Susurluk’tan bugüne sermayenin iç dalaşı ve emek

‘97’ye çeşitli kesimler, kendi cenahlarından farklı anlamlar yüklüyor ve onu, önem verdikleri olgu ve olayların yılı ilan ediyorlar.

 

“ÖZELLEŞTİRME YILI” MI?

’97 kimine göre, “özelleştirme yılı” olacak. Böyle ilan edildi ve egemen üst yapının bütün kurumlarının organize katılımıyla özelleştirme saldırısına hız verildi. Ocak ayında 1 milyar dolara yakın satış yapılarak, geçen yılların satışları bir ayda aşıldı. ’97’ye bu tür bir anlam yükleyenler, hakkını veriyor görünüyorlar. Emek ise, itirazını eylemli olarak ortaya koyuyor.

 

“TEMİZLİK KAMPANYASI” VE KÜLLENDİRİCİLİK

Kimileri ’97’yi “temizlik yılı” olarak görmek istiyor. Susurluk’ta Bucak’ın Mercedesi’ni ezen kamyon ve şoförü, yılın olay ve adamı ilan edilerek; önceden yolsuzlukları temizlemek üzere gündeme getirilmiş ama emirle durdurulmuş “temiz eller” kampanyası, medyanın kendisine dizdiği övgülerle ve yine emirle, bu kez adı da yenilenerek, bir kez daha gündeme getirildi. Kaza sonrası, binlerce gizli bağlantısıyla, uyuşturucu, fidye, haraç, cinayet ve katliam örgütü kontrgerilla, MİT’i, JİTEM’i, özel harekât timleri, korucuları ve sözde kaçak eli kanlı katilleri, MHP’si, rüşvetle ve şebekeden olarak iş gören hukukçularıyla sermayenin siyasal örgütlenmesindeki tayin edici rolü, işçi ve emekçilerin -5 Ocak örneğinde olduğu gibi- soruna müdahalesini davet edecek açıklık ve boyutuyla, hemen herkes tarafından görünür ve bilinir oldu. Suçüstü yakalandı. Masaya yatırılması gerekiyordu. Bir ucundan yatırılıyor gibi göründü.

Suçüstü yakalanan şebekenin, sermayenin devlet yönetiminde temel bir yöntemi ve onun gizli örgütü olan Kontrgerilla’nın asıl şefleri, sessiz kalıyor gibi bir görüntü verdiler. Bir yandan “devlet töhmet altında bırakılmamalı”, “suç varsa, bireysel suçtur” dendi; sorunun tartışılması ve kontrgerillanın üzerine gidilmesi, sınırlı amaçlarla çerçevelenerek, asıl olarak engellendi. Öncelikle, tartışma ve soruşturmayı, devletin yeniden yapılandırılması ve sistemin yeniden üretilmesi hedefine kilitlenen egemenlerin çıkarları temelinde sınırlandırma vurgusu yapıldı. Öte yandan, yine aynı ağızlardan “nereye kadar gidiyorsa oraya kadar gidilecek” dendi; rezalet ve cinayetlerden bıkmış olan yurttaşların yüreklerine soğuk su serpilmeye çalışıldı. Devletin başındakiler, kontrgerillanın asıl sahipleri, yönlendiricileri ve cinayetleriyle uyuşturucu vb. yoluyla finansmanına yol gösteren azmettiricileri, özenle tartışmanın dışında kalmaya çalıştılar. Dışında tutuldular.

Eşref Bitlis cinayeti, örneğin, bir Jandarma Genel Komutanı’na yönelik kontrgerilla eylemi olmasına rağmen, geçiştirildi, geçiştiriliyor. Yeni Jandarma Genel Komutanı, eski MİT Müsteşarı Teoman Koman, kendi komutanlığına doğrudan bağlı JİTEM bu suikastta asli fail olmasına ve suikastta MİT bağlantısı kesinleşmesine rağmen, “askerlerin tavrı” olarak, Meclis Komisyonu’na ifade vermeye bile gelmiyor; dışta duruyor, dışta tutuluyor. Bitlis soruşturmasını, suikast yönünde kesin deliller olmasına karşın geçiştirip kapatan eski Genelkurmay Başkanı, yeni DYP milletvekili Doğan Güreş de öyle.

Çok sayıda bilgi ve belge ortaya çıkmasına rağmen, tartışma ve soruşturmanın genişlemesinden özenle kaçınılıyor. Güneydoğu da kontrgerillanın ve onun içinde ve üzerinden örgütlendiği özel birliklerin, Özel Harekât Timleri’nin kurucularından, eski OHAL valilerinden, önce ya da sonra İstanbul ve Ankara gibi metropollerde valilik yapmış Ünal Erkan ve Hayri Kozakçıoğlu gibi Kontrgerilla yöneticileri, haklarındaki “iddialara” ve aslında belgelere rağmen, tartışmanın dışında duruyor ve tutuluyorlar.

Reddedilemez suçu sabitler oldukça, daha çok, “maşa” konumunda olanların ve çok sıkışıldıkça da, kontrgerillanın ara kadrolarından bazılarının üzerinde tartışılmasına izin veriliyor. “Kocaeli Çetesi” ile doğrudan bağlantılı olan, “Yeşil”le ilişkisi açığa çıkan eski Kocaeli Jandarma Komutanı Tuğgeneral Veli Küçük gibi. “Yüksekova Çetesi”yle bağlantısı kanıtlanan, itirafçı kontracı Kahraman Bilgiç’in, üzerine ifade verdiği, yüzlerce “faili meçhul” cinayeti yönlendirip azmettiren Yüksekova Jandarma Komutanı binbaşı Mehmet Emin Yurdakul gibi.

Kolayca görülebilir gerçek: üstüne örtü atılmak, bağlantıları gizlenmek, dezenfermasyon ve gündeme başka sorunlar sokulması yoluyla tepkiler yatıştırılmak üzere, kontrgerilla tartışmasının saptırılmaya çalışıldığıdır. Tartışmanın sürmesi taraflısı görünüp, sorunun üzerine gider gibi yapıp, tepkileri, tam da karşısında olması gereken yerlerin yedeğinde biriktirmeye çalışanlarla, bunu kolaylaştırma peşine düşenler de cabası.

Ancak, başlangıçta “vatanseverlik” teziyle cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraççılık, katliam suçlarını “devlet adına” üslenip aklamaya çalışan, çoğunluğu ayak takımı, bir kontrgerilla ekibi ise, gerilemek zorunda kaldı. Yapılanların “vatanseverlik” olmadığı, genel bir kabul gördü. Başta Mehmet Ağar ve adamlarından Özel Harekât şefi İbrahim Şahin ve Çatlı gibiler olmak üzere, bir kısım kontrgerillacı kendisini savunamaz hale geldi. Ayak takımından “tetikçiler”, rüşvetçi-haraççı küçük bir polis-itirafçı-mafyacı güruhu harcandı.

Ancak adam harcamalar da, hem nicelik hem nitelik olarak sınırlı tutuldu. Tutuklanan toplam ayakçı sayısı 5-10’u geçmedi. Onlara da, konuşmamaları için çeşitli garantiler verilmiş olmalı; pek konuşmuyorlar.

Asıl harcamalar, görevden alma içerikli gerçekleştirildi. “Vatanseverlik” iddiası kabul görmeyen Ağar gibilerinin, tersinden “konuşursam, görürsünüz” şeklinde tercüme edilmesi ve okunması gereken “ben kan şerbeti içerim, konuşmam” ya da “Cumhurbaşkanı’nın toplayacağı bir devlet brifinginde konuşurum, orada herkes konuşsun” mesajları, gereken mercilere ulaştı. Ağar, asıl yöneticilere sesleniyor, tehdit ediyordu. Şimdi Meclis Komisyonu’nda bile konuşmuyor. Sorun devletin âli menfaatleri olunca, işin rengi değişiyor. “Solcu” bir sanığın söz konusu olması durumunda hemen çalışmaya başlayan işkence tezgâhları, kuşkusuz kurulmadı. Ağar sessizliğe terk edildi. Konuşmaması kabullenildi. Oysa hakkında bin tane belge var. Dokunulmazlığının kaldırılması için yazılacak fezleke bile neredeyse unutuldu, unutturuldu.

Böylelikle, ortalıkta, “temizlik” konulu farklı rivayetlerin dolaşmakta olduğu söylenmelidir. Bir “temizlenme” ihtiyacı kuşkusuz vardır; ancak bu ihtiyaç, farklı farklı formüle edilmekte, ihtiyaca farklı içerikler yüklenmektedir.

 

LAİKÇİLİK-ŞERİATÇILIK KAPIŞMASI

Ardından Fadime adlı bir genç kız çıkarıldı ortaya. Çekici bir konuydu. Aczmendi “babası” Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı adlı tam düzmece bir tarikat “babası” hedef tahtasına kondu.

Neredeyse “tarikatlardan temizlik yılı” ilan edilmek üzereydi ki, önceden beri süregelen siyasal İslam’la tartışma alevlendirildi. Belirli bir plan dâhilinde adımlar atıldığını göstermek üzere. Gündüz-Fadime-Kalkancı dolayımıyla oynanmaya başlanan oyun ya da laikçi “tezgâh”, Sultanbeyli’ye Atatürk heykeli dikilmesi ve karşıt tepkileriyle karşılıklı zorlamayı içererek tırmandı. Siyasal İslam’ın toplanma noktasında duran hükümet ortağı Refah Partisi’ne yöneldi oklar. Onun da mevzi kaybederek geri çekilme niyeti yoktu.

Genelkurmay’ın Çalışma Bakanı RP’li Necati Çelik hakkında suç duyurusunda bulunması, Sultanbeyli Belediye Başkanı’nın heykelci paşayı mahkemeye vermesiyle yanıtlandı. Karayolu ile hac, önce bütün devlet dairelerinde uygulanmak istenen sonra bir adım geri çekilerek üniversitelerle sınırlı bir serbesti olarak öngörülen “türban yasağı”nın kaldırılması girişimi, kurban derileri toplanmasında Türk Hava Kurumu tekelinin kaldırılması çabası ve Taksim’le Çankaya’ya cami projeleriyle yanıtlar ya da “siyasal İslam’ın oturması” yönündeki adımlarla, yanıtın yanıt olmaktan dikte etmeye ya da savunmadan saldırıya dönüşme eğilimine tanık olundu. RP’nin atağa kalkma ya da laikçiler ağzından yorumuyla “tahrikkar davranma” tutumun;) yöneldiği görüldü.

Bu kez RP atağına tepki ve yanıtlar gelmeye başladı. Siyasal İslam’a siyasal yanıtlar vermeye güç yetiremeyen laikçi siyasetçiler, bir kez daha siyasetin tamamen karşılıklı güç ilişkileri temelinde yürüdüğünü, süslü siyasal sözcüklerle ambalajlanmış zoru ifade ettiğini; üstelik siyasetin, barışçıl yöntemlerin geçersizleştiği belirli bir aşamadan sonra, tehditleri, silaha dayanan dikte edişleri, silahlı çatışmaları ve sonunda savaşı içererek, giderek çıplaklaşan zor olarak yürüdüğünü, işe silahın karışmasının, özünde her zaman zor yatan siyasetin başka -silahlı- araçlarla devamı anlamına geldiğini kanıtladılar. Siyasal İslam karşısındaki eleştiricilikleri, çizme yalayıcılısıyla birleşti. Orduya çıkarılan çağrılar yoğunlaştı.

Siyasal İslam son atağını, Sincan’daki Kudüs Günü kutlamalarıyla yaptı. Sincan Belediye Başkanı, İran Elçisini de yanına alarak, açıktan şeriat çağrılarının çıkarıldığı bir gösteri düzenledi. Çizme yalayıcılarından çok, çizmeleri yalananların tepkisi sert oldu. Ertesi gün, Sincan sokaklarında tanklar yürütüldü.

Sonra da karşılıklı tutum ve yanıtlar sürdü. Medyanın hapisteki Sincan Belediye Başkanı’nı ziyaret eden Adalet Bakanı Kazan ve kaçak Mercedes’iyle ilgili olarak yaptığı “ara taksimi”nden sonra, günlerce öncesinden önemine vurgu yapılan MGK toplantısı ve kararları geldi. Yaptırıma bağlanan kararlar sertti; Erbakan ve partisi, ya Genelkurmayla birleşip tabanından kopmaya ya da hükümetten çekilmeye zorlanıyordu.

Bu sürtüşmenin odağında, ’97’ye anlam yükleme peşinde olanların çoğaldığı görüldü. Laiklik budalaları bir yandan inanan emekçilerin safiyane inançları üzerinden dünyevi iktidar oyunu oynamaya çalışan şeriatçı sahteciler diğer yandan, topluma “şeriatçı-laik” çatışmasını dayatmaya soyundular.

Geçen bir-iki yılı “iktidara yürüme” yılı ilan eden RP, açıktan dillendirmese de, bu yılı “iktidarını sağlamlaştırma ve yayma” yılı olarak tasarlamış görünüyordu. Bir yandan “kahraman ordumuz”, “muhterem generallerimiz” hitaplarıyla “mutabıkız” yollu takiye oluşturan yumuşatma tutumu alsa da, Erbakan’ın, MGK kararları karşısında göreli bir direnişe geçmesi ve “imzalamam” inadı, RP’nin bu tasarımdan tümüyle vazgeçmediğini ortaya koyuyor. Ancak yine de, RP’nin, pozisyonunu, belirli bir gerilemeye göre yeniden düzenlemeye yöneldiği belli oluyor.

Laikçilerin toplanma merkezinde ise, üniformalı kast bulunuyor. Onlar, geleneksel olarak çok konuşmuyor; laflarını kapalı kapılar arkasında söylüyor, daha çok da, silah şakırdatıyorlar. Adlarına ya da destekçileri olarak konuşan çok sayıda yalaka, nasılsa her zaman bulunuyor. Mutlaka her koşulda yalakalığını yapacak egemenler içinden bazı grup ya da kurumlar bulan bu tür mucitlik, siyasal karakterini şekillendiren Aydınlık-İP grubu ve önderi Doğu Perinçek’e kadar.

Yine az ve öz konuştular. Çizme yalayıcılarını önceden konuşturduktan sonra, darbelerini vurdular; sonra yine, çizme yalayıcıları sahne aldılar.

“İktidar hırsı” ile kavrulan Çiller’in partisi de içinde olmak üzere, hedefteki siyasal İslam’ın partisi dışındakiler MGK’nin dümen suyunda ardı ardına dizildiler. İki büyük işçi konfederasyonu başkanlarının, yanlarına esnaf konfederasyonu başkanını da alarak, darbe destekçiliğinde, bir çırpıda 6 milyon imzayı bir araya getirdikleri açıklandı.

 

TÜSİAD’IN SİSTEMİ YENİLEME ÇABASI

Bu arada, TÜSİAD, sermayenin en büyüklerinin, sadece ekonomik bir örgüt olmakla sınırlı olmayan, siyaset de yapan, siyasal temsilcileri yetersiz kaldıkça siyaseti daha açıktan yaparak yol gösteren kuruluşu, “demokratikleşme perspektifleri” adlı bir rapor yayınlayarak, sahneye çıktı. Geleneksel solculuğun hemen bütün grup ve temsilcileri, mal bulmuş mağribi gibi, yalakalığı son noktasına vardırarak raporun savunuculuğunu TÜSİAD’dan devraldılar. Orta sınıf konumundaki burjuvaziyi Çarlık otokrasisine karşı destekleyerek, platformunu belirlemek de içinde olmak üzere, demokrasi mücadelesini onun “ehil ellerine” terk eden Menşevikleri bile gölgede bıraktılar. Menşevikler, orta sınıfı oluşturan egemen olmayan burjuvaziyi desteklerken: bizimkiler, egemen sınıf burjuvazinin, hem de en irilerinin örgütü TÜSİAD önünde şapka çıkardılar. Ufak-tefek eksiklikleri vardı, ama “kadı kızında bile kusur olur”du; “TÜSİAD demokrasisinin savunulmasında TÜSİAD’ı solladılar”. Büyük patronlar, zaten bu amaçla, raporlarını, solcu bir profesöre yazdırmışlardı.

Sonuçta, bütün bir “temizlik” ve globalleşme solcularının pek meftunu oldukları “sivilleşme” ihalesi, TÜSİAD’ın müteahhit karnesini kullanan taşeronlar olarak, geleneksel solcularımıza verilmiş oldu. TÜSİAD’ın koruyucu kollarında, hem “genişlik” sağlanarak “darlık hastalığına karşı” mücadele edilmiş, hem de “sivilleşme”yi de kapsayan bir “temizlik” kampanyası olarak “demokratikleşme” yolunda emin adımlarla yürünmüş olacaktı! Şu kontrgerillalı-faili meçhullü, şeriat ve darbe tehlikesi olan Türkiye’de, ürkmeden, korkmadan, “geniş cephe taktikleri” ile zaferi baştan garanti edilmiş, rahat ve kolay bir “demokrasi mücadelesi” yürütmek büyük sermaye, emeğin ve emekçinin düşmanı falan diye TÜSİAD’ı ve içinde örgütlü olan egemenleri eleştirmenin, onların demokrasi düşmanları olduğunu söylemenin ve “biz bize” “dar” kalmanın alemi var mıydı! TÜSİAD demokrat olduğunu açıklıyorsa, ille de “değilsin” mi denmek zorundaydı! Birlikte belirli bir yol yürünemez miydi!

