Son beş aydır Türkiye’de ilginç politik gelişmeler yaşanıyor. Susurluk kazasının olduğu 3 Kasım’dan bu yana halk, yoğun bir “haber” ve “bilgi” bombardımanı altında. Kazadan, on-on beş dakika gibi çok kısa bir süre sonra gazeteleri uyaran bir “dost”un, Mercedes’ten ölü çıkarılan Mehmet Özbay’ın gerçek kimliğini telefonun öbür tarafındaki medya mensubuna açıklamasıyla birlikte önce bir düğüm oluşturuldu, sonra bu kördüğüm medyanın elindeki kılıçla çözüldü. Medya, bundan sonraki birkaç ay boyunca bir Gordion kahramanı edasıyla tüm karanlık ilişkilerin odağına daldı ve ortalık kılıç şakırtılarından geçilmez oldu! Türkiye’deki kontrgerillaya tekabül ederi İtalyan Gladio örgütünün adının karşılığının kılıç olduğu hatırlanırsa, bu şakırtıların bu kadar heybetli olmasına da şaşmamak gerekiyor.
Sonraki süreçte yine medya tarafından “Devlet çetesi” olarak telaffuz edilen, kontrgerillanın bir kanadına ilişkin haberler, ardı ardına yağdı. Şimdiye dek üzeri sessizce örtülen ve geçiştirilen bir sürü olayın failleri ortalığa dökülmeye başlandı. Çatlı’nın 16 Mart katliamının faillerinden olduğu hakle elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaştığı, Eşref Bitlis’in kazaya değil suikasta kurban gittiği, kumarhaneci Ömer Lütfü Topal’ın kimler tarafından öldürüldüğü, MİT mensubu Tarık Ümit’in kaçırılmasını kimin azmettirdiği, kimin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı, Kürt illerindeki “faili meçhuller'”de tetiği kimlerin çektirdiği, JİTEM, MİT, polis arasındaki çelişkilere dair haberler ve bilgiler gazete sayfalarında ve ekranda birer birer aktarıldı. At izinin it izine karıştığı bu ortamda, -gerçekte bu izlerin karışmasında üstüne düşen görevi layıkıyla yerine getirdiği halde- medya, meselelerin aşama aşama çözüldüğü izlenimini vererek toz dumanı ayrıştırıp berraklaştırıcı bir misyon üstlenmeye şovundu.
Susurluk kazası bir dönüm noktası ilan edildi. Öyle ki, medya kendi yeniden doğuşunu da bu tarihe bağladı. Gazetelerde “haber=hayat” sloganı eşliğinde tam sayfa ilan-reklamlar yayınlandı, televizyonda da bir dizi görüntünün eşliğinde “kamyondan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak”, “benim haber alma hakkım var, ben insanım, ben çağdaşım” vs. vs. gibi söylemler kullanıldı. Bir süredir tabak çanak dağıtmaktan gazetecilik yapmaya vakit bulamayan, ikiyüzlü ve yalana dayalı bir yayın politikası izlemesi yüzünden de halkın güvenini hiçbir zaman kazanamayan gazeteler, birdenbire meslek ahlakını hatırlamış gibi, basının ve genel olarak medyanın ilkelerini kutsallaştırmaya başladılar. Öteden beri zorlu ama yüce bir meslek olarak ifade edilen araştırmacı gazetecilik, sadece Uğur Dündar’ın (haberlerinin kaynağı MİT’tir) payesi olmaktan çıkarak tüm medya mensuplarının taçlandırıldığı bir statü haline geldi. Sonuçta inanılmaz bir rotaya girdi medya: şimdiye değin kamuoyu yoklamalarında en güvenilmez kurum olma unvanını polisle birlikte paylaşırken artık, orduyla birlikte en güvenilir kurumlar arasında sayılıyordu. Kitlelerin güveni kazanılmış, yüzde altmışın üzerinde bir destek sağlanmıştı. Sokaktaki adam artık medyaya güveniyordu; memleketi medya kurtaracaktı! Bu kamuoyu anketlerinin nasıl bir yönlendirmeyle ve hangi sorular sorularak yapıldığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, altı özenle çizilen “vatandaş” güveni, “haber=hayat” sloganıyla birlikte süren kampanyanın unsurlarından biri ve medyanın beklediği güvenin yeniden üretilmesi için bir propaganda malzemesi olmak bakımından son derece gerekliydi.
Peki, ama ne olmuştu da bir ceset haline gelen medya yeniden doğmuş ve büyük bir enerjiyle, gerçekleri ortaya çıkarmak için kolları sıvamış, temizlik harekatına girişmişti!
