisi, “totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz” bir sosyalizmden kaçmaya çalışırken, gerçekte Marx’tan öteye geçmiyor, onun öncesindeki burjuva ütopist teorilere yeniden dönüyor. Aslında sorun oldukça basittir: Sermayenin kaynağını ve varlık koşullarını artı-değer üretiminde görmek, yerine bir başka analizin konulabileceği herhangi bir toplumsal gözlem değildir. Kapitalizmin devrim yoluyla yıkılmasının hangi sosyal-maddi güçler aracılığıyla, neden gerçekleşebileceğini gösteren siyasal bir tezdir.

Kuşkusuz, bu “yeni sosyalizm”in ulaşacağı sonuçların hepsi, “emeğe göre örgütlenmiş bir toplum” projesini de reddetmeye yönelecektir. Kapitalizmi sömürücülüğünün dışında, sermayeyi de birikmiş emek olarak ele almaktan ötede tanımlama girişimi, sonuçta, sınıf karşıtlıkları ve sınıf mücadelesi gibi kavramlara da ihtiyaç duymayan bir “sosyalizm” kavramını ve yine bütün bunlardan arınmış bir “parti”yi ortaya çıkaracaktır.

Bu “yeni sosyalizm” önerisi, ÖDP’yi “cinsel tercihleri ve çevreci eğilimleri” yüzünden benimsemiş olanlar için gerçekten biçilmiş kaftan olabilir. Ama kendilerine umut verilen işçiler ve emekçiler için ne anlama gelecektir? Sömürüyü, günlük bir olay olarak yaşayan işçiler için, kapitalizmi ilk hissettiği yer olan emek sürecinin ve emeğin sömürülmesinin dışında bir yerde, yeniden tanımlama girişimi, yeni bir dünya yaratmak özlemini ve bunun siyasetine olan ihtiyacı nasıl biçimlendirecektir? Böyle bir tanımda, işçi sınıfının tarihsel rolünün ne olacağına karar verilebilir mi?

Bu sorulara, devrim ve sosyalizm açısından verilebilecek hiçbir olumlu cevap yoktur.

“Yaratıcılıkla yaratıcılığın engellenmesi arasındaki çelişme”nin esas alındığı yeni bir sosyalizm tanımlaması, ÖDP’ye bir aydın grubu tarafından “dıştan” önerilmiş bir yol olarak değerlendirilemez. Bu önerinin içeriği, doğrudan doğruya ÖDP’nin öne çıkartılmak istenen kimliğiyle bağıntılıdır. Çünkü Birikim, önerisini yalnızca teori düzeyinde tutmuyor. Bunu, örgütlenmenin bileşimi bakımından da vazgeçilmez olarak görüyor.

Böylece de, Birikim’e göre, farklı eğilimler ve özlemlerle partiye girmiş olanlar, “özgürlük ve dayanışma” kavramlarını, her birini altında barındıran bir “çatı” olarak değil, “çatıyı tutan”, “binanın tüm bölümlerinin kendisine açıldığı ana giriş kapısı”, “binayı tutan sütun”, bir “eksen” halinde görebileceklerdir. Partiyi, “çoğulcu yapısını koruyarak” devam ettirmenin başka yolu görünmüyor. Bu çözüm yolunu sadeleştirecek olursak, geriye şu kalacaktır: Kapitalizme karşı, emek sermaye çelişmesini merkezine alan bir mücadelenin “bölücü” bir mücadele olduğu açıktır. Sınıf farklılıklarının ve karşıtlıklarının açıkça ve dolaysız olarak göründüğü bu biçim altında, “yaratıcılık” artık birleştirici öğe olarak kalamaz. Öyleyse, Birikim’e göre, ÖDP’nin şu anda derlediği “çoğul”luk, böyle bir çelişmeyi eksen alan parti programının yaratacağı gerilimine dayanamayacaktır. Kapitalizme karşı, emeği savunanlarla, kendi yaratıcılıklarının, kim bilir belki de bir sermayedar olarak işe yarayacağını savunanlar için, birliğin sonuna gelinecektir.

“Cinsel kimlik hareketinin gündeme getirdiği tabular”ın, “erkek egemen kabullerle teşekkül etmiş yerleşik ilişki kalıplarının” bağlayıcılığından kurtulmanın ilkelerini de, yine, “yaratıcılık” perspektifi sağlayacaktır! Yine özetlenebilir: Kapitalizmin sömürü ilişkileriyle doğrudan ilişkisi olmayan ve ilişkilerin görünür sonuçlarını kendilerine mücadele alanı olarak seçmiş herkes için, kapitalizmin temellerine dokunmamayı vaat eden bir program, buradan çıkarılabilir!

Birikim, bu öneriyi, “Marksizm’i terk etmek diye yorumlayıp hüküm vereceklerin” bulunduğunu söylüyor ve ekliyor: “Marksizm, şimdiden oluşturmak göreviyle yükümlü olduğumuz 21. yüzyıl sosyalizmi’nin en önemli bileşeni ve kaynaklarından biridir.” Evet, modası geçmiş 19. yüzyıl sosyalizminin, Marksizm’in, günümüzdeki yeri, yalnızca “oluşturulacak olan” yeni sosyalizmin bir bileşeni olmaktan ibarettir.

