Cumhurun başı tartışmaları – 2

Geçen sayımızda cumhurbaşkanı seçimleri tartışmalarına “katılmış”, ancak ortada herhangi bir aday olmadığı için olası bir adayın, Başbakan Erdoğan’ın adaylığı üzerinde durmuş, onun adaylık ve seçilme koşullarını tartışmıştık.

Özeti şöyleydi:

1) Henüz adaylık açıklanmamıştı, ama “ısınma turları”yla “nabız” yoklanıyordu.

2) “Nabız yoklama” iki yönlüydü. Bir; kendisinin seçilme olasılığına dair yoklamalar.. Ve iki; kendisinin seçilmesi sonrası AKP ve –AKP yönetimi en azından Beyefendiye göre ülke yönetimi de demek olduğundan, tabii ki– ülke yönetimini öngörmekle yetinmeyip şimdiden dizayn etmeye yönelik “nabız yoklama”nın ötesine geçen hazırlık ya da moda tabiriyle “kumpaslar”.

3) Yine “nabız yoklama”nın ötesine geçen bir başka “hazırlık”.. Ya da “hazırlık”ı da aşan kumpas içerili dayatma seçimin kazanılmasının ötesine dairdi: Cumhurbaşkanı değil, Başkan.. En azından yarı-Başkan ya da “partili cumhurbaşkanı” olmak istemekteydi Beyefendi.. Ve bunun tartışmasıyla birlikte hazırlıklarını yürütmekteydi. Madem ilk kez “halk” seçmekteydi; öyleyse, kesinlikte parlamento tarafından seçilmiş eski cumhurbaşkanlarından farklı yetkilere sahip olmalıydı! Çünkü onu da parlamentoyu seçenler seçmekteydi! Öyleyse parlamento ve onun seçeceği Başbakanla kuracağı hükümetten az yetkiye sahip olamazdı. “Yürütücü cumhurbaşkanı” şarttı! Bu mantık hem Beyefendinin kendisi hem de devlet ve havuz medyasının koltuklarına doluşmuş adamları tarafından durmaksızın savunulmaktadır.

4) Asıl hazırlıksa, son birkaç yıldır, ama özellikle Gezi’yle birlikte derinleştirilerek, olanca pervasızlığıyla sürdürülmekteydi ve “başkanlık” ya da diktatörlük özentisiyle dayatılmakta olan “tek adamlık” takıntısıyla bağlantılıydı: “Delikanlılık” ya da “dik durup eğilmeme” adı takılıp sevimlileştirilerek hatta çekici kılınmaya çalışılan tekçi dayatıcılık, sadece tekelci aşamasında can çekişerek debelenmekte olan çürüyen/asalak kapitalizmde değil ama kölecilik ve feodal aristokratik egemenlik koşullarını da kapsayarak sömürüye dayalı bütün toplumsal örgütlenmelerde, yalnızca ve yalnızca baskı ve zor yoluyla sürdürülebilirdi ki, henüz adaylığını açıklamamış olası adayımız bu yoldan yürümekteydi.

Kapitalist tekelci zorbalığın bütün niteliklerini taşımakta olan “özel” zorunun “genel” zorun sair biçimlerinden ayırtedici yönü, emperyalist efendilerce desteklenen dizginleri tekelci burjuvazinin elinde olan burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin işçi ve emekçi halk üzerindeki diktatörlüğü olan zor ve şiddetin kim tarafından kime karşı uygulanmakta olduğunun muğlaklaştırılıp halka yönelikliğiyle karekterize somutluğunun görünmez kılınmasına.. Ve en başta ülkelerinin ve kendilerinin geleceği türünden dünyevi işler, olgu ve gelişmelere ilişkin dini değer ve inançlarıyla tutum belirlemelerini teşvik edip kuşkırttığı “tabanı”nın konsolide edilmesi hedeflenerek, zor ve şiddet de dahil, bütün kötülüklerin, “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden kurgulanıp benimsetilmesi peşine düşülen toplumsal karşıtlığın.. –Yalnızca Soma’da kendisini gösteren işçi sınıfına karşı kılıç çekmekten korkulup kaçınılarak, onu düşman göstermeyen.. Ama– “Geziciler”.. “faiz lobisi”.. hatta sanki AKP kapitalizme karşıymış gibi, “sermaye”.. “iç ve dış karanlık odaklar”.. “ateist Aleviler”.. “tek devlet, tek millet”le dışlanan Kürtler.. ya da “bayrak düşmanları”.. “çocuk kandıran Kandil”.. türünden.. Elmalarla armutların aynı sepette ya da ilgisiz yasa maddelerinin tek bir “torba”da toplanması gibi.. Akla gelen olumsuzluk ve kötülüklerin atfedildiği tüm “münafıklar”ın, birbirleriyle uyumlu, hatta düşman olup olmamalarına bakılmaksızın bir arada düşman gösterilmesine.. Tüm kötülüklerin kaynağı oldukları gibi, polise ve şüphesiz “biz” kategorisi kastedilerek temellendirilen “halka karşı” zor ve şiddete başvuranların onlar olduğu iddiasına.. Ve “onlar”la tanımlanan “şeytan”a karşı öldürme dahil ne yapılsa azdır mantığına dayandırılmış olmasıdır!

Türkiye toplumunun bu sahte “biz-onlar” karşıtlığı üzerinden bölünüp Beyefendinin “başkanlığı”nın dayanağı olarak “biz” nitelemesiyle taraftarlarının kemikleştirilmesi için hiçbir fırsat kaçırılmamakta.. Uzun ve orta vadede karşıt yönde etkide bulunacak oluşu kaçınılmaz olsa ve bu durum bilinse bile.. Kısa vadede.. Yani “başkanlık”ı kapıncaya kadar.. “Biz”i ayrıştırıp “onlar”ın neredeyse kanını içecek bilenmişliğe getirecek.. Son sınırına vardırılmış gerginlik.. Ve onun unsuru olarak.. “Orantısız güç kullanımı” ile bile tanımlanamayacak.. 13-14 yaşında çocukları.. İbadethane (Cemevi) bahçesinde karşıt inançtan (Alevi) olanları bile hedef edinmekten çekinmeyen pervasız sıldırganlığın tırmandırılması taktiği, genelleştirilip strateji düzeyine yükseltilmiş haliyle, izlenmektedir.