Öyle ki bu temizlik harekâtı kapsamında, daha önce ülkedeki gidişattan umutsuzluğa kapılan “sade vatandaş”a, öfkesini akıtabileceği bir kanalın açıldığı izlenimi verilmiş; hatta o, Ali Kırca’nın “Siyaset Meydanı”na katılan emekli bir öğretmen kadının ifade ettiği gibi “başka bir Türkiye’nin de var olduğunu” fark edivermişti. Bunu da medyaya borçluydu. Ve bu umutla, her gece bir dakika evinin ışığını söndürüyor ve balkonda ailece “karanlığa bir ses” veriyordu. Çünkü medya bir süredir izlediği taktikle, geri politik bilince sahip kesimleri sistem içi bir temizliğin mümkün olduğuna inandırma temelinde kurmuştu bu oyunu.
Medyanın birdenbire her şeye kadir olduğuna dair yaratılan illüzyonun ardına geçildiğinde ise, ortaya çıkan gerçek, medyanın rolünün ve işlevinin bu süreçte de gerçekte değişmediğidir. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nin ilanından sonra, ideolojik yeniden üretim aygıtlarından biri olan medyanın “soğuk savaş” dönemindeki apaçık kamp tutan, hürriyeti ve demokrasiyi bu kampla özdeşleştiren ve karşı kampı -sosyalizmi- despotlukla tanımlayan söyleminde öze ilişkin olmasa da, ince ve sinsice bir değişim gündeme geldi.
Sovyetler Birliği’nin apaçık çöküşünden sonra soğuk savaş döneminin bittiğinin ilanıyla birlikte, ideolojilerin öldüğü, tarihin bittiği safsatası esliğinde medya daha pervasızlaşmış, kapitalizmin alternatifsiz olduğu imajının yaygınlaştırılmasında; işçi sınıfının ve sosyalizmin uluslararası kazanımlarının burjuva ideoloji ve politikasının birer eklentisi veya parçası haline getirilmesinde önemli bir katkı sağlamıştır. Bunu da sınıf mücadelesinin kavramlarının, demokratik söylemlerin içini boşaltıp ortaya çıkan boş kabuğun içine burjuva anlamlar yükleyerek gerçekleştirmiştir. Bu, sınıf mücadelesinin öldüğü, çelişki ve çatışma iddiasının yapay olduğu; dolayısıyla, birbirine karşı konumlanmış devrimci demokrasi mücadelesiyle kapitalist zorbalık arasında kavramsal ve durumsal geçişlerin olabileceği savlarının kanıtlanma çabasıdır. Medyanın statüsündeki, yöntemindeki, söylemindeki görünüme ilişkin değişiklik böyle açıklanabilir; ama bu, öze ilişkin bir değişiklik değildir. Medya sadece uluslararası burjuvazinin demokrasi güçlerinin karşısındaki yeni mevzilenişinin ihtiyaçlarına uygun bir renk değişimine girmiştir.
Diğer yandan son zamanlarda kitle iletişim aygıtlarının çeşitlenmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte medya, diğer politik yönlendirme araç ve yöntemlerinin en önüne geçerek dolaysız bir etkileme gücü edinmiştir. Mitinglerden, açık ya da kapalı salon toplantılarından, bildirilerden çok daha fazla işlevli olduğu görülen bu araç, kitlelerin, onları özel bir zahmete sokmaksızın evlerinde ya da dinlendikleri alanlarda ideolojik bombardımana tabi tutulmasını olanaklı kılmaktadır.
Medya son zamanlarda kazandığı yeni anlam çerçevesinde Türkiye’deki en önemli işlevsellik sınavını Susurluk’tan sonra verdi. Bu son süreçte, tıpkı medyada olduğu gibi Türkiye’nin politik ortamında ve devlet içindeki ilişkilerde de öze ilişkin olmayan birtakım değişiklikler gündeme gelmişti. Ve bu değişen ya da “artık değişmesi gereken” ilişkilerin ve dengelerin, yeniden düzenlenmesi için gereken operasyona çok önceden karar verilmiştir. Dergimizde, Susurluk sonrasını inceleyen yazıda da işlenen bu ilişkilerin ve devletin şimdi içine girdiği konjonktürde ihtiyaç duyduğu politika değişikliğinin hayata geçirilmesi için uygun bir kamuoyu zemini yaratılmasında medya, her zamankinden daha ateşli bir tabur olarak örgütlendi. Ve sayfalarda ve ekranda hiçbir haber, araştırmacı gazeteciliğin ürünü olarak yer almadı.