ÖDP, gerçekten böyle bir “yeni perspektife ihtiyaç duyuyor mu? Sosyalizm kavramını tümüyle yeniden kurmayı göze alabilecek kadar, kendi “çoğulculuğunun” bu ölçüde tutsağı mı? Böyle bir “çoğulculuk” olmazsa olmaz mı ve bunu sağlamanın yolu; mutlaka sosyalizmin sözde yeniden kuruluşundan, revizyonundan mı geçiyor?

ÖDP’nin, ya da ona benzer bir başka partinin doğuş gerekçesi, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı siyasal koşullar içinde oluştu. Yenilginin ortaya çıkardığı değerlendirmeler arasında, ÖDP’ye kadar gelen süreç içinde en etkili olan başlıca ikisinden söz edilebilir: Birincisi, solun parçalanmışlığı, antifaşist bir cephe oluşturmaktaki yetersizliği ve kendi içinde çatışmaya girmiş olmasıydı. İkincisi ise, doğrudan doğruya Marksizm’e ilişkindi ve özellikle “Stalinizm” olarak adlandırılan program ve taktikler, yenilgiden sorumlu tutuluyordu. Bu tartışma, Stalin’den geriye doğru; Lenin’i, Engels’i ve sonunda Marx’ı da kapsayan bir yeniden gözden geçirmeye yol açtı. Her iki gerekçe de, yenilgiden doğrudan doğruya solu, teorisiyle ve pratiğiyle solu sorumlu tutan, bir daha yenilmemenin yolunu da yine yalnızca kendi yeniden yapılanmasında arayan bu gerekçeler, bu kurgusal olumsuzluğun ortadan kaldırılması arayışıyla belirlenmiş bir dizi tartışmaya yol açtı. Kuruçeşme Toplantıları adıyla anılan ve 12 Eylül’den geriye kalan bütün eğilimleri tartışmaya ve yeni bir çıkış yolunu aramaya çağıran girişim; o koşullarda amacına ulaşamadı ama bundan sonrası için gerekli perspektifleri ve solun en azından bir bölümü için “geçerli tek yol” olarak tanımlanabilecek eğilimin ana çizgilerini ortaya çıkardı.

Bu çizginin başlıca kurucu unsurlarının, son derece konjonktürel özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Toplumsal muhalefetin ana güçlerinin, işçi, emekçi ve gençlik hareketinin tümüyle bastırıldığı, devrimci demokrat örgüt ve partilerin kapatıldığı, sendikaların işlevsiz hale getirildiği bir ortamda, muhalefetin kendisini gösterebildiği sınırlı alanlar içinde, cezaevlerindeki mücadelenin yankıları ve uzantılarıyla, eşcinsellerin ve travestilerin kendilerine yönelik baskılara karşı, açık bir kasıtla “medyatik” kılınan direnişleri görünüyordu. İşçi sınıfıyla, geçmişte de ciddi organik bir bağ kuramamış olan solun bir kesimi için, bu yeni “dinamikler” birdenbire önemli göründü. Kökenleri bakımından da, kendi dinamiklerinden koparılmış olan geçmişin devrimci örgütleri, cezaevleri mücadelesinde kendi yurtdışı varlıkları için bir zemin bulurken, “asosyal” grupların kendilerine yapılan işkence ve baskıya karşı duruşlarında da, hiç olmazsa, önce rejimi teşhir için malzeme, sonra da, siyasal tutumlarını gözden geçirmek için bir fırsat buldular.

Bu arada, kimi küçük burjuva çevreler de, 12 Eylül öncesinin örgütlerinde, aşka izin verilmediği yolundaki “bir sevgilinin elini bile tutamamış olmak” biçimindeki yaygın bir propaganda işliyordu. Neredeyse, “başlıca hata ve zaaflardan” birisi olarak gösterilen bu durum, kısa zamanda, siyasal taktiklere ve teoriye yaklaşımın eleştirisinde kullanılan gizli bir referans haline geldi. Aşağı yukarı eşzamanlı olarak, aynı çevreler, kadın hareketini keşfettiler. Bu konu üzerine yapılan’ kimi eleştiriler, 12 Eylül rejiminin feminist hareketin ortaya çıkışında oynadığı rolü, neredeyse bir komplo teorisinin parçası olarak değerlendirmiştir. Hiç kuşkusuz, feminist hareket, devrimci hareketi yozlaştırmak amacıyla kurulmuş bir komplonun sonucu olarak doğmadı; ama bir bütün olarak devrimci komünizmin bütün mevzilerinin berhava edildiği, buna göre daha serbest alanlara göz yumulduğu bir dönemin ürünü olarak ortaya çıktı. Muhalefeti bir biçim altında derlemek ve yönlendirmek isteğini hâlâ taşıyan devrimci kadınların bu harekete yönelmelerinde ise, bir yandan da “geçmiş dönemin hatalarına karşı” takınılan ve bütün eksikliği devrimci teorinin ve pratiğin kendisinde arayan tutum, etkiliydi.

Kadın hareketi ve cinsel kimlik hareketleri, aynı zamanda, Avrupa solunun, Sovyet sosyalizminin değişik dönemlerdeki farklı özelliklerini fazlaca dikkate almayan ve bütün pratiği “Stalinizm” olarak niteleyen son dönem teorik yaklaşımlarını, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak anlamak yerine, bitmez tükenmez metin incelemelerinin konusu olarak ele almayı yeğleyen değişik akımların da tartışma zemininde yer almasını kolaylaştırdı. Bütün bunların ortak paydası, Marksizm’in, işçi ve emekçi hareketi dışında, aydın çevrelerine özgü ilişkiler içinde yeniden ele alınmasıydı.