5) “Biz-onlar” bölünmesi üzerinden ve bu bölünmeyi dayatıp pekiştirmek üzere “onlar”a yönelik pervasız saldırganlığı sürdürme taktiği, tüm “ikna edici” düşmanları içine doldurarak “onlar”ı bütün kötülüklerin kaynağı ve dayanağı gösterecek “zenginlik”te kurgulanırken.. Saldırganın, hükümet değil, ama tersine diktatörlük özentisiyle hükümetinin bütün pisliklerini örtmeye de hizmet etmek üzere.. tüm melanetlerin yapıcısı “faiz lobileri”yle “paralelci” darbeciler.. Ama “tek adam” ve sahiplenmesi gereken “bizim hükümetimiz”in sadece mağdur durumda olduğu.. Üstelik uzun süredir mağdurken.. AKP hükümetince “kurtarılmış” türban ve genel olarak inanç özgürlüğü mağdurları tarafından el üstünde tutulması gerektiği propagandası propagandanın ekseni kılınmaktadır.

Ancak bu “mağduriyet” edebiyatı, durum tersine olduğu ve Beyimiz ve partisiyle hükümeti halkı mağdur eden başlıca dinamikler olduklarından, zora dayalı dayatmanın yanında açıktan aldatıcılığı, öyleyse düpedüz yalanı ve yalancılığı zorunlu kılmaktadır ki, bu açıdan hiç müşkülat çıkarılmamakta ve inandırıcılığın sınırları zorlanmakta, akla gelmeyecek ters-yüz etmelerden kaçınılmamaktadır!

Zor mu? Laf hazırdır: “Geziciler polise yönelik zor kullanmışlardır”! Taciz mi? “Kabataş’ta deriler giymiş çizmeli kişiler başılı bağlı bir yeni gelin ve bebek arabasındaki çocuğunu taciz etmişlerdir”! Terör örgütü ile işbirliği mi? Ne Kaidesi.. IŞİD’ı.. Onların beslenip açıktan desteklenmesi: “CHP terör örgütü ile işbirliği yapmaktadır”! “MHP marjinal solun maymunu”! Rüşvet, yolsuzluk ve açıkça hırsızlık mı? Hayır, “paralelciler Hükümete karşı yargı darbesi düzenlemişlerdir”!

Özetle.. Cumhurbaşkanı seçimine, yalanla-dolanla ve çarpıtılıp ters-yüz edilen sahtesiyle değiştirilmiş siyasal toplumsal karşıtlık çekiştirmesi üzerinden yerleri değiştirilmiş saldırgan ve mağdur edebiyatıyla yürütülen hazırlıkla yürünmektedir.

“MAĞDUR” SALDIRGANIN ADAYLIĞI NEDEN GECİKMELİ?

“Mağdur” saldırgan delikanlı bir yönüyle rahat! Rahatlığı, şimdiye kadarki açıklanmamış adaylığın, açıklanmış olsaydı eğer, açıklanacak olandan çok da bir farklılığa sahip olmayışından.. Olası aday olarak “tek adam” her gün seçmenin karşısındadır.. Her saat.. Her dakika açıp ağzını yumup gözünü konuşmakta.. Tanıtımına falan gerek olmamacasına seçmenin gözü önünde durmaktadır. Küçük ihtimaldir, ama o olmayıp, onun yerine “yedek” aday durumundaki bugünkü cumhurbaşkanı Gül’ün de ilave tanıtıma ihtiyacı yoktur. Zaten cumhurbaşkanıdır. Bir başbakan.. Bir cumhurbaşkanı.. Hangisi aday olacaksa olsun.. Bekleyebilirler. Bu yönüyle sıkıntıları yoktur!

Oysa muhalefetin göstermek durumunda olduğu.. Sonunda açıklanmadan edilemeyen adayının bu rahatlığı yoktur! Şöyle ya da böyle seçmenin karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak yeni çıkacaktır ve tanıtıma.. görüşlerini açıklamaya.. bunun için hükümet adaylarının gereksinmediği zamana ihtiyacı vardır. Ve sonunda beklenememiş.. Açıklanmıştır. Başbakan.. Sanki kendi adayları açıklanmış gibi.. Muhalefeti adayını açıklamamakla eleştirmiş ve açıklamaya zorlamıştır!

Muhalefetin fazla beklemeye tahammülü yoktu ve adayını açıklamıştır. Hükümet ve başındaki “tek adam”ınsa aceleleri yoktur.. Seçim takviminin aday açıklanması için koyduğu son tarihi bile bekleyebilirler açıklama için. Tamam da.. Neden bu gecikme? Sadece rahat olunduğu için ve geciktirme olanağına sahiplikleri nedeniyle mi?

Öyle olmadığı tartışmasızdır.

1) “Cumhurbaşkanını ilk kez halk seçecek” olsa bile, halk, “tek adam”ın tek adamlığın hakkını verme olanağına sahip olacağı için, hayaliyle yanıp tutuştuğu bir başkan değil, ama yine sıradan bir cumhurbaşkanı seçecektir! Bu, gecikme bakımından küçümsenir bir etken değildir ki, üzerinden hesap kitap yapmayı gerektirmektedir.

Cumhurbaşkanı seçimi kazanılsa bile, ülke koşulları ve sınıf güç ilişkileri, fiilen zorlanarak uygulamada başkanlık rejimine az-çok yaklaşılmasına ve belki bir “ara-rejim”e imkan tanıyacak mıdır tanımayacak mıdır? Ve fiili zorlamalar, yeni bir hamleyle elde edilebilecek ilave bir güçle Anayasa’nın kağıt üzerinde de “Başkanlık Sistemi” ya da “yarı-Başkanlık” veya “partili Cumhurbaşkanı” türünden bir benzerine  varılmak üzere değiştirilmesiyle tamamlanarak, net bir “tek adamlık” amacına ulaşılabilecek midir?

Çünkü bilinmektedir ki, Beyimiz olağan cumhurbaşkanlığının sıradanlığıyla yetinmemekte, “Noterlik”i “kızak” olarak yorumlamakta ve ne beğenmekte ne de talip olmaktadır. Demektedir ki, “terleyen cumhurbaşkanı olacağım”. Yani gözü icracılıkta.. Söz söylemede.. Sözünün kanun sayılmasındadır!

Bu bakımından ölçme-biçmeyle.. Hesap-kitapla meşguldür. Ve bu, bir gecikme nedenidir.