SİLAHSIZ KUVVETLER “GELİYOR”
Kasım ortalarında “Hürriyet” gazetesi manşetlerinden birinde iri puntolarla yazılan MGK kaynaklı “işi artık silahsız kuvvetler halletsin” direktifi, karmakarışık görünümün altında yatan gerçeği açıklıyor. Devletin, sınıf mücadelesi ve Kürt hareketinin bastırılması, lojistik desteğin kesilmesi, cephe gerisinde psikolojik tahribat yaratılması amacıyla kurdurduğu özel yetkilerle donatılmış cinayet örgütlerinde kullandığı, her biri ölüm makinesi haline gelmiş MHP ve itirafçı karması -eroine bulaşmış, uluslararası boyutlarda cereyan eden ve kumarhane ve gazinolardan geçen kara para trafiğinde denetim dışı kalmış- kadroların tasfiyesinde ve kontrgerilla, MİT, polis ve bürokrasi kadrolarında yapılmak istenen yeni düzenlemede gereken manevraların kazasız belasız ve kan gövdeyi götürmeden gerçekleştirilmesi için gerek duyulan politik kitle desteği medya üzerinden sağlanacaktı. Ve bütün bu ihtiyaçlara denk düşmek üzere emperyalistlerin Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki hesaplaşmaları ve it dalaşında devlete dikte ettirilen politikanın da aynı desteği sağlamaya gereksinmesi vardı.
İşin, silahsız kuvvetlere havale edilmesi ise, bir bakıma kendi karşıtını da çağrıştırmaktadır. Demek ki, aslında devlet son derece vahim bir duruma gelmiştir ve bir darbe ya da bir müdahalenin gerektiğine dikkat çekilmektedir. Ama silahlı kuvvetlerin yönetime el koymasının, yani askeri bir darbe yapılmasının, eski darbelerin öncesindekine benzer sübjektif koşulları da yoktur. Geçmişte, işçi ve emekçi kitlelerin hareketini, onları devrimci öncülerinden izole ederek bastırırken geniş halk kesimlerine, darbenin kendilerine yönelik değil de “terörist” yakıştırmasıyla andığı devrimcilere yönelik olduğunu iddia ederek halkı etkisizleştirmeye çalışan askeri darbenin, aynı propaganda yöntemlerini kullanması bugün olanaklı değildir. Çünkü devlet şimdiki durumda, emekçi halk hareketini doğrudan karşısına almak zorunda kalacaktır. Ama hem darbeyi kendisine karşı yapmak hem de geniş desteğini sağlamak zorunda olduğu kitleyle doğrudan karsı karşıya gelmek bu kez devletin görünüşte değil, gerçekte de azınlıkta kalması anlamına gelecektir. Öte yandan 12 Eylül uygulamalarının doğrudan doğruya kendisine yönelik olduğunun farkında olan halk da, ordu müdahalesine sıcak bakmamakladır; ama tabii ki, egemen sınıflar da onu bir kez daha yıpratacağı için, ordunun doğrudan devrede olmadığı ya da en azından, yolunun önceden temizlendiği bir çözümü tercih etmektedir.
“Normal koşullarda” ilk burjuva devrimlerinin mirası olan kuvvetlerin ayrılığı esasına dayanan burjuva demokratik işleyiş, toplumsal katmanlar arasında bir uzlaşma görünümü vererek devletin kaynağı ve niteliği hakkında daha derin bir yanılsama yaratacağı için, tercih edilen bir yönetim tarzıdır. Halk sınıfları, “ulusun çıkarı” ile kendi “özel çıkarlar”ı arasında bir uzlaşma çabasında, gönüllü feragat durumunda görünür bu demokrasilerde; karar alma süreçlerinde, kanun yapıcıyı denetleyebildiğine inanır, yargının erkten etkilenmeyen özerk bir yapılanma olduğu fikrine sahip olur. Böylece, teorik olarak demokrasi, halkın en kolay yönetildiği devlet biçimlerinden biridir. Halk için de, kendi çıkarlarını en iyi dile getirebildiği, her sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda diğer sınıf ve katmanları kazanmak için propaganda yapabildiği, örgütlenebildiği bir ortamdır.
Ancak Türkiye gibi çelişkilerin çok derinleştiği, devletin, halkı doğrudan doğruya karsısına aldığı, egemen sınıflar arasındaki klik çatışmalarının it dalaşı boyutuna vararak sürekli hır kriz kaynağı olduğu bir ülkede; yasama, yürütme ve yargı gibi üç kuvvetin zafiyet geçirmesi, güdükleşerek işlevsizleşmesi, silahsız kuvvetlerin adresinin değişmesini zorunlu kılmıştır. Yazılı hukuk kapsamı dışında faaliyet yürüten Özel Harekât, Özel Tim, JİTEM ve hatta Başbakanlığa bağlı yasal bir kurum olmasına karşın asıl olarak yasadışı bir alanda hareket eden MİT’in her şeye kadir olduğu bir konjonktürde ve MGK’nın, klasik demokrasinin temel kurumlarının üzerinde devletin tek yasama ve icra kurumu haline geldiği koşullarda, silahsız kuvvetlerin parlamento, bakanlar kurulu ve siyasi partiler olması elbette beklenemezdi. Siyasi partiler ve parlamento halk için güvenilir kurumlar olmaktan çıkmıştır. Öte yandan devlet de, sivil darbe, askeri darbe, mili mutabakat hükümeti gibi senaryoların ortalıkta dolaştığı bir ortamda siyasi partileri ve meclisi, bir kamuoyu desteği sağlama projesinde çok ciddiye almamakla, işlevli görmemektedir. Bu bakımdan medya, sistemin yıpranan tüm kurumlarının yerine, onları yakın bir gelecek için yeniden onarmak üzere bir sistem temizleyici olarak geçti, gerçekte hedef şaşırtarak devletin önüne ekrandan bir perde çekti. Böylece, hemen hemen tüm kurumların üzerinde asker gölgesi apaçık hissedilirken sözde bu gölgeden azade, daha özerk ve bağımsızmış gibi bir imaj çizen özel televizyonlar ve basın tekellerinin gazeteleri vasıtasıyla müdahaleye sivil görünüm kazandırıldı.
