5 Nisan Kararları, arkasından IMF ile imzalanan Stand-By anlaşmasında varılan ilke kararları ve IMF’ye Şubat ’95’te verilen Niyet Mektubu doğrultusunda, egemen sınıflar ve onların hükümetinin, işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye yönelik girişimleri birbirini izlemeye başladı. Sıfır zam ve emekliliği ortadan kaldırma girişimleri, saldırı zincirinin birer halkalarıdır.
Bu saldırı, uluslararası sermayenin proletarya ve emekçilere yönelik dünya ölçeğinde yürüttüğü kapsamlı saldırının bir parçasıdır ve salt emekliliğin ortadan kaldırılmasıyla da sınırlı değildir.
Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri; küreselleşme, globalleşme, piyasa ekonomisine geçiş, liberal ekonomi, endüstriyel demokrasi, verimlilik, kalite, yönetime katılma, sermayenin tabana yayılması gibi kavramlar eşliğinde yürürlüğe koydukları, koymaya çalıştıkları ekonomik-siyasal programlarla; emekçilerin uzun mücadeleler sonucu kazandığı hak ve özgürlükleri birer birer gasp etmeye, düzenledikleri provokasyonlar, katliamlar ve işgallerle, korku ve dehşet saçarak emekçi halkı örgütsüz bırakmaya, sindirmeye, kendilerine, “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya çalışıyorlar.
Ülkemizde Kürt illerinde sürdürülen savaşı, baskı, zulüm, işkence, gözaltı kayıpları, faili meçhul cinayetleri demokratikleşme güldürüsüyle örtmeye çalışan egemen sınıflar, saldırılarını diğer yarı sömürge ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de IMF ve Dünya Bankası’nın dikte ettiği Yapısal Uyum Programları çerçevesinde yürütüyorlar. Saldırıların hedefi, niteliği ve sonuçlarının daha iyi görülebilmesi ve kavranabilmesi açısından bu programlara kısa da olsa değinmekte yarar var.
Ekonominin tamamen emperyalist güçlerin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini içeren Yapısal Uyum Programları genel olarak; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, reel ücretlerin düşürülmesi ve ihracatın artırılmasına dayanmakta, sistematik olarak sağlık, eğitim, işsizlik sigortası, toplu taşımacılık ve diğer sosyal hizmetlere devlet bütçesinden ayrılan payın azaltılmasını ve giderek ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Dünya Bankası uzmanlarının deyişiyle “bu programların temel ilkelerinden biri; çalışan ya da çalışabilecek durumda olan nüfusun yararlandığı sosyal yardımlara basitçe son vermektir.” Programların diğer ayağı ise, özelleştirmenin yapılması, katı bütçe uygulaması ve gümrüklerin indirilmesidir.
Kredi verilmesinin koşulu olarak dayatılan bu programların uygulanması; ülkelerin ekonomik, mali ve parasal politikalar üzerindeki egemenliklerini tamamen kaybetmelerine ve emperyalist denetimin pekişmesine yol açmaktadır.
Zengin ülkelerden yoksul ülkelere ekonomik etkinlik transferi de bu programlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu transfer ana hatlarıyla, borçlu ülkelerin makro-ekonomilerinin emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi ve emperyalist ülkelerdeki üretimlerin gerekir görülen bölümlerinin ucuz emek cenneti olan borçlu ülkelere kaydırılması demektir. Bunun sağlanmasının en kestirme yolu borçlu ülkelerdeki ücretlerin baskı altına alınması ve reel olarak geriletilmesidir.
Konumuz açısından “hem ülkelerarası, hem de ülkelerin tek tek kendi içindeki sosyal farklılıkları belirgin biçimde artıran” bu programlar; birincisi, borçlu ülkelerin hızla yoksullaşmasına, üretimlerinin gerilemesine, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlara olan borçlarının artmasına ve daha fazla kredi talep eder hale gelmesine neden olmakta; ikincisi grevlere, direnişlere ve toplumsal huzursuzluğa yo açmaktadır. Üçüncüsü, işbirlikçi egemen sınıflar bu programları uygulayabilmek için kaçınılmaz olarak daha fazla polisiye tedbirlere, askeri yönetimlere, son derece kısıtlı da olsa var olan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasına, ortadan kaldırılmasına yönelmektedirler. Dördüncüsü, işçi sınıfının uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakları “sistematik olarak” kaldırılmakta, çalışma ve yaşam koşulları zorlaştırılmaktadır. Bilinen bir gerçektir; emperyalizme ve IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara yakasını kaptıran ülkelerin, bağımsız siyasi çizgi izlemeleri, ekonomilerini ulusal ve toplumsal çıkarlar doğrultusunda düzenlemeleri mümkün değildir. O nedenle bugünlerde egemen sınıfların sıkça kullanmaya ihtiyaç duyduğu “bağımsız dış politika”, “ülke çıkarları”, “Avrupa bize karışamaz” gibi sözler hamasi nutuktan öteye geçmeyeceği gibi onların işbirlikçi yüzlerini de gizleyemez.
SSK KONUSUNDA ÖNE SÜRÜLEN İDDİALAR VE GERÇEKLER
Ülkemizde olduğu gibi baskı ve sömürünün sürdüğü tüm ülkelerde de işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik kapsamlı ve sistemli bir saldırı yürütülüyor. Sosyal hakların kaldırılması, kısıtlanması, paralı hale getirilmesi, ücretlerin dondurulması, “sıfır zam” dayatılması, destekleme alımlarından ve sübvansiyonlardan vazgeçilmesi, üretici kredilerinin kaldırılması, özelleştirme, taşeronlaştırma, vs. bu kapsamlı saldırının birer halkalarıdır.
