İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin araçları olarak doğan, önce işyeri ve işkolu düzeyinde ve giderek bölgesel ve ulusal ölçekte örgütlenen birlikler olarak sendikalar, yönetimlerinin niteliğinden bağımsız olarak her zaman sömürüyü sınırlayıcı bir potansiyel taşıdılar. Tam da bu yüzden, kârı/azami kârı gerçekleştirmek isteyen burjuvazinin saldırı hedefi oldular.
Şurası kesin: Burjuvazinin sendikal harekete saldırmadığı hiçbir tarihsel dönem yok; hem devrimin bayraktarlığını yaptığı dönemde hem de gericiliği genel eğilim olarak içsel bir tutuma dönüştürdüğü dönemde. Ama saldırının düzeyi, içinde yaşanılan dönemin özelliklerine göre kimi zaman sert biçimler aldı, kimi zaman tatlı sert biçimler; kimi zaman da burjuvazinin sendikacılığı bile isteyerek geliştirdiği izlenimini doğuracak ölçüde “yumuşak” politikalar izlendi. Ama genel olarak bakıldığında, sendikal kazanımlar her zaman bir saldırıyla karşı karşıya kaldı.
Gelgelelim burjuvazinin sendikal kazanımlara karşı giriştiği güncel saldırı, tartışmasız, şu ana kadarkilerin en kapsamlısı. Sendikal hareket, dünya çapında görülmemiş bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya. “Yeni Dünya Düzeni” denilen emperyalist projenin “yeniliklerinden” biri de, sistem içinde sendikalara yer tanımaması ve sendikaları doğrudan tasfiyeye yönelmesi. Sendikalar ortadan kaldırılması gereken kurumlar olarak gösteriliyor. İşçi sınıfının iki yüzyılı aşkın mücadelesinin kazanından hepten ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hedef tahtasında sadece kazanımlar değil, bir bütün olarak işçi sınıfı var: işçiler, kimi zaman çalışmaktan başka bir şey bilmeyen cahil sürüsü olarak, kimi zaman toplumun sırtından geçinen asalaklar olarak aşağılanıyor. Toplumun öteki sınıflarından yalıtılmaya, tüm toplum işçilere düşman edilmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, işçi örgütleri de, toplumun genel çıkarlarına aykırı olarak haksız ayrıcalıklar edinmiş kurumlar olarak gösteriliyor. Hükümetler, mevzuat kıskacını sıkıyor, polis kuvvetleri işçi eylemlerine azgınca saldırıyor, devlet güdümlü silahlı çeteler sendikacıları ve öncü işçileri ortadan kaldırıyor. Emperyalist ideologlar ve basın organları ise, sendikaların neden yok edilmesi gerektiğinin ikna edici gerekçelerini açıklıyorlar.
Kısacası, patronluğunu ABD’nin yaptığı, başında “yeni” ibaresi bulunan bir “dünya düzeni” ilan ediliyor. Ama bu düzen, işçi sınıfının tüm kazanımlarını ortadan kaldırma amacının bir parçası olarak sendikalardan kurtulmak istiyor. Apaçık gerici bir niteliğe sahip olan ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yönetimi bile şu saptamada bulunuyor: “… Bu yeni cesur saldırı sendikacılığa kesin biçimde son vermeyi amaçlamaktadır.” (Aktaran TÜBA/İş-İşçi Çalışma Bülteni, sayı: 966, 9 Mayıs 1994)
Peki, bunun anlamı nedir?
Daha beş yıl önce, arkasında her türlü hak yoksunluğunun hüküm sürdüğü “demir perde”nin yıkılmasıyla insanlığın ortak evrensel değerlerinin dünya çapında zafer kazandığı ve mükemmel bir demokrasinin tüm dünyaya hâkim olacağı ilan edilmemiş miydi? Batının emperyalist devletleri, SSCB ve çevresindeki devletlerdeki totalitarizme ve sendika tekeline karşı, Batı’daki sendikal haklan demokrasinin üstünlüğünün bir göstergesi olarak yıllarca propaganda etmemişler miydi? Demokrasinin olmazsa olmaz kurumları olarak onore edilen, en önemli vitrin görüntüsü olarak kıvançla sahiplenilen sendikalar, şimdi niçin yok edilmesi gereken kurumlar olarak hedefe çıkarılıyor? Sendikal kazanımların niçin tırpanlandığını anlayabilmek için, onun bu hakları hangi koşullar altında ve nasıl tanıdığını görelim öncelikle.
İKİNCİ SAVAŞ SONRASINDA SENDİKAL HAKLAR
Gerçekten de, ikinci Savaş’ı takip eden çeyrek yüzyılı aşkın bir dönem boyunca, belli başlı kapitalist-emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçiler azımsanmayacak düzeyde sendikal ve siyasal haklara sahipti. Devletler; sağlık, eğitim, sosyal güvenlik alanlarında yaşamı kolaylaştıran bir dizi düzenlemeye gitmişti. Ücretlerin reel bakımdan yükseldiği bir dönemdi bu aynı zamanda. Öyle ki, emekçiler azımsanmayacak ölçüde sendikal ve siyasal haklara ve bunlarca güvencelenmiş ekonomik kazanımlara sahip oldukları gibi, burjuvazi bu hakları tanımış olmayı her vesileyle kendi sisteminin bir üstünlüğü olarak propaganda ediyor ve fiilen kullanılan bu hakları uluslararası metinlerle de resmileştiriyordu. Hatta bu durum, burjuvazinin bu hakları isteyerek bahşettiği gibi bir yanılsama bile doğurdu.
Bu dönemde, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin azımsanmayacak sosyal haklara ve iyi yaşam koşullarına sahip olduğu doğrudur, ama burjuvazinin bu hakları onlara isteyerek tanıdığı bir yanılsamadır. Buna karşın söz konusu dönemin özgünlüğü, burjuva sistemin, bu hakların dokunulmazlığını kesin bir şekilde ilan etmesi ve işçi sınıfının örgütlerini demokrasinin onsuz olmaz kurumları olarak gördüğünü ilan etmesidir.
İşçilerin ve emekçilerin bu sosyal ve sendikal haklara sahip oluşunun ve burjuvazinin de bunu kabullenişinin gerisinde bir dizi konjonktürel neden vardır.
Öncelikle söylenmesi gereken şudur ki, ancak 1945 sonrasında açıkça uluslar arası metinlere giren sendikal kazanımlar, Batı Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde geçmiş dönemde kazanılmış bir haktı ve söz konusu ülkelerin ulusal yasalarında da tanınmıştı. Fakat burjuvazi, önceki dönemde her vesileyle saldırdığı hakları, İkinci Savaş sonrası dönemde meşru gördüğünü ilan etti ve dahası, bu kazanımlar ve sendikal düzenler olmadan demokrasinin olmayacağını kabullenir oldu. Neden?
İkinci Savaş’tan sonra bir dizi ülke emperyalist sistemden koparak halk demokrasisiyle yönetilen ülkeler durumuna geldi. Böylelikle başta SSCB olmak üzere birçok ülkenin oluşturduğu güçlü sosyalist bir blok doğdu. Sosyalist sistemin tek ülkenin sınırları dışına yayılarak bir blok haline gelmesi, burjuvazinin uykularını kaçıran tatsız bir gelişmeydi. SSCB’nin dünya proletaryası ve halkları üzerinde çok yüksek bir prestiji vardı. Onun savaştaki belirleyici rolünün yanı sıra, işçilerin ve emekçilerin kendi iktidarlarının ve refahının simgesi olarak, kapitalist ülke emekçileri arasında büyük bir sempati kazanmaktaydı, ileri kapitalist ülkelerde oldukça gelişkin bir işçi hareketi vardı ve kapsamı genişleyen taleplerle ağırlığını artırıyordu.