Susurluk kazasından sonra medyaya aktarılan MİT kaynaklı haberler. MGK kaynaklı yorumlar, halkın şimdiye değin sisteme tepki duymasına neden olan yolsuzlukların, faili meçhul cinayetlerin. Kürt illerinde süren savaşta uygulanan insanlık dışı yöntemlerin faili olarak Çatlı ve avenesini gösteriyor ve bu kapsamda bir kaç üst düzey bürokratı günah keçisi ilan ediyordu. Yeni düzenleme için gözden çıkarılan üç beş adamın icraatlarını ortaya döken medya, bir supap işlevi görerek derin bir politik bilince sahip olmayan ama gidişattan huzursuzluk duyan kitlelerin muhalif duygularına temas etti. Susurluk ve daha sonra gündeme gelen “şeriat tehdidi” işlenerek, devlette işlerin kötüye gittiği ve ama bunun düzeltilebileceği mesajını vermek üzere kitlesel bir yanılsama yaratmaya uğraşıldı. Böylece saptanan iç düşmanlara karşı, ekseninde MGK’nın bulunduğu bir ulusal bir kenetlenme sağlanacaktı.
HALK MUHALEFETİNİN İÇERİĞİNE MÜDAHALE
Halk muhalefetini mevcut hukuk çerçevesinde hareket ederek bastırmak, ulusal harekeli geriletmek için kurulan devletin özel örgütleriyle, özel salahiyetlerle donatılmış polis gibi yasal militer kurumlarda istihdam edilen kimi kadroların, Susurluk’tan sonra ayyuka çıkan pis işlerinin bu kurumlara duyulan genel hoşnutsuzluğu daha çok artıracağını tahmin etmek zor değildi. Bu kurumlarda gündeme gelen yeniden yapılandırma ve temizlik faaliyeti sırasında kendi kadrolarıyla hesaplaşan devlet, halkın MİT, Özel Tim, kontrgerilla ve polise duyduğu hazır tepkiyi kendi çıkarlarının kanalına akıtmak için bu ortamı değerlendirdi. Halkın tüm gösterilerde ve mitinglerde sloganlarla dile getirdiği “MİT-Kontrgerilla Dağıtılsın” , “Kahrolsun MİT-CIA-Kontrgerilla” taleplerinden, egemen sınıfın, içinde bu kurumların adının geçtiği, kitleleri şimdiki politikasına yedekleme propagandası sırasında bir bakıma, bu istem mevcut sistem içinde karşılanıyormuş gibi bir yanılsamanın yaratılmasında yararlanıldı. Ulusal mutabakatın, Şimdiye değin görülmemiş, çok yeni bir yöntemle oluşturulmaya çalışılmasında, bu ülkede muhalefetin yıllardır bıkmadan usanmadan dile getirdiği ve demokratik bir devlete duyulan özlemin ifadesi olan talepleri de iğdiş edilerek içselleştirilmiş oldu.
Böylece silahsız kuvvetler kapsamına bir de halk eklenmişti. Öyle ki, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önünde iki yıldır yaz-kış demeden sürdürdükleri eylem örnek gösteriliyor ve “sivil toplum örgütleri” göreve çağrılıyordu. “Sivil toplum örgütleri”nin askerler tarafından göreve çağrılmasında elbette bir trajedi vardı, ama devletin üst düzey kadroları, şimdiye dek baslarının üzerinde Demokles Kılıcı tuttukları bu örgütlerin bazılarıyla görüştü. Mesela Demirel, kuruluş yıldönümünde DİSK’i ziyaret etli. Şubat başlarında gerçekleşen bu ziyarette Demirel, DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak’tan laikliğin korunmasına çağrı içeren bir bayram konuşması yapmasını “rica etti”. Milli mutabakata kitle desteği sağlanması için sürdürülen faaliyetin tüm unsurları tamamlandı.