Her türden sendika ağa ve bürokrasisinin ve reformist partilerin de gayretleriyle, saldırılarında epeyce ilerleme sağlayan emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de isteklerini belli ölçülerde de olsa işçi sınıfına kabul ettirmeyi başarabildiler.
Emperyalist tekellerin dünya genelinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik kapsamlı saldırısı ve Türkiye egemen sınıflarının şimdiye kadarki uygulamaları ve Şubat ’95’te IMF’ye verdikleri Niyet Mektubu göz önüne alındığında giderek artan saldırılar işçi sınıfı ve emekçilerin topyekûn karşı koyuşlarına kadar sürecektir.
Sermayenin, hükümet aracılığıyla 700 bin kamu işçisine “sıfır zam” önerisinden sonra SSK ve özellikle emeklilikle ilgili girişimleri işçilerin büyük tepkisine yol açtı. İşçiler, tasarının yasalaşmaması için mitinglerin yanı sıra hemen her toplantı ve genel kurullarda tepkilerini ortaya koydular, hoşnutsuzluklarını dile getirdiler.
Bugün kamuoyunda geniş bir şekilde sürdürülen tartışmaların genel seyrinden, öncelikle birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, daha çok matematiksel yanıyla sürdürülen tartışmalarda, getirilmek istenen düzenlemenin işçi ve emeklilerin uzun dönemde yararına olacağı üzerinde duruluyor.
İkincisi, saldırının uluslararası boyutu gizlenmeye çalışılıyor. Tartışmalar sadece emeklilikle sınırlandırılarak, olayın ekonomik, sosyal ve toplumsal boyutuna giril-memeye özen gösteriliyor.
Üçüncüsü, bırakalım sosyal hakların genişletilmesini önermeyi, bu haklarda kısıntıya gitmemeyi savunmanın dahi popülist bir yaklaşım olduğu ileri sürülüyor ve “ekonomide popülist politikaların çıkmaz sokak” olduğu söylenerek “faturayı vatandaşın önüne açık açık koymaktan başka çarenin olmadığı” söyleniyor.
Tartışmaların genel seyrinde dikkati çeken diğer bir husus da, işçi sınıfı ve sendikaların kendi gündemlerini belirleme yerine, egemen sınıflarca belirlenen gündeme uyum sağladığı ve tam da sermayenin istediği biçimde tartışıp hareket ettiğidir.
Gerek uluslararası belgeler ve uygulamalar, gerekse ülkemizde, hükümet ve TİSK, TÜSİAD, MESS gibi tekelci sermayenin örgütlerinin belgeleri incelendiğinde, aynen özelleştirmede olduğu gibi sosyal haklar ve onun bir parçası olan SSK’da yapılması düşünülen kısıtlamalar, özellikle emeklilik için hemen hemen benzer gerekçelerin ileri sürüldüğünü görebiliriz. Bunlar genel hatlarıyla; kurumun devlet bütçesi üzerinde yük oluşturduğu, bütçe açığının büyümesine neden olduğu, aktif pasif dengesinin bozulduğu, erken emekli olunduğu ve kurumun iflas ettiği vb.dir.
Bu gerekçelerden kalkılarak sözüm ona emeklilere daha fazla ücret verilebilmesi, sistemin ileride tıkanmaya uğramaması, çalışanlara daha iyi hizmet verebilmesi için, emekli yaşının yükseltilmesi, hizmetin paralı hale getirilmesi ve bir kısım hizmetlerin özelleştirilmesinin toplumun yararına olacağı iddia ediliyor. Biraz aşağıda göreceğimiz gibi gerçekler bunun tam tersidir. Emekliliğin ortadan kaldırılması anlamına gelen emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve özelleştirme, hiçbir şekilde işçi ve emekçilerin yararına değildir. Bunu söylemek için insanın ar damarının çatlamış olması gerekiyor. Zaten ileri sürülen gerekçelerin gerçek dışı olması bile, başlı başına bu girişimlerin emekçi düşmanı yüzünü göstermeye yetiyor.
SSK İFLAS EDEN BİR KURUM DEĞİLDİR
“SSK kurtarılmalıdır”, “SSK batmıştır”, “Türkiye çalışmayanlar cenneti olmaktan kurtarılmalıdır”, “SSK müflis bir kurumdur”, “işin özeti SSK bugün kabaca 80 milyar doları aşan bir iflas bayrağını çekmiş durumdadır”
Yukarıdaki alıntılar emekliliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ancak hemen hepsinde aynı temanın işlendiği yüzlerce haber, tartışma ve makalelerden sadece birkaç örnektir. Sermaye ve onların kiralık kalemleri bu tür çarpıtma ve yalan haberlerle SSK’ya yönelik operasyona zemin hazırlamaya ve buna haklılık kazandırmaya çalışıyorlar. İşin ilginç yanlarından biri, hazırlanan yasa tasarısına karşı çıkan bir kısım sendikacıların da SSK’nın batık durumda olduğunu söyleyerek, karşı devrimin değirmenine su taşımalarıdır. Batık durumda olmayan bir kuruma “battı” demekle, “batmasında işçinin suçu yoktur” demek, SSK’nın battığı, iflas ettiği fikrinde birleşmek demektir.
Öncelikle şunu belirtelim ki; SSK batmış bir kurum değildir. Yıllardır sermaye ve onların devleti SSK’yı yağmalayıp talan etmesine karşılık batıramamışlardır. Aşağıda görüleceği gibi onca düşmanca tutuma rağmen bütçesi artı veren bir kuruluştur.