İkinci gecikme nedeni de, AKP’nin iç dengelerinin yerli yerine oturtulması.. “Tek adam”ın seçimi kazanması durumundaki olası cumhurbaşkanlığında, gerek “başsız” arkada bırakmış olacağı partisinin eli-ayağının birbirine dolanmaması ve kendisi olmadan yaşamını sürdürebilmesi.. Gerek bunun herhangi türden bir yaşam sürdürme değil, ama “tek adam”ın istediğince.. Onsuz edilemeyerek ve onun sözü dinlenerek.. Öyleyse “tek adam”ın tek adamlığına biat etmiş.. Öyleyse az-çok “düşük profilli” bir kadro yönetiminde yaşam sürdürme olmasının koşullarının hazırlanıp “çatı”sının çatılması ihtiyacıdır. Partinin başına gelecek kadronun hem “tek adam”ın sözünü dinleyecek, ama hem de “gemiyi karaya oturtmayacak” beceri ve tecrübeye sahip bir kadro olmak zorundadır, dizeynı zaman almaktadır. Ama AKP hem de farkmlı menbalardan derlenmiş “eski kurt” doludur ve “tek adam”ın tek adamlığını sürdürme isteğine uygun böyle bir yönetim kadrosu oluşması, iç dengeler düşünüldüğünde kolay değildir. Hele “17 Aralık Darbesi”yle, yani Cemaatle hesaplaşmada Başbakanın tutumunun tayin edici önemi dikkate alındığında ve o alanı boşalttığında dengelerin korunması zordur, örneğin Gülsüz sürdürülebilmesi zordur.. Arınçsız da. Ama eğer “tek adam” oyunu oynanacaksa, bu tür isimlerle oynanması daha da zor, hatta imkansızdır. Üstelik Turgut Özal’ın yerine bıraktığı Yıldırım Akbulut’un bile kısa sürede “kazan kaldırması” örneği kuşku tohumları ekicidir.. En düşük profilli bir kadronun önünün açılması ve partinin ve hükümetin başına böyle bir ismin getirilmesinin sağlanması durumunda bile, “tek adam”ın tek adamlığının sürdürülebilirliğinin garantisi yoktur! Bu açıdan hesap-kitap ve kadro hazırlığı, şüphesiz geciktirici bir etken olmuştur.

Bir başka geciktirici etken, “tek adamlık”a talip olan Beyefendinin seçilip seçilmeme olasılıklarını kesinleştirme isteğidir. Aday olup seçilemeyen Başbakanın kuyruğuna teneke bağlanacağı ve zaten yönetmekte zorlandığı ülkeyi artık iyice yönetemez olacağının farkında olan “adayımız” bu nedenle iyice ince eleyip sık dokumaktadır. Anket üstüne anket yaptırıp hem genel eğilimi ölçmeye, hem de gidişatla kendi tutumları arasındaki ilişkinin getiri ve götürülerini anlamaya çalışmaktadır. Bir not düşmek gerekirse, ilginçtir, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasının ardından, Haziran’ın 20.siyle birlikte, AKP cenahından ileri sürülen “Cumhurbaşkanının kucaklayıcılığı”na dair söylemler Başbakanın bundan böyle buna uygun davranacağına ilişkin tutum açıklamasıyla eşzamanlı olarak gündem olmuştur. Ama 24.’ündeki Meclis Grup nutkunda Başbakan yine kendisini tutamamış ve Bahçeli’ye “alçak”, “adi” gibi sıfatlar takarak yüklenmiştir!

Bir diğer etkense, tam anket vb. yollara izlenmeye ve hesap edilmeye çalışılan olası seçim sonucunun, muhalefetin “çatı adayı”nın açıklanmasıyla, yeniden hesaplanma zorunluluğunun doğmuş olmasıdır. AKP dışarıya renk vermeyip Ekmeleddin Efendi’nin “çok kolay” bir rakip olduğunu ve daha seçim yapılmadan seçimi kazandıklarını açıklamalarına bakılmamalıdır. Bir yandan bir dizi kulplar takılıp daha ilk günden yıpratılmaya başlanan rakip adayın, bir yandan da dini ve muhafazakar siyasal özellikleriyle seçimde göstermesi olası performs üzerine kafa patlatılmaya, tahminler yürütülüp yoklamalar yapılırken, asıl olarak yine anketler düzenlenmesine girişilmiştir.

Muhalefetin adayı “temelsiz aday” söylemiyle görünüşte küçümsenmekte, “Pensilvanya’nın adamı”, “Amerika’nın adamı” olarak aşağılanmaktadır; ancak bir yandan da yerel seçimlerde CHP’nin çıkardığı itikadlı ve milliyetçi muhafazakar adaylardan daha fazla etkili olabileceği tedirginliği de dışarıya yansımaktadır. Örnekse yerel seçimlerde kendisine yönelik “sahte peygamber” salvolarıyla pek de etkili olamayan ve “kumpasları” püskürtülebilen Cemaatin Efendisi’nin, adayın özellikleri nedeniyle bu kez itikadlı “biz” tabanı üzerinde etkili olup oy kanalize etmede başarı göstkerebileceğinden çekinilmektedir.

Sayılanlar “tek adam”ın adaylık açıklamasını geciktiri nedenlerdir; ancak eğer hesap-kitap uygun olasılıkları tam bir netlikle göstermemişse, son günlerde bizzat kendisi tarafından hem de birkaç kez dile getirilen “ters köşe” uygulamasına başvurulması olasılığının hiç olmadığını da kimse ileri süremez!

“ÇATI ADAYI”NIN ŞANSI NE?

“Çatı adayı” söylemiyle, Kılıçdaroğlu’nun arada uğradığı ÖDP gibi bir-ikisi bir yana bırakılırsa, ezici çoğunlmuğu milliyetçi muhafazakar başka bazı parti ve kuruluşların da “oluru” alınarak ve destekleneceği varsayılarak, iki partinin, CHP ve MHP’nin “ortak adayı” olarak açıklanmış olan eski İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, evet AKP sözcülerinin dedikleri gibi, hiçbir dolaysız siyasal geçmişi olmayan bir bürokrat niteliğiyle gündeme gelmiş ve bir diğer özelliğiyle de “torba”dan ya da “piyangodan çıkmış” bir aday gibidir!