Susurluk sonrasında, medyada, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin ilişkisinin alabildiğine magaziner bir üslupla gündeme getirilmesi de bir tesadüf olmadı bu bakımdan. 163. Madde kaldırıldığı için haklarında ancak Kılık- Kıyafet Kanunu’na aykırı davranmaktan dava açılan Aczmendiler’in günlerce gündemde tutulması, “kamuoyunu ısıtma” operasyonlarından biriydi, kaildik bu ülke de, generallerin milli mutabakat ihtiyaçlarının her zaman önemli motiflerinden olmuştu. Isınma turundan sonra, Sincan’daki bir salonda yapılan konuşmadan yola çıkılarak şeriat tehlikesine dikkat çekildi ve bilindiği üzere, ordunun tankları Sincan merkezinde gövde gösterisi yaptı. Basın bu süreçte Türkiye’nin şeriat tehdidi altında olduğunu işleyerek postalı, bir kurtarıcı, bir Mesih gibi gösterdi.
Susurluk’la başlayan süreçte, hedeflenen amaca ağır adımlarla yürünüyordu. Gözler, yine ısrarla silahsız kuvvetlere çevrildi. Ali Kırca, köşesinde, yedi ay önce yazdığı “Darbe Kapıda” başlığını taşıyan bir yazısını yeniden yayınladı: “Türkiye’de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Boşuna beklemeyin. Sebebi, askerlerin yorulması falan değildir… Türkiye’de artık zinde kuvvetlerin adresi değişmiştir. Ordu tek başına zinde kuvvet olma rolünü kaybetmiştir. Şimdi çok farklı sektörlerde ortak özellikleri değişim, girişim, yenilenme ruhuyla hareket etmek olan sivil ‘kuvayı milliye’ kadroları vardır… Genç işadamlarından yeni sendika önderlerine, üniversite aydınından kabuğunu kıran bürokrasi öncülerine, sorgulayan gençlikten çığ gibi artan sivil toplum fedailerine kadar. Sivil kuvayı milliye, sistemle uyumsuzdur. Sistemin içinde yer alsa dahi… Sivil zinde kuvvetlerin darbesi, tıkanıklığı giderecek tek çaredir. Yeni İslamcı aydın, yeni Kürt aydın da kendi mahfillerinde zinde kuvvetler darbesinin mütemmim cüzü olacaktır. Bugün siyasi partilerdeki muhalefet, muhalefet filan değildir. Asıl darbe, zinde kuvvetlerin hâlihazır yapılanmanın ‘köprü üstü’ne el koymasıyla yaşanacaktır. Nasıl mı? Darbe yapmanın bin-bir yolu yakında…” Ali Kırca yazısını “Galiba geliyor” diye bitiriyordu.
Medya bir demokrasi havarisi kesilerek sözde ordu müdahalesinin artık mümkün olmadığını söyleyerek MGK direktiflerinin karakterini gizliyor daha sonra da halkın, üstelik bir sivil darbe yapmak üzere, bu direktifler doğrultusunda harekete geçen, yeni zinde kuvvetlerin -yuppieler ve fedailer: fedailerden biri de herhalde Ali Kırca’dır- peşine takılmasını istiyordu.
Ahmet Altan ise, “Böyle bir devlet yapılanmasının toplumun sorunlarını çözemediği, çözemeyeceği, aksine; halkın kontrolü dışına taşınan devleti çürütmekte olduğu da her gecen gün biraz daha açıkça görülüyor. Parlamento ise, bu yapıyı değiştirmek için ne güce ne niyete sahip. İşçisi, memuru, köylüsü, burjuvası, aydını, emeklisiyle bu toplum; daha zengin, daha mutlu, daha özgür yaşayabilmesi için gerekli olan değişimleri gerçekleştirecek eskimiş bir devlet yapısıyla, o yapının temsilcileri olan parlamentodaki partileri nasıl aşacak? Bugünkü tükenmiş sistemi değiştirmek için ‘parlamento dışı muhalefet’ oluşturulabileceğine inanıyorum… ‘Hadi’ derseniz olur bu iş…” diye seslendi.
Halk bu kez de bir liberal yazar tarafından etkin olmaya, inisiyatif göstermeye çağırılıyordu. Bu, emekçilere, devleti pisliklerinden temizlemek için göreve davet edildiği izlenimi vermeye yönelik sesleniş de, şimdiye dek siyasal özgürlük ve örgütlenme hakkı için hep kavga etmek durumunda kalan kitlelerin bilinçaltlarını teslim alma operasyonunda önemli bir yere oturuyordu. Ama tabii ki yine sapla saman karıştırılıyor, emekçiler karıştır-barıştır muamelesine tabi tutularak; arka planında, sınıflar arasındaki sınırların kalktığı tezinin bulunduğu sözlerle, pisliklerin burjuva devletin karakterinin doğal sonucu olduğu gizlenerek “burjuva”yla birlikte kol kola girmeye özendiriliyordu. Bu inisiyatif daveti çok geçmeden evlerde bir dakikalık ışık söndürme çağrısıyla sürdü ve halkın hazır tepkisine giderek,”karanlığa bir ses ver” biçiminde bir seslenişle hareket kazandırıldı. Her akşam yine MGK uyarısıyla ekranların alt bölümünde saatin 21:00 olduğu hatırlatılarak popüler isimlere çağrı yaptırıldı. Bütün bu süreçte medya vasıtasıyla MGK’nın beklentilerine rağmen, halk gerçekten muhalif duygularla sokağa çıkıyor ve talepler, gün geçtikçe daha kapsamlı ve radikal hale geliyordu. Emekçiler hiç kuşkusuz, devlet kurumlarında üç-beş kellenin temizlenmesiyle yetineceğe de benzemiyordu.