SSK’nın mali problemleri olduğu, özellikle emekli maaşlarının ödenmesinde zorluklar çektiği doğrudur. Ancak bu onların iddia ettikleri gibi “parasının olmadığından” veya “iflas ettiğinden” değil, devlet ve özel sektörden alacaklarını alamamasından kaynaklanmaktadır.
Devletten sonra en büyük bütçeye sahip olan SSK’nın 1995 yılı bütçesi 180 trilyon liradır. Sermaye ve onların başındaki kiralık kalemleri; geliri giderini karşılamadığı için bütçenin yılsonunda 60 trilyon civarında açık vereceği, gerekli önlemler alınmadığında ileriki yıllarda açığın katrilyonlara varacağını ileri sürüyorlar. Sermaye ve onların devletin, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da yağma ve talanı devam ettiği sürece SSK’nın mali problemleri olacağı doğrudur. Ancak bu yağma, talan ve sömürü düzeninin ilelebet ayakta kalamayacağı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu sistemi ortadan kaldırarak kendilerinin egemen olduğu sistemi getirecekleri de doğrudur.
Bilindiği gibi SSK’nın gelirleri işçilerin ödediği primler ile kira ve faiz gelirleridir. Tablo 1’de görüldüğü gibi ülkemizde işçilerin ödediği sosyal güvenlik primi diğer ülkelere göre bir hayli de yüksektir ve işin ilginç yanı yüzde bir ve iki oranında prim kesilen ülkelerde değil, yüzde 14 gibi çok yüksek oranda prim kesilen ülkemizde emekliliğin ortadan kaldırılması tartışılıyor.
Ülke Adı Prim% – Tablo-1
Avustralya 1
Kanada 2,30
Meksika 3,75
Tayland 4
İspanya 6
Japonya 7,70
İtalya 8,85
İngiltere 9
Belçika 12,10
İddiaların tersine, işverenlerin ve devletin bu kuruma kurulduğundan beri hiçbir katkısı yoktur. İşverenler ve hükümetler bu kuruluşu adeta yağmalamışlar, özellikle son yıllarda aynen KİT’lerde olduğu gibi kurumun zarar etmesi ve hizmetin aksaması için ellerinden geleni yapmışlardır. Birkaç örnek vermek gerekirse:
*SSK kurulduktan sonra uzun yıllar emekli vermediği için müthiş fonlara kavuşmuş. Devlet, kendisinin olmayan bu parayı çeşitli işlerde kullanmış, sıfır faizle bankalarda tutmuş, düşük faizli devlet fonlarına yatırmış, çıkardığı kararname ve yasalarla kurumun yedek akçelerinin kamu bankalarına yatırılma zorunluluğunu getirmiştir. Bütün bu uygulamalarla SSK’nın trilyonlarca lira kaybına sebep olmuştur.
* Özel sektör, işçilerden kestiği primleri kurumun hesabına yatırmamış yıllarca ucuz kredi olarak kullanmıştır. Devlet buna göz yumduğu gibi, birçok kez bunların anapara ve faizlerini affeden kararnameler çıkarmıştır. Özel sektörün yanı sıra devlet de SSK’ya olan borçlarını ödememektedir. Nisan ’95 rakamlarına göre SSK’nın özel sektör ve kamudan 48 trilyon prim alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık üçte ikisi kamu sektörünün borcudur.
* Devlet, İstanbul Bankası emeklilerini SSK’ya devrederek kurumu 17,5 trilyon lira zarara uğratmıştır.
* Tahkim yasası çıkararak kamu kuruluşlarının SSK’ya olan borçlarını silmiştir.
* SSK’nın 10 trilyonluk gayrimenkulü 5 trilyona ve uzun vadeli ödemeli olarak Emlak Bankası’na devredilmiştir. Eximbank’a 55 milyarlık tahvil 10 yıl vade ve yüzde 30 faizle zorla satılmıştır.
1994 yılında yapılan genel kuruluna sunulan rapora göre SSK’nın 1994 yılı geliri 59 trilyon 730 milyar liradır. Buna karşılık gideri 50 trilyon civarındadır. Tüm bu olumsuzluklara karşı SSK bütçesi, ’94 yılı içinde geliri giderlerini karşıladığı gibi 9 trilyon da fazla vermiştir.
Şimdi bu gerçekler ortada dururken hükümet, sermaye ve onların basındaki kiralık kalemleri SSK’nın “iflas etmiş” bir kurum olduğunu, “battığını” söyleyebiliyorlar.
AKTİF-PASİF DENGESİZLİĞİNİN SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR
SSK kayıtlarına göre 4,5 milyon kişi civarında aktif sigortalıya karşılık 2 milyon kişi emekli aylığı almaktadır. Bu yuvarlak olarak 2 aktif sigortalıya bir emekli düşüyor demektir. Şimdi bu gerçeklikten kalkılarak “eğer önlemler alınmazsa ileride aktif pasif dengesinin 1–1 oluşacağı, bunun ise hizmetin aksamasının yanında sistemin tamamen çökeceği, onun için “emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve prim gün sayısının artırılması gerektiği” ileri sürülüyor.
Yüz binlerce işçinin sendikalı ve sigortalı olmak istediği için işten atıldığı, üzerlerine jandarmanın, polisin salındığı, sadece bir yıl içinde bir milyondan fazla işçinin sokağa terk edildiği bir ortamda, aktif pasif dengesizliğinden, bahseden, devlet ve sermayenin tutumu tam anlamıyla ikiyüzlülüktür.