Sonuçta, bütün dünyada proleter hareketinin son otuz yıl içinde uğradığı bütün aşınmalar içinde ve ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesinin sonucunda proleter devrim teorisine sızan köylü ve küçük burjuva politika ve ideolojilerin etkileriyle oluşmuş devrimci demokratik hareketlerin geleneğinden gelen çevrelerde, içinde bulunulan ortam, Marksist teorinin devrimci niteliklerinin saflığının korunması konusundaki bütün endişelerin bir yana bırakılmasını mümkün kılan koşulları yarattı. Temel endişe; özgürlük ve demokrasi kavramlarında dile gelen özlemleri, onlara verilen içerik ayrılıkları fazlaca önemsemeden, bir örgüt biçimi altında bir araya getirmekten ibaretti. Böylece geçmiş dönemde başlıca ayrılıkların kaynağı durumunda olan ilkeler ve siyasi programlar, yalnızca “hâlâ orada otlayanlar” tarafından savunulabilecek gerilikler olarak ilan edildi.

Esneklik, köşelerin törpülenmesi, yalnızca solcuların kendi aralarındaki ilişkilere uygulanmadı: Aynı zamanda devlet, egemen sınıflar, kapitalizm ve emperyalizm de, daha esnek, daha ılımlı, daha “aklı başında” analizlerin konusu olmaya başladılar.

Eskiden yapılmış ve söylenmiş her şey, doğru, yanlış, olumlu ya da olumsuz olmasına bakılmadan, yalnızca eskiden de yapılmış oldukları için, bu yeni eğilim tarafından dışlanmalıydı. Öyle ki, ÖDP, parti içi bir yayın çıkarırken, böyle bir etkinliğin, daha önceki partiler tarafından da yapılmış olmasından, en azından huzursuzluk duyduğunu hissettirecektir: “İlk bakışta, bu bülten alışılagelmiş propaganda materyallerinden biri olarak değerlendirilebilir… Kuşkusuz bunda gerçeklik payı var. ÖDP’nin bugünden yarına, alışageldiğimiz araçlara sırtını dönmesini bekleyemeyiz ve bu gerekli de değil. Önemli olan, bu araçların içeriğinin günün ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesidir.” (Bülten, Mart 1996)

Bülten’in ilk sayısının birinci sayfasında yayınlanan çıkış yazısının ilk paragrafı bu. Neredeyse, böyle bir yayını çıkarmak zorunda kalındığı için özür dileniyor. “Alışılagelmiş propaganda materyalleri”ne karşı bu tutumun, yeniyi, daha ileriyi aramak için bir fırsat yarattığını ve bunun olumlu bir yanının bulunabileceğini düşünebiliriz. Ama ÖDP’nin endişesinin kaynağında, bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği bulunmamaktadır. ÖDP’yi oluşturan gruplar ve bireyler içinde, bir parti olma kavramının çağrıştırdığı her unsura karşı, dikkat ve tedirginliği paranoya derecesine yükseltmiş olanlar vardır ve bunların etkisi küçümsenmeyecek ölçüdedir. Dolayısıyla, merkezi yayın organının içerdiği “merkez” kavramının, örgütsel hiyerarşi, yönlendirme ve düzenleme gibi kavramları içerdiği ya da en azından çağrıştırdığı için, “parti olmayan parti” düşüncesini ileri sürenlerin, sayılarının bir hayli fazla olduğu bilinen “ben kendimi yönettirmem arkadaş” diyenlerin, liberterlerin (anarşistler), “grubumuzun iç işlerine karışılıyor” itirazını yükseltmeye hazırlananların ve diğerlerinin tepkisi ile karşılaşması uzak bir olasılık değil.

 

EMEĞİN ÖRGÜTLENMESİ VE KAPİTALİZM KARŞISINDA TUTUM

Parti fikrine karşı bu tutumun kaynağında, kapitalizmin ve sınıflar mücadelesinin doğası hakkındaki bulanıklık, daha doğrusu, bütün bunların da “eskimiş” olduğuna dair bir kanaat bulunmaktadır. ÖDP içinde etkili birçok grup, farklı öncüllerden yola çıkmış olsa da, sosyalizmden çok, kapitalizmin iyileştirilmesini önemsemektedir.

“ÖDP, sermayeyi ülke çıkarına davranmaya zorlayacaktır. Ve bunu çalışan sınıfların desteği ile onların birliği ve örgütlülüğü ile yapabileceğinin bilincindedir. Biz globalleşme oyununa bu sekide katılacağız. Oyunu başkalarının değil, kendimizin kazanacağı şekilde oynamaya çalışarak.” diyebilen Ahmet Çakmak bunlardan birisidir. Bu sözlerde, burjuvazinin ülke çıkarına bir kapitalizmi “emekçilerin zoruyla” uygulayabileceği ileri sürülmektedir. İktisatçı Ahmet Çakmak, Türkiye’de sermayenin birikim ve merkezileşme sürecini, bunun emperyalizmle olan ilişkisini, bilmez değildir. Ama işçi ve emekçi yığınların etkisinin ve gücünün, bu kapitalizmi ortadan kaldırmaya yetmeyeceğine ve kapitalizm içinde, “kötü kapitalistlere karşı”, ancak iyi bir kapitalizm programını ileri sürerek mücadele edilebileceğine ikna edilmiştir. Aynı içerikteki görüşler, başka ÖDP’liler tarafından da dile getirilmiştir. Mustafa Sönmez, 26 Şubat 1996 tarihli Milliyet gazetesinde şunları söylemektedir: “Üretken olma, istihdam, adil gelir dağılımı, çağı yakalayabilme, vergi verme, çevreyi koruma, insana yatırım yapma, eğitime katkıda bulunma gibi önceliklere uyduğu ölçüde; ÖDP iktidarının özel sektörle bir problemi olmaz. Tersine, her türlü teşviki sağlayabilir. “