Ancak, medya, devlet güdümlü fonksiyonunu yerine getirirken bu eylemin kazanacağı biçimi de belirledi. Eyleme, “Sivil İtaatsizlik” adı yakıştırıldı.
“Cumhuriyet” gazetesinin dergi ekinde ‘sivil itaatsizlik’in kuralları anlatıldı. Ahmet İnsel de “Radikal “deki köşesinde sivil itaatsizliği şöyle tanımladı: “Meşruiyeti korumak için protestonun ağır ve açık haksızlıkları hedef alması gerekir… İkinci koşul bu haksızlığı ortadan kaldıracak veya telafi edecek yasal olanakların olmaması ya da bu yollardan sonuç alınamamasıdır. Üçüncü koşul ise, itaatsizlik eylemlerinin diğer insanların fiziki bütünlüklerine zarar vermemesidir. Ayrıca demokratik hukuk düzeni içinde, bu protesto eylemleri anayasal düzenin işleyişini tehlikeye sokmamalıdırlar.”
Böylece medya, halk hareketinin, sistem dâhilinde kalması ve devletin arınmasına hizmet etmesi kapsamında sürdürülmesi için her türlü çabaya girdi. Halka politik hareket alanı olarak, ülke askeri darbe yönetimindeyken hazırlanan anti-demokratik 1982 Anayasası’nın çerçevesi gösteriliyordu. Çerçevenin böyle çizilmesi, tankların ve şeriatın arasına kıstırılmaya çalışılan halka kırk satırla kırk katırdan başka seçenek yokmuş gibi seslenilmesi, mevcut sisteme rıza almayı gözetiyor, yakın gelecekteki tehlikeye karşı kitlenin mevcut statükoya sımsıkı sarılmasını talep ediyordu.
Bu şekilde, emekçiler, yukarıdan aşağı herkesin sözde sistem eleştirisi yaptığı, düzene veryansın etmenin doğal ve kaçınılmaz bir tutum mertebesine yükseltildiği koşullarda eylemlerini, “zinde güçler”in: -yuppielerin ve kuşkusuz ordunun peşinde- MGK direktifleri doğrultusunda mevcut sistem dahilinde sınırlayacaktı. Ondan sonra ortaya çıkan yemek, darbe niyetine yenilebilirdi.
Kimi liberal köşe yazarları tarafından halka yapılan, tribünden sahaya inme veya seyirci olmaktan oyuncu olmaya geçme çağrısı, aslında, devletin “yüksek politik çıkarları” doğrultusunda bir kitle desteği almayı umuyordu özetle. Medyanın bu son beş-altı aylık döneminde gösterdiği cevvallik de, bu kitle desteğinin oluşturulmasına yönelikti. Susurluk, Fadime, TÜSİAD raporu, Sincan art arda öyle tesadüfen patlamadı. Bir havuç, bir sopa gösterilerek -bu arada kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendika hakkı talebi de güdük bir prosedürle gündeme getirildi- halk kitlelerinin yedeklenmesi için hazırlığı dikkatle yapılmış, kurgulanmış bir senaryoydu bu.
MEDYA “MUHALEFETİ”NİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ
Genel olarak, isçiyle memuru, köylüyle kentliyi, Kürt’le Türk’ü, kadınla erkeği, Sünni’yle Alevi’yi, öğrenciyle halkı karşı karşıya getirerek egemen sınıfın böl-yönet taktiğini izleyen, emekçi kitlelerin bir kesimi ekonomik talepleri için alana çıktısında, bir başka kesimi, diğerlerinin kendi çıkarlarını ulusun çıkarlarının önüne geçirdiğini iddia ederek kışkırtan medyanın böyle birdenbire devletin âli menfaatleri doğrultusunda, şeriat tehdidi karşısında “birleştirici” bir misyonla ortaya çıkması, beklenmedik veya denenmedik bir şey değil. Kitlelerin, “ulusun ortak çıkarları” safsatasıyla tarif edilen egemen sınılın politik çıkarları doğrultusunda harekete geçirilmesi söz konusu olduğunda, seferber edilen propaganda kurumlarının başında medya geliyor. Yoğunlaştırılmış medyatik propaganda bombardımanıyla emekçilerin bilinçaltı ele geçirilerek, işlenen politik doğrultuda kitleler “ikna” ediliyor. “Mesele” çeşitli yönlerinden ele alınıp sorgulanarak yürürlüğe girecek değişikliğin ne kadar meşru ve ne kadar haklı olduğu işleniyor.