İkinci olarak, iki savaşın ortasında yaşanan bunalım, burjuvaziyi arayışlara itmiş, bunalımı atlatmanın yolu olarak, devletin ekonomik ve sosyal alana müdahalesinin daha etkin hale getirilmesi, bunalımdan çıkış yolu olarak gözükmüştü. Fikir babalığını İngiliz iktisatçısı Keynes’in üstlendiği bu teoriye göre, bunalım, piyasa mekanizmasının kendiliğinden işleyişinden kaynaklanmaktadır. Bu tarz bir başıboşluk, tekelleşmeye yol açarken, kitlelerin alım gücünü düşürmekte ve bir çöküşe yol açmaktadır. Bunun için, kitlelerin satın alma gücünü yükseltmek üzere, piyasa mekanizmasının dışında bazı güçlerin devreye sokulması ve böylelikle ekonomik ve sosyal hayatın devlet eliyle düzenlenmesi gerekir. Kapitalist ekonomilerdeki hızlı gelişme ve yüksek büyüme oranlan da bu politikanın yaşama geçirilmesine uygun zemin hazırlıyordu.
Başını ABD’nin çektiği emperyalist ülkeler, tüm bu gelişmelerin etkisi altında bir kamp içinde kenetlenirken yeni bir strateji benimsediler. Bu politika, sosyalizm tehlikesinin, “sosyal devlet” dalgakıranıyla savuşturulması olarak özetlenebilir. Böylelikle devletin sosyal yaşamdaki ağırlığını artırmak, temel kamu hizmetlerini devletin üstlenmesi olarak ifade edilebilecek uygulamalara gidildi. Eğitim, sağlık, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, nispeten iyi çalışma ve yaşam koşulları konularında önemli iyileştirmelere gidildi. İşçi ücretleri hızla yükseldi.
Başını ABD’nin çektiği kapitalist dünya, yığınların sosyalizme yönelişini engellemek, kapitalist dünyanın sosyalizmden daha üstün bir refah toplumu olduğunu kanıtlamak üzere, emekçi dalgası karşısında yumuşak bir tutuma girdi.
Bu olgular, sosyal demokrasinin yükselişinin de zemini oldu. Programlarında emekçilerden yana düzenlemeleri gerçekleştirmek bulunan bu partiler, bu programlarını yaşama geçirme olanağına kavuştu. Uzunca bir dönem boyunca, yığınların kapitalizme karşı tepkilerini yumuşatarak etkisizleştirme işlevini yerine getirdiler.
Emperyalizm, kapitalist ülkelerde temposu hızlı bir sanayileşme eşliğinde bir “sosyal devlet” uygulamasını yaşama geçirirken, buna, azgın bir anti-sosyalist kampanya eşlik etti. “Demir perde”nin karşı yakasındaki diktatörlüklerin canavarlıkları üzerine bitip tükenmeyen hikâyeler sürekli bir propagandanın malzemesi yapıldı. Batı ise, “hür dünya”nın kalesiydi. Gerçek özgürlükler burada yaşanıyordu. Bu kalemden olmak üzere sendikal kazanımlar da uluslararası metinlere geçirildi. ILO, bu hakların uluslararası düzeyde çerçevesini çizecek ve korunmasının güvencesi olacaktı.
ILO VE SENDİKAL HAKLAR
ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), 1919 yılında 45 ülkenin katılımıyla kuruldu. Zaman içinde üye sayısı arttı ve çalışma yaşamına ilişkin “Uluslararası Çalışma Standartları”nı oluşturan, Birleşmiş Milletler’in bir uzmanlık kuruluşu işlevini kazandı. Esas işlevi, işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek ve buna burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda uluslararası normlar getirmek olan bu örgüt, üye ülkelerin işçi-işveren-hükümet temsilcilerinden oluşmaktadır.
Kuruluşu eskiye dayanmasına karşın ILO, sendikal kazanımlara açıklık getiren metinleri ilk olarak 1948 yılında kabul etmiştir. ILO’nun, bugüne kadar geçerli sendikal mevzuata temel olan normları, 1948 tarihli “Birleşme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkı Sözleşmesi” ile 1949 tarihli “Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı Sözleşmesi”nde ortaya konmuştur.
Öncelikle yaygın kanının aksine bu metinlerde atıfta bulunulan hakların, evrensel normlar olmaktan öte, işçilerin kapitalist düzen altındaki yaşamlarına getirilen bir standart olduğunu belirtmeliyiz. Hem bileşimin üçlü yapısı, hem de işveren ve işçinin mevcut sistem içinde uzlaştırılması ilkesi, bu örgütü, işçi sınıfını kapitalizm sınırları içinde ehlileştirmeye çalışan bir yapı olarak nitelendirmeyi haklı çıkarır. Ayrıca ILO metinleri, fiilen kullanılan ve çeşitli ulusal yasalarda tanınan hakların tümünü içermekten uzaktır ve yoruma açık muğlâklıklar taşımaktadır. Ama ILO metinlerinin, işçi sınıfı mücadelesine dayanak olabilecek nitelikte önemli kazanımlarını uluslararası normlar olarak tanıdığı doğrudur.
Ayrıca, bu hakların tanınış tarzı ve zamanlaması üzerinde de durmalıyız. Gerçekte ILO, bu hakları metinleştirirken yeni bir hak tanımamıştır. Çünkü belli başlı kapitalist ülkelerde bu haklar çok önceden kazanılmıştı; fiilen kullanılıyordu ve ulusal yasalarda da tanınıyordu. ILO’nun yaptığı kazanılmış olan hakları metinlerine geçirmek olmuştur, yeni bir kazanım değildir.
İkincisi, ILO’nun tanıdığı haklardan çok daha fazlası çeşitli ülke mevzuatlarında zaten vardı. ICFTU bile, ILO metinlerinin birçok noktada sınırlı olduğunu kabul etmektedir. Bu bakımdan bu hakların, birçok ülkedeki işçi kazanımlarının gerisinde kaldığını ama ancak geri ülkeler için bir kazanım niteliği taşıdığı söylenebilir.
Üçüncü olarak, emperyalist sistem, ILO’yu sosyalizme karşı saldırının bir dayanağı olarak işlevli kılmaya çalışmıştır. Bu kazanımların batı dünyasının genel normları olarak resmileştirilmesiyle, Batı demokrasilerinin erdemleri öne çıkarılmakta ve her türlü haktan yoksun demir perde ülkelerinden üstünlük işçilere empoze edilmekteydi. Sosyalist ülkelerdeki “sendika tekeline ve hak yoksunluğuna” karşı kampanyalar açan ILO’nun denetim-gözetim mekanizmaları emperyalist devletler tarafından hararetle desteklenirken, kapitalist ülkelere ilişkin ILO tavsiyeleri de katlanılabilir bir durum olarak kabul görmekteydi. Ama emperyalizme bağımlı ülkelerde sendikal hakların esamisi okunmazken, batının emperyalist devletleri bu ülkelere hiçbir yaptırım uygulamıyor, bu ülke yönetimlerini her konuda destekliyordu. Tek cümleyle, emperyalist devletler, sosyalizmle yarışta bir olanak tanıyan ve sosyalizme saldırıda önemli bir işlev yüklenen ILO’yu çok kutupluluk ortamında demokrasinin uluslararası kazanımı olarak sahiplendi.
İkinci Savaş sonrası dönemin özellikleri, sendikal kazanımların uluslararası bir kabul görmesini kolaylaştırmıştır, ama hiçbir şekilde bu haklar, söz konusu belgelerle kazanılmamıştır. Ayrıca bu dönemde sendikal hak ihlallerinin olmadığı da söylenemez. Emperyalist ülkelerin benimsediği genel ilkeler, çeşitli ülkelere, o ülkedeki sınıf ilişkilerinin biçimine ve işçi sınıfı mücadelesinin düzeyine bağlı olarak kırılarak yansımıştır. Kimi ülkelerde fiilen kullanılan haklar uluslararası normlardan çok daha geniş olduğu gibi kimi ülkelerde bu haklar önemli ölçüde kullanılamamıştır. ABD ve Japonya, burjuvazinin bu dönemde sendikalara saldırdığı ülkelerdi. ABD’nin “demokrasiye geçişi sağlamak” amacıyla işgal altında bulundurduğu Japonya’nın tam da ILO sözleşmelerinin yayınlandığı dönemdeki manzarası hiç de parlak değildi. 1947’deki genel grev, bizzat Amerikan İşgal Komutanlığınca engellendi. 1950’de komünist sendika federasyonu kapatıldı. Bütün sendikalar düzenin uzantısı haline getirildi… Yığınların taleplerinin “sosyal devlet” olgusuyla karşılanmasının imkânı bulunmayan emperyalizme bağlı ülkelerin çoğu ise “hür dünya”nın faşist eklentileri olarak sendikal girişimlere en sert şekilde müdahale ediyordu. Ama bu ülkeler, emperyalist şemsiye altındaki uluslararası örgütlerde ve bu arada ILO’da üyeliklerini koruyor, yaptırımla karşılaşmıyorlardı.