Az da değildi; TÜSİAD MGK’nin kaldırılmasını bile istiyordu. İşkence bile yapılmamalıydı! Daha pek çok şey de öngörüyordu. Belamızı mı isteyecektik!

TÜSİAD’ın tam da amacına ulaştığı ve pek de uğraşmadan, en başta hemen bütün geleneksel solcular, faşizmin fiziki baskısıyla iyice yumuşatılarak beyinleri sermaye tarafından iğdiş edilmiş aydınlar ve “işi tıkırında giden”, kestaneyi almak için elini ateşe uzatmaktan çekinen burjuva demokratlar tarafından onaylanmakla kalınmayıp, kraldan daha çok kralcı tutumla sahiplenilen “demokrasi platformunu”, birleştirici bir platform olarak, geniş bir çevreye benimsetmeyi başardığı görüldü.

Bu çevre ‘97’yi “demokratikleşme yılı” olarak henüz ilan etmediyse bile, öyle lanse etmektedir. İlan etmeyişi, henüz şeriat ve darbe korkusunu tamamen atamayışı, buna TÜSİAD platformunun bile güç yetiremeyişindendir.

TÜSİAD’a gelince. “Demokrasi” istemesine istedi; ama ertesi gün, yayınladığı raporu “aşırı” bulan Genelkurmay tarafından azarlandı. O kadar umut bağlanan raporu, basta Rahmi Koç olmak üzere, önemli sayıda üyesince kibar bir dille ve “önceden kendileri tarafından görülüp görüşleri alınmadığı” gerekçesiyle, savunulmadı, tatlı su solcularının “himayesine” bırakıldı. Zaten kırık-dökük, tutarsız bir demokrasi bile öngörerek piyasaya sürülmemişti.

Geçen yıl Kürt sorununun “siyasal çözümü” adına, Bask modeli söz konusu edilerek hazırlanan TOBB ve Sabancı raporları da tepki görmüş; mercileri farklı olsa da, her iki rapor, hazırlayıcılarının azarlanmasına neden olmuştu. TOBB raporunun sahipsiz ortada kaldığı ve “aç gözlü” Doğu Ergil’in üstüne yıkıldığı, Sabancı’ya ise Türkeş tarafından “çizmeyi aşma” zılgıtı çekildiği hatırlanacaktır,

 

DEĞİŞİM HALİNDEKİ GÜÇ İLİŞKİLERİ

’97’nin karışık görünen bir siyasal tablo ve anlaşılması zor görünen birbiriyle kesişen ve çatışan güç ilişkileri ortasında yaşanmaya başladığı ortada.

 

KONTRGERİLLA TARTIŞILIYOR

Susurluk kazasına kadar pek çok kez bir ucundan gündeme gelen, siyaset alanında ve onun bir kurumu olan parlamentoda tartışılmaya teşebbüs edilen Kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi’nin, bu kez daha esaslı bir şekilde tartışılmakta olduğu söylenmelidir.

Önceden hakkında çok kez meclis araştırma ve inceleme komisyonları kurulan bu karşı devrimci fesat örgütü, daima araştırma konusu olmaktan kurtulmuş; tartışma gündeminin dışına kaymayı becermişti. Ecevit’e Çiğli ve Taksim’de suikast girişimleri, ’77 1 Mayıs katliamı, Gazi olayları gibi nedenlerle tartışma konusu olan bu suç örgütü, hep “vartayı atlatmak”la kalmamış, kendisiyle uğraşanların siyasal yaşamını söndürmüştü. ’71 öncesi, suçu “anarşizm”e atıp 12 Mart’a gerekçe hazırlamak üzere düzenlenen Marmara vapurunun batırılması, Kültür Merkezi’nin kundaklanması, Boğaz Köprüsü’ne bomba konulması, 12 Eylül öncesinde ise, 16 Mart katliamı gibi sayısız bombalama ve silahla tarama eylemleri dolayısıyla, kontrgerilla, hiç tartışma ve araştırılma konusu edilmemişti.

Bu kez, JİTEM ve MİT bağlantılarıyla, “devlet adına” kullanılan itirafçılar, korucular ve mafyayı da kapsayarak, yalnızca tartışılmaya başlandığı değil, hatta bir “temizlik kampanyası”nın konusu edilmeye çalışıldığı biliniyor.

Devlet bütçesi ve Başbakanlığın uhdesindeki örtülü ödenekten sağlanan kaynakların ötesinde, finans kaynağı olarak el attığı ve hükmettiği milyonlarca dolarlık kara para kaynaklarıyla kontrgerilla, sanki hedef tahtasına konmuş gibiydi. Uyuşturucu kaçakçılığı, kumarhane ve sair haraççılığı, mafya türü “racon kesişleri” ve Selim Edes’ten Engin Civan’a, Ö. Lütfü Topal’dan Nurettin Güven’e, M. Ali Yaprak’tan Ahmet ve Zeynep Özal’lara, Alaattin Çakıcı’dan Ali Yasak’a, Nihat Akgün’den Tevfik Ağansoy’a deşifre olmuş hayaliciler, emlak vurguncuları ve tahsilatçılarına kadar şebeke, tartışılıyordu. Azerbaycan’da darbe girişimiyle, bu ülkeye ve “Türki Cumhuriyetler”in diğerlerine yönelik “Türk-İslam Sentezi” amaçlı Başbakanlık örtülü ödeneğinden harcanan -bir kısmı da müsteşar, Çatlı ve başkalarınca yenmiş ya da başka yerle harcanmış- milyonlarca doların peşine düşülmüştü.

Şebeke, gerçekten ciddi bir kaynaklar toplamını, ciddi bir para miktarını kontrolü altında tutuyor, isteğince kullanıyordu.

Yalnızca bunlar da değil. Sermayenin ve siyasal temsilcilerinin en çok önem verdikleri ve en iddialı oldukları özelleştirme, hazine malları ve kamu işletmelerinin yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesiydi. Ancak, özelleştirmeden haraç-mezat vurgun vuranların başında, yine kontrgerilla bağlantılı uyuşturucu vb. kaynaklı kara paracılar geliyordu. Önce Topal’da kalan HAVAŞ ihalesi Amerikalıların “uyarısı” ile iptal ediliyor, ama bu kez, yine uyuşturucu trafiğinde kullanılmak üzere HAVAŞ, “aynı yolun yolcusu” Turgay Ciner’in eline düşüyordu. Limanların çoğu da öyle. İç içe olduğu mafyanın nerede başlayıp kontrgerillanın ya da devletin nerede bittiği ayırt edilemez olmuş; devlet olanakları, kontrol dışı heder edilme noktasına varmıştı. Şimdi bütün bunlar tartışma konusu ediliyordu. Polis şefleri ve ne denli dışında tutulmaya çalışılırsa çalışılsın bir ucundan -reddedilemez oldukça- tartışmaya katılan askeri şeflerle birlikte.

 

MEDYA ROL ÜSTLENİYOR

Ne oluyordu? Hep “vartayı atlatan” ve halkın ve emeğin başına çorap örmeyi sürdüren devletin “çelik çekirdeği” ne olmuştu da tartışılır olmuştu?

Şu hep bildiğimiz medya, “Mehmetçik” basın, “vatanseverliği” sınavdan geçmiş TV kanalları, ne olmuştu da, hep bir ağızdan, şebekenin üstüne gidiyordu?

Evet, medya Kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi adlarını kullanmıyor. Özellikle orduyu ve MGK’yi özenle aklayarak tartışma dışında tutmaya çalışıyor. Ama giderek yatışsa da, bir tür kampanya yürütüyor. Yalnızca haber yapma işlevine bağlı bir “aydınlatma” kampanyası da değil, ‘yaptığı. Teşhir içerikli bir kampanya yürütüyor ve açık söylüyor, hep bir ağızdan: “Kamyondan sonra Türkiye aynı Türkiye olamaz”. “Temiz Toplum” isteğini seslendirip değişiklik öngörüyor, bir değişimin öncülüğüne soyunuyor, hatta eylem organize edip başlatıyor: “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakikalık Karanlık”! Eylemin, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, medya ve onun düğmesine basanların öngördüğü sınırlar içinde kalması mümkün olmuyor. Ancak, bir tür “değişim” ve buna yönelik olarak eylem bile savunulabiliyor.

 

RP’NİN KATILMASI VE TARTIŞMANIN YÖN DEĞİŞTİRMESİ

Ve Refah Partisi, Susurluk soruşturmasına, kendi gerçek iktidar yolunun taşlarını döşemek ve tartışmayı rakipleriyle hesaplaşmaya bağlayarak onları etkisizleştirmek için bile olsa, balıklama atlamıyor; ihtiyatlı davranıyor. O da biliyor ki, bir iktidar oyunu oynanıyor. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemiyor. Eline koz bile geçmiş olsa, oyunu dikkatli oynamaya Çalışıyor.

Haksız da çıkmıyor. Tam ucundan Susurluk dolayımıyla bir-iki adım atmaya yöneldiğinde, örneğin Meclis Araştırma Komisyonu Başkanı RP’li Elkatmış, örneğin Teoman Koman’ı ve Genelkurmay Başkanı’nı ifade vermeye komisyona çağırdığında, çağrı reddedilirken, Fadime olayıyla, kendisini en azından rahatsız edecek tarikatlar tartışması başlatılıyor. Fadime kullanılıyor. Tezgâh olduğu kolayca anlaşılır bir biçimde Müslüm Gündüz basılıyor. Ardından şeriatçı-laik tartışması tırmandırılmak üzere, RP’nin üzerine gidiliyor. Adalet Bakanının patavatsız ve pervasız davranışları, örneğin Sincan Belediye Başkanı’nı cezaevinde ziyaret etmesi, Alevilere yönelen “mum söndü oynuyorlar” lafı, kaçak Mercedes’i dile dolanıyor. Sincan’a tank seferi düzenlenmesine varan gündem çarpıtmalı şeriatçı-laik saflaşması, bir yandan topluma, en başta emeğe dayatılmaya çalışılıyor; öte yandan RP’ye gözdağı olarak gerçekleşiyor. Süreç, MGK kararlarıyla gerginlik sertleştirilerek tırmandırılıyor.

 

TÜSİAD’IN “BİRLİK PLATFORMU”

Bu noktada TÜSİAD’ın “demokrasi” isteği anlam kazanıyor. Parayla oynayan çok sayıda kişinin Susurluk dosyasında önemli yerler tutması bir yandan, “toplumsal kirIenme”nin kamu vicdanını rahatsız eder hal alması ve emeğin eylemli olarak soruna müdahale etme yöneliminin gelişme belirtisi göstermesi diğer yandan; TÜSİAD’ı harekete geçiriyor. TÜSİAD ve kuşkusuz büyük sermaye, medya aracılığıyla öngörülen “toplum temizliği”ne eklenmek üzere, özel olarak sermayenin temizliğini, “toplumsal temizliğin” ancak sermaye sisteminin yeniden üretilmesi olarak anlamlı olabileceğine vurgu yapma ihtiyacı duyuyor. “Temizlik yanlısı” ve “demokrasi âşığı” TÜSİAD ve sermaye imajı önem kazanıyor. Buna oynanıyor. Bunun gerçekleşmesinde, aydın “sol” çevrenin etkilenip kazanılmasının önemi biliniyor. Buna da uygun davranılıyor ve amaca ulaşılıyor. “Temizlik odağı” TÜSİAD imajı, medyanın yanı sıra solcuların da desteği -destek ne söz!- ile yaygınlaştırılmaya; politikleşmeye yönelen emeğin de yolunu karartıp gündemini ve etrafında toplanmaya çalıştığı platformunu etkisizleştirip dağıtmak üzere, temizliğin -ve bütün bir iktidar oyununun çerçevesini çizen- platformu olarak sermayenin platformu dayatılmaya çalışılıyor. Başta özelleştirme olmak üzere, sermayenin saldırılarını yalnızca gizlemeye değil, temel edinmeye ve kabullenilebilir kılmaya yönelik bir “ulusal birlik” ya da “mutabakat” sağlanmaya girişiliyor. Böylelikle, “kirlenen” “vatanseverlik”in de, bir kez daha tanımlanması ve geleneksel solcularla sendika bürokratlarını da tatmin edip kapsamak üzere genişleyerek yeniden üretilmesi sağlanıyor. Giderek bu platform, özel olarak siyasal İslam’ın tecridini de kapsayarak, “mutabakat”ın temeli olarak dayatılıyor. Bu özelliğiyle, sendika bürokratlarını da içine çekmesi kolaylaşıyor.

 

SERMAYE, EMEK KARŞISINDA BİRLİK HALİNDE

Birinci birlik etkeni

Özelleştirme, bu platformun temel taşı. Siyasal İslam’la laikçilik oynayanlar bir çekişme içinde olsun ya da olmasınlar, fark etmiyor. Üzerinde, iktidar oyununun bütün tarafları, tamamen anlaşıyorlar. Kombassan örneğinde olduğu gibi dar gruplar çıkarları ve Havaş’ta olduğu gibi mafya-kontra çekiştirmeleri bir yana, sermayenin bütün fraksiyonları açısından bu konuda hiçbir tartışma yok. Özelleştirme, genel olarak sermayenin politikleştirilmiş ekonomik temel yönelimi durumunda.

Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, kitlesel işten çıkarma gibi dolaysız sonuçlarıyla özelleştirme, sermayenin ve aralarında iktidar oyunu oynayan sermaye fraksiyonlarının emek düşmanlığının nişanesi. Aralarında çekişip sürtüşen sermaye grup ve fraksiyonları, bu konuda çatışma halinde değiller. Özelleştirme ve altında yatan emek düşmanlığı, onları birleştiren temel ekseni oluşturuyor. Hızlandırılması yanlısı olmayan bile yok!

Kamunun neyi var yoksa tümünü yok pahasına satma, ülkeyi emperyalizmin talanına ardına kadar ve bütünüyle açma, globalleşme ve ekonominin uluslararası piyasalara açılması adına tam sömürgeleşmeye geçiş olarak, sermayeyi baştan ayağa birleştiriyor.

PKK ve ayrılıkçılığına düşmanlığın bütün cinayet ve pervasızlıklarını mubah göstermeye yeteceğini düşünen ve PKK karşıtlığının adı olarak “vatanseverlik” edebiyatı yapan Ağar’ların, adamları tetikçi Özel Harekât militanı faşist kontrgerillacıların, Bucak’ların, ölmüş eli kanlı katil Çatlı adına savunulan “vatanseverlik”in yanı sıra, “vatanseverlik”in böylesine itiraz eden ve dolayısıyla “en büyük vatansever” olarak kendilerini öne sürmüş olanların hangisinin vatansever hangisinin olmadığını sınavdan geçirecek ölçüt de, tam buradadır.

Özelleştirme, merkezinde emperyalist tekeller olan uluslararası sermayenin, revizyonizmin çöküşünden sonraki saldırganlığının temel motifini oluşturuyor. Sadece ekonomik gerekçelere dayanmamakta, ideolojik ve siyasal bir boyut da taşımaktadır. Emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” olarak formüle ettiği saldırganlık, ulusal ekonomileri, kapitalist dünya pazarının korumasız, engelsiz ve bütün sınırları silinmiş eklentileri kılmaya yöneliktir. “Globalleşme” ve “küreselleşme” formülleriyle, uluslararası sermayenin ve kuşkusuz merkezinde yer alan emperyalist odakların çıkarları, hem ideolojik hem de pratik olarak, bütün ulusal değerlerin önünde ve üzerinde sayılmaktadır.

Bu “yeni düzen”de, Türkiye gibi geri ülkeler, yeni türden sömürgeler olarak tasarlanmıştır. Öngörülen ve hızla uygulanmakta olan açık pazar ekonomilerine geçişle, emperyalist talana açılmayan tek bir ulusal yeraltı ve yerüstü kaynağı kalmayacaktır; bugünden neredeyse kalmamıştır.

Sadece Türkiye’nin problemi olmayan, uluslararası sermaye ve emperyalizmin, esnek çalışma ve yeni üretim tekniklerinin yerleştirilmesiyle eşgüdüm halinde, dünya ekonomisinin bütününün yeni örgütlenme biçimi olarak, her ülkede uygulanmasını dayattığı özelleştirme; açık pazar haline getirilmekte olan Türkiye’de emperyalist talanın önündeki ulusal engellerin tamamıyla temizlenmesi anlamına gelmektedir.

Ülkenin bütün fabrika ve işletmeleri, işçinin malı olan bütün bir sosyal sigorta sistemi, bütün hazine arsa ve arazileri, biliniyor, özellikle yabancı sermayeyi ülkeye çekmenin uğraşı verilerek emperyalist tekellere peşkeş çekilmektedir. Yerli tekelci sermaye, büyük burjuvazi, kendi çıkarını, ulusal değerlere sahip çıkmakta değil, emperyalistlere taşeronluk ve onlarla himaye altındaki ortaklıklardan payına düşecek kırıntılarda aramaktadır. Bunun, vatanseverlikle en küçük bir ilgisi yoktur; adı, vatan satıcılığıdır.