Hemen hemen dünyanın pek çok ülkesinde, CIA taralından test edilip onaylanmış bu yöntem uygulanıyor. Kitlelerin bilincim şekillendirmek için yalan haber yayınlamaktan, hepsinden, belli ve bir tek sonucun çıkarılabileceği haberlerin seçilip yayınlanmasına kadar bir dizi metot kullanılıyor bunun için. Yakın tarihte cereyan eden Körfez savaşı sırasında “CNN” kaynaklı bir görüntü, ekran başındakilerin savaşa duygusal onay vermelerini sağlamak için beyaz camdan sürekli gösterilmişti. Petrole bulanmış simsiyah bir denizin ortasında çırpınan bir karabatak, ABD’nin Ortadoğu’daki bu müdahalesini haklı göstermenin propagandif aracı olmuştu. Sonradan anlaşıldı ki bu karabatak görüntüsü, Körfez’de değil, dünyanın savaşla hiç ilgisi olmayan bir bölgesinde çekilmişti.
Medya üzerine araştırmalarıyla tanınan Noam Chomsky de benzer bir örnek veriyor. “… Bu operasyon Woodrow Wilson yönetimi sırasında oldu… Wilson, 1916’da ‘zafersiz barış’ platformunda başkan seçildi. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında bu doğruydu. Halk aşırı derecede pasifistti ve bir Avrupa savaşına girmek için hiçbir neden görmüyordu. Wilson yönetimi aslında savaşa girmeye söz vermişti ve bu konuda bir şeyler yapması gerekiyordu. Creel Komisyonu adıyla bir hükümet propaganda komisyonu kurdular. Bu komisyon altı ay içinde pasifist bir halkı Alman olan her şeyi yok etmek, Almanları lime lime etmek, savaşa girmek ve dünyayı kurtarmak isteyen histerik, savaş çığırtkanı bir halka dönüştürdü.” (“Medya Denetimi”. Tümzamanlar yayıncılık. s. 31 ).
ABD’de 80 yıl önce kurulan bu komisyonun faaliyeti sırasında da, şimdi Türkiye’de yapıldığı gibi popüler öğeler kullanılmıştı. Önde gelen aydınlar, kamuoyu içinde saygınlığı olan isimler, popüler sanatçılar: halkla duygudaşlık ilişkisi kurabilecek pek çok kişi, niyetleri ne olursa olsun, söyledikleri sözlerle sürecin bir parçası haline geldiler ve aynı kanala karıştılar. Çünkü “anayasal çerçeve”de hareket eden, üstten kontrollü bir “sivil inisiyatif”in devleti güçlendirmekten başka seçeneği yoktu. Nitekim Sabancı Center’dan ordu mensuplarının lojmanlarına kadar her yerde ışıklar söndürülmüş; ekrana ihtişamla gelen bu görüntüler eşliğinde ulusça mili mutabakat halinde olduğumuz, Sabancı’nın da bizimle birlikte gidişattan aynı hoşnutsuzluğu duyduğu işlenmişti. Demek ki, büyük sermaye ve onun kurumları bir haklılık zemininde emekçilerin çok da uzağında, karşısında durmayabilirdi! Sermaye ve devlet hakkında emekçi kitleler şu ana dek derin bir yanılsama halindeydi! Sabancı da, MGK’da devletin gidişatından rahatsız, bütün sorunun sonunda getirilip bağlandığı noktada, şeriatçı tehditten huzursuzdu; demek ki, çıkarlar şimdi çakışmıştı.
Medya aracılığıyla böyle bir mesaj gönderen MGK ya da Genelkurmay, halkı tribünden aşağı çağırmanın oklukça da tehlikeli olabileceğini bildiğinden, eylemin güzergâhını çok ince hesaplarla belirledi. Çünkü sokağın, niyetleri ve çıkarları ayrıştıran bir katalizör işlevi görme olasılığı çok yüksekti. Nitekim halk, medya kalemşorlarının dile getirdiği gibi şimdi sahaya inmişti, ama MGK’nın dikte ettiği talepleri değil; kendi taleplerini seslendirmekteydi! Emekçiler sokaklarda çok uzun süre kalmaya başlamış, bir şenlik havasında süren eylemler boyunca devletin bekasına yönelik sloganlar da atılmaya başlanmıştı.”Susurluk Devlettir”, “Çeteler Devlettir”, “MİT-Kontrgerilla Dağıtılsın”. “Ne Şeriat Ne Darbe”
Öngörülen bir aylık sürenin bitiminden itibaren medyada bu kez eylemi geri çekmeye yönelik haberler yer aldı. “Karanlık eylemi”nin yapıldığı bölgelerde bomba ihbarlarının alındığına, polis müdahalesiyle bazı bombaların etkisiz hale getirildiğine ilişkin haberler, bu kez emekçileri sokağa çıkmaktan korkutmak amacıyla gündeme getirildi. Sahibinin eski MİT’çi olduğu bilinen “Günaydın” gazetesi, İstanbul’da eyleme en yoğun katılımın sağlandığı Okmeydanı’nı hedef gösteren bir haber yaparak, “Okmeydanı devleti mi var?” diye sorma küstahlığını gösterdi. Sözde halk eyleme sızacak provokatörlere karşı uyarılıyordu ama, ortada provokatör bulunamayınca doğrudan doğruya semt halkı, iktidar olmakla suçlanıyordu. Gerçekten de, arada başka hiçbir halka olmaksızın, birçok yerde devlet halkla karşı karşıya gelmişti. Oysa yan yana ve birlikte olunduğu görüntüsünün sağlandığı düzeyde kalmalıydı gösteriler; doğrusu medya bu konuda gereken her şeyi yapıyordu.