İşçileri günde 12–14 saat sigortasız, sendikasız ve her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştıracaksın, sigortalı yaptıklarının primini tam olarak göstermeyeceksin, göstermek zorunda olduklarından kestiğin primi SSK’ya yatırmayacaksın ondan sonra da “aktif pasif dengesi bozuk, emekliliği ortadan kaldıralım yoksa sistem batar” diyeceksin. Bu şartlarda bunları söyleyebilmek için aktif-pasif değil, insanın akli dengesinin bozuk olması lazım.
Resmi rakamlara göre 8,5 milyon çalışandan ancak 4,5 milyonu sigortalı. Kalan 4 milyon işçi sigorta dâhil, her türlü sosyal güvenceden yoksun olarak çalıştırılıyor. Buna part-time ve göçmen işçileri de eklersek sigortalıdan çok sigortasız çalışanın olduğunu görürüz.
Bugün SSK’ya kayıtlı 2 milyon işyerinden yaklaşık 1 milyonu bildirge vermiyor, prim ödemiyor. Yeri yurdu, adresi belli olan bu işyerlerinden bildirge sormayan, prim toplamayan devlet büyük bir pişkinlikle “aktif-pasif dengesizliğinden” bahsedebiliyor. Kaba bir hesapla bu bir milyon işyerinde sadece birer kişi çalışıyor kabul edilse, bunların asgari ücretten ödeyeceği prim tutarı yıllık 17 trilyon, ikişer kişi varsayılsa 34 trilyon lira SSK’ya ek gelir sağlanmış olacaktır.
SSK’ya kayıtlı bütün işyerleri bildirge verip, çalışanların hepsini sigortalı gösterse ve primleri tam olarak ödese, aktif pasif dengesinin 1-4’ün üzerine çıkmasının yanında kurumun gelirlerinde de önemli bir artış sağlanacağı ortadadır. Örneğin kaçak çalıştırılan 4 milyon işçi sigortalan-sa asgari ücret üzerinden yılda 67 trilyon, ortalama ücret üzerinden yaklaşık 130 trilyon lira kurumun ek geliri olacaktır. Ama, IMF ve Dünya Bankası’nın talimatlarını yerine getirmek ve işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarını artırmakla yükümlü olan devletinin niyeti; ne işçilerin sigortalı ve sendikalı olmaları, ne de SSK’nın daha iyi olanaklara kavuşmasıdır. Onların amacı aynen kurtla kuzu hikayesinde olduğu gibi ne olursa olsun işçi haklarının gasp edilmesidir.
ÜLKEMİZDE YAŞ ORTALAMASI VE EMEKLİLİK YAŞI
Ülkemizde işçilerin emekliliğe hak kazanma koşullarını şöyle özetleyebiliriz:
* Yaşa bağlı olarak; erkekler 55, kadınlar 50 yaşında emekli olabiliyor. (5000 gün prim ödemiş olmaları şartıyla)
* Çalışma süresine bağlı olarak; kadın işçiler 20, erkek işçiler 25 yıl çalıştıklarında yaşlarına bakılmaksızın emekliliğe hak kazanıyorlar..
Getirilmek istenen yasayla kademeli olarak yaş sınırı erkeklerde 63, kadın işçilerde 58’e yükseltiliyor. Prim ödeme gün sayısı ise kadın işçilerde 7200, erkeklerde 7800’e çıkarılıyor. Gerekçe olarak erken yaşta emekliliğin önlenmesiyle “SSK’nın kurtulacağı” ileri sürülüyor.
Tasarı yasalaştığı takdirde can güvenliği ve iş güvencesinin olmadığı ülkemizde emeklilik de ortadan kalkacak demektir.
Yüzde 40 dolayında işçi sirkülâsyonun olduğu özel sektörde, işten atılmadan fiilen 25 yıl sigortalı çalışmak adeta mucizelere bağlıdır. Sosyal haklar talep etmeden, örgütlenmek istemeden, ücret olarak işverenin verdiğiyle yetinip, mucizeyi gerçekleştirmek de emekli olmaya yetmiyor. Bunun yanında, işverenin sigorta primlerini tam gün olarak yatırması da gerekiyor. Bilindiği gibi çalıştırılanlar ya kuruma hiç bildirilmemekte veya kuruma bildirilmekle beraber çalışma gün sayıları veya prime esas kazançları eksik bildirilmektedir. Mevcut şartlarda özel sektörde (özellikle sendikasız işyerlerinde) emekli olabilmek bir hayli zorken tasarı yasalaştığında özel sektörde tümden ortadan kalkacaktır.
Kamuda ise, Karayolları, Köy Hizmetleri, DDY ve çeşitli tarım işletmelerinde çalışan mevsimlik işçilerin emekli olmaları ise söz konusu bile değil. KİT’lerin özelleştirilmesiyle beraber kamuda da emekli olanların sayısı asgariye inecektir.
Egemen sınıflar ve onların hükümeti her konuyu olduğu gibi emeklilik yaşı konusunu da çarpıtarak hazırlanan yasa tasarısının halk düşmanı yüzünü gizlemeye çalışıyorlar. Bunlara göre Türkiye’de kadın işçiler 38 erkek işçiler 43 yaşında emekli oluyorlar. O yüzden de Türkiye “çalışmayanların cenneti” haline gelmiş.
Türkiye’nin çalışanlar için cehennem, sömürücüler için ise şimdilik bir cennet oluğu doğrudur. Ancak ileri sürülen rakamları, bizzat SSK’nın verileri yalanlamaktadır.
*Batı ile kıyaslarsak; ne yaş ortalaması ne de çalışma ve yaşam koşulları birbirine uyar. Tablo 2’de görüleceği gibi Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerinde ortalama yaşam 70–79 arasında seyrederken Türkiye’de ortalama yaşam umudu 61-62’dir.