Sermaye vatana ihanet içindedir. Ayrımsız bütün temsilcilerinin dilindeki “vatanseverlik” laflarının, sermaye açısından, bütün başka mallar için de geçerli olduğu gibi, yalnızca, parayla ifade edilen bir piyasa değeri kalmıştır. Sermaye açısından, her şeyin bir fiyatı vardır. Vatanın da. Başka türlü, cebinde Amerikan pasaportu ve ettiği ABD’ye bağlılık yeminiyle, Çillerin, üstelik Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyor olmasının oluşturduğu çelişkili durum, izah edilemez. Bütün sermaye fraksiyon ve temsilcilerinin yaptığı “vatanseverlik” edebiyatı, kuşkusuz, kendileri için “vatan”ın halâ uğruna ölünecek bir değer ifade ettiği emekçileri aldatmak ve peşlerinden kopmalarını önlemek içindir.

Ve özelleştirmenin, uluslararası sermaye ve emperyalizm taralından sadece dayatılmadığı, üstelik uygulanmasının sık sık denetlendiği ve her seferinde “hızlandırın!” talimatı verildiği de biliniyor. Emperyalizmin mali ve ekonomik yönlendirme kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası heyetlerinin, hep aynı talimatı vererek Türkiye’ye vırt-zırt gelip gittiklerini, medyanın övgü dolu haberlerinde sürekli izliyoruz.

Peki, soralım: Var mı özelleştirmeye karşı bir sermaye fraksiyonu, tek bir sermaye partisi ya da temsilcisi özelleştirmeye karşı çıkıyor mu? Militarist kast ve bürokrasi de içinde olmak üzere, ayrımsız bütün sermaye partisi özelleştirmeden yana değil mi? Aralarındaki tartışma, -şimdiye kadar- yalnızca, özelleştirmeyi en iyi ve en hızlı hangisinin uygulayacağına ilişkin yürütülmedi mi?

Hatta eski devletçi Kemalist yaklaşımlarını uluslararası sermayenin özelleştirmeye temel bir rol atfettiği “yeni düzen”ci teori ve pratiğe uyumlandırmada belirli bir zorluğa düşen sosyal demokrasi, en uç örneği olarak “özelleştirme değil özerkleştirme” demekte bir süre direnen Mümtaz Soysal bile, bunun aldatıcılığı bir yana, sonunda, esen güçlü özelleştirme rüzgarı önünde bütünüyle eğilmedi mi? “Özerkleştirme” pek farklı bir şey değildi ve Soysal, “özerkleştirilecek işletmelerin işçilerinin yönetime katılması” adına, sendikaları özelleştirme kervanına bağlamayı öneren burjuva muhalefeti ile bir yandan en azından devrime geçiş koşulları oluşmadan işçi denetimi mümkün olabilirmiş gibi işçileri avutup sisteme bağlamayı, diğer yandan da sendikaları kapitalistleştirmeyi savunuyordu. Öte yandan, özelleştirmeye değil, onun, sınır tanımaz haraç-mezat her şeyin satılması olarak uygulanmasına karşı çıkıyor, bazı “stratejik” işletmelerin satışına yumuşakça direniyordu. Tutumu, özelleştirmeye, radikal ve cepheden bir karşı çıkış tutumu değildi. Anayasa Mahkemesi’nin PTT’nin “T”sinin satışına verdiği onay sonrası, onun sesi de hiç çıkmaz oldu.

Evet, özelleştirme karşısındaki tutum, emekle sermayeyi ayıran temel bir ölçüttür. Sermaye, bütün fraksiyonlarıyla özelleştirme savunuculuğunda birlik halindedir. Emek ise, giderek biçimleri radikalleşen eylemliliğiyle özelleştirmenin karşısında birleşmekte; en geri tabakalarına varıncaya kadar, sermayenin etkisinden hızla sıyrılmaktadır.

İkinci birlik etkeni

Ve kuşkusuz, başta ekmek olmak üzere, otobüs ve dolmuş ulaşımına, tüp gaza, çaya, sigaraya, gıda ve giyecek eşya, su, doğalgaz ve elektrik gibi zorunlu tüketim maddelerine yapılan sürekli zamlar, -dolaylı vergilerin durmadan yükseltilmesi ile birlikte-, bütçenin denkleştirilmesinin temel bir unsuru olarak, sermaye fraksiyonlarının üzerinde birleştikleri ve kavga etmedikleri bir başka eksen durumundadır.

Üçüncü birlik etkeni

Bir diğer birleştirici ekseni, kamu harcamalarını kısmanın “zorunlu” gereği olarak öne sürülen ücret ve maaşların düşük tutulması; her şeye zam yapılırken işçi ve memur ücret ve maaşlarıyla, küçük üreticilerin ürünlerine -tarım ürünleri taban ve baş fiyatlarına- zam yapılmaması ve tersine, SSK dahil, emeğin kazanılmış tüm hakları özelleştirme aracılığıyla geri alınırken, esnek çalışmanın yanında post-fordizm türü yeni üretim teknikleriyle sömürünün yoğunlaştırılması ve nemalara varıncaya kadar emeğin tüm gelirlerine, gasp edilmek üzere göz dikilmesi oluşturuyor.

Zamları Refah-yol yapıyor, düşük ücret ve nemalarının gaspı da onun aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Ancak, hiçbir sermaye fraksiyonu, egemenlerin hiçbir grup ve kastı bunlara karşı çıkıp tek bir eleştiri yöneltmediği gibi; eskiden hükümet etmiş tüm fraksiyonlar ve öteden beri egemen olan grup ve kastlar hiçbir zaman tersini yapmadılar. Örneğin Özal’ın başlattığı tasarruf fonu kesintilerini ve bunların düşük faizden nemalandırılmasını, tüm hükümet olanlar aynıyla uyguladılar. Bu yönüyle de, emek düşmanlığında hiçbiri birbirinden aşağı değildir ve aralarında bu temelde bir ayrılık yoktur.

 

TÜSİAD’IN, MUHALEFETİ EMME RAPORU

TÜSİAD raporunda da her şey vardır; ama emeğin herhangi bir talep ve özlemine değinilmemiştir bile.

Öteden beri en yüksek düzeyde tabu kılınmış olan Kürt sorununda dahi söz söylenmiş, Kürt ayrılıkçılığının kendisini sınırlamaya gerilediği Kürtçe eğitim ve TV yayını, raporun savunduğu çözüm olarak sunulmuştur. TÜSİAD raporu, “talebine” yer vererek Kürt muhalefetini derdest etmek, çıkar ve taleplerini savunduğu imajıyla Kürtleri ve soruna bu yoldan çözüm bulunabileceği imajıyla Kürt muhalefetini sermayenin platformuna bağlayarak, bu önemli sorun açısından sermaye sistemini yeniden üreterek tahkim etmek yönelimindedir. Bu amaçla, raporda, Kürtleri sermayenin ardı sıra safa sokacak en zararsız talep olarak Kürtçe eğitim ve TV’nin olabilirliği maddeleştirilmiştir.

Alevilere örneğin, raporda çengel atılmaktadır. Şeriatçılığın yükselişinden ürken Alevileri, sermayenin ardı sıra safa sokmak ve hem de bu yolla sistemin yeniden üretimini, üstelik en zararsız yoldan sağlamak üzere, rapor, Diyanet İşleri ile Alevilerin ilişkisinin yeniden düzenlenmesini önermiştir. Bu şekilde, şeriatçı-laik saflaşmasında, Alevilerin, laik cepheyi güçlendirmek üzere, sermayeye bağlanması öngörülmüştür.

Aydınlar, burjuva demokratlar ve geleneksel solcularla TÜSİAD raporu arasındaki ilişki üzerinde önceden durulmuş; sivilleşme adına. MGK’nın kaldırılması ve Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanması gibi doğrudan bu çevrelere seslenen taleplere yer verilerek, onların, raporun TUSİAD’dan daha hızlı savunucusu kesilmelerinin sağlandığına değinilmişti.

TÜSİAD raporu, hatta kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını bile seslendirerek, bu kesimin de, sermayenin peşinde sistemin yeniden üretimine katılmasını gerçekleştirmeye yönelmiştir.

 

SERMAYENİN EMEK DÜŞMANI İKİ YÖNTEMİ

Türkiye’nin kaynadığı, bizzat sermayenin ekonomik ve siyasal saldırılarıyla derinleşen bu kaynamanın. Susurluk’la -emeğin 5 Ocak’ta demokratik devlet talebiyle olaya müdahale etmesinin ortaya koyduğu gibi-patlamaya doğru yönelme belirtileri gösterdiği koşullarda, sermayenin kollarını kavuşturup beklemesi kuşkusuz düşünülemezdi.

Öncelikle iki yönteme başvuruldu. Birincisi, suni gündemler de yaratılarak emeğin gündeminin saptırılması ve olguların üstü örtülerek, talepleriyle mücadelesinin, en az zarar verecek, mümkün olan en daraltılmış sınırlar içine sıkıştırılması. Dolayısıyla, tepkilerin yatıştırılarak asgari düzeye’çekilmesi.

Ve ikincisi, bunun yetmeyeceği bilinerek, ve nedenleri açıklanacak iktidar oyununda bir adım ileri atmak üzere, Susuriuk olayından yararlanarak ve yapay şekilde gündeme sokulan sorun ve olguları kullanarak sistemi yeniden üretmek.

 

“DEMOKRAT” TÜSİAD’IN ACZ İÇİNDE ATLADIĞI İŞÇİ

TÜSİAD raporu, bu iki yöntemin uygulanma nesnesi olarak değerlendirilmelidir. Rapor, asıl sorun durumundaki ekonomik ve siyasal çıkmaza -ve bunu aşmak üzere geliştirilmeye çalışılan saldırılara-, değinmemiş ve alınması gerekli önlemlere hiç yer vermemiştir.

Saldırıların başlıca hedefi durumundaki işçilerin, emeğin talepleri, demagojisi yapılmak ve işçilerin sermayenin peşine takılması sağlanmak üzere bile raporda yer almamıştır. İstenmediğinden değil. Bunun yolu bir türlü bulunamamıştır. İşçileri yatıştıracak, sermayenin peşine takılmaları ve sisteme bağlanmalarını sağlanmak üzere, üzerinde tepişilip oynanacak birkaç ya da sadece bir tek işçi talebi bulunamamıştır. Bu alanda, acz içinde umul bağlanan çözüm, işçi sınıfı dışında kalan sınıf ve tabakalarla “baskı grupları”nın kazanılması yoluyla sağlanacak etki ve genişletilmiş baskı aracılığıyla sınıfın da etkilenmesidir!

İşçiler atlanmıştır. Ama işçi sınıfı dışında toplumsal muhalefet odağı olarak hangi katman ve grup varsa, tümünün bir ya da birkaç -en zararsız ve sermayeye ve sistemine bağlanmaya en yatkın, zamana en çok yayılabilecek- talebi söz konusu edilerek, sermayenin toplumsal muhalefetin göbeğine kurulması, muhalefetin sermayenin platformunda toparlanması ve dolayısıyla muhalefetin muhalefet olmaktan çıkarılarak, sistemin yeniden üretimine bağlanması yoluna gidilmiştir. Başta solcular ve aydınlar olmak üzere, amaca ulaşılmakta olduğu, çeşitli kesimlerden, biraz da şaşkınlık içeren hayranlık ifadesi olarak “helal olsun TÜSİAD’a” nidaları yükseldiği görüldü.

 

SERMAYE PLATFORMUNDA DEMAGOJİ YA DA EMEĞİN TALEPLERİNİN MADDİ KOŞULLARI

Sermaye, sistemin yeniden üretimine yönelik Olarak, kuşkusuz, başlıca siyasal demokrasi talepleriyle oynamaktadır. Yine kuşkusu, en alt düzeyde etkin ve ama en üst düzeyde demagojiye elverişli taleplerdir, bunlar.

Ve TÜSİAD raporunda yer verilerek demagojisi yapılan taleplerle bunların maddi koşulları arasında ciddi bir çelişme, vardır.

İşçi ve emekçi kitleler, özelleştirmede sağlanan ilerlemeye bağlı olarak, yığınlar halinde işten çıkartılmaktadır. Çalışma olanağı tanınanların, esnek çalışma ve yeni üretim tekniklerinin yaygın kullanıma sokulmasıyla, şimdiden, neredeyse bütün kazanılmış haktan ellerinden alınmıştır. Sekiz saatlik çalışma hakkı olarak bilinen yasada 40 saatlik iş haftası olarak yazılı hak çoktan gündemden çıkarılmış, bireysel protokol, sözleşmeli personel, geçici ya da taşeron işçi gibi uygulamalarla sendika ve toplusözleşme hakkı neredeyse bütünüyle kâğıt üzerinde kalmış, birçok işletmede yetkisini kaybeden sendikalar işverenin inayetine bırakılmıştır. Ücretler son derece düşük tutulmakta, sendikasızlaştırmanın başarısına bağlı olarak yükseltilmesi için örgütlü mücadelenin olanakları son derece daraltılmaktadır. Hemen tüm zorunlu tüketim maddelerine yapılan ve süreklilik kazanan zamlar, işsizliğe mahkûm edilenleri başta olmak üzere işçi ve emekçi kitleleri ekmeğe muhtaç hale sokmaktadır. Sefalet, açlık sınırına doğru genişlemekte ve derinleşmektedir.

Emekçilerin bu zorlu nesnel koşulları, hangi talepleri dolayımıyla olursa olsun, süslü laflarla aldatılmaları ve sermayenin yedeği olarak sisteme bağlanmalarını olağanüstü zorlaştırmaktadır.

Tam da bu nedenle, örneğin özelleştirmenin son aşamasına geldiği Yatağan, Soma, Çayırhan gibi bölgelerde, ileri biçimleri de içinde olmak üzere işçiler, ödenmeyen nemaları, önemsiz sayılmaları üzerinden verilmeyen ek zamları için kamu emekçileri, mahkûm edildikleri sefil çalışma koşullarına tepkiyle Ünaldı örneğini izlemeye yönelen sitelerin genç işçileri, talepleri için yığınlar halinde mücadeleye atılmaktadırlar. Bugünü ve geleceği karartılan öğrenci gençlik hızla hareketlenmekte, küçük üreticiler, esnaflar hoşnutsuzluklarını eyleme dökmenin fırsatını gözlemektedir.

 

SERMAYENİN İŞİ ZOR

Sermayenin emekle ilişkileri açısından işi olağanüstü zor görünmektedir. “Aşağıda ki” kaynamanın artışına bağlı olarak, sermaye ve gericilik de. onun karsısında tepişine ye yönelmekte: bir yandan da. “yukarısı”, egemenler, etkisi altına alıp emeği yönlen dirine güçlerinden yararlanmak üzere bütün “baskı grupları “nı kazanmayı hesap eden oyunlar da oynayarak, aşağı sınıf ve tabakaları, ezilen ve sömürülen yığınları, yatıştırmaya ve olabildiğince kendi platformunda toplayıp çıkmazdan kurtulmak -üzere sistemini onarmaya ve yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bu yönelimin selameti acısın dan, aynı zamanda, Alevi-Süuni. laik-yohaz türünden emeği bölecek bülün sahte ayrım ve saflaşmalar kışkırtılıp körüklenmekte, sinekten bile yağ çıkarılmaya çalışılmaktadır.

 

SERMAYE, ÖZGÜRLÜKLER VE GERÇEKLEŞME YA DA GERÇEKLEŞMEME MEKANİZMASI

Peki, özgürlükler karşısındaki tutum acısından sermaye ne durumdadır?

Örneğin TÜSİAD raporunda, işkenceye karşı ve memurların sendikal örgütlenme özgürlüğü üzerine ezilenlerin talepleri dile getirilmiştir. İşkencenin yasak ve suç olduğu, zaten Anayasa’da yazılıdır. İşçilerin sendikal hakları, bizzat sermaye tarafından, fiilen ellerinden alınmaktayken, sendikasızlaştırma süreci ciddi bir boyut kazanmışken, kamu emekçilerinin sendikal hakları üzerine söylenenlerin demagojik içeriği ise, açıkça anlaşılabilir. Üstelik bir talebin dile getirilmesi -örneğin RP ve Erbakan taralından dile getirilmiş binlerce talebin bir kalemde üstünün çizildiği, sıkışınca “ileride ele alınacağı” söylenerek zamanın unutturucu gücüne sığınıldığı hatırlanırsa- bir anlam taşımamaktadır.

Önemli olan, ileri sürülen özgürlükler ve demokrasiye ilişkin taleplerin nesnel koşulları ve gerçekleşme mekanizmalarıyla dile gelmesi ve ortaya konmasıdır.