Lenin, “Emperyalizm” kitabında, demokrasinin serbest rekabete, gericiliğin ise tekelcilik dönemine tekabül ettiğini söyler. Ama bu saptama, ne serbest rekabet döneminde gerici, anti-demokratik rejimlerin varlığı, ne de tekel çağında burjuva demokrasisinin yaşandığı gerçeğini görmemizi engellemez. Altyapı, kendisine en uygun üstyapıyla birlikte var olamaz her zaman. Aynı şey, 2. Savaş sonrası dönem için de söylenebilir. Bu dönemde işçi sınıfının demokratik haklara sahip olması ve bu hakların burjuva devletlerce tanınması, hiçbir şekilde bu devlet ve hükümetlerin “ilericiliği” ile açıklanamaz. Onların sermaye hareketinin genel niteliği tarafından belirlenen eğilimi gericiliktir. Ama bu dönemin koşullan, onları, işçi sınıfının kazanımlarını tanımaya zorlamıştır. Onların bu tahammülü, sosyalizmle rekabet ortamında mümkün olmuştur, bu hakların genel olarak kullanılmış olması, her durumda ve her ülkede bu yasaların pürüzsüzce uygulandığı anlamına da gelmez. Bu haklara saldırı, emperyalist devletleri tahammüle zorlayan koşulların ortadan kalkmasıyla gerçekleşmek zorundadır ve SSCB ve diğer ülkelerde sosyalizmin biçimsel kalıntılarının tümüyle süpürüldüğü koşullarda bu haklara tahammül göstermenin bir nedeni de kalmamış ve böylece bir “dış” faktörün etkisi altında şekillenen sendikal yaşam yeniden ama bu kez ilgili ülkelerdeki “iç” dinamiklerin belirleyici olacağı yeni bir sürece girmiştir artık.
VE SAVAŞ BORAZANI ÇALIYOR!
SSCB ve diğer revizyonist ülkelerin “sosyalist” olma iddiasını terk ederek açık kapitalist devletlere dönüşmeleri ve ardından yaşanan süreç, emperyalist sistem içindeki güç ilişkilerinde çok önemli değişikliklere neden oldu. Revizyonist sistem büyük bir gürültüyle çöktü. Eski revizyonist ülkeler, kapitalizmin en iyi ve en demokratik bir sistem olduğunu kabul ettiler ve o güne kadar askeri ve politik bir kamp olarak batıyla giriştikleri dünya hakimiyeti mücadelesinden en azından bir süre için vazgeçtiklerini ilan ettiler. Farklı sistem ve kamplar arasındaki çatışmalı ilişki, söylendiğine göre, yerini uyum dönemine bıraktı. ABD, dünyanın tek egemeni olarak kabul edildi. Dergimizin daha önceki sayılarında ayrıntılarıyla ele alınan bu gelişmelerin konumuzla ilgili olanıyla sınırlı konuşursak; emperyalist dünyanın, SSCB’nin başlangıçta sosyalist ve sonradan revizyonist bir sistemin başını çektiği koşullarda katlanmak zorunda kaldığı emekçi sınıfların kazanımdan ortaya çıkan bu yeni koşullarda yok edilmeliydi.
Çünkü bu kazanımlar, iki sistemin her alanda kıyasıya çatıştığı bir ortamda tanınmış ve “sosyal” kapitalizmin sosyalizme bir üstünlüğü olarak, kapitalist ülkelerdeki emekçilerin sosyalizme duydukları özlemin söndürülmesi amacıyla resmi bir nitelik kazanmıştı. Artık sosyalizm diye bir şey kalmadığına göre, kendi kârlarının bir kısmından vazgeçmek anlamına gelen kazanımlar da lükstü ve ortadan kaldırılmalıydı.
“Sosyal devlet” olgusundan vazgeçilmesini yalnızca Doğu Bloğu’nun çöküşüne bağlamak yetersiz olacaktır. Emperyalist sistemi dünya işçi sınıfına, halklara ve onların kazanımlarına böylesine azgınca saldırmaya iten ikinci bir neden, ise, emperyalist sistemin içinde debelendiği krizdir. Emperyalist sistem, “sosyalist” olarak bilinen Doğu Bloğu’nun çöküşüyle politik bir üstünlük elde etmiş olmasına karşın, bu üstünlük onun bunalımının çıplak sonuçlarını gizleyememekte, kriz bütün sancısıyla ve bütün sistem ülkelerinde yaşanmaktadır. Kriz ortamı, emperyalist sistemi, faturayı proletarya ve halklara kesmeye, onların kazanımlarını ortadan kaldırmaya zorlamaktadır. Kriz etkenleriyle Doğu Bloğu’nun çöküşünün kesiştiği yerde, belli başlı emperyalist devletler tüm sosyal ve sendikal kazanımların tırpanlanması için genel bir görüş birliğine vardılar. Böylece şu ya da bu emperyalist devlet ya da hükümetin değil, ayrımsız tüm emperyalist cephenin stratejisi ortaklaştı. Bu saldırı politikasının genelleşmesini sağlayan olgu SSCB’nin yıkılışı olmakla birlikte, bu yöndeki ilk işaretlerin, anılan tarihten on yıl geriye dayandığını eklemeli.
1980’li yılları, ABD Reagan, İngiltere ise Thatcher hükümetiyle karşıladı. Bu hükümetlerin işbaşına gelmesi, aynı zamanda, ’70’lerin ortalarından başlayarak derinleşen krize Friedmanncılık olarak bilinen ve toplumsal yaşamdaki karşılığı emekçilerin tüm kazanımlarına cepheden saldırı olan bir iktisat politikasının yürürlüğe girmesi anlamına geliyordu.
Bu politika, özellikle İngiltere’de, sert bir çatışma ortamında ve yaklaşık bir yıl süren Madenciler Grevi’nin kırılması sürecinde yaşama geçirildi ve böylece Thatcherizm, sosyal devlet anlayışına yönelen saldırının öncü kolu işlevi gördü. Thatcher’in ortaya koyduğu program içinde, bugünkü saldırının tüm ipuçlarını bulmak olası.
Thatcher’a göre, Muhafazakârlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kabul edilemeyecek bir uzlaşma çizgisi izlemiş, devletin ekonomik hayata katı müdahalesini onaylamışlardı. “İç barışı sürdürme adına” sendikaların demokrasinin işleyişini engelleyecek ölçüde güçlenmesine izin verilmişti. Sendikalar, güçlerine dayanarak aşırı yüksek ücret talebinde bulunuyorlar ve böylece enflasyon düşürülemiyor, işsizlik artıyordu. Serbest piyasanın işleyişinin engeli haline gelen sendikaların gücü mutlak kırılmalıydı… Böylece, sendikal hakların hızla budanması yoluna gidildi.
’80’li yıllar boyunca, açıkça ilan edilmese de başka birçok Avrupa hükümeti sendikal hakları budama yoluna gitti. 1990’da bütünlüklü bir projenin en önemli unsurlarından biri olarak sendikaların yok edilmesi hedefi belirlenirken, başta İngiltere olmak üzere birçok emperyalist ülke bu yolda azımsanmayacak bir yol kat etmişti. Fakat ancak SSCB’nin çöküşüyledir ki, toplumun sendikasız da işleyebileceği ve sendikal yapıların demokrasinin işleyişinin engeli olduğu tüm fütursuzluğuyla ve bir ağızdan savunulur hale geldi.