Kuşkusuz “kazın ayağı” öyle değildir. “Torbadan” falan çıkmamıştır. Adaylığı üzerinde konuşulan eski CHP’li Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin eğer aday olarak açıklansaydı “torbadan” mı çıkmış olacaktı? Ekmeleddin Beyden farklı yanı, bir dönem dışişleri bakanlığı yapmış olmasıdır. H. Çetin, ilaveten de açıktan CHP üyesidir. Hepsi o kadar! Bir parti üyesi olarak siyaset içinde bulunmak, elbette önemlidir, ama ne kadar kendi başına çekip çevirdiği ayrı olsa bile, Ekmeleddin Beyin 9 sene Ortadoğu’yu çekip çeviren bir teşkilatın genel sekreterliğini yapmış olması onun siyasallığını göstermeyecekse neyi gösterecektir? Önemli olan, siyasal bir figür olduğundan kuşku duyulamayacak olan Ekmeledddin Bey’in ne türden bir siyasal figür olduğudur!

Bir defa Tansu Çiller’i anımsatan bir siyasal figürdür. Uzun yıllar Amerika’da kalan ve bu ülkenin vatandaşı olan Çiller, Türkiye ve hele Türkiye halkına ve kültürüne yakın olmaktan çokan Amerika’ya, Amerikan egemenleri ve onların kültürlerine yakın, onlarla ilişkileri daha güçlü ve belirgindi ki, bu nedenle Türkiye ve sorunları sözkonusu olduğunda çok sayıda gaf yapar, potlar kırardı. Gaf kırma potansiyeline henüz tanık olmadık, ancak Mısır Kahire doğumlu Ekmeleddin Bey de az-çok öyledir. Arap kültürüyle yetişmiş, eksiğini AngloSakson kültürüyle tamamlamıştır; Amerikan tandaslı ilişkileri kendisini İKÖ’nün genel sekreterliğine getirmeye “yetecek kadar”dır.

Yazdığı kitapta Türkiye bakımından “geleceğin good governence’ta (iyi yönetişimde olduğu”nun altını çizecek denli neoliberal bir “dünya vatandaşı”dır! Ve görülmektedir ki Amerikancı yeni modaları takip etmekte ve uyum sağlamakla kalmamakta, sözcülüğünü üstlenmeye bile uzanmaktadır.

Bu iki özelliği ve Türkiye’yi Ortadoğu’da başarıyla temsil edip adına iş çevirme yeteneği göstermesi nedeniyle başta tekelci burjuvazi olmak üzere yerli işbirlikçilerin yayılmacı neoliberal açılımları açısından da uygun bir aday olduğu düşünülebilir.

Muhafazakar bir mütedeyyin olduğu tartışmasızdır. İslami değerleri savunma yeteneği yüksektir; ancak bu bakımından “radikal” bir pozisyonda durmamaktadır. Tıpkı Fethullah Efendi gibi “ılımlı”dır: Yanında başı açık eşiyle “ılımlı” ya da Amerikancı İslamcılık Ekmeleddin Beyin ideolojik zemini durumundadır. Ancak gösterge yalnızca başı açık eşi değildir. Tıpkı Erdoğan gibi, kendisi laik olmasa bile, devletlerin laik olması gerektiği düşüncesindedir ve kitaplarında din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiği üzerine durmuştur. Erdoğan’dan farkı, onun ne zaman ne yapacağı.. NeoOsmanlıcı yönelimlerinin ne zaman depreşip nerede Amerika ve genel olarak Batıyla ilişkilerinde “boynuz kulağı geçecek” biçimde hamlelerin sahibi olacağı belli olmayan “ılımlı”lığı zorlayan radikalleşme belirtilerini hiç göstermemiş ve göstermiyor oluşudur ki, bu niteliği, Batılı büyük devletler, özellikle Amerikan emperyalizmi tarafından tercih nedeni sayılabilir. Toparlayıcı olup olamayacağı, Ortadoğu’da yapabildiğini kanıtladığı işleri çekip-çevirme yeteneğinin Türkiye’de de iş görüp görmeyeceği gibi bilinmezliklerin olumlu çalışması halinde özellikle mütedeyyin AKP tabanı üzerinde etkili olup olamayacağı hakkında ortaya çıkacak işaretler, alacağı desteğin büyüklüğünü belirleyecektir. Rakibi “yenilmez armada” gibidir; sağlayacağı destek onu yenebilme ihtimalini gözle görülür kılabilmesine bağlı olacaktır. Sözü edilen destek; hem özellikle AKP tabanında yaratılacak çatlamaya bağlı alarak bu tabandan sağlanacak destektir, hem de Batılı büyük devletler nezdinde sağlanacak destek.

Olası mıdır? Arkasında doğrudan büyük uluslararası güçler olmasa bile en azından CHP ve MHP tarafından öyle düşünülerek “çatı adayı” olarak sunulmuştur ki; uygun ve uyumlu niteliklere sahip olması nedeniyle sözü edilen büyük güçler tarafından da hiç değilse “tek adam”ın tek adamlığının ne denli sağlam ya da aksak olduğunun denenmesi bakımından da desteklendiği öngörülebilir.

Peki, somut olarak şansı ne kadardır?

Düzen muhalefeti CHP ve MHP’nin “ortak” “çatı adayı” olarak ileri sürüldüğüne göre, herhalde son seçimin CHP+MHP oylarını toplayarak işe başlamak gerekecektir ki, bu toplam %44 dolayındadır. %2 gibi bir oyu olan SP’nin, henüz açıklanmamış olsa da olumlu yaklaşım ve destek sinyalleri katıldığında, %46’ya ulaşılmaktadır. BBP ve sair grupların %1-2 civarındaki oyuyla birlikte %47-48 bandına varılmaktadır ki; “AKP karşıtlığıyla karakterize” bazı sol gruplardan gelen “ılımlı” imalarla hiç değilse %48 Ekmeleddin Beyin “cebinde” gibi görünmektedir. Öyle midir değil midir– Ağustos içinde görülecektir.

Eldeki veri durumundaki 30 Mart seçim sonuçları üzerinden yürürsek, geriye, biri fazla bir oy gücüne sahip olmayan üç belli başlı siyasal küme ve siyasallık düzeyi düşük bir dördüncüsü kalmaktadır: Biri Cemaattır, biri Kürt ulusal hareketi, siyasal örgütlülük düzeyi zayıf olan Alevi topluluğu ve sonuncusuyla devrimci işçi partisi tarafından temsil edilen sosyalist hareket ve sosyalizmin hiç değilse ortalama ilkelerini dikkate almadan edemeyecek sosyalistlik iddialı örgütler.