Susurluk sonrası gelişmelerin körlere bile gösterdiği gerçek, devletin, astığı astık kestiği kestik bir “çelik çekirdek”i olduğu, yasallıkla kesinlikle sınırlı olmayan ve “diktatörlük, yasayla sınırlanmamış zordur” tanımının hakkını veren bu çekirdeğin yeraltı faaliyetinin önemli bir yüzde oluşturduğu, devlet örgütlenmesini ve politikalarını belirlediği, diğer bütün devlet kurumlarını uygun yol ve yöntemlerle kendisi etrafında düzene soktuğu, özel bağlantılarla bütün devlet mekanizmasını tek merkezden harekete geçirdiğidir.

Bu örgütlenmenin başında MGK vardır. Örgütlenme; kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi denilen örgütlenmedir. Sirayet ettiği ya da tek merkezden harekete geçirdiği ise, bütün bürokratik-militarist mekanizmadır. Açık ve gedik verdiği görülen parçalarını yenileyip devlet cihazını yetkinleştirmek üzere, daha çok askeri darbeler ve aldığı özel önlemlerle kurulan, özel kurumlar da cabası. Olağanüstü ve özel mahkemeler olarak, hukukun genel ilkelerini, örneğin, “doğal yargıç” ilkesiyle “savunmanın kutsallığı ve sınırlanmazlığı” ilkesini tanımayan, özel hukuk kurumu olan DGM gibi. Özel Tim ya da Çevik Kuvvet gibi. Varlığı önce kabul edilip sonra devletin yazılı belgelerinde adı geçmesine ve TBMM’de bütçesi görüşülüp kararlaştırılmasına rağmen, sonradan reddedilen JİTEM gibi. İtirafçı ve korucu örgütlenmeleri gibi.

Anlaşılacağı gibi, söz konusu olan bütün bir mekanizmadır. Buradan yönlendirilen, her işçi ve memur gösterisine, “Cumartesi Anneleri”ne varıncaya kadar her hak arayışına, coplu-köpekli hunhar saldırganlık, sadece teşvik edilmemekte, suç oluşturan hunharlık ve pervasızlık cezasız kalmaktadır. Bu “çelik çekirdek”ten kaynaklanan hukuk tanımazlık, saldırganlığın devlet örgütlenmesi ve politikası düzeyine yükseltilmesine varmıştır. Hak arayan herkesi, her işçi ve memuru, her genci, kim olursa olsun sesini her yükselteni “suçlu” ve “katli vacip” sayan devlet tutumu, bu karşı-devrimci mekanizma tarafından yerleşik kılınmıştır. Kafa kırmak, Göktepe, Buca, Ümraniye ve Diyarbakır cezaevleriyle, Antalya’da “bir dakikalık karanlık” eylemini seyreden emekli banka memuru yurttaş Celal örneklerinde olduğu gibi, yalnızca mubah değil, zorunlu tutulmuştur. “Faili meçhul” cinayetler, doğrudan bu mekanizmayla sıradan olay haline getirilmiş ve kurbanlar binleri aşmıştır. “Savaş Hali” ya da Olağanüstü Hal kapsamında köyleri yakılıp yıkılan, binlerle öldürülen yoksul Kürt köylülerinin hesabı bile tutulamamaktadır.

Artık en üstlerden söylenen “hukuk devleti” türküleri dinleyici bulamaz olmuş, boş lafların kimseyi kandıramadığı ciddi bir durum oluşmuştur.

TÜSİAD’ın müdahale etmeye çalıştığı, bu ciddi durumdur. Korkulan ise, her şeyden umudunu kesmenin sınırına sıkıştırılan yığınların isyan etmesi ihtimalidir.

Peki, TÜSİAD’ı ciddi bulup, örneğin MGK’nın kaldırılmasına ilişkin söyledikleriyle umutlanmak için neden var mıdır? Böyle bir umutla beklenticilik oynamamak, “kendinden başka bir şeyi görmemek”, “muhalefet cephesini genişletmekten kaçınmak” gibi sığlık ve darlık hastalığına kapılmak mıdır? Sekterlik midir?

TÜSİAD, mekanizmaya ve demokrasinin nesnel koşullarına ilişkin tek laf etmiyor. Özellikle geleneksel solcuların kulaklarına hoş gelen sözleri; hoştur, ama boştur da.

MGK’nın kaldırılması, pek olası değildir; ama alternatifi olarak sözü edilen “Başkanlık Sistemi” ile yetkileri artırılarak bütün merkezi yönetimi eline alacak ve sözü edilen mekanizmanın başına oturacak “Başkan”, danışmanları ve hatta, yalnızca adı değiştirilerek etrafında oluşturulacak “güvenlik işlerinden sorumlu birim”le -muhtemelen ABD başkanına “bağlı”, “Güvenlik’ Konseyi” örneğinin Türkiye’ye aktarılması ile- pek mi farklı bir öğütlenmenin “başkanı” olacaktır? Ve zaten, bugün cumhurbaşkanı MGK’nın başkanı değil midir?

Sivilleşme mi? Herhangi bir asker kişinin yerine muhtemelen Mehmet Eymür’ün geçmesiyle ne değişecektir? Olacağından ve TÜSİAD gerçekten böyle istediğinden değil, ama olsa ne olacaktır? Ve TÜSİAD’ın ortaya koyduğu platformla sonradan MGK’nın ortaya koyduğu platformun, sadece uzlaşmaz olmayıp, kolaylıkla çakıştığı, MGK’nın kararlarına TÜSİAD yönetimini belirleyip paylaşan büyük patronların verdiği destekte görülmedi mi?

Ve tersine, Susurluk sonrası “temizlik” özlemini herkeste geliştiren, bu mekanizmanın deşifre oluşunda kat edilen mesafe sonucu, en çok yıprananın, sadece sıradan tetikçileri değil. Ağar’ı, yurtdışına kaçışıyla tuz-biber eken Şahin’i, Korkut Eken’i ile Emniyet ve “çıban başı” görünümünde olanın da Özel Tim olduğu saptamasından hareketle, “temizlik” adına, askerileştirme de önerildi. “En temiz” olan ordu değil miydi? MGK, -aynı TÜSİAD gibi-, mekanizma, olduğu gibi korunurken, Özel Tim’in, Emniyet Müdürlüğü’nden alınıp Genelkurmay’a bağlanmasını istedi. Herkesin bir “temizlik formülü” ya da deterjanı vardı. Yeter ki, mekanizmaya dokunulmasında

 

GEREKLİ OLAN, DEMOKRATİK HALK DEVLETİDİR

Ama işte, tam da sorun, bu mekanizmadadır. Gereken, kıytırık “temizlikler” değil, köklü bir “bahar temizliği”dir. Kontrgerillanın, MİT’i, JİTEM’i, Özel Tim’i, DGM’si, korucu ordusu ve itirafçı örgütlenmesiyle, bu kurumları -en azından bir kısmını- yasallaştıran en son 12 Eylül’le tahkim edilmiş hukuksuzluk yasalarıyla dağıtılmasından başlayan bir gerçek temizlik. Halkın egemenliğinin üzerinde herhangi bir iktidar odağı kalmayıncaya, bütün iktidar, her kademede örgütlenmiş halkın eline geçinceye kadar bir temizlik.

Demokratik bir halk devleti. Her kademede örgütlü halka dayanan, seçenler tarafından geri alınabilir, yöneticileri bir işçiden çok maaş almayan yerel yönetimler. Ve onun nesnel temeli olarak özelleştirmeyi geçersizleştirmek, gelirlerin artan oranlı vergilendirilmesi ve bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, en başta doğal olan kaynakları değiştirerek kullanılır kılan, doğal olmayanları da tek başına yaratan tükenmez güç kaynağı olarak, emeğin, mümkün olan en yüksek üretkenlik ve verimlilik düzeyi gözetilerek, halkın yararına kullanılması ve dağıtımı örgütlenerek, işsizlik, açlık ve sefaletin, enflasyon belası, spekülasyon ve faizciliğe dayanan para dalaverelerinin, rantiyeliğin yok edilmesine geçiş.

 

ÇOK YÖNLÜ SERTLEŞMEKTE OLAN ÇELİŞMELER VE ANLAMI

Bütün şimdiye kadar söylenenler, çizilmeye çalışılan çok renkli tablo ne anlama geliyor? Unsurlarına ayırarak ve sadeleştirerek kısa analizi gereken, bu tablodur.

Unsurlar, şöyle sıralanabilir:

1-Türkiye, yukarı tabakalar, ezenler ve sömürenler tarafından giderek yönetilemez hale gelmektedir. Süreç ilerledikçe, kapitalist sistemin her tarafından irin ve cerahat saçılmakta ve ezilen, sömürülen yığınların mücadelesi alışılmış yöntemlerle kontrol edilebilir boyutları zorlamakladır. İşçi ve emekçi yığınlar, eskiden olduğu gibi kolay aldatılır olmaktan uzaklaşmakta: bugün için, her yerde, başka yerlerde ortaya çıkanlarla henüz bileşmemiş ve ciddi bir politik düzeye ulaşamamış da olsa, kendi özel ve yerel talepleriyle ayağa kalkan yığınlar, hızlı bir şekilde düzenin sınırlarını zorlamaktadır. Bundan, kuşkusuz, bir devrim durumunun oluştuğu, hatta olgunlaştığı sonucu çıkmaz. Ancak, gelişme eğilimleri ve dinamiklerin o yöne yöneldiği de kuşkusuzdur.

2- “Devrimin yükselişi karşı-devrimi limitine varmaya götürür” Leninist saptaması bir kez daha, kırılan kafaların, “faili meçhul”e kurban edenlerin, devreye sokulan yeni ve katmerli yasakların sayısındaki yükselme, sermayenin organize yeraltı faaliyetinin artması, sendikasızlaştırma ve parti kapatmalar yoluyla örgütsüzleştirmenin hızlandırılmasıyla kanıtlanırken; bir başka Leninist saptama daha Türkiye somutunda doğrulanmaktadır. Eskisi gibi yönetmekte ve eskisi gibi büyümeyen (hatta küçülen) “pasta”yı paylaşmakta zorlanan egemenler, yukarı tabaka, sermaye ve gericilik içindeki çelişkiler sertleşmekte, sürtüşme ve didişmeler artmakla, kaotik bir görüntü oluşmaktadır.

3- Bu sürtüşmelerin önemli bir unsuru, sömürülen ezilen yığınların nasıl yönetileceğine ilişkindir.

Hemen her egemen grup, sermayenin çeşitli kesimleri, bir yandan aralarında nasıl olacağına ilişkin çekişirken, öte yandan -kuşkusuz en büyük kemiği kendi gruplarının kapacağı şekilde- ülkenin, -doğal ki, taşın/toprağın değil-, sömürülen ezilen yığınların yönetilmeye devam edilebilmeleri için, en uygun yoldan yeniden düzene bağlanmalarının program ve platformlarını oluşturmaya, sistemi yeniden üretmeye yöneldi. Sabancı, TÜSİAD, MGK, Genelkurmay gibi, Susurluk öncesi, “çete” tartışmaları bu nedenle önem kazandı. Susurluk olayı, medyanın da düğmesine basılarak, bu nedenle görmezden gelinmedi, büyütüldü, manşetlere çekildi. Önce TOBB ve Sabancı, sonra TÜSİAD ve MGK bu nedenle raporlar yayınladılar. Kuskusuz, eskisi gibi yönetmeye devam etmekte ısrarlı olanlar da vardı. Ağar ve Çiller gibi. O nedenle, önce “vatanseverlik”‘ edebiyatı yapıp, pisliklerini savunmaya yeltendiler. Olmayınca, RP’nin “yedeği” bile olmayı kabullenerek, iktidar dizginlerinin tamamen ellerinden kaymasına direnmeye yöneldiler. Kıbrıs sorununu büyüterek selamete çıkmayı denemeleri, bundandır.

Erbakan, epey bir zamandır aradan sıyrılmaya çalışıyordu. Mesut Yılmaz’la Çiller arasındaki sürtüşmeden -sosyal demokrasinin kendi içindeki ve Çillerle olan didişmesi de eklenmek gerek- yararlanıp hükümet olmayı başarmıştı. Aslında, siyasal İslam’ın başındaki Erbakan, bu çelişkilerden yararlanmanın yanında, emekçi kitleleri etkisi altına alıp yatıştırmaya elverir örgüt gücünü iyi pazarlayarak ve uluslararası ve ülke içindeki dayanaklarıyla daha ötesini zorlamaktaydı.

Aralarında çekişirken, sistemlerini yeniden üretme yönelimlerine bağlı olarak, neredeyse sermayenin bütün grupları, platformlarını eylemli olarak ortaya koyma noktasına geldi. Kimisi, şeriatçı geceler düzenlerken, kimisi “bir dakikalık karanlık” eyleminin düğmesine bastı, bu eyleme Genelkurmay da yeşil ışık yakmakla kalmadı, emirle olduğu ayan beyan, Milli Savunma Bakanlığı ve MİT lojmanlarında gece saat 21:00’da ışıklar söndürüldü, Sincan’da tanklar yürütüldü.

 

BUGÜNKÜ TABLODAN ÇIKARILMASI ZORUNLU SONUÇLAR

Hareketli dinamikleriyle hareket halindeki bu tablodan çıkarılması gereken sonuçlar da vardır;

1) Sermaye, başlıca orta tabakaları, onların, özellikle geri kesimleri etkileyecek aydınlarını, ara kategoriyi kazanarak, işçi ve emekçileri etkisi altına almaya, olmazsa, kendi lehine hayırhah bir tarafsızlığa itmeye çalışmaktadır. Bunun için sistemin yeniden üretiminin platformlarını geliştirmiştir. Çeşitli akım ve temsilcilerinin ağzından dile gelen bu platformlar, uzlaşmaz olmadığı gibi, biri diğerinden çok farklı da değildir ve tümü, özelleştirme, zamlar, düşük ücret, zulüm mekanizmasının zedelenmemesi gibi emek düşmanı ortak temelleriyle birlik halindedir.

Ve sermaye, devleti elinde tutmaktan, üstelik en azından yüz yıllık yönetme ve örgüt birikiminden, önceki sömürücü sınıflardan miras, politika üretme ve yapma deneylerinden gelen ciddi bir üstünlüğe sahiptir. Emek, örgütlülük ve politikleşmişlik düzeyi yüksek bir müdahaleyi gerçekleştiremezse, Erbakan’ın dediği gibi “kanlı ya da kansız”, az çok zarar görüp zayiatlar vererek ya da düpedüz başarı kazanarak, sermaye kendisini ve sistemini esenliğe çıkaracaktır. Kendiliğindeninde, başlıca yerel, ülke çapında birleşmemiş ve politiktik düzeyi düşük talepler ve hareketiyle, emeğin, hiçbir yerde, kazandığı ya da en azından kazanmaya yaklaştığı ve köklü bir dönüşümü gerçekleştiremese hile, ciddi ve görece kalıcı, yeni bir atılım için üzerine basılacak sağlam yol taşları anlamı taşıyacak kazanımlar elde ettiği görülmemiştir.

2) Tablodan çıkarılacak temel bir sonuç, her zaman ve koşulda geçerli olmakla birlikte, benzeri çekişmelerin hızlandığı ve sınıf mücadelesinin çok yönlü hesaplaşmalara doğru ilerlediği koşullarda daha yakıcı ve tayin edici bir önem kazanan, bildik bir ihtiyaçtır. Emeğin kişilikli bağımsız örgütlenmesi ve bağımsız yığınsal politik eylemi.

Tablosu çizilmeye çalışılan bütün bu kargaşa içinde, sermayenin, sistemini yeniden üretme çabasını ve bunun için güçlerini, politikalarını ve platformunu yeniden düzenleyerek, ara tabakaları kazanma ve emeği yedekleme ya da en azından tarafsızlaştırma yöneliminin geçersizleştirebilmesi, dolayısıyla işçi ve emekçi yığınların, mahkûm edilmeye çalışıldığı işsizlik, açlık, sefalet ve özgürlüklerinden yoksun kölelik koşullarının alternatifi olarak, kendi bağımsız platformuyla, kendi bağımsız yığınsal örgütü içinde toplanabilmesi tayin edicidir. Ya sermaye emeği kölelik koşullarına bir kez daha zincirleyecektir; ya da emek, sermayenin saldırısını püskürterek, kölelik zincirlerini parçalama yolunda ilerleyecektir. Emek, köleliği kabullenmeyecekse, mutlak olarak, bağımsız politik hareketinin geliştirilmesini; birleşik olmayan yerel ve gündelik taleplerle gelişen eylemini, ülke çapında genelleşmiş taleplerle birleşik bağımsız politik eylem düzeyine yükseltmesini başarmak zorundadır. Bu, gündelik ve yerel somut taleplerin göz ardı edilmesini değil, onlardan hareket edilmesini, yerel ve ülke çapında emeğin somut talepleri üzerinden politika yapılmasını, ama yalnızca gündelik ve yerel somut taleplerin basitçe savunulmasıyla sınırlanılmamasını, bu taleplerle, ülke çapında olup bitenler ve iktidar sorunu arasında doğru bağlantının kurulmasını gerektirir.