Bu özellikler, günümüzde Eczacıbaşı, Koç ve Sabancı gibi büyük tekelleri karakterize eden özelliklerdir. “Oyunu kuralına göre oynayan” bu anlamda “ülke çıkarlarını gözeten” köklü burjuvalardır onlar. Üretkendirler; sürekli yatırım peşinde koşarlar, yeni teknolojileri, “how know”ları ithal ederler, “insana yatırım yaparlar”, çevreleri tertemizdir, vergi şampiyonları listelerinde her yıl adları okunur, “eğitime katkıda bulunurlar” özel üniversiteler, okullar, yurtlar açarlar ve bununla övünürler. Bunlar gerçektir. Ama bütün bu özellikler, onların aynı zamanda bütün gericiliğin ve yıkımın kaynağı olan, emperyalist sermaye ortakları, tekelci kapitalistler oldukları gerçeğini örtemez. Bütün bu “imaj” unsurlarının, “ÖDP iktidarını” kandırmaya yeteceğini şimdiden ilan etmek, onlara “her türlü teşvikin sağlanacağı” güvencesini vermek, geleceğe dair bir program ve politika anlayışını açıklamaktan çok, ÖDP’nin bugünü ile ilgili bir tutumdur. ÖDP’li ekonomist, partisinin burjuvazinin “çağdaş” kesimleri tarafından kabul edilmesini, hoş görülmesini, işçi ve emekçilerin taleplerinden daha fazla önemsiyor ve böylece, partiyi, “sosyal demokratların boşalttığı yere” yerleştirmek istiyor. Kapitalizm ve burjuvazi hakkındaki görüşlerin bireysel, kişiye özgü ve partiyi bağlamayacağı savunması, çok geçerli değildir. Bu tür anlayışlar, ÖDP’nin kendisine seçtiği kulvarda yeşermekte ve güç bulmaktadır.

Sosyal demokrat partilerin işlevlerini tümüyle yitirdiği, tabanlarından koptuğu ve burjuva muhalefet kanadında açık bir boşluğun doğduğu koşullarda, pek çok ÖDP’liyi ilgilendiren temel hedef, bu boşluğun kapatılması olmuştur. Yine pek çok ÖDP’lide, örgütlenme ve politika yapma anlayışının sınırları da bununla belirlenmektedir. CHP’li ya da DSP’li bir il veya ilçe yöneticisinin, bazen tüm yöneticilerin partilerinden istifa ederek ÖDP’ye katılması, partililer arasında en çok sevinilen durumlardan biridir. ÖDP’lilerin “tabelalarını da söküp bize geldiler” hikâyelerini anlatmaktan büyük zevk aldığı görülüyor. Bu psikoloji, partinin işlevleri ve niteliği hakkında, partililere egemen olan anlayışın yansımasıdır. Anlatılan olayların kahramanları, çoğunlukla, gerçekte şu anda ÖDP’nin bileşenlerinden biri olan gruplardan herhangi birinin, ’80 öncesindeki taraftarlarından ve CHP’lileşmiş unsurlardan birisidir ve adamcağız, seçtiği siyasi çizgiye uygun yeni bir parti bulmuş, üstelik eski arkadaşlarıyla da buluşma olanağına kavuşmuştur, o kadar. Bu durumun bir propaganda teması olarak kullanılması, ancak “reklâmın kötüsü olmaz” anlayışıyla açıklanabilir. 12 Eylül sonrasında sosyal demokrat partilere katılmış eski devrimcilerin bu seçimlerinde rol oynayan aynı etkenlerin, şimdi ÖDP’ye katılmakta da etkili olup olmadığı sorgulanmalıdır. Böyle bir tartışmada elde edilecek sonucun ÖDP’li devrimciler açısından sevindirici bir yanının bulunabileceğini söylemek çok güçtür.

 

PARTİ OLMAK YA DA OLAMAMAK

ÖDP’nin çözülmeyi bekleyen temel çelişkisi, daha başlangıçta, parti olarak örgütlenme kavramına karşı olanların önemli bir ağırlık taşıdığı grup ve kişilerin bir parti kurmaya girişmiş olmalarında yatıyor. ÖDP için çözüm, Türkiye’de siyasi mücadeleyi yürütecek bir örgütün tabiatının ne olacağına siyasi mücadelenin kendisinin karar vermesiyle ortaya çıkacaktır.

Bunun yeniden denenmesinin gereği var mıdır? Örgüt biçiminin ve bileşiminin yeniden araştırılması, eğer alışılmış kalıplar açısından bakılırsa, geleneksel siyaset yapma yollarına bağlı kalınırsa çok gerekli değildir.