Cemaatın oy gücü ya da daha açık tabirle siyasal cürmünün cumhurbaşkanlığı seçiminde sınavdan geçeceğini söylemek yanlış olmaz. Etkili olabileceği İslami nitelikli oyları yönlendirebilmesi bakımından “çatı adayı”nın en uygun aday olduğu cumhurbaşkanlığı için gerekli yarıdan bir fazla oyun sağlanması bakımından payına düşen en azından %2-3’lük gibi bir oy miktarını Cemaat ya sağlayacak ve Ekmeleddin Beyin ilk turda seçilmesi için gerekli gibi görünen açığını kapatacak ya da ikinci turda bir şansı kalmayacak ve yenilgi ve sonuçları en çok Cemaatin hanesine yazılacaktır.

Kürt ulusal hareketi, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili hakkında en çok tevatür senaryo yazılan ve en yoğun baskılara maruz bırakılan siyasal hareket durumundadır. “Çözüm süreci” ve Öcalan’ın bu sürece ilişkin belirttiği “umutlar” hemen her siyasal çevre tarafından cumhurbaşkanlığı adaylığında Erdoğan’ın destekleneceği biçiminde değerlendirilmiş ve bu değerlendirmeler açıkça yazılır çizilir olmuştur. Kürt hareketinin tabanından, özellikle mütedeyyin kesimlerden gelen kimi yerlerde açık irade beyanı niteğindeki sinyaller de bu değerlendirmeleri körüklerken, son günlerde özellikle S. Demirtaş kaynaklı açıklamalar ve Kürt hareketinin seçime güçlü bir adayla, muhtemelen eşbaşkan Demirtaş’la katılacağının az çok belli olmasıyla “AKP’ye destek olunacağı” içerikli suçlamalar bakımından yatışmış; ancak ikinci turda hiç değilse belli miktar Kürt oyunun Erdoğan’a gidebileceği üzerinde durulur hale gelinmiştir.

Zaten Ekmelleddin Beyin ilk turda kazanamaması durumunda alabileceği artı oyun bulunmaması ve ne alacaksa ilk turda alacak olması, seçim ikinci tura kaldığında şansı olmayacağını göstermektedir.

Örgütlü oy dayanakları olarak Ekmeleddin Beye akacak oylar bakımından MHP’nin bir sıkıntı içinde olmadığı, firesiz destek sağlayacağı düşünülebilir. Ancak CHP’nin durumu benzer değildir. CHP’nin ulusalcı ve “laikçi-şeriatçı” karşıtlığı döneminden kalma “yobazlık karşıtı” grupları ya da eğilimi dini akideleri güçlü “çatı adayı”nı benimsemiş değillerdir, adaylık açıklaması sonrası sert tepkiler vermiş ve hatta yerine aday bile aramışlardır. Siyasal yaşamı boyunca hiçbir zaman partiyi değil ama sadece hizbini düşünmüş olan, ama bu kez bir başka aday açıklanmasını siyasal ortam ve koşullar bakımından doğru ve yerinde bulmadığı anlaşılan Baykal, “Partiyi düşünmeliyiz” diyerek, alternatif adayarayışının önünü keserek “kol kırılır yen içinde” tutumu almıştır. Ulusalcı eğilimin, bu nedenle, seçime asılmayacak olsa bile, hiç değilse kerhen Ekmeleddin Beyi destekleyeceği anlaşılmaktadır. Yine de, seçime asılmamak, yazın sıcağında pikniğe gitmeyi tercih etmek türü olası tutumlar alınabilecek olması nedeniyle, “çatı adayı”nı benimsememiş olan ulusalcı eğilimin isteksizliği dolayısıyla bir fire oluşacağı beklenmelidir.

Ancak herhalde CHP tabanında asıl fire, tabanın ezici çoğunluğunu oluşturmakta olan Alevi oylarında olacaktır. Tamam, “cümbüş evi” dediği cemevi bahçesinde bile adam öldürmeye tırmandırdığı Alevi toplumu karşısındaki tutumu ve “Alisiz Alevi”, “Ateist Alevi” söylemiyle, “en çok biz severiz” dediği Ali’yi bile Alevinin elinden almaya kalkışan “tek adam” yeterince itici ve Alevi düşmanıdır. Ama Ekmeleddin Bey de hiç parlak bir Alevi dostu olmadığı gibi, üstelik oldukça dinci bir zattır. Dolayısıyla böyle bir adayla Alevi toplumunun oyların derlenmesi hiç kolay gözükmemektedir. “Erdoğan karşıtlığı” propagandasının etkisi ve uzun yıllardır yeraldıkları CHP peşindeki “kötünün iyisi” ideolojik zihniyetiyle Aleviler, alternatifsizlikten ve elleri varmaya varmaya “çatı adayı”na oy vermeye ikna edilseler bile, bu, hiç de istekli ve coşkulu bir oy verme ve seçime asılma olmayacaktır. Üstelik Demirtaş’ın aday olması durumunda, “Şafi Kürt-Alevi” çelişmesi hükmünü icra edecek olmayı sürdürse bile, hem bu çelişmenin son yıllardaki yumaşamasından hem de bu kez Sünni İslamcı bir adaya oy vermeye zorlanmalarından belirli bir sayıda Alevi oyunun HDP adayına yönelebileceği beklenmelidir ki, bu nedenlerle Alevi oylarındaki fire “çatı adayı”nın “zayıf karnı” olmaya nemzettir!

Sosyalist hareketin yaklaşımına geleceğiz. Ancak herhalde CHP’nin pozisyonu üzerine konuşmak gerekmektedir.

CHP’NİN HALİ…

Peki, bütün bunlar öngörülemez değilken, hem ulusalcılar hem de Alevi toplumundaki hoşnutsuzluk ve fire ihtimalini göze alarak, CHP neden böyle bir adayda karar kılmıştır? Bügüne kadar geldiği yol dikkate alındığında ciddi bir “makas” değişikliği intibaını veren adayın üstelik CHP liderince önerilmiş olması, CHP’de bir “dönüm noktası”na gelinmiş olup olmadığı tartışmasına yol açmaktadır.