3) Bağımsız politik örgütlenme ve eylem, ancak bağımsız bir politik platform temelinde olanaklıdır. Emeğin böyle bir platformu vardır, bu platform, hızla, (a) aktüelleştirilmek ve (b) her yerde, her fırsattan yararlanarak, her saat her dakika yığınlara mal edilmek durumundadır. Yığınlar, başka türlü değil, ama partilerinin politikalarını kavradıkları ölçüde politikleşeceklerdir. Bu nedenle, “darlaştırır mı” tereddüdü acımasızca ve kesinlikle ezilerek, parti ve politikalarının yığınlara -kuşkusuz uygun şekilde -aktarılması ve yığınların partiyi çağrılması, tayin edici önemdedir. Mümkün her yer ve koşulda, her zaman emek yığınlarının, -kuşkusuz emeğin politikleşmesi ancak kendi somut talepleri üzerinden gerçekleşebileceğinden, somut taleplerden hareketle- politik çağrılarla kendi bakımsız platformlarına çekilmesi, sermayenin platformu karşısında kendi platformları etrafında örgütlenmesi için çaba göstermek zorunludur.

4) Emeğin kendi platformu etrafında bağımsız politik bir güç olarak örgütlenmesi: kuşkusuz, sermayenin platformunun yorulmak bilmez bir eleştirisini, somut olarak çeşitli biçimler altında ortaya konulan bu platformun aldatıcı-demagojik bir platform olarak teşhirini gereksinir. Hiçbir şekilde, kuru politik çağrılarla, emeğin bağımsız politik hareket ve örgütünün yığınsallaşabileceği hayaline kapılmamak gerekir. Bu, dişe-diş bir mücadeleyi; emeğin politik platformunun, pratik eylem içinde ve sermayenin platformunun tam karşıtı olduğu kanıtlana kanıtlana, oya gibi örülerek, yaratıcı bir tarzla zenginleştirilip geliştirilmesini zorunlu kılar. Yığın hareketinin politik bir hareket ve bağımsız bir örgüt olarak geliştirilmesi sürecinde, bilelim ki, yığınlardan, tek tek sıradan işçi ve emekçiden öğrenilecek çok şey çıkacaktır.

Bağımsız politik hareket ve örgütünün yığınsallaşmasında, bunun yaratıcı yol ve yöntemlerinin geliştirilmesinde, kararlı ve ısrarlı tutum mutlak zorunludur. Bağımsız politik örgüt ve hareket yoksa hiçbir şey yok demektir. Emeğin bugünkü örgütlü ve mücadeleci politik güçleri, şimdiki durumlarını abartmadan ama hiç de küçümsemeden, emeğin bağımsız politik yığın hareketinin yaratılması için üstlerine düşeni, çelişen her eğilim ve tutukluğu uzlaşmadan aşarak, bu görevi, yalnızca ve yalnızca kendilerinin başarabileceğini, öyleyse üstlenmekten kaçınamayacaklarını bilerek, omuzlamak ve gereklerini yerine getirmek durumundadır.

5) Emek yığınlarının bağımsız politik hareket ve örgütünün yaratılmasına bağlı olarak gündeme alınabilecek ikinci görev, sermaye ile amansız bir hegemonya mücadelesidir. Bu hegemonya mücadelesi, bir önceki maddede söylendiği şekilde, sermayenin platformunun bütün yönleriyle ve yalnızca kâğıt üzerinde değil pratikteki eleştirisini içerecek, canlı hayatın akışı içinde ve toplumsal yaşamın bütününe yönelik olarak, sermaye platformunun her maddesinin karşısına, kendi içinde sistemli bir bütün oluşturan emeğin platformunun bir maddesi olanca- omutluğuyla çıkarılarak yürütülebilecektir.

Hegemonya mücadelesi, sermaye mi emek mi, sermayenin platformu mu emeğin platformu mu sorunlarının pratik olarak yanıtlanması demektir; buna yöneliktir. Bu mücadelenin seyrine göre yığınlar, ya sermayenin güdümünde kalacak ya da emeğin platformunda birleşerek taleplerini elde etme yolunda ilerleyeceklerdir.

Bu mücadele, başlıca, -öncelikle sınıfın ve buna bağlı olarak- ara tabakaların kazanılması uğruna mücadeledir. Ön koşulu, emeğin kendi bağımsız örgütü ve hareketini var ederek geliştirmesidir. Ancak bağımsız hareket edebilen örgütlü bir güç, kendi sınıfının orta ve geri yığınlarını ve buna koşut olarak başkalarını, örneğin ara tabakaları etkileyebilir. Ancak, sermaye platformunun üzerlerindeki etkisi kırılarak ara tabakaların kazanılması yolunda ilerlemek, doğal ki, emeğin bağımsız yığın hareketinin gelişmesini -karşı etki olarak- kolaylaştıracaktır.

Emeğin, böyle bir hegemonya mücadelesi içinde, bağımsız bir politik hareket ve örgüt olarak olgunlaşacağı kesindir.

6) Olgunlaştırıcı bir diğer temel etken, sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkileri ve çatışmaları karşısındaki tutum ve bu çelişkilerden yararlanmayı başarmaktır. Bağımsız bir politik hareket ve örgüt olmadan, bunun düşünülmesinin bile olanaksız olacağı kesindir. Ama bu çelişkileri ele alma ve onlardan yararlanmayı pratik olarak gündem edinme, politik bir hareketin olgunlaştığına işaret eder. Sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkilerin, emeğin bağımsız hareketinin ve gelişmesinin “dolaylı yedeği” olduğu bilinmeli ve elini verip kolunu kaptırmadan bu çelişkilerden yararlanmaya çalışılmalıdır. Bunlar, emeğin hareket serbestîsini artırıp manevra alanını genişleterek işini kolaylaştıracaktır.

Bugün Türkiye’de böyle pek çok çelişme vardır ve çoğu, emeği bölüp parçalamanın, sermaye sistemine bağlamak üzere egemen gruplardan birinin yedeği haline getirmenin dinamiği olarak rol oynamaktadır. Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları, birbirlerine karşı kullanmak ve genel olarak sisteme bağlamak üzere, yığınları, daima yedeklemeye uğraşmışlardır. Üstelik buna tav olan geleneksel solcu burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi ve sosyal demokrasi grupları her zaman olmuştur. Örneğin. Doğu Perinçek’in yaptığı gibi, Sincan’da resmi geçit yapan tankları “namluları yobaza dönük” olduğu gerekçesiyle desteklemek ve “Cumhuriyet devrimi kanunları uygulansın” afişleri yapıştırarak yine sözde “şeriatçılara karşı” MGK ve darbeciliğin ardında saf tutmak, -belki” dolaylı yedek” olduğu gerçeğinden hareketle gericilerin, kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanmak adına- sermaye ve gericiliğin şu ya da bu grubunun gönüllü yedeği olmayı kabullenmek demektir.

Sermaye ve gericiliğin kendi aralarındaki çelişkiden yararlanma tutumu, olgunlaştırdığı kadar, yeterince olgun ve bağımsız politik bir güç ve hareket olma ve gelişmede kararlı bir tutumun üzerinden gerçekleşebilir. Aksi, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya yol açar, dolaylı yedekleri kullanma tutumuyla yola çıkanı sermaye ve gericiliğin dolaysız yedeği yapar.

 

SERMAYE VE GERİCİLİK İÇİNDEKİ ÇELİŞMELER NASIL ELE ALINMALI?

Peki, tablosu çizilmeye çalışılan sınıf mücadelesinin çok yönlü akışı içinde sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkileri nereden kaynaklanıyor? Çekişmelerinin anlamı nedir?

Bu anlaşılmazsa, bu çelişkilerden yararlanmak bir yana, sonuçta, onların oluşturacağı girdabın içine yuvarlanmak kader haline gelecektir.

Susurluk sonrası gelişmeleri de anlaşılır kılmak üzere, bu çelişmeler nelerdir ve sermaye ve gericiliğin çeşitli gruplarının birbirleriyle hiç de küçümsenmeyecek düzeyde sürtüşmeleri, nasıl açıklanabilir?

Sermaye ve gericilik içindeki çelişmelerin kaynağı

Oynanan, bir iktidar oyunudur. Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları arasındaki çelişkiler, ülke kaynaklarının paylaşılmasından anlaşmazlıklardan ve bu paylaşmada üstünlük sağlamak üzere iktidardaki paylarını artırma kaygısından kaynaklanır. Siyasal alanda bu çelişmeler, pay kapma kavgasıyla bağlantılı olarak, ülkenin ve kuşku yok ki emek yığınların nasıl (hangi program ve organizasyonla) yönetileceğine ilişkin sürtüşmeler olarak yansır.

Uluslararası sermaye ve emperyalizmin çeşitli mihrakları ve emperyalist tekeller arasındaki çelişme ve çatışmanın kaynağı da böyledir. Tek fark, bu ikinci çelişme ve çatışmanın, dünya ölçeğinde oluşması ve dünyanın paylaşılması ve dünya hegemonyası (güç ilişkilerine bağlı olarak, tümü ya da çeşitli bölgelerinin denetim altına alınması) uğruna gerçekleşmesidir.

Türkiye’nin egemenleri. Türkiye sermayesi ve gericiliği kendi başına buyruk, Türkiye ekonomisi de (kapitalist ekonomi) kendi ayakları üzerinde durabilen, dünya ekonomisi ve emperyalizm karşısında görece eşit ve bağımsız olmadığı için, analizi, Türkiye ve Türkiye egemenleriyle sınırlayarak yapma olanağı yoktur.

Türkiye ekonomisi, kendisine yeterli bir bütün oluşturmuyor; bu bağımlı ekonomi, uluslararası sermayenin “at oynatma” alanıdır. Türkiye kapitalizmi, uluslararası kapitalizmin eklentisi; pazarı ise kapitalist dünya pazarının tamamlayıcı bir parçasıdır. Türkiye sermayesi, Kurtuluş Savaşı sonrasında bağımlılık ilişkilerini tamamıyla koparamadığı/koparmadığı nakıs teşebbüsü bir yana, yalnızca bağlanma ve birleşme eğilimi olarak değil, sermayenin birikim süreci bakımından ve nesnel olarak, emperyalizmle birlik oluşturdu.

Bu nedenle, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin kendi içindeki çelişki ve çatışmalar da, bu çerçevede gerçekleşti, gerçekleşiyor.

Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları arasındaki çelişki ve çatışmaları, bunların emperyalizmle ilişkilerini dikkate almadan çözümlemek ve anlayabilmek olanaksız. Türkiye, ne örneğin bir İtalya ne de Belçika. Sermaye ve gericiliğin iç çatışmaları, başlıca kendilerine özgü çıkarlardaki farklılıklardan kaynaklanmıyor. Kaynak, emperyalistler ve emperyalist tekeller arasındaki çıkar farklılıkları ve buradan yansıyan çelişkilerdir. Kuşkusuz, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin kendi çıkarları da rol oynuyor burada. Ancak bu “kendine özgü çıkarlar” şu ya da bu emperyalist grup ve tekellerle birleşildiğinde, asıl -ve tayin edici olarak- onların çıkarları gerçekleşirken, sağlanacak paylar ya da “kırıntılar” üzerinden şekillenmektedir. Bu nesnel bağımlılık temeli, bir bütün olarak Türkiye sermayesinin “vatanseverlik”inin, ülke kaynaklarının şu ya da bu emperyalist grup ve tekellere kırıntı paylar karşılığı satışını sevmekten başka bir şey olmadığını ve olamayacağını ortaya koyar. Nitekim özelleştirme kapsamında, sadece elektrik santralleri ve PTT’nin “T”si değil, hazine arazilerine varıncaya kadar ülkenin parsellenip emperyalizme peşkeş çekilmesi, bunu kanıtlıyor. “Vatanseverlik”ten, Türkiye sermayesinin anladığı ve varoluş koşullarının altında yatan bağımlılık ilişkileri dolayısıyla anlamak zorunda olduğu, vatanın satışından, ihaneti vataniyeden elde edilecek pay, para ve başka çıkarlar olarak sağlanacak gelirlerdir. Sermayenin vatandan anladığı da, dini-imanı da, yalnızca emperyalizmle işbirliğinden gelecek bu paydır, cebinin şişmesidir, paradır.

 

SERMAYE VE GERİCİLİK İÇİNDEKİ BUGÜNKÜ ÇATIŞMA NASIL AÇIKLANMALI?

Peki, Susurluk’la görünür olan sermaye ve gericilik arasındaki çekişme, somut olarak nasıl şekilleniyor?

Sermaye politikasının tarihsel koşulları

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin dünya üzerinde belirleyici rol oynayacağı koşullar oluştu. ABD yıkıntıya uğramadan ayakta kalabilen hemen tek emperyalist ülke olarak çıktığı savaştan sonra emeğin ve sosyalizmin ülkesi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya kaldı. Bundan da yararlanarak, bütün diğer kapitalist ülkeleri kendi etrafında birleştirdi. Uzun süre bu birliğe Amerikan çıkarları yön verdi. Bu durum, oldukça sarsılmasına rağmen, hâla bir ölçüde sürüyor.

Türkiye sermaye ve gericiliğine gelince; onun, İngiltere’yi kendisine bağlayan, Almanya ve Japonya’ya diz çöktüren Amerikan emperyalizmi önünde diz çökmekten başka şansı yoktu. Buna çoktan hazır ve gönüllüydü. Hemen “hür dünya”nın “demokrasicilik” oyununa ayak uyduruldu ve Celal Bayar’ın deyişiyle “küçük Amerika yaratmak için” ABD’nin arkasında safa girildi.

Daha öncesi ve Özal’a kadar sonrası, konumuz açısından hiç ilgisiz olmasa bile, uzatmaktan kaçınmak üzere, atlanabilecek. Bir gerçeği hatırlatıp geçelim: Amerikalılar 12 Eylül’ü “Our boys have done it (bizim çocuklar halletti)” sözleriyle karşıladılar.

Turgut Özal, Celal Bayar’la Adnan Menderes’in taktığından bir numara büyük şapka takıyordu, ama taktığı, aynı şapkaydı. Onların yolundan yürüdü. Farkı, kapitalizmi görece daha gelişmiş, üretim hacminin yanında pazar olarak da genişleyip önem kazanmış bir Türkiye’nin başında olmaktı. “Küçük Amerika” bir miktar “büyümüştü”, ama hedef hâlâ aynıydı. Üstelik görece büyümüştük, şimdi, aynı efendiyle işbirliğini Türkiye sermayesi açısından daha elverişli ve getirilerini daha istenir kılıyordu, işbirliğinden gelecek paylar da büyüyecekti, büyümekteydi. Gerçi büyük başın derdi de büyük olurdu; ama önemi yoktu. Türkiye ya da vatan, babalarının malı mıydı! Sağlanacak gelirler ve toplanacak paylara bakılsındı!

Özal, emek düşmanlığı ve Amerikan taşeronbaşılığı

12 Eylülcülerin izini sürdüğü Bayar-Menderes’in yolundan yürüyen Özal, partisi ANAP’ın kazandığı ’83 seçimleri öncesi ABD’de “kampa” girdi, “hazırlıklarını” tamamladı. Dönüşünde, hükümetin başındaydı; bıraktığı yerden devam etti.

Çizgisi, emeğe düşmanlık ve Amerikan emperyalizmine tam uşaklık çizgisi olarak özetlenebilir.

Özelleştirme belasının gündeme yerleşmesi, onunla başladı. Kapitalist dünya ekonomisi ile entegrasyon, Türkiye pazarının bütünüyle sözde “serbest rekabet’e açılarak, emperyalist tekellere tanınan olanakların sınırsızlaştırılması, ülkenin emperyalizmin, tam bir talan alanı haline getirilmesi için bütün engellerin kaldırılmasına girişilmesi, onun eseridir. TL’nin convertible (dövize çevrilebilir.) oİması, IMF direktiflerinin tam uygulanması, “ihracat seferberliği” olarak patates soğana varıncaya kadar her ürünün maliyetinin altında dış pazarlara sunulması, hayali ihracat da içinde olmak üzere gerçek ya da hayali her türlü satışla ak ya da kara-para, olarak taze para peşine düşülmesi, yüksek ihracat teşvikleri, gümrük duvarlarında indirime gidilmesi, -ananas, kivi, çikita muz vb. ithali olarak gelişen- ithalat serbestisi, kaçakçılığın affı vb. vb. hep onun eseridir. Örtülü ödeneğin büyütülmesinin yanına, örtülü kullanıma olanak sağlayan ve tek merkezi bütçeyi geçersizleştiren -bugün tepkileri ayyuka çıkan nemaları düşük faizle gasp edilmek üzere, fak-fuk-fon türü- bir dizi fonu ekleyen de, odur.

“Yeni dünya düzeni”nin sair gereklerini de Türkiye adına, hızla üstlenen, Özal olmuştur.