Ortalama Yaşam (1990-95)
Japonya 79
Yunanistan 78
İzlanda 78
İspanya 78
İsviçre 78
İsveç 78
Fransa 77
Belçika 76
Küba 76
Almanya 76
ABD 76
Portekiz 75
Singapur 75
Jamaika 74
Arnavutluk 73
Bulgaristan 72
Şili 72
Arjantin 71
Çin 71
Macaristan 70
Meksika 70
Romanya 70
(Tablo 2)
Türkiye, bu yaşam ortalamasıyla; Mısır (62), Libya (63), Peru (65), Cezayir (66), Vietnam ((64), Honduras (66)’tan bile geri durumdadır.
Avrupa düzeyinde bir yaşam standardı olmadığı gibi kötü koşullarda çalışıldığı, “çok kesintili ve güvencesiz bir çalışma ortamının” olduğunu, devletin Çalışma Bakanı itiraf ediyor.
* SSK verilerine göre Türkiye’de emekli olma yaşı ortalama 49’dur. 38 yaşında emekli olanların tüm emeklilere oranı ancak binde sekizdir. Bu orandan kalkılarak işçilerin 38 yaşında emekli olduklarını söylemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.
* Emekli olan işçilerin 35-40 yıl emekli maaşı aldıkları çarpıtmasını yine bizzat SSK verileri yalanlamaktadır. SSK (1993 İstatistik Yıllığı) verilerine göre emekli olanların yaklaşık yüzde 45’i, 59 yaşına gelmeden ölmektedir. Ortalama emeklilik yaşının 49 olduğu göz önüne alınırsa, emekli olabilen şanslı işçinin 35-40 yıl değil, ancak 10 yıl emekli maaşı alabildiği ortaya çıkar.
Emeklilik ortadan kaldırılınca veya en az düzeye indirilince “SSK sorununun çözüleceğini” söylemek, okulları kapatarak milli eğitimin sorunlarının çözüldüğünü söylemeye benziyor. Bugün egemen sınıflardan, onların hükümetini, kiralık kalemlerinden, her türden sendika bürokratına kadar herkesin bildiği ama söyleyemediği gerçek budur.
SSK İŞÇİNİN, YÖNETİM DEVLETİN
Bugün SSK’nın tüm yükü işçilerin omuzlarında olmasına rağmen yönetimin kontrolü, SSK’ya mali olarak hiçbir katkısı olmayan devletin elindedir. Şayet Türk-İş’i işçilerin temsilcisi sayarsak, 7 kişilik SSK yönetiminin dağılımı şöyledir: Çalışma ve sosyal güvenlik bakanının atadığı biri SSK genel müdürü olmak üzere iki üye, SSK genel müdürünün atadığı bir üye, Maliye bakanının atadığı bir üye, bir işçi, bir işveren ve bir de emekli temsilcisi bulunuyor. Buna göre hükümet 4, işçi, işveren ve emekliler birer kişiyle temsil ediliyorlar.
İşçi ve emekliler, yönetiminden sorumlu olmadıkları bir kurumun devlet ve özel sektörden kaynaklanan bir takım sorunlarından dolayı cezalandırılmak isteniyor. Dünyanın her tarafında devlet sosyal güvenliğe katkıda bulunurken Türkiye’de devlet sosyal güvenlik kurumlarını yağmalayarak bunun tam tersini yapıyor.
AB Ülkelerinde Sosyal Güvenlik Harcamalarının
GSYİH İçindeki Payı % (1990)
Belçika 25,2
Danimarka 27,8
Fransa 26,5
Almanya 23,5
Yunanistan 20,9*
İrlanda 19,7
İtalya 24,5
Lüksemburg 27,3
Hollanda 28,8
Portekiz 15,3
İspanya 19,3
İngiltere 22,3
Türkiye 6,8
(* Yunanistan’ınki, 1989 yılı rakamlarıdır.
Kaynak OECD, Employment Outlook, july 1994, Türkiye için DPT (Aktaran TİSK yayınları no 11))
Basında sahibinin sesi kalemler “Batıda emeklilik yaşı şu kadardır” diye her gün bağırırlarken devletin sosyal güvenliğe katkısı konusunda süt dökmüş kediye dönüyorlar. Tabloda görüldüğü gibi devletin sosyal güvenliğe ayırdığı pay oldukça düşüktür ve bunun içinde SSK’nın hiç payı yoktur. Ayrıca Batı’da işsizlik, aile yardımları gibi sosyal güvenlik kurumları Türkiye’de bulunmazken, var olan (Yaşlılık, malullük ve ölüm), (Hastalık ve analık) (İş kazası ve meslek hastalıkları) gibi sosyal güvenlik kurumlarına da devletin hiçbir katkısı yoktur. Ama aynı devlet
Kürt illerinde sürdürülen savaş için yılda 400 trilyondan fazla para ayırabiliyor.
ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE SOSYAL HAK KISITLAMALARI
Sadece ülkemizde değil sanayileşmiş ülkelerde de “ekonomik durgunluk ve gerileme, enflasyon ve işsizliğin artması” gibi kapitalizmin temel hastalığını bahane eden egemen sınıflar, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin kazanılmış haklarını yok etmeye yöneldiler. Özellikle 1990’lı yılların başından itibaren işçi sınıfının uzun mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakların ortadan kaldırılmasına yönelik yaptırımlar artmaya başladı. Birçok ülkede sosyal güvenlik harcamaları büyük ölçüde azaltıldı ve bazı harcama kalemlerine son verildi. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve işten atmalar yaygınlaştırıldı, çalışma sürelerinde yeni düzenlemelere gidilirken sınıfa birçok ülkede “ya sıfır zam ya işten atılma” dayatıldı. Sendika bürokrasisinin de geniş desteğini alan tekeller birçok ülkede ve işkollarında isteklerini işçi sınıfına kabul ettirdiler. Örneğin; 1993 Eylül’ünde Almanya’da İşverenler Konfederasyonu 3,6 milyon işçiyi kapsayan iş sözleşmesinin feshedildiğini açıkladı. İşçilere işsizlik sorununa çözüm adına iş haftasının 5 günden 4 güne indirilmesi, yüzde 30’lara varan ücret indirimiyle birlikte dayatıldı.