Türkiye’de yasal mücadele ile burjuva tipte parti anlayışları genellikle birbiriyle uyumlu olagelmiştir. Bir genel merkez, il ve ilçe örgütleri namına birer büro, seçimden seçime yürütülen kampanyalar… Bu örgütlenme modeli, “seçmen-parti” ilişkisini esas alır, “hedef kitle”sini yalnızca seçim dönemlerinde işe yarayacak bir oy deposu olarak görür ve buna uygun olarak da kendi içinde, kesin bir bürokrasi egemendir. Bürokrasi ve örgüt biçimi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Kendi görüşlerine kazandığı ya da toparladığı kitleyi, gündelik politik mücadele içinde seferber etmek diye bir sorunu olmadığı için, gücünü ve etkisini ölçebileceği tek kıstas, seçimlerde alabileceği oy sayısıdır. Bürokratik merkeziyetçiliğin kaynağı, “mücadele”den ne anlaşıldığına bağlı olarak ortaya çıkan örgütlenmenin hedefleri ve biçimi içinde bulunur. Bürokratik bir örgüt, kitlesel bir örgütlenme değil; kitleleri politik tercihler konusunda yönlendirmeyi hedefleyen bir grup örgütüdür.

ÖDP’yi yeni arayışlara yönelten, bu model değildir. “Parti olmayan parti” kavramı, parlamenter tipte büro partilerinin eleştirisinden değil, haksız ve yanlış olarak Leninizm’e mal edilen, çarpık illegal örgüt pratiğinin, liberter tarzda eleştirilip reddedilmesinden doğmuştur. Farklı biçimlerde ve farklı kaygılarla geliştirilmiş olsa da, bu eleştirinin genel içeriği, “sivil toplum” ve “sivil inisiyatif” kavramlarına dayanmaktadır. Otonom birimlerin aşağıdan yukarı örgütlenmesini esas alan ve koordinasyonla görevli zayıf bir merkezle tamamlanan bu model önerisi, ÖDP’ye temel yönelimlerini veren “geçmiş pratik”le bağlarını koparma arayışından doğmuştur.

Ne var ki, ÖDP’nin şu andaki örgütlenme pratiği, yine il ve ilçe örgütlerinin kurulmasını esas almakta, ancak bunun “çoğulcu, demokratik ve katılımcı” bir biçimde gerçekleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bunun mevcut modellerden, köklü-niteliksel bir farklılık olduğu söylenemez. İl ve ilçe yönetim kurulları, yerel gruplar tarafından, merkezce tanınan demokrasi içinde kendi yöneticilerini seçecekler, bu seçilmiş yöneticiler, merkez tarafından tanınacak -atanacak- ama bu yöneticilerin gerçekte yerel mücadelenin neresinden geldiği, yalnızca belli bir grubun içindeki demokrasiyi, katılımcılığı ve çoğulculuğu mu temsil ettiği, yoksa gerçekten işçi ve emekçi kitlelerinin örgütlenmesini mi yansıttıkları, “tabelalarını söküp gelen CHP’liler” örneğinde olduğu gibi, önem taşımayacaktır. Çünkü bu örgütlenme modelinin birimi; yine, il ve ilçe örgütleridir, bürolardır, örgütlenenler ise, buralara gelip giden insanlardır. Bu yapı içinde katılımcılık, demokrasi ve çoğulculuk, tümüyle biçimsel kalacak, partililer arasındaki ilişkileri tanımlamanın ötesine geçemeyecektir. Örgütlenmesinin esasını, seçim ve kongre düzeninin belirlediği bir partide, bundan ötesi mümkün değildir. Bunun yol açacağı sonuçlar da, bütün kurucuların ve üyelerin niyetlerinden bağımsız olarak, partinin kitlelerle ve kendi içindeki ilişkilerinde, var olan diğer partilere benzemek olacaktır. Yönetici organlara seçilmek, milletvekili, belediye başkanı ya da belediye meclisi üyesi adayı olmak bir imtiyaz halini alacak, alışılagelmiş siyasal ilişki kalıplarının beklentileri, partinin genel atmosferini belirleyecektir. Bunun gerçekleştiği ya da böyle eğilimlerin ortaya çıktığı durumlarda çoğulculuk ve demokrasi, yerel ilişkilerin belirlediği tersine işleyen bir mekanizmaya dönüşecektir.

Buna karşılık, grupların, eğilimlerin, siyasi programların çoğulculuğunu ve bunlar arasındaki biçimsel demokrasiyi bir örgüt ilkesi haline getirmek yerine; toplumsal hayatın temel hücrelerinde, Emek Partisi’nin kullandığı kavramla söylenecek olursa “birimler”de, gerçek toplumsal ilişkiler temelinde üretim ve yerleşim esasına göre belirlenmiş örgütler yaratmaya çalışmak, gerçekten yeni bir örgüt modelini denemek anlamına gelebilirdi. Katılımcılık, çoğulculuk ve demokrasinin, toplumsal değişimi gerçekleştirecek gerçek güçler arasındaki ilişkileri tanımlayan kavramlar olarak hayat bulmasının da başka yolu yoktur.