Türk-İslam sentezi, eski pan-Turanist ve pan-İslamist yayılmacılığın sentezi olarak Özal tarafından öncellerinden devralındı. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” formülüyle, Balkanlar, Kafkasya’dan başlayıp bütün Türkî Cumhuriyetleri de kapsayan Orta Asya ve Ortadoğu, sözde Türkiye’nin “hinderlandı” ilan edildi. Yeniden eski günlerdeki gibi Orta-Asya bozkırlarında cirit atılacaktı. Bu kez atılacak “cirit”, başkalaştı yalnızca. En önce Uygur’larla Göktürk’lerin attığı Türk” ciritini, Enver Paşa, önce Alman ciriti olarak atmayı denemiş, Birinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmasıyla “İngiliz destekli Türk ciriti”ni eline almaya teşebbüs etmiş, başarısızlığa uğramıştı.

Bu kez Özal’la Türkiye, eline Amerikan ciritini alıyordu. Cirit de, basbayağı mızrak olmaktan çıkmış; Azeri, Kazak ve Türkmen petrolleri ve petrol boru hatları, bu ülkelerin imarına “katkı” olarak oldukça büyük inşaat ihaleleri gibi, dünya kapitalist pazarında atılacak türden “ciritlere” dönüşmüştü.

Anılan ve Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” formülüyle tanımladığı bölge, güç ve olanakları ve kapitalizminin özellikleri göz önüne alındığında Türkiye’ye kalacak/bırakılacak KKTC türünden ufak-tefek bir alan değildi. Sadece üretimin stratejik dalları ve devasa petrol üretim hacmi açısından değil, sadece bu bölge ülkelerinin imarı vb. yönüyle, tanıdığı pazar olanakları açısından da değil, siyasal-stratejik güç ilişkileri açısından, da, bölge; bütün emperyalist büyük devletler ve tekellerin üşüştüğü, SSCB sonrası “dengeler”in yeniden oluşmakta olduğu ve “yeni dünya düzeni”nin hangi ağırlıklı ve öncelikli çıkarlar üzerinden kurulacağına ilişkin aralarındaki çelişkiler ve çekişmenin düğüm haline geldiği bölgelerin başında geliyordu. Her ne kadar Özal, “dünyanın en büyük ilk on devleti arasına gitmek” gibi bir “yakın hedeften söz ediyorduysa da, bu, böyle bir hayali, yurttaşlar arasında yayıp tezini uygulamak üzere güç toplamak içindi. Kendisi ve Türkiye sermayesi, kesinlikle hayal kurmuyordu. Kuramazdı; güç ilişkileri ve çekişmelerinin göbeğinde, bu ilişkileri pratik olarak yaşıyordu. Bölgeyi Türkiye’ye orta boy bir emperyalist devlet bile bırakmazdı. Değil ki, ABD, Almanya ve diğer büyükler! Türkiye burjuvazisinin bölgede kendi ciritini atması olanaksızdı.

Geriye kalan tek ihtimal, bir ya da birkaç büyük emperyalist ülke ile işbirliği yaparak ya da tümüyle iyi ilişkiler içinde bölgenin talanından pay kapabilmekti.

Dev olanak ve potansiyeli, rakip tanımaz askeri gücü ve daha çok buradan gelen siyasal güç ve üstünlükleriyle ABD, öteden beri kendisini dayatmaktaydı. Özellikle Almanya ile ticaretin daha gelişkin ve bu ülkenin güç biriktirmekte ve atılıma geçmekte oluşu, en başta onunla ilişkiler üzerinden Avrupa ile sağlanabilecek düzenlemeler ve getirileri küçümsenerek, Amerikan emperyalizmiyle yakınlık tek yanlı geliştirildi. Ve zaten Türkiye öteden beri Amerikan uşaklığı çizgisine yönelmişti. Bu çizgi sürdürüldü.

Türkiye, bölgede Amerikan “taşeronbaşılığı”na soyundu. Özal ve sonra onun izini sürenler, başta Çiller, bu taşeronbaşılıkta ısrarlı ve kararlı davrandılar.

Bosna davası ısıtılıp sıcak tutuldu; Bosna’ya müdahale için çağrılar çıkarıldı ve başında Amerika olan NATO’nun müdahalesi istendi. İzzet Begoviç ile Bosna’da bir köprübaşı tutulduğuna inanılıyor, onun desteklenmesi üzerinden bir koza sahip olunduğu düşünülerek, dağılan Yugoslavya’nın talanından pay kapma peşine düşülüyordu.

Ermenilere karşı Azerbaycan’ın yanında yer alıp Elçibey’e destek sunuluyor, onun gücü yetmeyip Rus etkisiyle tasfiye olduğunda, bir yandan Aliyev ile iyi ilişkiler geliştirilmeye çalışılırken, Elçibey zamanında tutulmuş mevzilerin güçlendirilmesiyle ilerlenmeye uğraşılıyor: olmayınca, Aliyev’e karsı başarısız kalan bir darbe tezgâhlanıyordu. Sözde darbeyi Aliyev’e Demirel haber veriyor, böylece, bu darbenin Türkiye tarafından değil -Türkiye’deki kontrgerilla tartışmaları sırasında ileri sürüldüğü gibi- devleti bağlamayan “bireysel” münafıklar tarafından düzenlendiği kanıtlanmış oluyordu! Oysa Demirel, başarısızlığa uğradığı anlaşıldığında darbeyi haber vermişti. Öyle ya da böyle, Amerikan taşeronbaşılığının gerekleri, başka ülkelerde darbeler düzenlemeyi de içeriyordu.

Bosna ve Azerbaycan’daki Amerikano-Türk oyunu ve bu yönde Türkiye’ye düşen faaliyetler, hem doğrudan Amerikan çıkar ve planlarıyla uyumlu yürütülüyor, hem de Türkiye’yi ABD’ye -sadece sıradan bir müttefik değil- vazgeçilmez bir taşeronbaşı olarak benimsetmeyi amaçlıyordu. En genel amaç ise, buraların talanından Türk tarafına düşecek yağlı kırıntılardı.

Aynı şekilde Orta-Asya cumhuriyetlerinde, başta Türkmenistan ve Kazakistan’la Kırgızistan’da faaliyet yürütüldü. Önde gelen yöneticileri sık sık Türkiye’ye davet edilip bu ülkelere önemli “Türk büyükleri” ziyarete gönderilerek, egemenleriyle iyi ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Türkeş ve adamları bu ülkelerden çıkmaz oldu ve kuşkusuz gezmeye gitmiyorlardı. Çeçenistan sorununa, bu nedenle, Rusya’nın tepkisi de göze alınarak müdahale edildi. Silah ve cephane yardımı ile savaşa yollanan “gönüllüler”in yanında, Türkiye, Çeçen davasını uluslararası platformlara taşımayı da üstlendi. Türklük ve İslamiyet kullanılarak, bölgede ileri adım atılmaya çalışılıyordu. Doğal ki, ABD’nin yedeğinde ve onun çıkarları doğrultusunda.

Ortadoğu’ya gelince Özal’ın en çok bastırdığı, bu bölgeye müdahale etmek oldu. Amerikan taşeronbaşı olarak, kuşkusuz, “jandarmalık” ve “koçbaşı” rolü de üstlenmeden olmazdı. Özal, Amerikan emperyalistlerinin peşinden Türkiye’yi sonu gelmez bir maceraya sürükleyerek Körfez Savaşı’na doğrudan katılmayı ve bölgeye “balıklama dalmayı” zorladı. “Koşulların elverişliliği” propagandasını yaparak, “bir koyup yirmi almak”tan söz etti. Bu sözlerde Amerikan taşeronbaşılığı açığa vuruluyor, hesap açıktan ortaya konuyordu. Efendiyle birlikte ve uyumlu yüründükten sonra mesele yoktu, ne harcanırsa misliyle yağlı kırıntı elde edilecekti!

Yürünen, bu bataklık yoldu ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın peşinde denenmiş, çıkmazı kanıtlanmış, “koca imparatorluktan geriye bir tek Anadolu kalmıştı”! Bu örneği veren tarih ve güç hesabı bilen burjuvalar da vardı. Nitekim Genelkurmay ve Dışişleri bürokrasisi direndi. Necip Torumtay istifa ederek işin ciddiliğini ortaya koydu. Amerikan emperyalizmi ve Özal, Türkiye’yi Körfez batağına sürükleyemedi.

Özal ve sermayenin önemli bir kesimi, “yazık edilip, fırsatın kaçırıldığını” düşündüler ve bir tek Körfeze müdahale dışında Amerikan taşeronbaşılığında ısrar edildi. Irak’a ambargo, en büyük zararı Türkiye görmesine rağmen desteklendi. İran ve Suriye ile ilişkiler gergindi. Suriye, ABD tarafından dayatıldığı üzere, “terörist devlet” muamelesi gördü. Libya’dan uzak duruldu. “Kardeş Müslüman ülke” olmasına rağmen, ABD’nin İran’ın tecridi politikasına destek verildi, ilişkiler sınırlandı.

Amerikan taşeronbaşılığı, Kontrgerilla’nın yükselişini dayattı

Amerikan taşeronbaşılığı Azerbaycan’da darbe düzenlemek gibi, efendinin tüm dünyada uyguladığı yöntemlerin benimsenmesini, bunun araçlarının geliştirilip öne çıkmasını zorunlu kılıyordu. Yükselmekte olan ekmek ve özgürlük mücadelesiyle, PKK ayrılıkçılığı ve ona karşı yürütülen savaş da, bu ihtiyacı körüklüyordu. Kimi PKK ile sürdürülen savaşın ihtiyaçları öne sürülerek, kimi de -ABD’nin İhtiyaçlarından hareket eden bir senaryo uyarınca- kendi taşeronbaşılığında bölgede dışa açılacak Türkiye’nin cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere, Özal’ın “Kürt sorununa siyasi çözüm” mesajıyla seferber edildi. Hem nalına hem mıhına vuruluyordu! Ama taşeronbaşılığın ihtiyacını karşılamak üzere, içeride ve dışarıda kullanılacak “vurucu” ve kıyıcı güçlerin organizesi tahkim edildi.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yenilmiş Almanya’nın SS ve SA artıklarını derleyerek ve deneylerinden yararlanarak, “soğuk savaş”ın cephe gerisi güçlerini oluşturmaya girişmişti. ST-31/15 şifre numarasıyla talimnamesi Pentagon tarafından yayınlanmış, kimi ülkelerde Kontrgerilla, kimi ülkede Gladio olarak, adlandırılan teşkilatlar, devletlerin “çelik cekirdek’lerini oluşturmak üzere örgütleniyor ve örgütlenip etkili oldukları ülkelere Amerikan etki ve doğrudan yönlendirmesini taşıyan önemli bir rol de oynuyordu. Yöneticileri doğrudan ABD’de eğitilen bu şebeke, darbe düzenlemekten dezenformasyona, psikolojik savaştan pasifikasyona (köy yakma vb. aracılığıyla insansızlaştırarak alan boşaltma), “faili meçhul” cinayetlerden suikastlara kadar her yöntemi kullanıyor ve en başta Amerikan çıkarı ve tabii ki “vatan” adına her şeyi mubah görüyordu.

Finans kaynağı olarak, örtülü ve örtüsüz devlet ödenekleri kuşkusuz yetersiz kalıyordu. Devleti işleten asıl mekanizmanın “omurgası” olarak, hiç de küçük bir teşkilat değildi. Kullandığı yöntemlere uygun olarak kendi finansmanı sağlayıp bunun için gerekli kaynakları oluşturmakta “komando usulü” serbest bırakılmıştı. Yöntemleri, kullandığı ilişkileri de belirliyor; kaynakları, yeraltı ya da “kayıt dışı ekonomi” denen alandan ediniliyordu. Her ülkede Mafya ile iç içe girmişti. Bu İtalya, İsviçre, Japonya, İspanya örnekleriyle olduğu kadar en son Türkiye örneğiyle de kanıtlandı.

Taşeronbaşılığa soyunma, vatana ihanetin en üst düzeyine vatanseverlik adı takılarak, önceden kurulmuş ve çalışan bu “çekirdek”in güçlendirilmesini dayatmıştı.

Taşeronbaşılıkta ısrar, Kontrgerilla’nın çığırından çıkması ve “temizlik” ihtiyacı

Ama iki yönden birden bu sistem cerahat kusmaya başladı. Kontrgerillanın yöntemleriyle, astığı astık kestiği kestik uygulamaları, halkı, “sıradan” insanı ürkütüp sindirse bile, devlete güven namına bir şey bırakmadı. Doğrudan polis ve asker olarak “güvenlik kuvvetleri”nden yayılan güvenliksizlik, kendisini herkese hissettirdi. Her isçi, memur, gençlik gösterisine, cezaevlerine, tutuklu yakınlarına, “Cumartesi annelerine”, insan hakları savunucuları ve gazetecilere, OHAL bölgesinde başta köylüler olmak üzere herkese yönelik kontracı saldırganlık, her ağzını açanı karşı bir gerilla (kontrgerilla) faaliyetinin hedefi haline getiren pervasız tutum, ciddi hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açtı.

Özelleştirme, zamlar, ekmeğe ve işe muhtaç eden ekonomik saldırılara kontrgerilla saldırganlığı eklenince, emekçiler, yığınlar halinde, yalnızca sermaye partileri ve parlamentodan umut kesmeye yönelmekle kalmadılar, düzenden ve devletten de umut kesmeye başladılar.

Üstelik kontrgerillanın mafya ile içli dışlılığı Susurluk olayı ile herkesçe görünür olmuştu. Bu yönüyle de sistem irinini dışa vurmaktaydı. Uyuşturucu trafiğinin hiç de yalnızca mafyacılar tarafından yürütülüp yönetilmediği, adı çok duyulan pek çok ünlü “devlet büyüğü”nün bu trafiğin içinde değil başında olduğu kanıtlanmadıysa bile, sıradan insan tarafından hissedildi.

Hissetmek, önemlidir. Hoşnutsuzluk ve tepki buradan başlar, güvensizlik ve kopma buradan gerçekleşir. Ve hissetmenin de ötesine geçildi. Bu ilişkiler yaşanarak görüldü ve bilindi.

Topal ile Ağar’ın ortaklığı; öldürülen “mafya babası” Celal Ateş’in MGK Genel sekreterliği yapmış Doğan Bayazıt’ın adamı ve ortağı olduğu, Retrans direnişine, başında JİTEM elemanlarıyla, jandarmayı saldırtan General Veli Küçük’ün Kontrgerillanın üst düzeyinde yer aklığı ve “Yeşil” kod adlı, her pisliğin altından çıkan fidyeci katilin bağlı bulunduğu kişi olduğu bilindikçe, sistemden ve devletten kopuş boyutlanmaktaydı.

Buna bir çare bulmak gerekiyordu. Devlet tartışılmaya başlanmıştı. Ortalama yurttaşın gözünde ordunun pek temiz kalmadığı ve bir darbenin de önemli bir destek sağlayamayacağı görülüyordu.

Bir yandan kaldığı kadar “temizliği” ile ordu, “temizliği”ni de kanıtlamak üzere, öte yandan TÜSİAD devreye girdiler. Sistem ve devletten umut kesmeye neden ve ihtiyaç olmadığını, kendilerinin ne güne durduklarını ispatlamaya soyundular. Görünüşte, onlar da muhalefete geçmişti! Raporlar yayınladılar ve en başta Sabancı Center ile asker kişilerin oturdukları lojmanların ışıkları birer dakika sönmeye başladı. Hoşnutsuzluğu ve tepkileri artlarında toplamalarının başka yolu yoktu. Sistemi kurtarmalarının başka yolu yoktu. Hoşnutsuzluğun yoğunlaştığı sorunları, düzenden kopmaya yönelen kitlelerin dile getirdikleri talepleri ardı ardına sıralayan raporlarla TÜSİAD’ın ve onun biraz daha gerisinde kalan cesaret düzeyiyle

MGK’nın ortaya koymaya çalıştığı “muhalif” platform; bu nedenle, Amerikan taşeronbaşılığı ve onun gereği yaygın ve irin saçacak başıboşluğu ile kontrgerilla faaliyetinin rayından çıkarmakta olduğu sistemi yenilemenin platformu olarak gündeme getirilmiştir.

Sistemi yenilemenin bu ihtiyacı, halkı ve kamu vicdanını tatmin edecek bir göstermelik “temizlik” yapılmadan karşılanamazdı. Zorunluydu; kurban verilecekti. Üstelik Amerikan taşeronbaşılığında kararlı yürünürken kontrgerillanın çığlından çıkan ve başıbozukluğa varan faaliyetlerinin de bir düzene sokulması gerekiyordu. Bu haliyle yarardan çok zarar getirmekteydi. Kişisel hırslar ve tatminlerin, bol paraya kavuşmanın yanında hesapsız-kitapsız saldırganlığın, çoğu itirafçı ve ölüm makinesi olarak çalışırken her kıpırdayan canlıya ateş eden özel tim elemanı psikopat tetikçinin, Çatlı ve “Yeşil” türü insanlık ayıbı katilin öne çıktığı “çekirdek” örgütlenmeye çeki düzen verme ihtiyacı, kendisini dayatmıştı. Bu “temizlik” en zararsız şekilde yapılmalıydı; ama yapılmalıydı.