Volkswagen’de 100 bin işçi, 30 bin arkadaşının işten atılmaması için, ücretlerinden yüzde 10 kesintiyi ve son toplusözleşmedeki yüzde 3,5’luk zammın durdurulmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Yine ABD’nin dijital teknoloji üreten tanınmış firması Hewlett-Packard’ın Fransa seksiyonu, Şubat ’93’te büyük oranda işçi çıkaracağını açıklayarak, ya bunun, ya da yeni çalışma düzeninin kabul edilmesini istedi. Sendikanın da yardımlarıyla işverenin istekleri kabul edildi. Böylece şimdilik işçi çıkarımının durdurulması karşılığında ücretler düşürüldü, primler kaldırıldı, hafta sonu dâhil olmak üzere işçiler günlük 8 saat ve üç vardiya çalışmak durumunda kaldılar.
Avrupa’da ücretler ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesine yönelik saldırılar, sosyal hakların kısıtlanmasıyla eş zamanlı olarak yürütülüyor. Birçok ülkede emeklilik yaşı yukarı çekilirken yararlanma koşulları da zorlaştırıldı.
Almanya’da Ocak 1992’de yürürlüğe giren “Yaşlılık Aylığı Reform Yasası” ile normal emeklilik yaşı 2001 yılına kadar kadın ve erkek işçiler için kademeli olarak 63’den 65’e çıkarılıyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığının tespitinde brüt kazanç yerine net kazanç esas alınmaya başlanmıştır. Sağlık harcamalarının azaltılması amacıyla sigortalıların ilaç masraflarının yüzde 10’una katılmaları, hastanede bakım durumunda günlük 11 DM tutarında “ödeme yapılması kararı alınmış ve ayrıca doktorların yıllık maaşları için üst sınır konulmuştur. Yine Mart ’93’te kamu harcamalarının azaltılması yönünde alınan tedbirler çerçevesinde işsizlik ödenekleri yüzde 3 oranında azaltılırken yararlanma süresi de kısaltıldı.
Yunanistan’da yararlanma koşullan zorlaştırılmasıyla dolaylı olarak emeklilik yaşı uzatıldı. 1990 tarihli “Sosyal Güvenlik Reform Yasası”yla yaşlılık aylığının hesabında esas alınan kazanç dönemi son iki yıldan 5 yıla çıkarıldı. 1992 yılında 4050 gün olan sigortalılık süresi, 1993 yılında 4350’ye, 1994’te 4500 güne yükseltildi.
Fransa’da ise en yüksek yaşlılık aylığına hak kazanabilmek için sigortalı çalışma süresini 37 yıldan 40 yıla çıkarmanın ve yaşlılık aylığının hesaplanmasında son 10 yıl değil son 25 yıldaki ücretlere göre hesaplanmasının çalışmaları yürütülüyor.
İşsizliğin artmasına paralel olarak işsizlik sigortası kolunda finansman açığını gidermek için devlet; işsizlik sigortası ödemelerinin azaltılması, işsiz kalınması ile işsizlik sigortasından ödeme yapılması arasındaki sürenin uzatılması, prim ödeme süresinin artırılması ve prim ödeme tavanının yükseltilmesi şeklinde bir dizi yaptırımları gündeme getirdi.
İtalya’da 1991 yılında kabul edilen Emeklilik Yasası’yla erkeklerde 60, kadınlarda 55 olan emeklilik yaşı yükseltildi. 1993 yılından itibaren geçerli olan yasaya göre kademeli olarak erkeklerde 2005 yılına, kadınlarda da 2016 yılına kadar 65’e çıkarılması öngörülüyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığına hak kazanmak için daha önce kamuda 20 yıl (bazı hallerde 15 yıl) olan sigortalılık süresine; hem kamu, hem özel sektörde 35 yıl prim ödeme şartı getiriliyor. Yaşlılık aylığının hesabında daha önce 5 yıl yerine 10 yıllık ortalama kazançları esas alan düzenlemeye geçiliyor. Yine aynı yasaya göre yıllık 18 milyon lireti geçen emeklilerin hastalık sigortasına katkıda bulunmaları esası getirilmiştir. Katkı payları halen çalışanların paylarına yakındır. Ayrıca hastalık sigortası için yeni katkı payları belirlenmiş ve sağlanan ödeneklerde kesintiye gidilmiştir.