Genel gidişata bakıldığında, tam da bugünlerde toplanan MGK, saatlerce süren oturumunda anayasal bütünlüğü bozan tutumlara ve şeriata karşı her türlü yaptırımın uygulanması kararını alırken, belirli bir kontrol dâhilinde tutulan halk eyleminin desteğini arkasında hissederek davrandı. Susurluk’la verilen devletin dibinin övüldüğü mesajı şeriat umacısıyla güçlendirilmiş, olağanüstü tedbirler için halk kıvama getirilmişti. Üstelik TÜSİAD raporu gibi bir ucubeyle de halka bütün bunların karşılığında bir bahar havası yaşanacağı müjdesi verilerek.
Ancak, emekçilerin bu senaryonun bir parçası olmak karşılığında eline geçecek olan, TÜSİAD’ın ve medya gibi sistem temizleyicilerinin iddia ettiği gibi demokrasi olmayacak. Devlet içindeki hesaplaşmalardan, kurumların onarılarak ihya edilmesinden, cumhuriyet devrimi kanunlarının uygulanması sloganıyla dile getirilen “laikliğin yeniden tesisi”ne kadar uzanacağı sanılan operasyonun şimdiki örtük ve bundan sonraki acık hedefinin emek olmayacağını söylemek için safdil olmak gerekiyor. Özelleştirme uygulamasının gelip duvara dayanması, gündemdeki 700 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme sürecinin devlete vereceği yük tam da kitle desteğiyle sağlanacağı umulan milli mutabakat ortamında giderilmeye çalışılacak. Zaten, Olağanüstü Hal koşullarının yaşandığı ülkede, ağır ağır hazırlanan milli mutabakat ve bir tür sivil darbe ortamında “kriz yönetimi”nin ilkeleri egemen olacağından şimdi devlete destek vermek için sokağa çağrılan kitlelerden de aynı destek adına geri çekilmeleri isteniyor. Buna uyulmadığı takdirde ise, şiddete başvurulmaması için hiçbir neden yok. Burjuvazinin “demokrasi”sinin sınırları emekçilerin sistemle ilgili taleplerinin başladığı yerde bitiyor çünkü.
Tüm bu kampanya boyunca, medyanın kullandığı “muhalif” söylemin ve eylem çağrılarının içyüzü de, bu taleplerin dile getirildiği anda açığa çıkıyor. Daha önce ne idiyse medya yine odur; anayasal sınırlar içinde devletin bekasını kollama misyonunun, milli mutabakatın iflah olmaz bir borazanı olarak, bu kez de kitlelerin içten duygularını istismar etmiş, bu duyguları bir kanalizasyon çukuruna akıtmak için elinden geleni yapmıştır. Parlamentoyu; bu devletin tüm halk düşmanı uygulamalarının çürümüş incir yaprağının ve silahlı kuvvetlerin daha fazla yıpranmasını önleyerek güçlendirmek, hatta yol açmak için bir “özel harp” timi gibi ortaya atılmış, böylece, devleti onarma konusunda atıl kalan enerjisini harekete geçirmistir. Diğer üç kuvvetin yerine geçerek, tek kuvvet olarak yasamış, yürütmüş ve yargılamıştır. Tabii ki, varlık nedeni olan büyük sermayenin bir işaretiyle.
Ancak, devletin en yüksekteki organının; MGK’nın, emekçilerin sırtına inecek sopaya emekçilerden “onay almak” gibi bir niyeti olsa da, bir ay boyunca her gün sokağa çıkan kitlelerin ne islediği bal gibi biliniyor. Ne askeri darbe, ne sivil darbe, ne şeriat ama asla mevcut sistemin sürmesi de değil; altı, emekçilerin ekmek ve özgürlük talepleriyle doldurulmuş demokratik bir devlet.
Mart 1997