Bir “temizlik” etkeni olarak, Avrupa’ya beğendirme çabası

Bu “temizlik”, yurtdışından gelen insan hakları eleştirilerine bir de uyuşturucu ülkesi olma suçlamasının eklenmesiyle, Türkiye’yi ele güne karşı savunulabilir ve “ortak” ya da işbirlikçi olarak pazarlanabilir kılmak için de, zorunlu hale gelmişti. Avrupa’da Türk bayrağı ucuna eroini simgeleyen enjektör iliştirilerek medyada yer almaya başlamıştı. İçerde emekçileri aldatmak daha kolaydı ama elin oğlu kül yutmuyordu! Doğal ki, kül yutup yutmaması önemli değildi: önemli olan, Alman, Fransız vb. sermayesinin çıkarları ve bu çıkarların tatminiydi. Avrupa, aslında, kendi çıkarlarıyla görece uyumlandırılmış bir Türk tutumu istiyordu Bu olduğunda, her türden olumsuz olguyu görmezden geleceği ve eleştirilerinden vazgeçeceği kuşkusuzdu. Çıkar uyumsuzluğu olduğundan, Türkiye, gözü diğer emperyalistleri hemen hemen görmeden Amerikan uşaklığında ısrarlı davrandığından, “insan hakları” sorunu, Avrupalıların elinde, Türkiye’yi uyaran ve kendi çıkarlarını dikkate almalarını isteyen bir “çomak” rolü oynamaktaydı. .Avrupa açıkça Türkiye’ye ve Amerika’yla olan ilişkilerine çomak sokmaktaydı.

Temizlik”, Avrupalılar tarafından, bu ilişkilerde de bir düzeltmeye gidileceğinin belirtisi olarak yorumlanacaktı. Türkiye burjuvazisinin kendisini Avrupalılara beğendirme gibi bir zorunluluğu vardı. Başka her şey bir yana, Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmişti ve Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyordu. Getirileri vardı. Kuskusuz, Türkiye sermayesi acısından.

Bu yönüyle de “temizlik” yapılmalı, dışa karsı görüntü de kurtarılmalıydı. En az zararla yapılmalıydı, ama yapılmalıydı!

Medya “temizlikçiliği”nin sırrı

Bir yandan “devleti töhmet altında bırakmayalım” dendi, bir yandan da, belirli ilişkiler ve kişilerle sınırlı bir “temizlik kampanyası” yürütmesi için, medyaya talimat verildi.

Medya, Susurluk kazası ile birlikte, ilk günden harekete geçti. Hatta önceden Yüksekova, Söylemezler, Kocaeli vb. “çeteleri” üzerinden zorlamış, ama henüz yeterince açık vermemiş Amerikanofillerin direnişi karşısında püskürtülmüş ve başaramamıştı. Bu, aslında medyanın değil, “temizlik”i giderek daha çok gerekli görmekte olan sermayenin Amerikan taşeronbaşılığı ve sonuçlarından ağzı yanmış gruplarının başarısızlığıydı. Türkiye burjuvazisi ve gericiliğinin, Türkiye’nin, acı ve yıkıcı sonuçları giderek daha çok hissedilmekte ve emekçileri düzenden ve devletten kopuşa götürmekte olan görüntüsünü değiştirmeyi zorunlu sayma noktasına gelmiş grupları, bu gelişmeler karşısında güç toplamaktaydı. Körfez Savası sırasında adamları olan Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etmek zorunda kalmıştı. Şimdi, bütün bu gelişmelerden sonra daha güçlenmişlerdi ve iktidarda ağırlıklarının artmasını dayatıyor, rakip gruptan “kelle isteyerek” “temizlik”i örgütlüyorlardı. Bu nedenle, iktidardayken, “muhalif” bir görüntü vermekteydiler. Sermayenin iktidarda ağırlık kazanma amaçlı iç mücadelesi, egemenler arasındaki bu hesaplaşma, Susurluk’la birlikte açık bir biçimde, dışarıdan da görülmeye başladı.

Dengelerin değişmesi, kolay ve bir çırpıda olmuyor. Bu sürtüşme, yeni hesaplaşmaları da kapsayıp genişleyerek, hâlâ sürüyor. Ancak belirli bir yön aldığı da görülüyor.

Medya, hep bir ağızdan bu mücadeleyi yansıttı. Düğmesine basılmışçasına Susurluk’ta ortaya dökülen pisliğin üzerine bu nedenle gitti. Sağını solunu örte örte ve ancak “temizlik” görüntüsü verme ihtiyacındaki sermayenin bu ihtiyacını yansıtacak boyutuyla. Başka türlüsünün olanaklı olmadığı kolayca tahmin edilecektir. Ünaldı direnişini tek satır olsun yansıtmayan, Ankara’daki “laik” kadın mitingini abartarak verirken aynı gün Lüleburgaz’daki özelleştirmeye karşı mitingi -en “solcu” sayılan Cumhuriyet’e kadar- hiç görmeyen medya, kuşkusuz, “haber” olduğu için ya da tiraj kaygısıyla Susurluk üzerinden bir “temizlik” öngörmezdi; bu yönde yayın yapmazdı. Medyada çalışan basın emekçisi habercilerin varlığıyla örneğin, medyanın Susurluk karşısındaki tutumunu açıklamak olanaksızdır. O sermayenin sesidir ve üstelik iletişim olanaklarının olağanüstü genişlediği “yeni dünya düzeni” koşullarında, medyaya, eskiden olduğundan fazla bir rol, toplumu yönlendirmede başlıca işlev yüklenmiştir. Susurluk ve “temizlik kampanyası”na ilişkin olarak da medya, doğrudan bu işlevini gerçekleştirdi ve sermayenin ihtiyacını karşıladı.

İktidar payına bağlanmış sınırlı “temizlik” ve kamuoyu tatmini

Ancak kesindi ki, “temizlik”, devlete zeval vermeden yürütülecek, mümkün en asgari “pislik” deşifrasyonuyla yetinilecek, karşı açıklamalarıyla direnişlerinin olumsuz sonuçları dikkate alınıp, pek de mağdur edilmeden, az sayıda adam harcanmasıyla nihayete erdirilecekti. Asıl olan, yığınların hoşnutsuzluk ve düzenden kopuşlarını önleyecek bir “temizlik” yapıldığına dair tatmin duygusu yaratacak göstermelik soruşturma ve kovuşturmalarla, “temizlik”in geçiştirilmesiydi. Ama bu arada hedefe de ulaşılmış olunacak; giderek bütün diğer kesimlerini arkasında toplamaya başladığı görünen “temizlik yanlısı” sermaye kesiminin iktidardaki ağırlığı artacaktı.

Ekonomi İle siyaset arasındaki göreli özerklik

Bu iktidar oyunu, aslında, sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki bir oyun olmaktan çok sermayenin politikasını yürüten, onu devlet yönetiminde temsil eden gruplar arasındaki bir oyundur.

Kuşkusuz, genel olarak sermaye adına onun şu ya da bu politik temsilcisi tarafından öngörülüp uygulanan her politika ya da daha da genelleşmiş olarak program, ağırlıklı olarak şu ya da bu sermaye grubu ya da kesiminin işine gelir. Bu kesimler, doğal ki, daha çok işlerine gelen politikaları dayatır, karşı etki olarak, arasında nüans farkı da olsa, başkasının değil ama o politikanın uygulanmasından beslenir ve dolayısıyla o politikanın asıl ve ağırlıklı dayanağı olurlar.

Sermaye, politik değil, sosyal ve ekonomik bir kategori ve güçtür. Politika ise, ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir ve sermaye adına, onun politik temsilcileri tarafından yapılır. Ve sermaye adına yapılan her politika, sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarını yeterince karşılayıp karşılamadığına göre, ekonomik ve sosyal yönüyle nesnel karşılığını bulur. Sermayedarlar, ya o ya bu politika ve politik temsilcilerinin ardında toplanır, onları desteklerler.

Sermaye politikacıları, kuşkusuz sermayenin çıkarlarına uygun politikalar üretir ve yaparlar; ancak, ikincisi birincisinin yoğunlaşmış ifadesi olmasına karşın, ekonomik faaliyetin yürüyüşü ile politik faaliyetin yürüyüşü ayrı ayrıdır. Her ikisinin, tarihsel şekillenişleriyle kendi koşulları ve kendine özgülükleri vardır. Tek sözcükle nitelemek gerekirse, politika ekonomi karşısında göreli bir özerk alan oluşturur. Ekonomi ile bire bir çakışmaz.

Sermaye politikası sermayenin çıkarlarını yansıtmak için yapılır: ancak gelişimi, oluşumu ve koşullarıyla, politika, ekonomiden ayrı ve farklı bir alan oluşturduğundan, her politikanın ekonomik çıkarları tam tamına yansıtması, denemeli-yanılmalı pratik bir süreci de gereksinir. Sonuçta, sermayenin nesnel çıkarları, kendisi adına uygulanan politikalarla ya çakışır ya da bu çakışma, -fiyatların, piyasa dalgalanmalarının ortalaması olarak oluşması türünden- onların düzeltilmesini zorunlu kılarak gerçekleşir.

Örnek vermek gerekirse, Özal ya da Çiller veya Yılmaz, sermayenin politik temsilcileridirler. Sermaye adına uygulanmak üzere, belirli farklılıklarla, kısmen değişik politikalar önerirler. Bunlar, temelde birbirlerinin aynısı politikalardır: ancak, nüansta, önceliklerde, kullanılacak araç ve yöntemlerde farklılaşırlar. Örneğin yaşayan son ikisi, özelleştirme ve hatta hızı konusunda aynı politikanın izlenmesinde birlik halindedirler. Ya da zamlar konusunda tutumları aynıdır ve hangisi hükümet olursa, zamları yaparlar. Ama birbirlerini eleştirmeden de duramazlar; yöntem sorununda anlaşamazlar örneğin. Ya da “kendi adamları”nı gözetmede anlaşamazlar. Örnekse, Özal döneminde iktidar nimetlerinden sebeplenenler farklıydı. Çiller’in sebeplendirdikleri farklı. RP’ninkiler daha farklı. Bu, her Sermaye politikası ve politikacısının ağırlıklı olarak dayandığı ve çıkarlarını gözettiği sermaye grupları olduğu gerçeğine kadar gider.

Ya da son olarak “demokrasi raporu” hazırlayan TÜSİAD’ı alalım. TÜSİAD, bizzat sermayenin kendisi midir? Söyledikleri, raporları vb. sermayenin bütününün çıkarlarını mı yansıtır? Haydi, sermayenin bütünü olmasın, büyük sermayenin bütününün çıkarlarını tam tamına ifade eder mi? Kuşkusuz, hayır. Etmediğini, yaşayarak öğrendik. Rapora, bağırıp çağırarak karşı çıkan TÜSİAD üyesi de -Asım Kocabıyık- vardı, önceden bilgi verilmediği gerekçesiyle herhangi bir görüş açıklamadan “muhalefet şerhi” koyan Rahmi Koç gibi anlı şanlı biri de çıktı.

Burada bir terslik yoktur. Örgüt ve politika olan yerde, bu özel alana ilişkin özellikler devreye girer ve ekonomi karşısında görece bir özerklik kaçınılmaz olur. TÜSİAD, büyük sermayeyi en sıkı temsil eden bir dernektir; ama yine de, bir dernektir. Görüş açıkladıkça, politika yapmış olur ve politikanın kuralları bir ucundan da olsa geçerli hale gelir. Üretmek, satmak, artı-değer ve kâr elde etmek başkadır; bu ekonomidir. Onun dış koşullarına ve bu koşulları daha elverişli hale getirmeye yönelik düzenlemeler başka: bu ise, politika alanına girer.

Sonuç olarak, tek tek ya da bir sistemin parçaları olmak hesabıyla bütün olarak, TÜSİAD üyesi sermayedarların ekonomik çıkar ve faaliyetleri ile politika yapmaya soyunduklarında ortaya attıkları görüşlerin tam çakışması, her zaman gerçekleşmez. Bu, TÜSİAD’cıların politik bilgilerini de kapsayan genel birikimlerine, ekonomik çıkarlarını politika düzeyine yükseltme becerilerine bağlıdır. Ve her başarılı kapitalistin başarılı bir sermaye politikacısı olacağına dair bir kural yoktur. Bu genellikle gerçekleşmemiş; sermaye, hemen daima kendi politikalarını üretecek politik temsilcilerle bürokratlara ihtiyaç duymuştur. Çünkü örneğin tarih ve özellikle uluslararası ilişkiler tarihi ve dış ilişkilerin dengeleri üzerine ciddi bir bilgi ve bunu edinmeye yönelik çalışma olmadan dış politika üretilemez; ama işte buradan da, politikanın, ekonomi karşısındaki göreli özerkliği ve her durumda ekonomik çıkarları tam tamına yansıtamayışı zorunluluğu çıkar.

Ekonomi ile politika arasındaki bu göreli özerklik ilişkisi; birincisi, TÜSİAD’ın raporuna gereken önemi vermekle birlikte, sermaye adına TÜSİAD’dan başka bir şey görmeme körlüğü tehlikesi karşısında uyanıklık açısından ve ikincisi, sermaye ve gericilik içindeki sürtüşmeler ve iktidar oyununu, bir çırpıda, sosyal ve ekonomik yönüyle üzerlerine oturtacak Koç, Sabancı vb. grupları aramaktan kaçınma gereğine ilişkin olarak bilinmeli ve akılda tutulmalıdır.

Ve bir üçüncüsü. Türkeş’in Sabancı’ya ya da Genelkurmay’ın raporu nedeniyle TÜSİAD’a “fırça atması”, ekonomi ile siyaset arasındaki görece özerklik ilişkisi bilindiğinde, bunlardan hareketle yanlış sonuçlar çıkarmak ve ilginç tahliller yapmaktan kaçınılabilecektir. TÜSİAD ve onun temsil ettiği büyük sermayenin orta sınıf ve onun örgütü olduğu ya da asıl egemenlerin sermaye değil “devlet sınıfı” ya da “kastı” olduğu türünden, hemen tümüyle medyatik geleneksel solculuk kaynaklı değerlendirmeler, bu nedenle çarpıktır ve doğrudan sermayenin yedeği olmayı haklı çıkarmaya yöneliktir.

Göstermelik “temizlik”in gerçek önlemleri

Toparlanırsa, sermaye ve gericilik içindeki iktidar oyunu, sermayenin çıkarlarını yansıtan onun belirli temsilcileri arasındaki oyun gibi görünür.

Oynanan son iktidar oyununda, ağırlıkları giderilmek durumunda olanlar, Çiller-Ağar ekibidir. Bu ekip, gözü Amerikan taşeronbaşılığından başka bir şey görmeyen ve bunun için her şeyi mubah sayarak işin şirazesinden çıkmasına ve toplumsal tepkinin neredeyse patlama noktasına gelmesine yol açan bir ekiptir.

Onların ağırlıklarını gidermek üzere başlatılan “temizlik kampanyası”, kuşkusuz, kontrgerillanın giderilmesini, örneğin dağıtılmasını öngörmemektedir. Nihayet, emek de tepkisini alanlara taşımaktadır; ancak, planlı “temizlik” girişimi, bu tepkileri de yatıştırmak üzere sermayeden gelmektedir. Ve kontrgerilla, hele Türkiye gibi bir ülkede sermayeye gereklidir. Bunca özelleştirme ve işten atmanın, bunca ekmeğe muhtaç etmenin olduğu, insanların yalnızca sefalete değil açlığa mahkûm edildikleri Türkiye’de, sermaye ve hiçbir politikacısı kontrgerilladan vazgeçemez. Nitekim geçmiyor da. Türkiye sermayesi, öylesine güce ihtiyaç duymakta ve “temizlik”adına öylesine herhangi güç araçlarına zarar gelmesinden kaçınmaktadır ki; yakalanması ve tutuklanması kötü örnek olarak, “güvenlik güçleri”nin cesaretini ve şevkini kırar ya da kendisini kurtarmak için söyleyecekleri başkalarına ve “çekirdek”e zarar vermek üzere “temizlik”in büyütülme zorunluluğunu dayatır kaygısıyla, birçok kontrgerilla suçlusunu yurtdışına vb. kaçırmakta ya da kaçmasına göz yummaktadır. Çok şey bilen üst düzey elemanı İbrahim Şahin, ilk sorgusunda Demirel ve Çillerler’in adını veren Ayhan Akça, ilk yazılı ifadesinde bile Kürt illerindeki kontrgerilla faaliyetlerini yöneten askeri şeflerin adını veren Kahraman Bilgiç gibi.