İngiltere’de hükümet kadınların halen 60 olan emeklilik yaşını 65’e yükselterek yılda yaklaşık 3 milyar sterlin tasarruf sağlamayı hedefliyor. Lüksemburg’da emeklilik yaşını esnekleştiren bir düzenleme ile ancak 40 yıllık sigortalılık süresinden sonra 67 yaşında emekli olabilme imkânı getirilmiştir. Danimarka ise, 67 yaşından önce emekli olmayı sınırlamıştır. İspanya’da 1990’da tarım işçilerine sağlanan işsizlik ödeneğinde, 1993’te ekonomik krizin etkisiyle artan işsizlik sonucunda işsizlik sigortası ödeneklerinde kısıntıya gidilmiştir. Kanada hükümeti 1990’da çıkardığı bir yasayla işsizlik sigortasında devlet katkısını kaldırırken, çalışanların paylarını artırmış ve sigortanın finansman sorumluluğunu özel sektöre devretmiştir. Hollanda 1993 yılı başından beri geçici iş göremezlik ödeneklerini önemli oranda azaltmıştır. Avusturya ve Finlandiya’da sigortalıların masraflara katkı payları artırılmıştır. İsveç hükümeti, “bütçe açığı ve artan işsizlik” gerekçesiyle başta çocuk yardımları olmak üzere işsizlik sigortası ve iş kazalarıyla ilgili ödemelerde kısıntıya gitti ve işçilerin prim ve vergilerini artırdı.
Bu listeyi genişletmek, uzatmak mümkün. Ancak işçi haklarının yok edilmesinde sermaye, her yerde hemen hemen benzer yöntemlerle ve Dünya Bankası’nın oluşturduğu Yapısal Uyum Programları çerçevesinde hareket ettiğini göstermek bakımından yeterlidir. Yöntemlerde göze çarpan özellikler şöyle özetlenebilir:
* Ücretlerde kısıntı ve çalışma koşullarının zorlaştırılmasında, daha çok “ya iş ya sıfır zam” tehdidi kullanılıyor. Tehdide malzeme olarak ve kriz ile yüksek orandaki işsizler ordusu malzeme yapılıyor. Bu olgular kapitalizmin vazgeçilmez yol arkadaşları olduğuna göre, sermaye ve gericilik bu olguları, Demokles’in kılıcı gibi kullanmaya devam edecektir.
* Sosyal haklara saldırıların daha çok emeklilik, hastalık ve işsizlik sigortası dallarında olduğu görülüyor. Bu alanlarda emeklilik yaşının yukarı çekilmesi, prim gün sayısının, aylık bağlamada geriye doğru sürenin ve sigortalıların hastane ve ilaç masraflarına katkı payının artırılması gibi yöntemler izleniyor. Ancak hepsinin ortak noktası, sosyal haklarda kısıtlamaya gidilmesi ve hak kazanma koşullarının zorlaştırılmasıdır. Alınan ve alınacak bütün tedbirlerde bu anlayışla hareket edilmektedir.
Bunların yanında bütçeden eğitim, sağlık hizmetlerine ayrılan payın azaltılması, paralı hale getirilmesi, toplu taşımacılık dâhil kamu hizmetlerine düzenli zam yapılması, belediye hizmetlerinin birçoğunun paralı hale getirilmesi vb… de sosyal hakların kısıtlanması olarak değerlendirildiğinde sermaye ve egemen sınıfların saldırısının boyutu daha iyi görülecektir.
SSK’DA YAŞANAN SIKINTILAR NASIL ATLATILIR?
SSK’da yaşanan sıkıntıların aşılması işçi ve emeklilikler lehine gelişmelerin sağlanması sorunun öncelikle egemen sınıfların hayatın her alanında işçi sınıfı ve emekçilere karşı yürüttüğü kapsamlı saldırıların bir parçası olarak ele alınmasına bağlıdır. Sorunun genelden koparılması, hatta salt emeklilik yaşına indirgenmesi, mücadelenin tam da sermayenin istediği platformda sürdürülmesi demektir. Böyle bir anlayışla sürdürülen mücadelenin başarı şansı az olduğu gibi kazanılanları da uzun süre korumak zorlaşacaktır.
Elbette ki sermayeye karşı tek tek talepler uğruna ve burjuvaziden şu veya bu tavizin koparılması için mücadele edilir. Bunlar gereklidir ve askeri tanımla küçük karakol çatışmalarıdır. Bu savaşım sürdürülürken bir bütün olarak savaşın kazanılması, diğer bir tanımla siyasal iktidarın ele geçirilmesi perspektifi gözden kaçırılmamalıdır.
İkincisi; mücadele alanlarına sadece mevcudu korumak veya düşman saldırısını savuşturmak için değil yeni kazanımlar elde etmek için çıkılmalı, talepler ona göre belirlenmelidir.
Üçüncüsü; sermaye ve egemen sınıflara karşı verilen mücadele onların işçi sınıfı içindeki uzantıları olan her soydan sendika ağa ve bürokratına karşı mücadele ile birleştirilmeli mücadelenin inisiyatifi bürokrasiye bırakılmamalı, onlara karşı uyanık olunmalıdır.
SSK özelinde yaşanan sorunların kaynağı, yönetimi elinde tutan devlettir. Devlet yönetiminde kaldığı sürece, emekliliğin ortadan kaldırılması dâhil hiçbir yaptırım SSK’nın sorunlarını çözemeyecektir. Aksine sorunları ağırlaştıracaktır. Bugün SSK’nın içinde bulunduğu bir takım sıkıntıları aşabilmesi, işçilere, emeklilere daha iyi hizmet verebilmesi için, alınacak önlemler ile yapılması gerekenler kimse açısından sır da değil. Ancak yağma ve talanın devam etmesi için sermaye ve devlet buna yanaşmıyor.
TASARI MECLİSTEN GEÇER Mİ?
Emekliliği ortadan kaldırmaya yönelik yasa tasarısının meclise sevk edilmesinden sonra bir kısım odaklarca “bu tasarı meclisten geçmez” denilmeye başlandı. Bunlar işçi sınıfını işin dışında tutarak, hükümeti yıpratmak isteyecek olan parlamentodaki muhalefet partileriyle CHP’nin tasarıya karşı çıkacağını, bunun yanında en geç bir yıl içinde yapılacak olan genel seçimler nedeniyle hükümetin işçileri karşısına almaya cesaret edemeyeceğini gerekçe gösteriyorlar.