Bu koşullar altında, dünya işçi sınıfının tüm ekonomik ve sosyal kazanımları, bu kazanımları güvenceleyecek türde tüm sendikal ve siyasal hakları düşman ilan edildi. Emperyalist kapitalizm, ekonomik ve politik bir saldırı kampanyası örgütledi. Kuşku yok ki, ideolojik araçların yardımı olmaksızın bir savaşı kazanmak çok zordur; mümkün olduğu durumda bile bu zafer uzun ömürlü olmaz. Bu amaçla çok yönlü bir ideolojik kampanya örgütlendi; kavramlar, “yeni düzen” koşullarında yeniden içeriklendirildi, gerçekler ağır bir sis perdesinin altına itilmeye çalışıldı. Bu iş için “liberal”, “eski sosyalist” aydınlar ve ideologlar, basın tekelleri, televizyon kanalları doğrusu iyi hizmet verdiler.
Bu ideologlara göre: Bir tarihsel yanılgı olarak bir dönem yaşayan ama toplumsal gelişmeye ve insan doğasına aykırılığı nedeniyle çöken, katı bir planlamaya dayanan sosyalizm deneyi de göstermiştir ki, kapitalizmin üzerinde şekillendiği serbest piyasa ve özgür rekabet sistemi, en mükemmel sistemdir. Bu sistemin müdahalesiz işleyişi, sorunları kendi dengeleri içinde çözecektir. Bu bakımdan bu alana yapılan müdahale yanlış ve antidemokratiktir. Devlet, ekonomik ve sosyal alandan elini çekmelidir. Devletin sosyal olmak adına ekonomiye ve sosyal hayata müdahalesi, bir kısım insanlara hak etmedikleri ve diğer insanların haklarına tecavüz sayılan ayrıcalıklar sağlayacaktır. Oysa her insan kendi yeteneği ve gücü oranında piyasa koşullarında hak ettiğini elde edebilir. Sosyalistlerin pek itibar ettiği Darwin’in kuramı da güçlü olan yaşar ilkesine dayanmıyor mu? Bu nedenle devlet, küçülmeli, alanını daraltmalıdır; bu, piyasa hareketinin özgürce işleyişini sağlayacaktır. Gerçek demokrasi de budur.
Yine bu ideologlara bakılırsa; serbest piyasa düzeni, bireylerin özgürce hareket ettikleri, özgür girişimcilerle özgür işgücü sahiplerinin buluştukları bir alandır. Bireyin özgürlüğüne hiçbir kısıt ve kayıt getirilemez. Bu bağlamda çalışma yaşamı da iki özgür bireyin piyasa koşullarında bir araya gelmesine dayanır. Bu düzen içinde işçi de bir birey olarak işvereniyle gönüllülük esasına dayalı bir anlaşma yapar. Fakat sendikanın bireyin adına çalışma hayatını bozacak ve özgür pazarlığı ortadan kaldıracak tarzda sözleşme yapmaya kalkması, bireyin özgür iradesi üzerinde kolektif bir tahakküm anlamı taşır. Bu bakımdan sendika tamamen gereksiz bir örgüttür. Birey, aynı çatı altında bulunduğu işvereniyle girdiği diyalogla sorunlarını çözebilir.
Kuşkusuz son derece çürük dayanaklar üzerinde duran bu ideolojik gerekçelerin birer aldatmaca olduğu açıktır. Serbest rekabetin, dünyayı ağlarıyla saran bir avuç tekel tarafından “geminin bordasından aşağı atıldığı”, böyle bir işleyişin bulunmadığı gerçeği bile bunun kof bir propagandadan öte bir içerik taşımadığının göstergesidir. .Ama sosyalizme düşmanlıkta yeminli aydınlar, içinde “demokrasi”, “birey” sözcükleri bulunan her şeye karşı gizemli bir hayranlık besleyen dönmüş sosyalistler, buna pek kolay ikna oldular. Burjuvazinin krizine çare olmak üzere bu görüşleri türlü cafcaflı laflarla piyasaya sürdüler. Artık burjuvazi, sosyal hakları budamak, sendikal ve siyasal kazanından ortadan kaldırmak için kılıçları çekmiş, epeyce de bir yol almıştır.
DÜNYADA SENDİKALAŞMA ORANI BAŞ AŞAĞI
Tüm göstergeler, başta işçiler olmak üzere tüm emekçi çalışanlar arasında sendikalaşma oranının düştüğü yönünde. Sendikalar, hızla üye kaybediyor, çalışanlar içindeki sendikalaşma oranı düşüyor.
Sendikaların üye kaybı, sendikaların karşı karşıya bulundukları sorunlardan yalnızca biridir. Ama bu sonuç, diğer öteki saldırıların da göstergesi olmak üzere, çıplak gözle gözlenebilir özelliktedir. Sendikal yaşamı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakan yasal düzenlemeler, henüz pratik yaşamda çok iyi hissedilemiyor. Sosyal haklardaki kısıtlamalar, çoğu da henüz tasarı halinde olduğu için emekçilerin yaşamında tüm boyutlarıyla duyumsanmıyor. Bu bakımdan, diğer öteki saldırıların da önünü açan ve sendikal mücadelenin sorunları hakkında bir fikir edinilmesine imkân tanıyan bu sonuç önem kazanıyor. Ayrıca, üye sayısı, bir sendikanın gücünün tek ölçüsü olmamakla birlikte, sendikal mücadele, ancak geniş işçi yığınları tarafından verilebilir ve sendikaların güçten düşmesi, burjuvazinin daha büyük bir cesaretle saldırmasının da yolunu açıyor.
Aşağıya aldığımız tablo, 1990 yılma kadarki rakamları kapsıyor olmasına karşın, sürecin özellikleri ve sendikasızlaştırmanın hızı hakkında fikir veriyor.
18 OECD ülkesinden yalnızca ikisinde, Danimarka ve İsveç’te sendikalaşma oranı bir miktar artmış, diğerlerinde düşmüştür.
OECD ÜLKELERİNDE SENDİKALAŞMA ORANI
1970 1985 1990
Avustralya 50,5 51,2 45
Avusturya 62,1 58,2 46
Belçika 67,1 75,8 88
Danimarka 64,3 78,2 80
Fransa 23,1 18,2 10–12
Almanya 37,0 36,7 33
Yunanistan 35,0 26,0 25
İrlanda 52,4 46,2 52,4
İtalya 33,1 40,0 39
Japonya 35,4 28,9 26
Hollanda 37,5 29,1 26
Yeni Zelanda 52,7 56,0 46
Norveç 61,8 65,1 57
İspanya 30,0 21,0 16
İsveç 86,0 80,4 86
İsviçre 29,2 32,5 –
İngiltere 48,5 43,3 33
ABD 27,2 15,7 15
Kaynak: DİSK-AR Mayıs-Haziran 1994
Tabloda söz konusu edilen ülkelerin, kapitalizmin “en demokratik” metropolleri olması dikkat çekicidir. Tablodan yola çıkılarak bir genelleme yapılacak olunursa. 1970 yılından 1985 yılına kadarki 15 yılda, sendikalaşma oranı genel olarak yükselmiş, ama takip eden 5 yılda hızlı bir düşüş yaşanmıştır. Burada İngiltere ve ABD’nin durumu özellikle dikkat çekicidir. Daha sonra da değinileceği gibi bu iki ülkede, sendikalara yönelik saldırı, Reagan ve Thatcher iktidarları döneminde, ’70’li yılların sonunda başlatılmış ve 1985’te, bu saldırılar, “istatistikî” sonuçlarını vermiştir. Sendikaların en etkili güç olarak tanındığı ve bu konuda örnek ülke olarak gösterilen Almanya ve Fransa’daki düşüş dikkat çekicidir. Almanya’da % 4’lük, Fransa’da ise yarı yarıya bir düşüş yaşanmıştır.