Bu içerikteki bir “temizlikçi” tutumun öngördüğü önlemler de içeriğine uygun oldu. Kontrgerilladan vazgeçmek ya da bunu tartışılır bulmak bir yana; tepkileri yatıştırmak üzere “temizlik kampanyası” türünden supaplar devreye sokulsa bile. İşçi ve emekçi yığınların ekonomik ve siyasal çok yönlü saldırganlıkla köşeye sıkıştırılmışlıklarının toplumda yol açtığı mayalanma gözlenerek, kontrgerillanın bağlı olduğu MGK’nın yetkilerini artıran bir Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı bir “Buhran Yönetim Merkezi” oluşturulmuştu. “Çekirdek”, temizliklerle zayıflatılmak şöyle dursun, yeni araçlarla güçlendiriliyordu. Gerekçesi de açıktı: Bu yeni organa, yaygın grev ve genel grev ihtimaline karşı gerek duyulmuştu.

Ve göstermelik düzeyiyle sınırlandırılmış bir “temizlik kampanyası yürütülmeye başlandı. Devlet yeniden yapılandırılacaktı. Ne kadar yeniden? Çok da fazla değil. “Yenilik”, hemen sadece görüntüye ilişkin kalacak, ilişkilerin yeniden düzenlenmesi ile yetinilecekti. Örneğin. Özel Timin Genelkurmay’a bağlanması gibi.

Amerikan taşeronbaşılığının sınırları ve hayaller

Bu “temizlik” kampanyası, sermayenin Amerikanofillikle çok şey elde edilebileceğinin hayal olduğunu yaşayarak görmesiyle de beslenmektedir. Bir şey daha ortaya çıkmıştır ki, Özal’ın avangartlığını yaptığı, Kontrgerillayı da bugünkü denetim dışına taşan başıbozukluğuyla pervasızca öne çıkaran Amerikan taşeronbaşılığı çizgisi, politikanın ekonomiden görece özerkliğini kanıtlayan bir gelişme olarak, sermayenin uzaklaşmaya yöneldiği bir çizgi halini aldı.

Özal’ın yürüdüğü, ardından Çiller’in yürümeyi sürdürdüğü yolun, iki nedenle, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin tasarladığı kırıntıları elde etmesine elvermediği belli oldu.

Birincisi, Amerikan emperyalizmi, Türkiye sermayesinin üzerine hesap yaptığı tek başına dünyayı yönlendirme ve hegemonyası altına alma ve böyle tutma gücünden giderek kaybetmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dünyanın tek efendisi rolünden uzaklaşmaktaydı. Türkiye sermayesi, tek başına Amerikalı efendinin peşine takılıp onun taşeronbaşılığını yapmaya soyunarak, hayal edilen “bir koyup yirmi almalar”ın gerçekleşmediğini ve gerçekleşemeyeceğini gördü.

İkincisi. Türkiye’nin ve Türkiye sermayesinin “eti-budu” da, taşeronbaşılığı rolünü kaldırmaya müsait değildi. Bu da gerçekleşmedi, gerçekleşemeyeceği görüldü.

Amerikan emperyalizmi, dünya üzerinde hegemonya peşinde koşmak üzere, artık yalnız değildi. İngiltere, hala önemli ölçüde, çıkarları ve politikalarına, ABD’ye endeksleyerek yön verse bile; Almanya, Fransa, Japonya gibi yeni rakipler türemişti. Bunlar, henüz, bütünüyle Amerikan çıkarlarını görmezden gelecek ölçüde kendi tam karşıt çıkar ve politikalarını dayatmaya başlamamış olsalar ve henüz belirli ölçülerde ABD çıkar ve politikalarını hesaba katan ve onlarla uyumu gözeten politikalar izleseler dahi, başlıca, yeni emperyalist mihraklar halinde ortaya çıkmaya yönelmişlerdi. Henüz, -bir ölçüde Fransa dışında tutulursa- ciddi bir askeri güçten yoksundular ve daha çok ekonomik ve politik güçler olarak davranıyorlar; buradan kaynaklanarak, ABD çıkar ve politikalarıyla uyumu gözetiyorlardı. Bunun bir başka etkeni de, bu ülkelerdeki Amerikan yatırımlarının hâlâ önemli bir düzeyde oluşuydu. Ama kendi ağırlıklarını hissettirmeye de başlamışlardı.

Japonya, Pasifik’te bölge ülkelerini kendi etrafında toplayarak, henüz askeri bir pakt olarak ortaya çıkmamış olsa bile kümelendiriyor; Avrupa, AB olarak birleşiyordu. ABD’ye, yanına Kanada ve Latin Amerika ülkelerini alarak, NAFTA’yı kurmak düşmüştü. Dünyanın ekonomik olarak yeniden paylaşımı başlamıştı. Her üç oluşumun aralarında bağlantılar yok değildi; ama üç “çöplüğün” başında üç “horoz”, başlıca “çöplüklerini” ayırmışlardı.

Ve iş, “çöplükler”in ayrılmasıyla kalmadı, ötesine geçildi.

Türkiye’yi ilgilendirdiği kadarıyla ele alınırsa…

Balkanlar’ın yeniden yapılandırılmasında Amerikan emperyalizmi, her yönüyle tayin edici olamadı ve Türkiye sermayesinin, üzerinden yaptığı hesapları boşa çıkardı.

Hırvatistan ve Slovenya, bir dizi tarihten gelen yakınlığın yanında, ekonomik nedenlerle de Alman “hinderlandı”na dahil oldular Bosna ile Hırvatistan’ın birleştirilmesi girişimi ile ABD’nin almak istediği ileri adım henüz gerçekleşmiş değil. Dolayısıyla, Bosna üzerinden Türkiye’nin hesapları da tutmadı.

Bosna ya da Makedonya bir yana, Amerikanofillik, Yunanistan’la ilişkilerin içinden çıkılamaması yanında, “yavru vatan” Kıbrıs dolayımıyla içine düşülen çıkmazın da temel bir etkeni oldu.

Kafkasya’da Azerbaycan macerası, hüsranla sonuçlandı. Hem ABD Ermenileri de kollayan bir politika izleyerek Türkiye’nin Azerilere yönelik hesaplarını çıkmaza soktuğu hem de Rus ağırlığı karşısında yine ABD onunla uzlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulduğu için. Amerika’nın el altından yeşil ışık yaktığı darbe girişimi ise, Türkiye’nin gücünü aştığı için başarısız oldu. Sonuçta, Azeri petrolleri için kurulan “kurtlar sofrası”nda Türkiye’ye düşen pek bir şey olmadı. Elde edilen yüzde 5’lik işletmeye katılım payının, maliyeti kurtarıp kurtarmayacağı kuşkuludur.

Orta Asya’nın Türkî Cumhuriyetleri’ne yönelik macera da, benzer şekilde sonuçlandı. Birkaç inşaat ihalesi alınmakla yetinilmek durumunda kalındı ve Türkmenistan petrolleri üzerine kurulan hayallerin de üzerine “bir bardak soğuk su” içildi. Bilmem kaç yıl sonraki gelecekte bir Türkiye limanına ulaşması sadece tartışılan bir boru hattı lafından başka bir şey elde edilemedi.

Bölgede Rusya önemli bir faktördü. ABD tarafından gözden çıkarılamayacak kadar önemli. Ve ABD, Türkiye’ye düşecek kırıntı uğruna çıkarlarını başka türlü düzenlemez, politikalarını örneğin Rusya karşısında Türk atına oynamak üzerine kurmazdı. Söz konusu olan, yalnızca Rusya’nın ağırlığı olsa neyseydi. Ayrıca Almanya, neredeyse Rusya ile ittifak politikasına yöneliyordu ki, ABD’nin bu durumda Rusya’yı daha çok gözetmesi doğaldı.

Ortadoğu’da da, Amerikan taşeronbaşılığı hayali, geriye koca hır sıfır, hatta eksi bıraktı. Türkiye, Irak ambargosundan zararlı çıkan başlıca ülke olduğu gibi, zararı, yılda 2,5 milyar dolar gibi küçümsenmeyecek bir miktar oluşturuyordu. ABD, ambargoya razı etmek üzere Türkiye’ye söz verdiği “zararı karşılama”nın ise, bir daha hiç lafını etmedi. Üstelik en zor zamanında düşmanca yaklaşım gördüğü için, Irak’ın, Türkiye ile arası eskisinden çok bozuldu. Oysa dar zamanında Türkiye’yi yanında ya da tarafsız görse, Irak’ın yapmayacağı yoktu. Üstelik ABD’nin Irak ambargosunu sürdürme zorlaması, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde başta Fransa tarafından veto edildi. Fransa, Irak’a yönelik Almanya’yı da yanına almış, ABD’den farklı bir politika izliyordu. Irak’taki Fransız etkisi gelişmekteydi ve ABD, Irak üzerinde yalnızca Irak’la değil, Fransa ile de sürtüşmekteydi.

RP hükümeti öncesine kadar Türkiye, Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle İran’ı tecrit politikası izlemişti. ABD, İran’ı “terörist ülke” ilan etmişti ve kendisinin bölgedeki çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görüyordu. Ama tecridini başaramadı. Çünkü İran üzerinde yalnızca İran’la değil, aynı zamanda ve daha da çok Almanya ile kapışmaktaydı. Almanya’nın İran’daki yatırımları ve onunla ticaretinin hacmi de, ayrı ayrı, onar milyar dolarlık düzeyler oluşturuyordu. Ve Almanya, bölgede “atlama tahtası” olarak İran’ı görüyor ve arkasında yer alıyordu.

Sonuçta, Türkiye’nin İran’la ilişkisinin bozulup gerginleşmesi ve İran Büyükelçisi’nin Sincan’daki gecede olduğu gibi Türkiye’nin içişlerine bile karışır tutum almasıyla karşı karşıya kalındı. Üstelik neredeyse tek basına ABD’nin peşinde Türkiye, tarihlerinde neredeyse hiç bir araya gelmemiş iki düşman kardeşin, Suriye ile Irak’ın kendi karşısında birleştiklerine tanık oldu. Fırat ve Dicle’nin sularını paylaşmayı ileri sürerek, ama Türkiye’nin izlediği genel politikadan kaynaklanan nedenlerle, bu iki ülke, Mısır’ı yanlarına, İran’ı da arkalarına alarak Türkiye’nin karşısına dikildiler.

Sonunda tek başına Amerikan taşeronluğunda ısrar etmenin bir anlamı olmadığı görüldü ve politika değişikliği ihtiyacı doğdu.

Taşeronbaşılıktan denge siyasetine geçiş

Susurluk kazasının ardından gelen tutumları da önemli ölçüde besleyen ve kontrgerillaya çeki düzen verilmesini de içeren bu değişiklik, Amerikan emperyalizmi uşaklığından genel olarak emperyalizm uşaklığına geçiş olarak gerçekleşmektedir. Doğu Perinçek’in “Amerikancılara karşı kuvayacı Genelkurmay” olarak tanımladığı taraflar doğru olsa bile, takılan sıfatlar yanlıştır. Genelkurmay, bir tarafın karargâhı olarak görünmektedir. Ve değişiklikle, buna bağlı “temizlik” ve devletin yeniden yapılandırılması, bu karargâhtan yönlendirilmektedir. Yalnızca bu doğrudur.

Amerikan taşeronbaşılığından, kökleri Abdülhamit’e ve daha yakın tarihte İsmet Paşa’ya kadar uzanan, emperyalistler arasında denge politikasına, tek bir emperyaliste değil belli başlı emperyalistlere uşaklık politikasına geçilmektedir. Bu, Amerikan karşıtlığına bir geçiş değildir. Türkiye’nin, Amerikan ağırlığıyla dengelemek üzere, eskisine göre diğer emperyalistlerle olan ilişkileri ve bunların etkisinde bir ağırlık artışına yöneldiği; emperyalistlerle ilişkiler ve bunların oluşturduğu dengede yalnızca ağırlıkların değişmekte olduğu bilinmelidir.

Bu ikisi arasında, vatan ve ulusal değerlerle bağlantılı olarak en küçük bir fark yoktur. Geçiş yapılan denge politikasının ne “kuvayacılık”la ve ne de anti-emperyalizmle en küçük bir ilgisi vardır. Tersine, bu politikada emperyalizme uşaklık kategorik olarak daha köklüdür; “dengecilik”, sadece Amerikalılar karşısında değil belli başlı bütün emperyalist devletler karşısında boynu büküklüğü, taşeronluğu ve uşaklığı zorunlu kılmakta ve öngörmektedir.

Hükümetlerin politikalarına karşın, “devletin dış politikası değişmez” formülüyle savunula gelen ve dışişleri bürokrasisi tarafından -zaman zaman hükümetlerin baskılarından kaynaklanan sapmalar dışında-uygulanmış olan bu denge politikasının bir diğer temel unsuru, -yine sapmalar dışında- Genelkurmay olmuştur. Türkiye’nin en gelenekçi iki kuruluşu da, bu ikisidir zaten. Şimdi, zorlanan Amerikan taşeronbaşılığından, yine aynı noktaya dönülmektedir.

Refah Partisi, sancıdan yararlanma çabası ve “kol kaptırma”

Refah Partisi ardında örgütlenmiş siyasal İslam’ın güç toplamak ve ileri atılmak üzere dikkatlice yararlanmaya çalıştığı da, ama sürecin gelişmesiyle, bu çizgi farklılaşmasıyla ve bu temelde gerçekleştirilmeye girişilen sistemin yeniden üretimiyle devletin yeniden yapılandırılmasının sancılarıdır. Ancak o da, daha da genişletmeye çalıştığı çerçevesiyle cambaz misali üzerinde oynamaya uğraştığı dengelerin değişmesi sürecinde, yararlanmaya çalıştığı sancılarıyla, kendisinin de bir unsuru olduğu sermaye ve gericiliğin iç çelişki ve sürtüşmelerinin, kendi ilişkilerini ve bizzat kendisini hedeflemeye yönelerek gelişmesini önleyememiştir. Bir anlamda, yararlanmak üzere el attığı oyunda, kolunu kaptırarak zararlı çıkmak üzeredir.

RP, son olarak ABD’ye giden Abdullah Gül’ün ağzından Amerikan emperyalizmine işbirliği ve bağlılık sözlerini, bu çekişmeli iktidar oyunu oynanan koşullarda ve sırtını sağlama almak için etmiştir. ABD, bu nedenle, şeriatçılık ve laiklik oyunu oynayan taraflar karşısında ihtiyatlı davranarak “Türkiye’nin içişlerine karışmayız” derken, aynı zamanda, darbe ihtimaline karşı olduğunu da açıklamıştır.

Yine bu nedenle, iktidar oyunu, sağlanmakta olan yeni dengeler üzerinden ve “laik-yobaz” sahte ayrımını körükleyerek gelişmektedir. Bunun bir nedeni, sahte gündemlerle emeğin hareketini saptırmak ve yine sahte ayrımlarla bölmektir. Emeğe dayatılan, ya şeriatçı ya da laikçilik oyunuyla zulüm; özelleştirmesiyle, işsizliği, sefalet ücreti, yoksulluğu ve açlığı ile hak ve özgürlüklerinin ayaklar altında çiğnenmesiyle şeriat ya da darbedir. Ancak bu oyunun, sermaye ve gericiliğin iç dalaşı açısından taşıdığı anlam da görmezden gelinemez. RP’nin ve asıl olarak siyasal İslam’ın bir yanıyla ehlileştirilmesini de kapsayarak baskı altına alınmaya çalışılması, esas olarak onun hükümetten uzaklaştırılmasına yöneliktir. Ya tabanıyla kaçınılmaz olarak arasını açacak MGK dayatmalarını kabullenerek ehlileşme ve “laik düzene” tamamen entegre olma yoluyla hükümette kalamaz kılınma ya da çekilme: RP’ye dayatılan açmaz budur.

 

SONUÇ: EMEĞE DÜŞEN NEDİR?

Emeğe düşen, açık ve nettir: Sermaye ve gericiliğin kendi arasındaki dalaştan yararlanmaya ve sermaye ile hegemonya kapışmasında ara tabakaları kazanmaya çalışarak, bağımsız ve kişilikli politikaları, platformu ve örgütlenmesinde kararlı ve ısrarlı olarak yığınsallaşmak. Emeği bölmeye, platformunu saptırmaya ya da en azından muğlâklaştırmaya yönelik sahte saflaşma ve dayatmalara kanmamak, emek yığınlarını yedekleme amaçlı sistemin yeniden üretimini hedefleyen sözde “muhalif” girişim ve platformlar karşısında uyanık olmak, “yukarıdaki” kapışmaya alet olmamak: ama it dalaşından da yararlanarak, mümkün olan en geniş kesimleri etrafında toplamanın da garantisi olarak, kendi bağımsız yolundan yürümek. Gündelik parti çalışmasını sürdürmek. Yığınsallaşmak üzere, emeğin somut ve gündelik taleplerinden hareket etmek, ama bununla kesinlikle sınırlanmamak. Parti programı ve bugünkü aktüel platformunu, parti politikalarını geniş yığınlara aktarıp tanıtmak. Emek yığınlarını çekinmeden ve doğrudan partisine katılmaya çağırmak. Ve ayaklarını yerden kesmemek. Politikayı işçi tarzıyla, somut taleplerden hareketle yapmak.

Emeğin tutumu budur. Yapılması zorunlu olanlar, bunlardır.

Öylesine zorunlu ki, ya sermaye ezecek ya da emek püskürtecek!

 

Mart 1997

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