Öyle ya, ne olmuştur da, yüz yıla yaklaşan ömrüyle Kemalist ve üstelik öyle olmasa bile sosyal demokratlık iddiasındaki CHP, cumhurbaşkanlığı için, İslami yaklaşım ve pozisyonu belirgin muhafazakar bir aday gösterme noktasına gelmiştir? Bu, iddialarının, özellikle “solculuk” iddialarının sonu mudur?

CHP içinde de ciddi bir tartışmaya neden olan Ekmeleddin Beyin “çatı adayı” olarak en azından görünüşte üstelik CHP lideri tarafından kararlaştırılıp MHP’ye önerilip adaylığın sağlanması, bellidir ki, en başta, bir hesap-kitap sorunu olarak benimsenmiştir. Her şey bir yana benimseyenler tarafından savunulması böyledir: CHP’nin %20 küsurluk oyunun cumhurbaşkanının belirlenmesinde yeterli olmayacağı ve düzenin savunulmasının dayatılması olan “Erdoğan karşıtlığı”nın eksen alınması zemininde eğer MHP ile ortak bir aday çıkarılmazsa Erdoğan’ın başkanlığının önünün açılmış olacağı, böyle bir aday çıkarılmasının başlıca gerekçesi olarak ileri sürülmektedir.

Politika ve rakiplerin değil sizin partinizin kazanması şüphesiz ki önemlidir. Politik durum ve güç ilişkileri hiç dikkate alınmadan kazanılması olanağı olmayan radikal adımlar atılması göze ve kulağa hoş gelebilir, ancak politik olarak doğru sayılamaz. Doğrudur! Ancak politikanın politika olması, eğer halkın ve çıkarlarının savunulduğu iddia ediliyorsa, bu çıkarları yansıtan hiç değilse yarım doğru bir politika olması koşuluyla!

Oysa CHP’nin Baykal’la birlikte net bir “sağa açılma” süreci başlattığı, esnemeden uygulanan –“irtica” karşıtı ulusalcı statükocu olarak tanımlanan– işçi ve Kürt düşmanlığı belirgin neoliberal milliyetçilik çizgisinde, MHP ile ayrım noktalarının kaybolduğu ileri noktalara varıldığı ve bu yöneliminin halkın çıkarlarıyla bir ilişkisinin kurulamayacağı söylenmelidir. Kılıçdaroğlu, “yeni CHP” sloganıyla, orasından mı burasından mı olduğu muğlak biçimde belli belirsiz görüntüsüyle bu çizgiyi eleştirerek işe başlamış; ancak “yeni CHP”nin belkemiği bir türlü netleşmemiştir. “Türban”da dile gelen genel olarak “irticaya karşı mücadele” yönelimi yumuşatılmış, hatta bir yana bırakılmış, kurultaylarda yapılan “devrimci” ajitasyonsa sadece kurultay konuşmalarında kalmış, pratik yaşamda bir karşılığı olmamış, CHP, politik pratikte Baykal’ın MHP ile yakınlaşma çizgisini sürdürürken, örneğin yerel seçimlere solculuğu tartışmalı Sarıgül ve taviz vermez ülkücülüğü/faşistliği belirgin Mansur Yavaş ya da Hatay’da Cemaatçi adayla girmekte sakınca görmemiştir. Bugünkü ya da “yeni CHP”nin politika ve kadro belirlemesinde eski muhafazakar sağ şef Demirel’in oldukça belirleyici olduğu izlenen çizginin onunkini andırmasından bellidir. Bir diğer yeni müttefik ya da yön vericininse Cemaatin Efendisi olduğunu söylemek herhalde haksızlık olmayacaktır. Kemalistlik ve sosyal demokratlıktan geriye pek bir şey kaldığı sanırız ileri sürülemez.

Ekmeleddin Beyin adaylık ilanı öncesinden başlayan “adaylık kriterleri”ne ilişkin açıklamalar, CHP’nin “kendi yolunu izlemek”ten vazgeçtiği konusunda fikir vericidir. Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları, “Büyük uzlaşma ile bu sorunu çözmek istiyoruz. Adayımızı toplumun her kesimi kabul edecek” şeklindedir. Uzlaşma ihtiyacı ve büyüklüğüne diyecek şey yoktur! Ancak uzlaşma vardır.. uzlaşma vardır! Bu uzlaşmanın halkın çıkarları yönünde olduğu herhalde ileri sürülemez. Uzlaşma, ittifak demektir; doğrudur, güç yetmeyen yerde, hatta yetse bile ittifak kurma tutumuna karşı çıkılamaz. Ama halk güçlerinin, emek ve demokrasi güçlerinin ittifakı olması ve kurulacak birliğin halkın taleplerini karşılamanın ihtiyaç kıldığı bir birlik olması koşuluyla! Böyle midir? Daha başından ittifakın başka bir ittifak gücü yakmuş gibi MHP ile kurulmuş olması ve böyle bir ittifakının zorunlu sayılmasıyla, bunun halkın ihtiyacını karşılayacak bir ittifak olmadığı kesindir. MHP geçmişi kan dolu bir parti olmakla kalmamaktadır; bugün de işçi ve Kürt düşmanlığıyla tanınmaktadır.

Üstelik zamanın BDP eşbaşkanı (şimdiki HDP eşbaşkanı) S. Demirtaş “CHP uygun bir aday belirlerse destekleriz” deyip kendilerine bir “açık çek” vermişken, CHP’nin MHP ile ittifak arayıp bulmasının ikna edici bir açıklaması bulunamaz!

Açıklanan “çatı adayı”nın belirlenmesinde 1) Her ne olursa olsun Erdoğan’ın “tek adam”lığa adım atmasını engelleme tutumuyla “Erdoğan karşıtlığı”nın politika ekseni edinilmesi ve 2) –Ecevitinki türünden sonunu getirmeyip halkı ortada bırakıp satacak olsa da– emekle sermaye arasında git-geller ve az-çok halkçı ve demokratik iddialarla kendi “sosyal demokrat” ya da bu görünümlü politikasını yapmada cesaretsizlik ve politika mihrakı olmayı terk ettiği başkalarına (Cemaat, Demirel, MHP vb..) gönüllü yedeklenme pozisyonunun benimsenmesi tayin edici olmuştur. Ancak bu CHP’nin de sonu olmasa bile, “sonunun başlangıcı” anlamındadır. Kendi –varsayalım ki– “solcu” ve “demokratik” “halkçı” politikalarının, hiç değilse bugünkü koşullarda kabul görmeyeceği ve halkı kendi etrafında birleştirmeye yetmeyeceği, “toplumun her kesimi tarafından kabul görecek aday”ın ancak CHP dışında olabileceğini itiraf etmektir, bu.