Ayrıca, tabloya yansıyan rakamlar gerçek durumu tam olarak yansıtmaktan uzaktır. Çünkü özellikle son yıllarda, sendikalar, istihdamda olmayan emekli ve öğrencilerden önemli miktarda üye yapmaktadırlar. Bu, reddedilecek bir şey olmamakla birlikte işlevsellik taşımamaktadır. Bu rakamlar düşülürse, sendikasızlaşma oranının daha yüksek olduğu görülür. Örneğin, tabloya göre Danimarka’da 1990 yılında çalışanların % 80’i sendikalı gözükmektedir. Oysa bu ülkede sendikalıların % 15’i istihdamda olmayan insanlardır. Petrol-İş 92 Yıllığına göre Danimarka’da 1987’de 1.319.681 olan sendikalı sayısı ’90’da 1.422.069’a yükselmiştir. Yani yaklaşık 100 binlik bir artış vardır. Ama toplam sendikalıların % 15’i, yani 210 bini istihdamda değildir. İstihdamda olmayanların son yıllarda sendikaya üye edildiği düşünülürse, gerçekte sendikalaşma oranı yükselmemiş, düşmüştür. Diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde istihdamda olmayanların sendikalı olduğu gerçeğinden hareketle sendikalaşma oranının daha düşük olduğu söylenebilir.
Fakat sendikalara yönelik saldırının ancak ’80’lerin son yıllarında fütursuz bir hal aldığı göz önüne alınırsa, tabloya konu edilen dönemden sonraki düşüşün daha keskin bir çizgi izlediği tahmin edilebilir. Elimizde bulunan, ama bir tablo oluşturmaya elvermeyen veriler de düşüşün artarak devam ettiğini ortaya koymaktadır.
Örneğin Almanya’da DGB’ye bağlı 16 sendikada örgütlü işçilerin sayısı 1991’de 11.8 milyon iken, bu rakam, iki yıl sonra, yani 1993’te 10.3 milyona düştü; 1994 yılı sonunda ise sendikalı işçi sayısı 9.8 milyon olarak gözükmekteydi. Emperyalist sistemin en istikrarlı ülkesi olarak gösterilen Almanya’da sendikalı işçi sayısının üç yılda 2 milyonluk bir düşüş göstermesi oldukça çarpıcıdır. İngiltere’de 1987 ile ‘90 arasındaki üç yılda TUC 1.6 milyon üye kaybetti. 1984 ile 1994 yılı arasındaki 10 yıllık dönemde TUC’un üye kaybı yaklaşık 3 milyondur. 1987–90 yılları arasında İspanya’daki UGT’nin üye sayısı 1 milyondan 600 bine düştü. Fransa’daki en güçlü sendika merkezi CGT’nin 1950 yılında yaklaşık 4 milyon olan üye sayısı 1990’larda 700 bine kadar, diğer sendika merkezi FO’nun üye sayısı ise yine aynı dönemde 1 milyondan 640 bine düşüyor. İstatistikler, İtalya’da ‘86 ile ‘92 yılları arasında sendikalı sayısının 2 milyon arttığını gösteriyor ama 1992 yılından başlayarak bu ülkede de sendikalı sayısı düşmeye başlamış.
Yukarıda andığımız ülkeler, “Batı uygarlığının” merkezinde yer alan ülkelerdir. Sendikal hareket, bu ülkelerde köklü bir geleneğe sahiptir. Sendikal geleneğin zayıf olduğu ve azgın bir siyasal gericilik altındaki ülkelerde, saldırılar daha sert ve sendikaların güç kaybının sonuçları ise daha çarpıcıdır. Örneğin Kolombiya’daki sendika merkezi CTC’nin üye sayısı 1987’de 1 milyon 50 bin iken, 1990’da 50 bine düşmüştür. Burada ’87’deki rakamların gerçeği tam olarak yansıtmadığı söylenebilir ama yine de bu keskin düşüş gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Sonuç olarak ulaştığımız rakamlar yetersiz olmakla birlikte, tüm dünyada sendikalı işçi sayısının hızla azaldığı, bu sürecin sonuçlanmak bir yana hızla derinleştiği, bütün sendika merkezlerinin üzerinde anlaştığı olgusal bir gerçek durumundadır. Sendikaların sahip oldukları üye sayısının azalması ve emekçi çalışanlar arasındaki sendikalaşma yoğunluğunun düşmesi, sendikaların ve genel olarak sendikal hareketin karşı karşıya bulunduğu sorunları ve gerçek sendikasızlaşmanın ayrıntılı bir resmini vermekten uzaktır. Önümüzdeki yıllarda, sendikalaşma oranının çok aşağılara düşeceği bir gerçek iken, sendikaların var olan güçlerinin etkisiz kılınması noktasında hayli ileri bir noktaya varıldığı ve sendikaların yaşarken çürütüldüğü ise çok daha önemli bir gerçektir.
Sendikalı sayısındaki bu düşüşün, özel bir sendikasızlaştırma politikasından kaynaklanmayıp, ekonomik kriz nedeniyle artan işsizliğin sonucu olduğu öne sürülebilir. Gerçekten de, krizin ağır etkisi altında birçok işletme kapanmakta ya da düşük kapasiteyle çalışmaktadır. Ama bu gerçek durumu açıklamaya yetmez. Birinci olarak, sendikalı işçi sayısındaki düşüş oranı istihdamdaki işçi sayısının düşüş oranıyla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. İkinci olarak; işyeri kapanmaları ya da kapasite daralması, istihdamda bulunan sendikalılar üzerinde de bir baskıya dönüşmekte, patronlar, işten atma sopasını sallayarak, işçileri sendikasızlığa boyun eğmeye zorlamaktadırlar. Sonuç olarak sendikalı sayısındaki düşüşte başka etkenlerin rolü olsa bile, esas etken sendikasızlaştırma politikalarıdır.
IMF VE DÜNYA BANKASI: “SENDİKALARI VURUN!”
IMF ve Dünya Bankası’nın hazırladığı tüm ülkelere ve özellikle emperyalizme bağlı ülkelere dayatılan reçeteler, emperyalist sistemin ortak projeleri niteliğindedir genellikle. “Yapısal Uyum Programı” adıyla dikte edilen politikalar, emperyalist sistemin gerçek niyetlerini ve saldırısının boyutlarını çok açık tarzda ortaya koyuyor. Bu program, diğer şeylerin yanı sıra “çalışan nüfusun yararlandığı” tüm sosyal hakların tümüyle ortadan kaldırılmasını içeriyor. IMF ve Dünya Bankası, bu saldın programını yürürlüğe sokmayan hükümete kredi vermeyeceğini açıklıyor. Çok açık ki, gerçekleşenler, hedeflenenlerin çok azını oluşturuyor. Emperyalist sistemin mali politikalarının hazırlanmasında rolü olan ve bu politikaları dünya devletlerine dayatarak uygulanmasını kontrol eden bu emperyalist mali kuruluşların yönlendirdiği saldırının en önemli hedeflerinden biri sendikal haklardır. Ama bu plan bir çırpıda ve basitçe sendikaların faaliyetine son vermekle uygulanamaz. Bu konuda bir dizi yöntem bir arada kullanılmaktadır.
Uzun bir tarihsel dönem boyunca yerleşmiş bulunan sendikal kazanımların ortadan kaldırılması için ilk elde yapılması gereken şey, kuşku yok ki, fiilen kullanılan ya da yasalarca tanınan sendikal hakların toplum gözündeki meşruiyetini ortadan kaldırmaktır. Sendikal kazanımların yerleşiklik kazandığı kapitalist metropollerdeki devlet biçimi, yontulmuş da olsa, siyasal zorun bir dizi kurum aracılığıyla örtülendiği burjuva demokrasisidir. Burjuvazi egemenliğini çıplak zora değil, yığınların haklarını kullandıkları gibi bir yanılsamayla aldatılmasına dayanır. Bu bakımdan da toplumun önemli bir kesimi kazanılmadan ya da en azından tarafsızlaştırılmadan bir saldırının gerçekleştirilmesi, sert bir muhalefet riskini göze almak demektir.