Birimler temelinde örgütlenme, başlıca iki büyük üstünlük sağlayacaktır. Birincisi, örgütlenme, alışılagelen, il ve ilçe örgütlerine dayanan “bölge esasına göre örgütlenme” biçiminden kurtulduğu için, “işçi ve emekçiler adına politika yapan partililer”in hayat bulduğu başlıca ortam kaldırılmış olacaktır. Büroların, çalışmanın merkezinde olduğu bütün örgüt biçimleri, kendilerini ne kadar sosyalist ya da “emekten yana” partiler olarak adlandırsalar da, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden ne kadar çok söz etseler de, seçkin azınlığın partisi olmaktan kurtulamazlar. Politikanın doğrudan doğruya işçi ve emekçi yığınlar tarafından yapılmasını sağlamak, yığınların gücünü ortaya koyabilmek, yığınların kendi gündelik mücadelelerini yürüttükleri birimlerde kurulmuş kendi örgütleri aracığıyla gerçekleştirilebilir. Mevcut “kitle” partilerinde, partinin yığınlarla yüz yüze gelişinin yolları, ya yazılı ajitasyon ve propaganda malzemeleriyle, ya da seçimden seçime düzenlenebilen toplantılarla mümkün olmaktadır. Parti, kitlenin dışında, üzerinde bir yerdedir ve onunla görüşmek, özel koşullara, özel ortamların sağlanmasına bağlıdır. Amaç, yalnızca partinin görüşlerinin aktarılması ve oy verecek insanların etkilenmesi olunca, bu kadarı yeterlidir. Ama kitlelerin gücüyle gerçekleşecek köklü bir toplumsal dönüşümü hedef edinmiş bir parti için, bu örgütlenme tarzının hiçbir anlamı yoktur.

İkinci olarak, bu tarz örgütlenme, doğrudan bu hedefi gerçekleştirecek olan kitlelerin siyasal deneylerinin bizzat kendi ellerinde birikmesini sağlayacak, işçiler ve emekçiler, yönetici sınıf olmanın ilk bilgilerini burada elde edeceklerdir. Siyasal mücadelenin, partinin yöneticileri tarafından yürütülmesi ana fikrine dayanan eski tipteki partilerden tamamen farklı olarak, kendi taban örgütleriyle siyasete doğrudan katılmayı ve önce kendi kendilerini, sonra bütün bir toplumu yönlendirme ve yönetmeyi, işçiler ve emekçiler bu örgütlenme biçimi içinde öğreneceklerdir. Bu olanağı bugünden geliştirecekleri örgütlenme biçimlerinin yaratılması zorunludur.

Toplumsal çapta bir dönüşümün ancak kitlelerin köklü bir tarzda dönüşmesine bağlı olduğu ve bunun sağlanabileceği tek alanın da dolaysız siyasi mücadele olduğu gerçeği açısından, il ve ilçe teşkilatlarına dayanan parti modeli, her şeyden önce bunun gerçekleştirilebilmesinin önünde köklü bir engeldir.

Eski tipteki bu partiler, kendi içlerinde hiyerarşik yükselme olanaklarını ne kadar açık tutarlarsa tutsunlar, “katılımcı, çoğulcu, demokratik” ilkeleri ne kadar titizlikle uygularlarsa uygulasınlar, yalnızca biçim dolayısıyla, yönetim tarzının bürokratik, yöneticilerin niteliklerinin “seçkin” olmasının önüne geçilemeyecektir.

ÖDP’nin buna karşılık düşünebildiği tek yol, “Parti olmayan parti” olarak formüle edilen ve neredeyse federatif bir yapıyı öngören ve merkezi siyasal işlevlerin tümüne karşı olmayı ifade eden bir modeldir.

Bu biçim altında bir anti-hiyerarşi adası yaratma girişimi, başarısızlığa mahkûmdur. Bu iyi niyetler, ütopyalar, anarşik düşler ve yanılgılar karmaşasının, Türkiye’ye özgü koşullar içinde kendisini gerçekleştirebileceği hiçbir nesnel zemin yoktur. Bürolara dayanan herhangi bir biçimi temel biçim olarak kabul etmek, sonunda bu biçimin kendisine özgü ilişkileri de er geç dayatmasını kabul etmek demektir. Böyle bir biçim, salt biçimsel bir unsur olarak etkisiz kalamaz! Her biçim, belli bir içeriği temsil ettiği kadar, kendisine özgü içerikler de yaratır. Biçimsel olarak, bütün geleneksel parti modellerini örnek almak, ama onların ilişkilerinden farklı ilişkiler yaratmak ve ilişkilerin bürokratik ve despotik bir içerik almasını önlemek için gerekli koşulları sağlamaya çalışmak, bir bakıma akıntıya kürek çekmektir.

Bunun gerçekten sağlanabilmesi için ilk ve en önemli koşul, üye bileşiminin ve yönetimin ağırlıklı olarak, mücadele içinden gelen modern sanayi proleterlerinden oluşması ve bunlar eliyle örgütün tümüne işçi alışkanlıklarının ve geleneklerinin egemen kılınmasıdır. Kuşkusuz, bu hedefe ulaşmak, parti kurucularının ya da teorisyenlerinin niyet ve isteklerine bağlı değildir. Örgütlenmenin ve denetimin “aşağıdan” karakteri, tümüyle örgüt modelinin sağlayabileceği bir olanaktır.

Şu halde gerçekten katılımcı ve demokratik bir örgüt, emek kavramını eksen alan ve işçiler ve emekçiler arasında, eski siyasal ve ideolojik görüşleri bir ayrım çizgisi olarak kabul etmeyen, kitlesel hareket ve örgütlenme çalışmasını işçi tarzında yürütebilmenin gereklerini ölçü olarak alan bir örgüt olabilir.