İşte CHP liderinin cumhurbaşkanı adaylık tanımı: “Cumhurbaşkanı adayının tarafsızlığı, siyasete bulaşmamış olması, herkesi kucaklaması, öfke dilini kullanmaması, barıştan, huzurdan, güvenden yana olması, mesajlarını böyle vermesi, tüm kesimlerin ortak amacı. Biz bu amaca uygun bir aday ortaya çıkaracağız. Göreceksiniz Türkiye bu aday etrafında büyük ölçüde kilitlenecek.”

Tanım, bugünkü verili koşullar dikkate alınarak yapıldığı düşünülürse fena bir tanım değildir. “Öfke dilini kullanmamak” vb. herhalde bugünün ihtiyaçlarını karşılıyor olmalıdır. İyidir, ama, lideri siyasal mitinglerde “Başbakan Kemal” sloganlarıyla göklere çıkarılan bir siyasi parti bakımından şurası tayin edicidir ki, bu tanıma uygun aday ancak CHP dışından bulunabilmekte ve bu dışsallık, “solcu”, “demokratik” ve “halkçı” cenaha değil, ama sağcı, dinci muhafazakar, faşist cenaha açılan bir dışsallık olabilmektedir.

Tanımın “tarafsızlık” vurgusu yine herhalde somut siyasal durumla, “tek adam” özentilisinin “partili cumhurbaşkanlığı”nı zorlaması ve “makam”ın rejimin tarafsız koltuklarından oluşuyla ilgilidir. Ama peki, “siyasete bulaşmamış olma” neyle ilgilidir? CHP siyasal iddia sahibi değil midir artık? “Sivil toplum kuruluşu” mu sayılmalıdır? İzlediği ve Türkiye’yi ve halkını esenliğe çıkaracak bir siyaset sahibi olmadığını mı, siyasal programının artık “beş para etmediğini” mi söylemiş olmaktadır CHP böylelikle?

Aynı şey “herkesi kucaklama” ile ilgili söylenebilir. CHP, programı ve izlemekte olduğu siyasetlerle “herkesi kucaklayarak” etrafında birleştirebilme iddiasından vaz mı geçmiş olmaktadır? Artık CHP tabanı “Başbakan Kemal” diye bağırmamalı mıdır örneğin? Yoksa başbakan o beğenilmeyen siyaseti yapabilir de cumhurbaşkanı mı yapmamalıdır? Ya da Başbakanlığı almayı düşünmemekte midir aday tanımı yaparken Kılıçdaroğlu, yoksa başbakanlığı aldığında herkesi kucaklayan bir başbakan olmayacak, toplumu birbirine mi düşürecektir? Hangisi?

Benzer değerlendirmeleri gerektiren “barış, huzur ve güven” ile ilgili olarak da aynı şeyleri tekrarlamak gerekmiyor!

Özet, ancak böyle bir adayla cumhurbaşkanlığı yarışına katılabilme durumundaki CHP’nin hem program ve politikalarının güvenilirliği iddiası hem de onlarla ülke ve halkına “iyi bir gelecek” vaad edebilme yeteneğini artık yüksek sesle ileri sürebilir olmadığı ilan etmiş olmasıdır!

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE SOSYALİSTLER

Öncelikle, zamanında “yesinler birbirini” sözcükleriyle dile gelmiş “bizi ilgilendirmez” tutumunun doğru kabul edilemeyeceği, sosyalistlerin hiçbir zaman ve koşulda seçeneksiz olmadıkları, olmayacakları belirtilmelidir.

Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde yazdığı “Giriş”inde “Alman işçileri, sosyalist Parti olarak… bütün ülkelerdeki arkadaşlarına genel oy isteminden nasıl yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah vermişlerdi, en keskin, en etkili silahlardan birini vermişlerdi” övgüsüyle başladığı “genel oy hakkı” ve silah olarak kullanılması üzerine uzun bir pasaja yer vermiştir.

“Manifesto”ya atıfla, “Komünist Manifesto, genel oy hakkını, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilan etmişti, ve Lasalle bu noktayı yeniden ele almıştı. Bismarck, halk yığınlarını kendi tasarılarıyla ilgilendirmenin tek çaresi olarak, bu oy verme hakkını kurumlaştırmak zorunda kaldığını görünce, bizim işçilerimiz bunu ciddiye aldılar Ve Auguste Bebel’i ilk urucu Reichstag’a gönderdiler. Ve o günden sonra da oy verme hakkını kullandılar, öyle ki, binbir şekilde bunun ödülünü gördüler ve bu, bütün ülkelerin işçilerine örnek oldu. Onlar oy hakkını, Fransız Marksist programının sözleri ile, şimdiye kadar bir aldatmaca aracı olan oy hakkını özgür olma aletine dönüştürdüler” diyerek sürdürdü:

“Eğer genel oy istemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ileişçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri  hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da – evet bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı,gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda borakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag’da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir.”*

Engels’in saydığı “genel oy”un sağladıklarının çoğuna kendi deneylerimizle de tanığız. Öyleyse “genel oy”la ilgilenmiyoruz diyemeyeceğimiz ortadadır.

Peki, cumhurbaşkanlığı oylaması, “genel oy”dan farklı bir uygulama değil midir? Özel bir “genel oy” uygulaması ve kullanımı olduğu doğrudur; parlamento seçimleri yapılmadığı bellidir. Bu kez oylar, cumhurbaşkanının seçilmesine yönelik olarak kullanılacaktır. Sonuçta, gene herkes bir oy kullanacak, genel oya başvurulacaktır! Özel kuralları olan bir “genel oy”a başvurma olduğu bilinmektedir. Öncelikle, herkes aday olamamaktadır; adaylık özel koşullara bağlıdır. Özetle adaylık işçilere kapalıdır; yüksek okul mezuniyeti şarttır ve en az yirmi parlamenterin imzasıyla aday olunabilmektedir. Bunların “genel oy”a konulmuş kayıtlar olduğu tartışmasızdır; seçme hakkı bulunmakta, ama seçilme hakkı ayrıcalık konusu edilmektedir. Üstelik bir kayıt daha vardır; adaylardan biri seçmenlerin çoğunluk oyunu alamamışsa, ikinci tura geçilmekte ve seçim tekrarlanmaktadır. Ancak bunların detay olduğu ve Engels’in saptamalarıyla yorumlarını değiştirmeyeceği açıktır.