Önceki bölümde sözünü ettiğimiz ideolojik öncüllere dayanan tekelci sermaye, sendikal özgürlükleri ve bu özgürlükleri kullanarak aşırı taleplerde bulunduğu iddia edilen sendikaları, ekonomik bunalımın esas nedenlerinden biri ilan etti. Onlara göre, eğer işçilerin bu aşırı talepleri karşılanırsa, faturayı tüm toplum ödeyecek. İşçilerin eylemleri toplumsal barışı bozmaktadır vb… Bu taktik, işçi sınıfını toplumsal bir yalnızlığa itmeye, ara tabakalarla işçiler arasına düşmanlık tohumları ekmeyi ve böylelikle de toplum nezdinde suçlu kabul edilmiş işçilere ve onların kazanımlarına saldırmanın koşullarını yaratmaya yönelikti. Burjuvazinin bu yolda elde ettiği başarılarla orantılı olarak, sendikal hakların tırpanlanması gündeme giriyor.
Bu koşullar altında, burjuvazi, önceden demokrasinin vazgeçilmez kurumu ve toplumsal adaletin güvencesi olarak kabul ettiği sendikaları, demokrasinin işleyişinin engelleri olarak damgalama cüreti gösterebildi ve hızla sendikal hakları kırpmaya girişti. Son on beş yıla genel bir bakış attığımızda, tüm emperyalist ülkelerde yaşamın öteki alanlarında olduğu gibi siyasal ve sendikal alanda bir gericileşmeyle karşılaşıyoruz.
Sendika ve grev yasağı daha fazla işçiyi kapsayacak şekilde genişletiliyor. Greve çıkmak, bir dizi engel ve uzun işlemlerle zorlaştırılıyor. Dayanışma grevi ve genel grev hakkı kısıtlanıyor. Grevci işçilerin ve ailelerinin sosyal güvenlikten faydalanma hakları ellerinden alınıyor. Grev kırıcılığı koruma altına alınıyor, grev gözcülüğü işlevsizleştiriliyor. Patronun sendikayı devre dışı bırakarak işçiyle bireysel sözleşme yapması çeşitli biçimlerde özendiriliyor… Bu kısıtlamaların, tekelci devletlerin planlarının çok küçük bir parçasını oluşturduğu ise, sorunun ciddiyetini ortaya koyuyor.
Emperyalist sistemin vitrinini oluşturan ileri kapitalist ülkelerdeki bu kısıtlamaların “arka bahçe”ye çok daha çıplak biçimde yansıması doğaldır. İçinde Türkiye’nin de yer aldığı emperyalizme bağımlı ve çoğunluğu faşist iktidarlarca yönetilen ülkelerde zaten çok kısıtlı olan sendikal haklar çok daha sert bir saldırıyla yüz yüze. Basit bir hak alma eyleminin bile kurşunla karşılık gördüğü bu ülkelerde, sendikal haklara karşı saldırı açık bir silahlı yıldırıcılığa dönüşmüştür. Patron-devlet-mafya üçlüsü ile gerçekleştirilen cinayetleri anmak bile yeter. Yalnızca 1993 yılında Guatemala’da 7, Brezilya’da 3, El Salvador’da 1 ve Kolombiya’da 46 sendikacı öldürüldü. Kolombiya’da 1987 ile 1993 yılları arasında öldürülen sendikacı sayısı 1000’den fazla.
SENDİKASIZLAŞTIRMANIN TRUVA ATI: BURJUVA SENDİKACILIK
Sendikasızlaşma, yalnızca, burjuvazinin yürürlüğe soktuğu gerici düzenlemeler, işyeri tasfiyeleri, işyerlerinin parçalanarak işçilerin küçük atölyelere dağıtılmaları ve özelleştirme yoluyla gerçekleşmiyor. Öyle olsa bile, bu saldırının ciddi bir çatışma yaşanmadan basan kazanması sendikaların üzerlerine düşeni yapmadıklarını akla getirir. Ama burjuva sendikacılığın sendikasızlaşma karşısındaki olumsuz rolü, saldırılar karşısında cepheden bir tutum almaması kadar, izlediği çizgiyle sendikaları güçten düşürmesi ve bir şey yapamaz konuma düşürmesidir. Söylenebilir ki, sendikal harekete egemen burjuva sendikacılık akımları, işçilerin sendikasızlaştırılmasının içerden yardımcıları rolünü üstlenmişlerdir.
Gerçekte, burjuvazinin sendikaları açıkça tasfiyeye yönelmesi, yani sendikacıların ayağının altındaki toprağı kaydırması karşısında, sendikaların burjuva politikanın uzlaşma labirentlerinde çıkış araması ve sonuçta yönetiminde bulundukları sendikaların yok olmasına yardım eder duruma düşmeleri, burjuva sendikal akımın acı bir çelişkisidir.
Bir işçi, ücret ve çalışma koşullarının iyileşmesi için mücadele bilincine kavuştuğu an sendikal örgütlenme ve eyleme ilgi duyar. Bilincin bu en ilk ve ilkel hali, işçi ile sendika arasındaki bağın da temelini oluşturur. Bu nedenle bir sendika, işçilerin kendi çatısı altında toplanmasını istiyorsa, işçinin emek gücünü daha iyi koşullarda satmasının aracı olacağına dair bir umut vermelidir. Bu ilk koşul, ama hepsi bu değil. Onu ortaya çıkaran nedenler ekonomik olsa da, sendikaların tek ve hatta esas amacı ekonomik mücadele olamaz. Sendikalar, gerek ekonomik mücadeleyi hakkıyla yürütmek için olsun, gerekse sınıfın iktidara aday bir sınıf olarak örgütlenmesine yardımcı olabilmek için, sosyalist politikaya bağlanmak zorundadırlar. Sendikalar, sınıf örgütleridir, ait oldukları sınıfın gerçek ve uzun erimli özlemlerini kendi mücadele programlarının temeli kılmalıdırlar. Ufku ekonomik mücadeleyle sınırlı bir sendikal platform, bırakalım başka şeyleri, ekonomik mücadeleyi bile layıkıyla yürütemez. Yürütemez, çünkü ekonomik alan sınırlarını burjuvazinin belirlediği bir alandır ve nihayetinde bu sınırlar içinde emek gücünün fiyatını ve satış koşullarını belirleyebilir. Burjuvazi bu alanda yenilgiye uğratılamaz. Bundandır ki, ekonomik mücadele de politik bir perspektifle yürütülmelidir.
Sendikalar, aynı zamanda, işçilerin potansiyel devrimci özelliklerinin somut eylem içinde geliştiği, inisiyatif, yönetme ve karar alma yeteneklerinin geliştiği bir okul olmalıdır. İşçiler ancak bu şekilde örgütlü bir sınıf özelliği taşıyabilir, bağımsız bir sınıf olarak tarihsel rolünü yerine getirebilir.
Fakat sendikaların doğuşuna da yataklık etmiş Batı Avrupa’nın sendikal merkezleri, oldukça uzun bir tarihsel geçmişe ve mücadele deneyine sahip olmalarına karşın, son yarım yüzyıllık tarihleri boyunca esas olarak sınıf sendikası özelliği göstermediler. Buna karşın kitlesel ve maddi bakımdan oldukça güçlü yapılar olarak, burjuva partilerin çok önemsediği bir toplumsal güç haline gelebildiler.