Buradan da anlaşılabileceği gibi, “bütün solcuların birliği”ni hedefleyen ya da bunu az çok gerçekleştirmiş olmayı bir başarı olarak gören ÖDP’den farklı olarak, Emek Partisi, gerçek anlamda işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasını önemsemektedir. Bu çerçevede de, “katılımcılık, demokrasi” kavramları, solcuların değişik grupları, feministler, vb. arasındaki ilişkileri değil, işçi ve emekçi kitlelerinin kendi aralarındaki ilişkileri tanımlayan bir içerik kazanmaktadır.

Hiç kuşkusuz, birim örgütlerinin ilişkide olduğu işçi ve emekçiler arasında, burjuva partilerine oy veren, onların görüşlerine inanan hatta bu partilerde yöneticilik yapan binlerce işçi bulunmaktadır. Bir devrimci işçi partisi, bütün bunları saflarında toplamak zorundadır. Fakat bu, partinin değişik siyasi fikirlerden işçilerin karmaşası olduğu anlamına gelmez. İşçilerin dünyaya partinin gözüyle bakmalarını sağlamak; partiyi, bütünüyle kendi hayatlarının bir parçası olarak örgütlemeleriyle mümkündür. Partinin kendi teorisi ve taktiği vardır ve bu, onu, düzen partilerinden ayıran devrimci özelliklerinin bir ifadesidir. Bu, bir çelişme gibi görünse de; gerçekte, değişik siyasi düşüncelere sahip işçilerin kendisine özgü ve net bir siyasi çizgisi bulunan parti safında mücadeleye katılabilmeleri, örgütlenme ve çalışma tarzının özellikleriyle sağlanabilir ve gerici siyasi partilere eğilim duymalarının gerçek ve nesnel bir nedeni bulunmayan işçi ve emekçi kitleleri, doğru saptanmış hedefler doğrultusunda yürütülen gündelik mücadele içinde ve birim örgütleri etrafında, kendilerini gerçekten ait oldukları yerde bulabilirler.

ÖDP’ye yol açan teorik belirlemeler içinde, partinin bu tarzda kavranmasına ilişkin bir işaret yoktur. ÖDP, yukarıda da belirttiğimiz gibi, esas olarak “solun birliği” kavramından yola çıkmıştır ve bu, kurtulmayı istediği “eski tipteki ilişkiler ve alışkanlıkların sürekli olarak yeniden üretilmesine kaynaklık edecek bir yoldur. Türkiye devriminin gerçek ihtiyacı; solcuların, sosyalistlerin birliği değildir. Bunun ilkeli ve ciddi bir birlik olamayacağı, olsa bile, bunun işçilerin ve emekçilerin bizzat kendileri tarafından yürütülmesi gereken mücadeleleri bakımından çok büyük önemi olmadığı görülmüştür. Önemli ve gerekli olan, emek güçlerinin birliğinin sağlanması ve güncel ve stratejik hedefler doğrultusunda birleşik mücadelelerinin örgütlenebilmesidir.

Özetle, “solcular ve sosyalistler arasında çoğulculuk, katılımcılık ve demokrasi” yerine; işçiler ve emekçiler arasında katılımcılık ve demokrasi. Bugün ÖDP ile Emek Partisi arasındaki en temel farklılık, diğer bütün ayrım noktalarını da belirleyen en önemli anlayış farklılığı işte budur.

 

MÜCADELE ÇİZGİSİ

ÖDP, 12 Eylül sonrasında, uzun bir dönem boyunca, yalnızca insan hakları örgütlerinde ve onların programları ve temaları etrafında mücadele olanağı bulabilmiş pek çok insanın, bu süreçte edindiği ve taşıdığı siyasal, ideolojik ve örgütsel alışkanlıkların, eğilimlerin etkilerin üzerinde kurulmuştur ve bunları büyük ölçüde programatik ilkeler halinde formüle etmiştir.

ÖDP programı, program mantığı ve parti programı kavramı açısından bakılınca, yadırganacak yenilikler taşımaktadır. Bir devrimci partinin programı, mevcut koşulların eleştirisi üzerinde yükselir. Bunlar, güncel ve konjonktürel olmaktan çok, sürekli ve görece kalıcı temel özellikler taşıyan, sistemin özünü yansıtan koşullardır. Bugünden yarına değişebilecek, değişmeleri ya da ortadan kalkmaları sistemin değişmesi anlamına gelmeyecek olan koşullar, eleştirinin içeriğini belirleyemez. Bunlar bir ölçüde, partinin güncel sorunlardan yola çıkarak daha derindeki ve kalıcı sorunlara doğru ilerleyişinin işretlerini vermek ve partinin o andaki gerekliliğini vurgulamak üzere, bir talepler listesinin çerçevesinde yer alırlar. Ama sistem eleştirisi, bunlar üzerinde yükselemez ve bunlarla sınırlanamaz. ÖDP programını belirleyen ana hedefler, insan hakları mücadelesinin güncel konularına fazlaca boğulmuştur. Kadınlara özgürlük, arkadaşıma dokunma, çevre tahribatına son, özgür ve yaratıcı kültürel ortam, kentlerde demokrasi gibi başlıklar altında özetlenen hedefler, belki de, en çok parti kurucularından Ahmet Çakmak’ın sözlerinde çerçevesini bulacak niteliktedir: “Rüzgâra karşı değil, rüzgârın götürdüğü yerde savaş!”