Peki, Engels’in pasajının temel hareket noktası nedir? Nettir: “İşçiler”.. “Sosyalist parti olarak..”.. “Kendimizi saymak”.. Engels’in “biz ve onlar” ayrımı da tartışmasızdır: “İşçilerde zafere olan güveni”.. “Düşmanlarda ise korkuyu artırmak”!..

Anlaşılmaktadır ki, Engels, sadece “genel oy hakkı”nın önemini vurgulamamakta, ama içeriğinin de altını çizmektedir. “Genel oy hakkı”nın önemi ve sahiplenilmesinin anlamı, oyların harcıalem ve olur-olmaz bir kullanımı olamaz! “Kendimizi sayabiliriz”; ama düzenin ve düzenin parti ve adaylarını, işçilerin düşmanlarını destekleyemez, oyların, bunlardan birine karşı diğerini tercih ederek kullanılmasını salık veremeyiz.

Türkiye bugünkü koşullarına tercüme ederek konuşursak; mevcut düzenin hizmetindeki adayları, birinin daha belirgin olduğu ileri sürülebilecek olumsuzluklarını ileri sürerek ve buradan kalkarak diğerini “kötünün iyisi” sayarak, “ne yapalım daha iyisi yok” ya da “başka alternatif mi var ki?” güzellemesiyle kerhen de olsa desteklemek, bırakalım sosyalizmi, halka ihanet demek olacaktır.

Burjuvazi ve gericiliğin kendi içinde bölümlenip kategorize edilmesinden başlanarak, düzenin güçleri arasındaki gerçek ya da kurgulanmış farklılıklar üzerinden politika geliştirerek, gerici güçlerden birine karşı diğerini desteklemek, Türkiye’nin kendisine ve asıl olarak devrimci güçlerin dayanağı olan işçi sınıfı ve halka güvensizlikle karakterize burjuva “solu”nun geleneğini oluşturmuştur. Örnekse, Aydınlık’a bakın, en son Ergenokoncuların desteklenmesinde olduğu gibi, mutlaka, her dönemde, genellikle farklılıkları abartılarak, gerici burjuva kesimler arasında birine karşı desteklenip ardında safa girilecek bir diğeri bulunmuş ve desteklenmiştir.

Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, Erdoğan’ın şüphesiz gerçek olan tek adamlık yönelimi, otoritaryan eğilimleri, halkı hedef alan saldırgan tutumları ileri sürülerek ama onun ve partisinin kapitalist düzenin bir fraksiyonu olduğu unutulup unutturulmaya çalışılarak, demokrasi mücadelesinin hedefinin “Erdoğan karşıtlığı”na daraltılması yoluyla Ekmeleddin Beye destek sunulması hamleleri çoktan başlamıştır.

Adayı Erdoğan ya da değil, izlediği işçi ve pervasız saldırganlığıyla halk düşmanı politikalarıyla onun yönetimindeki emperyalist işbirlikçisi burjuva neoliberal Türk-İslam sentezci AKP ve adayının cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir biçimde destetklenmesi düşünülemez! Hangi manevraları yaparsa yapsın, ister “çözüm süreci” güzellemesi ister laisizm katekullisi, hangi aldatıcılığa başvurursa vursun, sosyalislerin, AKP ve adayı lehinde bir davranışta bulunmaları beklenemez.

Öte yandan siyasal partiler, hükümetler ve “diktatörlük”le suçlanabilecek başındakiler, özellikleriyle, tabii ki önemsiz değillerdir. Erdoğan’ın gericiliği kesinlikle küçümsenemez. Ancak demokrasi mücadelesinin onun “özel” gericiliğiyle mücadeleye daraltılarak, tekelci kapitalist gericiliğin, neoliberalizmin, şoven milliyetçi muhafazakarlığın görüş ufkunun ötesinde tutulması da hiçbir biçimde benimsenemez. AKP ve adayının bilinen gerici nitelikleri, muhalefetin “çatı adayı” olarak ileri sürülmüş Ekmeleddin Beyin lehine bir tutumun hareket noktası olarak alınamaz!

Tabii ki, kendisi de demokratik bir hak durumundaki “genel oy”un kullanımı politik mücadele konusu ve demokrasi mücadelesinin bir yönü ve unsurudur. Gerici kapitalist düzene yönelik mücadelenin gelişip güçlenmesi amacına bağlanarak, mevcut düzenin zayıflatılması ve çeşitli yönleriyle çeperinde gedikler açılmasını sağlayacak programa, böyle bir program doğrultusunda yürüttükleri bir mücadeleci tutuma sahip ilerici demokrat adayların desteklenebilirliğiyse tabiidir. Erdoğan’ın gericiliği bir yana Ekmeleddin Bey böyle bir aday mıdır? Değildir! O, Erdoğan’ın rejime verdiği zararlar ve neden olduğu tahribat karşısında mevcut düzenin savunucusu ve sağlamlaştırıcısı, bu düzeni yeniden “rayına oturtacak” bir aday olarak ileri sürülmüştür! Bu nedenle, sadece mevcut düzeninin zayıflatılmasına ve onu zayıflatıcı dinamiklere destek sunabilecek sosyalistlerin desteğini alabilecek, bu desteği hak edecek bir aday değildir! Desteklenemez!

Peki, bu seçimin özel yönünü oluşturan ilk turda hiçbir adayın çoğunluktan bir fazlasını alamaması durumunda en çok oy alan iki adayla gidilecek ikinci turda, bu iki adayın Erdoğan Beyle Ekmeleddin Bey olmaları halinde sosyalistlerin tutumu ne olacaktır?

“Kırk katır mı kırk satır mı?”– sosyalistler böyle bir açmaza mahkumiyetin öznesi olamazlar!

Biri ya da diğeri desteklenemez ve böyle bir destek hiçbir gerekçe ileri sürülerek açıklanamaz! Sözü edilen olası iki adaylı ikinci turda sosyalistlerin tutumu ancak oy kullanmamak ve seçimi boykot etmek olabilir! Anlaşılır bir şeydir ki, böyle bir özel “boykot” parlamento seçimlerini boykotta olduğu türden koşulları gereksinmeyecektir!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