Sendikacılığın bu yükselişinde konjonktürel imkânların rolü büyüktü. Yukarda da değinildiği gibi, sosyal devlet ilkesinin genel, bir strateji olarak benimsendiği 2. Savaş sonrası yıllar, sendikaların demokrasinin en önemli kurumu olarak tanındığı bir dönemdi. Bu güçlü toplumsal meşruiyete dayanan sendikalar, hızlı ekonomik büyümenin yol açtığı ortamdan istifade ederek kolay mücadelelerle önemli haklar elde ettiler. Emekçilerin nispi olarak yoksullaşması devam ederken, yaşam koşullarında görece bir iyileşme yaşandı. Sendika merkezlerinin, “sosyal devlet” döneminin yükselişine zemin sağladığı “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerle güçlü bağları vardı ve bu aynı zamanda yığınlardaki sosyalizm eğiliminin de düzen kanallarına aktarılması anlamına geliyordu. Tekelci burjuvazi, sosyalizm tehlikesi karşısında “sosyal devlet” kalkanına sıkı sıkıya sarılmıştı ve “hoşgörü sınırlarını” birtakım taşkınlıkları sineye çekecek ve kârının bir kısmını (sömürge ve yarı-sömürge ülkelerden telafi etmek üzere) sus payı olarak verecek kadar genişletmişti.
Bu ortamda, sendikalar, hem işçi sınıfı mücadelesinin daha ötelere taşması karşısında bir dalgakıran olarak sahipleniliyordu, hem de genel koşulların imkân tanıdığı “başarılı” sözleşmelerle ekonomik iyileştirmeleri sağlayan örgütler görünümü kazanıyorlardı. Güçlü bir bunalım döneminde tersine dönmek üzere, yaklaşık bir yirmi yıl, işçilerin önemli bir bölümü sendikal yapılara karşı bir güven beslediler. Çünkü sendikalar, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştiriyordu!
Ama bu, madalyonun bir yüzüydü. Öte yüzünde ise burjuva partileriyle al gülüm ver gülüm ilişkisi içinde olan, sahip oldukları maddi olanaklarla adeta tekellerle yarışan dev bürokratik aygıtlar vardı.
Sendikacılığa esas rengini veren sendikal merkezler Avrupa komünizmi, “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerin etkisi altındaydı, “işçi” ya da “sosyalist” adı taşıyan burjuva kabinelerle sıcak ilişkideydiler ve sınıfın çıkarları kavramını toplumun çıkarları eksenine oturtuyorlar, burjuva egemenlik sınırlarında bir “sosyal adalet”i sendikal çizgilerinin ekseni yapıyorlardı. ’68 olaylarında açıkça görüldüğü gibi, burjuva sendikal merkezler, yığınların devrimci kabarışı karşısında gerici bir konumdaydılar artık. Bu süreçte işçiler, karar alma mekanizmalarının dışına itilmeleriyle öz örgütleri sendikalara yabancılaşırken, sendika bürokrasisi çıkarları düzenle birleşmiş bir kast haline geliyordu. Sendikaların tek şansı, ne yapıp edip uzlaşmak, en fazla küçük hırlaşmalarla burjuva hükümetlerden tavizler koparmaktı.
Tatlı başlangıçlar, ikinci sınıf filmlerde her zaman tatlı sonla biterler ancak; gerçek yaşam ise fantazyanın değil katı gerçeklerin dünyasıdır. Öyleyse sendikalar ile burjuvazi arasındaki bu tatlı ve centilmence pazarlıkların da bir sonu olmalıydı, ilk işaretler, tüm kapitalist dünyayı içine alan bir bunalım döneminde görüldü. Takip eden on yılda, ötekilere de örnek olmak üzere, emperyalist dünyanın öncü kolu ABD ve İngiltere, “sosyal devlet” yükünden ve bu ortamın öteki yüklerinden kurtulmak için ciddi bir silkinişte bulundu. 1990’a gelindiğinde ise, “sosyalizm” adı verilen revizyonizmin yıkıntıları üzerinde “yeni bir dünya düzeni”nin kurulmakta olduğu ilan edilmişti artık. Sosyal haklar hızla budandı. Devlete toplum hayatını kolaylaştıran tüm alanlardan el çektiriliyor, sendikalar ise lükstür artık.
Demokrasi yine başat ilkeydi. Hatta esas motifini insan hakları ve demokrasinin oluşturduğu yeni bir çağa giriliyordu. Ama gel gör ki, sendikalar, demokrasinin özünü oluşturan serbest piyasa mekanizmasının işleyişinin, işçi ile işveren arasındaki hiçbir kısıtlamaya dayanmayan özgür iş ilişkisinin gerçekleşmesinin engeli olan tekelci yapılardı ve “demokrasinin selameti açısından” ortadan kaldırılmalıydılar. Özcesi, bir dönemin demokrasisinin asli öğesi olan sendikalar, yeni dönemin demokrasisinin kurbanı ediliyordu.
Burjuvazi, sendikalara işçiden kopmuş tekelci-bürokratik aygıtlar olarak saldırırken bir gerçeği ifade ediyor ama daha önemli bir gerçeğin üstünü küllüyor. Evet, mevcut halleriyle sendikalar, işçinin iradesinin koltuklarına yapışmış bürokratlarca dışlandığı yapılara dönüşmüştür. Ama bu durum, burjuva yönetim tarzının bir yansımasından başka bir şey değildir. Sendika bürokrasisi, düşünce ve yaşam tarzıyla burjuvalaşmış, burjuvazinin sömürüsünün artıklarıyla beslenen aristokrat bir tabakadır. Ama gerçekte burjuvazinin sendika bürokrasisiyle bir sorunu yoktur. O, sadece bir vesiledir. Gerçek amaç ise, gerici yönetimlerine rağmen potansiyel olarak sömürünün sınırlandırılması işlevi taşıyan sınıf örgütlerinin tasfiyesi, sınıfın kapitalizmin gözü dönmüş sömürü koşullarına itirazsız boyun eğdirilmesidir.
Şimdi yeniden bölümün başında söylediklerimize dönüyoruz. Burjuvazinin sendikaları ortadan kaldırma operasyonuna sendika bürokrasisi de içerden destek veriyor. Sendika yönetimleri, uzun yıllar boyunca, sendikal mücadeleyi toplu sözleşme bağıtlamakla sınırlarken, etkileri altındaki yığınları burjuva partilere bağlayan bir köprü işlevi gördüler. Hak alma yolu uzlaşma ve pazarlıktı. Bu sürece, işçi ile sendikası arasında olması gereken işçinin yönetime katıldığı, yöneticilerini denetlediği ilişki yerine, işçinin yöneticileri eli ile öz örgütüne yabancılaştırılması ve hatta örgütsüzleştirilmesi eşlik etti.
Pazarlıkların, küçük didişmelerin saldırıları geri atmaya yetmediği koşullarda, sendikalar, asgari işlevlerini bile yerine getiremiyor, hak gaspları, işsizlik, özelleştirme büyük bir hızla ilerliyor. Mevcut sendikal yapıların, saldırılar karşısında bir mevzi tutamayışı, işçilerde sendikaya olan güveni azaltmakta, kimi zaman ise sendika, sıradan işçinin gözünde hak almaya yaramadığı halde işten atılmaya neden olan bir risk halini almaktadır. Sendikal yapılara karşı bu güvensizlik, işçileri sendikadan uzaklaştırmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre Almanya’nın batısındaki işçilerin % 40’ı bağlı oldukları sendikadan ayrılmayı düşünüyorlar. Ülkenin doğusunda ise, sendikalarından ayrılmayı planlayan işçilerin oranı % 54. Alman sendika konfederasyonu DGB, bu soğukluğu ve kaçışı, sendikaların işçi haklarına sahip çıkamayışına bağlıyor. (TÜBA/1İÇB, Sayı: 986, 26 Eylül 1994) Sendikalardan soğumuş işçilerin sayısı daha az olsa bile, genel bir soğukluğun olduğu yadsınamaz. İşçiler, kendi hakları için mücadele etmeyen sendikaya neden bağlansın?
Kısaca sendikasızlaştırma işçinin yalnızca baskı ve öteki yöntemlerle sendikadan koparılması yoluyla gerçekleşmiyor. Yanı sıra bireysel sözleşmenin sendika eliyle gerçekleştirilen sözleşmeden daha iyi kazanımlar sağladığı şeklindeki bir özendirmeyle, işçinin sendikasından hoşnutsuzluğunun ustaca kullanılması yoluyla da gerçekleşiyor. Burjuvazinin kimi saldırıları da sendika bürokrasisi dolayımıyla gerçekleştiriliyor ki, en tehlikelisi de bu.