Bir yandan partiyi oluşturan birey ve çevrelerin sınıf karakteri, parti öncesindeki başlıca mücadele alanlarının izleri, diğer yandan, sosyalizm hakkındaki kuşkular ve arayışlar, ÖDP’nin programına içeriğini veren temel görüşleri belirlemiştir. Bu görüşler, “işçi ve emekçilerin gücünü kullanarak tekelci kapitalistleri ülke çıkarlarına uygun davranmaya zorlama”yı önerenlerden, “tembellik hakkı”nı sosyalizm tanımı olarak geliştirmeye çalışanlara kadar, bütün aydın eğilimlerini içermekte, onlara dayanmakta, ama işçi sınıfının ve kamu emekçilerinin yaklaşık on yıldır sürdürdükleri pratiği yansıtmamaktadır. Böyle bir mücadelenin izleri, etkileri ve deneyimleri üzerinde yükselen bir program, İnsan Hakları Derneği’nin “acil talepler” bildirisinden farklı olurdu.

ÖDP’nin en zayıf noktası budur. ÖDP, önemli ölçüde bir solcu aydın topluluğu özelliği göstermektedir. Ama bunun, son on, on beş yılın işçi ve emekçi hareketlerinin birikimiyle ilişkisi son derece zayıftır. Bu; kadro bakımından da böyledir, teori ve politika bakımından da böyledir.

Fakat ÖDP yazarlarını bu zayıflıktan ve bunun ülke çapındaki sonuçlarından daha fazla ilgilendiren başka bir problem vardır.

Parti ve ülke sorunlarına daima bir kent aydını perspektifinden bakan kimi yazarlara göre, partinin önemli sorunlarından birisi, “Mis Sokağı-Varoş Çelişmesi”dir. Bu bakış açısı, kendilerini “varoşların çocukları” olarak adlandıran “sol” grupların anlayışlarının simetriğidir. Partiyi en azından “imaj” bakımından belirleyen sosyal “güçler”in, “marjinal” hayat tarzına yatkın gençlerin ve aydınların endişesidir bu.

Bu, aynı zamanda, hangi sınıf güçlerinin toplumsal değişim için gerçekten güç olduğuna dair açık bir saptama yapma olanağını Marksizm’le kendileri aralarına koydukları mesafe yüzünden kaybetmiş olmanın da bir sonucudur. Küçük burjuva politika anlayışı, güncel hareketin görünüşlerinden yola çıkar ve gelecekteki bütün süreçleri geçici ama etkili unsurlar üzerinden yorumlamaya çalışır. Özellikle Gazi Mahallesi ve 1 Mayıs 1996 olaylarından sonra, ÖDP’li kimi çevrelerin gözü, buralarda etkin olan gecekondu gençliğinden başkasını görmemeye başlamıştır. Olağanüstü abarttıkları, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, medya ilişkileri, reklâmcılık teknikleri vs. ile belirlenmiş bir açıdan bakıldığında, bundan başkasını görmek zaten çok mümkün değildir.

Kürt sorunu hakkındaki görüşler de aynı prizmanın ürünüdür. “Savaş bitmeden devrimcilik yapılamaz”, “derhal barış” gibi sözlerin ve sloganların, Türkiye işçi ve emekçilerinin mücadelesini, Kürt sorununun çözümüne bağlayan, “Kürt sorunu çözülmeden emekçilerin sorunları çözülemez” diyebilen bir “mücadele çizgisi”nin, işçilerin ve emekçilerin en örgütsüz oldukları koşullarda, en fazla baskıya ve saldırıya uğradıkları bir süreçte geliştirdikleri mücadelenin ürünü olduğu söylenemez.

Her mücadele biçimi, mücadelenin taktiği ve teorisi, doğrudan doğruya o mücadeleyi veren kitlelerin pratiğinin genelleştirilmesi üzerine kurulur. Yine farklı toplumsal katmanların ve sınıfların mücadelesi arasında öncelikler, bağıntılar ve karşılıklı etkileşmeler, belli bir politik hedefe göre ve onun gerçekleşme olanakları olarak değerlendirilir ve saptanır.

ÖDP’ye egemen olan bakış açısı, güncel ve “medyatik” olanla belirlendiği için, Kürt sorunu, emeğin genel ve temel sorunlarından birisi olarak değil, burjuvazinin ve emperyalizmin de bir biçimde çözebileceği bir sorun olarak görünüyor. Üstelik böyle bir çözümün, “devrimciliğin”, “emekçilerin sorunlarının çözülmesinin” önündeki engelleri temizleyeceği ileri sürülebiliyor.

İşçi hareketinden ve emekçilerin yıllardır sürdürdükleri mücadeleden kopukluğun bir sonucudur bu. Ana halkayı görememek, sınıf güçleri ve onların politik duruşları arasındaki ayrımı silmeyi de beraberinde getiriyor.

Bu mücadele anlayışına ve hedeflerine bir bütün olarak bakıldığında, ÖDP’nin, içinden doğduğunu söyleyebileceğimiz İHD’nin alışkanlıklarından, İHD tarzı politika yapma anlayışından uzaklaşamadığını, örgüt biçimi ve örgüt içi ilişkiler bakımından da bir dernek yapısını aşamadığını söyleyebiliriz.

 

Ağustos 1996

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