Yasa tasarısının CHP’li bakan tarafından hazırlandığı, CHP’nin hükümet ortağı olduğu son üç yıl içinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların boyutu ortada olduğu halde bu tür gerekçelerin, bir yanıyla işçi sınıfı ve emekçilerin asma yaprağından öteye geçmeyen parlamentodan ve burjuva partilerinden kopuş süreçlerini yavaşlatmaya, diğer yanıyla da, hazırlanan yasa tasarısına karşı işçi sınıfının yükselen tepkisini yumuşatmaya ve dikkatini dağıtmaya yönelik olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Sendika bürokrasinin genel bir anlayışı vardır. Bunlar işçinin ve kamuoyunun karşısında başka, sermaye ve hükümetin yanında başka tutum alırlar. Bugün karşı çıkıyor göründükleri yasa tasarısının temelleri 17 Eylül 1994’de aralarında üç konfederasyonun da bulunduğu toplantıda atıldı. Toplantıya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Nihat Matkap, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Türkiye İşçi Emeklileri Derneği, TOBB, ILO Ankara temsilcisi ve başta eski ve yeni SSK genel müdürleriyle çeşitli üniversitelerden bilim adamları katıldı. Bu toplantıda; diğer konuların yanında emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik için prim ödeme süresinin artırılması ve sağlık hizmetleri için aranan koşulların ağırlaştırılması tartışıldı ve üzerinde görüş birliğine varıldı. Bir taraftan tasarının temellerinin atıldığı toplantıya katılmak, diğer yandan IMF’nin isteği doğrultusunda bu yasa tasarısını hazırlayan CHP’li bakanı “verdiği mücadeleden dolayı destekliyoruz” demek öte yandan “bu tasarı meclisten geçerse meydanı onlara dar ederiz” türünden demeçler vermek hiç de inandırıcı değildir. Özellikle SSK yönetiminde bulunup da yıllarca devletin “yağma ve talanına” destek veren Türk-İş yöneticilerinin sözlerinin ise hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Meclise sunulan ve gerçek işlevinden yoksun, tamamen makyaj niteliği taşıyan İş Güvencesi, İş-Kur ve İşsizlik Sigortası yasa taşanlarının, işçilerin kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu bile bile CHP’li Bakan’ı savunmaları bu dinozorların ikiyüzlü tutumlarına bir başka örnektir.
Tasarının meclisten geçip geçmeyeceğini, geçse dahi onun uygulanıp uygulanmayacağını, burjuvaziye tükürdüğünün yalatılıp yalanlamayacağını belirleyecek olan şu veya bu burjuva partisi ve her renkten sendika bürokrasisinin tutumu değil bizzat işçi sınıfının kendi gücü olacaktır. İşçi ve emekçiler burjuva partilerinin ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantılarının her türlü manevrasına karşı uyanık olmak, sözcülerinin aldatıcı sözlerine itibar etmemek durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki; özellikle son üç yıldır işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların altında CHP’nin de imzası bulunuyor.
Haziran-Temmuz 1995
EK:
SAYILARLA SSK GERÇEĞİ
* Türkiye’de sosyal güvenlik kuruluşlarının en büyüğü SSK’dır. Sosyal güvenlik kapsamında bulunan toplam 41 milyon 600 bin insanımızın 21 milyon 370 bini SSK’ya, 8 milyonu Emekli Sandığı’na, 10 milyon 774 bini Bağ Kur’a bağlı. Çok az bir bölümü ise özel sandıklarda. Nüfusun çok önemli bir bölümü ise sosyal güvenlikten yoksun.
* Kurumun 89 hastane, 6 doğumevi, üç sanatoryum, 3 meslek hastalıkları hastanesi, 2 ruh sağlığı hastanesi ve 2 de fizik tedavi merkezi, 134 dispanser, 166 sağlık istasyonu bulunuyor. Kurumun toplam yatak sayısı ise 25.570 liradır.
* SSK’da 3920 uzman hekim, 1739 hekim, 1202 asistan, 412 diş hekimi, 848 eczacı, 6427 hemşire ve ebe, 18.802 personel ile 7064 işçi görev yapıyor.
*Kurum bir arsa zengini. Toplam 9,6 milyon metrekare arsası bulunuyor. Bunun 6 milyon metrekaresi üzerinde binaları var. 700 bin metrekaresi üzerinde inşaat sürüyor. 2.9 milyon metrekare arsası boş durumda.
* Bina varlığına gelince; 118 hastane, 49 dispanser, 3 sağlık istasyonu, 1 huzurevi, 2 sağlık koleji, 64 eğitim tesisi, 27 kiraya verilen tesis ve 1284 lojman.
*Boş arsaların 329.158 metrekarelik kısmından 1 milyar 6 milyon lira, lojmanlardan 1 milyar 9 milyon lira olmak üzere toplam 3 milyar 5 milyon kira bedeli alınırken, 22 idari bina, 87 dispanser, 160 sağlık istasyonu ve 2 ödeme bürosuna toplam 2 milyar 9 milyon lira kira ödeniyor.
* SSK’nın özel ve kamu sektöründen toplam 49 trilyon lira alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık 32 trilyonu kamu sektörünün borcudur.
* SSK’ya kayıtlı işyeri sayısı 2 milyon. Bildirge veren işyeri sayısı 700 bin, mevsimlik işyeri sayısı 300 bin, kayıtlı olduğu halde bildirge vermeyen işyeri sayısı 1 milyondur.