Sendikalar, hak alma ve haklan koruma mücadelesinde mecalsiz, ne yapılacağı konusunda ise çaresiz durumdalar.
“SENDİKAL KRİZ”! VE “ÇÖZÜM ÖNERİLERİ”
Sendikaların bu hızlı güç kaybı ve sendikal yönetimlerin çaresiz bekleyişleri, yaygın bir ifadeyle “sendikal kriz” olarak nitelendiriliyor. Durumu bu kavramla ifade edenlerin çoğuna göre, kriz, üretim sürecinin yeniden yapılandırılmasından, teknolojik değişimden ve sendikaların bu değişime ayak uyduramamasından kaynaklanıyor. Ve aynı şekilde “yeni muhafazakâr dalga”yla ilişkilendiriliyor. Bu arada kimilerince açık kimilerince de üstü kapalı bir tarzda artık “kavgacı sendikacılık” devrinin kapandığı iddiası “sosyal diyalog” önerileriyle tamamlanıyor.
Öncelikle belirtilmeli ki, mevcut durum, bir kurum olarak sendikaların krizi olarak tanımlanamaz. Eleştiri, kapitalizmin yapısal değişikliği karşısında sadece sendikaların yeni politika ve taktik geliştirmemesiyle de sınırlanmıyor, işkolu ve ulusal düzeyde örgütlenmiş sendikal yapının artık geçersizleştiği gibi bir noktaya kadar genişletiliyor. Oysa sorun sendikaların yapısıyla ilgili değildir, sendikalara egemen çizgilerin saldırılar karşısında doğru politikalar üretememesi daha doğru bir ifadeyle böyle bir amaç ve yönelim taşımamasıdır. Mutlaka bir krizden söz edilecekse ki edilmelidir, sendikaların değil burjuva sendikal anlayışların krizinden söz edilmelidir.
Üretim sürecinin parçalanması sendikasızlaştırıcı bir işlev taşıyor. Burjuvazi, binlerce işçinin toplandığı dev üretim birimlerini çeşitli yollarla adeta küçük atölyelere çeviriyor. Bir yandan, birtakım işleri taşeron olarak adlandırılan alt işverene veriyor, diğer yandan ise, üretimin bazı kısımlarını iş gücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırıyor. Eve iş verme yoluyla, işçi istihdam etmekten kurtuluyor. Post-Fordizm olarak nitelendirilen bu üretim tekniğinin amacı “verimliliği artırmak” adıyla azami kârı gerçekleştirmek ve işçileri sendikasızlaştırmaktır. Bu, sermayenin sınıfa yönelttiği bir saldırıdır. Kendi başına bir kriz kaynağı değildir ama denebilir ki sınıfın gücünü kullanmadan, sermayeyle uzlaşmalarla ücret sendikacılığı yapan sendikal politikaların çözümsüzlüğünü açığa çıkaran bir vesiledir.
Ufukları ancak ücret sendikacılığıyla sınırlı anlayışlar, yaşama geçirilmesi karşısında izlemekten başka bir şey yapmadıkları işyerlerinin kapanması, taşeronlaşma vb. karşısında “kriz” diye bağırıyorlar. Burjuvazinin yapısal değişim olarak dayattığı sömürüyü artırma ve sendikalaşmayı parçalama uygulamalarının yaşama geçirilmesi bir kader değildir. Ama bunun için tek tek işverenlere karşı değil bir bütün olarak sermaye sınıfına karşı dişe diş bir mücadele gereklidir. Bugün post-fordist tekniğin yaşama geçirildiği üretim alanlarında sendikalaşmayı yeniden sağlamanın da kararlı bir mücadele dışında bir yolu yoktur.
Ama buradan, sendikanın taktiklerinde, burjuvazinin yeni uygulamaları karşısında hiçbir değişiklik olmayacağı sonucu çıkmaz. Elbette ki, bütün bu durumu hesaba katan bir taktikler dizisi geliştirilmek zorunludur. Ama bu da, burjuvazinin yaygın şekilde uygulamaya soktuğu tekniklerin ve taktiklerin etkisiz kılınması için sınıfın ulusal düzeyde ve uluslararası dayanışmayla siyasal iktidarları burjuvazinin faaliyet alanını sınırlayan yasal düzenlemeler yapmaya zorlamak da dâhil talepleri için etkin bir mücadele ile birlikte düşünülmelidir.
İşte kriz de tam bu noktada beliriyor. Uzun yıllar boyunca nispeten rahat mücadelelerle önemli kazanımların altına imza atan sendikal yönetimler, burjuvazinin cepheden saldırdığı ve sendikaların da aynı sertlikle bir mücadele vermek zorunda olduğu koşullarda iflas etmişlerdir. Tekelci sermaye sistem partilerine ortak bir program dayatmıştır. Adları muhafazakâr, liberal ya da sosyal demokrat olsun bütün partiler, tekelci sermayenin programını gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Şu ya da bu partiye dayanarak, ya da toplu sözleşme masalarına oturarak kazanım elde etmenin ve burjuvazinin saldırılarını geriletmenin olanakları tükenmiştir. Düzen sınırları içinde kalındıkça, sermayenin saldırıları geri püskürtülemez.
Sermayenin bütünsel politikaları, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi perspektifiyle donanmış bir sendikal çizgiyle alt edilebilir. Bugün sendikaların geçirmek zorunda oldukları değişim bu yönde olmak zorundadır. Ama değişimi, tüm bu saldırıları gerçekleştiren burjuvaziyle uyum yönünde zorlamayı çizgi haline getiren anlayışlar mevcut sendikal yapılara şimdilik egemen. En yalın ifadesine Japon tipi sendikacılıkta kavuşan sendikal akım, kelimenin tam anlamıyla değişime ayak uydurmuştur. Bu anlayışın vardığı nokta, adı dışında sendikayla ilişkisi kalmayan, patron ile işçinin patronun çıkarları ekseninde birleşmesine dayanan bir çeşit korporasyondur.
Özellikle Avrupa’da yaygınlaşan ve Japon sendikacılığını andıran bir çözüm önerisi ise “sosyal diyalog” ve “yönetime katılma” anlayışıdır. Ülkemizde de yaşama geçirilmeye çalışılan işçi-işveren-hükümet temsilcilerinden oluşan bir “sosyal diyalog” kurumu olan “ekonomik ve sosyal konsey” gibi örgütler, güya, sosyal politikalar oluşturacaktır. Özellikle işyeri düzeyinde ise yönetime katılmak yoluyla sorunlar çözülecektir vb…
***
Tekelci burjuvazi, üretim her geçen gün daha da yoğunlaşır ve sermaye sayıca daha az tekellerde toplanırken, serbest rekabetten söz ediyor, işçi ile patron arasındaki ilişkiyi de, sendikaların devreden çıkarıldığı bir ilişkiye dönüştürmeye çalışıyor. Böylece, işçi sınıfını tutunduğu mevzilerden bir iki yüzyıl geriye atmaya çalışıyor.
Buna karşı proletarya, şimdilik, dünya çapında etkin bir siyasal öncüye sahip olmasa da, sınıfın temel kitle örgütleri burjuva sendikacılığın tasfiyeci çabalan sonucu güç kaybetse de, bu saldırıya boyun eğmeyeceğinin işaretlerini veriyor. Tüm kapitalist metropollerde ve bağımlı ve yarı sömürge ülkelerde derin bir hoşnutsuzluk mayalanıyor. Yığınlar öfkelerini yer yer sert biçimler alan eylemlere döküyor. Bu, üzerinde sosyalist siyasal mücadelenin yükseleceği, sınıf sendikacılığı anlayışının sendikalara hâkim olabileceği zemindir.
Haziran-Temmuz 1995